Yuvarlatılmış Dikdörtgen:  
                                               
KADERİMİN SAHNESİNDE
 
SIRF
 
KENDİMİ OYNADIM
 
(Gökkuşağı Bir Yaşamın Ak sayfaları)
 
***
 
 
 
 
Ferit AYDIN
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
        İstanbul – 2003
 
© Copyrigt Ferit AYDIN
 
 
 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


YAŞAM SAHNESİNDE SIRF
KENDİMİ OYNADIM
 
 

 

Bizden önce de yazdılar, çizdiler, anlattılar... Bir iz bırakmak için insanlar, en derin duygularını dile getirmeye çalıştı. Kimisi çivi ile, kimisi Dâmeğân kamışı ile, kimisi de tavus tüyü ile yazdı. Hepsi de sonuçta bizi düşündürmek için kalemlerini kullandılar.

 

Geçmişi ve «Bizden evvel gidenleri» anlamak, hatta yaşamı ve doğayı tüm gizemleriyle anlamak; -iç dünyalarını ve gözlemlerini cömertçe ve ustaca sergilemiş olan- anı yazarlarının satırlarından rengârenk dünyaları okumak mümkündür. Öyle ki eğer bu kitapları gerektiği kadar ciddiye alırsak, bilimsellik adına basılmış ve dayatılmış binlerce kitap ve ansiklopediden yüz çevirir, kopyacıların, tozlu raflarda soğuk soğuk duran o kalıplaşmış «eserlerine» dokunmayız bile...  

 

Okuyucu azsa da yığın yığın kitap var artık bugün. Korsanların elinde kitaplar, büyük kentlerimizin kaldırımlarına kadar taşmış. Fakat bu bolluğu hayra yormamak gerek. Çünkü sahip oldukları üne bir türlü doymayan, nice ilim ve düşünce hırsızları, çok daha ünlenmek için günümüzde onun bunun göz nuru ile hazırladığı çalışmalardan çarpıcı bölümler aşırarak sözde kitap yazmaktadırlar! Yakın geçmişte bir başbakan eşi, skandal şampiyonu ünlü bir rektör ve sözde «dünya müslümanlarını temsil eden bir örgüt» temsilcisi prof. Bu haltı işlediler! Herkes bu hırsızları tanıyor; ama yüzleri bir parça kızarmadı bu adamların. Türkiye’de kitap deyince ister istemez bu heriflerin yazıp çizdikleri önce akla geliyor. Hele kalem mafyasının meşhur ettiği romancılar; bu adamlar son on yıldır işi götürüp kaymağını yediler; çok para kırdılar ve tabiatıyla ceplerine servet akıtan sürüler sayesinde büyük keyif de aldılar! Günümüz Türkiye’sinin binbir ilginç gerçeklerinden biri de işte budur. Onun için bu ülkede yaşamış, görüp geçirmiş, biri olarak anılarımı yazarken size hemen şimdiden şunu söyleyebilirim:

 

Bu kitabı dikkatle okuduktan sonra sayamayacağınız kadar çarpıcı gerçekleri âdeta görmüş ve yaşamış gibi olacaksınız. «Biz de bu ülkede her gün çok şey yaşıyoruz» deyip yanılmamalısınız; ötekileri ve ötedekileri hep tahmin etmelisiniz! İşte ben onları gördüm ve onları yaşadım!

 

Yaşamım boyunca herhangi bir kimseye benzemeye asla özenmedim. Hep kendime benzedim. Hep kendim gibi oldum. Taklide hiç mi hiç yeltenmeyen bu yapı ve bu bağımsız ruh sayesindedir ki başkasının yönettiği hiçbir kampanyanın içinde yer almadım; hayatta bir kez bile geçerli oy kullanmadım; hiç kimseden iş istemedim; hiç borçlanmadım; hatta Kur’an’ın bütünlüğüne yürekten imân etmiş bir mümin olmama rağmen (çocukluk günlerimden sonra) Cuma ve bayram namazlarına bile katılmadım. Çünkü bu kongrelerin, Allah’ın birer emri oldukları için değil, sırf gelenek diye düzenlendikleri için anlamlarını yitirdiklerine inanıyorum. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimsenin etkisi altında kalmadım; hiç kimsenin karşısında eğilmedim; hiç kimseye bilinçsizce katılmadım. Sanılabileceğinin tam tersine beni hayatla ve doğayla kucaklaştıran işte bu bağımsız ruh yapısıdır.

 

Evet yaşamla hep barışık kaldım. İnsanlarla da kapışmadım, ama yanlışlarına beni bulaştırırlar diye çok az kişiyle ancak samimi olabildim. Onlar da benim, sırf kendim gibi olmama çok itiraz etmediler.

 

İşte bu arkadaşlarımdan biri, yakın geçmişte bana bir roman yazmamı önerdi. Oysa ben bu alana bir hayli yabancıydım. Gençliğimde birkaç tane hariç, uzun yıllardır bir roman okumaya bile fırsat bulamamıştım. Şimdiye kadar hep çalışmalarımı bilimsel ve akademik olarak sürdürmüş, araştırma ve incelemelerimi analitik, eleştirel ve belgesel biçimde gerçekleştirerek yayınlamıştım. Dolayısıyla Ona, bu işin sadece bir yetenek ve yatkınlık meselesi olmadığını, aynı zamanda yazarın bu yönde doğal bir eğilim duyması gerektiği şeklinde yanıt verdim. Arkadaşım ikna olmadı ve bana;
 
- İşte seni özendiriyorum ve roman yazmak için engin bir hayal gücüne sahip olduğunu sana hatırlatıyorum. Bu yetmiyor mu, diye beni iyice sıkıştırmaya başladı.
 
Düşündüm, nihayet bir noktada anlaştık. Kendi yaşamımı bir roman üslubu içinde kaleme alacağımı söyledim. Çok mutlu oldu. Onu sevgiyle anıyorum. Çünkü bu kitabın temelinde Onun beni yüreklendirmede büyük katkısı oldu. Evet O beni tetikledi, hayatımı âdeta baştan sona kadar yeniden yaşamamı O sağladı.     

 

Yaşam... O zaten benim aşkım... Onu hep sevdim, bana sunduğu güzellikler dünyamı süsledi. Verdiği emanetleri korumaya çalıştım. Onları fırsat buldukça da doya doya izledim. Şimdi de sizinle paylaşmak istiyorum onları...
 
Kendi yaşadıklarımı anlattım. Senaryoyu kader yazmıştı, ben sadece oynadım. Önce oynadım sonra özetledim. Çünkü kaderin yazdığı gibi tıpatıp aktaramazdım. Ona bir isim de verdim: «Kendimi Oynadım». Umarım beğenirsiniz bu adı... Bu ezeli bir senaryo idi. Onu ilahi kaderin sahnesinde elli yedi yıldır kesintisiz biçimde oynadıktan sonra katıksız, yalansız bir dille –kısaltılmış olarak- kaleme aldım.

 

Yaşam... Ona aşkımı ilan ettiğimde henüz çocuktum. İnsan çocukken aşık olur mu? Ben oldum işte... Onu sadece sevmekle kalmadım; ona aynı zamanda çarpıldım. Cilveleri, işveleri beni hiç usandırmadı. Bazen beyaz gelinliğini giyip karşıma dikildi; bazen güllerle, çiçeklerle bezendi, başına papatyalardan örülmüş bir taç koyarak beni tahrik etti. Bazen somurttu, yüzünü astı; bazen de benimle şakalaştı, beni çimdikledi, hatta yüzümü bile tırmaladı. Fakat bana küsmedi.  Bense hiç küsmedim ona...

 

Elli yıl kadar önceydi. O da henüz benim gibi minik bir çocuktu. Güneşli bir bahar sabahı pembe yanakları, masum güzel gözleri ve gamzeleriyle şöyle karşımda durdu. Hiç bu kadar güzel bir kız çocuğu görmemiştim. Kumral saçlarını rüzgar karıştırmıştı, ama yine de çok güzeldi. Elinde mor menekşelerden küçük bir buket vardı. Bana uzattı. Minicik tombul ellerini avuçlarımın arasına aldım. Sonra gülücüklerle el salladı ve beni izle diye işaret etti. Ben de peşine takıldım.

 

Yaşamla işte böyle tanıştım. Sonra beni peşinde hep sürükledi; ona vuruldum; bazen de onu özledim... Hayat diye başka bir adı daha vardı onun... Doğrusunu sorarsanız beni onunla en iyi tanıştıran, sevgili annem oldu. Onun için yaşam benim aşkım, annemse benim şans kaynağım olarak gerçekten herkesin imrenebileceği çok güzel günler yaşattılar bana... Halâ aşkımla oynaşıyor, onunla şakalaşıyorum. Ama annemi çok özledim.

 

İşte bu sönmez, tükenmez aşk ve özlemdir ki beni, anılarımı yazmaya zorladı. Ben bu satırları çiziklerken çok büyük bir sorumluluğu yerine getirdiğime inanıyorum. Yazdıklarımla gelecek kuşakları günümüzün gerçeklerinden haberdar etmek, onları düşündürmek aynı zamanda onlara yaşamı sevdirmek istedim. Elli yıl öncesinden şimdiye kadar ne gibi olaylar yaşadığımı, neler görüp duyduğumu ileriki nesillere anlatmayı bir görev bildim. Bu görevi, sadece anılarımı yazmakla değil, daha birçok konuda kültürel ve ilmî çalışmalar yapmakla da  sürdürdüm. Anılarım arasında elbette ki onlardan da söz edeceğim. Ama her şeyden önce herkese yaşamı sevmeyi, onunla her zaman barışık olmayı ve asla ona küsmemeyi öneririm.

 

Ben işte öyle yaptım. Ona hiçbir zaman küsmedim. Çünkü onu belki de bebekken öyle bir sevmişim ki iliklerime kadar işleyen bu sevgiyi hiçbir güç yüreğimden koparıp çıkaramadı. Zaman zaman yaşadığım yapayalnızlık ve beş parasızlık bile... Onun için hayatı Kur’an’da, bülübülün sesinde, çağlayanların şarıltısında, mavi enginlerde, gökkuşağında, bebeklerin gülücüklerinde, mor dağların sisli ve esrarlı manzaralarında, ninnilerde, sevda şarkılarında bütün güzellikleriyle seyrettim. Onu bilgelerin sözlerinde, sazların tellerinde, yaylaların kristalleşmiş, bahara kalmış karlarında tattım; onu şiirlerde âdeta içtim.

 

 Hayat aslında bir şiirdir; tükenmeyen bir şiir... Onu eğer bir ıstırap ve çile, ya da bir tesadüfler zinciri gibi görmekten kurtulursanız, işte o zaman bu şiiri terennüm etme şansını elde edebilirsiniz. Onun mısraları arasında rengârenk dünyaları gezebilir, doyumuna varılmaz tatlı ve heyecanlı serüvenler yaşayabilirsiniz. Doğrusu, şiirleşmemiş bir hayat perişandır, tatsız ve anlamsızdır. İnsan, böyle bir hayatı ancak imansız, hortlak ya da vampir gibi yaşabilir. Edebiyattan, sanattan, müzikten ve zevkten uzak, duygusuz ve duyarsız insanların yaşamı işte böyledir. Onlar satanistlerden farksızdırlar. Onlara yaşamı da şiiri de anlatamazsınız.

 

Ben hayatı hiçbir zaman, bir -gece gündüz kovalamacası- ya da –sırf ekmek parasının peşinde bir koşturmaca- olarak görmedim; onu böyle algılamadım; böyle karanlık ve derin bir çukurun içine asla düşmedim. Tam tersine hayatı çok anlamlı, değerli, heyecan dolu, ölümden sonra da sürüp giden «uzun ince bir yol», düşündürücü, olgunlaştırıcı ve hikmetlerle dolu zevkli bir yolculuk olarak algıladım. Onun için de hayatı tam anlamıyla bir şiir gibi yaşadım. Öyle ki, neredeyse attığım her adımla âdeta Firdevsî’nin Şehnâmesi’nde, Şirâzî’nin Bostan’ında ve Hayyâm’ın rubâîleri arasında dolaştım, gezindim. Bunu fark edebilen birkaç gönül adamı da zaman zaman bana katıldılar. Ama bunların sayısı daima azdı. Onlarla birlikte vicdan ve duygu aleminin engin ufuklarına seyahatler düzenledik. Bunları size anlatamam. Kalemimin bunları yazmaya ne yetkisi var, ne de kudreti. Ancak şiirin hayata dönüştüğü küçük sahnelerden örneğin birini aktarabilirim.

 

Her türlü günahtan arınmış yer ve zaman kesitlerinde, birlikte sevginin arı ve tertemiz esintileriyle serinlenmeye çalıştığım sık sık arkadaşlarım oldu. Bunlar, vaktiyle yaşıtlarımdı; sonra onların yerini öğrencilerim doldurdu. Bu güzel insanlarla, -nâmahrem eli değmemiş-, hayatın en masum zevklerini paylaştık. Vahyin ve aklın divanında ilim konuştuk, dolu dolu söyleştik, düşündük, tartıştık ve coştuk. Hiçbir zaman irfan taslamadık. Bu sözcüğün içini diledikleri gibi dolduran mistik hokkabazlar gibi hikmet yumurtlamadık.

 

Bir ara yazı hayatımı dondurdum; ders vermeye yöneldim. Etrafıma kısa zamanda salkım saçak kümelenen kızlı erkekli pırıl pırıl gençlerin hepsi de çok zeki idiler. Yüksek öğrenim görmüş olan bu gençler, Arap dili ve edebiyatı konusundaki bilgilerini geliştirmek istiyorlardı. Aralarında sivrilen parlak zekâların farkına vardıkça çok seviniyordum. Onlarla diyalogum daha başka idi. Çünkü yaşamın sesini aynı frekanstan birlikte dinleyebiliyorduk. Bu gençlerden biri, bana bir gün «Behişt’e» başlığı altında bir şiirini getirdi. Okuyunca çok duygulandım. Mehmet Özturan adındaki bu genç, zeki, yetenekli ve duygulu öğrencimi kutladım. Yazdıklarını birlikte paylaşalım:

 

Behişt’e

 

Baharın ilki geldi

Kış kurusu  ağacın dalından

Ak çiçekler köpürdü.

Parmaklarını gererken çocukların

Göğün saçlarına musallat ettikleri uçurtmalar

Göğsünden vurulmuş bir askerdi hüzün

Acı çekmesin diye

Alnına bir çiçek koydum,onu ben öldürdüm

 

Islak otların kokusu

İçimde taze bir sevinç oldu

Dallar ve ben çiçekleniverdik birden

Hiçbir şey üzemeyecek beni bu gün

Belki ağlarım hafiften,

Bittiği zaman

Ağaçların sırtındaki düğün

 

İlkin bahar serdi yeşil sofrasını içimize

Ilık rüzgarlar katıldı

İçimde art arda patlayan sevince

Artık üzgünlük yakışmaz bize

Ey hüzün oğlu hüzün!

Burası baharın yeri

Toparlan gidiyorsun.  

           

Bir İlâhiyât öğrencisiydi bu genç şair arkadaşım. Ama Türkiye’yi saran mistik yobazlık bu delikanlının semtine hiç mi hiç uğrayamamıştı. O, berrak zihni ve tertemiz iç dünyasıyla derslerimde yaşadığı coşkunun etkisi altında işte böyle çiçek açmıştı. Ben şair değildim, ama dayanamadım, bu güzel  manzumeye yine aynı duygularla ve aynı frekansla bir yanıt vermek istedim. Onu da size sunayım; yorum sizin...

 

Rengîn

 

Vahyin müjdesidir,

Güneyden esen ılık meltemle gelen

Elbette ak çiçekler köpürecek baharından

O, pırılı pırıl yüreğinden şarıldayan

Coşarak akan şelâlenin

Sesiyle geldi,

Sessizlikleri deldi....

 

Bülbüller şakıyor artık baharımda

Mor leylaklar gülümsüyor

Neden mi?

Sen sorma bari, ne olursun!

Bak yüreğime çiseliyor

Sevinç göz yaşların

Çünkü biliyorsun.

 

Görmedim baharın böylesini

Mestim,

Ufuklardaki pembe şenlikte

Şarkımı söylerken

Daha dün yelken açtım

Leventlerimle estim

Nefes kestim.

 

Perilerime baksana!

Amber kokan parmaklarında

Rengârenk buketler

Taçlarında baharın

Ruh üfleyen soluğu...

Seni onlarla gördüm

Tatlı tatlı kıskandım

 

İrem bağlarında

Kutladınız beni

Sevgilerimin ak dalgalarında

Coşkularımda

Enginlerimde kanatlandınız. 

***

 

Genelde, anı kitaplarına önsöz yazılmaz. Yaşadıklarını, görüp duyduklarını yazmak isteyen insanlar, kaleme sarıldıkları gibi hemen içlerini dökmeye koyulurlar. Kimisi önce çocukluk yıllarından başlar, kimisi de önce yaşlandığı yıllardan söz eder. Kimisi yaşamını tam bir kronolojik sıraya göre yazar, kimi de nasıl rast gelirse öyle anlatır. Kimisi coşkularını, kimisi de hasret ve ıstıraplarını dile getirir. Hepsi de yazarlarına göre doğrudur. Çoğunda da kuşku yok ki ibretler ve dersler vardır. Çünkü kimisi günahlarını yazar, kimisi ise sırf iyi taraflarını...  Kimisi sırlarını faş eder, kurtlarını döker, kimisi de sadece hayallerini gerçek gibi yansıtır. Anı kitaplarının çoğu, siyasi iktidarların hazırlattığı ve körpe beyinleri kirletmek için milyonlarca çocuğa gence dayattığı sahte tarih kitaplarından, ideolojik propagandalarla dolu kağıt yığınlarından daha anlamlıdır. Evet anı kitaplarında da yalanlar, astronomik yorumlar ve hayal ürünü şeyler yok değildir, bununla birlikte ideloloijik amaçlarla hazırlanan resmi tarihlerdeki düzmecelerden daha yararlıdırlar. Çünkü yalan bile olsa anı kitaplarında anlatılanlar –yazarın ruh hali, çevresi, ülkesi ve toplumu hakkında- tahmin edilemeyecek kadar ipuçları verir. Dolayısıyla bunlar resmi ve ideolojik düzmece tarih kitaplarından, milyonlara «illalah!» dedirmiş «ilke ve inkilâplar» komedisinden, bunların eşliğinde verilen şişirilmiş biyografilerden daha gerçekçi ve daha düşündürücüdür. Hiç kuşku duymuyorum ki bu resmi ve ideolojik düzmece tarih kitapları yakın gelecekte çöpe atılacak, ama anı kitapları ilelebet zevkle okunacaktır!

 

Ben yazılabilecek şeyleri –çarpıtmadan- olduğu gibi yazdım. Hiç çekinmedim. Çünkü çekineceğim hiçbir şey yok. Çalmadım, çırpmadım, zulmetmedim, kimseye zarar vermedim; zarar verenlerle asla işbirliği etmedim; boş yere kimseyi incitmedim. İster inanın ister inanmayın, hayatımda borçlanmayı bile denemedim. Evet rahatsız ederim korkusuyla sıkıştığım günlerde bile hiç kimseden borç para almadım. Daima insanları sevdim, hayvanları sevdim, yeşili sevdim, doğayı sevdim. Sevgiyi anlattım, sevgilileri kutladım... Sözlüğüme nefret kelimesini almak istemedim. Bazen kendisi gelip oraya girmeye çalıştı; kovmak istedim. Ama hak eden olabilir diye onu yine de bir kenarda sakladım. Onsuz da olmazdı. Çünkü bazı şeyler vardır ki tuz, biber gibidirler. Onları yemezsiniz ama yediklerinize tat lezzet versin diye saklarısınız ve yeri gelince de kullanırsınız. İşte bu da öyle bir şey...   

 

Anılarımı Türkçe yazdım. Hem de çok akıcı ve güncel bir Türkçe ile... Ağdalı dil kullanmayı zaten yeğlemem. Çünkü insanlar okurken anlayamıyor, sıkıntı duyuyorlar. Okuyucunun canını sıkmaya hakkım yok ki... Herkesin beni anlamasını istedim. Açık söyleyeyim; gerektiğinde argo da kullandım. Bazen ağzımı açtım gözümü yumdum, Allah ne verdiyse söyledim. Ama pervasızca ve genelleme yaparak değil... Çünkü saygıyı ve sevgiyi özümsemiş, sindirmiş ve bayraklaştırmış biriyim. Aksini yapamam ve zaten beceremem de... Ama, hani bazen çöpümüzü dökmek zorunda kalırız ve gider onu gerektiği yere bırakırız ya, işte ben de öyle yaptım. Çünkü bu dünyada, insan kılığına bürünmüş bazı yaratıklar bulunur; onlar birer çöp bidonu gibidirler. onlara da bir şey ayırmak gerekir; bu yaratıklar zaten kendilerini bilirler. İşte ben onları da ihmal etmedim.
 
Eski kelimeleri de, yeni sözcükleri de kullandım. Bunu, hem laikçiyi, hem de tarikatçıyı sevindirmek için değil, tam tersine ikisini de çatlatmak için yaptım. Çünkü ikisi de sevgisiz, ikisi de sevimsiz, ikisi de bağnaz ve yobaz…. Asla sadist değilim, ama yobaz çatlatmaktan zevk alırım. Çünkü o, sevginin düşmanıdır.
 
Anılarımı başka dillerle de yazabilirdim. Özellikle -sözlü ve yazılı anlatımda- aynen Türkçe kadar akıcı kullandığım Arapça yazabilirdim. Çünkü ikisi de aile dilimdir. Türkçe yazdım ki en çok bu ülkenin insanı benim yaşamımdan, düşünce ve inanış tarzımdan dersler çıkarabilsin; anlattıklarımda yararlı ve doğru bir şey bulursa onu örnek alsın; (inanmam ama, masum olmadığım için) zararlı bir şey bulursa ondan da sakınsın... Evet Türkçe yazdım, çünkü Türkiye’nin çocuğuyum.

 

Bu ilgiyle gençlere bir öğütte bulunmak istiyorum; anılar bir ömür boyu zorla ve yavaş yavaş kazanılmış birikimlerin, acı ve çetin sınavların sonucu olarak ancak elde edilebilmiş bilgi ve deneyimlerin ürünleridirler. Dolayısıyla, -bana kalsa- nisbeten uzun ve dolu dolu yaşamış görgülü ve bilgili insanlar ancak anılarını yayınlamalıdırlar. Gençler ise ne kadar olgun ve birikimli olurlarsa olsunlar, anılarını notlar ve günlükler şeklinde biriktiriyor olsalar bile onları hemen kitaplaştırıp yayınlamakta hiç acele etmemelidirler. 

 
«Bireylerin anıları, toplumun bir tür belleğidir.» (Mîna Urgan böyle diyor). Sinesinden koptukları halkın düşüncelerini, inanışlarını, yaşam tarzlarını, kültürlerini zaaflarını, bunalımlarını ve başarılarını yansıtırlar. Gelecek kuşaklar için bunlar çok önemlidir.

 

Kimi yazarlar anılarını romantik üsluplarla, fantezilerle süslerler. Bunlar belki edebiyatçılara yarayabilir; duygusal insanları coşturabilir. Bazı kimseler de anılarını günce tutar gibi yazarlar veya tamamen günlük notlarını bir araya getirerek kaleme alırlar. Ben bu yollardan hiç birini seçmedim. Benim üslubum daha farklı. İlk öğrencilik günlerimden beri, (tasnif edilmiş bilgi sistemini) benimsediğim için, -ele aldığım konu ne olursa olsun- iki şeye çok önem veririm: birincisi verdiğim bilginin -eğer varsa- bir belge ve kaynağa dayanması, ikincisi de kategorisel olmasıdır. Bundan amacım okuyucunun, istediği bilgiye zaman kaybetmeden ulaşabilmesi ve ikna olmasıdır. Tabiatıyla bu değişik yöntemlerden her birinin değeri ayrıdır. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.

 

Anılarını kaleme alanlar, sadece kendi muhitlerinde yerleşik bulunan ve dar çevre içinde görüp yaşadıklarını yazanlardan ibaret değildir. Bilakis dünyanın başka yerlerindeki yaşam biçimlerini merak edenler de tarih boyunca bu amaçla uzun gezilere çıkıp izlenimlerini yazmışlardır. Bu kitaplar «seyahatname» adı altında literatürde yerini almış, her dönemde merakla okunmuşlardır. Örneğin İbni Fazlan, Nasır Hüsrev, İbn, Batuta, Evliya Çelebi, Edmond De Amicis, Hans Dernschwam, Ogier Ghuselin Busbeck, Stephan Gerlach, Salomon Schweigger, Melchior Besold, Hans Leunclavius gibi daha nice şahsiyetler yaptıkları geziler sırasında görüp duyduklarını ayrıntılarıyla yazmışlardır. İran’ın eski ünlü şair ve ediplerinden Sa’d-i Şirazî de Gülistan adlı nefis yapıtını âdeta bir anılar zinciri gibi sunmuştur. Bu şahsiyetlerden, -izlenimlerini tarafsız ve objektif aktaranların yanında- olayları abartanlar, yorum yapanlar ve karşılaştıkları insanları ve toplumları aşağılayanlar da vardır. Örneğin Kanunî döneminde, kaldığı İstanbul’da, görüp duyduklarını en ince ayrıntılarına kadar yazmaktan çekinmeyen ünlü Alman gezgini Hans Dernschwam, seyahatnamesinin bir yerinde aptesle ve aptes alanlarla ilgili izlenimlerini ilginç ifadelerle aktarıyor tuvaletini yapan müslümanların «kıçlarını parmaklarıyla temizlediklerini», bununsa çok iğrenç bir şey olduğunu kaydetmektedir. Keza Nasır Hüsrev, Harran’da konuk olduğu bir evde altmış yaşındaki bir Arap bedevisine, ısrarlı isteği üzerine Kur’an’ın sonundaki küçük surelerden birini, bütün bir gece boyu  öğretmeye çalıştığını, fakat adamın bunu bir türlü öğrenemediğini Sefername’sinde anlatmaktadır. Bence, şimdiye kadar yazılmış anılar arasında önem taşıyan yapıtlardan biri de Endülüslü İbn. Hazm’ın Tawqu’l-Hamâme (Güvercin Gardanlığı) adlı kitabıdır. Bazı anı kitapları da birikimli ve zevk sahibi okuyuculara pek önemli bir mesaj vermediği için kütüphane raflarında terk edilmişlerdir. Reşit Mümtaz Paşa’nın oğlu Ahmet Semih Mümtaz’ın «Tarihimizde Hayâl Olmuş Hakikatler» adlı kitabı gibi…

 

Cumhuriyet dönemine kadar, Türkler tarafından yazılmış bir anı kitabı bulunmamaktadır. Kürtler için de bu, aynen söz konusudur. Bin yıldır birlikte yaşayan bu iki topluluk, karşılıklı olarak birbirlerini etkilediklerinden, her iki kavim de kültürel ve bilimsel alandaki gerilikleri yüzünden  özgün düşünceler üreten ve özgün nitelikte eser bırakan entelektüel şahsiyetler yetiştirememişlerdir. Bu nedenle, Osmanlı mollalarının çoğu sadece şerhçi ve haşiyecidir. Bu gerçeği Cemil Meriç, şu sözlerle çok öz ve açık olarak dile getirmektedir:

 

«Osmanlı İmparatorluğunda büyük düşünür çıkmadı. Çünkü düşünceye ihtiyaç yoktu!» (Bk. Sosyoloji Notları, baskı 4. S. 220. İletişim yy. İst-1997)

 

Cumhuriyet döneminde önce Türk kökenli bazı «aydınlar», yaşadıklarını, görüp duyduklarını kitaplaştırdılar. Bu gelişme, Kürt kökenli bazı medreseli okumuşları son zamanlarda özendirmeye başladı. Aslında «Doğu»’lu ve «Güneydoğu»’lu medreseli Kürt okumuşların bizzat kendileri değil, son yıllarda, Cumhuriyet okullarında eğitim görmüş çocukları bu gelişme karşısında tetiklendiler. Çünkü Kürtlerin 1950’den sonraki kuşağı ancak «Modern» Türk okullarında öğrenim görme olanağına kavuşabildi. Bu yeni kuşaktan, şimdiye kadar sadece bir iki kişi, ya babasının, ya da hocalarından birinin hayatını kaleme alabilmiştir. Bu adamların yazdığı anı kitapları ise, son derece yavandır. Çünkü her şeyden önce dil akıcı değildir; anlatılanlar, ülkenin sosyal ve toplumsal gerçeklerini -tarihsel arka plânı ile birlikte- yansıtmamaktadır. Dolayısıyla eğitici değildirler. Tam tersine bu kitaplar, dar bir çevrenin silueti ve belli kişilerin çok basit anekdotlarıyla tıkıştırılmıştır. Bu anıların en ilginç yanı ise birkaç «Doğu»’lu mollanın, oldukça abartılarak onlara ün kazandırılması gayretleriyle sayfalarının âdeta şişirilmiş olmasıdır. Onun için, büyük ihtimalle birkaç yüz kişiden fazla okuyucu bulamayacak olan bu kitaplar, yakın gelecekte tozlu raflara mahkûm olabilirler. Bunların, özellikle sosyologların ilgisini hiç çekmeyeceği, şimdiden tahmin edilebilir.  

 

Anılarını yazanların, yöntemleri gibi amaçları da farklıdır. Kimisi, zevk ve hobiden öte bir amaç taşımayan maceralarını yazar; kimisi toplumdan gizlenmiş olan birtakım kişisel sırların bir zaman sonra ortaya çıkmasını ister. Bu gibi kimseler, büyük olasılıkla karanlık işlere karışmış, kendileri gibi şaibeli adamlarla kader birliği etmiş ve topluma büyük zararlar vermişlerdir. İşte bu yoldaki maceralarını kaleme alan insan, zaman gelir vicdan azabı duyabilir ve bir çeşit günah çıkarmak için yaşadıklarını yazar. Örneğin Doktor Rıza Nur bunlardan biridir. Bu kişi, anılarında kötülediği, karalayıp aşağıladığı insanlarla bir zamanlar bizzat çalışmış, onlarla kader birliği yapmıştır. Kötülediği kimselerin, topluma ne kadar zarar verdikleri ise zaten meydandadır. Onun için bu kişi anılarını yazmış olmakla acaba kendini ne kadar aklayabilmiştir? Bu soruyu yanıtlamak durumunda olanlar elbette ki onun anılarını okuyanlardır.

 

Bazı kimseler de unutulmamak için anılarını yazarlar ve bunu da açık seçik söylerler. Nitekim «Bir Dinazorun Anıları» adı altında yaşadıklarını kaleme alan Mîna Urgan bakınız ilk satırlarında neler diyor:

 

«Herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyorum. Köşedeki bakkal gördüklerini kaydederse, sokağındaki evlerin nasıl apartmanlaştığını, orada oturanların ne gibi değişimlere uğradığını, kendi bakkaliyesinin nasıl markete dönüştüğünü anlatsa bunlar bile ilginç olur bana kalırsa.»

 

«Ne var ki, görev bildiğim bu işe bir nebze bencillik de karıştığını yadsıyamam. Çünkü benim gibi, ruhun ölümsüzlüğüne öteki dünyaya filan inanmayan bir insan, karanlık bir boşlukta yok olmadan önce, çok küçük de olsa bir iz bırakmak da ister peşinde.»

 

Evet Mîna Urgan işte böyle diyor, anılarına aynen bu satırlarla başlıyor.

 

Benim amacım ise bunlardan hiç biri değil. Şükrediyorum ki yanlış insanlarla hiç işbirliği etmediğim ve hiç kimseye zarar vermediğim için ne pişman olmak, ne aklanmak, ne başkalarını aşağılamak ne de ünlenmek için yazdım. Hele unutulup yok olmak korkusu ile kalemi elime almak hiç aklıma gelmedi. Çünkü yok olmak diye bir şey yok. Bunun felsefesini burada yapmak istemem. Sadece aşkımla geçen günlerimden söz ediyorum. 

 

Ayrıca ben, metot bakımından da alışkanlığımı bozamadım. Çok dakik olmasa bile kronolojik bir sıraya uymayı kendime göre daha doğru buldum. Fakat yaşadığım, görüp duyduğum ve düşündüğüm her şeyi yazdığımı sanmayınız. İfade etmeliyim ki bunu hemen hiç kimse göze alamaz. En mazbut bir yaşam sürdürmüş olan insan bile zihninde ve vicdanın derinliklerinde gömülü birçok düşünceyi, istek ve hayali açıklamaz, açıklayamaz! Dolayısıyla da insanlar birçok sırlarını birlikte mezara götürürler. Bunun aksini yapanlar, mutlak surette başlarına büyük derler açarlar; bununla da kalmaz, içinde yaşadıkları toplumu dejenere ederler. Çünkü insanlar, hiçbir zaman açıklanmaması gereken çok özel ve çok mahrem düşünce ve yaşantılarının, -meşru olsa bile açıklandığında- büyük tepkilere neden olacağını tahmin etmeli, onun için de bu sırlarını asla kimseyle paylaşmamalıdırlar.

 

Örneğin bazı siyaset ve devlet adamları sözde anılarını yazarlar. Bunları okuyan insanlar da yazarın, bütün yaşadıklarını içtenlikle kâğıda döktüğünü sanırlar. Bu tür okuyucular çok saftır. Bilmezler ki siyaset adamı demek, zaten tepesine kadar türlü türlü harama, cinayete, yalana fitne ve fesada gömülmüş insan tipi demektir! Bunların arasında dürüst biri eğer yaşayabilmişse bu, mucize gibi bir istisnadır. Fakat bu sözler, asla bütün siyasetçilere şamil değildir; dolayısıyla onlara hakaret anlamında algılanmamalıdır. Nitekim peygamberler de siyaset yapmıştır. Orneğin; Hz. Musa, Hz. Süleyman ve Hz. Muhammed devlet başkanlığı gibi görevler üstlenmişlerdir. Hem sonra şuracıkta bu açıklamaları yaparken amacım ne siyasettir, ne de bu alanın adamlarıdır. Ben, kimsenin toplumu rahatsız edecek, ya da kötü örnek olabilecek şekilde kişisel sırlarını sayıp dökmemesi için bu örneği vermek istedim. Hepsi o kadar.

 

Bu sayfaları, büyük olasılıkla bugün, yarın ve yıllar sonra da birçok insan okuyacaktır. Bu ilgiyle önemli bir şey söyleyeceğim; Hayatta uzun yıllar birlikte olduğum birileri, «Acaba benim adım da bu sayfalarda geçiyor mu?» diye eğer merak edecek olursa bu kitabı baştan sona kadar okumadan önce -bana kalsa- Hak Edenlere Bir Çift Sözüm Var başlığı altındaki en son bölüme göz gezdirirse daha iyi olur.

 

Aşağıdaki sayfalarda hep dünleri, hep geçmişi yazdım. Eğer bugünlerin «dün» olduğunu görürsem onları da yazarım. Bugünlerle ilgili olarak anılarımın sonunda sadece hayat felsefemden ve dünya görüşümden biraz söz ettim.

 

Yazmak, erbap olan kimse için zor bir uğraş değil elbette. Önemli olan; yazarken havanda su dövmemek, ukalâlık etmemek; bilene öğretmeye kalkışmamak ve haddini bilmektir. Yazarken amaç, elbette ki eğiticilik olmalı, bilgilendirmeye ve bilinçlendirmeye önem vermelidir. Vaktiyle taşa, tuğlaya, deriye yazılmış nice küçük sözler vardır ki bugün onlara «altın harflerle» yazılmış gibi bakılmakta, okunup onlardan bin bir ders ve ibret çıkarılmaktadır. Çünkü –bu büyük anlamlı küçük sözler- insanlığın yolunu ışıklandırmış, her türlü övgüyü gerçekten hak etmişlerdir.

 

Günümüzün okullarında okutulan matematik, fizik ve kimya kitaplarını inceleyerek de gelecek kuşaklar, çağımız hakkında bazı bilgiler edinebileceklerdir. Ama «Atalarımız» diye bizi anarlarken hakkımızdaki en doğru bilgileri ancak anılarımızdan çıkarabilirler. Kalemlerimizle yazarak onlara bıraktığımız özgün mektuplarımızdan bizi daha iyi tanıyabilirler. Çünkü anılar, ataların –başka alemlerden- torunlarına yazdıkları mektuplardır. Biz nasıl yüzyıllar önce yaşamış olan atalarımızın bıraktığı anıları merakla okurken çeşitli duygular içinde yüzüyorsak, bizden sonrakilere de bunu yaşatmamız gerekir. Onları günümüzün gerçeklerinden haberdar etmek, sanırım önemli görevlerimizden biridir. Ben bu anılarımı yazarken işte böyle önemli bir görevi yerine getirdiğime inanıyorum.     

 

Hayatımda sahip olduğum en büyük şanstan başlayarak şimdi sizi artık anılarımla baş başa bırakıyorum. 

    

 

Hayattaki en büyük şansım

 

Bundan hiç kuşkusuz annemi ve babamı, özellikle annemi amaçlıyorum. Hayattaki en büyük şansım bu iki faziletli insanın sıcak ve şefkat dolu kucağında bü­yümüş olmaktır.

 

Çocukluğumun en güzel günlerini, genelde annemle birlikte yaşa­dım. Doyumlu, iradeli, neşeli, temiz, disiplinli ve ağırbaşlı olmayı O bana öğretti. Hem ruhsal, hem bedensel açıdan sağlıklı bir insan olarak yetişmemde en büyük emeği geçen insan annemdir.

 

İkinci Dünya savaşının alevleri söner sönmez dünyaya geldiğimi bana hep annem anlatırdı. İlk bilgilerimi de Ona borçluyum. " Bütün anneler me­lektir." derler, doğrudur. Ama benim annem gözümde daha başka bir melek­tir. O, şimdi artık aramızda değil. Fakat bulunduğu ahiret aleminden Onu sanki meleklerin rengârenk kanatları arasında görür gibiyim. Hâlâ Onun içten ses­lenişlerini, bana ruh veren güzel öğütlerini duyar gibiyim; Şimdi bile her üzüldüğümde Onun, gelip bilgeleri kıskandıracak güzel sözleriyle beni te­selli edeceğini, bana moral vereceğini; sa­bahları uyandığım zaman yü­zünde bahar çiçekleri gibi açan gülücüklerle gelip başımı okşayacağını bekliyorum.

 

15. Ağustos. 1999 Çarşamba günü İstanbul’da bu fânî hayata veda eden sevgili Annemi rahmetle anıyorum. O daima yüzüme gülen bahtımın kaynağı olarak yüreğimde, hafızamda ve ruhumda yaşayacaktır. Çünkü gerçek­ten iyiyi ve güzeli bana ilk tanıtan Odur; Saygıyı ve sevgiyi bana ilk öğreten yine Odur. Her ne kadar hizmetçilerin ve halayıkların ellerinde büyüdümse de onun ninnileriyle uyudum, onun tatlı gülümseyişleriyle mutlu oldum. On yaşına basıncaya kadar başımı hep O okşadı, beni okula hep O uğurladı. Eve her dönü­şümde de sevgi dolu bakışlarıyla hep O beni karşıladı. Yolculuğa her çıkışımda arkamdan bir testi su dökmeyi hiç ihmal etmedi. Yolculuk­tan dönüşle­rimde de beni hasretle kucaklayan hep O oldu. Başarılarımdan dolayı beni içtenlikle kutlayan, sıkıntılı ve zor anlarımda bana moral veren yine O oldu... Daha yirmi yaşlarında genç bir anne olarak beni dünyaya getiren bu asîl hatunun adı Fahriye Hanımefendi'dir. Bitlis Eşrafından Kadızâdeler ola­rak tanınan bir aileden Mustafa Efendi'nin kızıdır.

 

Soy, sop, köken ve ırk üzerine şimdiye kadar çok şey söylenmiştir. Bunlardan, insanlar arasında –hak ve özgürlükler bakımından- ayırım yapan, onları yukarıdakiler ve aşağıdakiler ya da eşraf ve avam diye ayıran ne varsa, hiç biri ilmin ve aklın karşısında elbette ki herhangi bir değer ifade etmez. Şu var ki, toplumun dinamizmini sağlayan; bilgi, görgü ve ahlâk konusunda insanlara öncülük yapmış olan ve bu nedenle de haklı olarak ünlenmiş bulunan aileler, genelde çocuklarına da bu mirası bırakırlar. Böyle bir mirasın sahibi olduğum için, bir tarihi bilgi olarak soyumdan biraz söz etmeyi uygun buluyorum ve önce anne tarafından konuya girmek istiyorum.

 

Annemin ataları, -ellerinde bulunan şecereye göre- 1258 tarihinde Bağdad'dan vaktiyle Van-Bitlis arasındaki alana göç etmiş bulunan Türkmen asillerinden Şeyh Musa adında bir zatın soyundan gelmektedirler.

 

Bu münasebetle ilginç bir gerçeği burada kaydetmekte yarar vardır. Bu gerçek, (Nurcular tarafından yüceltilerek Bediüzzaman unvanıyla anılan) Said Nursî’nin de bu soydan geliyor olmasıdır. Bilindiği üzere Said Nursî vektiyle Saîd-i Kürdî olarak ünlenmişti. Bu ise «Kürt Said» demektir. Hatta bu zat Osmanlı Devleti’nın yıkılış günlerinde «Kürt Teâlî Cemiyeti» adı altında bir derneğe bile üye olmuştur. Oysa Said Nursî’nin, yukarıda adı geçen Türkmen eşrafından Şeyh Musa’nın soyundan geldiği, bu ailenin çağımızdaki ileri gelenleri tarafından sık sık dile getirilmektedir!   

 

Bu ailenin, yakın geçmişte en şöhretli şahsiyeti olarak bilinen –Bitlis eşrâfından- Kadızâde Hacı Necmeddin Efendi, (ki bu zat Annemin büyük babasıdır); Abdullah Efendi’nin oğludur; Hüseyn adında bir kardeşi de bulunan Abdullah Efendi, Kadı Mustafa Efendi’nin oğludur; O da Molla Osman Efendi’nin; O da Molla Muhammed Efendi’nin; O da Müderris Molla Ahmed Efendi'nin oğludur. Devrinin ulemasından olan merhum Müderris Molla Ahmed Efendi ise yukarıda sözü edilen Şeyh Musa’nın oğludur.

 

Said Nursi’ye gelince bu zatın aile şeceresi içindeki yeri şöyledir: Said Nursî Mirza’nın oğludur, o da Aziz Kuzi’nin oğludur, o da Hüseyn’in oğludur, O da (yukarıda adı geçen ve aynı zamanda Hacı Necmeddin Efendi’nin büyük babası olan) Kadı Mustafa Efendi’nin oğludur. Böylece Said Nursi, Annemin büyük babası olan Hacı Necmeddin Efendi’nin amcasının torunlarındandır.

 

***

 

Annemin soyunu gösteren şecere, şematik olarak şöyledir:

 

Şeyh Musa (Ailenin Moğol istilâsından sonraki atası)

 

Molla Ahmed

 


Molla Muhammed

 

Molla Osman

 

Kadı Mustafa Efendi

 

 


Abdullah Efendi                                                                     Hüseyn Efendi

 

 


Hacı Necmeddin Efendi                                                          Aziz Kuzî

 

Mustafa Efendi                                                                           Mirza

 

 


Fahriye Hanım                                                                                   Said Nursî

 

-------------------------------

 

 

Abbâsî Devleti’nin, Moğol istilası sonucu ortadan kaldırılmasıyla birlikte meydana gelen kanlı dehşet ortamından, herhalde canını ilk kurtarabilmiş olanlar, dönemin imkân sahibi kalbur üstü aileleriydi. İşte bunlardan biri de Kerkük’lü Şeyh Musa Efendi’nin atalarıdır. Bunlar, başta Abbâsî Sarayından kaçarak kurtulan ve bir kısmı da bugün Türkiye’de (hâlâ merkezleri Siirt’in Tillo ilçesi) olmak üzere Van, Urfa ve İstanbul’da yaşayan Abbâsîler’dir. Yüz elli yıl kadar önce bu aile, Fakirullahzadeler olarak tanınırdı, Siirtli Araplar hâlâ onlara «Beyt Fakirullah» derler. Son zamanlarda da Sultan Memduhzadeler olarak anılırlardı. Keza Bu ailelerden biri de yine Abbâsîler gibi Haşimi Hanedanı’na mensup olan ve onlardan kısa bir süre sonra gelip aynı yöreye yerleşmiş bulunan atalarımdır.     

 

Annemin ecdadından Musa Efendi ailesinin, köken bakımından Türkmen olduğu sanılmaktadır. Bu çok büyük bir ihtimaldir. Çünkü, vaktiyle Irak’ta, Arapların çoğunlukta olduğu bir bölgede yaşamış, daha sonra kuzeye doğru Kürt bölgesine hicret ederek burada da asırlarca yerleşik kalmış olmasına rağmen bu aile hep Türkçe konuşmuştur. Bu savı güçlendiren kanıtlardan biri de, ailenin Horasan’dan Bağdat’a göç ettiğine ilişkin sık rivayetlerdir. Bir diğer kanıt ise Aile’nin konuştuğu şivenin Kerkük ve civarında konuşulan Türkçe ile hemen hemen aynı özelliği taşıyor olmasıdır. Bu şive, Erzurum Kars ve Ağrı’da yaygın olan Azeri şivesinden epeyce farklıdır.

 

Son zamanlarda aile çocukları arasında «Acaba Kürt müyüz, Türk müyüz?» şeklinde baş gösteren tereddütlerin en büyük kaynağı ise, aile içindeki bazı Kürt kökenli gelinlerin yüz yıla yakındır neden oldukları kültür değişimi faktörüdür! Örneğin bu gelinlerden biri de dedem (annemin babası) Merhum Mustafa Efendi’nin eşi (yani anne annem) Şemsi Hanım’dır. Bu hanım, Bitlis’e bağlı Çukur beldesi civarında vaktiyle muhit yapmış, geniş topraklara sahip olmuş Kürt kökenli Subaşı Beyleri’nden Hacı Nadir Ağa’nın kızıdır.

 

Çok sert ve otoriter olan bu ninemden, çocukluğumda diğer torunlar gibi ben de çekinirdim. Bütün köylülerimizin ve civar halkının «Hanımağa» diye hitap ettikleri ve karşısında bir kusur işlememek için dikkat sarf ettikleri bu ninemiz, Bitlis şivesiyle Türkçe’yi çok iyi konuşurdu; bununla birlikte, Türk kökenli Bitlisliler’den farklı olarak ana dili olan Kürtçe’yi de özgün aksanıyla akıcı bir şekilde konuşurdu. Tabiatıyla Mustafa Efendi ailesinin tüm fertleri de sırf bu büyük annenin etkisiyle Kürtçe’ye çok aşinâ olmuşlardı. Halbuki Hacı Necmeddin Efendi’nin diğer oğulları (Faik, Şemseddin, Fethullah, Ata ve Abdülhakim Efendilerin) aile bireyleri hemen hemen hiç Kürtçe bilmezlerdi. Nitekim çok iyi derecede Kürtçe bilmeme rağmen, anne tarafından akrabam olan bu ailenin çocukları ile hep Türkçe konuşurdum. Daha doğrusu Türkçe konuşmak zorunda kalırdım. Çünkü bu çocuklar, Kürtçe’yi biraz anlamakla birlikte onu bir yaşam dili olarak ne kullanıyor, ne kullanabiliyor, ne de kullanmak istiyorlardı! Ben ise onlardan sosyal statü bakımından farklıydım. Hem ırklarüstü sayılan Haşimî hanedanı’na mensuptum (ki bu sıfatla ailemiz sırf Arap olarak tanımlanmak istemezdi); hem de ailemiz çeşitli etnik kitlelerden oluşan geniş muhitine ve kalabalık müritlerine karşı tarafsız olmak zorunda idi. Bu nedenle ben aynı zamanda (gerektiğinde) hem Kürtçe, hem Arapça hem de Türkçe konuşarak aile muhiti içinde yetiştim. Psikolojik olarak da bu ırklara mensup insanlarla mesafem hep aynı oldu. Ümmet bilinci ile yetiştirildiğim için insanları renklerine, dillerine, kültürlerine ve sosyal mevkilerine göre ayırmak, çocukken bile aklımın ucundan geçmezdi. Ama bu ayırım, çok marjinal olmamakla birlikte çeşitli çevrelerde vardı. Hele bazı sivrilmiş kişilerde bu eğilim hem bilinçsizce, hem de çok yanlış doğrultularda göze çarpardı.      

 

İlginçtir ki Cumhuriyet döneminin ilk aydınlarından (annemin halası oğlu) gazeteci şair ve yazar Kemal Fevzi Efendi, Türk asıllı bir aileden gelmesine rağmen Kürt milliyetçisi olarak ideolojik faaliyetlerde bulunmuştur. İstiklâl mahkemesinde yargılanarak idama mahkûm edilmiştir. 27 Mayıs 1925 Çarşamba günü Diyarbakır’da asılarak cezası infaz edilen bu zat, Bitlis’te saygın bir kişi olan ve hemen herkesçe Türk kökenli olarak tanınan Reşid Efendi’nin oğludur. Annesi ise, annemin halası Hüsniye Hanımefendi’dir.

 

Ben 1945 yılında dünyaya geldiğim için ne İstiklâl mahkemelerinin estirdiği terör günlerini, ne Şeyh Said İsyanı’nın, ne de halk tarafından «Seferberlik» diye dehşet içinde anlatılan Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerini yaşadım. Doğduğum günlerde ateşi henüz tamamen sönmemiş olan İkinci Dünya Savaşı’nın bile herhangi bir izine çocukluğumda rastlamadım. Dolayısıyla Kemal Fevzi Efendi’nin maceraları da dahil olmak üzere yakın geçmişin önemli olaylarını bana aktaran annemdir. Fakat Kemal Fevzi Efendi’nin iki biraderini gördüm. Ben ortaokul öğrencisiyken annemle birlikte evlerine giderdik. Bu iki kardeşten büyüğü, Kadri Efendi vilayette memurdu. Küçüğü Ziya Bey ise tıp doktoru idi. Fakat aklî dengesini kaybetmiş, perişan olmuştu. Evlerini ziyaret ettiğimiz her defasında Ziya Bey’i hep salonun bir köşesinde başı öne eğik, büzülmüş iki büklüm durumda görür, anneme fark ettirmeden kendisini uzun uzun merakla seyrederdim. Arada bir bazı tuhaf mimikler içinde yüzü değişirdi. Fakat hiç kimseye zarar vermezdi. Genelde hareketsizdi. Bu durumuna rağmen bazı kimseler ona şikâyetlerini anlatır, ne tavsiye edeceğini sorarlardı. Doktor Ziya, hayret edilecek bir dikkat ve temkin içinde önce uzun uzun düşünür kimseye herhangi bir ilâç tavsiye etmezdi. Ancak çok ısrar edilince kopuk kopuk konuşmaya çalışır, onlara bir hastaneye başvurmalarını önerirdi. Bitlis’te vaktiyle «Hizanlar», soyadı kanunundan sonra da «Hızallar» olarak tanınan bu aileden Hacı Aziz Efendi de saygın bir kişi idi. Yukarıda adları geçen üç kardeş, bu Hacı Aziz Efendi’nin amca çocukları idiler. 

 

Tabiatıyla annem kendi özgeçmişini ve ailesini de bütün ayrıntılarıyla ve çok güzel bir dille bana anlatırdı. Onun mensubu bulunduğu aile de Abbâsî toplumunun elit tabakasını oluşturan diğer eşraf gibi 1258’deki büyük göçte Irak’ın orta bölgesinden büyük bir hızla kuzeye doğru kaçmış, Hakkari ve Van’ı geçerek önceleri Artos Dağı eteklerindeki meskûn yöreye yerleşmişlerdir. Daha sonraki yüzyıllarda çoğalarak bölünmüş ve bölgeye dağılmışlardır. Bu aile ile birlikte Arap kökenli birçok hanedan ve prensler de aynı bölgeye gelip buraları imar etmişlerdir. Bunlardan özellikle, Hz. Hasan’ın soyundan gelen, Nehri Şeyhleri ile (çok önceleri Kadirîler olarak tanınan) atalarım; Hz. Hüseyn’in soyundan gelen Arvasiler; Hz. Ebubekr’in soyundan gelen Por Şeyhleri, (Sıddıyqıyler) ve Hz. Ömer’in soyundan gelen Warkanis ve Okhin Şeyhleri (Ömeriler), keza, -Suriye ve bugünkü Türkiyenin doğu ve güneyduğusunun fatihi Halid bir Velid’in torunları olan- Siirt, Tillo ve kısmen Huwayl köyünde yerleşip kürtleşmiş (Halidîler), bu ailelerin en ünlüleridir. Tillo’daki Abbasîler, Halidîler ve atalarım hariç, Adları geçen bu ailelerin hepsi de iki göç yolundan doğu güzergâhını izleyenlerdir. Yukarıda sözü edilen yörede, annemin atalarının dağıldığı beldelerin günümüzdeki adları Reşadiye, Eyrun, Müküs, Kavnas ve Heşat’tır. Batı güzergâhı üzerinden «Güneydoğu»’ya gelip yerleşenler ise başta Abbâsî saray erkânı olmak üzere, (önceleri Kadirîler olarak ünlenen) atalarım (Fersaf Şeyhleri) ve aynı sülâleye mensup Teylân Şeyhleri’dir. Bunların hepsi de Abbâsî Devleti’nin 1258’de Moğollar tarafından yıkılması üzerine muhtelif tarihlerde göçüp buralara gelmişlerdir.           

 

Asırlardır Bitlis'in Kökalan, (bir diğer adıyla) Taş Mahallesi'nde oturan, annemin içinden geldiği aile, Birinci Dünya Savaşı sırasında Konya'ya muhacir olarak gitmişlerdi. 1918 de yeniden eski yerlerine dönüş yaparak Bitlis'in kuzeydoğusuna düşen geniş topraklarını işletmeye başladılar. Kısa zamanda ailenin elin­den çıkan bu toprakların üzerinde ku­rulu onbir köyün adları şöyledir : Oskağak, Korhak, Serişivi, Serigoli, Kanireş, Morh, Mişakşin, Oğurmak, Mozek, Başhan ve Koruhan.

 

Şimdilerde -genel olarak Kökalan soyadını taşıyan ve aynı zamanda «Hacı Necmeddinoğulları» ola­rak da tanınan aile, Cumhuriyet döneminde büyük tartışmalara konu olan toprak ağaların­dan vaktiyle biri idi. Doğu'da toprak ağaları, aşiretlerin baskısına karşı ta­rikat şeyhlerinin desteğini kazanmaya çalışırlardı. Buna mecbur idiler. Sosyal statülerini koruyabilmek için başvurdukları yollardan biri de bu idi. Onun için ağalarla şeyh aileleri arasında akrabalıklar kurulurdu. Bu nedenle genel­likle (annem gibi) ağa kızları şeyh evlerine gelin giderlerdi. Bunun tersi çok nadir olurdu. Buna, Annemin kuzeni Fahrettin Hekimoğlu’nun Kufra Şeyhleri’ne damat olmasını örnek  gösterebilirim. Evet büyük ihti­malle annem de, (şeyhlik payesine sahip ve aynı zamanda Haşimî Hanedânı'nın bir kolu olan) evimize biraz da bu amaçla gelin gelmiştir. Keza dayım Abdülvahid Efendi, yaptığı iki evliliğin her ikisinde de şeyh aileleriyle akraba olmuştur. İlk evliliğinde Muş’un Til Şeyhleri’nden Şeyh Abdurrezzak Efendi’nin kızı Huriye hanım’la hayatını birleştirmiş, onun vefatı üzerine de Bitlislis’in Mazoran Şeyhleri’nden Şeyh Abdullah Efendi’nin kızı Sabiha Hanım’la evlenmiştir. Dayımın (biraz önce adı geçen) ilk kayın pederi Şeyh Abdurrezzak Efendi’nin, (kardeşi Şeyh Abdullah Efendi, oğlu Veysi Efendi ile birlikte) o dönemin devlet terörüne kurban gittiğini bu ilgiyle hatırlatmak gerekir. Annemi çok etkileyen olaylardan biri de bu terörün kurbanlarından Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, kardeşi Teğmen Ali Rıza Bey ve damadı Faik Beyi’in 14 Nisan 1925 tarihinde kurşuna dizilerek idam edilmeleridir. Bu olay ve bu kişiler, Annemi yakından ilgilendiriyordu. Çünkü bunlar hem annem tarafının aile dostları idiler, hem de bu olaydan sonra Faik Bey’den dul kalan Yusuf Ziya Bey’in kızı Edibe Hanım, annemin amcasıoğlu Rauf Bey’le evlenmişti. Ben küçükken annemle birlikte Rauf Bey’lere sık sık misafirliğe giderdik. Bu çok kibar, nazik ve görgülü hanımefendi bizi ilgiyle karşılar, beni çok severdi. Onun için hem Edibe Hanım’ı hem de Annesi Hafize Hanımefendi’yi pek iyi hatırlıyorum. Onları rahmetle anıyorum. Rauf Bey’in ailesi, vefatından sonra Bitlis’ten Eskişehir’e taşındı. Onun büyük oğlu Mesut Bey, aynı zamanda benim ilk okul hocamdır.

 

Dünyanın her yerinde dönem dönem insanları çok meşgul eden olaylar cereyan eder. Bu yüzden topluluklar genelde etkisini yaşadıkları ve şokundan henüz kurtulamadıkları yakın geçmişin olaylarını çok konuşurlar. Bizim bölgemizde en çok konuşulan hadiseler, benim dünyaya gelişimden otuz yıl önce patlak veren Birinci dünya savaşının etkileri, Ermeni meselesi, Ünlü politikacı Kamran İnan’ın büyük babası Seyyid Ali ve kardeşleri Şeyh Şihabüddîn ve Muhammed Şirin’in 1913’te Bitliste idam edilmeleri ile İstiklâl Mahkemelerinin terörü idi. Çevremdeki insanlar bu olaylardan nasıl kurtulabildiklerini, savaşta ve tutsakken geçen günlerinde ne çileler çektiklerini, çeşitli tehlikeleri kıl payı sıyırarak nasıl hayatta kalabildiklerini sık sık anlatırlardı. O dönemde ne radyo ne de televizyon vardı. Hatta gazete bile bizim oralara ulaşmazdı. Çünkü okuma yazma bilen hemen hemen yoktu. Bölgemiz yalnız dış dünyaya değil, aynı zamanda Türkiye’nin merkezine ve özellikle az çok kalkınabilmiş olan batı bölgelerine de kapalıydı. Dolayısıyla 1955’lere kadar bölgemiz halkının düşünce ve psikolojisini yönlendiren, anılarına temel konu oluşturan şey işte bu üç olaydı.

    

Türkiye'de, Muş Vilayeti'nin Til Bucağı'na bağlı Hars köyü' nde doğ­duğumu yine annem bana anlatmıştır. Bu iki köyün, şimdilerde adlarının resmi kayıtlarda değiştiğini (daha doğrusu değiştirildiğini) sanıyorum. Çünkü bunların ve daha birçok köyün adı genellikle Ermenice’dir. Bilindiği üzere vaktiyle Ashâb döneminde fethedilen bu bölgede bir Er­meni devleti vardı. Bu devletin, (Türklerden önceki fatihler zamanında) İslâm topraklarına katılmasından sonra, Birinci Dünya Savaşı'na kadar yerli halk, tarih boyunca burada kurulan İslâm devletlerinin  vatandaşları olarak yaşadılar. Dolayısıyladır ki tarihî kaynaklarda bu bölge­nin adı Ermeniye (Armenia) olarak geçer. Bu isim­ler 1960'lardan sonra dev­let tarafından değiştirildi; Bunlara birer Türkçe isim yakıştırıldı. Arnis, Ardong, Vartinis, Akhpnisi, Uştam, Zirket, Nok, Derkhas ve daha nice benzer adlar taşıyan bu köylere 1918'den sonra Müslümansı-Sünnî kürtler gelip yerleşmişlerdir. Bu isimlerin hangi amaçla değiştirildiği pek ilgimi çekmemiştir. Ancak bunun bir şeye ya­rayacağını da sanmıyorum. Çünkü yerli –Kürt kökenli- halk, bu köyleri aynen eski adlarıyla anmakta­dır. Tıpkı Doğukaradeniz sahilinde oturan Türkleştirilmiş Rum kö­kenli yerlilerin oturduk­ları köyleri eski adlarıyla anmaları gibi... Şurası bir gerçektir ki ta­rihin damgasını spekülatif amaçlarla değiştirmek her zaman mümkün değil­dir. Nitekim İstanbul'daki Ayasofya Kilisesi bile fetihten gü­nümüze dek geçen asırlar boyu Ayasofya Camii adını taşımıştır. Keza Osmanlı Devleti’nin son hükümdarlarından Sultan II. Abdülhamit ve kardeşi Sultan 5. Muhammed Reşad bile dönemlerinde bastırdıkları Osmanlı altın liralarının üzerine Arapça «Duribet fi’l-Kostantıniyya» yani «Konstantiniye’de basılmıştır» ibaresini koydurtmuş İstanbul adını kullanmamışlardır. Bu altın liralar halen Kuyumcularda bol bol satılmakta ve bu gerçeği belgelemektedir. Çünkü ne üzerine sünger çekilen eski adlar artık tarihin akışını değiştirebilecektir, ne de yakıştırılan yeni adlar, buraları yüzyıllar önce fetheden «Mü’minler»’le -hiç de onların izinde olmayan- bugünkü kuşaklar arasında bir bağ oluşturabilecektir! 

 

Buraların bir çocuğu olarak, gerek «Doğu», gerekse «Güneydoğu Anadolu» Bölgelerini hem tarihî, hem coğrafî, hem de sosyolojik bakımdan en iyi bilenlerden olduğumu söyleyebilirim. Onun için bölge hakkında anlatacaklarım, tamamen gözlemlerime ve bölge halkından duyduklarıma dayanan özgün ve gerçek bilgilerdir. Ancak yanlış anlaşılmamalıdır; ben bölgemizin ne tarihini, ne de coğrafyasını burada anlatmak durumundayım. Son yıllarda ortaya çıkarak bol keseden yazıp çizen nevzuhur araştırmacı müsveddelerine ait hiçbir kitaptan da herhangi bir şey nakletmedim. Buna ne ihtiyaç duydum, ne de tenezzül ettim; sadece yaşadıklarımı ve anılarımı aktarmaya çalışıyorum. 

 

Evet «Doğu Anadolu»’da doğdum, çocukluğum ve gençliğimin ilk yılları burada geçti. Doğum tarihim babam tarafından El-Behce'tüs-Seniyye adlı Arapça bir ta­savvuf kitabının kapağı içine (Arapça) yazılmıştır. Bu tarih, Miladi 1945 yılına tesadüf etmektedir.

***

 

Tamamlayıcı bilgi olarak baba tarafından da geçmişlerimden biraz söz etmeliyim. Küçükken, soyumu hep merak ederdim Bunun elbette ki nedenleri vardı. Bunların başında Seyyid (Daha doğ­rusu şerif) olduğumuz meselesi gelmektedir. Bilindiği üzere Hz. Hasan'ın soyun­dan gelenlere şerif, Hz. Hüzeyn'in soyundan gelenlere ise seyyid denir. Aslında, soyundan geldiğim büyük aile M. 1258 yılından beri Siirt'lidir. Fakat büyük ailenin birimleri Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra doğu yönünde dağılmış, akrabalarımızdan bazıları Bitlis'te, Muş'da ve Ağrı'ta yerleşmişlerdi.

 

Zaman zaman soyumuz hakkında bazı şeyler anlatılırdı. Ben çocuk­ken hep kulak misafiri olurdum. Henüz küçük olmama rağmen gördü­ğüm ve yaşadığım birçok gerçekler benim ilgimi çekiyor, haklı olarak zihnimde bazı soru işaretleri beliriyordu. Örneğin yaşadığımız bölge hal­kının tamamı Kürtçe konuşurdu; Sık sık uğradığımız Muş ve Bitlis Vilayet merkezinde ise Türkçe’nin daha yoğun konuşulduğunu görür­düm. Özellikle memurların çoğu Kürtçe bilmezlerdi. Hal böyle iken aile­mizin çatısı altında Arapça konuşulurdu. Yani aile halkı, kendi araların­daki diyalogda yalnızca Arapça’yı kullanırdı. Kürtçe’yi ve Türkçe’yi ise ancak çevre halkı ile olan iletişimde kul­lanırdık. Küçükken ben bu muammayı çözemiyordum, ama bu konudaki merakım da pek kesintiye uğramazdı. Ortaokul öğrencisiyken bu mesele ile ilgili kanaatlerimde bazı değişiklik­ler oldu. O zamanlar şovenist eğilimler halk arasında pek yaygın değildi. Bu nedenledir ki ben, o günkü çocukluk aklıyla, yönetenlerin Türkçe, yö­netilenlerin ise Kürtçe konuşması gerektiğini sanıyordum. Kürtlerle Türk­ler arasında o zamanlar (yani 1950'li yıllarda) si­yasi hiç bir anlaşmazlık yoktu. Hatta Kürtlerin daha çok «Osmanlıcı» olduk­larını hatırlıyorum. Bu gerçeği kalıcı bir şekilde zihnime kazıyan  bir çok olaya da şahit ol­dum.

 

Babam, saygın bir şahsiyet olarak geniş bir muhite sahipti. Bu ününü, bil­gisinden ve kişiliğinden çok aile adına borçluydu. Genellikle Ona yö­neltilen sorular arasında soyumuzla ilgili şeyler de geçerdi. Babamın et­raflı bilgilere sahip bulunduğu konulardan biri de özellikle İslâm Tarihi idi. Tanınmış ata­larımın İslâm Tarihi içinde isimleri geçmektedir. Az çok ünlenmiş olan bu zevatın soyundan gelmiş olmak elbette ki bizi onlar hakkında merak­landırırdı. Nitekim bu ilgiyle daha sonraları aile halkı­mızın neden Arapça konuştuğunu anladım. Bu arada zaman zaman soy şeceremiz gündeme ge­lirdi. Bu konuda aklımda kalmış bilgileri şöyle özetleyebilirim :

 

1816-1892 yılları arasında yaşamış olan babamın dedesi (Ya da başka bir deyimle dedemin babası) Şeyh Muhammedu’l-Hazîn, (Bk. Evliyalar Ans. S. 8/439) ailemizin son dönem ünlülerindendir. Soy şeceremizin, Bağdad va­lisi ta­rafından onaylı son nüshasının, vaktiyle yukarıda adı geçen ceddimiz Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in babası Molla Musa'da bulunduğu, bize hem aile bü­yüklerimiz, hem de doğu eşrafı tarafından her münasebette nakledi­lirdi. Bu şecerenin şöyle bir hikayesi var :

 

İkinci Sultan Mahmud ve kısmen Sultan Abdülmecid devrinde ya­şamış olan atamız Merhum Molla Musa Efendi,  bir ara, (Şimdiki Siirt'in ilçelerin­den) Tillo’nun, (yeni adıyla Aydınlar'ın) bir mahallesi olan Fersaf Köyü'nde yerleşik bulunurken, (Şu anda coğrafi yerini bilemedi­ğim) Armedina köyü­'ne göç etmeye karar verir. Bu sırada bütün kitapla­rını, yakındaki Halenze Köyünde bulunan Molla İsmail Efendi adında bir arkadaşına emanet eder. Soy şeceremiz de bu kitap­lardan birinin sayfaları arasında saklıdır. Ne var ki bir gün çıkan bir yangın sırasında, evdeki eşyalarla birlikte bu ema­net kitaplar ve içinde bulunan soy şeceremiz de yanar kül olur. Aile bü­yüklerimiz, bu şecerenin, nedense yeni bir nüshasını elde etmek için pek gayret göstermezler. Bunun sebebini de şöyle açıklamak mümkündür :

 

Yine anlatıldığına göre zahid meşrepli olan ve dünyanın mal ve şöh­re­tine pek önem vermediği söylenen ceddemiz Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'e, samimi müridleri tarafından, şecerenin yeniden düzenlenmesi yolunda arz edilen isteklere Onun çok mütevazı cevaplar verdiği ve me­âlen şunları ifade ettiği nakledilmektedir:

 

«Soy önemli değildir. Esasen kişinin niyet ve ameli önemlidir. Dolayısıyla bir kimsenin niyet ve ameli hayırlı değilse onun Ehl-i Beyt'den olmasının, kendisine hiç bir faydası dokunmaz. Sadece İslâm Hukuku açısından statü meselelerine konu olmasının getirdiği bazı so­rumlulukları saptayabilmek için soyu bilmek önemlidir. Eğer Ehl-i beyt'­den olmak bizim için bir şeref ise, esasen bütün müminler Rasulullah (sav)'ın ev halkı sayılırlar ki biz de onlardan biriyiz. Bu nedenle şecereyi yeniden çıkarmak bizce pek gerekli değildir.»

 

İşte Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in bu mütevazı ve aynı zamanda ger­çekçi tutumu, şeceremizin o günden sonra ihmal edilmesine neden ol­muş ve XIX'uncu yüzyılın ortalarından, XX'inci yüzyılın başlarına kadar üstü kül­lenmiş bir konu olarak kalmıştır.

 

Şöhret ve Muhit büyütme rekabeti içinde bulunan Doğu'nun ünlü şeyh aileleri öteden beri unvan konusunda yarışır ve özellikle seyyid ol­mayı da bir ayrıcalık sayarlar. İfade etmek gerekir ki seyyid olduğumuzu kanıtlayan soy şeceremizin nüshalarını, diğer şeyh aileleri gibi müritle­rimize dağıtma geleneğine uymadığımız, hatta bu geleneğe karşı çıktığı­mız için Doğu şeyhlerinden bazıları, bizim seyyid olmadığımız yolunda iftiralara bile başvururlardı. Bu nedenle bir şecere ortaya koyamamanın ezikliğini hisse­den bazı aile büyüklerimizin neden sonra yeniden hare­kete geçtikleri sanılmaktadır. Bu amaçla İstanbul’da İbnülemin Mahmud Kemal Bey ve Şeyh Ebül Hüdâ Efendi gibi ileri gelen şahsiyetlerle temas kurularak onların yardımları sonucu, bazı bilgiler elde edilmek suretiyle yeniden bir şecere hazırlandığını biliyoruz. Bu şecerenin Şirvan Mutasarrıfı tarafından düzen­lenen metni şöyledir :

 

«Devlet-i Aliyye-i Osmaniye.

 

Hânedân-ı Ehl-i beyt'den, feyiz ve irşad ile müşteher ve ulûm-i muh­teli­fede kesb-i ihtisâs ve şöhret-i vâsi'a ile benâm efâzıl-ı ulemâ ve şüre­fâdan Semâhatlû, Hazinzâde Şeyh Abdullah Efendi Hazretleri'nin men­subu oldukları Sülâle-i Tâhire-i Nebeviyye'den ecdâd-ı âlişânlarının esma-i fâzılânelerini hâvî arabiy'yül-İbâre ve Bağdad Vilâyet-i celîlesi de­vâvîninden müstensah şecere-i pâk-i neseblerinin, Halenze Karyesinde sabıkan vaki harîk esnasında telef olduğu, muşârun ileyh tarafından ifade olmağla vaki' tale­bine binaen dersaâdet'de Kuyûdat-ı mahsûsa'dan istih­râcı müyesser ve ol babda muharrer ve resîde-i Cayi tâzîm ve rehin-i İttılâ-ı âciz-i olan Fermennâme-i Sâmi-yi Cenâb-ı Vekâletpenâhîlerinde derke­nâr esma-yi sali­füzzikr, tıbkı fermûde-i Asaff-i Ekremîleri vechile zirde tahrir ve ita kılındı:

 

Eş-Şeyh Abdullah, bin eş-Şeyh Muhammedu’l-Hazîn, bin Molla Musa, bin el-Hac Hızır, bin Abdillah (nâm-ı diger, Hacı Abdiş), bin Abdirrahman, bin Ubeyd el-Mektûm, bin el-Huseyn, bin Abdil'ilâh, bin Ubeyd, bin Abdirrahman, bin Abdilqadir, bin Abdillah, bin Abdissamed, bin Ubeyd el-Qadirî, bin Abdilhâlık bin Ahmed, bin eş-Şeyh Şeref'il-Qattâl, bin Abdillah, bin Suleyman, bin Abdilvahhâb, bin eş-Şeyh Abdilqâdir el-Ceylî, bin, Musa, bin Abdillah, bin Yahya ez-Zâhid, bin Muhammed, bin Dâvûd, bin Musa, bin Abdillah, bin Musa el-Cûn, bin Abdillah el-Mahz, bin El-Hasan el-Musennâ, bin El-Hasan es-Sıbt, bin Ali, bin Ebi Talib. Radiyallahu anhum.»

 

 

Bu isimler bir sıraya konacak olursa Hz. Ali'den aşağıya doğru şöyle bir liste ortaya çıkar :

 

1. Ali b. Ebitâlib (ra)     

2. Hasan es-Sıbt (Hz. Hasan) b. Ali’yil-Murtaza                                                    

3. Hasan el-Musenna b. Hasan es-Sıbt                                                                

4. Abdullah el-Mahz b. El-Hasan el-Musennâ                                                                  

5. Musa el-Cûn b. Abdillâh                                                                            

6. Abdullah b. Musa                                                                   

7. Musa b. Abdillah                                                                                                                       

8. Davud b. Musa

9. Muhammed b. Davud                                                                        

10. Yahya'z-Zâhid b. Muhammed                                                                        

11-Abdullah b. Yahya ez-Zâhid                                                                  

12. Musa b. Abdillah                                                                     

13. Abdulqadir el-Geylânî b. Musa                                                          

14. Abdulvahhab bin Abdilqadir                                                                          

15. Suleyman bin Abdilvahhab                                                                                  

16. Abdullah b. Suleyman

17. Şeref b. Abdillah.

18. Ahmed b. Şeref el Qattâl

19. Abdulkhaliq b. Ahmed

20. Ubeyd el-Qadirî b. Abdilkhaliq

21. Abdussamed b. El-Ubeyd

22. Abdullah b. Abdissamed

23. Abdulqadir b. Abdillah

24. Abdurrahman b. Abdilqadir

25. Ubeyd b. Abdirrahman

26. Abdul'ilah b. Ubeyd

27. Huseyn b. Abdil'ilhah

28. Ubeyd el-Mektûm b. El-Huseyn

29. Abdurrahman b. Ubeyd el-Mektûm

30. Abdullah  (Hacı Abdiş) b. Abdirrahman

31. El-Hâc Hızır b. Abdillah

32. Molla musa b. Hızır

33. Muhammed'ul Hazîn b. Musa

34. Abdullah b. Muhammed.

 

 Bu listenin sonunda 34'üncü sırada yer alan Şeyh Abdullah Efendi, Babam Şeyh Selahaddin Efendi'nin babasıdır. Yani benim büyük babam­dır. Bu şecereye göre ben Hz. Ali (ra)'nin 35'inci, Hz. Hasan (ra)'ın 34'üncü, Ünlü zahid Abdülkadir Geylânî'nin 23'üncü ve Osmanlı son döneminin tanınmış Nakşibendî şeyhlerinden Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in 3'üncü göbek torun­la­rından olurum.

 

 Ailemizin Saygınlık Kaynağı Ceddimiz Şeyh Muhammed'ül-Hazîn

 

FERSAFLI ŞEYH MUHAMMED (ya da Kendi çevresinde ünlendiği adıyla): Şeyh Muhammed'ül Hazin el - Fersâfîy'yül - Hasanîy-yül – Haşimî, Kimdir?

           

Kısaca Şeyh'ül Hazîn olarak da tanınan Fersaf'lı Şeyh Muhammed atamız, Hz. Hasan'ın soyundan gelir. Yani şeriftir. Daha önce kısaca işaret edildiği üzere Milâdî 1258 de Bağdad'ın Moğollar tarafından istila edil­mesi üzerine ataları göç ederek gelip Amid (Diyarbakır) civarında, (günümüzde Silvan olarak bilinen) Meyyafarıkîn kentine yerleşmiş, bir süre sonra oradan da ayrı­larak Siirt'in 8 km. kadar gü­neydoğusuna düşen ve Tillo diye bilinen bir kasabanın Fersaf Köyü‘nde yaşamaya başlamışlardır.

 

Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in, buraya ilk gelen atası, Şeyh Şerefuddîn el-kattal'­dir. Bu zat, Siirt'de, kendi adını taşıyan Camii'nin içinde gömülü Şeyh Halef'in amcası oğludur. Şeyh Şerefuddîn el-kattal, Şeyh Mahmud ve Şeyh Ahmed adında iki kardeşi ve yukarıda sözü edi­len amcazadesi Şeyh Halef ile bir­likte Siirt'e gelmişlerdir. Bu ailenin bü­yüğü olduğu sanılan Şeyh Şeref, Kaadirî Tarikatı'nın da ileri gelenlerin­den idi. Adı, «Kâdiri sadâtı»'nın liste­sinde geçmektedir.

           

(Bk. El-Mecd'ut-Tâlid- Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İsmail Hakki Bölümü No. 1161'in sonu. Ayrıca:  Risale-i Meşgûliyet'in eki, Süleymaniye küt. İsmail hakkı izmirli Bölümü No. 1266)

 

Bu belgelere göre Şeyh Şerefuddîn el-kattal, XIX. yüzyılın başlarından iti­ba­ren Ortadoğu'yu yeni tasavvufi anlayışıyla büyük ölçüde etkilemiş bulu­nan ve günümüze kadar yankıları devam eden son devrin en ünlü Nakşibendî şeyhi Halid bağdâdi'nin de bir bakıma sâdâtından sayılır. Çünkü Halid bağdâdî, ayrıca Kaadirî Tarikatı'ndan da icazetli idi.

 

Şeyh Şerefuddîn'in yukarıda da adları geçen iki kardeşi (Mahmud ve Ahmed) Siirt'in Erbin Köyü'nde yerleşmiş ve orada ölmüşlerdir. Amcası oğlu Şeyh Halef, Siirt'in merkezinde, kendisi ise Fersaf köyü'nde yerleş­miştir. Mezarı bu köydedir ve bilinmektedir.

 

 

İşte bu zatın 16'ıncı, Şeyh Abdülkadır Geylânî'nin 20'inci, Hz. Hasan'ın ise 31'inci kuşak torunlarından olan Şeyh Muhammed ül-Hazin, 1258'deki büyük göçten 558 yıl sonra, 1232 Hicrî/1816 Miladi tari­hinde bu köyde dün­yaya geldi. Annesinin ve babasının ilk çocuğu olarak yetişti. Ayrıca İbrahim adında bir erkek kardeşi daha vardı. Ancak ailede dikkatler daha çok onun üzerinde yoğunlaştı. Belki de bundan dolayıdır ki nazar değmesin diye çocukluğunda sol kulağına gü­müş bir halka takmışlardı. Ölünceye kadar da bu halkanın, kula­ğında kaldığı söylen­mektedir.. Babasının adı Molla Musa'dır. Annesinin adı ise bilinmemekte­dir.

 

Bir ara sıradanlaşmışken, Şeyh'ül-Hazin'in kazandığı ün sayesinde XIX. yüzyılın ortalarından itibaren tekrar saygın bir kimlik elde eden ve geniş bir muhit tarafından hürmet gören bu ailenin çocukları, -aileye bağlı geniş muhitle birlikte- Ona karşı büyük bir saygı duymakta ve Onu rahmetle anmaktadırlar. Ancak, Kurâ’nın bütünlüğüne inanan bir mü’min olarak benim bu konudaki tutumum onlarınkinden farklıdır. Ben imânî konularda tedbirli davranmak zorundayım. Benim inandığım ölçülere göre ne soy, ne mezar taşı, ne de mal ve şöhret önemlidir. Önemli olan imân ve ondan sonra da ilim, amel ve ihlâstır. Hele yüzyıllardır İslâm’ı hırpalamış ve Müslümanları çökertmiş olan Tasavvuf ve tarikatlara bulaşan insanları kim olurlarsa olsunlar hoş görmeyi imanımla bağdaştıramam. Çünkü Yarın hesap gününde ne ünlü atalarım, ne de başka bir güç, beni Allah’ın huzurunda aklayamaz. Bu konudaki inanış ve düşüncelerim, insanlık yararına sunduğum bilimsel çalışmalarımda çok daha açık, net, belgesel ve ayrıntılı olarak dile getirilmiştir. Özellikle 23 yıl süren zorlu çabalardan sonra Türkçe yayınladığım «Tarikatta râbıta ve Nakşibendîlik» ile Arapça yayınladığım «et-Tariqa’tun-Naqshabandiyya Beyne Madıyha wa Hadıriha» adlı kitaplarda bu konuları oldukça geniş boyutlarda izah etmeye çalıştım.

 

Bugün sayıları muhteme­len bine yaklaşmış bulunan bu zatın torunları olarak Onu her yönüyle bilemiyor ve eğer varsa Onun maddi mirasından çok manevi mirasından yararla­namıyorsak bu bizim büyük bir eksiğimizdir. Şu var ki çağımızın gelişmiş iletişim imkanları sayesinde ve yaygınlaşan araştırma ve inceleme me­rakının bir sonucu olarak bu atamızın da şimdiye kadar bilinmemiş yönleri­nin ortaya çıkarılması artık gündeme gelmiş bulun­maktadır.

 

Bu ilgiyle burada çok önemli bir noktaya işaret etmek gerekir. Esasen müslümanlar olarak bizler, faniyi ebedileştirmek gibi (bir takım bid'at ve hu­râfeleri özendirecek) eğilimlerle değil, bilakis Asîl İslâm Ümeti’nin rüştüne ermiş çocukları gibi, bu ceddimizin eğer varsa ilme, irfana ve ah­lâka katkıda bulunabilecek izlerini aramalıyız. Çünkü soyunun asaletiyle övünen bugün birçok insan vardır ki aslında amaçları, geçmişlerini yal­nızca şan, şöhret ve servet kazanmak için bir araç olarak kullanmaktır. Bunun ise Kur'ânî ruha uyan hiç bir yanı yoktur. Ne yazık ki Doğu şeyh­leri olarak bilinen bir düzine şarklı aile, günümüzde geçmişlerini ticaret ve politikanın birtakım kirli işlerinde araç olarak kullanmaktadırlar. Bunlardan bazıları parlamenter, bazıları ise bürokrat olarak bu rejime hizmet etmişlerdir. Hiç kuşku yok ki onların bu yanını örnek almak ebedî gelecek için kaçınıl­maz bir hüsrandır.

 

Esasen İslâm'da nesebî soyluluk diye bir şey yoktur. Mezar taşıyla övü­nenler sadece basit düşünen insanları belki bir süre etkileyebilmiş, ancak kısa bir zaman sonra iflas etmişlerdir. İslâm'ın bu konudaki ölçüsü ise ebedî âleme göçmüş bulunan mümin ataları rahmetle anmak, onlar için Allah'tan mağfiret dilemek ve eğer varsa onların bıraktığı hayırlı iz­leri de­vam ettirmektir.

 

Bu bakımdan Ceddimiz Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in, ilmî ve ma­nevî miras olarak bize gerçekten neler bıraktığı bir merak konusudur. Tabiatıyla eğer varsa bunları tespit edebilmek için her şeyden önce Onun Öğrenim de­recesini, yeteneklerini, kişiliğini, karizmasını, sosyal mevkiini, eserlerini ve o günkü şartlarda toplumun ve ümmetin refah ve mutluluğu uğ­runda yaptığı katkılarını ve bıraktığı etkilerini bulup keşfetmekle müm­kündür.

 

Gerek güvenilir aktarımlarla gerekse belgelerle elimize geçen Onun hakkındaki bilgileri şöyle özetleyebiliriz :

 

Önce şunu ifade etmek gerekir ki geçmişlerimiz hakkında bize intikal eden bilgilerin çoğu yazılı kanıtlardan ziyade, aile boyu kuşaktan kuşağa dev­redilen anlatımlara dayanır. Şu var ki eskiden beri İslâmî disiplinlere dayalı iyi bir aile içi eğitimi ile büyütülen çocuklarımız, her devirde ço­ğunlukla güçlü bir irade ve güvenilir bir kişilikle yetişmişlerdir. Dolayısıyla ailemizde kuşaktan kuşağa devredilerek bize intikal ettirilmiş bilgilerin doğruluğu, bunların tarafsız, objektif ve ilmîliğinden zaten an­laşılmaktadır. Ailede yazılı belge bırakmamak gibi bir geleneğin yerleşti­ğini söylemek herhalde doğru olmaz. Ancak bu konuda etkili olmuş bazı faktörlerden söz etmek mümkündür. Örneğin ailemizin Kürt bölgesinde yerleşmiş olması onun, ta­rih boyunca özellikle yazıya önem vermeyen bu kitlenin etkisinde kalmış olabileceğini akla getirmektedir. İkinci bir nokta daha vardır ki Ceddimiz Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in babası Molla Musa Efendi'den yukarı doğru ondört atamızın belki yazma alış­kanlığına sahip bulunmadıkları büyük bir ihtimal dahilindedir. Ancak aralarında hiç okuma yazma bilmeyenlerin bu­lunduğuna, yani ecdadımız arasında böyle bir rezaletin yaşanmış olabi­leceğine inanmak istemiyoruz! Çünkü aile tarihimizde cehalet anlamında bir ümmiliğin asla yaşan­mamış olduğu, ilim ve kemal ile tanınmış büyükle­rimiz tarafından da­ima teyit edilmiştir. 

 

Bunun yakın tarihteki örneği, ilmiyle ve ilimseverliğiyle çevresinde tanınmış olan ve saygı gören Ceddimiz Merhum Molla Musa Efendi'dir. Bu zat, biricik oğlu Muhammed'i yetiştirmek için ona ilk terbiyeyi bizzat kendisi vermiştir.

 

Kur'ân–ı Kerim'i ve ilk bilgileri babasından öğrenen Muhammed, daha 12 yaşlarındayken çevrenin tanınmış alimlerinden istifade etmesi için Siirt'in merkezine gönderilmiştir. Çocukluğunun henüz ilk yılla­rından iti­baren öğrenmeye karşı gösterdiği büyük ilgi, hem ailesinin ilim ve terbiyeye ne derece aşina olduğunu, hem de bu konuda Onun yolunu ne kadar ışıklandırdığını açıkça göstermektedir.

 

Esasen Onun doğduğu Fersaf Köyü, Coğrafi özellikler bakımından o ka­dar elverişsiz ve haşin bir çevre yapısına sahiptir ki böyle bir yerde ve hele XIX'uncu asrın perişan ve çetin şartlarında ilimden en ufak bir nasip almak şöyle dursun, insanın ilme karşı azıcık bir ilgi duymasını bile çok büyük bir hüner saymak gerekir. Çünkü tabiatın bu kuş uçmaz, kervan geçmez kuytu ve tenha köşesinde insanı, değil ilim kaynaklarına doğru itecek bir sebep, bi­lakis ilim ve düşünce namına akla gelebilecek her şeyi zihinden uzaklaştırıcı birçok nedenler vardı.

 

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Muhammed'in, o döneme göre, çevrenin ölçülerini esas alarak kendini yetiştirmek için hiç bir şey esir­ge­mediği anlaşılmaktadır. Nitekim bu rağbete sahip olduğu için Siirt’in Merkezinde bulunan Hâmid Ağa Medresesi'ne girerek burada çağın ünlü alimlerinden, Halil'ül Ömeri (Molla Halil Efendi)'nin yanında esaslı bir öğre­nim gördü. (Bu zat ve eserleri hakkında Bursalı Mehmet Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde epeyce bilgiler vermiştir.)

 

O zamanlarda, Siirt'in tanınmış eşrafından ve zenginlerinden olan Hâmid Ağa'nın finanse ettiği bu ilim yuvası, Osmanlı Topraklarının do­ğusunda bulunan en kaliteli ve en verimli medreselerin başında gelmekte idi. Çeşitli ilim­lerde birçok eser vermiş bulunan devrin bilginlerinden Molla Halil Efendi de bu Üniversitenin baş müderrisi idi. Fersaflı Muhammed burada çok iyi bir öğrenim gördükten sonra bu kez Mardin'de Kasım Padişah Medresesi'inde daha yük­sek bir eğitimle olgunluk kazandı ve icazet (diploma) alarak mezun oldu.        

 

Bu nizami öğrenimin sona ermesi üzerine genç Muhammed, O günün ge­leneğine uyarak Tasavvuf terbiyesi almak üzere bu sefer de Irak'a geçti. Oralarda bölgenin tanınmış alimlerinden Mahmud-i Behdinî ve Haydar-i Sohranî'nin de bir müddet derslerini dinledikten sonra, denetiminde tasav­vuf terbiyesi gördüğü Şeyh Abbas-ı Bağdadi'den bir mezuniyet bel­gesi aldı. Ancak bununla yetinmeyerek Süleymaniye civarında Şöhret yapmış bulu­nan, Halid Bağdadi'nin halifelerinden Osman Siracüddin Tavilî’ye başvurdu ve yanında sülûk'a girerek halife oldu. Şeyhu’l-Hazîn, XIX'uncu yy. Doğu Şeyhlerinden : Şeyh Muhammed'ül-Küfrevî, Şeyh Tâhâ-i Hakkarî, Şeyh Sıbğatullah-ı Arvasî, Şeyh Abdurrahman-ı Tâği, Şeyh Halid-İ Cezerî, Şeyh  Hüseyn-i Basretî, Şeyh Halid-i zibârî ve Şeyh Salih-i sipkî'nin çağdaşıdır. Bütün bu şahsiyetlerle az çok tanışıklığı vardır.  Özellikle belirt­mek gerekir ki Şeyh Muhammed'ül-Hazîn, Nehrili Şeyh Taha-i Hakkarî ve Şeyh Muhammed'ül Küfrevî'nin okul arkadaşıdır. Bununla birlikte üçü de aynı soydan gelmektedirler.

 

 Öğrenim amacıyla çıktığı bu seyahatlerden sonra tekrar köyüne dö­nerek evlendi. Hayatında Hanife, Fatima ve Halime adlarındaki hanımlarla yaptığı üç evlilikten on ikisi erkek, altısı da kız olmak üzere ons ekiz çocuk sahibi oldu. Bu çocukların, annelere göre dağılımları ile doğum ve ölüm tarihleri şöyledir:

 

Erkek Çocuklar

Adı

Annesinin adı

Doğ. T.

Ölüm T.

Yaşı

1. Şeyh Fahruddin

Hanife

1851

1914

63

2. Şeyh Muhyiddîn

Fatima

1856

1918

62

3. Şeyh Necmuddîn

Hanife

1856

1912

56

4. Şeyh Kutbuddîn

Fatima

1852

1900

48

5. Şeyh Sa’duddin

Hanife

1859

1919

60

6. Şeyh Abdullah

Fatima

1873

1936

63

7. Şeyh Kemaluddîn

Hanife

1871

1928

57

8. Şeyh Nuruddîn

Hanife

1878

1955

77

9. Şeyh Vefauddîn

Halime

1878

1924

46

10. Şeyh Şerafuddîn

Halime

1880

1958

78

11. Şeyh Alauddîn

Halime

1882

1966

84

12. Şeyh Diyauddîn

Halime

1884

1943

59

Bu şahsiyetlerin altıncısı (Şeyh Abdullah) büyük babam, diğerleri ise babamın amcalarıdır.

 

Kız Çocuklar

Adı

Annesinin Adı

Kiminle evli olduğu

Doğ. ve Öl. Tarihi

1. Züleyha

Fatima

Şeyh Derviş

?

2. Ümmügülsüm

Fatima

Molla Hasan el-Ömerî

?

3. Muhabbet

Fatima

Molla Mahmud el-Ömerî

?

4. Hatice

Fatima

Molla Hamid el-Ömerî

?

5. Huriye

Hanife

Şeyh Muhammed el-Hamzavî

?

6. Meryem

Halime

Şeyh Muhemmed el-Hamzavî

?

Bu altı hanım, babamın halalarıdır.

 

Yukarıdaki tabloda Şeyh Muhammedu’l-Hazîn’in erkek çocuklarının adları, onların doğum tarihlerine göre sıralanmıştır. Kızlarının ise doğum ve ölüm tarihleri tam olarak tespit edilememiştir.

 

Şeyhu’l-Hazin’in bütün çocukları iyi derecede eğitim görmüş ve dönemin geleneklerine göre hepsi de saygın birer sosyal mevki elde etmiştir. Şeyhu’l-Hazî’in 1892 yılında ölümü üzerine büyük oğlu Şeyh Fahruddin babasının yerine geçerek aileye bağlı geniş kitlelere «şeyh» sıfatıyla liderlik yapmıştır. Bunlar arasında Şeyh Sa’duddin’den başka kimse siyasetle ilgilenmemiştir. Şey Muhammed’ul-Hazîn’in erkek çocukları arasında yüksek öğrenim görmüş, ve geniş kültür almış olanlar Başta Şeyh Fahruddîn olmak üzere, Şeyh Muhiddîn, Şeyh Abdullah ve Şeyn Şerafuddin’dir. Genelde aile medresesinde, dönemin ünlü birçok üstadından ders alarak İslâmiyât ağırlıklı bir eğitim gören bu şahsiyetlerden Şeyh Şerafuddîn bir süre Beyrut’a giderek orada matematik ve astronomi öğrenimi görmüştür. Şeyh Muhiddin çok iyi bir akademisyen ve filozof, Şeyh Abdullah ise kudretli bir hatip olarak yetişmiş iseler de, ne babaları, ne de kendileri kayda değer hemen hiçbir yazılı eser bırakmamışlardır. Bilindiği kadarıyla Şeyh’ul-Hazin, arkasında sadece Hz. Peygamber’e salavât olarak, «Gayât’ul-Hayrât» adı altında on üç kıtalık Arapça manzum bir eserle (Ebu Abdillâh Muhammed el-Ensarî el-Endulusî)’ye ait «El-Endulusiyye’tu fi İlm’il-Arûz» adlı kitap üzerinde bazı haşiyeler (notlar) bırakmıştır.

 

Şeyh’ul-Hazin hakkında bize intikal eden gerek çok çeşitli mitolojik hikayelere, gerek Onu bizzat görüp gözlemlerini doğrudan bana aktaranların verdiği bilgilere, gerekse Onun yukarıda sözü edilen iki çalışması üzerinde yaptığım incelemenin bende uyandırdığı izlenimlere göre bu atamın kişiliği hakkında şu tespitleri yapabilirim:

        

Bu zat, Siirt’te Allâme Halil’ul Ömeri’nin bizzat denetim ve gözetimindeki Hâmid Ağa Üniversitesi’nde en az on iki yıl (bir rivayete göre 14 yıl) öğrenim görmüş, sonra Mardin’e giderek bu tarih ve ilim diyarı kentteki Kasım Padişah Üniversitesi’nde de tahminen üç yıl kadar ihtisas yapmıştır. Bu sıralarda olsa gerek, yukarıda adı geçen «El-Endulusiyye’tu fi İlm’il-Arûz» adlı kitabı 1840 tarihinde yani 24 yaşındayken (büyük ihtimalle ders için) kopya etmiştir. Bu risale üzerine koyduğu notlarından Onun kişiliğini aşağı yukarı şöyle tanıyabiliriz: 

 

Muhammed bu kitabı kopya ettiği tarihlerde henüz 24 yaşında bekâr bir üniversite öğrencisidir. Yazısı nisbeten güzel ve okunaklı, kaligrafisi düzgündür. Hat, şark medreselerine özgü Rik’a-Bağdâdî arası bir üslûp özelliği taşımaktadır. Genç öğrencinin çok açlık çektiği açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü daha kitabın kapağından başlamak üzere hemen her bölümün sonuna «Âh minel cû’», yani «Ah açlığın derdinden!» notlarını düşürmüştür. İlginç bir tespit de şudur: Genç Muhammed, henüz bu yaşta ölüm paniği içindedir. Bu nüshayı kopya ederken birçok yerine «Âh minel mevt!» yani «Âh ölümün elinden» diye sık sık not düşürmüştür. Bu da onun ileri derecede duygusal olduğunu göstermektedir. Nitekim kısa bir süre sonra, mantıklı bir muhakeme yapmadan, sırf dönemin yaygın anlayışıdır diye mistik bir yaşam biçimini seçmiş olması, Onun bu ruhsal durumunu kanıtlamaktadır. Evet genç Muhammed belki de çok derin düşünmeden, İslâm için ne kadar sinsi bir tehlike olduğu ortaya (özellikle bugünlerde) çıkan Nakşibendî Tadikatı’nın girdabı içine kendini bu yaşlarda atmıştır.

 

Mardin’deki öğrenimini bitirdikten sonra Muhammed, bu kez Irak’ta Musul, Bağdat ve Süleymaniye kentlerinde, -günümüzün akademi dilinde- staj dediğimiz formasyon eğitimi görmüş, İrşad ve tebliğ mesleği için «Mürşit» olarak yetiştirilmiştir. Ancak öyle görünüyor ki o dönemde astronomik bir ün kazanan Nakşibendî Şeyhi Süleymaniyeli Halid Bağdadî’nin çevresinden etkilenmiş ve ne yazık ki bu karanlık tarikata bağlanmıştır.

 

Doğrusunu söylemek gerekirse Halid Bağdadî’nin, tüm Osmanlı toplumunu on yıl içinde âdeta mest eden, koskoca bir imparatorluğun her köşesinde ününü hissettiren ve halkı tabir caizse hipnoza sokan etkisi dışında kalabilmek belki de bir mucize sayılırdı. Şeyh’ul Hazin bu şahsı, gözüyle görmemesine rağmen büyük olasılıkla muhitinin atmosferine girdiği için etkisinden kurtulamamış ve onun Halifelerinden Şeyh Osman Tavilî aracılığıyla bu örgüte her nasılsa girmiştir. Şu var ki memleketi olan Siirt’e döndükten sonra Onun Nakşibendî tarikatı üzerinde yaptığı birtakım düzenlemeler ve bu tarikat kurallarında yaptığı değişiklikler, bize bazı olumlu mesajlar da vermektedir. Çünkü Onun yaptığı değişikliklerin hepsi de çok stratejiktir ve tarikatı âdeta İslâm lehinde dejenere etmek gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Nitekim Onun, çakıl taşlarıyla ya da tespihle zikir çekmeyi; İslâm fıkhında mesnun olan gusül aptesinden başka (sırf tarikata girmek için şart koşulan) «tevbe guslü» ‘nü yürürlükten kaldırması, örgüt mensuplarının transa geçmesini sağlayan beş binlik mantraları iptal etmesi, müritlerinin dikkatini daha çok ef’âl-i mükellefîn sınırları içinde yoğunlaştırmaya çalışması dikkat çekicidir. Çünkü Onun, olgunluk döneminde kazandığı kişilik çok daha farklıdır. Osmanlı nüfusunun 18 milyon olduğu o dönemde Şeyh Muhammedu’l-Hazîn’in tahminen bir buçuk  milyon kadar hayran ve mürit kazanmış olması, aynı şekilde yüz elli yıldır üç kuşak boyu milyonlarca insan üzerinde derin etkiler bırakmış olması, ailesinin bu süre içinde geniş kitleler tarafından sayılıp sevilmesi önemli olaylardandır. Bütün bu gerçekler Şeyh Muhammedu’l-Hazîn’in, çok zeki, bilgili, dengeli ve görgülü bir şahsiyet olduğunu da kanıtlamaktadır.

 

Şeyh’ul Hazin, Süleymaniye’den döner dönmez ders ve irşada başladı. Bitlis, Muş, Bingöl, Ağrı ve Van tarafla­rında geniş bir mürit topluluğuna sahip oldu. Ömrünün sonunda bütün şarkta tanınmış bir şahsiyet olarak 76 yaşındayken M. 1892/H. 1308 yı­lında aynı köyde öldü. Türk-Budist inançlarına uyularak Üzerinde büyükçe bir türbe inşa edilmiştir, kala­balıklar tarafından ziyaret edilmektedir.         

           

Çok ilginçtir ki Şeyh'ul-Hazin, çağının ölçülerine göre oldukça köklü bir öğrenim görmüş ve Halil’ül-Ömerî gibi ünlü bir akademisyen-yazar’dan yıllarca ders almış bulunmasına rağmen kayda değer yazılı bir eser bı­rak­mamıştır. Bizi bir bakıma üzen bu nedenle de adı yakın tarihe ait kay­nak­larda geçmemektedir. Ancak sahip olduğu güçlü kişilik sayesinde bölge halkı üzerinde bıraktığı silinmez izler ve yankılar sayesinde Onunla ilgili hemen her şeyi aile olarak bilmekteyiz.

 

Şu var ki bu bilgiler, Gerek Onun soyundan gelen aile çocuklarımız arasında, gerekse Ona karşı saygı, bağlılık ve hayranlık duyan cemaat arasında kişiden kişiye az çok farklı yorumlarla birbirinden ayrılmakta­dır. Bu ilgi ile söyleyebiliriz ki hemen bütün tanınmış Doğu Şeyhleri hakkında son derece abartılı olarak zaman içinde örülmüş birçok mitolojik menkıbelerin benzerleri elbette ki Şeyh'ul Hazin hakkında da örülmüştür. Eğer bunu içtenlikle ikrar ve ka­bul etmeyecek olursak hem Onu objektif olarak anlatmak isterken tam tersine küçültmüş olacağız; hem de diğer şeyhler hakkında 150 yıldır masal uydurma yarışına girenlerin, (mutlak surette günün birinde iflas edecek olan) ansiklopediler do­lusu yalanları gibi bizimkiler de iflas ede­cektir!  Çünkü insan topluluklarını değil sonsuza dek, bir asır bile al­datmak mümkün olamamıştır. Yalancının mumu, günü gelince sön­meye mahkûm olmuştur.

 

Bu ilgiyle, tarikatçıları örgütleyen odakların, «ünlü yatırlardan biri olan» bu atamızı da amaçlarına konu yaptıklarına burada biraz yer vermeliyim. Bazı gerçeklerin su yüzüne çıkması bakımından bunu zorunlu gördüm.

 

Bütün yayın ve propagandalarından ırkçı oldukları açıkça anlaşılan bir Nakşibendî tarikatçı grubu, son yıllarda sözde «ansiklopedi» adı altında hummalı birtakım çalışmalara girişerek «evliya» diye inanılan birçok yatır hakkında yığın yığın biyografiler düzenlediler. «Büyük Rehber Ansiklopedisi», «İslâm Alimleri Ansiklopedisi» ve «Evliyalar Ansiklopedisi» adları altında ciltler dolusu kitap yayınladılar. Büyük bir holding olarak faaliyet gösteren bu tarikatçı grup, adları geçen ansiklopedileri ve başkaca daha birçok mistik kitapları yayınlayıp dağıtmak suretiyle «dinci» yığınlar arasında muhitlerini oldukça genişletmeyi başardılar. Bu sayede halktan büyük miktarda paralar topladılar. Sonra da iflâs ettiklerini ileri sürerek bu paraları yuttular!

 

Bu grubun «din hizmeti» yaftası altında yayınladığı –yukarıda adları geçen- üç ansiklopedide de atam Şeyh Muhammed el-Hazın’in adı geçmektedir. Özellikle Evliyalar Ansiklopedisi’nin 8/439’uncu sayfasına, -sözde biyografi olarak- hakkında bazı şeyler yazmış, Rehber Ansiklopedisi’nin 18/23’üncü ve İslâm Alimleri Ansiklopedisi’nin de 18/91’inci sayfasına sadece türbesinin resmini koymuşlardır. Ancak Arap bir aileden geldiğimiz için, bu isim etrafında geniş bilgi vermekten ustaca kaçınmışlardır. Hatta atam için: «Muhammed Hazin, Anadolu'da yetişen büyük velîlerdendir. » diye bir lâf ederek yerli faşizmin sembolü haline getirilmiş olan «Anadolu» tabirini özellikle burada kullanmaya özen göstermişlerdir!

 

Çünkü temelde bu kelime, yunanca «güneşin doğduğu taraf» anlamına gelen «Anatolia» sözcüğünün çarpıtılmasıyla ortaya çıkmıştır. Anatolia ise «Strabon Kydnos (Tarsus Çayı) ile Aminos (Samsun) arasındaki hattın batısında kalan bölge»’nin adıdır. Bu konuda daha çok aydınlanmak için, Meydan Larousse Ansiklopedisi’nde yazılı bulunan şu ilginç satırları da okuyabilirsiniz: «Milli birliğe sahip bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Anadolu adı, yarımadayı Asya’nın gövdesine bağlayan geçit alanından yeni devletin sınırlarına kadar dayandı; asıl bundan sonradır ki alanı genişlemiş olan memleketin bölgelerini adlandırmak üzere Anadolu adı çeşitli yön terimleriyle beraber kullanılmağa başladı. «Doğu Anadolu», Kuzey Anadolu vb.» bundan sonra yorum size ait...                   

             

 

***

Bu atamın yaşadığı dönemin şartları da pek önemlidir. Bu konudaki tamamlayıcı bilgiler ise şöyledir:

 

Tekrar edelim ki bu ceddim Şeyh Muhammedu’l-Hazîn, Milâdî 1816’da doğmuş, 1892’de ölmüştür. Yani 76 yıl yaşamıştır. Hastalandığına ilişkin bize hiçbir bilgi intikal etmemiştir. Zaman zaman basit şikâtleri elbette ki olmuş olabilir, ancak bütün ömrünü yüksek bir moralle sağlık içinde geçirdiğini tahmin ediyoruz.

 

Hangi padişahların döneminde yaşadığına gelince O, 1808’de tahta oturan II. Sultan Mahmud döneminde (1785-1839) 1816’da dünyaya gelmiş, 1839’da tahta oturan oğlu Sultan Abdülmecid (1823-1861), 1861’de Tahta geçen Onun kardeşi Sultan Abdülaziz (1829-1876), 1876’da tahta oturan Abdülmecid’in büyük oğlu Sultan V. Murad (1840-1904), yine 1876’da tahta oturan II. Sultan Abdülhamid (1842-1918) devirlerinden ilkini 23 yıl, sonuncusunu 16 yıl, öbürlerinin ise tamamını yaşamıştır. 1826’da «Vak’ay-i Hayriye» diye adlandırılan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı sırada Muhammed 10 yaşında bir çocuktu. Bu dönemde Siirt ve civarı Osmanlı Devleti’ne bağlı Kürdistan Beyliği içindeydi ve Cizre Emîri Bedirhan Paşa tarafından yönetiliyordu. Zaman zaman Osmanlı güçleri ile Bedirhan paşa’nın birlikleri arasında çatışmalar çıkıyor, bölge halkı bu savaşlardan olumsuz etkileniyordu. Yani günümüzün sorunları o zaman da aynen vardı. Bugünlerde yaşadığımız kargaşa ve anarşi o günün olaylarının devamıdır. Nitekim Cizre Emîri Bedirhan Paşa 1831 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı baş kaldırmış, komutasındaki ordu ile Garzan Ovası’nda Osmanlı Ordusuna saldırmış İmparatorluğun birliklerine ağır kayıplar verdirmişti. Bu sırada da Muhammed 15 yaşında küçük bir delikanlı idi. Bedirhan Paşa, Muhammed’in öğrenim gördüğü Siirt’teki Ünuversite’nin finansörü Hâmid Ağa’yı yıllar sonra idam ettirdiği sırada ise Muhammed, Nakşibendî postunda genç ve ünlü bir şeyhti. Bu olaya çok üzülmüş, Arkasına aldığı 1500 süvarîden oluşan bir mürit kalabalığıyla Cizre’ye giderek Bedirhan Paşa’ya karşı âdeta bir boy gösterisinde bulunmuş; «Hamid Ağa’nın cesedinin, kurtlanıp kokuncaya kadar darağacından indirilmesine izin vermeyeceğini» söylemiş olan Paşa’nın huzuruna çıkarak Ona karşı sert ifadeler kullanmış, Onu ikna etmiş, ancak bu kanlı diktatörün huzurunda ve bizzat yüzüne karşı beddua etmekten de geri kalmamıştır! Bu meziyetli, basiretli ve zalimlere karşı cesur ceddimin, son nefeslerinde Nakşibendîlikten tövbe etmiş olabildiğine inanmak istiyorum. Çünkü birkaç yüzyıldır İslâm’ın önüne dikilmiş olan bu tehlikeli ve sinsi mistik örgüt hakkında Onun (özellikle ömrünün sonuna doğru) bazı sırları öğrenmiş gibi davrandığına ilişkin belirtiler yok değildir!                   

 

Büyük Bir Ailenin Küçük Bir Parçasıydık

 

Evet, bunu evimizin çatısı altında yaşayan babam, annem ve kardeş­lerim için söylüyorum. Çünkü yalnızca bir dalını oluşturduğumuz Hazinoğulları ailesi epeyce kalabalıktır. Yukarı doğru dördüncü atam olan Şeyh Muhammedu’l Hazîn'in soyundan bugün yaklaşık 100 aile vardır. Bunların bir kısmı halen Siirt'tedir, diğer bir kısmı ise İstanbul, Bursa ve İzmir'e yerleşmişlerdir.

 

Yukarıda da kısaca dokunduğum gibi ailemiz, ancak Birinci Dünya Savaşından Sonra Siirt'in dışına çıkmıştır. Yani ilk göçten sonra, yaklaşık 700 yıl gibi çok uzun bir süre kabuğuna çekilmiş durumda, her bakımdan el­verişsiz ve vahşi bir doğaya sahip olan Gawifa Tepeleri'nin eteğindeki Fersaf Köyü'nden inmiş ve doğuya doğru ününü taşıyabildiği yerlere ka­dar dağılmıştır. Akrabalarımız yakın tarihte Ağrı, Bitlis ve Muş Civarına serpil­diler. Bu açılma 1918'den 1960'lara kadar sürdü. Ondan sonra da gö­çün yönü batıya doğru değişti. Bunun sebebini çok daha gerilere giderek şöyle açıklamak mümkündür :

 

Atalarım, yüzyıllar boyu İslâm topraklarının bu ücra köşesinde saklı kalmışlardır. Benden yukarı doğru, 20'inci ceddim olan Şeyh Şeref'ul-Kattâl'den sonra­kiler, tarih boyunca herhangi bir başarıyla ön plana çıkamamışlardır. Önceleri Cizre'de, daha sonra Silvan, (Meyyafarıkîn)'da bir süre kalmış bulunan ecdadı­mın, Siirt'in Fersaf Köyü'ne yerleşmelerini ve burada asırlarca kalmala­rını ise üç kilo­metre ötedeki Tillo Köyü'nün yüzyıllar boyu taşıdığı sos­yal ve kültürel konumda aramak gerekir. Çünkü bir zamanlar Şirvan ve civarına ege­men olan Şir Azdin (Şir İzzeddîn) adındaki bir Kürt beyine bağlı bulunan Tillo, 1258 deki Moğol işgali üzerine kuzeye doğru göçen Abbâsî Hilafet Hânedânı‘nın bir kısmına, Bağdad'dan sonra ikinci yurt olmuştu. O tarih­lerde Amid (Diyarbakır) yakınlarına (yine Moğol iş­galinden dolayı) göçmen olarak gelip yerleşmiş bulunan atalarım da kısa bir süre sonra gelip Tillo yakınlarındaki Fersaf Köyü'ne yerleşmiş­lerdir. Büyük ihtimalle, aynı ana aileden geldik­leri için Abbâsîler'e yakın olmak istemişler­dir. Çünkü her iki aile de Haşimî idiler. Bununla birlikte, 700 yılı aşkın bir süre, İslâm Dünyası'nı yöneten Abbâsîler, taht ve saltanatlarını yi­tir­miş ve göçmen durumuna düşmüş olsa­lar bile yine de halk arasında say­gınlıklarını koruyorlardı. Tahmin ediyoruz ki atalarım, akrabalık ilgi­siyle onların sahip bulunduğu bu avantajdan yarar­lanmak istemişlerdir. Evet, tahminen bu yakınlık sebebiyledir ki onlarla bir­likte bu bölgeye yer­leşmiş bulunan Kureyş'in, diğer oymaklarının tam tersine atalarım, zamanla Kürt potasında erimemiş, yüzyıllar boyu -aynen Abbâsîler gibi- dillerini ve kültürlerini koruyabilmişlerdir.

 

Bu gerçeği bugün bile açık şekilde gözlemek mümkün­dür. Örneğin, ailemizin yeni kuşağı arasında Arapça bilmeyenlerin sayısı henüz azdır. Keza, yaşlılarımız arasında birkaç medreseli de vardır ki bunlar, Kürt ve Türk kökenli medreselilerden farklı olarak öğrencilik yıllarında ders takririni (aile medresesinde) sırf Arapça dinlemişlerdir.

 

Ayrıca, ailemiz (Hazinoğulları) ve başka iki aile hariç, «Doğu» ve «Güneydoğu»’daki Arap kökenli Şeyhlerin çoğu zaman içinde tamamen Kürtleşmişlerdir. Örneğin;

 

1)                          Siirt'in Baykan İlçesi’ne yakın Warkanis Köyü'nde yüzyıllardan beri yerleşik bulunan ve daha sonra Bitlis ve Muş civarındaki Okhin, Soman ve Koğak köylerine göç eden Ömerîler (Yani Hz. Ömer'in torunları);

 

2)                           Kadirî Şeyhleri olarak bilinen Kurtalan, Mutki ve Bitlis’teki Geylâniler, Ceylanlar ve Seyitoğulları;

 

3)                           Hz. Hasan'ın soyundan gelen, -yani ailemize uzaktan akraba olan- Hakkari'nin Nehri şeyhleri ve Kufrevîler;

 

4)                          Bitlis'in Por Köyü'ne yerleşen Sıddıyqîler (yani Hz. Ebubekr'in torunları);

 

5)                           Van'ın Arvas Köyü'ne, Bitlis’in Hizan İlçesinin Gayda köyüne, Bitlis'in Lird ve Bilvanis köyleri’ne Siirt'in Beycürman köyü'ne ve doğuda daha birçok yerlere serpilmiş olan Hüseynîler (yani Hz. Hüsey'in torunları) da tama­men kürtleşmişlerdir.

 

6)                          Aynı şekilde Abbasilerden, (günümüzde Öztopraklar olarak tanınan) küçük bir aile, önce Harput’ta daha sonraları Diyarbakır’da yerleşmiş, bunlar da Kürtleşmişlerdir.

 

Bütün bu aileler arasında son yüz yıl boyunca vilayet merkezlerinde oturmaya başlayanlar Türkleşmişlerdir. Bunlara Bitlisteki Seyitoğullarını, Küfrevileri ve Gaydalıları örnek göstermek mümkündür.

 

Buna karşın Güneydoğu’da, Haşimîlerden üç aile kütleşmemiştir. Bilakis Arap olarak kültürlerini devam ettirmişlerdir. Bunlar; ailemiz (Hazinoğulları), Tillo’daki Fakirullahzâdeler (yani Abbasî Hanedânı) ve Mardin’in Gercüş ile Midyat yörelerinde ünlenen Şeyh Hamid Mardinî ailesidir. Yukarıda da işaret edildiği gibi, soyundan geldiğim Hazinoğulları ailesi, çok büyük ihtimalle Abbâsîler'in muhiti içinde ve onların sayesinde orijinal özel­lik­lerini korumuştur. 700 yıl kadar uzun bir müddet sü­ren bu kabuğa çe­kil­mişlik, nihayet yakın tarihte üst üste yaşanan iki önemli olayla sona er­miştir. Bunlardan, biri dördüncü atam olan Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in geniş bir ün kazanması, ikincisi ise Birinci Dünya savaşıdır. İşte bu iki olay üzerine Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in oğulları Siirt'den do­ğuya doğru Onun irşâd muhiti içine dağılmaya başlamış ve buralara yer­leşmişlerdir. Bu kuytu yöreden, ailemizin dış dünyaya açılması işte bu şe­kilde başlamıştır.

 

Çok önceleri «Haşimî» olarak tanınan, sonraları (soyundan geldiği­miz Şeyh Abdülkadir Geylânî'den dolayı) «Kadirî», daha sonraları ise Atamız, Şeyh Muhammedu’l Hazîn'in şöhreti nedeniyle Hazinoğulları diye anılmaya başlayan ailemizin tanınmış simalarından biri de büyük babam Şeyh Abdullah Efendi'dir. Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in 12 oğ­lundan biri olan bu zat, eğitiminin büyük bir kısmını babasının medrese­lerinde görmüş, aynı zamanda bu amaçla bölgedeki diğer şeyh ailelerine bağlı medreselerde de bulunmuştur. Bu cümleden olarak Aslen Şirvan'lı olan, ancak merkez tekkesi Bitlis'te bulunan ve daha çok Ağrı'da ünle­nen Kufralı Şeyh Muhammed'in Tutak İlçesi civarındaki medreselerinde bir süre okumuştur. Onun öğrencilik yılları, Birinci Dünya savaşının pat­lak vermesinden kısa bir süre öncesine rastlar. İşte bu sıralardadır ki Tutak'ın Ayntab Bölgesi'ne ege­men olan Kürt derebeylerinden Sipkan Aşireti'nin lideri Şemdin (Şemseddin) Bey'in kızı Râbia Hanım'la evle­nir.

 

Görüldüğü gibi annelerimiz daha çok Kürt ya da Türk asıllıdırlar. Sebebi ise -yukarıda bir nebze açıklandığı üzere, bölgedeki farklı muhit ve halk lider­leri arasında cereyan eden üstünlük yarışında- destek bulmaktır.      

 

 

Doğup Büyüdüğüm Yerler Acaba Gerçek Vatanımız mıydı ?

 

Bundan hiç bir zaman kuşku duymadım. Bir insanın eğer ataları 700 yıl­dan beri hep aynı yerde doğmuş, yaşamış ve orada ölmüş iseler, artık o toprak, o kimse için yaban eller sayılabilir mi? Aslında Mü’min olarak bü­tün İslâm diyarına genelde vatan gözüyle bakarız. Çünkü aile olarak ırklar üstü bir statüye sahibiz. Bize göre Türk olsun, Kürt olsun, Arap ya da başka bir kö­kenden olsun, Mü'minlerin hepsi de aynen bizim gibi, Yüce İslâm Ümmeti'nin çocuklarıdırlar. Ehl-i Beyt’in devamı olarak bu evrensel düşünceyi temsil etmek ve yaymak durumundayız.

 

Şu var ki Miladi 1258 tarihinde Hilafet merkezi olan Bağdat Kenti başta olmak üzere İslâm diyarının birçok yeri Moğol saldırısına uğrayınca atalarım, gelip bu topraklarda yerleşmiş ve asırlarca burada yaşamışlardır. İşte bu se­beple Anadolu, buradaki «Müslüman Türklerin» ve «Müslüman Kürt­lerin» olduğu kadar be­nim de öz vatanımdır. Ne var ki Osmanlı Devleti'nin enkazı üzerinde peydahlanan bir sürü cüce toplumun içine düştüğü zihniyet bo­zuk­luğu ve bunun bir sonucu olan ulus devlet anlayışı yüzünden -bu ülkeciklere son zamanlarda sökün etmiş olan- ırkçılar, farklı dillerle konuşanları dışla­makta, hatta aşağılamaktadırlar. Deyim yerinde ise, dağdakiler gelmiş, bağdakileri kovmaya kalkışıyor! Ne yazık ki bu insanlık dışı muame­leye biz de sık sık uğradık. Yukarıdaki sorunun söz konusu edilmesinin nedeni işte budur. Bize vatanımızda hep yabancı gözüyle bakıldı. (Yeri ge­lince ay­rıntılı olarak bahse­deceğim gibi) bu yüzden hem maddi, hem ma­nevi açı­dan çok sıkıntılarımız, çok kayıplarımız oldu.

 

Bir kez daha vurgulamak isterim ki Anadolu toprakları benim öz va­tanımdır. Bu nedenle vatanımda cereyan eden bütün olaylar ve gelişme­ler beni birinci derecede ilgilendirir. 

 

 

Peki Neden Başka Bir Dille Konuşurduk?

 

Evet neden başka bir dilmle konuşuyorduk, ya da bizi yönetenler neden başka bir dille konuşurlardı? Bundan başka bir gerçek daha vardı. Aralarında yaşadığımız bölge halkı da ayrı bir dille konuşurdu. Aslına bakılacak olursa bunda şaşılacak hiç bir şey yoktur. Fakat ne yazık ki hemen bütün toplumlarda var olan bu gerçek, Anadolu'yu 1920’den sonra ele geçiren bir avuç zorbanın dayatmasıyla yetmiş yıldır in­kar edilmektedir. Hakikat şu ki, Anadolu’nun güneydoğusunda Arapça, Kürtçe ve (Farsça’dan bo­zulma bir dil olan) Zazaca konuşan Müslümansı kit­leler vardır. Bunlar, elbette ki bütün dünya müslümanlarıyla olduğu gibi, bu topraklarda yaşamakta olan ve Türkçe konuşan müslü­manlarla ve müslümansı toplu­luklarla da ortak kültüre sahiptirler. Ümmetin yeniden yapılanması amacıyla sürdürülen ve sürdürülecek olan çalışmalarda bu kitlelerin İslâm’a ka­zandırılması birinci derecede önem taşımaktadır.

 

Daha Ashâb döneminde büyük bölümü fethedilen Anadolu’da (tarih boyunca; İyonlar, Hititler, Mitanniler, Frigyalılar, Lidyalılar, Urartular, Galatlar, Pontuslular, Medler, Persler, Akamanışlar, Kimmerler, Ermeniler, Kafkas kökenli çeşitli topluluklar, Romalılar ve Bizanslilar gibi) türlü türlü milletler yaşamış, devletler kurmuşlardır. Bunların hepsinin de bugün kalıntıları, hatta özgün uzantıları mevcuttur. Türk olduklarına ve Orta Asya’dan geldiklerine inandırılmış olsalar bile günümüzde bu toplulukların soyundan gelen milyonlarca insan, -bütün fizik özellikleri ve farklı gelenekleriyle- aramızda yaşamaktadırlar.

 

Bu toprak­ların bir bölümü, günümüzde (Devlet ağzıyla) «Doğu Anadolu» ve «Güneydoğu Anadolu» diye otuz kırk yıl önce adlandırılmış bulunan bölgelerdir. Buraların en eski yerlileri elbette ki Kürtlerdir, Anadolu'da, günümüzde yerleşik bulunan Türklerle Arap kökenli azınlığın ise ataları, fetihler ve göçler sonucu buralara gelip yerleşmişlerdir. Meselenin gerçek yüzü budur. Yaklaşık bin yıldır birlikte yaşayan bu topluluklar ne yazık ki İslâmî ahlak ve terbiyenin gerilemesi ile birlikte birbirlerine musallat oldu­lar; ve ne yazık ki günümüzde yabancılara karşı gösterdikleri hoşgörüyü birbirlerinden esirge­mektedirler. Bugün büyük bir üzüntü ile görüyoruz ki bu unsurlar kendi toprakları üzerinde İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Almanca ve Rusça gibi ya­bancı dillerden birini öğrenmek için âdeta can atmakta, bu dillerden birini konuşmaktan gurur duymakta ve bunu başa­ranları kıskanmaktadırlar. Buna karşın bir Türk, Kürtçe’yi hemen hemen hiç merak etmemekte, bir Kürt de Türkçe’ye sadece resmi dil gözüyle bakmaktadır! İki bakış açısının temelinde de insancıl duygular yoktur. Özellikle Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca süren Kürtçe ve Arapça yasağı, ancak Avrupa’nın baskısı altında yumuşayabilmiştir. Bu zoraki yumuşamının ise ne kadar süreceği meçhuldür. 

 

Hak ve adaletten böylesine uzaklaşmış olmanın neden­lerini ve bunu gidermenin çare­lerini, varsın ilim adamları ve uzmanlar araştırsın. Bizim bu konudaki ka­naatimiz ilhamını Yüce Kur'an'dan al­maktadır, onun için ölçülerimiz ev­renseldir. Bu ölçülere göre diller, her şeyden önce Allah Teâlâ'nın üstün sa­nat gücünü ve kainat üzerindeki -karşı konmaz- egemenliğini ve kudretini sergileyen çarpıcı ayetlerden bi­ridir. (Bk. Rum/22). Buna bağlı olarak kitlelerin konuştuğu farklı diller İslâm'a göre do­kunulmaz ve saygıdeğerdirler. İşte bu nedenle 700 yıldan beridir Anadolu'da yerleşik bulunan Arap asıllı Müslüman bir ailenin çocuğu olarak bu topraklar üzerinde yaşayan unsurların farklı dillerini tarihi bir gerçek olarak son derece doğal karşılıyorum; Bunu, bir «kültür zenginliği»nin ötesinde dokunulmaz bir hak olarak görüyorum. Bu nedenledir ki baba dilim olan güzel Arapça’mın yanında ana dilim olan Türkçe’yi ve çevre dilim olan Kürtçe’yi de başarıyla konuşuyo­rum ve bundan gurur duyuyorum. Bulunduğum topraklar üzerinde yaşayan müs­lümansı Türklerle müslümansı Kürtlerin, -tu­tuculuğu bir kenara ata­rak- Kur'ân'ın evrensel ölçülerine gönül kapılarını açmalarını diliyorum. Fakat şunu eklemem gerekir: Bu topluluklar, eğer İslâm'ın sinesine ye­niden dönme olgunluğunu gösterecek olurlarsa ancak böyle bir hoşgörü ve kaynaşmaya o zaman imkân doğabilecektir.

 

 

Yetiştiğim Çevre, Vaktiyle gözümde Bir Cennet Gibiydi.

 

Aslında her insan, doğup büyüdüğü yerleri genelde sever ve hayatı bo­yunca çocukluk anılarını benim gibi hasretle yâd eder. Ama benim doğup büyüdüğüm yerler gerçekten cennetin bir parçası gibiydi. Mevsimleri birbi­rinden son derece farklıydı. Kışı, bembeyaz. baharı yemyeşil, yazı kavurucu ve sıcak, sonbaharı ise hazan yapraklarıyla süslü ve âdeta bir gelin gibiydi.

 

İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerin sosyetesi oraları hiç bilmez. Amerika'ya ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerine, Uzakdoğu'ya sık sık seya­hate çıkan, balaylarını ve tatillerini Bahamalar’da, Miami’de ve Kanarya Adaları’nda geçiren, hatta Afrika'nın çöllerinde ve ormanlarında safarilere katılan ülkemi­zin tuzu kuru maceracıları, para babaları ve kalburüstü takımı, bi­zim ora­lara hiç uğramazlardı. Şimdi de uğramazlar.

 

Ama İsviçre'nin Alpler'ini aratmayan bir Süphan dağı'mız, Ünlü Rio De Jeneiro’nun Castelo tepesi’nden çok daha büyüle­yici bir Nemrut Dağı'mız vardı. Bu Nemrut, bir başka Nemrut’tu. Adıyaman yakınlarındaki Nemrut gibi reklâmı yapılmamıştı onun, ama ondan daha muhteşemdi. Tepesindeki kaplıcalara her yıl giderdik. Çocukluğumda burası bizim köyden çok uzak gibi gelirdi bana... Oysa köyümüz bu dağın aşağılarında bir yerde idi. Bulunduğumuz yerle Nemrut tepesi arasındaki mesafenin yirmi kilometreden daha fazla olmadığını sanıyorum. Ama o günlerde bana dünyanın öbür ucu kadar uzak gelirdi. Nemrut Dağı’nın Van Gölü’ne bakan yamaçları çıplaktı. Muş Ovasına dönük yamaçları ise meşe ormanlarıyla bir zamanlar kaplıydı. Son yıllarda doğudaki birçok ormanlık alan gibi buranın da katliama uğradığını duydum ve üzüldüm.

 

Nemrut’un, köyümüzün Kuzey batısına dönük yamaçlarında -vaktiyle akmış ve daha sonra donmuş kandan bir nehir- izlenimini veren manzaralar vardı. Halk bunları, Kürtçe «Şatt-ı Khûnè» diye adlandırırdı. Bu tabir, «Kan nehri» demektir. Aslında bu manzara, yüzyıllar önce püskürüp sonra sönmüş olan Nemrut’un lâvlarından başka bir şey değildi. Ama bilgisizlik onu korkunç bir mitoloji konusu haline getirmeye yetmişti. Yöre halkı sözde müslümanların büyük kalabalıklar halinde Nemrut adında zalim bir diktatör tarafından bu dağın tepesine çıkarılıp hepsinin boğazlandığına, bu görünen manzaranın ise onların kurumuş olan kanlarının izi olduğuna kendilerini inandırmışlardı. Tabi çocukken ben de böyle inanıyor ve ürperiyordum. Hatırladıkça minik yüreğim üzüntüden sıkışırdı. Bu yanlış inanışı, yöneltilen bir soru üzerine babam bir keresinde düzeltmiş ben henüz okula yeni gittiğim günlerde meselenin doğrulunu kitaplardan önce bu suretle öğrenmiştim. 

 

Yaşımın İlk dokuz yılını geçirdiğim bu yöreye uzun yıllardır gidemedim. Çok da özledim. Çocukken üzerinde zıplayıp koştuğum; çayırlarında kuzu otlatan arkadaşlarımla oynadığım, her yaz çıkıp bir süre kaldığımız o serin yaylalarında dolaşır gibiyim. Bahar gelince mor menekşelerle bezenen o gümüş dereleri boyunda annem için topladığım kır çiçekleri burnumda tütüyor. At üstünde tozlu kır yollarını, dere tepe aşarak yıllarca yolculuk ettiğim, ormanlarının patikalarında yürüdüğüm, serin pınarlarından billur sular yudumladığım o yerler kim bilir ne kadar değişti. Kenarlarından geçtiğim uçurumlar, çocukluk merakıyla tırmandığım sarp yamaçlar, kayalar hiç hayalimden silinmiyor. O günleri yaşıyor gibiyim.

 

Ne yazık ki bu yerlerde uzun yıllar uğursuz uğultular yükseldi, baş eğmez dağlarında birbiriyle he­saplaşan kanlı katiller dolaştı! İdeoloji olarak beyinlerinin içine doldurdukları bir sürü boş, anlamsız ve değersiz düşünceler ve putlar uğruna karşıt gruplar, her gün birbirinin oluk gibi kan­larını akıtarak, her gün birbirinden düzinelerle insan öldürerek buraları cehenneme çevirdiler. Üstelik her iki taraf da ölülerine utanmadan «şehit» dediler! Bölgenin ormanları yakıldı, sularına siyanür döküldü. Bu coğrafyanın hemen her yerinde cinayet, zulüm ve işkence kol gezdi... Böge halkı gülmeyi eğlenmeyi unuttu. Çünkü mor dağları yaslıydı. Körü körüne dökülen bu kanlar için, Ferhat Tunç gibi birçok delikanlı hep ağıt yaktılar. Genç, yaşlı, kadın, çocuk, milyonlarca insan aç, çıplak, yorgun ve uykusuz, panik içinde bu bölgeden kaçtı. Batıya akın ettiler. Gelip İstanbul’un İzmir’in, Bursa’nın kenar mahallelerine kondular. Pembe yanaklı kır çocukları bu şehirlerin gürültüsü içinde soldu. Onlar «Doğu’nun» çiçekleriydiler. Varoşlarda çürüdüler. Simit satarak, ayakkabı boyayarak korkunç bir yaşam savaşı verdiler. Bazen ekmek bulamadılar; çöplüklerde, Pazar döküntüleri arasında yiyecek bir şeyler aradılar. Suçlarını bilmiyorlardı. Başka bir dil konuştukları için onlara böyle bir yaşam biçilmişti. Kurt sürülerinin saldırısına uğramış kuzular gibiydiler...  

 

Hiç kuşku duymuyorum ki Allah'ın gazap eli, eski kavimlere yaptığı gibi bu oyunu sahneleyen azgınları da -günün birinde- bit gibi ezecektir. Onlar, belki de yüzyıllar sonra bu satırları okuyan torunlarına maskara olacaklardır!

 

Çok titiz, oldukça hareketli bir çocuktum.

 

Evet, henüz minik bir yavruyken bile kılı kırk yarardım.. Bu yüzden ço­cukluğumda ve gençliğimde çok telaşlı ve genelde hareketliydim. Çok yorgun olmazsam geç uykuya dalar, az uyur ve erken uyanırdım. Monotonluğu sevmezdim; ancak bir değişiklik oldu mu benim de ruh halim hemen değişirdi. Hele bir sürprizle karşılaşmayayım, yaşadığım olayın üzerimde uyandırdığı etkiye göre ya çok neşelenir, veya aşırı şekilde endişelenirdim.

 

Doğamdaki bu özellik, daima herkesten çok daha titiz davranmaya beni itti;  herhangi bir olaya karşı herkesten çok daha fazla duyarlı ve tedbirli olmaya beni zorladı. Dolayısıyla diyebilirim ki hayatım boyunca hep alarm halinde yaşadım.

 

Titizdim dedim ya, üstüme, başıma, giyimime, davranışlarıma, çalışma ve dinlenme saatlerime, randevularıma o kadar aşırı önem verirdim ki bu yüzden içimde yaşadığım gizli heyecanlarım bazen sağlığımı bile olumsuz etkilerdi.

 

Çok iyi hatırlıyorum, henüz ortaokul öğrencisiyken, örneğin yarın yazılı sınava gireceğiz, bende hemen telaş başlardı. Belki arkadaşlarım da aynı duyguları yaşıyorlardı, fakat benim içimdeki hareketlilik sanırım on­larınkinden çok daha fazla idi. Oldukça hazırlanmış bulunmama rağmen içimdeki tedirginliği bir türlü atamaz, sakinleşemezdim. Sınavdan çıkıncaya kadar da bu huzursuzluğum sürüp giderdi.

 

Yine hatırlıyorum, daha çok küçükken, yani henüz ilkokul sınıflarındayken, örneğin ailece bir yolculuğa mı çıkacağız,  bu konu evde konuşulmaya başlar başlamaz beni bir telaş tutardı. Evden hareket edinceye kadar, saatlerce yolculuk sendromu yaşardım. Tabi bu yolculuklar için birkaç gün öncesinden hazırlıklar başlardı. Peksimetler tandıra verilir, yemekler pişirilir, yumurtalar haşlanırdı. İşte bu sıralarda ben de kendime göre bazı hazırlıklar yapardım. Çocuk düşüncesi işte... Sepetimi, oyuncaklarımı ve özellikle kitaplarımı şöyle bir düzene sokardım.

 

Fakat bana daha o yaşlarda derin bir sorumluluk duygusu aşılandığı için, kendim kadar ailemin bütün bireylerini de düşünmekten kendimi alıkoyamazdım. Meselâ yolculuğun yapılacağı güzergahı, yolculuk sırasında yaşanabilecek sürprizleri, olası tehlikeleri, karşılaşacağımız dostlarımızı nasıl memnun edeceğimizi, tanışacağımız yeni simalar üzerinde nasıl olumlu et­kiler bırakabileceğimizi büyük bir insan gibi düşünürdüm. Bu yüzden, evden ayrılacağımız gün yaklaştıkça bendeki telaş ve heyecan da artardı. Öyle ki son gece sık sık uykum bölünür, birkaç kez tuvalete çıkar ve erken uyanırdım. Yolculuk sona erince de tabiatıyla birkaç gün bitkin düşerdim.

 

Titizliğimden doğan bir yanım da hareketliliğimdi. Her zaman cıvıl cıvıldım. Benim bu yapım, sağlıklı bir ruh ve bünyeye sahip bulunmamdan ve tabiatıyla doğamdaki canlılıktan kaynaklanıyordu. Okul çağından önceki günlerimde her çocuk gibi ben de kardeşlerimle birlikte arada bir yaramazlık eder dalaşırdık. Onun için özellikle akşam saatlerinde evin sükûnetini sağlamak için annem hizmetçi kızlardan birini, bize masal söylemesi için görevlendirirdi. Biz de uslu uslu oturur, «Memozin», «Siahmed-i Silivi» ve «Habilan» gibi Kürt masallarını derin bir ilgi ve merakla dinlerdik.

 

O zamanlar, hele köy ortamında çocukları eğlendirmek üzere özel biçimde hazırlanmış hiçbir şey yoktu. Ne usta eller tarafından özenle hazırlanmış oyuncaklar, ne de herhangi bir eğlence yeri vardı. Günümüzde oyuncak mağazalarını ve sosyete evlerinde çocuk odalarını doldurup canlısından fark edilemeyecek kadar çarpıcı yapı ve görüntülere sahip olan ayıcıklar, maymunlar, atlar, köpekler, horozlar, sürüngenler, elektrikle ya da pille çalışan arabalar, siren çalan ambulanslar, trenler ve uçaklar, bizim çocukluğumuzda hayallerimizi bile süslemezdi. Park ve oyuncak gibi şeyler, Türkiye’nin bugünkü köylerinde de hemen hemen yoktur. Onun için kendi oyuncaklarımızı bizzat kendimiz hazırlar, bunu yaparken de eğlenirdik. Eğlenmenin en tatlı aşaması da buydu. Çünkü oyuncak gerçekleştikten sonra onu hemen kullanmaya başlardık. Dolayısıyla çok geçmeden elimizde hırpalanırdı; ya da hevesimizi alır, onu bir kenara atardık.

 

Çocuk dünyası işte... Henüz minik birer çocukken bile her birimizin hobileri, merakları farklıydı. Hatta oyuncaklarımız ve oyun tarzlarımız bile değişikti. Ben çok küçükken kibrit kutusunu, geniş bir sini veya tepsi üzerinde kaydırır, onu araba diye kullanırdım. Büyüdükçe araba merakımın yanı sıra oyuncağımı hazırlamadaki becerim de gelişiyordu. Dokuz on yaşlarındayken çok güzel kağni arabası yapardım. Tekerleklerini ponza taşından yontar, şasi kısmını da önceden toplayıp biriktirdiğim ince tahta parçalarından hazırlardım. Dingilinden köşe kazıklarına, Kürtçe «teyri» denen kenar setlerinden boyunduruğuna kadar bütün parçalarını özenle yontup zımparaladıktan sonra onları gerekli biçimde birbirine monte eder, arabaya son şeklini verirdim. 

 

Köydeki arkadaşlarımla toplu halde oynarken eğlencemiz, yazın genelde köyün dış alanlarında koşuşturmaktı. Her birimiz uzun bir sopa bulur, onu bacaklarımızın arasına geçirerek sözde at olarak kullanırdık; ve tabi köyün dışındaki kumsal düzlüğe çıkar orada cirit atardık. Bazı günler, akşama kadar böyle yarışır kan ter içinde kalırdık. Ancak çok acıktığımızda eve döner, bazen de akşama kadar ağzımıza bir lokma ekmek bile almazdık. Sadece çok susadığımızda köyün pınarına gider midemizi su ile doldururduk. Ancak böylesi nadir olurdu. Çünkü öğle yemeğine gelmediğim gün evde cezalandırılacağımı çok iyi bilirdim. Nitekim oyuna dalıp böyle yaptığım her defasında azar işitirdim.

 

Çok ilginçtir, ne evimizde ne de köyümüzün herhangi bir evinde çocuğa dayak atılmazdı. Çocuk çok yaramazlık yaparsa azarlanırdı; ya da sakin davranması için öğütlenirdi. Yöremizdeki bütün köylerde adet hemen hemen böyle idi. Buna karşın, çocukların şehirlerde dövüldüklerini duyardık. İlk dayağı okulda gördüm. «Çünkü dayak atan öğretmek şehirliydi!». O gün için öğretmenin attığı dayak bana anlamlı gelebiliyordu. «Çünkü öğretmen resmi bir kimliğe sahipti. O köyümüzde devleti temsil ediyordu». O günkü bakışım ve yargımla «Devlet çok büyük bir şeydi ve insanları hep cezalandırırdı. Onun için öğretmenimizin de bizlerden birini suçsuz da olsa cezalandırması normaldi, ya da sorgulanmaması gerekirdi». Öğretmenimiz bizi yaramazlık ettiğimiz için değil, çok ilginç nedenlerle döverdi. Bunlardan biri de ödevi yapmamış, ya da başaramamış olmaktı; bir başka neden de mendilsiz ya da uzamış tırnakla okula gelmekti.

 

Her sabah sınıfa girdiğimizde birinci dersten önce öğretmenimiz «mendil, tırnak ve bit muayenesi» yapardı. Tabi mendil bulundurmayan, tırnağı uzun olan ya da başında bit yakalanan öğrenciyi, öğretmenimiz orta yere çıkarır, epeyce döverdi. Bazen attığı tokadın izi, o minik öğrencilerin suratında dakikalarca kalırdı. Ben bunlardan dolayı hiçbir zaman dayak yemedim. Çünkü her zaman okula tertemiz ve muntazam olarak giderdim. Bunda elbette ki annemin çok büyük payı vardı. Aile içi görgü ve eğitimimizin sonuçlarından biriydi bu... Ancak –farkında olsam da olmasam da- tanınmış bir ailenin çocuğu olmanın ayrıcalığından da galiba yararlanıyordum!

 

Okul yaşamımla birlikte oyun ve eğlence konusunda da yeni şeyler öğrendim. Örneğin futbol topuyla ilk kez okulda tanıştım. Henüz yedi yaşındaydım. Hava ile şişirilmiş, kafamdan büyük bu yuvarlak cismi görünce pek fazla şaşırmamıştım, ama neye yaradığını da ilk dakikalarda bilemiyordum. Çok geçmeden öğretmenimiz okulun önündeki geniş alanda onu tekmeleyerek oraya buraya yuvarlamaya başlayınca işin sırrını öğrenmiş oldum. Kısa zamanda köyde bir dedikodu yayıldı. Yüzyıllar önce, «Hz. Hüseyn’in kesilen kafasıyla aynen bu şekilde oynanmış; onun için Top oynamak haramdı». Bu konunun defalarca babama sorulduğunu da hatırlıyorum. Her keresinde babam, bu soruyu yöneltenlere şöyle bir tuhaf tuhaf bakar, susardı. Meselenin iç yüzünü az çok sezinliyor, kendimce yorumlar yapıyordum. O yaşlarda «mitoloji» kavramının ne anlama geldiğini tabiatıyla bilmiyordum. Ama «hurafe» kelimesini sık sık duyardım. İşte bu sözcükle o dedikodular arasında bir ilişkinin bulunduğunu sanki duyumsar gibiydim. Fakat babam, herhalde bundan başka şeyler de düşünüyordu. Çünkü o, bu dedikoduların, çarpıtılmış gerçeklerden başka bir şey olmadığını bilmekle birlikte, futbolla spor arasında kurulan ilişkinin de koca bir yalan olduğunun farkındaydı. Ama o günlerde ve o günkü ortamda selameti susmakta buluyordu! Ben ise çok sonraları bu oyunun ta eski Mısırlılara kadar dayandığını, Helenistik dönemde ve Romalılar zamanında da oynandığını öğrendim.  Ayrıca Britanya adalarına saldıran Danimarka güçlerinin komutanı 1046’da İngilizler tarafından ele geçirilip öldürülünce kafasını kesip onunla top gibi oynamışlardı.

 

İçtenlikle söyleyeyim ki –bu dedikoduların etkisiyle asla değil-, futbol topunu ve futbol maçlarını yaşamım boyunca hiç sevmedim. Oynamasını da hiçbir zaman beceremedim. Hiçbir takımı da tutmadım. Öğretmenimizin bu konuda benimle epeyce ilgilendiğini çok iyi hatırlıyorum. Ders aralarında gider hemen topu alır, okulumuzun önündeki alanda bizi alıştırmaya çalışırdı. Bu arada bana sık sık pas verirdi. Fakat ben isabetli bir şut çekemezdim. Her vuruşumda top, istemediğim, hatta tahmin edemediğim bir doğrultuda yuvarlanır giderdi. Tıpkı milyonlarca zavallının, günümüzde o içi hava dolu yuvarlak cismin peşinden yuvarlanıp gittikleri gibi...

 

Okul yaşamıyla birlikte tanık olduğum ilginç yeniliklerden biri de bisikletti. Bu aracı köyümüze ilk kez yine öğretmenimiz getirdi. Onu ilk gördüğümde ilgimi çekmişti. Köylülerimiz buna da hemen bir kulp buldular; ona «şeytanok» yani (Kürtçe) şeytancık adını verdiler. Sanırım yakıtsız, sessiz ve üstelik sadece iki tekerlek üzerinde yuvarlanıp gittiği için onu küçük bir şeytana benzetmişlerdi. Evimizdeki hizmetçi kızlardan biri öğretmenimizin bisikletinden söz açıp ona «şeytanok» dedikçe gülüşürdük. Tabi çok sonraları öğrenecektim ki Namık kemal, Ziya Paşa ve hatta Sultan Abdülhamit bile bisiklete binememişlerdi!

    

 

Çocukluk yıllarımda Çevremiz ve Hayat

 

İlginç bir sosyolojik çevre içinde yetiştim. Biraz önce de söylediğim gibi biz bir şeyh ailesiydik. Benden yukarıya doğru dördüncü kuşağa kadar aile büyüklerimiz hep Nakşibendî şeyhi olarak ün yapmışlardı. Babam da bu tarikatın bir şeyhi idi. Ayrıca şerif sıfatını taşıyorduk. Bu statü, geleneksel İslâmcılık anlayışında kalıplaşmış bir soyluluk simgesidir. Seyit ya da şerif unvanını taşıyan aileler, genelde kendilerini bir üst sosyal sınıf olarak görmüşlerdir. Ben de (İslâm’ın doğrularını keşfetmeden önce) böyle bir sınıfa mensup olduğuma inandığımı söyleyebilirim. Ama benim bu inancım, -gerçek İslâm’ın ışığında aydınlanmaya başladığım yirmi yaşından sonra- tamamen değişti. Fakat bendeki geleneksel düşünce yapısı, zamanla yerini bilimsel düşünceye terk ettikçe başım derde girdi; sık sık ağır tepkilerle karşılaştım ve büyük tehlikeler atlattım! İlerde anlatacağım gibi, bu yüzden yazılarımı ve kitap çalışmalarımı hangi yayınevine teklif ettiysem hep ret cevabı aydım. Şu var ki, böylece epeyi deneyimler kazanmış oldum ve çok şey öğrendim. Bu suretle, içinde yaşadığım toplumu, bizzat gözlemlerimle keşfetme olanağını bulmuş oldum.

 

Bölgemizde (köylerde) yaşayan halkın hemen tamamı Kürtlerden oluşurdu. Şehirlerde ise Türklerden bir azınlık vardı. Bunların bir kısmı şehirlerin eski yerli halkı idiler; bir kısmı da memur olarak batıdan atamayla gelmiş olanlardı. Kürtler, tabiatıyla kendi dillerini kullanıyorlardı. Onun için (çok az sayıdaki Türk ve Çerkez köyleri hariç) bölgenin tümünde yaygın olarak konuşulan dil Kürtçe idi. Şimdi de öyledir. Fakat benim çocukluğumda bölgemizin halkı arasında dil farklarının çağrışımıyla ırk ayırımı hiç yoktu. Hele Kürtler, şehirli Türkleri Müslüman olarak tamamen kendilerinden sayıyorlardı. Şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum ki Kürtlere göre o zaman en büyük ortak payda İslâm’dı. Kürtler arasında «Milli Kürt kimliği» özlemi ya da arayışı gibi hiçbir duygu da yoktu. Bu, sonradan (belli güçler tarafından 1965’ten sonra) körüklendi. Fakat bölgemizdeki Kürtler, -Şâfiî Mezhebine mensup oldukları için-, İslâm’dan sonra ikinci ortak kimlik temelinde Türklerle «Sünnî» olarak birleşiyor olmalarına rağmen (pislik kavramına ilişkin) inanışlar yüzündün Hanefî Türklere hep mesafeli bakıyorlardı. Sebebi de kısaca şuydu: Bilindiği üzere, Şâfiî mezhebinde köpek de aynen domuz gibi (etiyle, kemiğiyle, kanıyla, salyasıyla, hülâsa her şeyiyle) necistir. Hem de «necâset-i galîza»’dandır. Yani ağır pisliklerdendir. Günümüzün okumuş müslümansıları bu terimlere oldukça yabancıdırlar! Eskiden köy medreselerinde küçüklere okutulan (Taqrîb) gibi ilmihallerde öğrencilerin en çok dikkatini çeken konuların başında bu (necâset meselesi) gelirdi. Onun için bu bölgede hâlâ köpek eve sokulmaz, ona çıplak elle dokunulmaz. Islak olarak değdiği veya kanı, sidiği ve salyası gibi vücuduna ait sıvıların bulaştığı kap kacak, giysi ve ev eşyasının da yedi kez yıkanması gerekir. Şâfiî Kürtler bu konuda o kadar çok titiz idiler ki köy mollalarından sık sık istedikleri dini açıklamaların başında -köpeğin değdiği yerin nasıl temizleneceğine ilişkin- sorular gelirdi. Elbette ki Şâfiî Kürtler de köpek beslerler. Köylerde hemen her ailenin bir köpeği vardır. Daha çok güvenlik için besledikleri bu hayvanın gıdasına da önem verirler; ona iyi bakarlar. Ancak yukarıda belirtildiği gibi onu ellemekten, onunla oynaşmaktan sakınırlar. Köpek de bu muameleye alışkındır. Yani, sahibine mesafeli durur. Bu nedenledir ki, uzaktan tuhaf tuhaf bakan kimse için, Türkler arasında eskiden «Şâfiî köpeği gibi bakıyor!» derlerdi. Fakat Türk dili ve kültürü her dönemde çok hızlı bir erozyona uğradığı için bugünkü kuşak eskiye ait birçok deyim ve tabiri unuttuğu gibi bu deyimi de unutmuştur. 

 

Esasen, Hanefî Mezhebi’ne göre de köpek «necistir»; yani İslâm fıkhına göre pistir. Ancak Şâfiîlikte olduğu kadar değil. Onun için Hanefî Türkler, Şâfiîler kadar köpekten sakınmazlar. Üstelik Türklerin büyük çoğunluğu, temizlik konusunda bugün artık İslâm kurallarını değil, Batı kurallarını ölçü almaktadırlar. İşte bu sebepten ötürü Doğuda Kürtler, komşu Türk köylerinden geçerken veya bu köylerde misafir kalırlarken biraz tedirginlik yaşarlardı. Bunun dışında bir anlaşmazlık yoktu. Hatta ileri derecede dostluk kurmuş Türk ve Kürt aileler vardı. Ayrıca eğitim görmüş Türk ve Kürt kökenli şehirliler arasında akrabalık kuranların sayısı da az değildi.      

 

Türkler’in, genelde Kürtlere bakış açısı biraz daha farklıydı. Pek sezilmese bile onlar, kendilerine sanki ülkenin birinci sınıf vatandaşı gibi bakıyorlardı. Fakat buna rağmen sadece bu, psikolojik bir duygudan ibaretti. Çocukluğumda Türk kökenli biri, ideolojik bir düşünce ile Kürt kökenli birine baskı yapmayı aklının ucundan bile geçirmezdi. Ayrıca Doğudaki şehirli Hanefî Türkler, Batıdaki Hanefî Türkler gibi Şâfiîlikten dolayı Kürtleri dışlamazlardı. Doğuda yaşayan Hem Kürtler hem de Türkler, Şâfiî ve Hanefî mezheplerinin birer Sünnî İslâm mezhebi olduğunu, isteyenin istediği mezhebi kabul edebileceğini, tarihten gelen bir alışkanlıkla kabullenmişlerdi. Bu anlayışı sürdürüyorlardı. Batıda halk, din ve hele İslâm konusunda çok daha bilgisizdir. Onun için batıya göç eden Şâfiî Kürtlere İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa gibi şehirlerde Hanefî Türkler hep Alevî gözüyle bakmış, onları dışlamış, bazen de aşağılamışlardır. Oysa her iki mezhep de Klasik Arap Sünnîliğinin yozlaştırılmış mahalli birer biçimidir. Her iki mezhep de bugünkü yozlaşmış yapılarıyla ve mistik anlayışlarıyla –aynen Alevîlik gibi- İslâm’dan çok uzaklaşmışlardır!

 

Çevremizin halkını oluşturan Sünnî Kürtlerin hemen tamamı aynen Türkler gibi tarikatçı idiler. Bölgenin Nakşibendî şeyhleri yüz elli yıldan beri buradaki halkın arasında Nakşibendîliğin yoğun propagandasını yaparak onları öbek öbek cemaatler halinde kendilerine bağlamışlardı. Kürtlerin bu tarikata ve şeyhlerine bağlılığı halâ sürmektedir. Son yıllarda meydana gelen ideolojik çatışmalar ve çeşitli gelişmeler bu eğilimin gerilemesine büyük ölçüde neden olmuşsa da bazı şeyhler, mevkilerini henüz korumaktadırlar. Şu var ki tarikata ve şeyhlere bağlılık oranı Kürt gençleri arısında şimdi çok düşüktür. Vaktiyle Nakşibendîliğin, sürekli kuluçkaya yattığı Bitlis’in Çukur Yöresi şeyhlerinin çocukları bile son zamanlarda bu tarikattan soğudular ve karşısında tavır bile aldılar; hatta bu etkiyle İslâm’dan bile koptular. Sözde Norşinli Molla Hamid ile Vartinisli Molla Bakır’ın bu gençleri yoldan çıkardığı yolundaki iddialar tutarsızdır. Gerçekte bu çocuklar, Türk okullarında gördükleri «modern» eğitimin etkisiyle az çok uyandılar; gerek Nakşibendî şeyhlerinin yüzelli yıldır Doğu’da kurdukları site aile tipinin, gerekse Nakşibendî Tarikatı’nın İslâmî disiplinlere ne kadar aykırı olduğunu gördüler. Bir yandan da atalarının, yönettiği medreselerde okutulan yığınlarca İslâm’a ait kaynaklara rağmen bu tarikatın girdabına nasıl düştüklerine bir anlam veremedikleri için de İslâm’dan koptular. Bu konudaki inanış ve alışkanlıklarından vazgeçemeyenler genelde yaşlı kuşaktır.

 

Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği 1945-1965 yılları arasında Kürtler aşiret anlayışına bağlı olarak yaşıyorlardı. Gerçi bu anlayış, günümüzde de pek fazla değişmiş değildir. Ancak o günlerde her Kürt aşireti kendi şeyhine, kendi tarikatına ve kendi ağasına sıkı sıkıya bağlı idi. Bu üç şey, Kürt bölgesinde egemen olan aşiret sisteminin dinamikleridir ve bölgenin çok yönlü sorunlarının temel nedenleridir. Dolayısıyla bu üç büyük sorun çözümlenmedikçe bölge halkının İslâmlaşması, kalkınması ve uygarlaşması imkânsızdır denebilir.

 

Doğuda, -adları uzun listelere zor sığabilecek kadar- birçok irili ufaklı Kürt Aşireti yaşamaktadır. Her aşiretin belli bir adı ve ona liderlik eden güçlü bir aile vardır. Bazı büyük aşiretlerin birkaç kolu bile bulunmaktadır. Bunlar, sayıca birbirinden farklıdırlar. Kimisi çok kalabalıktır. Üç köyün halkından oluşan küçük aşiretler yanında yetmiş seksen köyün halkından oluşan büyük aşiretler de vardır. Türkiye, Suriye, Irak ve İran’da yaşayan Kürtlerin hepsi de bu sosyal düzene göre yaşamaktadırlar. Her aşiret kendi ağasına ve kendi şeyhine çok sıkı bağlı olduğu için hiç kimse bağımsız hareket edemez. Bu da aşiretlerin, çıkara ve zamanın koşullarına bağlı olarak birbirine mesafeli kalmalarına neden olmuştur. Birkaç aşiret aynı şeyhe bağlanmalarına rağmen, bu mesafe yine de daralmamaktadır. Kürtlerin henüz bir millet kimliğini kazanamamış olmasının temel nedeni işte budur.

 

Biz de çevrede tanınmış birkaç şeyh ailesi gibi birçok aşiretin bağlandığı dinsel bir odak niteliğini taşıyorduk. Fakat etrafımızdaki kalabalığın ve bize gösterilen olağanüstü saygı dolayısıyla toplumdaki ayrıcalığımızın anlamını ben çocukluğumun ilk yıllarında hiç bilmiyordum. Tabiatıyla bilmediğim ve kavrayamadığım daha birçok şey vardı. Çünkü ben küçüktüm, dünya ise gözümde oldukça büyüktü. Gerçi dağların ötesinde başka köylerin ve kentlerin bulunduğunu o günlerde de biliyordum (!) ama daracık ufkumu çevreleyen tepeler yine de bana göre çok büyük ve çok heybetli idiler. Onun için bu tepelerin çevrelediği küçük dünyam bana göre daha sıcak, daha güzel ve daha muhteşemdi. O kadar ki, kadın hizmetçilerimizin gece yatmadan önce bana ve kardeşlerime anlattıkları masalların hepsi de bu tepelerin berisinde yaşanmıştı. O tepeleri hâlâ seviyorum.

 

Benim o günlerdeki dünyamın en güzel köşesi hiç kuşkusuz Teygut Köyü idi. Yıllar sonra Devlet, bu köye «Taşharman» adını verdi. Bu isim, hiç mi hiç beni ilgilendirmedi. Çünkü O, belleğime ve ruhuma Teygut olarak kazınmıştı ve öyle kalacaktı. Bitlis’in Ahlat ilçesine bağlı olan bu köy, Van Gölü’nün batısında, Nemrut Dağı’nın altında hafif meyilli bir arazide kurulmuş eski bir Ermeni köyüdür. Komşularımız olan köylerin adları da böyle tuhaf ve anlaşılmazdı; Soğurt, Purhus, Tapavang, Fiştong, Karmuç vb...

 

Ben burada doğmadım. Muş’un Til Bucağı’na bağlı Hars Köyü’nde dünyaya geldikten kısa bir süre sonra ailem bu köye taşındığı için hemen hemen bütün çocukluk günlerim Teygut’ta geçti. Pek fazla ağacı ve yeşili olmamasına rağmen, uzun ve güneşli bahar günleri vardı bu köyün... Mart ayının sonundan itibaren güneş âdeta cilve yapar gibi bize göz kırpmaya başlardı. Eskiçağ mağara evlerini andıran kubbeli karanlık yuvalarından köylüler, uzun bir kış uykusundan sonra baharın ilk pırıltılı ılık günleriyle birlikte kendilerini dışarı atar, duvarların dibinde güneşlenirlerdi. Henüz sürü oluşturulmadığı için, mevsimin ilk günlerinde her aile, kuzularının peşine bir iki çocuğunu katar onları çayıra otlatmaya çıkarırdı. Ben de onlara katılırdım. Papatya ve menekşe toplar, çimenler üzerinde zıplayan kuzuları neşe içinde seyrederdim. Bazen onları taklit eder, ben de zıplardım.

 

Yaşam bana aşk aşısını işte o günlerde yapmıştı. İnsanları, tüm canlıları ve doğayı dolu dolu sevdim o günlerde... Beni kuşattı, iliklerime kadar işledi sevgi... Bu köyün çayırlarında, yonca tarlalarında, Ares Yaylası’na tırmanan patikalarında gerçek sevgiyi soludum. Nemrut’un yüreğinden kaynayan o billur suları, Menevşe Deresi’nde küçük avuçlarımla alıp kana kana içerken benim minik yüreğim kıpır kıpırdı o günlerde...  

 

Teygut’un bütün küçükleri de benim gibiydiler. Onlar da sevginin çocuklarıydı. Onlar da doğayı benim gibi ve en az benim kadar seviyorlardı. Ama benim duygularım daha başkaydı. Çünkü onları kurbağa, kaplumbağa ve kertenkele öldürmekten zaman zaman ben engellemeye çalışır, onları caydırırdım. Sonra da minik avuçlarının içindeki taşları âdeta söker gibi alır, onlara öğütler yağdırırdım. Tıpkı babamın, onların babalarına öğüt yağdırdığı gibi. Çünkü hepimiz babalarımızı ve annelerimizi taklit ediyorduk. Evet duygularım, o küçük yaşıma rağmen bambaşkaydı. Papatyaları, menekşeleri devşirirken bile inciniyordum. Onlar da uzun uzun yaşamalıydılar. Kuzular hep kuzu kalmalı, bahar hiç bitmemeliydi. Ne var ki duygularımın bu kadarı da doğaya aykırıydı. Yaşamı sevmek, hayata aşık olmak böyle olamazdı elbette...  «Kış kışlığını, yaz da yazlığını yapmalıydı.» Yaşamı sevmek için aynı zamanda yaşamın gerçekleriyle barışık olmak gerekirdi. İçinde yetiştiğim ailenin verdiği eğitim de bunu öngörüyordu. 

 

Evet köyde oturuyorduk, ama aynı zamanda şehirliydik. Ayrıca ailemiz birçok bakımdan farklıydı. Bölgedeki birkaç önemli aileden biri de bizdik. Büyüdükçe bunu daha iyi fark ediyor evde bana verilen öğütlere, dışarıda uymaya son derece dikkat ediyordum. Onun için çocukluğumu yaşarken bile ağır başlı olmam gerektiğini hemen her davranışımda hatırlamak zorundaydım.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarından beri «Doğu Anadolu» diye bir isim takılmış olan bölgemizin genel coğrafi özellikleri  bugünün okullarında okutulmaktadır. Onun için bu sıradan bilgileri burada yinelemenin bir anlamı yoktur. Ancak bölgenin sosyolojik özellikleri ve bu özelliklerin, çevredeki yaşamı nasıl etkilediği çok önemlidir. Tabiatıyla resmi coğrafya kitaplarında bu konuda bir bilgiye rastlamak hemen hemen mümkün değildir. Bölgede hangi tür bitki ve hayvanların yaşadığını, hangi dağların yer aldığını okul kitaplarında bulabilirsiniz. Fakat bu bölgede hangi aşiretlerin yaşadığını, hangi dillerin konuşulduğunu, hangi tarikatların yaygın olduğunu, ne tür geleneklerin, ne çeşit düşüncelerin ve inanışların egemen olduğunu okul kitaplarında elbette ki bulamazsınız. Çünkü bu gerçekleri açık seçik söylemek resmi ideoloji ile bağdaşmaz. Bu ideolojiye sahiplenen statükocu egemen azınlığın görünürde çok doğru ve mantıklı bir gerekçesi de var bu konuda: «Ayırımcılık ve bölücülük, toplum arasında din, mezhep ve düşünce farkı gözeterek fitneye yol açmak suçtur». Bunda hiç kuşku yok elbette... Toplumu oluşturan Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkez ve Boşnak gibi etnik topluluklar arasında ayırımcılık yapmak, onları birbirine karşı kışkırtmak şöyle dursun; bu toplulukların ayrı birer millet olduğunu söylemek bile suçtur ve topluma verilebilecek en büyük zarar ancak böyle bir ayırımcılıktan doğabilir. Fakat gelin görün ki bu ayırımcığı yapanlar, daima statükocuların bizzat kendileri olmuştur! Bu toplulukların adları, her birine ait dili, gelenek ve inanışları hakkında bilgi vermekle onlar arasında ayırımcılık yapmak son derece farklı şeylerdir. En büyük ayırımcılık ve en tehlikeli bölücülük, bu topluluklardan birinin varlığını inkâr etmektir. Çünkü bu tutum, yok sayılan topluluğu derhal kışkırtacak ve onu siyaset sahnesine başka bir ideoloji ile çıkaracaktır. Bu ise ırkçılığın ve fitnenin kaynağıdır.    

 

Gerçekler ne kadar yok sayılsa da onlar yine vardır. İnsanlar, gerçekleri okullarda öğrenemezseler bile mutlaka başka yerlerde çeşitli yollarla günün birinde onları öğrenirler. Fakat o zaman da bu gerçekleri vaktiyle gizlemiş olanlara karşı güvenleri sarsılır. Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, «Gerçekler ebediyen gizlenemez!»

 

Hiç kuşku yok ki coğrafi özelliklerin ve iklim koşullarının da sosyal yapı üzerinde çok yönlü etkileri olur. Hatta bu etkiler o kadar geniştir ki insan psikolojisini bile yönlendirir. Yaşamına, baştan ayağa farklı bir görüntü kazandırır. Bu noktanın, özellikle bölgemize ilişkin olarak ne anlam taşıdığını öğrenebilmek için yontulmuş, görmüş geçirmiş kimselerden birçok şey dinlemek gerekir.

 

İşte  o kimselerden biri de benim! Çünkü o bölgenin öz be öz çocuğu olarak doğdum; ninnisiyle büyüdüm. O bölgenin, benim yaşımdaki küçük Haso’ları ve Memo’larıyla, Ayşo’ları ve Fato’larıyla oynayarak yetiştim. Soğuk pınarlarından kana kana içtim. Mis gibi ekmeğinden doya doya yedim. Tozlu, kıvrımlı yollarında yıllarca yürüdüm. Okullarında, medreselerinde okudum. Düğünlerine, yaslarına katıldım. Acılarını, sevinçlerini paylaştım. Oyunlarını ve kavgalarını seyrettim. En önemlisi; güzelliklerini güzel, çirkinliklerini ise çirkin gördüm. Bunları hiçbir zaman birbirine karıştırmadım. Onun için de güzel şeylere karşı bazı kusurlar yüzünden gözlerimi kapayamadım. Bu melekeye sahip olmayı aileme, anneme ve babama borçluyum. Onları rahmetle anıyorum.

 

Bölgemizin jeososyal yapısı üzerine konuşmaya gelince bu iş, hiç kuşku yok ki  bu çevrede yetişmiş, dürüst ve yetkin sosyologların işidir. Ben ise ne sosyoloğum, ne de bu satırlarda akademik bir dil kullanmayı yeğledim. Ben sadece aşkım olan yaşamı anlatmaya çalışırken doğup çocukluk günlerimi geçirdiğim yerlere ait özlemimi ve anılarımı dile getirmek istedim. Hepsi o kadar. Ama yine de sizi heyecanlandıracak, size nostaljik ve romantik anlar  yaşatacak çok şeyleri benden dinleyebilirsiniz.

 

Örneğin siz hiç sekiz ay boyunca bir metreden fazla kar altında kalan bir bölgede yıllarca yaşadınız mı?  Burası elbette ki Sibirya gibi bir yer değil, sıcak yazları da var; fakat böyle ilginç bir iklime sahip coğrafyada insanlar ne yer, ne içer, ne iş görür, nasıl geçinir; beyaz pudra gibi kar tozu içinde, bazen de kristalize olmuş buzlu kar üzerinde nasıl yürür, fırtınada, tipide ne yapar, ne yakar, nasıl ısınır, nerede nasıl yıkanır, ölülerini nasıl gömerler?... Bunları hiç düşündünüz mü? Sekiz ayın hemen hemen tamamını sıfırın altında en az 20 derecede geçiren bu insanlar, yaşamlarını nasıl sürdürürler; nasıl sürdürebilirler? Türkiye’nin ılıman bölgelerinde yaşayanlar, hele tuzu kuru olanlar buraları beş on yıl öncesine kadar hemen hiç bilmez, öğrenmek bile istemezlerdi. Bu adamların, Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu hakkındaki kanaatleri; coğrafya kitapları, Meteoroloji Dairesinin verdiği hava tahmin raporları, PKK hakkındaki haberler ve bu bölgeye sürülmüş memurların verdiği bilgilerle sınırlı idi.

 

Çocukluğum Ahlat yakınlarında geçti. Ne zaman kurulduğu bilinmeyen bu tarihi kent, Van Gölü’nun kuzeybatı kıyısı üzerinde bulunmaktadır. İlk önce Ashâb tarafından fethedilerek Bizanslılardan alınan ve Türklerden önce Abbâsî İslâm İmparatorluğu’nun sınırları içinde asırlarca kalan bu şehir, tarih boyunca epeyce el değiştirmiş, birçok devletin toprakları arasında yer almıştır. İlginç kümbetleri, kalesi ve devasa genişlikteki eski mezarlıklarıyla, ilk kez ziyaret edenler üzerinde derin etkiler uyandırır, insanı âdeta büyüler. Bol meyvesiyle, özellikle kayısı bahçeleriyle ünlüdür. Halkı ise uysal ve görgülüdür. İlçenin ve merkeze bağlı birkaç köyün halkı Türk kökenlidirler. Türkler, Selçuklular döneminden beri buranın yerleşikleridirler. İlçeye bağlı Hulük Köyünün halkı Çerkez, Haskündürük, ve fiştong gibi birkaç köyün halkı Türk, öbür köylerde ise Kürtler oturur.  

 

Çocukluk dönemimi, işte bu ilçeye bağlı bir köyde yaşadım. Teygut köyü... Bu köye yaklaşık yirmi kilometre uzaklıkta bulunan Van Gölü’nü, özellikle yaz sabahları güneşin doğuşu sırasında seyretmenin hazzına doyamazdım. Biraz önce söylemiştim. Burası, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce 500 Ermeni ailenin yaşadığı kalabalık bir köymüş. Babam anlatırdı; o zamanlar bir keresinde yolu buraya uğramış ve köyün papazına konuk olmuş. Ne ilginç, değil mi? Babam o günlerde, bu köye 32 yıl sonra gelip yerleşeceğini aklının ucundan bile geçirmemiştir sanırım...

 

Köyün hemen her yanında Ermenilere ait belirtiler vardı. Örneğin ilçemiz Ahlat’a gidenler, köyün çıkışında bir kilisenin yanından geçerlerdi. Bu kilise vaktiyle boştu. Bir ara ağıl olarak kullanılıyordu. Sonraları buraya bir aile yerleşti ya da yerleştirildi. Bu kilisenin şimdilerde ayakta olup olmadığını bilmiyorum. Ama köyümüzün dışında üç km. kadar uzakta Nemrut yönüne düşen bir yamaçta, görkemli bir kilise daha vardı ki burası Tekya (Tekke) Kilisesi adıyla ünlüydü. Duvarları, çeşitli renklerde kesme taştan örülerek inşa edilmiş olan bu kilise, çevremizde heybetli bir yapı olarak dururdu.

 

Bir zaman sonra köyde kesme taştan evler yapmaya başlanınca her isteyen bu kilisenin taşlarını sökerek onları, inşa ettiği evin duvarlarında kullandı. Ermenilerden kalma mezarlığın taşları da aynı amaçla kullanıldı.

 

Bunu ben elbette ki bir işgüzarlık niyetiyle anlatmak istemiyorum. Öküzün altında buzağı arayanlar bu tür anlatımlardan hemen nem kapar, olumsuz bir şey çıkarmaya çalışırlar. Ben sadece bölgenin o günlere ait bir çeşit fotoğraflarını canlandırmak istiyorum. Bu ilgiyle ifade etmeliyim ki yüzyıllar boyunca Haçlılar tarafından işgal edilmiş İslâm vatanında da belki yüzlerce, belki de binlerce cami, mescit, han, hamam, imaret ve saraylar, vahşice yerle bir edilmiş, bu suretle acılı ve yaslı tarihin yaşlı sinesinde derin yaralar açılmıştır. Fakat Tekya Kilisesi’nin taşlarını sökenler elbette ki Haçlılardan intikam almak için bunu yapmıyorlardı. Çünkü köyümüzde Haçlı savaşları hakkında en ufak bilgiye sahip bir kimse bile yoktu. Dolayısıyla ben, gördüğüm her olumsuzluğu, sadece aşığı olduğum yaşamın pırıl pırıl çehresi üzerinde iz bırakmış bir tırmalama olayı şeklinde algılarım. Tıpkı bu kilisenin yıkımını da aynı duygularla algıladığım gibi... Ve onu öyle de aktarırım. Bu ise benim hakkımdır.

 

Kesme taştan yapılmış ilk konutlardan biri de bizim evimizdi. Ama evimiz bu kilisenin taşlarından yapılmamıştı. İyi ki de öyle olmuştu. Yoksa o kilisenin âdeta katledildiğini, ben bugün yazamazdım.

 

Ailemizin saygınlığını sembolize eden bu evimiz birkaç gözden ibaretti ve köydeki evlerden daha büyükçe idi. Onun için köyümüzdeki evler arasında o bir köşk görünümünde idi. Geniş odalarından birini, -babamın ziyaretçilerini kabul ettiği- salon (dîvân) olarak kullanıyorduk. Evimizde, köydeki bütün konutlardan farklı olarak tuvalet ve banyo vardı. Ayrıca bitişikte, babamın atlarına mahsus bir ahırımız ve tandırevimiz vardı. Tandırevi dediğim bu yer kubbeli, tam ortasında bir tandır, yan duvarlardan birinde de şömine bulunan mutfağımızdı. Şömineye ocak derdik.

 

Çocukluğumun ilk yıllarında, köydeki evler bizimkinden çok farklıydı ve epeyce ilkeldi. Bunlar ilk Çağ mağara evlerini andırıyorlardı. Savaştan hemen sonra Bitlis eşrafından Geboloğlu İsa Bey, ile Memduh Bey adında iki kardeş tarafından sahiplenilen bu köye, Mutki civarından getirilip yerleştirilen yüz kadar aile, ilk zamanlarda düzenli projelendirme ve parselleme anlayışına henüz sahip bulunmadıkları için evlerini rasgele yerlere kurmuşlardı. Üstelik insanın rahat ve sağlıklı bir yaşam sürdürebileceği biçimden de yoksun olarak bu evleri inşa etmişlerdi. Şimdi, iç ve dış görüntüsü ile yapılış şeklini açıklamaya çalışacağım bu evleri siz zihinlerinizde canlandırırken, eminim ki çok şaşıracaksınız.

 

Ev demeye insanın gerçekten zorlandığı bu yapıların kuruluş şekli şöyle idi:

 

Önce evin yapılacağı yaklaşık 300 metrekarelik bir alan üzerinde, tam daire şeklinde bir buçuk metre yükseklikte moloz taşlardan bir duvar örülürdü. Bu duvar için, her şeyden önce bir temel bile kazınmazdı. Sadece samanla karışık, balçıktan bir harçla moloz taşlar rasgele üst üste yığılarak çok özensiz bir şekilde örülürdü. Duvar tamamlandıktan sonra ikişer metre uzunluğunda ve otuzar cm. çapında keresteler getirilerek, bunlardan birkaçının uçları kavisli duvarın üzerine konur, fırdolayı bir sıra dizilirdi. Bunların da üzerine çapraz gelecek biçimde ikinci sıra, ondan sonra  aynı yol izlenerek üçüncü sıra dizilir ve gittikçe tepeye doğru bir tümsek biçimini alan çatı oluşturulurdu. Bu kerestelerden meydana gelen damın iskeleti arasındaki boşluklar da ince meşe sırıkları ile örtülürdü. Onların da üzerine saz kamışından bir tabaka, onun da üstüne ot ve en üste de yirmi otuz santimetre kalınlığında toprak serilerek sıkıştırılırdı. Böylece evin çatısı tam yuvarlak bir kubbe şeklini alırdı.

 

Evin ışıklandırılması ve ısıtılması da çok ilginçti. Işıklandırma için, çatı yapılırken tam kubbenin tepesinde elli cm. çapında yuvarlak bir delik bırakılırdı. İşte evin içi ancak bu delikten sızan ışıkla aydınlanabilirdi. Kışın, bu delikten evin içine kar ve yağmur düşmemesi için uzun bir sırığın ucuna padişah kavuğu gibi yeşil ottan örülmüş bir sarık takılır, bu delikten evin içine sarkıtılırdı. Eğer yağış yoksa sabahleyin içeriden bu sırığın ucu dışarıya doğru itilir, böylece ev aydınlatılırdı. Ama bu hiç de yeterli değildi. Ev halkı –özellikle kapalı havalarda- birbirini zor seçerlerdi.

 

Geceleri, petrol gazı ile yanan, basit tenekeden yapılmış, koni biçiminde fitilli bir idare lambası ile evin içi aydınlatılırdı. Bu araç, sadece ortalığı biraz görmeye yarayabiliyordu. İnsanlar evin içinde âdeta birer gölge gibi idiler. Evin ortasında tandır vardı. Bugün şehir çocukları, özellikle de büyük kentlerde doğup büyüyenlerin çoğu, bu tandır denen şeyin ne olduğunu, sanırım bilmezler. Doğuda hemen bütün köylerde –on beş, yirmi yıl öncesine kadar- evleri ısıtma aracı işte bu tandırdı. Kil balçığından bir buçuk metre yükseklikte, bir metre çapında on cm. kalınlıkta fıçı biçiminde bir künk yapılırdı. Tabi bu künk, yazın uygun bir yerde hazırlanır ve uzun süre güneşte kuruduktan sonra –yukarıda anlatılan- kubbeli evin tam ortasına kazılmış çukura yerleştirilirdi. Etrafı da toprakla doldurulup sıkıştırılırdı. Ayrıca dipteki kenarlardan –tutuşmayı mümkün kılmak için- bir hava deliği bırakılır; bu delik, uzun bir kanalla evin bir yerine açılırdı.

 

Hemen her gün, evin ekmeği ve bir kısım yemeği işte bu tandırda pişirilirdi. İlk tutuşturma sırasında yarım saat kadar tandırdan yükselen dumanlar evin içini kaplar, daha sonra tepedeki delikten tamamen dışarı çıkardı. Bunun sonucu olarak, köyün, bütün bu tip evlerinin tavanlarında örümcek ağına benzeyen siyah pasaklı saçaklar sarkardı. Bazen bunlar birbirine yapışarak yama ve çaput parçaları gibi şekiller alırlardı. Tandırda ateş yakıldığı sıralarda bu saçaklar, kirli, siyah kubbeli tavanın orasında burasında sallanıp dururlardı.

 

Evleri, hele o geniş kubbeli köy evlerini kışın ısıtmak oldukça zordu. 1950’ye kadar, köyde bizim evden başka bir yerde soba bulunmazmış. Tabi ben bu tarihlerden öncesini hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla ilk yıllarda sadece bizim evde, (aynı zamanda köyün muhtarı da olan) Ağa’nın evinde, Camide ve okulumuzda soba vardı. Öbür evlerde ise insanlar tandırda ve (şömineye benzeyen) ocakta ateş yakarak ısınmaya çalışırlardı. Ama pek de ısınamazlardı. Bu insanların nerede ve nasıl banyo yaptıklarını hâlâ merak ederim.   

 

O yıllarda tabi bizim yörede, ısıtmada kullanılan yakıt türü hakkında, bugün kentlerde yetişen kuşağın belki de hiçbir bilgisi yoktur. O zamanlar ulaşım çok zor olduğu ve teknoloji, yaşamı kolaylaştıracak düzeylerde henüz gelişmediği için taşkömürü kullanımı sadece büyük kentlerde vardı. Köyler için, hele doğunun köyleri için taş kömürü ulaşılmaz bir lükstü. Yöremizin arazisinde orman da yoktu. Cılız otlaklar, genelde kumlu bir toprak ve şuraya buraya serpilmiş çalılardan oluşan bir bitki örtüsü vardı arazinin. Bozkırdan ibaret olan bu arazideki Köyümüzde iki türlü yakıt kullanılırdı: Tezek ve geven. Tezeğin kurutulmuş hayvan gübresi olduğunu belki birçok kimse bilir; fakat geven ne menem şeydir? İşte bunu anlatmak biraz zor. Bu enteresan bitkiye ilişkin bilgileri okullardaki coğrafya kitaplarında bile bulamazsınız. Oysa bu çok yönlü bitki, bağımsız bir kitap konusu olabilecek kadar insanın aklını meşgul edecek cinstendir.

 

Gevenin kalın ve kısa bir sap üzerinde yer alan ortalama 80 cm. çapında daire biçimindeki üst bölümü, yüzlerce minik dalcıktan ve binlerce kısa sert dikenden oluşur. Gövdesi ve dalları siyaha çalan gri renkteki bu bitkinin minik yaprakları, baharın ilk günlerinde yeşil ise de çok geçmeden parlak renklerini yitirerek grileşirler. Yağmurdan sonra, gövdesinin üzerinde yer yer fındık büyüklüğünde saydam bir zamk oluşur.

 

Ben küçükken kitaplarımın sökülmüş formalarını bu zamkla tamir eder, öğretmenimizin verdiği el işi ödevlerinde de yine bu zamktan yararlanırdım. Fakat babam, kitaplarının onarımında yine bitkisel bir madde olan, ancak (Çiriş kökü pudrası denen) başka bir zamk kullanırdı.

 

Köyümüzün ve civar köylerin en önemli enerji kaynaklarından biri de işte bu geven denen bitki idi. Bu bitkinin iki türü var. Kürtler bunlardan birine «Goni», öbürüne de «Kok» derler. Sanırım bu kelime, Türkçe «kök» sözcüğünün yöresel dilde küçük bir değişikliğe uğrayarak telaffuz edilen şeklidir. Nitekim Kürtçe’de epeyce Türkçe kelime ve tabir kalıpları vardır.

 

Geven bitkisi sonbahara doğru iyice olgunlaşır ve kısacık gövdesi odunsu bir sertlik kazanır. İşte bu aylarda köylüler zaten yaz mevsiminin, yoğun işlerle geçen günlerini geride bırakmış olurlardı. Kış hazırlıklarının en son yapılacak işlerinden biri olarak geven sökmeye giderlerdi. Ekim ayında ham araziye çıkar, bir çift öküz koştukları kağni arabalarına tepeleme doldurdukları geven yükleriyle köye dönerlerdi.

 

İkinci yakıt türü ise tezekti. Bu madde iki şekilde elde edilirdi. Birincisi, büyükbaş hayvan gübresiydi. Bu gübre yaz günlerinde ahırdan yaş olarak dışarıya taşınır, bazen samanla karıştırılarak 30-40 cm. çapında 3 cm. kalınlığında yuvarlak tablalar haline getirilir, duvar üstlerinde ve damlarda kurutulurdu. Yeterli miktarda birikince eve yakın, açık bir alanda, yaklaşık üç metre çapındaki dairesel bir tabandan yukarıya doğru daralarak koni biçimini alan sivri bir yığın haline getirilirdi. 6-7 metre kadar yükselen bu tepesi sivri tezek yığınına Kürtçe’de «Kalağ» denirdi.

 

Gübreden yakıt elde etmenin ikinci kaynağı ise koyun ağılları idi. Çünkü köyümüzde çok miktarda hayvan beslenirdi. 113 ailenin yaşadığı köyümüzde, 1950’li yıllarda sanırım onbini küçükbaş, binbeşyüzü de büyükbaş olmak üzere önemli bir hayvan potansiyeli vardı. Onun için özellikle yazın ahırlar, kışın ise kapalı koyun ağılları gübre ve tezek için önemli birer kaynak oluştururlardı. Kışın ağıllarda barındırılan koyunların aylarca bıraktığı ve sıkıştırdığı gübre kalınlığı bahara kadar 25 cm.’yi geçerdi. Karların erimesiyle birlikte koyunlar otlaklara çıkmaya başlayınca kapalı ağılların taş zemini üzerinde oluşmuş ve aynı zamanda prese edilmiş tezeği dışarıya çıkarma işlemi başlardı. Baharın son günlerinde yapılan çalışmalardan biri de bu idi. Önce ağılın içi satranç tablası üzerindeki paftalara benzer şekilde ip gerilerek çizilir, sonra özel bir kürekle bu tezek paftaları çıkarılır, yine özel surette hazırlanmış sedye biçimindeki bir taşıma aracıyla dışarı çıkarılarak kurutulurdu. İşte çocukluğumda biz bu iki tür yakıtla ısınır, yemeklerimizi bunların ateşinde pişirirdik.

          

Köy halkının kullandığı bu doğal kaynakların aynısını aile olarak biz de kullanırdık, kullanmak zorundaydık. Fakat biz daha özenle davranırdık. Örneğin gübrenin itici kokusu ve gevenin olumsuzlukları bizim ev ortamımıza yansımazdı.

 

Hem kültürel farkımızın, hem de ailemizin, sahip bulunduğu sosyal statü gereği, biz daha dikkatli davranmak durumundaydık. Bu farklılığı zaten doğal olarak yaşardık. Ben bazen arkadaşlarımla birlikte elbette ki evlerine de giderdim. Tabi bu ancak davet edildiğimde olurdu. Yaşım küçük olmasına rağmen saygıyla karşılanırdım. İçeriye girdiğimde yaşlılar bile ayağa kalkar, şömineye yakın yerde, seki üzerinde kendileri için yapılmış minderli özel yerlerini bana terk ederlerdi. Konuşmalarımı dikkatle dinler, söylediklerimden ders ve ibret aldıklarını çoğu kez söylerlerdi. Arkadaşlarıma, ödevlerini hazırlamada da yardımcı olurdum. Benim ders ve okulla ilgili araç ve gereçlerim daha çoktu. Onları da bundan yararlandırırdım.

 

Genelde arkadaşlarımla birlikte ziyaret ettiğim ve yaklaşık bir saat kadar misafir olduğum bu kubbeli yarı karanlık köy evlerine, -orada yaşayanlar kadar olmasa bile- biz de alışıktık. Çünkü mevsimlik de olsa bu köyün halkındandık. Onlarla hayatı paylaşıyorduk. Sevinçlerine ve acılarına katılıyorduk. Bize, sırf saygılarını sunmak, hal hatırımızı sormak ve varsa bir ihtiyacımızı karşılamak için onlar da bizi ziyaret eder, hediyelerle gelir, belli kurallar içinde misafirhanemize girip çıkarlardı. Bizimle konuşurken daha disiplinli davranışlar gösterir, özel bir terminoloji kullanırlardı.

 

Örneğin babama, «Kurban! Hal-i Şeyh Çâne?»; yani «Efendi Hazretleri Nasıldırlar?» diye hitap ederek, sırf Ona karşı kullandıkları bu özel ifade şekliyle- hal hatır sorarlardı.

 

Yukarıda sözünü ettiğim bu kubbeli yarı karanlık köy evleri, hiç kuşkusuz eski çağların pek değişmemiş bazı geleneklerinden bir örnekti. Bu evlerin ilginç bir yanı da gece gündüz susmadan içeride öten cırcır böceklerinin çıkardığı seslerdi. Bu evlerde yaşayanlar, özellikle cırcır böceklerinin cızırtılarına ve horozların ötüşlerine o kadar çok alışık idiler ki, dikkatlerini bu seslere çektiğim her defasında bana şaştıklarını, yüzlerindeki ifadeden anlardım.

 

Köyümüz, sözde buğday zenginiydi. Çevrede öyle bilinirdi. Gerçekten de çok bol mahsul alınırdı. Köyün arazisinin önemli bir bölümünü oluşturan geniş karakılçık tarlaları, Ağustos ayının başlarında yumuşak yaz esintileriyle deniz gibi dalgalanırdı. Bu geniş arazilerin o günlerde kara sabanla nasıl sürülebildiğine hâlâ hayret ederim. Toprak ürünleri bakımından zengin olmasına rağmen çocukluğumun geçtiği yıllarda bura halkının refah düzeyi yine de yüksek değildi. Şu var ki israfı ve tüketimi körükleyen nedenler o yıllarda hiç yoktu. Onun için halk yazın buğday, yün, yağ, peynir ve canlı hayvan satarak kazandığı para ile gelecek yaza rahat çıkabiliyordu. Köye kadar gelen satıcılarla yapılan alışverişlerde para kullanılmaz, daha çok takas yapılırdı. Yalnız sebze ve meyve değil, iğne iplik, düğme, sakız, anahtarlık, sabun ve lavanta gibi çeşitli tuhafiye ve temizlik maddeleri bile buğday, yağ ve yün karşılığında satın alınırdı. Para ise ancak şehirdeki büyük alışverişlerde kullanılırdı.   

 

İlçemiz Ahlat’la köyümüzün arası yaklaşık otuz kilometre kadardır. Köyümüzden, hemen her gün Ahlat’a gidenler olurdu. Bunlar genelde eve lazım olan bir ihtiyaç maddesini satın almak, ya da mahkeme, nüfus ve askerlik gibi resmi bir işlem için giderlerdi. Özellikle yolculuğun zorlaştığı kış günlerinde kasabaya gidenlere komşular tarafından ufak tefek bazı ihtiyaçlar da ısmarlanırdı. Çünkü eskiden köyde bir bakkal bile yoktu. Bakkal yerine, halk arasında «çerçi» denen bazı seyyar satıcılar yaz aylarında köye aralıklarla uğrarlardı. Bunlar iki gruptu. Bir kısmı bölgenin verimli yörelerinde oturan ve sebze meyve yetiştirenlerdi. Genelde Hizan taraflarından bizim köyümüze sebze ve meyve satmaya gelirlerdi. Bunların hepsi de Kürt kökenliydi. Ayrıca Bitlis’te oturan Türk asıllı iki yaşlı kadın vardı ki bunlar köyümüze «incik boncuk» cinsinden çeşitli tuhafiye, krem, güzel kokular, baharat ve çocuk oyuncakları gibi çok çeşitli şeyler getirir, köyde bir eve misafir olur ve o evin önünde sergilerini kurarlardı. Bir hafta kadar kaldıktan sonra başka köye giderlerdi. İkisi de kırık dökük bir Kürtçe ile işi idare eder, o günün şartlarında bir yılın harçlığını böyle kısacık bir mevsim içinde çıkarmaya çalışırlardı. Bunların ikisi de fırsat buldukça her defasında bize uğrarlardı. Annem onları sıcak karşılar, aralarında Türkçe konuşurlardı. Fakat Annem bu ikisinden Gürcü Bacı’ya daha çok yakınlık gösterir, İffet Hanım adındaki öbür çerçi kadınla ise daha az ve dikkatli konuşurdu. Sonraları öğrendim ki bu İffet Hanım (İfo Bacı), çevrede «Cumhuriyet Hafiyesi» yani istihbaratçı olarak bilinirmiş. Halk da ondan çekinir, yanında kimse pek fazla laf etmezmiş! Bu gerçek, Türkiye’de «Derin Devlet»’in her dönemde işbaşında olduğunu kanıtlamaktadır.   

 

Bölgemiz halkının yaşam tarzı özellikle iki baskın faktörün etkisi altında şekillenmişti. Bunlardan birincisi, sekiz ay süren uzun ve çetin kış şartlarıydı; ikincisi ise yılda yalnızca Ağustos ve Eylül aylarında ürünlerden elde edilen toplu gelirdi. Halk, bütün bir yıl için –takasla değil, ancak para karşılığında sağlayabileceği- ihtiyaç maddelerini işte bu iki ay içinde satın alırdı. Köylüler, İlimiz Bitlis’e Eylül ve Ekim ayları içinde belli günlerde toplu olarak birkaç kez alışverişe gider, bir yıl için gereksinim duydukları çeşitli ev ihtiyaçlarını satın alırlardı. Bu ihtiyaç maddeleri içinde hemen hemen yiyecek cinsinden bir şey bulunmazdı. Çünkü köylüler yiyeceklerini kendileri üretirlerdi.

 

Sebze ve meyveye gelince; olumsuz iklim koşulları nedeniyle bütün bir kış boyu hemen hemen hiç kimse taze bir meyve ya da sebze tatma olanağını bulamazdı. Sadece güzün, bitişiğimizdeki Purhus köyüne, bizim köylüler gidip oradan bolca lahana satın alırlardı; kağni arabalarıyla getirip evlerinin bir yerine yığarlardı. Uzun süre kalabilecek şekilde onları saklar, arada bir yemeklerde kullanırlardı. Bunun dışında çevremizin halkı, ilk bahar ve son bahar aylarında yabani sebze ve meyvelerden yararlanırdı. Örneğin yöremizin ormanlık kesimlerinde yabani armut bulunurdu. Ayrıca güzün, köyün gençleri aralarında anlaşarak bir gün belirler, birlikte alıç toplamaya çıkarlardı; akşama doğru kırmızı alıç dolu torbalarla köye dönerlerdi. Bu yabani meyvelerden, -tam olgunlaşınca sarı renge boyanan- boncuk gibi bir cins daha vardı. Bitlis’te buna «Dağdağan» derlerdi. Eğlencelik olarak ceplerimize doldurur yerdik. Sanırım «Çitlembik» dedikleri şey bu olmalıdır. Bahar mevsiminde de aynı şekilde yaylaya ıçkın devşirmeye çıkar, sırtlarında ıçkın balyalarıyla dönerlerdi. Bitlis’in etrafındaki bütün yaylalarda ıçkın yetişir. Onun için köylüler nisan ve mayıs aylarında yaylalardan devşirdikleri ıçkınları götürüp şehirde satar, küçük bir harçlık çıkarırlardı.

 

Bölgemizin ormanlık kesimlerinde çok ilginç bir tabiat olayını hemen her yaz yaşardık. Bunu, yaşamayanlara inandıramam diye özellikle İstanbul’a taşındıktan sonra –hiçbir münasebetle- şimdiye kadar kimseye anlatmış değilim. Ama şimdi anlatacağım. İnanmayanlar olursa Doğu halkından bunu bizzat yaşayan milyonlarca insana sorarak olayı diledikleri gibi değerlendirebilirler. Olay şudur:

 

Özellikle yaz mevsiminin sonlarına doğru bir sabah uyandığımızda meşe ağaçlarının yaprakları üzerinde bol miktarda, bal tadını veren, billur gibi renksiz, yoğun, şeffaf ve yapışkan damlalar görürdük. Evet bu madde aynen bal gibi tatlıydı. Hoş da bir kokusu ve lezzeti vardı. Buna Kürtçe «Gezo», Türkçe ise «Kudret helvası» diye bir isim verirlerdi. Bölge halkı, bu maddenin «Allah tarafından gece yağdırıldığını» ileri sürerdi. Köylüler hemen ormana üşüşür, «Gezo» damlalarıyla yüklü, bol yapraklı dalları keserek bir çift öküz koşulan kızaklarla onları köye getirirlerdi. Bu bol yapraklı dallar, su dolu kazanlarda yıkanırdı. Sonra şerbete dönüşmüş kazanlar dolusu bu gezolu su, koyulaşıncaya kadar ateşte kaynatılır, pekmez haline getirildi. Halk bu pekmezin şifa verdiğine inanırdı.

 

Bu saydam ve tatlı damlaların, gerçekten bir buluttan mı yağdığı yoksa ağacın bir salgısı mı olduğu hakkında benim hiçbir bilgim yoktur. Şimdi düşünüyorum ve bir şeye çok hayret ediyorum; Bölgenin mollaları hemen her şeye burunlarını sokup fetva verirlerdi. Bu konuda ise onların hiç birinden çıt çıktığını duymadım. Din adına hurafe üretmek için birbiri ile yarışan bu adamlar, nasıl olur da şimdiye kadar bu olay hakkında hikmetler yumurtlamamış, hikâyeler uydurmamışlardır! Buna gerçekten şaşıyorum. Ayrıca araştırmacılar, bilim adamları ve üniversiteler de bu olay hakkında şimdiye kadar hiçbir açıklama yapmamışlardır. Bu da Türkiye halkının ilimden ve evrensellikten (aynı zamanda bir ilim dini olan İslâm’dan) ne kadar uzak olduğu gerçeğini ortaya koyan güçlü kanıtlardan biridir! 

 

Benim çocukluk günlerimde, ilimiz Bitlis’te bile yayın aracı olarak radyo bir lükstü. Ancak varlıklı ailelerin evlerinde elektrikle çalışan kocaman lambalı radyolar bulunurdu. Hele köylerde, değil dış dünyadan, Türkiye’nin merkezinden, hatta ilimizdeki olaylardan bile bizi haberdar edecek hiçbir iletişim aracı yoktu. Onun için köylüler, sekiz ay kar altında süren uzun kış mevsimi boyunca vakit geçirebilecekleri hemen hiçbir şey bulamazlardı. Ancak namaz zamanlarında köyün camiinde toplanarak sohbet eder, bu suretle yalnızlıklarını giderirlerdi. Eğlence olarak bazen kurt avına çıkılırdı. Bitlis’in Çukur bucağına bağlı orman köylerimizde de domuz avları düzenlenirdi.

 

Tabiatıyla bunları ben ancak bu günlerde düşünüp toparlayabiliyorum. Elbette ki hatırlayamadığım birçok şey daha vardır. Ama yine de hafızamı beğeniyorum. O günleri işte ancak şimdilerde oturup yorumlayabiliyor, yazıp anlatabiliyorum. Bu fırsatı ancak şimdilerde yakalayabilmiş durumdayım. O günlere, o zamanki küçük dünyamla –bugün baktığım gibi- bakamazdım. O günlerin çok yönlü muhasebesini yapmaya ne çocukluk dünyam, ne bilgilerim, ne de beklentilerim yetebiliyordu. Çünkü sevincim, umutlarım ve oyunlarım, kaygılarımdan çok daha fazlaydı. Ben o günlerde bütün yaşamın oyundan, eğlenceden, gezilerden, okuyup çok şey öğrenmekten ve bunların verdiği hazdan ibaret olduğunu bilirdim. Nedeni açık; ben daha çok küçüktüm. Onun için dört ay gibi kısa bir yaz mevsimi içinde yaşamın çarpıcı güzellikleri arasında âdeta yüzer, günlerin nasıl geçtiğini fark edemezdim.

 

Bu güzellikleri saymakla bitirememem. Örneğin hasat zamanı bunlardan biriydi. Ağustos ayının ortasından itibaren ekin biçimi başlar, harman yerleri şenlenirdi. İlk yıllarda döver-biçerler ve patoz makineleri henüz yoktu. Biçilen bütün ekinler, tarladan harman yerine, öküzlerin koşulduğu klasik kağni arabalarıyla taşınırdı. O zamanlar ürün son şekliyle elde edilinceye kadar -çift sürme, ekin, biçim, harman, öğütme, dövme ve bulgur hazırlama gibi- yapılan bütün işlemlerde yalnızca insan ve hayvan gücünden yararlanılırdı. Teknoloji hiç yoktu. Onun için balyalanmış yüz tonlarca buğday sapı tarlalardan köyün içindeki harmanlara öküz arabalarıyla taşınırdı.

 

Bu arabalar, yapı bakımından ilkel sayılırlardı. Çünkü sadece iki tekerlekleri vardı. Üstelik dingil, bu iki tekerleğin ortasına saplanıp tespit edilmiş bulunurdu. Bu nedenle de tekerlekler dingille birlikte ve öküzlerin çekim zoruyla ancak dönerlerdi. Dingilin, şasi tırnakları arasında kalan ve arabanın bütün yükünü taşıyan bölümü, sıvılaştırılmış sabunla sık sık sıvanarak ancak sürtünme biraz kolaylaştırılabiliyordu. Bilya sistemi bulunmayan bu arabaları özellikle çamurda, kumda, kasıslı arazide ve yokuşlarda hareketlendirmek ve çekmek oldukça zordu. Zavallı öküzler, sırtlarına ve sağrılarına inen kamçıların acısıyla bu arabaları zar zor çeker, yükleri taşırlardı. Onlara çok acırdım. Kamçılandıklarını her gördüğümde içim cız ederdi. Eğer Hayvan Severler Derneği o zamanlar bulunmuş olsaydı, sanırım köylülerimizin başı bu yüzden çok belaya girerdi.!

 

Dağ gibi buğday sapları harman yerine getirildikten sonra kenarlara önce yarım daire biçiminde sur gibi dizilir, sonra da zemini doğal taşlardan oluşan orta yere tırmıklar yardımıyla sümbüllü saplar serpilirdi. Köyümüzün yeni adı, işte bu harman yerlerinden esinlenilerek «Taşharman» diye konmuştur. Sekiz on metre çapında daire biçimindeki alana serpilen buğday saplarının samana dönüşmesi ve tanelerin de bu arada sümbüllerden ayrılması için dövme işlemi yapılırdı. Bu, yine insan ve hayvan gücüyle ancak başarılabiliyordu. Bugünkü kuşak ne harmanı, ne düveni, ne de öküz arabasını bilir. Ancak dedelerin çocukluk anısı olarak sakladıkları eski okul dergilerinde, ansiklopedilerde ya da benim anlattığım gibi torunlara aktarılan eski anılarda bu gibi şeyleri görüp duyabilirler. Günler ne kadar da çabuk geçiyor. Ben bunları anlatırken kendimi biraz yaşlanmış gibi hissediyorum! Ama yine de hayatı eskisiyle yenisiyle seviyorum.    

 

Çocukken özellikle akşam saatlerinde hava biraz serinlenince ben de komşuların harman yerine gider onları seyrederdim. Tabiatıyla her ne kadar ağırbaşlı olmam gerektiği konusunda evden öğüt almış olarak çıkıyor idiysem, yine de çocuktum; içim kıpırdardı. Ben de düvene binmek isterdim. Etrafımdakiler içimdeki bu isteği sezmiş gibi beni hemen davet ederlerdi. Dakikalarca düvenin üzerinde döner dururdum. Ama çabuk bıkardım. Çünkü bu benim işim değildi, sadece bir eğlence idi. Akşam işler paydos edildikten sonra bu kez sadece yaşıtlarımla harman yerinde buluşurduk. Bu saatlerde biz çocuklar kendi başımıza olduğumuz için çok daha keyif alarak eğlenirdim. Beş metre çapında yuvarlak bir saman pisti haline gelmiş olan harman üzerinde saatlerce koşuşturur takla atardık. Annemin harçlık olarak bana verdiği bozuk paralar, attığım perendeler sırasında bazen cebimden samanların içine dökülürdü. Dakikalarca onları arar, fakat kuruşlarımı bulamazdım. Buna çok üzülürdüm, sevincim kursağımda kalırdı. Birkaç kez eve bu yüzden üzüntülü döndüğümü ve yıllarca o paracıklarıma hayıflandığımı biliyorum. Yine de o günleri özlüyorum.  

 

Benim, tarla ile herhangi bir ilişiğim yoktu. Çünkü ben «Şeyh Çocuğu» idim. Biz sadece okur, yazar ve öğrenirdik. Âdeta öğrenci doğardık. Sanki sırf bunun için yaratılmıştık. Bu nedenle ancak yolculuklar sırasında buğday biçimine tanık olabiliyordum. Babamla birlikte isem, küçük yaşıma rağmen ben de başka bir atın sırtında bulunurdum. Buğday biçen rençberleri ve ırgatları, ancak bu sayede ekinlerin arasında görebiliyordum. Babam, özel ve muntazam giyiminden, refakatçilerinin duruş ve davranışından dolayı hemen fark edilirdi. Babamın onlara el kaldırarak selam vermesiyle birlikte tarladaki kalabalık hemen işi bırakır ve Onun elini öpmeye, duasını almaya gelirlerdi. Ayak üstü küçük bir sohbet yapılır, babam onlara dua eder, hayırlı temennilerde bulunur, moral verirdi. Ondan sonra ayrılırdık.

 

Çiftçiler için o günkü koşullarda insan gücü, olanakların en önemlisi ve en çekici kaynağı idi. Onun için çift çubukla uğraşan Kürtlerin çok kalabalık çocukları olurdu. Hele erkek çocuk boyunduruğun üzerinde oturabilecek yaşa gelince evde onunla artık gurur duyulurdu. Çünkü o, artık bir «Kotağ»dı. Yani araba sürebilecek bir delikanlıydı. Yalnız hayvan gütmek, kışın da onlara yem vermek, çift sürmek, ekin biçmek ve harman hizmetleri için değil, aynı zamanda aileler ve kabileler arası uzlaşmazlıklarda ve kavgalarda savunmaya destek olması için de insan gücü gerekiyordu. Bölge insanında aynı mantalite şimdilerde de olduğu gibi devam ettiği için birçok mahalli alışkanlıklar gibi kalabalık aile yapısı da sürüp gitmektedir.    

 

Dünyanın her yerinde genel olarak eğitim düzeyinin düşük olduğu köylü toplulukları arasında çok önemsiz nedenlerle kolayca uzlaşmazlıklar çıkar ve hemen kavgaya dönüşebilir. İçtenlikle söyleyebilirim ki bizim köyde böyle bir eğilim yoktu. Teygut Köyü’nün halkı, 1952’den önce belki resmi eğitimle hiç tanışmamışlardı. Fakat ailemizin irşad alanı içerisinde İslâm’ın aydınlığına girebilmişlerdi. Gerçi ne yazık ki ailemiz de bölgedeki birkaç şeyh ailesi gibi Nakşibendî Tarikatı’nın önemli odaklarından biriydi. Fakat yine içtenlikle söyleyebilirim ki şeyhlik makamına yükselebilmiş büyüklerimizden hiç biri, -Kürt kökenli şeyhlerin tam aksine- bu tarikatın karanlık batağına saplanmamıştı. Nakşibendiliğin Budizm’den kalma ibadet şekilleri büyüklerimiz tarafından ne uygulanır, ne de başkalarına öğretilirdi. Onun için babam da dahil, öbür aile büyüklerimiz müritlerimizi daima İslâm’ın kitâbî ve rasyonel  sistemleriyle eğitmeye çalışıyor, onlara sevgiyi, saygıyı, paylaşımı, iyilikseverliği cömertliği, sabrı, kanaati, tutumluluğu, yardımlaşmayı, iç ve dış temizliği ve her bakımdan erdemli olmayı sık sık tavsiye ediyor, aynı zamanda onları denetliyor, eğitiyor ve bu tavsiyelere uyanları manen ödüllendiriyorlardı. Bu sayededir ki özellikle köyün saygın yaşlıları çok olgun idiler. Hepsi de temizlik anlayışına ve bir dereceye kadar görgüye sahip idiler. Elbette ki hayvancılık ve çiftçilikle uğraşan bu insanların evleri ve yaşamları basit olacak, sokakları da biraz gübre kokacaktı. İlk yıllarda imkânsızlıklar yüzünden çok ilkel evlerde barınıyorlardı. Ancak bütün bu olumsuz koşullar onlarla insanlık değerleri arasında derin uçurumlara neden olmamıştı.

 

 

Bölgemiz Halkının İnanışları Gelenekleri ve Genel Yaşantısı

 

Bölge halkımızın dinsel inanışlarını şekillendiren kaynakların başında hiç kuşkusuz Nakşibendî Tarikatı gelmektedir. Bu tarikat, aslında Budizm’in Mahayana (Minhâc-ı Hakikat) Mezhebinin devamıdır, İslam’la hiçbir ilişkisi yoktur. Çağımızın geniş araştırma olanakları sayesinde bu gerçek bütün ayrıntılarıyla saptanabilmiştir.

 

Çocukluk yıllarımda yeni yetişen Nakşibendî şeyhlerinin hepsi de popüler idiler. Her birinin etrafında kalabalık cemaatler oluşmuştu. Bu durum o günkü Demokrat Parti’nin güttüğü politikaların sonuçlarından biriydi. Bu parti, o zamanlar özellikle Nakşibendî Tarikatını kullanarak hem İslâm’ı dejenere etmeyi, hem de onlar sayesinde elde ettiği iktidarı güçlendirmeyi başardı.

 

Menderes döneminde bu tarikat büyük bir yaygınlık kazandı. Bunun çok yönlü nedenleri vardır. o dönemin iktidarı böyle istiyordu. 1950’lerde Hükümetin başında bulunan şahıs, hâlâ tam anlamıyla keşfedilmiş değildir. Çünkü Menderes Sabetaist kökenli idi. Dolayısıyla Onun güttüğü politikalara ilişkin gerçekler henüz tam anlamıyla gün yüzüne çıkmış değildir. Tabiatıyla Başbakan, olaya daha çok siyasi açıdan bakıyordu. Onun amacı, rejimin başına belâ olabilecek odakları hem kullanmak, hem de onların rejim aleyhindeki etkilerini mümkün olduğunca azaltmak, özellikle Nakşibendî cemaatlerini, resmi ideolojinin ordusu haline getirmekti. Bu ilgiyle vurgulamak lâzımdır ki, geleceğin tarihçileri tarafından ortaya çıkarılacağı üzere Türkiye’de resmi ideolojinin arkasında Sabetaistler vardır!

 

Nakşibendîliğe karşı Türkiye’de mücadele etmek kolay değildir. Esasen siyasal yapı da bunu istememektedir. Çünkü bugün Türkiye’de Nakşibendîlik uğruna İslâm’dan vazgeçmeyi bile göze alabilmiş milyonlarca insan yaşamaktadır! Dolayısıyla Nakşibendîliğin, bırakın kökünü kazımak, onun etkilerini azaltmak, muhitini daraltmak bile son derece zordur. Bu nedenle iktidarlar, laikçi düzeni ayakta tutabilmek için bir denge unsuru olarak bu topluluğa gerektiğinde özel aşılar yapmak suretiyle, aşırı uçlarını yontarak onu kullanabilecekleri kıvama getirmeye çalışmış ve bunu her defasında başarabilmişlerdir. Günümüzde istihbarat örgütü bünyesinde «bu görevi» yerine getiren uzmanlar ve ekipler mevcuttur. Örneğin Sakarya’da ünlenmiş bir Nakşibendî şeyhi, bunların başında gelmektedir. Ayrıca elli yıla yakın bir süredir, Doğu’lu bir aile olan Arvasiler’in ünü rejim tarafından kullanılmaktadır.

 

Tekrar edelim ki Menderes, tarikatçılıkla ve bilhassa Nakşibendîlikle savaşmak yerine onu değerlendirmek ve Nakşibendî şeyhlerinden yararlanmak istiyordu. Aynı zamanda Nurcular da Onun döneminde organize olma imkânına kavuşmuş ve bu sayede günümüzde âdeta devlet içinde devlet olmuşlardır. Bu sırf bir iddia değil, kesin bir gerçektir. Çünkü zaten Menderes’in kendisi büyük ölçüde tarikatçıların oylarıyla güçlü bir iktidar kurabilmişti. Bu nedenle bindiği dalı kesemezdi. Nitekim bu cemaatler, eskiden beri  Türkiye’de büyük bir oy potansiyeline sahiptirler. Onun içindir ki bu geniş ve güçlü kamp, iktidar taliplerinin her zaman ağzını sulandırmıştır. Ve yine bunun içindir ki her dönemde «irtica ile mücadele» edilirken Nakşibendîler bu konuda belirlenen hedeflerin daima dışında bırakılmışlar, bundan sonra da bırakılacaklardır!

 

Adnan Menderes, bu cemaati sadece kontrol altına almak istiyor, bunun için bir çare düşünüyordu. Nitekim çok geçmeden o çareyi buldu. Bu sistem sayesinde Nakşibendîler bugün rejimin güçlü sigortası haline gelmişlerdir. Bunun en büyük nedeni ise Türkiye’de İslâm’ın altını oyan çeşitli akımların başında bu tarikatın geliyor olmasıdır! 

 

Nakşîlik, Ortadoğu’da çok eski olmayan mistik bir akımdır. 1811 yılından sonra Osmanlı toplumu arasında hızla yayılmış ve etkisini yalnızca Kürtler ve Türkler arasında günümüze kadar sürdürmüştür. Hiç kuşku yok ki Nakşibendî Tarikatı, kaynağını Hinduizm’den alan, İslâm’dan bağımsız bir dindir. İlginç ve hileli bir yol izleyen yüzyıllar önceki Nakşibendî şeyhleri, İslâm’a ait argümanları kullanarak insanların gözünü kulağını alıştıra alıştıra bu tarikatı, İslâm’ın bir terbiye okulu şeklinde lanse etmeyi, onu eğitimsiz kalabalıklar arasında yaymayı başarabilmişlerdir. Dolayısıyla hiç çekinmeden diyebiliriz ki Nakşibendî Tarikatı, İslâm’ın karşısındaki tehlikelerin hemen hemen en büyüğüdür!

 

1940’lardan sonra, bir Albayın çok iyi organize ettiği Işıkçılar Örgütü tarafından bu tarikat, Türk milliyetçiliğini güçlendirmede önemli bir dinsel araç haline getirilince siyasi çevreler hemen uyandılar ve tarikat odaklarına karşı o güne kadar izledikleri politikaları yeniden gözden geçirdiler. Menderes bu yolda daha ileri bir adım atarak bu tarikatın üzerindeki baskıyı tamamen kaldırdığı gibi onu Bitlis Civarında yaşayan bir mollanın etrafında teşkilatlandırdı. Son yıllarda Kürt Gerilla Hareketi’nin bu tarikata karşı girişebileceği herhangi bir saldırıdan onu uzak tutmak için siyasi iktidarlar, cemaatin merkez üssünü Adıyaman civarındaki Menzil köyüne naklettirdiler. İstihbaratın denetimi altında yine bir albay emeklisinin örgütlediği astsubaylardan oluşturulmuş özel bir ekip de bu üssü gece gündüz titizlikle korumaktadır!

 

Kürtlerin büyük çoğunluğu, yakın geçmişe kadar eğitimden yoksun idiler. Onun için hem seküler, hem de mistik yaşam konusunda kendilerine yarar ya da zarar verebilecek düşünce akımlarını pek fark edemezlerdi. Bu nedenledir ki onları İslâm’dan koparan Nakşibendî Tarikatı’nın tehlikeli pençesine 150 yıl kadar önce düşmüş ve günümüze kadar böyle kalmışlardır. Kuşku yok ki eğer Kürtler Nakşibendî Tarikatı’nın, sırf Türklere özgü bir din olarak 1350’lerde Orta Asya’da yapılandırıldığını bilselerdi bu tarikattan uzak dururlardı. Ama bunu sezebilecek kadar hiçbir zaman aydınlanamamışlardır!

 

İlginçtir ki atalarım da IX. Yüzyılın ortalarından beri bu tarikatın kalabalık bir cemaatine liderlik etmişlerdi. Onun için biz de tanınmış bir Nakşibendî şeyh ailesi idik. Ailemizin, benden ve kardeşlerimden başka öbür bütün üyeleri, hâlâ bu tarikata sempati duymakta, ancak kaynağı ve kuralları hakkında hemen hiçbir şey bilmemektedirler. Bunun en büyük nedeni, hiç kuşkusuz uğramış oldukları kültürel asimilasyondur; Kur’an’daki İslâm’dan haberdar olmayışlarındandır. Bunun tartışmasına burada girmek istemem. çünkü insanları bu konuda aydınlatmak için ayrıca çok emek verdim, ilmî ve belgesel çalışmalar yaptım. Dileyenler eğer ciddi ve samimi iseler bu çalışmalarımdan yararlanabilirler.

 

Bu ilgi ile ifade etmeliyim ki büyüklerimizden hiç biri, Kürt ve Türk kökenli Nakşibendî şeyhleri kadar bu tarikatın kurallarını uygulamazlardı; hatta hiç uygulamazlardı. Nedeni gayet açıktır. Aile büyüklerimiz -Arap oldukları, kendi dillerini kullandıkları, Arap dili ve edebiyatının, geniş kültür birikimine en yüksek düzeylerde sahip bulundukları için- Kur’an gerçeklerini çok daha net kavrayabiliyor, Nakşibendîliğin İslâm’la bağdaşmazlığını anlıyorlardı. Bu gerçeği, onların özel sohbetleri sırasında bazı ifadelerinden anlamak mümkündü. Fakat bir kere ayakları kaymış, bu batağa girmişlerdi; ya da IX yüzyılın başlarında esen, -karşı konmaz- tarikat fırtınasına tutulmuş, ondan sonra da durumu idare temek zorunda kendilerini görmüşlerdi. Onların, hiçbir zaman tarikatın karmaşık ritüellerini uygulamamış olması aile müritlerimizi de Nakşibendîliğin karanlık ortamından uzak tutmuştu. Nitekim müritlerimiz, Nakşibendî olduğumuz için değil, Ehl-i Beyt’ten olduğumuz için bizi sayar ve severlerdi. Biz de onları saf, temiz inançlı, sağduyulu, fıtrat üzerinde yaşayan mü’min civar halkımız olarak severdik. Özellikle benim onlara karşı duyduğum sevginin nedeni buydu. Onlar da babamın çok esnek, sevecen, müjdeleyici, açık yürekli ve gerçekçi öğüt ve sohbetlerinden çok yararlanıyor, aydınlanıyor ve olumlu yönde hızla değişiyorlardı. Gerçekten de köyümüzün halkı içinde fanatik, yobaz, lâikçi, kadavracı, sağcı, solcu, ırkçı ya da herhangi bir saplantısı olan hiç kimse yoktu. Yöremizde Teygut Köyü’nün halkı mutedil, sakin, uysal, cömert ve geçimli bir topluluk olarak tanınır, örnek gösterilirdi. Umarım şimdi de öyledirler.

 

Bölgemizde halk gelenekleri, aşağı yukarı aynı idi. Şu anda ayrıntılarını pek iyi hatırlayamıyorum; Şubat ayı içinde, sözde evlerdeki kiler köşesine -yani kış yiyeceklerinin stok edildiği köşeye- bir cin musallat olurmuş. Adı da «Sıbatok» imiş. Şubat’ın karşılığı, Kürtçe Sıbat olduğu için «Sıbatok» «Şubatçık» demektir. Evet işte Sıbatok adındaki bu cin yaratığını kovmak için, (tarihini hatırlayamadığım) bir Şubat gecesinde, her evde bir hareket yaşanırdı. Üflenerek hava ile doldurulan bir tulumla evin her yerine saldırı düzenlenirdi. Bunu daha çok evdeki genç kızlardan biri yapardı. Sözde «bu cin kovulmazsa, bir yıl boyunca evdeki yiyeceklere ortak olur, aile bireyleri kadar o da yer içer ve gıdayı tüketirdi. Bereketsizlik denen şey, işte bundan kaynaklanırdı!». Kuşkusuz, evimizde de bu savaş yaşanırdı. Babam, akşam namazı için Camiye gittikten sonra evimizde hizmet yapan 15-20 yaşlarındaki birkaç kız, ellerine boş bir tulum geçirir, üfleyip şişirdikten sonra evin bütün köşe bucaklarını onunla dövmeye, «kış kış» edip sözde cin kovalamaya başlarlardı. Bu savaş beş on dakika kadar sürer, «Sıbatok» denen o «mendebur asalak cin» yaratığının sözde defolup gittiğine inanılırdı.   

 

Ayrıca 21 Mart gecesi bütün Kürt köylerinde olduğu gibi bizim köyde de sadece 14-18 yaş arası gençler toplanır, ateş yakarlardı. Buna Kürtçe «Derendez» denirdi. Sanırım bu, Mecûsîlik döneminden kalma mistik bir gelenekti. Ama kimse bunu böyle bilmiyordu. Ben bu konuda iki ilginç nokta görüyorum:

 

Birincisi; büyüklerin o tarihlerde bu etkinliğe katılmadıklarıdır. Gerçekten de 20 yaşın üzerindeki gençler bile bu olayı pek ciddiye almaz, bu eğlenceye katılmazlardı.

 

İkinci nokta ise; bölgenin şeyh ve mollalarının bu gelenek hakkında hiçbir yorum yapmadıklarıdır. Evet vaktiyle her yıl aynı tarihte koca bir bölgede ateşler yakılıyor, gençler toplanıp bu ateşlerin çevresinde oynuyor, zıplıyor, halay çekip şarkı söylüyor ve ateşin üzerinden atlıyorlardı. Fakat ne bu bölgenin yetişkinleri, ne de şeyh ve mollalar, olumlu ya da olumsuz hiçbir şey söylemezlerdi. Aynı zamanda siyasi çevreler de bu eğlenceleri olağan görüyor, hiç tepki göstermiyorlardı.

 

Kürtler arasında «Derendez» denen bu etkinliğe karşı, onlarca yıl sonra siyasi çevreler huylanmaya başladılar. Karşıt ırkçı kalabalıklar velvele kopardılar. Bu tepkinin nedeni belliydi. Fakat aslında şaşılacak şey, mollaların ve şeyhlerin bir tepki göstermemesiydi. Çünkü «Derendez», Karşıt ırkçıları ayağa kaldıran «Kürt kimliği arayışlarının bir sembolü» olmaktan çok Mecusiliğin, (yani Zerdüşizm’in) sembolü idi. Gerçi bu etkinliği düzenleyen körpe gençler ne Mecusiliği biliyor, ne de –benim çocukluk yıllarımda- Kürt kimliği ile ilgileniyorlardı. Onlar, o günlerde bu iki şeyden de tamamen habersiz idiler. Fakat karşıt Irkçılar birtakım bahaneler uydurup son yıllarda patlak veren kanlı kargaşayı körüklemeden önce eğer şeyh ve mollalar bu konuda halkı bilgilendirmiş olsalardı, zamanında bir fitnenin önüne olaysız biçimde geçilmiş olacaktı. Ama ne çare ki yirmi yıl kadar sözde eğitim görmüş (!) Kürt şeyhleri ve mollaları tarihten ve tarihi gerçeklerden tamamen habersiz idiler; şimdi de öyledirler. O kadar habersizdirler ki bugün, evliya ve allâme diye ayaklarına binlerce cahilin yüz sürdüğü kocaman kavuklu şeyhler bile Mecusilik hakkında hemen hiçbir şey bilmemektedirler! Bu adamlar eğer batıl dinlerin ve inanışların tarihi hakkında bilgi sahibi olsalardı, her şeyden önce (Budizm’in bir mezhebi olan) Nakşibendî Tarikatına bağlanmazlardı.

 

Şeyh ve mollaların cahilliği bununla da sınırlı kalmamakta, aynı zamanda yüzyıllar önce darbe yemiş olan tevhid inancının Doğuda gitgide silinmesine de yaramaktadır. Çünkü şeyh aileleri arasında, eskiden beri muhit genişletme yarışı vardır. Bu ise tabiatıyla her şeyh ailesini, -kendisi için «keramet» adı altında bir sürü mitolojik hikâyeler uydurarak- ayakta kalmaya itmektedir. Bu masallardan yararlanarak her şeyh, bölgesine yakın olan öbür şeyhlerin müritlerini ayartma ve kendi cemaatinin sayısını bu suretle biraz daha artırma hesabı içinde yatıp kalkmaktadır. Dolayısıyla şeyhlerin kaygısı esasen ne İslâm ne de tevhittir. Sadece para, mal, şan ve şöhret artırmaktır. Sanırım onlardaki bu eğilim, eski bir alışkanlık olmalıdır. Nitekim bakınız Ziya Paşa, onların bu huyunu bir dizesinde nasıl dile getiriyor. Paşa aynen şöyle diyor:

 

«Tevsi-i maişette bütün zikr ile fikrin;

Şeyhim, ne zaman, söyle müselman olacaksın?!»

 

Doğulu şeyhlerin özellikle yaymaya çalıştıkları Nakşibendîlik öğretisi, İslâm’ın ve evrensel düşüncenin önüne son yüzelli yıldır büyük engeller çıkarmış; bilgisizliğin, eğitimsizliğin, hikâyeciliğin, mitolojinin ve şarlatanlığın yayılmasını sağlamıştır. Örneğin Nakşibendî Kürtlerin tamamı şeyhlerinin başı üzerine yemin ederler. Doğuda en yaygın yemin biçimi «Biseri şeykh» lafıdır. Bu söz, (Efendi Hazretlerinin başı hakkı için) demektir. Ayrıca «Bi ocakha Şeyh» (Şeyh Efendinin Ocağı hakkı için); «Bi ceddi Şeykh», (Şeyh Efendinin Ceddi hakkı için) gibi yemin biçimleri de vardır. Her cemaat kendi şeyhinin başı ve ailesi ile yemin eder. Meselâ Tağiler’e bağlı Kürt Nakşibendîler «Biseri Seydâ» ve «Biseri Hazret» diye yemin ederler. Kamran İnan’ın ailesine bağlı olan cemaat mensupları, «Biseri Gaws» diye yemin ederler. Çünkü bu cemaat, Kamran İnan’ın dedesi Şeyh Sıbğatullah Arvasi’nin «Gaws» olduğuna inanır. Gavs ise «bütün evliyaların başı» demektir! Bizim aileye bağlı olanlar da «Biseri Şeykh-i Hazin» diye yemin ederler. İslâm bu inanış biçimlerinin tümünü reddetmektedir. İslâm’da Allah’tan başkası üzerine ant içilmez.  

    

Şeyhler, bir yandan çıkarları, öbür yandan da cehaletleri yüzünden Doğuda eğitimsiz Kürt yığınlarının dertleriyle hiçbir zaman meşgul olmamış, sürekli olarak onları sömürmeye çalışmışlardır. Kürtler de uyanamamış, hatta uyanmak istememiş, onlara zebun olmuş; hem kendi batıl inançları içinde bocalamış, hem de bu yüzden başlarına son zamanlarda belalar açmışlardır. «Nevruz» adı altında her yıl düzenledikleri etkinlik, işte bu belalardan biridir.

 

Yıllar sonra «Nevruz» adı altında büyük gürültülere konu oluşturan bu etkinlik, Kürt kimliğinin ortaya çıkarılması kapsamında bazı çevrelerin öne çıkardığı bir olay halini aldı ve İki etnik kitlenin kapışması için malzeme olarak kullanılmaya başlandı. Olaya taraf olmayan sağduyulu insanlar ise bugün kesinlikle biliyorlar ki her iki tarafın da kavgacıları, Türkiye Toplumunun % 25’ini hiçbir zaman geçmemiş olan kalabalıkların sadece küçük birer parçasıdırlar! Ve tabiatıyla bu ülke sırf onların değildir. Çünkü bu ülkede elli kadar irili ufaklı etnik kitle daha yaşamaktadır!!!

 

Kürtlerin mahalli geleneklerine bakıldığında Türklerinkinden pek farklı olmadığı görülür. Bu, tabiatıyla bin yıl kadar birlikte yaşamış olmanın getirdiği sonuçlardan biridir. Ayrıca ortak din faktörü de çok önemlidir. Türkler de, Kürtler de bir zamanlar İslâm’ın derin etkisini yaşamışlardır. Dolayısıyla bu iki kitlenin günümüzdeki kuşakları da İslâm’ın çok silik de olsa etkilerini yine yaşamaktadırlar. Fakat bu iki kitle arasında az çok zevk farkı vardır. Bu da sanırım coğrafi nedenlerden, iklim koşullarından ve olanakların bölgeler arası farklarından kaynaklanmaktadır. Sarp bir coğrafyada sekiz ay süren sert bir iklim ortamında ve denize sahili bulunmayan topraklarda yaşayan Kürtler elbette ki kendi sınırlı olanaklarıyla kalkınamamış, çeşitli alanlarda atak yapamamış ve tabiatıyla sosyal ilişkilere ve hatta görgü kurallarına varıncaya kadar birçok konuda kendilerini eğitememiş, buna güç yetirememişlerdir. Kürtlerin hemen hemen bütün sorunları işte bu temel sebeplerden kaynaklanmıştır. Hükümetler de bu temel nedenleri sürekli göz ardı etmiş ve tabiatıyla bu yüzden başlarına büyük dertler açmışlardır. Sonuç olarak ilkellik, bölge insanına dişlerini göstermiştir. Kürtler elbette ki görgüsüz değildirler. Onları kuralsızlık ve görgüsüzlükle damgalamak çok yanlıştır ve haksızlıktır. Ancak koşulların elverişsizliği bu bölge insanının uygarlık alanında açılım sağlamasını, bilgisini, görgü ve kültürünü geliştirmesini büyük ölçüde sekteye uğratmıştır. Bu nedenledir ki bölgede gelişmiş bir zevkin izlerini canlı bir şekilde görmek yakın geçmişe kadar zordu. Ev içi görünümü düzensiz, hatta karışık, giyim kuşam, oturma, yatak ve banyo gereksinimleri rasgele, renk seçimleri başarısız, dekor ve süsleme hemen hemen yoktu. Günlük yaşam, ciddi ve dakik programlara dayalı değildi. Bireysel çalışma ve iş alanları bilimsel disiplinlerden yoksundu.   

 

Benim çocukluk yıllarımda  durum böyle idi. Köyümüzün evlerinde bırakın bir dekora, bir duvar süslemesine rastlamak, evlerin iç duvarlarını ışıksızlıktan, is, toz ve dumandan dolayı görmek bile kolay değildi. Evler, ürkütücü iç görüntüleriyle birer perili mağara gibi idiler. Özellikle on ila on beş metre çapındaki kubbeli tek gözlü köy evlerini kışın tam anlamıyla ısıtmak mümkün değildi. Biraz önce açıkladığım gibi kubbedeki pencere deliğinin tam hizasında evin orta yerinde bir tandır bulunurdu. Her gün ekmek için yakılan tandırla bu kocaman kubbeli ev ısınmazdı, çünkü ısınamazdı. Sadece havası biraz kırılırdı. Akşam olunca ev halkının bir kısmı, uyku saatine kadar ayaklarını bu tandıra sarkıtarak ısınmaya çalışır, bir kısmı da ocak denilen, her tarafı is ve külle kaplı şöminenin etrafında toplanırlardı. Gece bütün ev halkı işte bu tek çatının altında yatardı. Bu ise bazı ahlak sorunlarına bile kaynaklık ederdi!

 

Teygut köyü, çocukluğumun baharını yaşadığım yerdir. Orası hiç kuşkusuz, benim kırk yıl önceki tatlı ve pembe dünyamın cenneti olarak ölünceye kadar hayalimde yaşayacaktır. Şimdi de oradaki ilk çocukluk günlerimden kalma ilginç bir gözlemimi anlatacağım:

 

Ben küçükken bu köyde, çocukların ancak yaz günlerinde kenarından geçtikleri, fakat içine girmek istemedikleri bir alan vardı. Köyün mezarlığından söz ediyorum. Siz de biliyorsunuz, hemen hiçbir yerde cenaze gömülürken mezarlığa çocukları sokmazlar. Ama ben daha altı yedi yaşlarındayken cenaze gömüldüğü sırada kalabalıkla birlikte mezarlığa girer, hatta cenazenin gömülmesini bile seyrederdim. Tabiatıyla «Şeyh Efendi’nin oğludur» diye kimse beni uzaklaştırmaya kalkışmazdı! Evden izinli geldiğimi sanırlardı.

 

Bu köyün mezarlığında beni etkileyen ve dikkatimi çeken bir şey vardı: Mezarın kazılacağı yerde bir metre derinlikten sonra yumuşak bir kaya tabakası başlardı. Bundan sonra kazma ve kürekler bırakılır, «kıran» diye bilinen duvarcı ustalarının kullandığı bir araçla, tıpkı tabut biçiminde, ancak cenazenin girebileceği kadar genişlik ve uzunlukta çok muntazam, kutu gibi bir lahit oyulurdu. Tabi, köyde herkes değil, eli sanata yatkın birkaç kişi ancak bu işi becerebiliyordu. Örneğin askerliğini yaparken gurbette ölen Cihangir adında bir genç köylümüz bunu çok iyi becerirdi. Cenaze bu lahdin içine konduktan sonra yine taştan yontulmuş, uzunca iki parça dikdörtgen prizması biçimindeki taşlarla örtülür, sonra üzerine toprak yığılırdı. Kışın bir metreyi geçen kalınlıktaki karlar temizlenerek kenarlara yığıldıktan sonra ancak toprak zemine ulaşılabilirdi. Ondan sonra yaklaşık beş metreküp hacminde bir kazı gerçekleştirilerek mezar tamamlanırdı ki taş zeminin özenle oyularak lahit kısmının hazırlanması bu işin gerçekten ustalık gerektiren en zor yanıydı. Kışın birbuçuk, iki metre kalınlıktaki kar altında kazılan mezarın taş zeminine ulaşıldığında çoğu kez herhangi bir ıslaklığa bile rastlanmazdı. Hatta o kaya tabakası oyulurken etraf kuru bir toz tabakası içinde bile kalırdı!  

 

Ben bu kutu gibi mezarları ilginç karşılardım, ama hiç ürpermezdim. Her insanın farklı duyguları ve ayrı bir dünyası olur ya; benim de elbette ki başkalarına ilginç gelebilecek, kendime özgü düşüncelerim, zevklerim ve karakterim vardır. İşte biraz önce sözünü ettiğim Teygut Köyü’ndeki o mezar tipi, anılarım arasında en sık hatırladığım şeylerden biridir. Belki tuhaf karşılanacaktır ama ben içtenlikle şunu diyorum: öldüğümde Teygut’taki o kutu gibi mezarlardan birine gömülmek istiyorum. Bu, elbette ki bir vasiyet değildir.

 

Çocukluk Günlerimin İkinci Faslı

 

Çocukluğumda benim kişisel çevrem, o günler için pek geniş değildi. Çünkü çocuktum ve bundan dolayı, benim içinde yaşadığım alan, birbirini kuşatan üç özel çevrenin üçüncüsü idi. Bunlardan birincisi ve en geniş olanı, Siirt’ten Ağrı’ya kadar kopuk kopuk uzanan büyük aile çevremizdi. İkincisi, babamın bu aile içindeki çevresi idi. Üçüncüsü ise babamın muhit alanı içindeki sınırlı çevremdi.

 

Teygut Köyü işte bu üçüncü çevrenin bir parçasıydı. Hatta ilk yarısıydı dersem çok daha uygun olur. Çünkü doğduktan birkaç ay sonra getirildiğim bu köyde büyüdüm. İlk dokuz yılım bu köyde geçti. Teygut’un Yemyeşil kadife gibi tatlı baharını, kavurucu sıcaklarıyla kısa yazını ve uzun bembeyaz kışlarını iliklerime kadar yaşadım. Oradayken de bu köyü çok severdim, ayrıldıktan sonra da hep sevdim, hep sevdim ve özledim...

 

İlkokula bu köyde başladım. 1952 yılında köyümüzde en modern bina olarak kesme taştan inşa edilen ilkokul, beş gözlü bir yapı idi. Evimiz de dahil, köydeki bütün yapılardan farklıydı; daha yüksek, daha sağlam, oluklu galvanizden çatısıyla daha çarpıcı ve hepimizin gözünde daha görkemliydi. İki bölümdü; uzun cephede, bir antre, salon gibi büyükçe bir derslik ve onun üçte biri kadar da bir öğretmen odası vardı. Kısa cephedeki kapıdan ise öğretmenin ev olarak kullandığı bölümün antresine girilirdi. Onu izleyen iki oda, banyo ve tuvalet vardı. Son yıllarda öğrendim ki, bu binanın bitişiğinde birkaç yapı daha kurulmuş ve sayıları bugün on beşi bulan bir kadro ile kalabalık bir okul haline gelmiştir.

 

Ben ilk okulun üçüncü sınıfındayken evimizde bir değişim yaşandı. Babam, annemin aile mirasından hissesine düşen, başka bir köydeki arazileriyle ilgileniyordu. İşte çocukluğumun ikinci faslı bu yeni köyde başladı. Artık «Oskağak» köyüne taşınıyorduk. Ben bu köyün adını Türkçeleştirdim, Ona «Özkavak» adını verdim. Bunu sanırım bitişik köydeki öğretmenime kolaylık olsun diye yapmıştım. Çünkü Oskağak demekte zorlanıyordu. Bu öneriyi beğenmiş, bunu bir jest olarak görmüş ve beni çok sevmişti. Bu köye, biz ayrıldıktan sonra statükocular nasıl bir ideolojik ad yakıştırdılar, bilmiyorum. Gümüşhaneli genç öğretmen Şükrü Bey, çocukluk dönemimin en nazik günlerinde başarılı bir rehber olarak yetişmemde emeği olan değerli hocalarımdandır. Ne yazık ki şimdi soyadını hatırlayamıyorum ve ayrıldıktan sonra da kendisinden hiçbir zaman  haber alamadım. Oysa iki kış boyu, Onun derslerini dinlemiş, Ondan çok şey öğrenmiştim. Her pazartesi sabahı hizmetçilerimiz beni ve iki kardeşimi atlara bindirip bitişikteki Gölbaşı Köyü’ne götürüyor, okulun kapısında bizi indirip Ona teslim ediyorlardı. Bir hafta boyu Gölbaşı’nda kalırdık. Cumartesi günleri öğleden sonra yine hizmetçiler gelip bizi alırlardı.

 

Beni eğlendirecek yeteri kadar değişik şeyler vardı bu köyde. Etrafındaki sık ve gür meşe ormanları, içinden ve yakın vadilerinden şarıltılarla akıp geçen çaylar, dereler, upuzun mısır tarlaları, geniş karpuz bostanları, aşağısındaki ovada yer alan göletler, sazlıklar ve kaplıcalar... Bu göletlerde yüzen yabani ördekler, çeşitli kuşlar, derelerinin boyunda uçuşan rengârenk kelebekler, hele ilk bahar aylarında gelip çevremizin asırlık ulu ağaçlarının dalları arasında yuvalarını kuran leylekler çevremize doğanın inanılmaz güzelliklerini serpiştiriyorlardı. 

 

Gittiğimiz ilk yaz, köyde hummalı bir çalışma başladı, birkaç ay içinde yine kesme taştan bize bir köşk yapıldı. Yerleşip biraz rahatladık. Fakat yaşanan o hengame geçince ben eski çevremi, Teygut Köyü’nü, daha doğrusu okulumu ve öğretmenimi özlemeye başladım. Okulların açılması yaklaştıkça üzüntülerim de artıyordu. Ağustos ayı bitmek üzereydi ki derin bir hüzün yaşamaya başladım. Hayatımın ilk hüznüydü bu...

 

Annem ağlamalarıma dayanamıyordu. Beni evde bir türlü ikna edemediler. Sonunda karar çıktı. Ben Teygut’a geri döndüm. Köye, babamın yerine mürşit olarak gelen bir yakınımın evinde misafir kalıyordum. Genç öğretmenim Mustafa Erol’u görünce ilk günlerde neşelendim. Fakat çok geçmeden neşem yeni bir hüzne dönüştü. Bu kez de Annemi özlemeye başladım. Birkaç gün sonra tekrar aileme döndüm ve yeni köyümüze yolcu olduğum gün, yol boyunca hep ağladım. Zavallı hizmetçimiz, çok uğraştı beni sakinleştirmek için. Ne var ki sonunda onun da gözleri dolmuştu...  

 

İlk öğretmenlerimden Mustafa Erol’u yaşamım boyunca hiç unutmadım asla unutamam. Balıkesirli bu genç, mezun olur olmaz Ahlat’ın Teygut Köyü’ne, bizim ilkin oturduğumuz köye atanmıştı. Ama o mesleğini çok iyi biliyordu. Her şeyden önce gözü pek, özverili ve sevecendi. Onun için çok başarılı idi. Çünkü her şeyden önce dilini bilmediği bir topluluğun içine gelmişti. O günlerde bunu göze almak, sanıldığı kadar kolay değildi. Birkaç yıl burada yaşayacak, dilini bu köyde yüzlerce çocuğa öğretecekti. Bu delikanlı o günlerin koşullarında hiç kuşkusuz bir serüvene atılmıştı. O, ıssız bir adaya çıkıp, orada yaşamayı göze almış tıpkı bir maceracı gibiydi. Nitekim öğrencileri olarak ilk günler Onun etrafında kümelendiğimiz her defasında kendisini garip bakışlarla uzun uzun seyrederdik. O da bu tuhaf bakışlarımızı fak eder, büyük bir kıvraklıkla dikkatimizi dağıtmaya bakar bizi kendisine alıştırmaya çalışırdı. Böylece çok geçmeden biz de köyün tamamı da Ona alıştık, Onu sevdik.

 

Fakat Onun, emsallerinden kimsenin kolayca katlanamayacağı bir kaderi vardı. Köyün biraz dışında kalan okulun, öğretmen evinde O, uzun kışların bitmez çileli gecelerinde yıllarca yalnız başına kalacak, kendisiyle hayatı paylaşan kimseyi kolay kolay bulamayacaktı. Bu delikanlının ne kadar cesur ve ne kadar güçlü bir morale sahip olduğunu, yıllar sonra gurbetteki öğrencilik hayatımda ancak anlayabildim ve takdir ettim. Burada çok önemli bir şey söyleyeceğim: Bu değerli genç öğretmenimin boşluğunu, yirmi yıl kadar süren öğrenim hayatım boyunca hiçbir hocam doldurmadığı ya da dolduramadığı için onlardan hiç birinin adını bu kitapta bulamayacaksınız! Bu, asla bir kin kusma değil, ibret veren bir uyarı olarak algılanmalıdır. Her şeye rağmen onların hepsini yine rahmetle saygıyla anıyor, yorumunu sizlere bırakıyorum. Ama öğretmenliğin ne kadar önemli bir meslek olduğunu da bu suretle bütün öğretmenlere –özellikle de sırf ay başını bekleyen cinsten öğretmenlere ve akademisyen hocalara- hatırlatmak istiyorum!

 

Aslında Mustafa Erol, köyümüze gelen ikinci öğretmendi. Ondan önce okulumuza atanan ilk öğretmenimiz de bize bir parça emek vermişti. Naci Bey adındaki bu hocamızın şu anda ne soyadını ne de hakkında fazla bir şey hatırlıyorum. Ne yazık ki silueti bile belleğimden tamamen silinmiş. Fakat onun döneminde sınıfta yaşadığım bir olayı unutamam.

 

Okulun ilk sınıfıydık. Yani okulumuzda henüz ikinci sınıf bile yoktu. Hepimiz minik çocuklardık. Derslere yeni başlamıştık. O zamanlar herhalde yoksulluktan olsa gerek kimsenin üzerinde önlük ve yaka da yoktu. Herkes evdeki giyimi ile okula geliyordu. Öğretmen içeri girince ayağa kalkmak gerektiğini yeni öğrenmiştik. Okulumuzda zil falan da yoktu. Hocamız her seferinde bekçi düdüğü öttürerek derse girmemizi sağlıyordu

 

Bir gün yine dersliğe girmiş, öğretmenimizi bekliyorduk. İçeri girdi. Hepimiz yerlerimizden fırladık. El işaretiyle birlikte oturun dedi. Enver adında bir arkadaşımızdan başka hepimiz oturduk. Öğretmenimiz ayakta kalan Enver’e yaklaştı ve adını sondu.

 

«- Adın ne?» Deyince, Enver bir çırpıda:

 

«- Nasılsın iyi misin, iyi olmanı cenabı Hak’tan dilerim. Beni sorarsan ben de iyiyim.» dedi ve sustu.

 

Öğretmenimiz şaşırmış, böyle bir yanıta hiçbir anlam verememişti. Oysa bilmecenin sırrı şuydu: Köyde o zamanlar Türkçe bilenlerin sayısı çok azdı. Gençler ancak askerde Türkçe öğrenebiliyor ve kendilerini pek anlatacak bir şey bulamıyorlardı. Dolayısıyla ailelerine gönderdikleri mektuplar hep bu kalıpla başlıyordu. Köye, askerdeki gençlerden gelen mektuplar ocak başında, bilen birine okutuluyor ve tercümesi de ona yaptırılıyordu. Konu komşu, çoluk çocuk, herkes gelip bu mektupları defalarca dinlerdi. Her kesin kulağı bu tekerlemeye alışıktı. Ama çocuklar bunun anlamını bilmiyorlardı. Tabi Enver de bilmiyordu. O, sadece bir çocukluk psikolojisiyle bu sözcükleri ağzından fırlatıvermişti. Ben ise bütün bunların farkındaydım. Ne var ki öğretmenime o günkü çocukluk halimle durumu bu kadar ayrıntılı şekilde de anlatamazdım. Fakat öğretmenimin şaşkın bakışlarına dayanamadım, ayağa kalktım, biraz yüksek sesle «mektup!» diye bir laf ettim. Öğretmenim hemen anladı ve çok ciddi biri olmasına rağmen kahkaha ile gülmeye başladı.

 

Üç yıl kadar bu okulda öğrenim gördüm. Üçüncü sınıftayken öğretmenimiz artık Naci Bey değil, Mustafa Erol’du. Fakat 1954 yılında buradan ayrıldım. O yıl, sürekli bir hüzün içinde yaşadım.

 

Tabiatıyla eski köyümüzden ilişiğimizi kesmemiştik; çünkü kesemezdik. Bu ikili yaşam, bizi birkaç yıl hem meşgul edecek, hem de epeyce yorup sarsacaktı; ailemizin ekonomisini bozacaktı. Bunun acısını 1970’lere kadar çektik.

 

On ailenin yaşadığı bu ikinci köyümüzde bilgisizlik, eğitimsizlik ve tabiatıyla bunun sonucu olarak bir sefalet vardı. Aslında bu köy, doğal güzellikleri ve kaynaklarıyla âdeta Cennetin bir parçasıydı. Fakat bunlardan yararlanmak, bu köyün topraklarını işletmek, mahsulünü paraya çevirmek ve burayı kalkındırmak o kadar kolay değildi. Bunun yanı sıra babamın sosyal statüsü de buna uygun düşmüyordu. Çünkü babam, her ne kadar hareketli, enerjik, titiz, aydın ve yaşama bağlı idiyse de O, kişilik ve misyon bakımından çevresi içinde bir mürşit, bir ahlak ve hayat rehberi idi. Dolayısıyla O, bu misyonun sınırladığı alanın dışına çıkamazdı; bir toprak ağası rolünü oynayamazdı. Babam bir bilge, bir teorisyen ve bir manevi terapist olarak yöremizde insanların aydınlanması, bilgilenip bilinçlenmesi için çok gayret sarf ediyordu. O, çevremizdeki insanların her şeyden önce düşünce planında açılım kazanmalarını ve uygarlaşmalarını istiyordu. Ona göre insanlar, güçlü bir inanç ve temiz bir ahlâkla birlikte eğer yaşam ve varlığın sırları hakkında bilimsel birikimlere sahip olurlarsa ancak sıkıntılardan kurtulabilirlerdi. Ne yazık ki babamın, gerçek anlamda rolünü üstlenebilmesine ve düşüncelerini hayata geçirmesine engel olan birçok handikap vardı. Onun, özellikle Türkçe bilmemesi, bu engellerin başında geliyordu; etrafındaki insanların, eğitimsizlik yüzünden Onu birtürlü anlayamamaları ise bu çetin engellerin bir başkası idi… 

 

Evet babamın en büyük şanssızlığı buydu. Uzun yıllar eğitim görmüş bu aydın ve kültürlü insan, sık sık köyümüze gelen, -çoğu ilk ya da ortaokul mezunu- sağlık memuru, tahsildar, tekel kolcusu gibi çok sıradan cahil insanlar karşısında bile susup durmak zorunda kalırdı. Çünkü o, bütün eğitimini kendi ana dili (Arapça) ile yapmıştı. Kürtçe’yi de akıcı konuşamazdı. Onun için resmi kimlik taşıyan muhataplarıyla ilişkilerini daima tercümanlar aracılığıyla sürdürdü. Kendisine tercümanlık eden kişilerin ise Onun bilgi yüklü cümlelerini ne kadar aktarabildiklerini şimdilerde çok daha iyi tahmin edebiliyorum! Nitekim ben de –lise öğrencisi olduğum sıralarda- Ona zaman zaman tercümanlık ettim. Konuşmasında geçen önemli kesitlerin vurgulanması ve isabetle aktarılması konusunda beni uyarırdı. Yıllar sonra filolojiye ve tercümeye karşı duyduğum ilgi, o günlerde bilincimin altına işlemiş etkenlerin doğal bir sonucu olabilir.

 

***

 

Taşındığımız bu yeni köyün bütününe vaktiyle dayım Abdulvahid Efendi sahipleniyordu. Fakat buraya taşındıktan sonra sözde annemin hissesi oranında biz de artık bu arazilerin ortağıydık. Ama bu hiç de umduğumuz sonuçları vermedi. Üstelik az çok tatsızlıklar da yaşadık.

 

Bu köyün halkı gibi bitişik köylerin yerleşikleri de –bizim, adını bir şeref unvanı olarak taşıdığımız- Hazinoğulları ailesine bağlı idiler. Yani biz bu köyde de yine muhitimizde ve müritlerimizin arasında yaşıyorduk. Ne yazık ki şeyh mürit ilişkisine dayalı olan bu çarpık sosyal yapı Türkiye’nin, özellikle de Doğu bölgesinin çök yönlü bir belâsıdır. Bundan yeri gelince söz edeceğim.

 

Annemin dedesinden miras kalan bu köyle birlikte, etrafımızda aynı mirasın uzantıları ve parçaları olarak birkaç köy daha vardı. Bu köylerin hepsi de bol suları, ormanları, korulukları, ekime ve büyükbaş hayvan beslemeye müsait arazileriyle tükenmez birer servet kaynağı olarak duruyorlardı. Ne var ki bu paha biçilmez serveti işletip yararlanacak insanlar ve olanaklar yoktu ortada. Bu köylerde yaşayanlar, her şeyden önce hayatlarına yön verecek bilgi ve görgüden tamamen yoksun idiler. İnanılmaz bir ilkelliğin içinde sefalet, yoksulluk ve hastalıklarla boğuşuyorlardı. Nemrut dağının öteki tarafında kalan Teygut Köyü’nün, doğası ve halkıyla buraların doğası ve halkı arasında büyük farklar vardı.

 

Üzerinde kurulu bulunduğu engebenin hemen altından başlayan sulak, sazlık, çok geniş bir arazi vardı Oskağak Köyü’nün... Ancak bu arazinin yaklaşık 300 hektar büyüklüğündeki kısmı bataklıktı. Ovanın öbür yanındaki yamaçlarının dibinde ise kaplıcaların sıcak suları fokurdardı. Bu alanın, tepedeki köyümüzden seyredilen muhteşem manzarasına doyum olmazdı. Hele akşamları atlas rengine bürünen puslu Muş Ovası’nın ufkunda güneşin batışını ancak şairler ve ressamlar betimleyebilirlerdi. Bu geniş ve düz alan, bizim otlaklarımızdı. Köyün hayvanları buralara yayılır, süt dolu memelerle akşam köye dönerlerdi. Bu yeni çevremizin doğası, önceki çevremizinikinden epeyce farklıydı. Buradaki bol su ve yaygın bitki örtüsü, Nemrut’un, Van Gölü cephesinde kalan eski çevremizde yoktu. Hayvancılık da farklıyıdı. Teygut köyü’ndeki küçükbaş hayvancılığına karşın, burada büyükbaş hayvan daha çoktu. Özellikle bol süt verdiği için bu yörede çok sayıda manda beslenirdi. Ben bu siyah iri hayvanlardan ilk başlarda çok korktum. Çünkü eski köyümüzde bu cins hayvan hiç yoktu. Özellikle camızlardan çekinirdim. Daha sonraları korkularım dağıldı. Onlara, köydeki bütün yaşıtlarım gibi ben de alıştım.

 

Bu hayvanın, sanırım dişisine «manda», erkeğine de (yörenin Türkçesiyle) «camuş» derlerdi. Kürtçede ise mandaya «madak», camıza da «gemeyş» derler. Camızların kavgası çok korkunç olur ve saatlerce sürer. Kapışanlardan biri pes edinceye kadar savaş devam eder ve iki taraf da kan ter içinde kalırlar.

 

Bir keresinde ben (17, 18 yaşlarında iken) Ağrı’ya yaptığım bir seyahat sırasında Tutak ilçesine yakın bir mevkide iki camızın korkunç kavgasına tanık oldum. Yakındaki köyün hemen bütün halkı bu kavganın sürdüğü yere gelmiş, camızları ayırmaya çalışıyorları. Bu manzarayı görünce sürücü, hemen otobüsümüzü yolun kenarına çekti. Hepimiz inip, iri siyah boğaların kanlı düvüşünü merakla seyretmeye koyulduk. Aralarına geçirilen halatlarla, iki kalabalık grup tarafından ayırmaya çalışılan bu azgın iki hayvanı birbirinden zor belâ uzaklaştırabildiler. Bu manzara bütün canlılığıyla halâ gözlerimin önündedir.

***

 

Her yılın baharında dayım, köyümüzün otlağını iki aylığına Bitlis’teki Süvari Alayına besi için kiraya verirdi. Buradan ek bir gelir sağlardı. Fakat bizim bundan ne kadar yararlandığımızı hâlâ bilmiyorum. Hiçbir zaman da ilgilenmedim.

 

Süvari Alayı’na ait çadırların kurulu bulunduğu çayırlara doğru bazen iner, atları, askerleri ve o zamanlar jimnastik sandığım eğitim biçimlerini merakla izlerdim. İzmir’de oturan Halam bu sıralarda, yaşıtım olan oğlu Erdoğan’la bize konuk olmuşlardı. Yıllar süren uzun bir gurbetten sonra annemle bir araya gelebilmişlerdi. Kardeş olan annelerimiz hasret giderirken Erdoğan’la birlikte çıkıp biz de köyün çevresinde tur atıyor, kuzenime köyümüzün güzelliklerini seyrettirmek, onu neşelendirmek için olağanüstü çaba harcıyordum. Annem görgülü bir şehir kızıydı. Ablasını memnun etmek için olacak, sofrada francala bulundurmak istedi. Tabiatıyla köyde fırın yoktu. Elime biraz para sıkıştırarak somun almak için Erdoğan’la beni Askeri karargâha ait seyyar fırına gönderdi. Nizamiye kapısına vardığımızda nöbetçiden izin istemeye çalışırken, biraz ileride duran genç bir subay bizi gördü ve yanımıza geldi. Gülümsüyordu. Bunun önemli bir nedeni vardı; giyim tarzımız, köylü çocuklarınkine hiç benzemiyordu. Dikkatini çekmiştik. Bizi çok sevdi ve hemen alıp büyükçe bir çadıra götürdü. Biraz sohbet ettik. Adlarımızı öğrendi, nerede okuduğumuzu ve kaçıncı sınıfta olduğumuzu sordu. Ayrıca da bilgilerimizi test etti. Bizi başarılı görünce kutladı. İsteğimizi anlattık. Hemen bir eri çağırdı. Birkaç dakika içinde emir yerine getirilmiş, gazeteye sarılı sıcak somunlar gelmişti. Parayı uzattım, güldü ve «- İmtihanı muvaffakiyetle kazandınız, bu da sizin mükâfatınızdır, şahsıma ait istihkaktan kestirdim». Diye, o günün üslubuyla bir yanıt verdi. Bizi ödüllendirmişti. Arada bir uğramamızı da ekledikten sonra vedalaştık. 

 

Çevremize güzellik katan ve çayırlarından av hayvanlarına kadar bize çeşitli yararlar sunan bu alan, aynı zamanda bir belâ kaynağıydı. Çünkü burası bataklıktı. Yaz boyu, her akşam bir sivrisinek bulutu buradan kalkar, köyün üzerine kâbus gibi çökerdi. Bu belâyı başımızdan savacak hiçbir çaremiz de yoktu. Cibinlik, yalnızca bizim evde bulunurdu. Bu sayede uyku saatlerinde belki rahattık ama, yatma zamanına kadar hemen her gece bu küçük canavarlarla uğraşır dururduk. Köy halkı, bunlardan biraz kurtulabilmek için ilkel bir yönteme başvururlardı; Bir saksı parçasının üzerine koydukları tezek ufaklarını tutuşturur, çevreyi ondan çıkan dumanla tütsülerlerdi. Etrafa yayılan dumanın etkisiyle rahatsız olan sivrisinekler, gerçi biraz seyrekleşirlerdi ama, zaten çoğu hasta ve bitkin olan zavallı köylüler gecelerini işte böyle gübre dumanları ile sivrisineklerin saldırıları arasında geçirmek zorunda kalırlardı.

 

Bu yüzden insanların çoğu sıtmaya yakalanırdı. Öğleden sonra sıtma nöbeti geçiren hastaların yataklarını hemen her evin çıkışındaki sundurmanın altında görmek mümkündü. Evet her evde bir iki sıtmalı hasta bulunurdu. Köyün içinden geçerken basit, derme çatma evlerin önündeki sekilerin üzerinde titreyen hastaları görür, üzülürdüm. Yaklaşıp, kendilerine nazikçe şifa dilediğim bu perişan insanlar, yaşadıkları acı ve ıstırabın ateşi içinde kıvranırlarken çoğu kez beni hiç duymazlardı. Yakıcı Ağustos sıcağında, üstlerine ikişer kalın yorgan örtülmüş olmasına rağmen bu hastaların tiril tiril titrediklerini şaşkınlık içinde izlerdim. Sonra, bana okulda aylar önce sıtma hakkında verilmiş dergilerimin içindeki bilgileri yeniden merak ederdim. Gelip onları tekrar tekrar karıştırır okurdum. Bu zavallı hastalara yararı dokunacak bir bilgi arardım. Bu suretle bayatlamış bilgilerim de yenilenmiş olurdu.                 

 

O zamanlar, sıtma tedavisinde kullanılan «kinin» diye bir ilaç vardı. Günümüzün gençleri bunu tanımazlar. Sarı renkte minik drajelerdi. Ebucehil karpuzundan daha acı olan bu hapları sıtmalı hastalara belli aralıklarla verirlerdi. Çocuklara yedirmek çok zor olduğu için, zaten küçücük olan bir tanesini ikiye böler, onu da ince sigara kâğıdına sararak tatlı bir sıvı yardımı ile onlara zor bela yuttururlardı. Bu hastaların ter ve sidikleri sapsarı çıkar, çamaşırları da sarı renge boyanırdı.

 

Ben yaşamı onlar adına da seviyordum. Onların da şifa bulup hayatın güzelliklerinden haz almalarını çok istiyordum. Onun için de özellikle hasta yaşıtlarımın acı ve ıstıraplarını fırsat buldukça paylaşmaya çalışırdım.

 

Bu köyde kimse doktor yüzü görmemişti. Teygut Köyü’nün halkı kadar şanslı değillerdi. Onlara göre doktora ancak şehirli insan gidebilirdi. Bunların ise birkaçı ancak şehir olarak Bitlis’i görebilmişti. Sıtmanın nedenini bile bilemiyorlardı. Hayatında plasmodium, anofel ve malarya sözcüklerini duymuş bir tek insan yoktu bu köyde... Bu, elbette ki Laveran ve Golgi adındaki alimler adına büyük bir şanssızlıktı.

 

Annem ve babam aydın birer insan olarak yeterli sağlık bilgisine ve bilincine sahip bulundukları için evimizde önemli bir şikâyetimiz olmazdı, annem beslenmemiz konusunda çok titizdi. Bu sayede yemeklerimiz, hem temizlik, hem besin değeri açısından kaliteliydi. Tabiatıyla çocuktuk, koşuşur, zıplar ve bazen de küçük kazalar geçirirdik. Örneğin keskin şeylerle oynarken elimizi keserdik, bazen ağaçtan, ya da merdivenden düşerdik; bazen de bizi arı sokardı. Bu durumlarda da babam işe hakim olur, bizi uygun bir şekilde tedavi ederdi. Koca karı ilaçlarına ise hiç perva etmezdi ve köylüleri de bundan sakındırırdı.

 

Fakat bizim eski köyümüzde Nazo adında, yeni köyümüzde de Feleko adında birer kadın halk hekimi vardı. İkisi de tabiatıyla kocakarı ilaçları diye adlandırdığımız cinsten birtakım karışımlar kullanarak hastaları tedavi ederlerdi. Köylüler, çok ciddi olmayan bütün şikâyetlerinde onlara başvuranlardı.

 

Altı yaşındaydım; bir keresinde, sofranın bitişiğindeki kaynar çorba tenceresine nasıl olduysa sol ayağım girdi. Çığlıklarım ortalığı ayağa kaldırınca hizmetçilerden biri beni kaptığı gibi yıldırım hızıyla Nazo’ya görmüştü. Babam evde yoktu annem de itiraz etmedi. Nazo ayağıma ne sürdü hâlâ bilmiyorum; fakat soyulmuş ayağım iki gün içinde iyileşti ve üzerinde yaranın hiçbir izi kalmadı! Asla kimseyi özendirmek için bunu söylemiyorum. Sırf gördüklerimi ve yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.     

 

Taşındığımız Oskağak köyünde büyük bir şanssızlığa uğramıştık. Bunun bir hayal kırıklığı olduğunu neden sonra anladık. Fakat artık ok yaydan çıkmıştı.

 

Bir iki yıl böyle idare ettik. Sonra babam, buradaki topraklarımızı 1960 yılında elli bin lira karşılığında köylülere sattı. Zor bela parayı çıkıştırıp getirdiler. Bu paranın yarısıyla Bitlis’in Taş Mahallesi’nde bir köşk satın aldık. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Ermeni ustalar tarafından kesme taştan yapılmış olan bu köşk, Şerbetçiler adında zengin bir aileye aitti. Sahipleri Bitlis’ten Diyarbakır’a göç etmiş, burayı kiraya vermişlerdi. Köşk, bir meyve bahçesi içinde iki katlı görkemli bir bina idi. Fakat ben burayı hiç sevmedim ve buraya hiç alışamadım. Eski yerlerimizin özlemi içinde ağır bir stres yaşadım ve bir süre hasta yattım.

 

Doğu vilayetlerinde sosyete takımı yoktu. Fakat bu kentlerin aristokratları vardı. Örneğin Bitlis’te Kaadirîler ve bu ailenin dalları olan Gaylânîler’le Seyitoğulları; Kürt ileri gelenlerinden Şerefhanlar; Türk kökenli, ya da Türkleşmiş ailelerden Kufra Şeyhleri, Kadızadeler, Şeyh’ül-Garipler, Zülfikârlar, Barutçular, Kürümoğulları, Yusufpaşazâdeler, Nasırlar, Karayılanlar, Geboloğulları, Dodanlılar ve Kazaz Şeyhleri gibi tanınmış aileler vardı. Bitlis’in eşraf takımı arasında bizim, geçmişten gelen bir muhitimiz bulunuyordu. Annem zaten buranın tanınmış bir ailesindendi. (Kadızâdelerden Hacı Necmeddin Efendi’nin torunudur.). Ayrıca Bitlis eşrafından atalarıma bağlanmış, onları mürşit kabul etmiş ünlü aileler vardı. Örneğin, Tüccarlardan Hacı Bişar Efendi, Hacı Tevfik Efendi, Şeyh’ül Garipzadeler’den Şeyh Abdühalik Efendi, Şeyh Mücahit Efendi, Şeyh Seraceddin Efendi ve Yusufpaşazade Behçet Bey bunlardandı.

 

1960 yılında patlak veren askerî inkılâp, Doğu’nun üzerine kâbus gibi çöktü. Sırf bir şeyh ailesi olduğumuz için o sıralarda çok sıkıntılı günler geçirdik. Siyasi havaların elektriklendiği her defasında, tanınmış tüm Doğulu şeyh aileleri gibi bizim de ailemiz öteden beri büyük sıkıntılar çekmiştir. Cumhuriyetin başından beri türlü bahanelerle ailemiz zaman zaman günahsız yere haksızlığa uğramıştır. Bu cümleden olarak büyük babam Şeyh Abdullah Efendi, 1935 yılında Kazım Dirik adında Yahudi kökenli Balkanlı bir ajanın ispiyonları üzerine önce Konya’ya sürülmüş, bir buçuk yıl kadar orada ve kısa bir süre de İstanbul’da acı bir gurbet hayatı yaşamıştır.   

 

Yönetimlerin, bu ülkede insanları kuşaklar boyu damgalama alışkanlığındandır ki 1960 inkılâbından sonra yine sıkıntılar yaşadık. Evimizde göz hapsindeydik. Nefesimiz bile koklanıyordu. Bu olayın bölgemizde ve bütün Doğuda neden olduğu sosyal ve düşünsel değişimleri, ancak geleceğin dürüst araştırmacıları daha ayrıntılı ve daha objektif biçimde açıklayabileceklerdir. Onun için şimdilik bu konuda pek söyleyeceğim bir şey yoktur!

 

Bu olaydan sonra yine sık göçler yaşadık. Eski muhitlerimize çekildik ve nihayet 1962 yılında Tatvan’da yerleştik. Ben artık delikanlıydım. Fakat bu hareketli ve istikrarsız dönemin bıkmamış, moral çöküntüsüne asla uğramamış, zinde umutlu, eğitimini sürdüren, geleceğe umutla bakan ve yaşamı seven bir delikanlısıydım

 

Yukarıda çok özet olarak anlattığım, doğudaki köy yaşamı, bölgedeki insanlar için tam anlamıyla bir çileydi. Çocukluk yıllarımda tanık olduğum perişanlıkları ben –evde bulunduğum süreler içinde- şahsen yaşamadım. Ama o insanların duygularına daima ortak olmaya çalıştım. Ben sobalı, sıcak, aydınlık, temiz ve düzenli evimizde otururken hep arkadaşlarımı, onların tandır ve ocak başlarında çile çeken ailelerini düşünür, üzülürdüm. Fakat zaman geldi, büyüdüm, artık eğitimim, ideallerim ve geleceğim için uzun süreler evden uzak kalacaktım. Bu benim için zorunluydu. Sonra gurbetin acılarını tadınca çilenin ne demek olduğunu bir farkla anladım. Yaşamı seven insan için çile ve ıstıraplar, aydın bir geleceğin umut ışıkları altında birer şenliğe, birer hazza dönüşebilirler. İşte ben öyle yaptım. Hayata küsmeden, kimseye sitem ve minnet etmeden, zorlukların da yaşamın birer parçası olduğuna inanarak, onları da kabullenerek emin adımlarla yoluma devam ettim. Gençliğime işte böyle başladım.

 

***

 

BÖLÜM - II

GENÇLİĞİM

 

 

Gençliğimi Yaşadığım Günlerin Türkiye’si ve Dünya

 

Çocukluk yıllarımda Türkiye çok sakindi. Belki de bana öyle geliyordu. Çünkü –daha önce de söylediğim gibi- küçücük bir dünyam vardı. İnsanlar tehlikeli ve çirkin ideolojik yarışlara daha yeni başlamışlardı. Bu yarış henüz tabana fazla yayılmamıştı, Kürtlerin büyük çoğunluğu kimlik olarak İslâm’ı önceliyorlardı. Bunun, o döneme bağlı olarak birkaç önemli nedeni vardı. Bu nedenlerin hepsinin ortak etkisi Kürtlerin politize olmasını önlüyordu. Deyim yerinde ise bölge halkının gözü henüz kapalıydı. Onun için bu durum, aslında onların İslâm’a bilinçli olarak bağlı bulundukları anlamına gelmiyordu. Çünkü eğitime Demokrat Parti tarafından hız verilmesi ve doğuda okulların yaygınlaşması ile birlikte daha sonraları bölgedeki egemen zihniyet, oldukça büyük bir değişiklik gösterecekti. Fakat çocukluk dönemimde bu faktörün hızlandırdığı, -İslâm’dan uzaklaşma periyodu- henüz başlamadığı için Kürt ve Türk ırkçılığının da kımıldayışları hissedilecek kadar değildi.   

 

Çok şükür ben bu yarışın tamamen dışında kaldığım için eskiden olduğu gibi şimdi de «Ben önce müslim ve mü’minim, ondan sonra da Türkiyeliyim» diyorum. Evet, Arap kökenli olmama rağmen, hatta ünlü bir Arap Aileden geliyor olmama rağmen «Ben Türkiyeliyim» diyorum. Bu sözlerle benim, Ilgaz Zorlu ile yarıştığımı sananlar yanılırlar. İlgaz Zorlu «Evet, Ben Selânikliyim» demişti. O, bir farklı gerçeği kanıtlamak istemişti ve kanıtladı. Ilgaz Zorlu için kanıtlanması gereken o farklı gerçek benim için söz konusu değildir. Çünkü eğer ben de öyle yapsaydım «Evet, Ben Mekkeliyim» demem gerekirdi. Fakat bunu söylememe gerek yok. Çünkü zaten herkes benim Mekkeli olduğumu biliyor. Bu ise evrensel düşünce bazında hemen hiçbir şey ifade etmez. Sadece bugün değil, gençliğimde de böyle düşünüyordum. Sanırım evrenselliği daima öncelemiş bu düşünce ve duygularladır ki yıllar sonra örneğin ne Ecyad kalesi’ni yıkanların, ne de karşıtlarının safında yer aldım! Bu ve benzeri çocuksu kavgalar beni hiç ilgilendirmemiştir. Bununla ben, aslında şu gerçeği vurgulamak istiyorum: Türkiye’de doğdum, Türkiye’de büyüdüm ve Türkiye’de yaşadım. Üstelik adlarını bildiğim kırktan fazla atalarımdan on sekizi 700 yıldan beri bugünkü Türkiye topraklarında yaşamışlardır. Dolayısıyla, «Ben safkan Türküm» diyen ya da kendini böyle inandırmış olan milyonlarca insandan çok daha Türkiyeliyim. Çünkü bu insanların milyonda biri bile en çok dördüncü atasına kadar olan geçmişini biliyor, ondan öncekilerin ise ne kökenlerini, ne adlarını, ne din ve inanışlarını, ne de onlarla ilgili bir şey biliyor. Oysa ben atalarım hakkında çok şey biliyorum; hem de belgesel olarak biliyorum. İşte gerçek bir Türkiyeli olduğumun kanıtı budur. Bu kanıtla bütün ırkçılara, bütün tarikatçılara, bütün mezhepçilere, bütün laikçi yobazlara, sağcılara, solculara, kadavracılara, Masonlara, Nurculara, mezarcılara, mumyacılara; (faniye:-cenazeye, türbeye, anıta, mozoleye, tespihe, takkeye, heykele, padişaha, Mevlide, marşa Osmanlıya, vatana bayrağa ve tarihe- tapanlara); ayırımcılara, bölücülere ve bunlar gibi bütün zararlı ve yıkıcı örgüt, dernek ve siyasi parti mensuplarına ders vermek istiyorum!!! Ancak Türkiyeli olmak, benim için bir üst kimlik de değildir; aynı zamanda dünya insanlarına karşı bir üstünlük simgesi de olamaz. Dolayısıyla «Bir Türkün dünyaya bedel olduğu» yalanına hiçbir zaman inanmadım ve kendimi inandırmaya da çalışmadım. Çünkü ben de herkes gibi bir insanım.

 
Evet ben Türkiyeliyim. Türkçe de konuşurum, Arapça da konuşurum, Kürtçe de konuşurum; başka dillerle de konuşurum... Bunların hepsini de severim, Mahalli dilleri başarıyla kullanırım. Ancak bu dillerin ırkçılarıyla hiçbir ortak yanım yoktur. Onlar adımı telaffuz etmeyi bile becereyilorlar! Benim adım Ferîduddin'dir. Bu adı, hiçbir tarikatçı, hiçbir laikçi, hiçbir ırkçı ve onların düzeyinde bulunan hiçbir yobaz doğru ve aslına uygun olarak telaffuz edememiştir. Çünkü bu kamplara yamanmış insanların tamamı zır cahildirler; görgüden, bilgiden ve kültürden yoksundurlar!
 

Yurdumda çok ilginç olaylar yaşadım; işlenen yanlışlara, yapılan haksızlık ve adaletsizliklere tanık oldum. Türlü türlü aykırı inanışların, görüş ve düşüncelerin kıyasıya savaştığı Türkiye’de yaşadım. Türkiye; tarihiyle, jeopolitik konumuyla, toplum yapısıyla gerçekten çok ilginç bir ülkedir. Bu coğrafyada rahat, mutlu ve doyumlu yetişip yaşamak da güçtür. Dolayısıyla objektif olmak, ilmi, aklı ve mantığı esas alarak olaylara bakmak da bu ülkede kolay değildir. Ancak bütün bunlara rağmen eğer bir kimse her türlü fanatizmin dışında kalabilmiş ve bu ülkeyi –özellikle de Öteki Türkiye’yi- görebilmişse onun, saptadıklarını dürüst bir tanık sıfatıyla kâğıda dökmesi gerekir. Çünkü bu davranış, tarihe karşı büyük bir sorumluluğun yerine getirilmesi anlamını taşıyacaktır.

 

Ben bunu da yaptım. Çok şeyler yazdım. Çünkü hayatı, olayları ve insanları büyük bir dikkatle izledim. Gördüklerimden ders ve ibretler çıkarmaya çalıştım. Yaşadıklarımı, zihnimin bir köşesinde saklamanın anlamsız olduğuna inandım. Nitekim hayatı insanlarla paylaşmak zaman zaman bir zorunluluk haline gelir. Bu, bazen bir vicdan sorumluluğu olarak karşınıza çıkar. İşte o anda konuşur, ya da yazarsınız. Ben de öyle yaptım. Ama içinde yaşadığım halk bir bilgi toplumu olmadığı için yazarken çok büyük çelişkilerle karşılaştım, çok sıkıntılar çektim. Aşırı politize olmuş cahil kalabalıklar; ideolojik eğitimin çarkları arasında kişilikleri deforme edilmiş milyonlarca entel; yarı okumuş televole magandaları; laikçilik, tarikatçılık, mezhepçilik ve ırkçılıkla zihinleri kirletilmiş, beyinleri yıkanmış on milyonlarca fanatik insan arasında neler yazamazsınız ki! Yazdım ama gelin görün ki (bir iki kitaptan başka) bunları bastırıp yayınlamak hemen hemen mümkün olmadı.   

 

Bilgiye ve aydınlığa kandini adamış insanlar için böyle bir ortamda yaşamaktan daha büyük bir talihsizlik olamaz. Ancak bu şanssızlığın en karanlık örneğini ben yaşadım. Çünkü tarafsızca, göz nuruyla ve büyük bir sorumlulukla yazdığım onlarca kitabın bir tanesini bile bu ülkede hiçbir yayınevi yayınlamak istemedi! Bir yazar için bundan daha acı bir kader olamaz. Evet, hep bu sert engelle karşılaştım. Çünkü Türkiye’de hemen her yayınevi ideolojik bir kampa bağlıdır. Siz eğer tarafsız iseniz, yani hiçbir derneğe, hiç bir vakfa, hiçbir siyasi örgüte üye değilseniz, sizi bu ülkede hiç kimse kale almaz. Bu da aklı başında her insan için bir ibret levhasıdır. Bu levhadan, Türkiye’deki kalabalıklar hakkında bir çok gerçeği okumak mümkündür. Ancak ben yine de pes etmedim. Hep yazdım. Adımı bile doğru telaffuz edemeyen bir toplumun birgün aydınlanabileceği umuduyla kültürel bilinçlendirmeye hep katkıda bulundum. İzleyebilenler, Türkiye’nin gerçeklerini özellikle kaleme aldığım üç çalışmamdan öğrenebilirler. Bunlardan birincisi «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik», ikincisi, «Öteki Türkiye’den Manzaralar» üçüncüsü ise «Türkiye’de Din Sosyolojisi» adlı kitaplarımdır.

 

***
 
Biraz önce adımdan söz açmışken şu «...tin...tin»’lerle biten isimlere ilişkin bazı saptamalarımı sizinle paylaşmak istiyorum. 
 
Yukarıda ifade ettiğim gibi, kimliğimdeki adım, Feriduddin AYDIN’dır. Bu isimi telaffuz etmek bugünkü nesil için çok zordur. Bu nedenle, özellikle resmiyette epeyce sorun yaşadım ve yaşıyorum. Bankalarda, ve devlet dairelerinde, adımın yanlış yazılmaması için her seferinde uğraş veriyorum. Resmi nitelikli belgelere adımı, tabiatıyla her zaman Feriduddin AYDIN olarak yazmak zorundayım. Ama pratikte Ferit Aydın adını kullandım. Basılan kitaplarımın dış kapakları üzerinde de hep Ferit Aydın vardır. Ancak ilk sayfalardaki biyografimin altına bir dipnot koydurtarak şu açıklamayı yaptım: «Yazarın asıl adı Feriduddin Aydın’dır; muhitinde kısaca Ferit Aydın olarak tanınır. 
 
Dolayısıyla e-mail adresimde de (user name) olarak feritaydin sembolünü kullanmak istiyordum. Fakat daha önce rezerv ettiğimiz adreste mevcut olan bu sembolden dolayı bir sorun çıkmasın diye feridaydin’i tercih ettim, bu daha iyi oldu. 
 

Aslında, Türkiye’de yaşanan bu sorunun kaynağı Aksan bozukluğudur. Türkçe, genelde on yıllık süreçlerle önemli deformasyonlara uğrar. Bunu önlemek, tarih boyunca günümüze kadar mümkün olamamıştır. Bu ayrı konu, ancak buna bağlı olarak halkın konuşma ve telaffuz düzeni de sık sık bozulmaktadır. Bunun en ilginç örneği ise birkaç on yıldan beridir devlet tarafından bilinçli olarak halka yanlış telaffuz ettirilen belli bir isim gurubunun kullanılmasında ortaya çıkmıştır. Tamamen Arapça’dan alınan, ancak yakın geçmişte (İslâm’ı çağrıştırmasın diye) sonlarındaki (din) eki (tin) olarak değiştirilen bu adlar, ikişer sözcükten ibaret birer isim tamlamasıdır. Bu adlara: Necmettin, Selahattin, Bedrettin, Kemalettin, Şemsettin, Nurettin, Hayrettin ve Fahrettin gibi daha birçok örnekler vermek mümkündür. Bu konudaki açıklamaları kuşkusuz ilâhiyatçılar çok daha iyi anlarlar. Burada unutmadan hatırlatmak gerekir ki Arapça’da «tin» kelimesi, Türkçe’de «incir» demektir.

 

Bu tip adların her birinin ne anlama geldiği ve sonlarındaki ekten bir tek harfin değişmesiyle dahi nasıl bir anlam bozukluğuna uğratıldıkları konusu, aslında yalnızca kültürel deformasyon bakımından değil, özellikle toplumun mantık yapısı, ahlâkî değerlere ve bilimsel ölçülere yaklaşımı bakımından da çok yönlü olarak ele alınması gerekir. İlginçtir ki bu isimlerin ne anlam taşıdığı; bu deformasyondan sonra nasıl birer anlam bozukluğuna uğratıldıkları; tamamen Arapça olmalarına rağmen, neden Araplar tarafından kullanılmadıkları ve esasen hangi etkiler altında bu adların Türk toplumunda yaygınlaştığı gibi konular, şimdiye kadar ne sokaktaki insanı, ne de ilim adamlarını meşgul etmiştir! Çünkü bu çeşit toplum gerçeklerini gündeme getirmek, Türkiye halkının özgün bir kültür altyapısından yoksun bulunduğunu bir anlamda kanıtlayan meselelere parmak basmak demek olur. Onun için suskunluk, -büyük ihtimalle- daha çok bu yargı ile tercih edilmiştir.

 

Bu isimlerin her birinin, orijinal yapısı içinde ifade ettiği anlam ile bozulmaya uğratıldıktan sonraki anlamına gelince; bunların birkaçını karşılaştırarak bir fikir çıkarabiliriz.

 

Örneğin, bunlardan «Necmettin»’in orijinal biçimi «Necmuddîn»’dir. Bu bileşik isim, Türkçe’de «yıldız»’ın karşılığı olan Arapça «Necm» ile «din» sözcüklerinden oluşmaktadır ve «dinin yıldızı» anlamına gelen bir isim tamlamasıdır. Ne var ki «Necmuddîn» biçimindeki bu adın orijinal kalıbı «Necmettin» şeklinde deforme edildikten sonra anlamı tamamen değişmekte ve «incirin yıldızı» diye zevksiz, ilgisiz, rasgele ve hatta çirkin bir anlam peydahlanmaktadır.

 

Bu analizden yola çıkarak; benzer bazı adların da hem orijinal hem bozulmuş biçimi ile verdikleri anlamları aşağıda birkaç farklı örnek içinde karşılaştırdığımızda yozlaşmanın, bilgisizliğin, bilinçsizliğin ve pervasızlığın  bu ülkede hangi boyutlara ulaşmış olduğunu açık bir şekilde görecek; ölçü tanımamada ne büyük bir cesaretin sergilendiğine şahit olacaksınız.

 

Örneklerde her adın önce orijinali, ondan sonra da tahrip edilmiş biçimi, anlamları ile birlikte verilmiştir.

Örnekler:

1. a) Özgün biçimi: Cemâluddîn / Anlamı: Dinin güzelliği.

    b) Bozulmuş biçim: Cemalettin / Anlamı: İncirin güzelliği.

                       

2. a) Özgün biçimi: Bedruddîn / Anlamı: Dinin dolunayı.

     b) Bozulmuş biçim: Bedrettin / Anlamı: İncirin dolunayı.

 

3. a) Özgün biçimi: Kemâluddîn / Anlamı: Dinin olgunluğu.

    b) Bozulmuş biçim: Kemalettin / Anlamı: İncirin olgunluğu.

 

4. a) Özgün biçimi: Şemsuddîn / Anlamı: Dinin güneşi.

     b) Bozulmuş biçim: Şemsettin / Anlamı: İncirin güneşi.

 

5. a) Özgün biçimi: Qutbuddîn / Anlamı: Dinin direği (odağı)

    b) Bozulmuş biçim: Kutbettin/Anlamı: İncirin direği (odağı):

 

6. a) Özgün biçimi: Fakhruddîn / Anlamı: Dinin iftiharı (gururu)

     b) Bozulmuş biçim: Fahrettin / Anlamı: İncir faresi!

 

Burada, anlaşılması ve çözümlenmesi gerçekten güç olan birçok sorun vardır. Bunlardan biri de şudur:

Çocuklarına örneğin Kemalettin adını veren anne ve babalar, bu ismin; «incirin olgunluğu» gibi çok enteresan bir anlam taşıdığını, acaba bir kez olsun akıllarından geçirebilmiş midirler; ya da (büyük ihtimalle bu konuda hemen hiç bir bilgiye sahip bulunmadıkları için) bu adın böyle bir anlam taşıdığı şâyet onlara başta anlatılmış olsaydı, bunu yine de ad olarak çocuklarına yapıştırmayı acaba göze alırlar mıydı? Üstelik yukarıdaki örnekten daha günlünç anlamlar veren adların da bu grup içinde bulunduğunu unutmamak gerekir!

 

Son Osmanlı Padişahı Vahîduddîn’in de adı yukarıdaki isimler gibi «tin»’li bir takı ile «Vahdettin» şeklinde ve üstelik okullarda tarih öğretmenleri tarafından bile yanlış telaffuz edilmektedir.

 

İlginçtir ki bu kitabın yazarı ve bu eleştirilerin sahibi olarak ben de bu gruba giren isimlerden birini taşıyorum! Ancak Bana Ferîduddîn adını veren babam, öyle anlaşılıyor ki gelenekçi olmasına rağmen bu ismin aslına uygun biçimde telaffuz edilmesini istemiştir. Ondan bu yönde talimat alanlar, adımı orijinal şekli ile yazdırabilmek için vaktiyle Nüfus memurluğunda kim bilir ne mücadeleler vermişlerdir!. Ne var ki bu isim yüzünden, Türkiye’de, başta okullarda, bankalarda ve postanelerde olmak üzere, uğradığım hemen bütün resmi dairelerde hayatım boyunca manevi işkenceler çektim. Kaliteli eğitim görebilmiş İlâhiyâtçılar ve bazı edebiyat öğretmenleri hariç, hemen hiç bir Türk’ün bu adı doğru telaffuz ettiğine ve doğru yazdığına rastlamadım. Amerika ya da Avrupa’da yaşıyor gibi adımı hep kotlayarak memurlara ve sekreterlere yazdırmak zorunda kaldım. Üstelik sık sık yaptığım yurt dışı seyahatlerim dolayısıyla Hava limanlarımızdaki kültürsüz ve eğitim durumları pek zayıf, kontrol polislerimiz tarafından bu isim hep tuhaf karşılandı. Ancak her şeye rağmen, baştan ayağa bir çelişkiler ülkesi olan Türkiye’de hemen hiç bir şeyin orijinal niteliğe sahip bulunmadığını gördükçe teselli olabildim.

 

İşte böyle bir ülkenin çocuğuyum. Yıllar önce kazasız belâsız bir şekilde 19 yaşına girdiğim zaman, bunun ne büyük bir şans olduğunu o günlerde bile anlıyordum! Gittikçe ufkum biraz daha genişliyor, dünya ise gözümde hızla küçülüyordu Üstelik yaşamı yine çok seviyordum. Sevginin de bütün mutlulukların kaynağı olduğunu biliyordum. Yaşamla beni kaynaştıran sevgiydi. Yaşam benim için her mevsimde bahar gibi, ya da güzel bir gelin gibi süslüydü; rengârenkti; hâlâ öyledir. Bu bir hayalcilik değildi ve asla olmadı. Olağanüstü bir gerçekçilikle hayatı daima sevdim. Bu güzel duyguyu bana sevgili annem aşılamıştı.

 

Evet 18 inci yaşıma girdiğim sıralarda eğitimimi tamamlamak için epeyce uzaklara gitmeye niyetlendiğimi annem fark etmeye başlamıştı. Buna gönlü razı değildi. Ondan yıllarca uzak kalmama yüreği dayanamazdı. Annelik duygusunu, yıllar sonra eşim anne olunca çok daha iyi anladım. Fakat babam benim gibi düşünüyordu. Ne çare ki annem, önüme engel çıkarmak için ciddi bir plan yapmıştı bile. Beni evlendirecekti.    

  

***

 

 

Artık beni evlendiriyorlar

 

Anneme boyun eğmek zorunda kaldım. Bana bir düğün yapıldı ki dillere destan... Geçmişimi ve muhitimi bilmeyen gurbet arkadaşlarıma zaman zaman bu olayı anlattığımda bana inananlar çok az oldu! Kimseyi inandırmak zorunda değilim tabi... Böyle bir kaygım da yoktur. Ancak şunu söyleyeyim: günümüzde püskülleri iyice dökülmüş olmasına rağmen, Doğulu herhangi bir şeyh çocuğunun düğününde bulunma şansını elde edebilecek olanlar, bu peri masalını canlı olarak hâlâ yaşama olanağına sahiptirler!

 

Yine de ağzınızı sulandırmak istiyorum. Kırk gün kırk gece değil, sadece 15 gün süren o muhteşem düğünü size anlatmayacağım. Bu tip şakalardan çok hoşlanırım. Kafaları karıştırıp biraz seyretmeye bayılırım. Ne ki kalpten şikâyeti olanlara acıyorum. Onun için biraz sonra azıcık özetleyeceğim. Fakat ondan önce, ırkçı ideolojinin bu kadar doğal bir olayın etrafına bile nasıl barikat kurduğuna ve bu ülkede her şeyi nasıl ipoteği altına aldığına bu ilgiyle biraz işaret etmek istiyorum.

 

Düğünden söz açmışken işin içine ölüyü cenazeyi sokmak belki tuhafınıza gidecektir ama, yeri gelmişken taşı gediğine koymamak da büyük bir eksiklik olur. Mesele şu; Sivas’tan Edirne’ye kadar olan bölgede, peşine üç buçuk yobaz takabilmiş bir sofu bile öldüğünde, «Evliya, Allâme filan Efendi Hazretleri vefat etti, Hakka yürüdü» diye eski  «Boyalı Basın»’da göklere çıkarılarak günlerce anlatılırdı. Bugünün medyası da aynı şeyi yapıyor. Türk kökenli olmak, dinci olmak ve tabi biraz da ünlenmiş olmak yetiyor bu işe!... Bu dünyada bir böcek gibi yaşamış olsa bile, bu üç özellik kime yakıştırılmış ise (Türkiye’nin batısında) onun, ölüsü ya alkışlanmış, ya da yakası yağlı kulağı kir dolu binlerce sofunun omuzunda «tekbirlerle» mezarlığa taşınmıştır. Buna karşın örneğin, ünlü Müderris, akademisyen ve yazar Şeyh Süleyman el-Halidi (1868-1976), Siirt’te, aynı unvanlara sahip Şeyh Said Seyda el-Cezeri (1889-1968) ise yıllar önce Cizre’de öldüğünde Türkiye’de hiçbir yayın organı bu haberleri yazmadı. Oysa bu iki şahsiyetin de her birinin cenazesinde atmışlı yetmişli yıllarda yaklaşık seksen doksan bin insan bulunmuştu. Dolayısıyla haber değeri vardı bu iki olayın da... Ama ikisi de Doğunun ünlüleriydi ve başka kökenden geliyorlardı. Biri Araptı, öbürü ise Kürttü... Baskın çıkan bu zihniyetin gölgesinde her iki şahsiyetin de eserlerini hâlâ Türkiye tanımamaktadır! Oysa bu iki ünlü şahsiyetin de kitaplaşmış birçok çalışmaları vardır. Bu eserlerin, gerek Arap kütüphanelerinde, gerekse Doğulu mollaların evlerinde ve medreselerinde nüshaları bulunmaktadır. İşte bu kara bağnazlık ve bu ayırımcılık zihniyetidir ki Kürdü, Türkü ve Arabı birbirine düşürmek istemiş, ne şans ki bunu şimdiye kadar tam anlamıyla başaramamıştır.

 

«Yoksul Eşeklere Yeşil Kart» gibi fıldırafistik haberlere kadar hiçbir olayı atlamayan bugünün medyası, ne yazık ki hâlâ Doğu’nun yüzlere tebessüm dağıtacak hiçbir haberini vermez. Ama eğer kan varsa, yas varsa, feryad-ü figân varsa, hele hele kadavracı Mitüdist’in, laikçinin, ırkçının, sağcının, solcunun, bölücünün, tarikatçının içini serinletecek bir fitne fesat varsa onu mutlaka yazarlar, TV. Kanallarında da «rating»’in tadını çıkarırlar. Örneğin Hakkari’nin çöplüğünden simit toplayan çocukların, Diyarbakır’da kamyondan fırlatılan ekmekleri kapışan zavallı insanların çamur içinde debelenirken çekilen manzaraları TV. Kanallarından günlerce verilir. Bundan amaç Doğu’nun ve Doğu insanın perişanlığını dile getirip sorunlarını çözmek için ilgili ve yetkililerin dikkatini çekmek asla değildir. Tam tersine, laikçi yobazın, mumyacının, heykel kölesinin, ırkçının, Tarikatçının, sağcının, solcunun, bölücünün yüreğine su serpmek onları eğlendirmektir.

 

Gelelim bizim düğüne... Biliyorsunuz, Kenan Evren bile «görücü usûlü» ile evlenmiş. Tabi bizimki de işte aynen öyle oldu. Bunu, söylerken hiç de sıkılacak bir neden bulamıyorum. Çünkü o zamanlar «usul böyle idi»; ve hemen ekleyeyim, Kenan Evren’i de örnek almış değilim. Hem sonra bu Zâtı o zamanlar hiç mi hiç tanımıyordum. Hatta «netekim» sözcüğünü de ondan önce hiç duymadım ve asla kullanmam. Gerekirse «nitekim» derim. Üstelik aramızda da epeyce yaş farkı var...

 

Şakayı bir yana bırakalım, Annem işi planlamıştı dedim ya, işi aynı zamanda pişirmişti bile... Gelinini, baba tarafından yakınım olan bir aileden beğenmişti. Fotoğrafını bile hiç görmedim. Çünkü fotoğrafı hiç çekilmemişti ki! «Olur mu böyle şey kardeşşiiim!» demeyin. Vallahi de billâhi de bu söylediklerimin hepsi doğrudur. Hatta eksikleri bile var... Ama ister beğenin ister beğenmeyin, işte böyle bir muhitin, böyle bir geleneğin insanıydık. Fakat eğer bu gelenekler olmasaydı, eğer bu fıldırafistik olaylar yaşanmasıydı söyler misiniz, Aziz Nesin’i nasıl yaratabilecektik?!  «İt Kuyruğu», «Zübük» ve «Hazreti Dangalak» gibi kitaplar nasıl yazılabilecekti!... Ama eğer bugün o yaşlarda olsam ve evlenmek istesem elbette ki bu «görücü usûlü» denen şeyi duvarın yüzüne çalarım. Ancak şunu da içtenlikle hemen söyleyeyim ki bizim kadar birlikte uyum ve mutluluk içinde yaşamış az sayıda çift bulunur bu dünyada... Darısı gençlerin başına, ama «görücü usûlü» ile değil!

 

Düğünün ayrıntılarına girmesem de şu rakamlar size bir fikir verebilir: 1964 yılı baharından itibaren başlayan ve üç ay süren hazırlıklar tamamlandıktan sonra özellikle günlerce taşınan ve onbeş dönümlük bahçemizin bir kenarına istif edilen odun miktarı seksen tondan az değildi. Bunun bir kısmı, Eylülün serin gecelerinde yer yer yakılarak etrafında «koçeri», «govend» ve «herkuşte» tarzlarında halaylar çekildi, rakslar yapıldı, meddahlar ve palyaçolar tarafından Kürtçe’de «lepok» ve «tolif» denilen skeçler oynandı; ta ki 13 Eylül gecesi gelip çatıncaya kadar. Bölgedeki sekiz büyük aşiretten düğüne peyderpey gelenlerin 14 Eylül günü, sanırım sayıları 5000 kişiyi geçmişti. 1964 yılında bir ilçede bu kadar insanın bir araya gelip toplanması elbetti ki büyük bir olaydı. 15 gün içerisinde bildiğim kadarıyla altmış kadar koyun kesildi. Kazanlarla günlerce pişirilen yemeklere, yapılan tatlılara, sunulan meyve ve meşrubata, kullanılan araçlara harcanan paranın ne tuttuğunu ve kimlerin cebinden çıktığını hâlâ bilmiyorum. Aynı zamanda bu haberin, herhangi bir gazetenin son sayfasında bile yayınlandığını hiç duymadım. Hamd olsun geniş çevremizin saygısına her zaman mazhar olabildiğimiz için ayrıca bizi reklam edecek medya cadalozlarına hiç ihtiyacımız olmamıştır, olmayacaktır da. Onun için bunu bir kompleks olarak değil, bu toplumu Kürt, Türk, Arap diye ayıran; «Acı veriyorsa yazalım, sevindiriyorsa hayır!» diyen zihniyetin kirli yüzünü fâş etmek için söylüyorum ve dua ediyorum: İnşallah Türkiye yakın gelecekte Avrupa Birliğine girer de Avrupalılar bu kara zihniyetin hakkından gelir; onun örümcek kafalı zebanilerini hizaya getirir!!! 

 

13 Eylül günü bütün hazırlıklar tamamlandı. Artık yapılacak tek şey kalmıştı. O da gelinin Şirvan’dan Tatvan’a getirilmesiydi. Bu mesafe, gidiş-geliş 250 kilometreyi geçmez ama o günlerde epeyce uzun sayılırdı. Konvoy yola çıktı ve ertesi gün öğleden sonra Tatvan Coşkulu bir gün yaşadı. İlçemiz, tarihinde en büyük kalabalıklardan birine ev sahipliği yapıyordu. Sanırım manzara mahalli yönetimi biraz kaygılandırmıştı. Çünkü beş bin kişilik düğün korteji içinde silah taşımayanların sayası çok azdı. İlçenin tanınmış bir işadamı, daha önce Kaymakamla görüşmüş:

 

«- Kaymakam Bey, hiç endişe etmeyiniz. (Babamı kastederek), Bizim Efendi Hazretleri bu konuda çok duyarlıdır. Disiplini bozacak hiçbir şey olmaz. Zaten Şeyh Efendi’nin emri var, hiç kimse silah kullanmayacaktır», diyerek Kaymakamın kaygılarını gidermişti. Nitekim de öyle oldu. Sadece, gelin arabadan indiği sırada havaya birkaç el ateş edildi. Bu kadarı da normaldi. Hem sonra ateş eden kişiler bizzat bu işadamı ve birkaç arkadaşıydı. Ben, babam ve sekiz on kadar aşiret lideri evimizin damına çıkarılmıştık. Hepimiz de ayaktaydık. Konvoy yaklaşınca ilçemizin zengini Cemil Ayaz Efendi babama yaklaştı, ellerini önünde kavuşturarak bir saygı duruşu gösterdikten sonra :

 

«- Efendi Hazretleri çok sevinçli bir anı yaşıyoruz, bu mutluluğu kutlamak istiyorum, birkaç el ateş etmemize izin verir misiniz?» diye sorunca babam:

 

«- Sanırım Kaymakam Beye benim adıma söz vermişsiniz; vadimize ters düşmüş olmaz mıyız?» şeklinde bir soruyla karşılık verdi. Tam bu sırada da gelin arabadan indiriliyordu. Birkaç dakika sonra Onun içeriye alınmasıyla birlikte bu kutlamanın, geleneklere göre artık hiçbir anlamı kalmayacaktı. Cemil Efendi telaşlandı. Fazla zaman kaybetmek istemiyordu. Saygısını bozmadan ciddileşti ve:

 

«- Efendimiz! Hiç ateş edilmeyecek diye bir şey konuşulmadı ki; bu bir adettir, müsaade ederseniz iyi olur» deyince babam:

 

«- Mesele yok, Allah cümleyi korusun; fakat gençler dikkatli olsunlar», diyerek etrafı bir kez daha uyardı. Bu sırada Cemil Efendi tabancasını yukarıya doğrultunca toplu bir salavat çekildi ve şarjörler bir anda boşaldı.

 

O sırada damın üzerinde bulunmamızın elbette bir hikmeti vardı. Biz de aile olarak halk gelenekleri konusunda Kürtlere az çok uyardık. Doğuda, gelin içeri alındığı sırada damat, -içinde çeşitli çerez ve bir miktar bozuk para bulunan- elindeki büyükçe bir tası gelinin başına boşaltıverir. Bu, doğunun önemli geleneklerindendir. Her damat bunu yapar. Bizim için pek önemi yoktu bunun. Fakat zararsız geleneklere uymaktan çekinmez, bu suretle de bir yabancı izlenimi uyandırmak istemezdik. O sırada benim de elime bir tas tutuşturdular, içinde ne var, ne yok, bakmaya bile vakit bulamadım. Çünkü çatıda tam kapının hizasında bulunuyordum. Gelin de tam içeri girmek üzere idi. Elimdeki tası gelinin başından aşağı boşalttıktan sonra aynı zamanda tası da onun kafasına indirmem gerekiyormuş! Ben öyle yapmadım. Çünkü gelin, bana hayat boyu arkadaş olacaktı. Üstelik misafirimdi ve yakınımdı. Ona kıyamadım. Tas elimde kaldı. Sağdıçlarım, önemli bir görevi ihmal etmiş olmamdan dolayı paniğe kapıldılar. Onlardan biri elimden tası alıp gelinin kafasına çakacaktı ki tam o sırada gelin içeri girmiş bulundu. Ben içimden bir oh çektim. Tas, kalabalığın üzerine düşmeden havada gençlerin tokatlarıyla uzak bir yere fırladı.

 

Düğünün son ve en coşkulu gecesi de böylece yaşandıktan sonra 15 Eylül sabahı yorgun ve bitkin olarak hayatıma kaldığım yerden devam etmeye başladım. Gözüm her sabah olduğu gibi yine rafta dizili kitaplara takıldı. Benim esas sevgililerim onlardı. Onun için bu gelin, yaşamı boyunca hiçbir zaman kitabı sevmedi. Ona göre kitaplar kara kedi gibi aramıza girmişti. Onlar, Onun için birer kuma idi. Nitekim kına izlerini henüz ellerimizde taşıyorken bendeki ilim aşkı bizi ayırdı ve bu ayrılık tam dört yıl sürdü. Gelin, henüz çocuk denecek yaştaydı. Çünkü ona veda ettiğimde onaltısını yeni bitirmişti. Ben ise ondokuz yaşındaydım.

 

Bu, hiç kuşkusuz törelerin, kısır dünya görüşünün o gün için getirip önümüze koyduğu önemli yanlışlardan biriydi. Ben ciddi bir seçim yapmıştım (!) Bunun dönüşü yoktu. Çünkü büyük ailede artık onlarca cahil yetişiyordu. Bu ise Hazinoğulları’nın çöküşü anlamına geliyor, buna bir dur demek gerekiyordu. O da vaktiyle «mertebe-i ilmiyesi» sayesinde ünlenmiş, fakat artık yaşamayan büyüklerin boşluğunu doldurmakla mümkündü. İşte ikinci büyük yanlış da buydu. Yanlışlar, tabiatıyla hep yanlışları doğuruyordu. Fakat bir gün gelecek, bu yanlışlar çok büyük bir doğrunun doğmasına ortam hazırlayacaktı. Bu tarihten tam onüç yıl sonra ben yağdan kıl çeker gibi (Allah’a binlerce kez şükrolsun ki) Nakşibendî Tarikatı’ndan sıyrılıp kurtulduğum gün, bu son dört yıl içinde gördüğüm yüksek öğrenimin ve uğrunda yaşadığım acı ve ıstırap dolu gurbetin ne büyük bir nimet olduğunu ancak yıllar sonra anladım.                    

                

Çünkü bugün mensubu bulunduğum sülâlenin büyük çoğunluğu ne yazık ki eğitimsizdir. Bu nedenledir ki içyüzüne ilişkin hiçbir bilgiye sahip bulunmamalarına, üstelik hiçbir kuralını yerine getirmemelerine rağmen, bu kalabalık halâ Nakşibendîliğe sempati ile bakmaktadır!

 

Onlar kendi karanlık dünyalarında ne yaparlarsa yapsınlar, ben rolümü oynadım. Bu, kaderin bana yüklediği bir misyondu. Onu yerine getirdim. Yoksa birilerini, ya da bazı çevreleri memnun etmek için değil… Üstelik, yıllar sonra araştırmalarımı yayınlayınca, bir avuç aydın mümin dışında yüzbinlerce insanın haksız yere kin ve nefretine bile hedef oldum. Bunların başında bizzat akrabalarım yer aldılar. Kendi açımdan bunu bir şans sayıyorum. Çünkü en çarpıcı gerçekleri bildiren peygamberler bunu yaşamışlardır. Haklılığımı kanıtlayan en büyük delil de işte budur. Nitekim aramızda kan bağı bulunan en yakınlarım bile bana karşı kinle dolup taştılar. Ne kadar cahil ve ilkel olduklarını hiç düşünmeden, benim yazıp çizdiklerimi bir gün alıp dikkatle ve bilinçle okumadan beni hep arkamdan çekiştirdiler. Çünkü yazdıklarımı okuyamaz anlayamazlardı. Bana o kadar çok kin bağladılar ki yıllarca ders okuttuğum mekânlara bir kez bile uğramadılar, yetiştirdiğim yüzlerce öğrenciden birinin yüzünü bile görmek istemediler! Oysa bu hizmetlerimden gurur duymalı bana teşekkür etmeliydiler. Çünkü bu cahil kalabalık arasında ailemizin mirası olan ilme ve aydınlanmaya yalnızca ben sahip çıkmıştım. Fakat ben bunları hep normal karşıladım. Zavallı, bilgisiz ve eğitimsiz onlarca yakınımın dedikodularına hiç perva etmedim. Tersine onlara hep acıdım. Bir ilim ailesi olan Hazinoğulları sülâlesinin bugün düşmüş olduğu durumdan dersler ve ibretler çıkarmaya çalıştım.

 

Nice sülâleler, nice hanedanlar gelip geçmişti bu diyardan. Gelecek kuşaklara ibret olsun diye tarihler işte bu amaçla yazılıyor. Nesillerin, inançların, değerlerin ve mirasların zaman içinde –iyiye, ya da kötüye doğru- nasıl değişebildiğini, nasıl yozlaşabildiğini, olayların nasıl geliştiğini bu ilgiyle derin derin düşündüm. Nasıl düşünüp sormayayım ki! Yüzyıllar boyu bilgiden başka mirası olmayan büyük ailemin yüzlerce çocuğu içinde –mürekkep yalamış üç beş genç hariç-, bugün şu anılarımı bile okumayı beceremeyen onlarca yakınım vardır. Bırakın okumasını, aralarında, anılarıma verdiğim adın ne anlama geldiğini kavrayan birinin bile bu kalabalık içinde bulunabileceğine hiç ihtimal vermiyorum. Evet, «Kendimi Oynadım» esprisini çok büyük olasılıkla, «kendimle oynadım», «kendi kendime oynadım», «kendimi oyuncak haline getirdim» ve «kendimi rezil ettim» biçiminde yorumlayanlar bile aralarından çıkacak, hatta bu bahaneye sarılarak benden, Nakşibendîlerin öcünü almaya çalışanlara bile rastlayacaksınız.       

 

 

Göz açıp kapayıncaya kadar çoluk çocuğa karışıverdim.

 

Henüz çok toydum. Aklım başıma gelinceye kadar en az 20 yıl geleneksel zihniyetin mahkumu olarak bir aile reisliği yapacaktım. Bu dönem, ilk gurbet dönüşümden hemen sonra başladı. Döndüğümde eşim yirmi yaşındaydı. Ben ise yirmidördümü henüz doldurmuştum. Teorik bilgilerim çok kapsamlı ve esaslıydı. Fakat deneyimsizdim. Acı, ıstırap, yokluk ve sefalet dolu bir gurbetten dönmüştüm. Ülkemin koşulları buna beni zorlamıştı. Çünkü burada insanlar siyah ve beyazdı. Siyahların rengi gerçekte beyaz da olsa onlar düzenin hışmına uğrayacak, çocukları bile ancak başka ülkelerde okuyabilecekti!

 

Kimsenin yüreğini yakmak istemem. Onun için o dört yılın nasıl geçtiğini anlatmayacağım. O cehennemin alevleriyle insanların içini karartmayacağım. O günleri geçmişin mezarlığına gömdüm. Fakat ödünç aldığım kitaplarla ancak derslere hazırlanabildiğimi asla unutmayacağım. Gençtim; sadece okuyabilmek için değil, sağlıklı yaşayabilmek için de yeterli gıda almam gerekiyordu. Oysa canım çekse de bir avuç eğlencelik ya da bir elma bile alacak kadar param yoktu.

 

Ama bir şeyi başararak dönmüştüm; birçok gerçeğin içyüzünü öğrenebilmiştim. En önemlisi hayatın, olayların, düşüncelerin ve ideolojilerin sırlarını epeyce keşfetmiştim. Bu sırlar, önceleri sırf not almak ve sınıf geçmek için okuduğum yığın yığın kitapların satırları arasına artık sığmıyordu. Binlerce soru, kafama ok gibi saplanıyor, anında yanıt bulabiliyorlardı. Örneğin;

 

- Özgürlük ne demekti?

- Neden biri yiyor biri bakıyordu?

- Neden herkes «Ne mutlu Türküm Diyene» demek zorundaydı?

- Tarikatçı neden «yobaz» ve «gerici», lâikçi neden «ilerici» ve «aydın»dı (!)

- Anıt mezarla türbe arasında, lâikçi ile tarikatçı arasında, solcu ile sağcı arasında ne fark vardı? Bunların hepsi de gerici, çıkarcı, ölüye tapıcı ve şiddet yanlısı değil miydi?

- Bu toplum İslâm’dan, evrensellikten, adaletten, eşitlik ve kardeşlikten ne anlıyordu?

- Kontrgerilla, komplo teorileri, proleter devrim, oportünizm, asimilasyon, cihat, popülizm, yozlaşma, sağcılık, solculuk, ırkçılık, militan demokrasi gibi kavramlar ne anlam taşıyordu?

-Türkler ve Kürtler tarihte neden birer alfabeye sahip olamamış, yirmidokuz tane harf bile bulamamışlardı? Ya da –ileri sürüldüğü gibi- eğer varsa neden kendi özgün alfabelerini kullanmamışlardı?!

 

Sorular, sorular sorular... Ardı arkası kesilmiyordu bu soruların...

 

Sekiz yıl sonra bu kez de ekmek parası için yine gurbete çıkacak ve dönecektim. Yine kafama binlerce soru üşüşecekti. Ama bu kez beni en çok meşgul eden şey, Aziz Nesin’in tartışmalara yol açan bir lafı üzerine kendime yönelttiğim soru olacaktı;

 

- Aziz Nesin neden «Türk Milleti Aptaldır!» demişti? Bu soruyu kendime hâlâ soruyorum. Ancak yanıtını bulmakta gerçekten zorluk çekiyorum.  

 

İkinci gurbetimden söz etmeden önce anlatacak yine epey anılarım var. Yaşadıklarıma bakarsanız macera diyebileceğiniz çok ilginç olaylara rastlayabilirsiniz. Hele dilim varsa da anlatabilsem, gerçekten inanılmaz maceralar yaşadığıma inanacaksınız. Fakat içtenlikle söylemeliyim ki hayatta bir macera yaşamayı kesinlikle göze almak istemedim. Ne var ki Türkiye de dahil, doğulu arabesk ülkelerden birinde yaşayıp bir macera içine sürüklenmemiş hemen hiç kimseye rastlayamazsınız. Aslında sokakta gördüğünüz insanların her birinin yaşamı bu yüzden ilginç birer romandır. Ama onlar hayatlarının romanını ya kaleme almayı beceremiyorlar, ya da en ilginç bir olay bile bu ülkede o kadar sıradanlaşmış ki insanlar roman okumaya bile artık gereksinim duymuyorlar. Ne dersiniz, bu ülke insanının kitap okumuyor olması, sakın bu yüzden olmasın!

 

Çünkü bakınız, örneğin bir lokma ekmek bile bulamayan adamın sekiz on tane çocuğu var. Bu macera değil mi? Böyle insanların yaşamları birer roman olmaz mı?... İşte böyle bir maceranın kahramanı da benim. Ama bu macera, benim epeyce toy olduğum günlere rastladı. Size düğünümü ve nasıl evlendiğimi anlattım. Bu bir mazeret mi değil mi onun hesabını artık şimdi yapamam ama, aslında aristokrat, eğitimli ve aydın bir ailenin çocuğu idim. Üstelik evliliğimin üzerinden dört yıl daha geçmişti. Seyahat yapmış, gurbet yaşamış, epeyce de kitap devirmiştim. Fakat gelin görün ki ne yirmi yıl kadar mürekkep yalamışlığım, Ne seçtiğim iki ilim branşının teorik bilgileri, ne seyahatlerim, ne de görüp duyduklarım, beni kısacık bir süre içinde beş çocuk babası yapmaktan alıkoymadı! Demek ki benim daha çoook eksiğim vardı. Bu ilgiyle burada bir şey söylemek istiyorum. Daha doğrusu başkalarına iğneyi batırmadan önce kendime bir çuvaldız saplamak istiyorum: unutulmamalıdır ki Kızılay ve Deniz Feneri Dernekleri aptalları kurtarmak için kurulmamışlardır!

 

Çok şükür kimseye muhtaç olmadım. Hatta yaşamım boyunca hiç kimseden bir kuruş bile borç para almadım. Ama ateşli bir âşıkı olduğum bilimsel çalışmalara geç başlayabildim. Ayak bağlarımı zor çözebildim. Eğer hayata olan bağlılığım, derin imanım ve yüksek moralim olmasaydı bu kadar fırsatı bile bulamayabilirdim.

 

Onun için gençlere sesleniyorum: sırf kitaplarınızdaki bilgilerle yetinmeyiniz. Bunlara ek olarak hayatın içinden öğreneceğiniz bir sürü «sıradan bilgiler» bile yeri gelince, okuduklarınızdan size çok daha fazla yararı dokunabilecektir. Bunları ancak deneyimle kazanabilirsiniz. Çünkü evin içinde beş tane çocuğun kopardığı kıyamet, beşyüz insana ders ve ibret olabilecek kadar önemli bir olaydır.  Dolayısıyla gerçek kıyamet kopmadan önce eğer bu dünyada peşin bir kıyamet yaşamak istemiyorsanız, -henüz cebinize para girmeden- kısa süre içinde bir düzine minik ellerin o tamtakır küçük torbaya dalıp dalıp boş çıktıklarını görmemeli, bu acı manzarayı hüzün içinde seyretmemelisiniz.  

 

Ben birinci gurbetimden döndüğümde ailenin ekonomisi tamamen çökmüştü. Bu sorunun nedenleri üzerinde durmaya gerek yok. «Konjonktür» diyelim, konu kapansın (!) Ama yeniden dirilmek gerekiyordu. Bu ise ailenin bölünmesiyle ancak gerçekleşebilirdi. Zaten zamanı da gelmişti. Ailenin büyük oğlu bendim ve dört yıllık evliydim. En azından ayrılıp baba evine artık yük olmamalıydım. İşte benim birinci kıyametim bu noktadan sonra başladı. Çünkü babam ve annem artık yaşlanıyorlardı. Onlar emanetlerin nöbetini kendilerince tutmuş, zimmetlerini ibra ettirmişlerdi. Çevrede sevilen ve sayılan insanlardı. Onlar için bu kadarı yetiyordu. Sırada şimdi ben vardım. Ama benim dünyaya bakış açım onlarınkinden epeyce farklıydı. Ben artık dönemimin çocuğuydum. Öğrendiklerimi ve bildiklerimi inkâr edemezdim. Fakat doğru bildiğim daha birçok yanlışım vardı. Onları da düzeltmek için belki bir kıyamet daha yaşamam gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu. Birinci kıyametim beni bir hayli uyandırdı.

 

O gün için en büyük yanlışım şuydu: Hazinoğulları Ailesi artık dağılıyor, üstelik bin beşyüz yıllık köklü bir geçmişe sahip olan bu aile çok yönlü bir asimilasyona uğruyordu. Oysa onlarca yıldır sahnelenmiş bir soysuzlaştırma kampanyası vardı ki bütün toplumu hedef almıştı. Ben yalnızca ailemizin geleceği kaygısıyla bir mantık hatası yapıyordum. Ancak bu kaygının bugün bile geçerli ve doğru bulduğum çok önemli felsefî bir arka planı vardı. Ailemiz de –Türkiyeli hemen her aile gibi- Kur’an’daki gerçek İslâm’dan uzaktı ve daha da uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya idi. Bu risk, ailece yaşadığımız ekonomik çöküntüden de, altında ezildiğimiz siyasi ve ideolojik baskılardan da çok daha önemli idi.

 

Çok iyi kestirebiliyordum; önümde upuzun ve karanlık bir tünel vardı. Ben bu tünelin daha başındaydım. Onun orta yerinde birkaç yol ayırımı ile daha karşılaşacak ve bu kavşaklarda bocalayacaktım. Üstelik bana ne yardım edecek biri vardı, ne de kimse beni anlıyordu. Bugün olduğu gibi herkes yine kendi yanlışlarını doğru biliyor, imam bildiğini okuyordu. Tabiatıyla benim de epeyce yanlışlarım vardı. Bunu itiraf ve kabul etmeliyim. Nitekim her türlü mantıksızlığa, düzensizliğe, boş vermişliğe ve ilkelliğe içimden kafa tutmama rağmen mücadelemi hayata geçirecek olanak ve fırsatları da bilinçsizce ortadan kaldırıyordum. Bunu bizzat kendim yapıyordum.

 

11 Nisan 1968 günü eşimle birlikte İstanbul’a temelli hareket etmek üzere Tatvan’dan trene bindiğim sabahtan itibaren 1972 yılına kadar bu yanlışların bir kısmı beynimin bir yerinde saklı durdu; bir kısmı da ne yazık ki sözlerimle başkalarının beynine aktı. İlginçtir ki daha o sabah yaşadıklarım bile bu yanlışların bir izi olarak yaşamıma geçti.

 

11 Nisan sabahı kalabalık bir grup, bizi uğurlamak üzere Tatvan garına erken saatlerde gelmişti. Beni ve eşimi gara getiren otomobil park eder etmez kalabalık etrafımızı sardı. Bizi Haydarpaşa garında karşılamaya gelecek olanlar hakkında bana bilgi verildikten sonra yarım saat kadar vedalaşma sürdü. Sonra da geçip kompartımanımızda yerimizi aldık. Çok geçmeden de tren hareket etti. Kompartımanda ikimizden başka kimse yoktu. Buna çok sevindim. Fakat İstanbul’a kadar böyle baş başa yalnız kalacağımızı hiç tahmin etmiyordum. Bari bütün koltuklar dolmasa ve de görgüsüz, üstü başı kokan ya da boşboğaz biri yanımıza gelip oturmasa ne kadar iyi olur, diye düşünüp duruyordum. İşte bu kaygı ile Tatvan’da bir tedbir düşünülmüştü ama ben israf olur diye kabul etmemiştim.

 

Buraya kadar hiçbir yanlışlık yoktu. Evet istesem de istemesem de henüz sıradan biri değildim. Fakat sıradan biri olmayı ben ilk gurbette az çok öğrenmiştim. Şimdi eşimle birlikte böyle olmaya alışacaktık. İçimden bunu istiyordum. Fakat eşim, kimseden farklı olmadığımızın henüz farkına varmamıştı. Ona göre biz her yerde konvoylarla uğurlanacak ve yine konvoylarla karşılanacaktık. Nitekim işte böyle uğurlanmıştık.

 

Henüz üç dört kilometre bile yol almamıştık ki kompartımanımızın kapısı tıklandı. Bilet kontrolü için görevli geliyor diye toparlandık. Ben biletleri cebimden çıkarıp elimde hazır tuttum. Fakat kapı yeniden çalındı. Oysa kapı kilitli değildi. Onun için kalkıp kapıyı açtım. Fakat kondüktör karşımda, ellerini önünde bağlamış namazda durur gibi duruyordu. Bir an şaşırdım. Bu şahıs bana göre yabancı idi. Benim kendi muhitimdeki sosyal mevkiimi bilemezdi. Ancak müritlerimizin gösterdiği bu saygı duruşunu neden gösteriyordu. Bir anda bütün bunlar kafamdan geçti. Nazikçe bana,

 

Efendi Hazretleri, size başka bir kompartıman ayırdık; hanımefendi ile teşrif ederseniz memnun oluruz, dedi. Bu sürpriz karşısında bir an şaşkınlık geçirdikten sonra,

 

Zahmet etmenize gerek yoktu, dedim ve teşekkür ettim, ardından da bize tahsis edilen kompartımana hemen intikal ettik. Çok sevinmiştim. Artık İstanbul’a kadar bu küçük harem odasında rahat bir yolculuk yapacaktık. Görevlinin bu nazik jestini hanıma anlattım. Hiç oralı bile olmadı. Çünkü ona göre «Allah bütün insanları Hazinoğulları’na kölelik etsinler diye yaratmıştı!» evet ister inanın, ister inanmayın –sadece ailemizin dışa kapalı insanları değil- bütün tarikat şeyhlerinin ailelerinde böyle ilginç bir psikoloji vardır. Bundan sebeptir ki içinde yaşadıkları fildişi kule, bir gün yıkıldığında onlar da hemen yıkılıverirler. Onlardan çok farklı yetiştiğim için, beni saran kuleyi önce kendim yıktım. O kuleyi ben yıllar sonra bizzat fethedip onu yerle bir ettim. Ama ben yıkılmadım. Tabi zamanla eşimi de çok şükür o kuleden çıkarmayı başarabildim.

 

Kondüktör bir ara gelip tekrar kapıyı tıklattı. Dışarı çıktım. Bana,

 

«- Efendi Hazretleri, sizinle biraz sohbet etmek istiyorum. Buna ihtiyacım var. Şuracıkta özel odamızı teşrif buyurursanız… », dedi ve bana kapı koluna benzer küçük bir aparat uzattı. Bunu lütfen hanımefendiye veriniz kapıyı içeriden kilitlesin, diye ekledi. Kondüktörün davetini kabul ettim ve eşime haber verdikten sonra gösterdiği bölüme geçip oturduk.

 

Adamcağız karşımda büzülmüş,  başı biraz öne eğik, ellerini önünde kenetlemiş duruyordu. kısık bir sesle dinî bazı şeyler sordu. Çok özet cevaplar verdim. Tahminen elli yaşlarındaki bu adamın siması temizdi. Ama onunla tanışmıyordum. O bakımdan da temkinliydim. Bölgemizde halk, resmiyetle ezelden beri barışık değildi. Memurlardan, özellikle üniformalı insanlardan çekinirlerdi. Belki ben de o günlerde böyle bir ruh hali içindeydim. Fakat bu, başka bir üniformalıydı. Hem bir güvenlik adamı değildi, hem de duruşu, konuşması, hitap şekli, onun çok iyi bir terbiye gördüğünü gösteriyordu. Bu kimse bir istihbaratçı olamazdı. Ben muhatabımdan kuşkulandığım her defasında içimden kendime şunu söylemişimdir: benim insanlardan gizlemem gereken bir suçum yoktur; hiç kimseye de zararım dokunmamıştır. Dolayısıyla insanlardan niçin kuşkulanayım? Evet  o dakikalarda da böyle düşünmüş ve hemen rahatlamıştım.

 

Bana güven veren yüzündeki tatlı gülümseyişi, muntazam konuşması, çehresinin berraklığı bütün kaygılarımı bir anda silip attı. Onunla daha içten konuşmaya başladım ve kendisine birkaç soru yönelttim. Onu yakından tanımak, eğitim düzeyini öğrenmek ve hangi cemaatle haşır neşir olduğunu öğrenmek istiyordum. Kendisini takdir ettiğimi ve saygı duyduğumu anlayınca,

 

«- Efendi Hazretleri, bu terbiyeyi çok büyük bir zatın himmet ve bereketiyle kazandım», şeklinde bir ifade kullandı.

 

Bu söylem, tasavvuf, tekke ve tarikat kokuyordu. Ben henüz icazetli bir şeyh değildim, ama şeyh çocuğuydum; aynı zamanda okul ve medrese kültürü yanında tekke kültürüne de sahiptim. Onun için muhatabımı biraz keşfetmiştim. O kesinlikle bir tarikata ve bir şeyhe bağlıydı. Hemen sordum;

 

Beyefendi, kimden el aldınız?

«- Şeyh Alaeddin Fersâfî Efendi Hazretleri’nden», diye cevap alınca içime su serpildi. Hem rahatladım, hem de gururum okşandı. Çünkü bu zat benim babamın amcasıydı.

 

Yarım saat kadar sohbet ettik. İnsanların duygularını hiçbir zaman sömürmemiştim. Buna alışık değildim. Onun için bu ünlü aile büyüğümüzden hiç söz etmedim. Hatta onu tanıyıp tanımadığımı eğer soracak olursa yakını olduğumu sezdirmeyecek uygun bir cevapla işi geçiştirmeyi tasarlıyordum. Bereket ki bu konuda bana herhangi bir soru yöneltmedi. Başka şeyler konuştuk. Dolayısıyla muhatabım, bağlısı olduğu zatla aramda kan bağı bulunduğunun hiç farkında olmadı. Konuşmalarıyla ve jestleriyle çok kibar ve kültürlü bir insan izlenimini uyandıran kondüktörümüz, yarım saatlik sohbetin herhalde yeterli olduğunu hemen anladı.

 

«- Efendi Hazretleri, hanımefendi sizi bekliyor olabilir, her türlü hizmetinize amadeyim», diye sohbeti nazikçe noktalayınca teşekkür edip yerime döndüm. Olup bitenleri anlatınca, hanım sadece sevinmekle kalmadı; aynen kondüktörümüz gibi o da «Şeyh Alaeddin Efendi Amcamız Hazretleri’nin himmet ve bereketiyle bu nimete nail olduğumuz» hakkındaki inancını vurgulayıp durdu. «Çünkü Efendi Amcamız Arapça’dan başka bir dil bilmiyor ve son derece az konuşuyordu. Fakat onun pamuk gibi bembeyaz sakalı, beyaz kaşları, pırıl pırıl güleç yüzü, bahar kokan üstü başı ve olağanüstü sevecenliği insanların kalbini ona bağlıyordu.». Acaba işin sırrı sadece bu diş görüntüde miydi, yoksa himmet ve bereketin kaynağı başka bir şey miydi?...

 

İşte bu inanışların bir kısmında bizim yanlışlarımız vardı. Ama bu yanlışlar, doğrularla o kadar karışmış, o kadar sarmaş dolaş olmuştu ki onları birbirinden ayırmak, yanlışları doğruların arasından ayıklamak âdeta imkânsızdı. Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki, «en tehlikeli yanlış, doğruya en yakın olan yanlıştır». Diyebilirim ki yaşamım boyunca öğrenebildiğim en önemli gerçeklerden biri de bu oldu. Nitekim doğruya yakın olan yanlış, çok yanıltıcıdır.

 

Evet bir insan bilgili, pırıl pırıl temiz, sevecen ve olgun olabilirdi. Bilgisinden, yaşından ve örnek davranışlarından dolayı saygıya da yaraşır olabilirdi. Ama böyle yücelmiş ve üstün bir ruh temizliğine kavuşmuş bile olsa bir insanın başkasına himmet etmesi ve onun yaşamına, rızkına, kaderine ve ömrüne hakim olabilmesi ona bereketler yağdırması acaba mümkün müydü? Hem sonra himmet ne demekti, bereket ne demekti, şeyhin çocuğu neden daha beşikte bebekken bile babası gibi şeyhti, bu konuksever, görgülü ve temiz simalı adam neden bana «Efendi Hazretleri» diye hitap ediyordu? Bilge ve bilgili insana yaşı ne olursa olsun elbette ki saygı göstermek İslâm’la bağdaşan geleneklerimizdendi ama bu kişi benim ne okuduğumu, bilgi düzeyimi ve insanlara öncülük etmek için benim gerçekten yetkili olup olmadığımı nereden biliyordu?

 

İşte bütün bunlar birbirine karışmıştı. Ben bunu seziyordum. Bazı tereddütlerim vardı. Fakat düşüncemin ve inanışlarımın berraklaşması, bilimle ve Kur’an’daki gerçeklerle çakışabilmesi için daha epey zaman geçecekti. buna benzer konularla ilgili düşünce ve inanışlarımın ne zaman ve ne kadar değişeceğini  o sıralarda henüz kestiremiyordum.

 

Otuzbeş yıl önce kaderin karşıma çıkardığı ancak adını şu anda bilmediğim (ya da hatırlayamadığım) o cömert, görgülü, saygılı ve temiz kondüktörümüzü hiçbir zaman unutmadım. Onu hayırla ve saygıyla anıyorum. Onun da bazı yanlışlarını benim gibi düzeltmiş olduğunu umuyorum.

 

Bu güzel adam, yolculuğumuz boyunca hep bizimle ilgilendi. Bir ara yaptığımız ikinci sohbetimizde bana aynen şöyle demişti: «Efendi Hazretleri, Tatvan’da uğurlanırken sizi seyrettim. Etrafınızdaki kalabalıktan saygın biri olduğunuzu anladım. Şimdi karşımdasınız.. Eğer hayranlarınızdan en bilgili birine başvurup sizi sorsaydım, eminim ki şimdi öğrendiklerimi yine de öğrenemezdim. Onun için bu karşılaşmayı güzel bir şans sayıyorum. Büyük üstadım Alaeddin Efendi’yi de kader karşıma böyle çıkarmıştı. Şimdi çok mutluyum».

 

Şeyh Alaeddin Efendi’nin büyük amcam olduğunu öğrenememişti ve belki hiç öğrenemeyecekti bu nazik yoldaşımız... Fakat bana ve eşime gösterdiği saygı ve ilgiyi tarif edemem. Birlikteliğimiz ancak Malatya’ya kadar sürdü. Burada nöbetini başka bir görevliye bırakacaktı. Yine kapı tıklandı. Çıktığımda, üzerinde aynı tip üniforma bulunan başka bir görevli ile karşımda duruyorlardı. Hazin bir ses tonuyla. «Efendi Hazretleri üzgünüm, nöbetimi burada arkadaşıma devrediyorum. Sizinle ilgilenecektir. Dua ediniz» dedi. Vedalaştık. Gerçekten de arkadaşı onu hiç aratmadı. Bir süre sonra başka bir görevliye emanet edildik. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a sabahın ilk saatlerinde vardık.     

 

13 Nisan sabahı, bizim için artık yepyeni bir hayat başlıyordu. Haydarpaşa garında yine büyük bir kalabalıkla karşılandık. Yorgunduk ama hepimizin yüzünde sevinç vardı, umut vardı. O sabah çok mutluyduk. Bizim için özel bir otomobil getirilmişti. Kalabalığı oluşturanlar İstanbul’daki cemaatimiz içinde bize en yakın ailelerdi. Eşim İstanbul’un kalabalığını hayret dolu gözlerle seyrediyor, hiç konuşmuyordu. Herhalde arabayı kullanan refakatçimizden çekiniyordu. O zaman boğaz köprüleri yoktu. Araba vapuru ile karşıya geçtik ve beş on dakika sonra da Fatih’te misafir edileceğimiz eve geldik.

 

İstanbul’a niçin gelmiştik? Evet «İstanbul’a neden geldim!» diye bunun türküsü bile var. Ama bu türküyü, eminim hiçbir Nakşibendî şeyhi duymamıştır. Çünkü onlar müzik dinlemez, Burhan Çaçan’ı da tanımazlar! Onlar birer uzaylı yaratık gibidirler. Onun için laikçi egemen azınlık onlardan değil, etraflarına yığılmış kalabalıklardan korkarlar (!)

 

Bu sorunun hiç kuşkusuz benim açımdan bir yanıtı vardı. Bu göç önemli bir nedene dayanıyordu. Bu neden geçim filan değildi. Evet, Doğu’da yeni bir dönem başlamış, değişimler aile ekonomimizin dengelerini sarsmıştı. Ama yine de geçinebilirdik. Ne var ki bizim bundan öte bir kaygımız vardı. Bunu içtenlikle söylemeliyim. O dönemde Doğulu şeyhler Batı’da mürit avına hız vermişlerdi. Dolayısıyla ailemize bağlı İstanbul’daki cemaatimizle iplerimiz kopabilirdi. Aile büyüklerimiz son zamanlarda kabuklarına çekilmiş, Doğu’da garibanlaşmışlardı. Üstelik rejimin, başka şeyhleri nasıl kullandığını, Türkiye’deki Nakşibendî kalabalıkları kontrol altına almak için bazı şeyhleri nasıl el altından destekleyip ünlendirdiğini de bilmiyorlardı. Ama ben ailenin modern kültür almış hemen hemen tek bireyi olduğum için bunları anlıyordum. Cesurca bir karar vermiştim. İstanbul’daki cemaatimizin başka şeyhlere yem olmasını önleyecektim. Nitekim öyle de oldu.

 

Bizimkiler bize alışık idiler. Çünkü onların Arabıyla Arapça, Kürdüyle Kürtçe, Türkü ile Türkçe konuşup anlaşabiliyor, dertlerini sabırla dinliyor, birçok psikososyal sorunlarına da çözümler bulabiliyordum. Henüz yirmi dört yaşında bir delikanlıyken bile seksenlik, doksanlık dedelere babalık etmeyi becerebiliyordum. İnsanlarımız çok dertlidir, çok da duygusaldır. Paradan, maddi yardımdan çok derdine ortak olabilecek gönüldaş arar. Arkasından dua eden «mübarek bir insan» arar. Yürek yaralarına merhem olmaksa kolay değil. Bunu yapabilmek için çok yüksek bir morale, güçlü bir imana, sağlam bir ahlaka, geniş bilgi ve kültüre sahip olmak gerekir. Çok şükür genç yaşıma rağmen bu konuda donanımlıydım. Birkaç yıl önce varlık içinde yokluk çekmiştim. Sırf ilim, irfan feyiz ve kültür almak, aydınlanmak, dünya ve hayat gerçeklerinin iç yüzünü keşfedebilmek aşkına gurbetlere çıkmıştım. İşte o çileli günlerde ben de dertlerime ortak olabilecek insanları az aramamıştım. Şimdi kendini sırf irşâd makamında gören ve insanlara yukarıdan havalı nasihatler yağdıran yarı resmi bir mürşit değil, hüzünlü, üzüntülü, kaygılı ve dertli insanlara gönül merhemi olma sırası bana gelmişti. Bu bir hüner ve beceri meselesiydi. Buna sahip olduğuma inanıyordum. Kişisel dertlerim hafiflemişken başkalarının dertlerine artık ben ortak olmalıydım. Buna içtenlikle hazırdım.

 

1968 baharından itibaren İstanbul’un Fatih semtinde etrafıma salkım saçak toplanan insanların hepsi de dertliydi. Çeşit çeşit sorunları vardı. Hepsi de benden medet bekliyorlardı. Bu insanlar haklıydı. Fakat ne istediklerini bilmiyorlardı. Ailemizi candan seven, hatta bize feda olmayı bile göze alan ve hemen her akşam beni hayranlık içinde saatlerce dinleyen bu kalabalıklar, ne yazık ki her şeyden önce kendi kendilerinin mağduru ve kurbanı olmuşlardı. Bilgisizliğin ve hurafelerin pençesinde âdeta inliyorlardı. Şunu unutmamak gerekir ki bilgisiz insan, denize düşmüş fakat yüzme bilmeyen kimseye benzer. Onu kurtarmaya çalışırken eğer dikkatli ve tedbirli olmazsanız kendisi boğulacağı gibi sizin de boğulmanıza neden olabilir. İşte bizim cemaatimiz de böyle idi. Nitekim onlara faydalı olmaya çalışırken ben çok büyük zarar görüyordum. Çünkü onlara göre şeyhlik makamına sahip olan şahsiyet, dünya işiyle uğraşmaz; yani çalışmaz; başkalarının emri altına girmez; sokakta dolaşmaz... Onlara göre «Şeyh Efendi Hazretleri her zaman sarıklı, cüppeli, uzunca sakallı, heybetli, bereketli ve mübarek bir zattır». Sanırım böyle bir görüntüyü canlandırabilmek içindir ki doğulu şeyhler üst üste birkaç kat elbise giyer hatta insanların karşısına yazın bile paltolu çıkarlardı. Çünkü bu şekilde daha cüsseli, iriyarı ve heybetli gözükebilirlerdi! Herhalde aynı filimler şimdi de devam ediyordur!

 

Mürit cemaatine göre: Şeyh Efendi Hazretleri gece gündüz ibadet eder, el verir, etek öptürür, rüya yorumlar, duası makbuldür. Çünkü o evliyadır. İsterse Haziranın, Ağustosun ortasında kar yağdırabilir; ana rahmindeki cenini erkekse kıza, kız ise erkeğe dönüştürebilir. İsterse kanlı bıçaklı insanları bir bakışta can ciğer gibi kaynaştırabilir. İsterse jandarmanın, polisin, hatta en büyük devlet adamının gözünü ağzını bağlayabilir. İsterse insanların rızkını bollaştırabilir. Bindiği arabanın deposuna benzin yerine su bile doldurulsa araba yine de yürür. Dua ettiği kimsenin evinden dükkânından kesesinden hayır ve bereket eksik olmaz. Şeyh Efendi’nin kerametlerine inanmayan, hele onun emir ve talimatlarına boyun eğmeyen veya bedduasını alan kimse mutlaka çarpılır, ağzı gözü yamulur, şeşi beş görür, feleği şaşırır, bahtı kararır, iki cihanda rezil-ü rüsvâ olur! Efendi Hazretleri ölmez, sadece vefat eder, «Hakka yürür!», ona rahmet okunmaz çünkü o artık Allah’ın rahmetine bile muhtaç değildir. Onun içindir ki hiçbir şeyh efendi için “Allah rahmet eylesin” denmez. Ona “Kaddesellahu sirrehu” yani Allah sırrını kutsasın, diye dua edilir ve üzerine mutlaka bir türbe inşa edilir.

 

Etrafımda ilk zamanlarda yığılan insanların çoğu, işte böyle inanışlara sahip idiler. Onlara göre ben değilsem de atalarım ve aile büyüklerimiz, Siirt’te yaşıyorken her gün beş vakit namazlarını Mekke’de Mescid’ül-Haram’da kılıyorlardı. «Kore ve Kıbrıs savaşlarında ordumuza onlar zafer kazandırmıştı» (!)

 

Saymakla bitmeyen bu inanışlara elbette ki ben hiçbir zaman katılmamıştım, katılamazdım da... Çünkü bu, her şeyden önce yıllarca okuduğum Fizikteki, kimyadaki, matematikteki, biyolojideki, astronomideki ve onların tümünü kapsayan Kur’andaki gerçekleri yadsımak ve tabiatıyla kendi kendimi inkâr etmek demekti. Onun için bu inanışları hiçbir zaman içimden onaylamamış, onları kötü, çirkin ve çok tehlikeli bulmuştum. Fakat bu yanlışları nasıl düzeltecektim? Bu, âdeta güç yetmez bir işti. Çünkü karşımda «Öteki İslâm» diyebileceğim bambaşka bir din vardı. Bu din, Ünlü Araşıtırmacı-Akademisyen Prof. Dr. Ahmat Yaşar Ocak’ın tabiriyle «Müslümanlık»’tı. Karşımda, İslâm’la temelde hiç çakışmayan bu dinin fanatik bağlıları vardı. Dolayısıyla omuzuma, çok ağır bir sorumluluk yüklenmişti. Bu, aynen bir Hıristiyan’a, bir Yahudi’ye, bir Mecusi’ye İslâm’ın mesajını yöneltme sorumluluguydu… Fakat Müritlerime gerçek İslâm’ı nasıl anlatacak hatta bu ince meseleyi onlara nasıl çıtlatacaktım.

 

İşim çok zordu. Fakat her şeyden önce benim de yanlışlıklarım, hem de büyük yanlışlıklarım vardı. Üstelik bunların henüz farkında da değildim. Çünkü bütün bu hurafelere, bu mitolojiye inanmadığım halde tarikat denen teşkilatın ve onun beslendiği tasavvuf felsefesinin İslâm’a ait olduğunu sanıyordum. İşte yanlışlığın en büyüğü buradaydı. Hatta mürit cemaatleri arasında yaygın olan bütün o hurafelerin kaynağı da hiç kuşkusuz buydu. Çünkü yüzyıllar önce tasavvuf kuluçkaya yatmış, tarikatları peydahlamıştı. Tabiatıyla tarikatlar tasavvufun sakat ve hastalıklı civcivleriydi. Cemaatimin ve tarikatçıların çoğunun inandığı hurafeler de bu civcivlerin pisliğinden başka bir şey değildi. Bunu ben yıllar sonra ancak anlayabilecektim ve tabiatıyla zaman kaybedecektim. Üstelik bu kalabalığın çok azını ancak kurtarabilecektim.

 

Cemaatimi ben de çok seviyordum. Onların bağlılıklarına ve içtenliklerine cevap vermek, onlarla birlikte aydın bir dünyaya açılmak için elbette ki can atıyordum. Bunu her şeyden önce bir vefa borcu sayıyordum. Çünkü bu insanların ataları da benim atalarıma hürmet etmiş, onları çok sevmişlerdi. Bu bağlılığı kuşaklar boyu sürdürmüşlerdi. Bunu bilmezlikten gelemezdim. Bu duygularla onların hem aydınlanmasını hem de kalkınmasını candan istiyordum. Bu ise hiç kolay değildi. Çünkü onlar da zaman zaman beni kendi karanlık dünyalarının içine çekiyorlardı. Bu yüzden göz açıp kapayıncaya kadar beş çocuk sahibi oldum. Çünkü onlara göre «mübarek neslimiz çoğalıp yeryüzünü aydınlatmalıydı; ailemizde her zaman beş on tane beşik şeyhi yedekte bulunmalıydı». Çünkü tarikat ekolojisinin dengelerini korumak ancak bu yolla mümkün olabilirdi. Onlar için ümmet değil, cemaat önemliydi ve cemaatin başında her zaman bir «Şeyh Efendi» bulunmalıydı.

 

Bereket versin İstanbul’daki öbür Nakşibendî şeyhleri gibi günün her saatinde Müritlerin göz hapsinde değildim. Öbür şeyhler buna mahkûm idiler. Bu düzen hâlâ devam etmektedir. Bir Nakşibendî şeyhi asla özgür değil, tam tersine müritlerinin tutsağıdır. Püskülleri dökülebilir diye korkusundan evinin bitişiğindeki bakkala bile hayatında bir kez uğramaz, uğrayamaz. Hatta taşradan gelip adresini soran müritlerine bakkal; «Efendi Hazretleri yirmi yıldır şu konakta otururlar, ben de bir iki kez onu otomobilden inerken kalabalık arasında görmüştüm» şeklinde bilgi vermeye çalışır.

 

«Şeyh Efendi», böyle yaşamak zorundadır. Çünkü o herkes gibi sokağa çıkmayı bir kez bile göze alsa, ya yardakçıları tarafından «Efendi Hazretleri bugün yalnız çıkmaya tenezzül buyurdular; bunun mutlaka bir hikmeti vardır», deyip gözleri boyamaya, beyinleri yıkamaya çalışacaklardır; Çünkü «Efendi Hazretleri»’nin saltanatı ondan çok, üzerine at sineği gibi konmuş bir avuç dalkavuğun işine yaramaktadır; ya da «Efendi Hazretleri» göze aldığı böyle bir «zıpırlığın kurbanı olacak», arkasından teneke çalınacaktır. Ancak bu ikinci ihtimal daima çok zayıftır. Çünkü imdada koşan evliyalar onu her zaman kurtaracaklardır!

 

Bizim cemaatimizde işte böyle bir göz hapsi yoktu. Doğu şeyhleri içinde bizim aile büyüklerimiz daima dışarıda mürit kalabalığı arasında yaşamış, onlarla hayatı paylaşmışlardır. Bu gelenek şimdi de aynen sürmektedir. Müritlerimizle birlikte olmak, onların bize karşı olan sevgi ve saygısını hiçbir zaman azaltmamış, sekteye uğratmamıştır. Hazinoğulları Ailesi tarafından Nakşibendîliğin kalesinde açılan gediklerden biri de budur. Ben işte bu gedikten çıkmayı –Allah’ın izniyle- başarabildiğim için zamanı gelince kalenin bana ait olan burcunu fethedebildim. Darısı başka şeyhlerin başına!

 

Herkes gibi Ben de Hayata Atılıyorum

 

İstanbul’a yerleştiğimiz ilk günlerde maddi bakımdan çok sıkıntılıydık. Cebim tamtakırdı. Tatvan’dan sadece bir bavul kitapla gelmiştim. Onları da eşim sevmiyordu! Üstelik ilk çocuğumuzu bekliyorduk. Çok iyi hatırlıyorum, cebimde sadece 125 «Türk Lirası» (yani 125 Türkiye lirası) vardı. Bu parayla o günlerde sıradan birinin ancak giyebileceği sadece iki çift ayakkabı alınabilirdi.  Onun için mutlaka bir geçim yolu bulmalıydım. Hayata atılıp statümü ve onurumu zedelemeyecek bir işte çalışmalıydım. Bu konuda bulunabilecek bir olanak hakkında cemaatimden herhangi bir yardım isteyemezdim. Bunu yaparsam hem saygınlığım gölgelenmiş olacak, hem de etrafıma muhtaç olduğum şeklinde bir izlenim uyandıracaktım. Bu ise doğru değildi. Öbür şeyhlerin aksine bizim aile geleneğimizde bu yoktu. Eskiden beri kendi yağımızda kavrulmuş, kendi olanaklarımızla geçinmiştik.

 

Evet işsizdim ve için için düşünüyordum. Bir ara eşim rahatsızlandı. Kriz şeklinde şiddetli öksürük nöbetleri geçiriyordu. Griptir, belki birkaç gün içinde geçer diye avunup sabrediyorduk. Fakat geçmedi. Öksürük bir hafta boyunca şiddetinden bir şey kaybetmeyince benim de huzurum iyiden iyiye bozuldu. Onun her öksürüğü yüreğime hançer gibi saplanıyordu. Eşim, hayat yoldaşım, tek teselli kaynağımdı. Henüz çok gençti ve çarpıcı güzelliğiyle benim her bakışımı okşayan bir cennet hurisi gibiydi. Üstelik bir bebek de taşıyordu. Hastalıktan, gıdasızlıktan ve can sıkıntısından sebep güzelliğini ve sağlığını yitirir diye kaygılanıyordum.

 

Acaba muayene ve ilaç parası ne kadar tutacaktı? Doktorla pazarlık olmazdı. Hiçbir sosyal güvenliğimiz de yoktu. Yaşayan bilir, çaresizlik çok zordur. Hele başkasına derdini anlatamayan insan için çok daha zordur. Bizimkisi işte öyleydi. Biz şeyh ailesiydik, değil müritlerimize, hiç kimseye el avuç açamaz, ihtiyaçtan bile asla söz edemezdik. Gerekirse açımızdan ölünceye kadar tok gözükmek zorundaydık. Gerçi ben daha «Beşik şeyhi» idim. Henüz tasavvuf terbiyesi almış, posta oturmuş değildim. Ama, ha! desem bir saat içinde başıma bin kişi toplayabilecek muhite sahiptim. Fakat ailenin adını taşıyorduk. Sıfatımıza toz konduramazdık.

 

Bizim kalabalık ziyaretçilerimiz olurdu. Ben icazetle irşâd makamına getirilinceye kadar ziyaretçilerimiz için herhangi bir gün belirlemiş değildim. Onun için hemen her saatte gelen gidenimiz olurdu. Gündüz daha çok kadınlar gelir, bizim harem kısmına doluşurlardı. Akşamları da erkekler beni ziyaret ederdi. Bir gün eşimi ziyaret eden bayanlardan görgülü biri, onun rahatsızlığına çok üzülmüş ve hemen bir doktor çağırmak istemiş, «Efendi Hazretlerinden izin alalım» demiş. Bana haber verdiler.

 

Doktor çağrılırsa fazla para alır; muayenehanesi yakında bulunan bir doktora biz gidelim, dedim. Bayan bana,

 

«Efendi Hazretleri, önemli değil gereken yapılacak, ama mutlaka gidelim derseniz emriniz olur», diye cevap verdi. Rahatladım, çünkü param yetmez ise telafi edinceye kadar en azından yanımda artık biri vardı. Hemen birkaç dakika içinde hazırlandık ve doktora gittik. Eşimin, bu ilk kez doktora gidişiydi. Gerek Onun için, hatta gerek ailemiz için bu, tarihi bir gün sayılır. Ne yazık ki Onun ilk reçetesini saklayamamışız!

 

Gittiğimiz doktor kimdi, tahmin edebilir misiniz? Bu soruyu, 1960’lı yılların İstanbul’unda yaşayan, özellikle Fatih’te oturan «dindar» takımdan o günleri hatırlayanlara sormak istiyorum. Çünkü bu takımın hemen hepsi Merhum Dahiliye Uzmanı, Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’u tanır. Onunla ilk tanışmamız, işte bu ilgiyle gerçekleşti. Muayenehanesine girer girmez, o zeki gözleriyle –hastamızın rahatsızlığından önce- kişiliğimizi ve sosyal yerimizi hemen teşhis etti. Çünkü O da çok yönlü bir kişiliğe sahipti. Türkiye’de güncel dille akaid konusunda ilk eser veren Amentü Şerhi’nin Yazarı Numan Kurtulmuş’un oğluydu. İlim Yayma Cemiyeti’nin üyelerindendi. Hayırsever, meslektaşlarından daha kültürlü ve sevecendi. Bize ilgi ve saygı gösterdi. Bizi Onunla tanıştıran bayan arkadaşımız, muayene ücreti için cüzdanını açmak isterken, «ücrete gerek olmadığını» söyleyerek Ona teşekkür etti. Ayrıca, bizi tanıştırdığı için Ona bir kez daha teşekkür ettikten sonra bana;

 

«- Hocam, sağlık içinde yaşamanızı diliyorum ama, gerektiğinde derhal beni haberdar ederseniz memnun olurum», diye de ilave etti ve adresimi aldı.

 

O zamanlar evimizde telefon yoktu. Birkaç gün sonra kapı çalındı. Bir delikanlı Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş Bey’in selamını getirmişti. Beni rica ediyordu. Uğradım. Yine çok sıcak karşıladı.

 

Hocam, İmam-Hatip Lisesi imtihanlarına dışarıdan giriyorum. Biraz hazırlanmak istiyorum; birkaç hafta bana yardımcı olabilir misiniz, diye kendisinden bir teklif aldım. Bu hayırlı bir başlangıç oldu diye içimden çok sevindim.

 

Bir yaz boyu haftada üç gün birer saat ders yapıyorduk. Arapça metinler kitabını artık çok iyi bir şekilde okuyor ve anlıyordu. Nitekim sınavlarını başarıyla verdi. O günün parasıyla cebime, haftada (sanırım içinde 200 lira bulunan) bir zarf koyuyor, beni kapıya kadar da uğurluyordu. Babasının adını verdiği, oğlu Dr. Numan Kurtulmuş Bey, o zamanlar küçüktü; tahmin ediyorum ilkokul öğrencisiydi.

 

Doktor’un bana verdiği bu ders ücretleri, hayatımda çalışarak kazandığım ilk paradır. Onu rahmetle saygıyla ve dualarla anıyorum. Üzgünüm ki vefat ettiği günlerde ben yurtdışındaydım. Onun için cenazesinde bulunamadım.

 

Bu hayırlı insanın yine bir gün yanındaydım. Derslerimizin son haftasındaydık. Telefonu çaldı. -Ders sırasında telefonun çalmasından hiç hoşlanmazdı. Çünkü dersimizi bölüyor, konsantrasyonumuzu bozuyordu. Doktor, aynı zamanda hastalarına da bu saatlerde randevu vermezdi-. Ahizeyi aldı, muhatabıyla biraz konuştular. Sonra gülerek aynen şunları söyledi:

 

- Sabri Bey, büyük tevafuk! İstediğiniz vasıftaki eleman aslında hazır; kendisine teklif edelim, kabul ederse görüşürsünüz, dedi ve telefonu kapattı.

 

Bu sözlerden sonra Doktor gülerek bana,

 

«-Hocam, size bir iş teklifini nakletmek istiyorum. Bana telefon eden zat, Ülker Bisküvilerinin sahibi Sabri Bey’di. Arap ülkelerine ihracat yapmak istiyor ve bu işi üstlenecek bir dış pazarlama müdürü arıyor. Ben sizi uygun gördüm, ne dersiniz», dedi. Sevindim, kendisine teşekkür ettim ve görüşebileceğimi söyledim.

 

Hemen randevu alındı. Ertesi gün de Sabri Ülker Bey’le kısa bir mülakat yaptık. İlk kez bir firmada, hem de Türkiye’nin tanınmış şirketlerinden birinde, gailesi ve sorumluluğu büyük bir görev üstlenerek çalışacaktım. Bu, aslında benim için o gün çok büyük bir şanstı. Ancak İtiraf etmeliyim ki bu görevin tam anlamıyla üstesinden gelebilmek için ne yabancı dil bilmek ne de geniş bir kültüre sahip olmak yetmiyordu. Aynı zamanda ekonomiyi, ticareti, piyasayı, özellikle -yaşamı boyunca sırf parayla haşır neşir olan- insanların psikolojisini de çok iyi bilmek gerekiyordu. Bu konularda oldukça deneyimsizdim. Fakat hemen kolları sıvayıp işe başladım.

 

Ayda bin lira maaşla çalışıyordum. Bu çok iyi bir paraydı. Türkiye’de enflasyon çok düşüktü. Bu sözcük hemen hiç telaffuz bile edilmezdi. Onun için bu para bize bol bol yetiyor artıyordu bile... O zamanlar kimsenin Dolarla Markla pek işi yoktu. Çünkü kapalı ekonomi sistemi hüküm sürüyordu. Vatandaşlar kambiyo yasasının korkusuyla ceplerinde birkaç sent bile taşımaya cesaret edemiyorlardı. Döviz sadece bankalarda, turistlerde ve karaborsacılarda bulunurdu.

 

Birkaç kez Kuvey’te gidip geldim. Birbuçuk yıl kadar bu şirkette çalıştım. Ticaret, piyasa ve insan ilişkileri konularında epeyce deneyimler kazandım. Özellikle Sabri Bey’in zaman zaman beni odasına çağırarak verdiği değerli bilgilerle ufuk kazandım. Bu satırların çiziklendiği saatlerde, Sabri Ülker Bey henüz yaşamaktadır. Ama artık yaşlı ve hastadır. Alanında önemli bir bilgi birikimine sahip olan bu zat, becerikli, başarılı, imanlı, hayırsever ve nitelikli bir işadamıdır. Ona şifalar ve uzun ömürler diliyor, minnettarlık duyuyorum. Çünkü O benim dünya görüşümde devrim yaratmış bir hocamdır. Onun bana kazandırdığı bilgi ve deneyim, Eğitim gördüğüm okullardaki bilgilerimi en iyi şekilde tamamlamıştır.

 

Ülker’de çalışırken bir akşam eve dönüşümde cemaatimden biri, beni paslanmaz mutfak eşyası üreten bir fabrikatörle tanıştırmak istediğini, daha doğrusu bu fabrikatörün beni duyduğunu, benimle tanışmak istediğini söyledi. Kabul ettim ve verdiğim saatte kendisini karşıladım. Genç, güleç yüzlü, az konuşan, yakışıklı sempatik biriydi. Muhitimin insanları, bana duydukları aşırı sevgi ve hayranlığın etkisi altında çok kere başka çevrelerdeki tanıdıklarına hakkımdaki izlenimlerini anlatırlarmış. Onlarda da merak uyanır beni ziyaret etmek isterlermiş. Bu genç ziyaretçim de beni böyle duymuş.

 

Ömer Faruk Fırat adındaki bu genç adam, o akşam bana bir sürpriz yaptı. İş teklifinde bulundu. Firmasını yönetecektim. Bana Ülker’in verdiği paranın birbuçuk misli kadar maaş vereceğini söyledi. Nasıl oldu bilmiyorum. Hiç fazla düşünmeden teklifini kabul ettim ve bir süre de bu firmada çalıştım. Fabrikanın Tahtakale-Mercandaki satış bürosunda görevimi yapıyordum. Burası çok daha farklı bir alandı. Bir anda yığınlarca çeşit çeşit bisküvilerin arasından sıyrılıp çıkmış, paslanmaz çelikten üretilen çatal, kaşık, bıçak, kepçe, tabak ve tencere gibi mutfak eşyasının arasına gömülmüştüm.

 

Bu ürünleri ve piyasasını tanıyıncaya kadar bir süre daha geçti. Bu değişiklik, parasal yönden o gün için bana belki geçici bir avantaj sağlamıştı; fakat bir önceki işimle ilgili olarak da mesleki istikrar ve deneyim kazanma fırsatını kaçırmıştım.

 

Aslında bu tercihin iç dünyamda bir nedeni vardı. Hep liderliği oynamış bir ailenin çocuğu olarak kalabalık bir yerde ikinci ve üçüncü kategoriden sayılmak beni rahatsız ediyordu. Yani mesele hep para değildi. Ülker Gıda Sanayii bir kışla gibiydi. İnsan kaynıyordu. Bu kalabalık kadro içinde ben kayıptım ve sanki sıradan biri gibiydim. Dış pazarlama elemanı olarak da birilerinin emrindeydim. Bu düşük statü, muhitimdeki statümle çatışıyordu. Aralarında bir eşitlik ve denge yoktu. Aslında ben hiçbir yerde anlamsız bir saygınlık aramadım. Yaşamım boyunca ünlenme hastalığına karşı gerçek bir savaş verdim. O günlerde de öyleydim. Çok şükür saygıya doygun olduğumuz için bir büyüklük ya da küçüklük kompleksi içine hiçbir zaman girmedim. Fakat Ülker’de böyle bir durum gördüm. Belki de acele ettim ve yaptığım tercihte yanıldım. Buna asla üzülmedim. Çünkü hemen her dönemde, yüzbinlerce insanın işsiz kaldığı Türkiye’de ben hayata atıldıktan sonra hiçbir zaman iş aramadım, hiç kimseden iş istemedim ve hiç işsiz de kalmadım.                   

 

 

Şeyhlik Postuna Nasıl Oturdum

 

Ben böyle işime gidip gelirken, akşamları ziyaretçilerimle de meşgul oluyordum. Çok kere onların sorunlarıyla uğraşıyor geç vakitlere kadar uykusuz da kalıyordum. Bir ara cemaatimin içinde sivrilmiş uyanık birkaç kişinin bazı isteklerine muhatap oldum. Beni her ziyaret edişlerinde neden müritlere el vermediğimi, yani onları neden tarikata almadığımı, neden «Hatm-i Hâcegân» denen ayini düzenlemek, müritlere «râbıta» yaptırmak ve onlara «vird» vermek gibi şeyler yapmadığımı soruyorlardı. Bu istekler gerçekten beni meşgul etti. Çünkü biz, görünürde Nakşibendî idik ve öyle de inanıyorduk; yani hem aile hem de muhit olarak bir tarikatın mensuplarıydık; bağlı olduğumuz tarikatın da çeşitli kuralları ve disiplinleri vardı. Ben de bu tarikata, ailemiz kanalıyla gönül vermiş bir kalabalığın sözde şeyhi idim. Peki neden bu kuralları uygulamıyorduk? Neden her Nakşibendî cemaati gibi biz de belli gün ve saatlerde toplanıp ayin, zikir ve toplantılar yapmıyorduk. Evet, cemaatimin sözcüleri haklı idiler. Biz bu tarikatın gerçek mensupları isek kurallarını da uygulamalıydık.

 

Fakat düşündüm, başta babam olmak üzere aile büyüklerimiz genelde böyle şeyler yapmazlardı. Onların hemen hepsi de kendi medreselerinde birer akademisyen; cemaatleri arasında da birer ahlâkçı, eğitimci ve nasihatçı idiler. Düzeyleri yükselmiş olan öğrencilere bizzat kendileri ders verir, bölge halkının uzlaşmazlıklarında arabuluculuk yapar ve toplum ahlâkının korunmasında yapıcı roller oynarlardı. Halbuki onları da halk birer Nakşibendî şeyhi olarak tanıyor, yöremizin aşiretleri, kendilerini bizim ailemizin müritleri olarak görüyorlardı. Yine düşündüm ve kendi kendime sordum; Madem ki cemaatimin sözcüleri benden bir Nakşibendî şeyhi gibi davranmamı istiyorlar, öyle ise önce ben bu konuda gerekli eğitimi görmeli ve yetkiyi almalıyım. Çünkü –daha önce de söylediğim gibi- ben henüz «beşik şeyhi» idim.

 

Bunun anlamını birçok kimse bilmez. Hatta mürit kalabalıkları içindeki eğitimsiz, kültürsüz birçok kimse bile bu deyimi hiç duymamış olabilir. Ama Doğu’da, Nakşibendî Kürtlerden her mürit, kendi şeyhinin kutsal bir kişiliğe sahip bulunduğuna, bu nedenle onun yeni doğmuş erkek çocuğunun da şeyh olduğuna inanır. Bu sebepledir ki, şeyhlerin çocukları henüz çok küçük yaşlarda bile örneğin; Şeyh Ahmet, Şeh Hasan, Şeyh Hüseyin… şeklinde anılırlar. Ancak şeyhin oğulları, özel bir tarikat eğitiminden geçip, hiyerarşik düzen içinde yerlerini almadıkları sürece «Beşik Şeyhi» sayılırlar ve Nakşibendî kalabalıkları içinde topluluküstü statülerini korurlar. Hatta erkek çocuklardan en yaraşır olanı, babasının veliahdı olarak ölümünden sonra yerine geçer. Türkiye’nin batısındaki Nakşibendî cemaatleri arasında bu gelenek yoktur.     

 

İşte ben de böyle bir avantaja sahiptim. Etrafımdaki topluluğu yönlendirmeye çalıştıklarını sandığım bu birkaç önde gelen müridimin, bana yönelttikleri soru dikkatimi çekti. Bu sorunun iç yüzünü keşfetmiştim. Onlar İstanbul’da bizden çok daha kalabalık olan ve şeyhlerini ünlendirmiş bulunan cemaatleri kıskanıyor, bizim de çekicilik kazanmamızı istiyorlardı. Bütün tarikatçı cemaatlerden her birinin başında, -bu kompleksten yola çıkarak öbür topluluklarla rekabete girişen- klikler vardır. Çünkü cemaat üyelerinin sayısı arttıkça bu kliklerin çok yönlü fırsat ve imkanları da o sayıya paralel oranda büyür. Yani işin içinde bugünkü tabirle «rant» vardır.

 

Tabiatıyla topluluğun, her şeyden önce şeyhini ünlendirmesi ve cazibesini artırması gerekir. Bu konuda ilk yapılacak şey «Efendi Hazretleri»’ni uçurmaktır. Hemen kollar sıvanır; cemaatin şairleri, edipleri ve propagandistleri faaliyete geçerler. «Şeyh Efendi» hakkında hemen bir kerametler örgüsü hazırlarlar. «Şeyh uçmaz, mürit uçurur» derler ya, işte benimkiler de beni uçurmak istiyorlardı. Böyle bir hazırlığın içindeydiler.

 

Bu ilgiyle hemen söylemeliyim ki Nakşibendî cemaatlerinin başında bulunan şeyhler, işte bu kliklerin birer kuklasıdırlar. Bunun istisnası çok azdır. Paraların ve oyların hesabını bunlar yapar; «Efendi Hazretleri» adına siyasi parti liderleriyle bunlar pazarlık eder; gecekondu ve çingene mahallelerinde «Gavs Hazretleri»’nin kerametlerini anlatıp mürit avlayacak propagandacıları bunlar hazırlar ve görevlendirir; muhitlerini genişletmek için büyük şehirlerin kenarında bulunan boş arazileri çevirip yeni müritleri buralara yerleştirmek, bu alanlarda camiler inşa etmek, cami bitişiklerinde kurs, medrese ve külliyeler kurarak çevreyi kontrol altına almak gibi işleri hep bu klikler organize ederler.

 

Bazı cemaatlerde bu üst topluluk, başlarında bulunan şeyhin bile beynini yıkayarak onu kendi gözünde bir süpermen haline getirirler. Çünkü bu suretle onu iplerinde oynatıp daha büyük avantajlar elde edebilirler. Beyni bu suretle yıkanmış birçok tarikat şeyhi vardır. Bunu kanıtlayan bazı olayları bizzat saptayabildim. Ancak müteahhitlik yapan bir arkadaşımın, yıllar sonra bana bu konuda naklettiği bir anısını hiç unutamam ve hatırladıkça da gülmekten kendimi alamam.

 

Nazım adındaki bu dostumuzu, bir gün tarikatçı arkadaşlarından biri, Ankara’da oturan şeyhi ile tanıştırmak istemiş; ancak birlikte gidememişler; tavsiye ve tarif üzerine yalnız gitmiş. Bu sırada yaşadıklarını bana aynen şöyle anlattı:

 

«Ziyaret ettiğim Şeyh Efendi, aynı zamanda bir tıp doktoru idi. Bu yüzden sevindim. Çünkü içimden, bu zat aydın biridir; dolayısıyla seviyeli biriyle görüşmüş olacağım diye düşündüm. Nihayet gidip ziyaret ettim. Daha adımı söyleyip kendimi takdim etmeme bile fırsat vermeden:

 

Bir mürşitten el aldın mı diye bana tepeden bir soru yöneltti. Tabiatıyla bu adamın ne boş bir teneke olduğunu hemen anladım ve onu gırgıra almak için:

 

Evet Efendim, el aldım; büyük bir mürşidim var; bu mübarek zatın adı Gazabullah Nazım Efendi Hazretleridir, diye cevap verdim. Doktor başını önüne eğerek gözünü yumdu; bir iki dakika kadar hindi gibi düşündükten sonra gözünü açıp bana

 

Evet, gerçekten şeyhin çok büyük bir mertebeye sahiptir. Onunla manevi alemde hep görüşürüm, diye bir lâf etti. Bunu duyunca adamın ne büyük bir şarlatan olduğunu daha iyi anladım ve hemen oradan ayrıldım.»    

 

***

 

 

İşte şanslı olduğum bir nokta da bu tür dolaplar hakkında ta o günlerde bilgi sahibi olmamdı. Cemaat içinde sırf yarar ve fırsat peşinde olan insanlara, ayrıca düzenin adamlarına ve istihbaratçılara karşı dikkatli bulunmanın bir şeyh için en önemli noktalardan olduğu hakkında ben vaktiyle «büyüklerin öğütlerini» dinlemiştim! Ancak zihnimdeki bazı yanlışlar hâlâ duruyordu. Çeşitli tereddütlerime rağmen «büyüklerin» yerini doldurmalı, onların mesleğini devam ettirmeliydim. Bunun ise yolu «Tasavvuf Terbiyesi»’nden geçiyordu. Benim, «Seyr-u Sülûk» denen özel bir eğitimden geçmem gerekiyordu.

 

Bu eğitim şekli belli kurallara dayanır. Bu kuralları her kes Nakşibendî kaynaklarından okuyup öğrenebilir. Bunun hiçbir gizli yanı eskiden de yoktu, şimdi de yoktur. Ben bunları yıllar sonra «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik» adı altında kaleme aldığım bir çalışmamda oldukça ayrıntılı biçimde ve akademik kurallar çerçevesinde açıkladım. Fakat bu eğitimin uygulaması yarı gizlidir. Ancak süresi, kişiden kişiye değişir. İşin içinde başaramamak da vardır. İnisiyatif tamamen eğitimi yaptıran Şeyhe aittir. Seyr-u Sülûk denilen bu eğitimle ilgili tüm ilişkiler, şeyh ile şeyh adayı arasında sınırlıdır; hiç kimsenin denetim ve itirazına açık değildir.

 

Şunu da ilâve etmek gerekir ki esasen o günler, etrafımda oluşan kalabalık, benim şahsi müritlerim değildiler. Bunlar Doğu’da bizim muhitimizin insanları idiler ve ailemize gönül bağı ile bağlı idiler. Son yıllarda İstanbul’a kalabalıklar halinde göçmüş, Fatih ve Vefa semtlerine tıkışıp burada garibanlaşmışlardı. Onları kendi anlayış, inanış ve göreneklerine uygun biçimde motive edecek, ailemizden bir lidere ihtiyaç duyuyorlardı. Onun için etrafıma kümelenmişlerdi. Aslında tarikatın dolambaçlı ve çetrefil kurallarından da haberleri yoktu. Fakat onları yönlendirmeye çalışan bir grup, İstanbul’da başka cemaatlerin içine dalıp çıkıyor, oralarda tarikatın disiplinlerini ve protokollerini öğreniyorlardı. Bu kuralların, benim tarafımdan niçin uygulanmadığına şaşıyor, ya da bizim de ağırlık kazanmamız için böyle istiyorlardı. Birkaç kez tekrarlanınca, tabiatıyla bende de psikolojik olarak bu isteklere cevap verme eğilimi doğdu.

 

Bu durumda ben, bu eğitimi bana verebilecek bir şahsiyete baş vurmalıydım. Peki bu zat kim olabilirdi. Epeyce düşündüm. Babamdan alamazdım. Çünkü babam böyle şeylerle hiç uğraşmamıştı. O, sade bir ahlâkçı ve bir halk eğitimcisiydi. Ailemizin büyükleri ve ünlüleri arasında da Nakşibendîliğin protokollerine bağlı olarak şeyhlik mesleğini icra eden bir tek kişi bile yoktu. Buna rağmen yine de birer Nakşibendî şeyhi olarak tanınıyorlardı!. Doğu’daki Kürt şeyhlerine ise baş vurmayı hiç düşünmedim. Çünkü bunların çoğu gerçekte şişirilmiş birer molla idiler. Yozlaşmış köhne medreselerde On yıl kadar sırf Arap dil grameri okur, yine de bir bedevi ile anlaşabilecek kadar Arapça üç beş düzgün cümle bile kuramazlardı. İslâm’a ilişkin bilgileri de son derece sığdı. Sırf Şâfiî fıkhı konusunda –yüzyıllar önce yazılmış, bugünün ihtiyaçlarına asla cevap veremeyen- birkaç kitap okurlardı. Görgü ve kültürden de oldukça yoksun idiler.

 

Sayıları artık üçü beşi geçmeyen bu medreselerden henüz bitkisel hayata girmemiş bir tanesi de Siirt’in Tillo ilçesinde bulunmaktadır. Araştırmacıların ve ilim adamlarının sırf ibret için gidip bir kez bu medresenin içine girmelerini, orada kitabın üzerine kurbağalar gibi yüzükoyun abanmış sözde öğrenci geçinen zavallıları ve onlara ders veren insanı seyretmelerini, öneririm. Hoca, önünde yere serdiği kitabı cümle cümle okur, onu izleyen öğrenci de her cümlenin sonunda  «beli» diye bir laf eder. Saatlerce bu, böyle sürüp gider... Bu laf, Arapça «elbette öyledir» cümlesinin karşılığı olan «Belâ» sözcüğünden bozulmadır. Öğrenci, hocasının ne dediğini anlar mı anlamaz mı, hiç önemli değil. Ama o yine de hep «beli» deyip durur. Kürtler ve Güneydoğulu Araplar, bu lâfı «evet» anlamında kullanırlar. Oysa erbabı çok iyi bilir ki bu kullanım bile yanlıştır. Çünkü «Belâ» sözcüğü ile Arapça’da ancak «öyle değil mi?» anlamını taşıyan özel sorular yanıtlanabilir. Onbeş yirmi yıl kadar bu şekilde, sözde eğitim gören bu adamlar, bir mektup yazmasını bile öğrenemezler. Bu medreselerde, matematik, fizik, kimya, biyoloji, ekonomi, felsefe, pedagoji, psikoloji ve astronomi gibi bilim dallarından bir şey okumak ve okutmak şöyle dursun, bunlar hakkında bir tek kelime bile edilmez!

 

Sözde mürşit olmuş koca koca kavuklu Nakşibendî mollaları, işte bu medreselerde okumuş ve birer «Büyük Âlim» olmuşlardır(!) Oysa gidip bir kez de onları yerlerinde seyredin, camilerin içinde pis pis sigara içer, parmaklarıyla burunlarını karıştırırlar. Şimdi de değişen bir şey yok. Kişilik, bilgi ve ihtisastan pek uzak bulunan bu şahıslar, heybet ve ünlerini, etraflarını saran binlerce eğitimsiz insanın oluşturduğu kuru kalabalığa ve körü körüne bu kalabalıkların onlara gösterdiği bağlılığa borçludurlar. Son zamanlarda İstanbul’a yerleşmiş bir Kürt mollasının oğlu tarafından «Doğuda Nakşibendî Aristokrasisi» şeklinde abartılan kitlenin, aslında aristokrat bir özelliği eskiden de yoktu, şimdi de yoktur.

 

İnsanlık kalitesi düşük bu şeyh-mürit kalabalığının İki tarafı, vaktiyle işte bu şekilde birbirini tamamlıyordu. İstanbul’daki Türk kökenli şeyhler de gözümü doldurmuyorlardı. Onların da kişilik ve bilgileri hakkında bazı ipuçlarını öğrenmiştim. Bu konuda bizzat saptadığım bir gerçek bana çok şey anlatıyordu. Bu olay benim önemli anılarımdandır. İlginizi çekeceğine inanıyorum.

 

Yıl 1971. Son zamanlarda epeyce ünlenen bir Nakşibendî şeyhi ile arada bir görüşürdüm. O günlerde henüz pek meşhur değildi. Ama yine de epeyce müritleri vardı. Benim Cemaatimden biri, Onun imamlık ettiği camiye bir gün uğrayıp peşinde namaz kılmış. Namazdan sonra Şeyh Efendi beni sormuş, bana ihtiyacı olduğunu söylemiş ve hemen adamlarına emretmiş;

 

«- Selâm ve hürmetlerimi tebliğ edin, bizi şereflendirirlerse çok memnun olacağım», demiş.

 

Bana haber verdiler ve özel bir arabayla beni aldılar. Görevli olduğu camiin imam odasında kendisini ziyaret ettim. Çok sevindi. Yanında, tahminen beş altı yakın müridi de vardı. Yarım saat kadar sohbet ettik. O sırada yeleğinin iç cebinden bir zarf çıkararak bana uzattı.

 

«- Bunu lütfen okur musunuz?», dedi.

 

Zarfı açtım; daktilo ile yazılmış birkaç satır Arapça yazı vardı. Şeyh Efendi’ye Bağdat’tan gönderilmiş bir mektuptu bu… İstanbul’u ziyaret etmiş ve bir hafta önce ülkesine dönmüş olan Iraklı bir şahıs tarafından gönderilmişti. Arap ülkelerinde bir ilkokul mezununun bile rahatça okuyup anlayabileceği basitlikteki bu mektubu Şeyh Efendi okuyup anlayamamıştı!  Oysa mektubu gönderen şahıs, hiç de önemli bir şey yazmamıştı. Sadece İstanbul’a ve özellikle camilerine olan hayranlığını, şeyhin ve müritlerinin ona gösterdikleri ilgi ve konukseverliği anlatıyor memnuniyetini dile getiriyordu. Üstelik mektup yazı makinesiyle hazırlanmıştı ve çok açıktı. Buna rağmen muhitinde «Çok Alim» diye bilinen Şeyh Efendi bu mektubu –büyük ihtimalle- çözememişti.

 

Şaşırdım ama beni şaşırtan şey, sadece bununla sınırlı kalmadı. Ben, Şeyh Efendiyi müritleri karşısında küçük düşürmemek için –mektubu açıp satırlarına şöyle birkaç saniye göz gezdirdikten sonra- önce tercüme etmeden yüksek sesle bir çırpıda okudum. Fakat Şeyh efendi gülümseyerek;

 

«- Muhterem! Manasını da söyle ki arkadaşlar da anlasın!», diye espriyle karışık bir ifade kullanarak tercümesini istedi. Yeniden okudum ve Türkçe’ye çevirdim. Çok memnun oldu. Müritlerine dönerek aynen şunları söyledi:

 

«- Bu genç kardeşim, Sülâle-i Tahire’dendir. (yani Hz. Peygamber’in soyundandır) Bunlar çok edip ve beliğ olurlar. Bakınız ne güzel tercüme etti ve sayesinde Arap kardeşimizin meramını anlamış olduk.»

 

Bu zat, Nakşibendî Şeyhleri arasında -ahlak bakımından- tanıdığım en seviyeli insandır. O gün hiç çekinmeden müritlerinin karşısında birkaç satırlık mektubu bana tercüme ettirmesi beni bir yandan çok şaşırtmış ama bir gerçeği de kanıtlamıştı: Dürüsttü ve alçak gönüllüydü. Fakat benim o günlerde inandığım yanlışlara O, yaşamı boyunca inanmakta devam etti. Belki de engeli bilgisizlikti. Gerçi hidayetin sırları bilgiye değil, ilâhî tevfike bağlıdır, ama hidayet için bilgi de çok kere gereklidir. Bu konuda -materyalistlerin «fenomenler» dediği- hikmetler vardır. Ama İslâm’ın gerçeklerini ve bu gerçeklerle taban tabana aykırı olan tasavvuf ve tarikatların içyüzünü bilgi olmadan anlamak güçtü.

 

Bu şeyhi, yıllar sonra ziyaret etmek istedim. Elimi kolumu sallayarak Onun bulunduğu yere, yalnız başıma gittim. Benim etrafımda artık o geçmiş günlerin kalabalığı yoktu. Ama Onun etrafı, eskiye göre çok daha kalabalıktı. Cami ile onun makam odası olarak kullandığı bölme arasındaki sofa hınca hınç insan doluydu. Hepsi de onu ziyaret etmek, mübarek ellerinden öpüp dualarını almak ve muratlarına ermek istiyorlardı. Bir zamanlar bizim de sofalarımız, salonlarımız böyle dolup taşardı. Patronlar bile, teşrifatçılar aracılığıyla -ancak protokol kurallarına uyarak- yüzümüzü görebilirlerdi. Fakat çok şükür ki sokakta dolaşan insanlardan daha üstün olmadığımızı anlama rüştüne Allah’ın izniyle çok geçmeden erdik. Ondan sonra da yaşamı sevdik, ona aşık olduk ve özgürlüğümüze kavuştuk. 

 

Şeyh Efendi’nin makam odasının kapısında bekleyen molla kıyafetli genç koruma görevlisine, Şeyh Efendi’yi ziyaret etmek istediğimi söyledim. Bunun hemen mümkün olmadığını, bana ancak iki hafta sonraya randevu verebileceğini ifade etti. hiç oralı bile olmadım. Çekip gittim. Çünkü ben sadece dünyanın şöyle bir manzarasını seyretmek, birkaç yıl önceki vaziyetlerle o günü karşılaştırmak istemiştim. Meğer dünya ne çabuk da değişiyormuş!

 

İşte böyle bir değişime tanık olacağımı hiç tahmin bile edemediğim eski günlerde, cemaatimin sözcüleri benim için böyle havalı saltanatlı bir liderlik hayalini besliyorlardı. Bunun üzerine ben de bir mürşit arayışı içine girmiştim. Biraz önce sözünü ettiğim Şeyh Efendi’yi ve İstanbul’daki birkaç benzerini ziyaret ettikten sonra onlardan da umudumu kestim. Ama mutlaka icazetli bir şeyh olmalıydım.

 

Derken bir gün Siirt’te nesli tükenmiş olan kuşaktan biri aklıma geldi. Bu zat, hem ailemizin vaktiyle medreselerinde okumuş yetişmiş bir aydındı; hem de aile büyüklerimizden birçoğunun da aynı zamanda hocasıydı. Siirt’in tanınmış ünlü Arap eşrafındandı. Fakat «medreseliler» olarak bilinen şeyh ve molla takımından başka kimse artık onu tanımıyordu. Çünkü hem çok yaşlı olduğu için pek dışarıya çıkamıyordu; hem de bir akademisyen ve yazar olarak bölgemizde Onunla hayatı paylaşacak kimse artık kalmamıştı. İşte şimdi mürşidimi bulmuştum.

 

Ashaptan, Halid bin Velid’in soyundan geldiği söylenen Şeyh Süleyman el-Halidî el-Makhzûmî adındaki bu çok yaşlı zata hemen başvurdum. İsteğimi sevinç içinde kabul etti, hatta beni mahcup bırakacak şekilde saygı gösterdi. Ancak –biraz sonra anlatacağım gibi- bana, pek alışılmamış çok ilginç bir eğitim biçimi önerdi. Ben, Nakşibendîlikte uygulanan –mahzende aylarca çile, ya da cami içinde itikâf ve inziva- gibi klasik seyr-u sülûk şekillerinden hiç biriyle eğitilmeyecektim. Görevim şuydu: halk arasında pek itibarı olmayan meşru bir iş edinecektim. Bu işte kimse ile ortak olmayacaktım; para da kazanmaya çalışacaktım. Hiç kimseyi incitmeyecek, muhataplarımı daima memnun etmeye çalışacaktım. Azimete sarılıp farzlarımı ve sünnetlerimi titizlikle yerine getirecektim. Ancak ser verip hiç kimseye sır vermeyecektim. Çilede bulunduğumdan hiç kimsenin haberi olmayacaktı. Bu eğitim için bana bir buçuk yıl süre verildi. Daha sonra hakkımda istihbarat yapılacak, başarılı olmuşsam bana icazet verilecek ve halife olacaktım. Yani şeyhlik makamına oturabilecektim. Artık ben de şeyh adaylarını yetiştirip onları bu makama oturtma yetkisini alabilecektim. Bu talimatları aldığımda başımdan aşağıya buzlu bir su dökülmüş gibi oldu. Ok yaydan çıkmıştı. Hemen başlayacaktım ama ne yapacak, hangi mesleği seçecektim? Bunu yaparken muhitimde nasıl karşılanacaktım; niye, niçin diyenlere ne diyecektim? Üstelik bu sırrı eşimden ve cemaatimden nasıl saklayacaktım? Bunlar, hiç kuşkusuz çok zor şeylerdi. Ancak başka çare de yoktu.

 

O sıralarda sürücü belgesi almak için girişimlerde bulunuyordum. Ehliyetimi alınca hemen mesleğimi seçtim. Bir kamyonet aldım ve o zamanlar İstanbul’da Eminönü ile Unkapanı arasında bulunan Sebze-Meyve Hali’nin önüne gidip buraları avucunun içine almış olan Doğulu hamalların kolbaşıyla tanıştım. Onun yardımıyla buradan her gün manavlara yük taşıyacak, çilemi çekecektim. İşin en korkunç yanı ise bu piyasa, cemaatimin ve beni tanıyanların en yoğun oldukları yerlerdi. Fakat bunu iyice göze almıştım ve süreç de başlamıştı; zaman işliyordu.

 

Hamalbaşıyla tokalaşırken Ona Kürtçe hitap ettim. Kendimi tanıtınca toparlandı. Saygı dolu bakışlarla beni süzüyor, sözlerimi pür dikkat dinliyordu. İsteğimi anlatınca adamcağız afalladı. Tam o sırada beni tanıyan birkaç kişi daha yanımıza geldiler başlarında köylü kasketleri vardı. Şapkalarının siperlerini arkaya çevirdiler. Bunun anlamı, el öpmeye hazırlanmaktı. Çünkü siperler arkaya çevrilmediği zaman el öpülürken şapka düşüyor komik durumlar oluyordu. Bunlar Doğu’dan kalma adetlerimiz ve alışkanlıklarımızdı. Çelişkiler içinde yüzüyor, üstelik bunları da hiç göremiyorduk.

 

Yeni gelenlerle hal hatır faslı bitince hamalbaşı hayret içinde bana,

 

«- Keko Kurban! Nasıl olur, sana yakışır mı?», diyerek önce itiraza benzer kopuk kopuk sorularla benim tuhaf isteğimi anlamaya çalıştı. Yanımızdakiler de böyle bir iş yapmak istediğimi anladılar. Yüz ifadeleri hemen değişti. Üzülmüşlerdi. Paraya ihtiyacım olursa kendileri de dahil, anında yüzlerce insanın imdadıma koşacağını söylediler. Hepsi telaş ve üzüntü içindeydiler. O gün işlerin hemen hemen bittiği çok uygun bir saatte uğramıştım. Hamalbaşı bana;

 

«- Keko Kurban! hele şöyle bir oturalım, senin bir derdin var», diyerek bitişikteki küçük kahvenin önünde bizi oturttu. Bir anda etrafımıza, bağlılarımızdan beş on kişi kadar tanıdık Kürt hemşehrilerim toplandılar. Epeyce sohbet ettik. Hep ben konuşuyordum. Nihayet zihinlerindeki soru işaretlerini, sır vermeden bir saat içinde büyük bir ustalıkla yok etmeyi başardım. Artık ertesi gün kamyonetimle bu duraktan yük taşımaya gelebilecektim ve de öyle oldu.

 

Hemen yeni işime başladım. Kısa zamanda da ortama uydum ve alıştım. Bazen ben de yük sahiplerine yardım ediyor, onlarla birlikte ufak tefek sandıkları, çuvalları ve kolileri yüklüyor ve indiriyordum. Üstüm başım biraz pejmürdeydi. Eskiden giydiğim o temiz ütülü elbiselerim artık gardıroptan pek çıkmıyordu. Cemaatimin tümü bu durumu öğrendi. Bunun bir ihtiyaçtan mı doğduğu çok soruldu ve çok konuşuldu. Sanırım çok da dedikodu konusu oldu. Ben dişimi sıkıyor, sorulara esnek cevaplar buluyordum. Birkaç ay içinde muhitim de buna alıştı. Fakat çok şeyler de bu arada değişti. Tam bir devrim yaşadım. Muhitim içinde bu işe anlam vermeyen birçok kimsenin gözünde itibarımı kaybettiğimi gördüm. Ama her şeye rağmen bu işte bir sır var deyip, beni hoş karşılayan canfeda müritlerim de yok değildi. Benden soğuyanların çoğunu bu sadık arkadaşlarım fazla zaman geçmeden ikna edip onları bize yeniden kazandırdılar. İşin en zor tarafı eşimin bu yüzden ilk günlerde duyduğu şiddetli huzursuzluktu.

 

Fakat çok geçmeden evimize bir bolluk girdi. Gerçi, önceleri Ülker’de ve Fırat Madeni Eşya Sanayii’nde aldığım maaşlar bize yetiyordu, ama hiç para biriktiremiyorduk. Kamyonetimin neredeyse tamamını borçla almıştım. Bu kez durum farklıydı. Senetlerimi rahatlıkla ödüyor, ferah yaşıyor, para bile biriktirebiliyordum. Bu durum yüzümüzü güldürüyordu. Eşimin de huzursuzluğu gittikçe azalıyor, artık işimi küçümsemiyordu. Bu ferahlığı ve bolluğu ise Tarikatın bereketinden ve Şeyh Efendimizin himmetinden biliyorduk. Bu inancımızla Allah’a kafa tuttuğumuzun ise hiç mi hiç farkında değildik!

 

İlginçtir ki bu büyük yanlışın içinde bazı doğrularla tanışıyordum. Yeni işim, insanların düzeylerini, dertlerini, meraklarını, ahlâklarını, daha iyi tanımamı, toplumun tabakalarını, ihtilaflarını, zevklerini, mantığını, dünya görüşünü keşfetmemi sağladı. Keza bu toplumun gerçekten bir parçası olup olmadığımı; arasında yaşadığım insanlarla maddi ve manevi planda neler paylaştığımı ya da paylaşabileceğimi bana öğretti. Meğer böyle bir mesleğe, böyle bir alanda çalışmaya, böyle bir çile çekmeğe benim çok ihtiyacım varmış. Ama bunu çok sonraları daha iyi anladım. Hiçbir şeyh çocuğu bu şekilde çile çekerek posta oturmamıştır. Ve tabiatıyla hiçbir şeyh çocuğu bu toplumun sosyolojisini uygulamalı olarak benim kadar keşfedememiştir. Eğer bu birbuçuk yıllık eğitimi o günlerde görmemiş olsaydım, yirmi sekiz yıl sonra yazdığım «Öteki Türkiye’den Son Manzaralar» adlı çalışmamı –büyük olasılıkla- kaleme alamayacaktım. Çünkü bu birikime sahip olamayacaktım. Gelecek kuşaklara önemli bir tarih belgeseli olarak bırakmak istediğim bu çalışma, henüz basılmış değildir. Çünkü hiçbir yayınevi bu çalışmamı yayınlamak istememektedir! Fakat disketlerde ve CD’lerde muhafaza altına alınmıştır.

 

Çilemi bitirdiğim günler, binbir yanlış uğrunda bir doğruyu yakalamıştım. Ama bu, çok önemli bir doğruydu. İnsan olmayı, acımayı, acı duyanları anlamayı, alın teriyle helâlinden kazanmayı öğrenmiştim. Bu doğruyu, Nakşibendîliğin bana kazandırdığına bugün inanmıyorum. Evet, o doğruya giden kapının anahtarını Şeyhim bana vermişti; ama o anahtar Nakşibendîliğe değil, İslâm’a aitti. İşte doğrularla yanlışlar, bal ile zehir birbirine böyle karışmıştı. Güzelle çirkin böylesine sarmaş dolaştı... Onun için de doğruları ayıklamak ve onları ait oldukları kaynaklara mal etmek de çok zordu.   

 

Artık posta oturmak üzereydim. Bir Nakşibendî şeyhi olacaktım. Ama hiçbir Nakşibendî şeyhine benzemiyordum. Bu çileden sonra da benzememiştim ve asla benzemeyecektim. Çünkü makama oturduktan sonra tarikatın kurallarını her şeyhten daha disiplinli şekilde uygulamaya azmetmiştim. Her konuda zaten çok titizdim. Bu konu ise nazikti. İnsanlarla artık «gönül ikliminde» yaşayacaktık bu iklimi bozanlara göz yummamam gerekirdi. Çünkü «sâdâtın ervahını» (yani efendilerimizin ruhlarını) ancak bu şekilde hoşnut etmek mümkündü. Allah’ı memnun etmekse ne haddimize! O günlerde Allah ile aramızda tam otuz tane adam vardı. Bu konuyu, ayrıntılarıyla anlamak isteyenler –yıllar sonra kaleme aldığım- «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik» adlı çalışmamı okumalıdırlar.

***

 

Posta oturdum. İlk günler sevinçliydim. İcazet aldığım duyulur duyulmaz her şey yine –sil baştan- değişti. Artık programlı bir irşâd hayatı başladı. Bu kez ancak belli gün ve saatlerde cemaatle bir araya gelebiliyorduk. Bu sefer daha az konuşuyor, daha yumuşak, daha dikkatli hitap ediyordum. Benim için çok kısa da olsa kapalı bir hayat başladı. Çünkü İşgal ettiğim makamın heybet ve onurunu titizlikle korumalıydım. Bu dönemde cemaatin davranışı da değişti. Daha disiplinli bir hale geldiler. Bana olan bağlılıkları oldukça güçlendi. Artık «Hatm-i Hacegan» ayinleri düzenliyor, müritlere «râbıta» yaptırıyordum; onlara, günün belli saatlerinde tekrarlamaları için virdler ve zikirler veriyordum.  Müritlerimden sigarayı bırakanların sayısı gittikçe artıyor, ticaretle uğraşanları, ölçü ve tartılarına dikkat ediyorlardı.

 

Evet posta oturdum, ama Nakşibendîlik adına her seferinde neyi deştiysem, neyi yokladıysam altında hep İslâm’dan başka şeyler buldum. Bu ise gün geçtikçe bende kuşkular uyandırdı. Benim için öngörülen tasavvuf terbiyesi ve çile şekli bile Nakşibendîlerinkine benzemiyordu. Belki de şeyhim büyük bir ustalıkla ve bilinçli olarak beni İslâm’a doğru yönlendirmiş, tevhidi yakalamama gizlice yardım etmişti! Ne çare ki onu çok çabuk kaybettim ve bu konularda eğer var idiyse birtakım sırlı bilgileri alamadım.

 

Zihnime yağmur gibi sorular yağıyordu. Oysa Nakşibendîlikte hemen hemen soru diye bir şey yoktur. Kesin bir teslimiyet ve bağlılık vardır. Bunu Kürtçe bir söylem, çok çarpıcı bir şekilde vurgulamaktadır: «Şeyh bu kafir, mirid peyra!». Yani Şeyh, İslâm’dan çıkıp kâfir bile olsa mürit de ona uymalıdır! Evet aynen böyle... Ama ben, makama henüz yeni geçmiş bulunduğum günlerde bakınız kendime neler soruyordum:

 

1.                                      Her şeyden önce bizim ailede yetişen ünlü şeyhler neden «Hatm-i hacegân» ayini düzenlemiyor, müritlere «râbıta» yaptırmıyor, beşbinlik virdler çektirmiyorlardı?

 

2.                                      Ben, yaklaşık birbuçuk milyon kadar bağlısı bulunan önemli şeyh ailelerinden biri içinde yetiştiğim halde neden bu tarikatın onbir kuralını yirmi dört yaşına kadar bilmiyordum? Neden bunları öğrenememiştim? Bana yirmi yıla yakın eğitim yaptıran aile neden bir kez bile bu kadar önemli bir konuda bilgi vermemişti?

 

3.                                      Bu kurallar, İslâm’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnette nereye dayanıyorlardı?  

 

Bunlar gibi daha birçok soru vardı. Ancak cevapları yoktu. Bu ise bana müthiş bir sıkıntı veriyordu.                   

 

 

Aydınlanma Dönemim

 

Artık yavaş yavaş aydınlanıyordum. İtiraf etmeliyim ki –uzun bir eğitim dönemini yaşamış, çok okumuş ve epeyce seyahat etmiş olmama rağmen- evrensel gerçekleri ancak 1974 yılından sonra kavrama fırsatını bulabildim. Bu sıralarda 29 yaşındaydım. Gerçi şükrediyorum ki hiçbir zaman karanlık bir dünyanın insanı olmadım. Hep aydınlığı, daha çok aydınlığı arayıp durdum. Kendimi yetiştirmek istiyordum. Bunu, özellikle iki sebepten dolayı şahsım için kaçınılmaz bir görev biliyordum. Bunlardan biri, İslâm’ın bilgilenme konusunda Mü’min kişiye yüklediği sorumluluğun her zaman bilincinde bulunmamdı; ikincisi ise bilgiyi en büyük miras kabul etmiş ve 1500 yıllık tarihi boyunca âdeta bir ilim kurumu olarak varlığını sürdürmüş olan bir aileden gelmiş olmamdı.    

 

Bir gün müritlerimden biriyle aramızda geçen özel bir konuşma, tasavvuf ve tarikatın içyüzünü öğrenmemde, mistik alemin sırlarına ulaşmamda bir çeşit anahtar oldu. İlk pırıltıyı bu sırada gördüm. Heyecan ve telaş dolu bu kısa sohbette, konuşulanların, yaşamımın akışını tamamen değiştiren önemli bir neden oluşturduğunu söyleyebilirim. O günden sonradır ki vicdanımda çiçekler açılmaya başladı. Hayatımın en önemli dönemecini hazırlayan bu anıyı, işte şimdi sizinle paylaşmak istiyorum.

 

Müritlerimle özel toplantılarımız, yalnızca haftada bir kez yapılırdı. Her Perşembe’yi Cumaya bağlayan gece toplanırdık. Kural ve gelenek böyle idi. Ben yetki aldıktan sonra artık böyle kurallara bağlı olarak derslerimizi yapıyorduk. Fakat –bugün artık aramızda olmayan, adını vermek istemediğim- bu müridim başka bir gün, akşamüzeri beni ziyaret etti. Bazen böyle sıra dışı ziyaretler olurdu. Beni özleyen, ya da mahrem bir meselede bana danışmak isteyen arkadaşlar, böyle hafta arasında kısa ziyaretlerde bulunurlardı.

 

Bu arkadaşımız karakter olarak çabuk sinirlenen bir tipti. Misafirlerimi kabul ettiğim salona alındığı sırada da yüz ifadesinden huzursuz olduğu okunuyordu. İlk hal hatır sorma faslından sonra:

 

«- Efendi Hazretleri! Sizi üzecek bir haberim var ve ben sizden bir emir almak üzere geldim», diye söze başladı.

 

Ben önce, aleyhimizde bir ihbar var sanmıştım. Bu gibi sıkıntıları, -çok sık olmamakla beraber- bazen yaşardık. Ancak özellikle Nakşibendî Tarikatında, Şeyhlik makamına yükselmiş kişinin çok soğukkanlı olması, telaşını hiçbir zaman sezdirmemesi, -cemaati üzerindeki heybetini koruması bakımından- önemlidir. Bu konuda çok iyi eğitildiğim için hemen bir söz manevrası ile önce Onun daha fazla konuşmasını önlemeye çalıştım. Ancak benim kullandığım kelimeler onun üzerinde, sanki önceden meseleyi sezinlemiş bulunduğum izlenimini uyandırdı. Bunu, daha sonraki konuşmalarından anladım. Yarım saat kadar süren sohbetimiz sırasında nihayet bu arkadaşımızdan öğrendim ki yakınlarından biri, bizim özel ve mahrem surette icra ettiğimiz «Hatm-i Hâcegân» ayini sırasında yaptığımız «râbıta»’nın şirk olduğunu söylemiş; bizim bu suretle Allah’a düpedüz ortak koştuğumuzu ileri sürmüş. Bu müridim de bunun üzerine onun kâfir olduğuna, bize ve kurallarımıza dil uzatmakla İslâm dininden çıktığına inanmış; işin tehlikeli yanı ise, o şahsın öldürülmesi gerektiğine de aynı zamanda kendini inandırmış!.. İşte bunun için benden emir almaya gelmişti!

 

Bunları duyduğum o an, kaç çeşit tehlike ile sarılmış bulunduğumu ilk kez biraz tahmin edebildim. Demek ki bana veya tarikat kurallarına dil uzatan birinin hemen yok edilmesi gerekiyormuş ve ben emredersem, infaz derhal gerçekleşebilirmiş! Bu korkunç inanış ve niyetten daha çok beni meşgul eden şey, bu insanların nasıl olur da ellerinde hiçbir kanıt yokken böylesine karanlık bir düşünceye saplanmış bulunmaları oldu. Evet tarikat kuralları diye İslâm’a son derece yabancı birçok ayin, «zikir» ve düşünce içinde bocalıyorduk. Ancak bunların hiç biri, insanı cinayet işlemeye itecek bir şartlandırma nedenini oluşturmuyordu. Hatta diyebilirim ki tarikat uygulamaları genelde insanı pasifleştirir. Tarikatçının, esasen saldırgan olmaması gerekir. Nitekim Vahdet-i vücutçu tarikatlar, insan sevgisini ön plana çıkarırlar. Çünkü «hayat kavgasının» onlara göre büyük bir anlamı yoktur. Bu tarikatların -küttürlü şeyhleri- genelde, bir çeşit materyalisttirler. Sebebi de şudur; vahdet-i vücût felsefesinde Allah kavramı belirsizdir. Bu inanışa göre; «her şey Allah’ın bir parçasıdır; evren, devridaim olarak sonsuza dek sürüp gider, ahiret, cennet ve cehennem gibi sanal alemler, sadece sosyal ve toplumsal disiplini sağlamak için zihinlere yerleştirilmiş sembollerdir vb...». Bu tarikatlara bağlı derviş ve müritleri ise pagandırlar. Örneğin Türkiye’de Mevlevîlik, Ticanîlik, Yunusçuluk, Ekberîlik ve Bektaşîlik, işte böyle bir temele dayanırlar. Bu nedenle –örtülü olarak- aynı zamanda ibahiyecidirler. İbahiyeciler ise –genel anlamda- paylaşımcıdırlar! Onun için ilkel bir felsefeden besleniyor olmalarına rağmen ön plana çıkardıkları sevecenliği empoze etmek bakımından insancıl gibi davranır ve öyle de algılanırlar. Müzik ve raks gibi şovlarla, Hatm-i Hâcegân, evrâd ve râbıta gibi çeşitli mistik fantezilerle hümanist ve masum bir görüntü sergilerler...

 

Nakşibendîliğe gelince bu tarikat, -henüz Şamanlığın ve göçebeliğin derin etkilerini yaşadıkları dönemde- Türklerin kurduğu bir tarikat olduğu için, felsefesi de görüntüsü de ilkeldir. Ayrıca çok kere tarikatın liderinden habersiz olarak mürit tabakası arasında fısıltı ve dedikodu yoluyla çok ilginç düşünce ve inanışlar cemaat arasında yerleşir. Öyle ki birkaç kuşak sonraki şeyhler bile bu yanlışları kolay kolay düzeltemezler! Bu, özellikle Nakşibendî Tarikatı’nın gerçeklerindendir. Tabiatıyla ben bu gerçekleri yıllar sonra ancak Allah’ın lütfu ile öğrenebildim.

 

Nakşibendîliğin öğretisinde mutlak itaat vardır. «Müridin, aynen yıkayıcıya teslim olmuş teneşir üzerindeki ölü gibi şeyhine teslim olması şarttır». Bu kural, müride sık sık hatırlatılır ve telkin edilir. Herhalde bu etkiyle olacak ki yukarıda bahsettiğim müridim, benim uğrumda kendi kendine her şeyi, hatta cinayet işlemeyi bile göze almıştı.

 

Materyalistlerin ifadesiyle «Tarih önünde»; mü’minlerin tabiriyle de «Allah karşısında» duyduğum sorumluluktan yola çıkarak, o günlerde yaşadığım en önemli mahrem olaylardan birine bu ilgiyle, –hatırlayabildiğim kadarıyla- dokunacağım. Bu suretle de Nakşibendîlik tehlikesi başta olmak üzere tarikatçılarla laikçi yobazlar arasında geçmişten günümüze dek süregelen kanlı kapışmalar hakkında insanları biraz düşünmeye davet edeceğim. Bunu bir insanlık görevi sayıyorum.

 

Yukarıda sözünü ettiğim müridimin, benden bir fetva istemesi olayından çok önce, yanılmıyorsam 1969 yılı Şubat ayıydı. Bir akşam kapımız çalındı. Evimizde her zaman misafir bulunmasına rağmen o akşam kimse yoktu. Hanımla yalnız oturuyorduk. Henüz birkaç aylık bebek olan oğlum Muhammed’le meşguldük. Kapımız çalınınca, genelde gündüzün hizmetlerimize bakan cemaatten genç biri çıkıp gelenleri karşılar, onları salona alırdı. Bana da haber verildi. Fakat o akşam bizde kimse yoktu. Kapıya ben çıktım. Karşımda, tanımadığım sakallı bir delikanlı duruyordu.  Giyiminden ve duruşundan «Tarikat ehli» olduğunu anladım. Bu genç, benimle görüşmek istiyordu. İçeriye aldım; kendisini tanıtmasını istedim. Sadece adını söyledikten sonra çok usta bir manevra ile bana, önce sıradan bazı dini sorular sordu. Meğer bu giriş, bir ısınma ve alıştırma hareketiydi. Sorularını kendimce yanıtlamaya çalıştım. Fakat ondan sonra adam, ilginç bir teklifte bulunarak yaklaşık şöyle bir ifade kullandı:

 

«Efendi Hazretleri! Yarın kâfirler, Amerikan 6. Filosu’na karşı bir gösteri yapacaklar. Bütün şeyh efendiler, müritlerini onlara karşı görevlendirmiş bulunuyorlar. Siz de cemaatinize emrederseniz dinsiz komünistlere yarın bir ders vereceğiz!»   

 

Bu gencin «Kâfirler» dediği takım, hiç kuşkusuz solculardı. Ve Ona göre de tabiatıyla bütün faşistler, sağcılar, kapitalistler tarikatçılar, Osmanlıcılar, Nurcular ve statükocular da «Müslümandı» (!) Fakat ben bu ayırımın felsefesini o günlerde pek iyi bilmiyordum. Çünkü Türkiye’nin sosyolojisi ve bu sosyolojinin ideolojik yansımaları hakkında ayrıntılı bilgilere sahip değildim. Onun için temkinli davrandım. Ne diyeyim, bu garip davet karşısında önce dondum. Çok iyi hatırlıyorum; gözlerimi önümde bir noktaya dikmiş, uzun uzun düşünmüştüm. Adam benden yanıt bekliyordu, ama ben kendi sorularıma bile henüz yanıt bulamıyordum!

 

-                                         Bu adam kimdi, nereden geliyordu, onu kim göndermişti?

-                                         Bana, adını doğru mu söylemişti?

-                                         Ben o tarihlerde henüz icazetli bir şeyh değildim; İstanbul’daki şeyhler beni ve cemaatimi acaba tanıyorlar mıydı?

-                                         Ben, içyüzünü ve sonunu bilmediğim bir olayın içine neden kendimi ve cemaatimi sokacaktım?!...

-                                         Komünistler «kâfir» idiler de Amerikalılar ve Amerikancılar neci idiler?

 

Bütün bunları düşünüp durdum sonra bu delikanlıyı savdım. Meseleyi hiç önemsememiştim. Fakat ertesi gün gerçekten olaylar çıktı. Gazeteler çarşaf gibi yazıyordu. İnsanlar öldürülmüştü; bir sürü de yaralı vardı.

 

Bu adamı hayatımda bir daha görmedim. Fakat derin derin tahminler yaptım, bazı şeyleri araştırdım ve şu kesin sonuçları daha o günlerde çıkarabildim:

 

1.                                      Bu ülkede tarikatçı cemaatlerini kötü ve tehlikeli amaçlarla kullanmak her zaman mümkündür.

2.                                      Bu cemaatlerin başındaki adamlar ve onları ünlendiren klikler, daima istihbarat örgütlerinin tuzağına düşebilir, ya da onlarla işbirliği yapabilirler.

3.                                      Resmi ideolojiyi ve onun üzerinde yapılandırılmış olan «Milli Kadavra Dinini» ayakta tutmak için solcularla tarikatçılar, gerektiğinde her zaman kapıştırılacaklardır.

 

Onun için ben hep dikkatli davrandım. «Nakşibendî ulularına» ve bu tarikatın öğretisine saygılı olduğum günlerde bile bu tarikata bağlı olanların, gerek bireysel, gerekse toplu olarak -ikna olabilecekleri bir işaretle- tehlikeli olayların içine derhal sürüklenebileceklerinden artık kuşku duymadım. 

 

Gelelim, yıllar sonra «râbıtamıza dil uzatan» yakınını öldürmek için benden fetva isteyen müridimize... Ben bu arkadaşımızı yatıştırdıktan ve onu savdıktan sonra esasen etrafımda salkım saçak kümelenmiş yüzlerce sıradan insanın yanlışlarıyla ve hurafeleriyle uğraşacağıma, önce kendime yardımcı olmam gerektiğini ilk kez bu olaydan sonra düşünmeye başladım. Dolayısıyla bu olay, benim aydınlanma dönemimin ilk günü sayılır. O gün benim için bir milâttır. Kurtuluşa, evrenselliğe, doğrulara ve Kur’an’daki İslâm’a doğru giden yolculuğumun ilk günüdür. Yoksa beni katıksız tevhide, yaşamım boyunca hiç kimse çağırmamıştır. «Vahhabilerin etkisi altında Allah’ın birliğine inandığımı» ileri süren ve beni Vahhabilikle suçlayan zavallılar varmış. Arada bir duyarım. Özellikle cahil ajanlar tarafından yakalanıp sorgulanan gençlere sorarlarmış:

 

«- Ferit Aydın’ı tanıyor musunuz; O Vahhabidir; O’nun kitaplarını okuyor musunuz?»

 

Bu cahil lâikçilerin nasıl dedektif olduklarına çok şaşıyorum. Çünkü eğer önce kendileri benim kitaplarımı okumuş olsalardı, Vahhabilerin de, tarikatçıların da aynen onlar gibi kara cahil olduklarını benden öğreneceklerdi. Ayrıca bağlısı oldukları «Milli kadavra Dini»’nin ne menem şey olduğunu da öğreneceklerdi!

 

Şunu hemen ifade edeyim ki, tevhide dönüşüm Allah’ın sırf bir lütfudur. Bu kutlu dönüş, işte böyle garip bir olayın kıvılcımıyla başlamıştır. Dönüş o dönüş...

 

Evet Nakşibendî Tarikatı’nın ipoteği, bu olayla birlikte artık üzerimden kalkıyordu. Bundan sonra özgürce inanmanın, vicdanımda ılık meltemleri esmeye başladı. Önce nefsimi ciddi anlamda bir muhasebeye çektim. Kendime bir yığın soru yönelttim. Neydim, kimdim, nereden geliyordum? Bu dünyaya gelmiş olmamdaki gerçek amaç ne olabilirdi; yoksa bu dünyaya «rabıta» yapmak için mi gelmiştim? Ne demekti râbıta? Bunu kim icat etmişti? Beni makamına geçirmiş olan kişinin şeklini sabah akşam zihnimde canlandırmanın İslâm’la, ibadetle, yaşam gerçekleriyle ne ilişkisi vardı? Bunu İslâm’ın neresine koymak gerekiyordu? Salt bir ibadet havası içinde uygulanmasına rağmen, Nakşibendî otoriteleri neden râbıtayı bir ibadet olarak niteleme cesaretini hâlâ gösteremiyorlardı? Hem sonra tasavvuf ve tarikat kavramları nereden çıkmıştı? Hangi kaynaktan gelip, İslâm’a nasıl bulaşmışlardı? Tasavvuf ve tarikat, bu ülke insanının yüzde doksanını neden meşgul ediyordu? Bunların başka işi yok muydu? Devlet bu akımları yasakladığı halde neden iktidarlar tarikatçı cemaatlerle gizli işbirliği yapıyorlardı? Sözde kanlı bıçaklı olan laikçilerle Nakşibendîler, nasıl olur da zaman zaman omuz omuza veriyor, Komünizmle Mücadele Derneklerini kuruyor, Selanik Yahudilerini birlikte iktidara taşıyorlardı? 

 

Sorular bunlarla da sınırlı değildi. Her gün, hatta her saat türlü türlü konularda bir soru denizi içinde yüzüyordum. Ailem, geçmişim, soyum; gerek dünyada, gerekse ülkemin coğrafyasında cereyan eden çeşitli olaylar ve yaşanan gelişmeler, bunların nedenleri, içinde yaşadığım toplumun sosyal yapısı, gelenekleri, din ve dünya görüşü, tarihi, kültürü, bunalımları, özellikle batıl inanışları; başta tarikatçılık olmak üzere devlet eliyle icat edilen ve topluma dayatılan laikçilik dini, kadavracılık, kökten putçuluk, sağcılık, solculuk, ayırımcılık, bölücülük, ırkçılık, Turancılık, Kürtçülük, resmi ideolojinin İslâm düşmanlığı ve daha neler neler...

 

Bu soruları ben, kendime yöneltiyordum. Ama ciddi, bilimsel ve tutarlı cevaplarını da arıyordum. Bu konuda eskiden beri zaten zihnen hazırdım. Tarikat anlayışının etrafımda ördüğü kalın duvara rağmen çok şükür düşünme yeteneğimi yitirmemiştim. Aslında her şeyi sorgulamayı, gerçekleri yakalayıncaya kadar daima güçlü kanıtlara tutunmayı bana vaktiyle annem ve babam öğütlemiş, bu konuda gereken aşıyı bana yapmışlardı. Onları rahmetle anıyorum.

 

Ben bu olaydan sonra çok geçmeden yaşam tarzımda, düşünce ve inanışlarımda köklü değişimler gerektiğine inandım. Ama bunlar nasıl gerçekleşecekti? Çünkü bu, o kadar da kolay değildi! Ve çünkü ben, herkes gibi sokaklarda rahatça gezemiyordum. İstediğim gibi kaldırımlarda yürüyemiyor, vitrinleri seyredemiyordum. Gerçi ben meslektaşlarım olan öbür Nakşibendî şeyhleri gibi saltanat içinde yaşamayı hiç düşünmemiştim, ona göre de bir «tezgâh kurmuş» değildim. Benim yaşamımda, Nakşibendî şeyhlerinkine benzemeyen farklı ve canlı tablolar vardı. Örneğin özel şirketlerde çalışıyordum. Oysa  şeyhler böyle bir şeyi göze alamazlar. Çünkü onlar yaşamları boyunca hiç kimseden emir almak istemezler. Tam tersine emir verme yetkisinin, sırf onlara ait olduğuna inanırlar. Onlar her zaman saygıdeğer birer «Efendi hazretleridirler. İnsanlar onların yalnız dualarına değil, himmet ve bereketlerine de muhtaçtır!». Etrafım, bana da böyle inanıyordu. Belki bir zamanlar ben de böyle düşünüyordum; ama benim de, cemaatimin de önemli bir farkı vardı. Ben çalışıyordum. Kimseden hiçbir yardım beklemiyor ve almıyordum. Cemaatim de buna alışmıştı. Ayrıca hiçbir siyasi partiye oy vermiyor, müritlerimi de bu konuda yönlendirmiyordum.

 

Biraz önce de anlattığım gibi, ilk kez İstanbul’da Ülker Gıda Sanayii’nde hayata atıldım. Sözünü ettiğim müridimle aramda cereyan eden konuşma tarihinden çok önce Ülker’in personel kadrosunda yer almıştım. Şirketin Kuveyt’e yaptığı ihracat işlerini yürütüyordum. Fakat muhit halkım, benim özel işlerimle pek ilgilenmiyordu. Bu benim için bir avantajdı.

 

Sayıca kalabalık olmalarına rağmen cemaatim, genelde eğitimsiz, dünyaya ve çevreye yabancı, kendi içine kapalı bir topluluktu. Bunların hemen tamamı, -Birinci Dünya Savaşından beri çeşitli tarihlerde- İstanbul’a gelip yerleşmiş olan Siirt’in, benim gibi Arap kökenli merkez halkından ve yine o bölgenin Kürtlerinden oluşuyordu. Bu insanların dünyası oldukça dardır. Son yıllarda yaşanan açılımlara rağmen, bu muhitte hemen hiçbir değişiklik yaşanmamıştır. Merak eden olursa, gidip İstanbul’un Fatih Semti’nde «Kadınlar Pazarı» adıyla bilinen, yere uğrayarak buradaki ilginç tabloları yakından gözleyebilir. Bu acaipliğin çeşitli nedenleri vardır. Bunların başında, resmi ideoloji doğrutusunda, -Cumhuriyetin ilânından beri- «Doğu» ve «Güneydoğu»’daki etnik kitlelere uygulanan asimilasyon politikası gelmektedir. Bu etnik kitlelerden Kürtler, -bugün Türkiye’de 25 milyon gibi kalabalık bir nüfusa sahip oldukları için-, dil ve kültür özgürlüğü konusunda harcadıkları çabalar, onların lehinde bazı sonuçlar vermiştir. Fakat Arapların durumu böyle değildir. Dört beş milyon sınırında bir azınlık oldukları için onların, dil ve kültür özgürlüğü konusunda tamamen kısıtlı bırakılmaları daha kolay olmuştur.

 

Bundan başka, çok önemli psikososyal bir neden daha vardır: Türkiye’deki «Arap kökenli vatandaşlar», dünya tarihinde çok önemli bir yeri olan dillerinin ve kültürlerinin Türkiye gibi bir ülkede bile adım başında çok derin izlerine rastlamaktadırlar. Ayrıca, Türkiye’deki Arapların çoğunluğu eğitimsiz bırakılmış olmasına rağmen, Arap ülkelerinin hergün dünya gündemini meşgul eden meseleleri, onların kulağını sıyırırken kökenlerine duydukları özlem refleksiyle az çok uyarı almaktadırlar. Keza, İbadetler, camiler, ramazanlar, Kur’ânlar, zikirler, salevatlar, dualar, hatta tabutların üzerindeki örtülerde gördükleri Arapça yazılı âyetler bile, onları psikolojik olarak bir dereceye kadar doyuma ulaştırmaktadır. Türkiyedeki, ırkçı ve milliyetçi eğilimlere rağmen bu kültürün, din –aracılığıyla da olsa- yaygın bulunuyor olması onların yüreğini serinletmektedir. Dolayısıyla daha fazla bir özgürlük talebinden onları caydırmaktadır. Özellikle hac seyahatleri sırasında aldıkları izlenimler, onları hiç kuşkusuz başka dunyalara götürmektedir. Nitekim Siirtli Araplar’ın, günlük yaşamda en çok işledikleri konuların başında hac seyahati gelmektedir. Öyle ki bu seyahatlede görüp yaşadıklarını dünyanın en ilginç olaylarıymış gibi uzun uzun anlatıp dururlar. Eğer Siirtli değilseniz bu içi boş uzun hikâyeleri dinlerken mutlaka bıkar usanırsınız!      

 

Bu muhitimin insanlarından oluşan cemaatimin bütün inanışları mitolojikti. Evliya kerametleri; atalarımın ve eski şeyhlerimizin yaşam öyküleri; uydurma hadislere dayalı koca karı hikâyeleri vs... Dünyaları, bu gibi şeylerden ibaretti. Kendilerine çok düzeyli bilgiler vermek, dünya ve ahiretlerini aydınlatıcı öğütlerde bulunmak onlara çok sıkıntı veriyordu. Zavallılar, dünya gerçeklerinden nefret ediyorlardı. Herhalde bundan olmalı ki benim geçim ve yaşam konusundaki uğraşılarımla pek ilgilenmek istemiyorlardı. Belki de onlara göre Allah, Atalarımın ve şeyhlerimin yüzü suyu hürmetine beni geçindiriyor, bey gibi yaşatıyordu! Müritlerim arasında beni en çok anlayanlar, Türk kökenli olanlardı. Bunlar daha disiplinli, daha açık düşünceli, aydınlanmaya daha eğilimli ve aynı zamanda daha görgülü idiler. Ama sayıları çok azdı. Yaşamım, işim ve geçimimle (yani tarikat dışında kalan uğraşılarımla) ilgili herhangi bir konuda bunlara danışırdım.

 

Bu ilgiyle, birikimlerime ve deneyimlerime dayanarak içtenlikle ve tarafsızca ifade etmeliyim ki Türkler, dünyanın en meziyetli toplumlarındandır. Seyahatlerimde, insanlarla çeşitli muamelelerimde değişik toplumlara mensup insanların sosyal, ahlaki ve psikolojik yönlerini, davranış biçimlerini, dikkatle izledim. Okumuş ve aydınlanmış Türklerden daha disiplinli, daha görgülü ve daha çabuk organize olan bir topluluk görmedim. Bu hasletleri isabetli kullandıkları dönemlerde bu millet önemli başarılar göstermiştir. Fakat bu meziyetleri kötü şekilde ortaya koydukları zaman da çökmüş, silik durumlara düşmüşlerdir. Örneğin lidere kesin itaat, Türklerin önemli bir hasletidir. Fakat bu millet, Türk geçinen Makedon kökenli birkaç yüz Yahudi ailesine son yüz yıldır teslim olunca bu itaat ve disiplin onları gerçekten çökertmiş, ülkeyi İsrail’in bir sömürgesi haline getirmiştir. Bir gün uyanacak olurlarsa bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu elbet anlayacaklardır!!

 

Siirtli Araplara gelince bunlar hem anlayış ve gelenek bakımından, hem de din ve inanış bakımından Anadolu Türklerinden epeyce farklıdırlar. Sözde ortak paydaları İslâm olsa bile her iki tarafın da (Kur’an’daki) gerçek İslâm’la ilişkileri semboliktir. Fakat Siirtli Araplar, din kavramını tamamen mistik anlamda algılarlar. Dolayısıyla dini inanışlarının tümü sofiyânedir. Nakşibendîlik Siirt’te öyle kemikleşmiştir ki oradaki her türbe, hatta her mezar birer tanrıdır. Her tarikat şeyhi, insanı tanrıya ulaştıran bir rehberdir, bir kurtarıcıdır. İşte bu nedenledir ki özellikle Arap kökenli bir müridimin yanında ne zaman «dünya işleriyle» ilgili bir söz ettiysem onun, konuşmamı çok tuhaf karşıladığını hissettim. Psikologları ve sosyologları gerçekten meşgul etmesi gereken bu mesele incelenmeye değer. Esasen tarikatçı olsun ya da olmasın, bir Siirtli eğer «din adamı» diye gördüğü kişiden; ölü, türbe, mezarlık, mevlit, tarikat, ayin ve benzeri mistik ve çoğu hurafe şeyler dışında bir tek söz bile duyacak olsa derhal ondan soğur! Dolayısıyla çevre, ahlâk, insan ilişkileri, eğitim ve sağlık gibi dünyasal konularda cemaatimi aydınlatmayı çok istediğim halde bu yüzden yapamıyordum. Son zamanlarda beni derinden düşündüren sebeplerden biri de bu oldu. Anladım ki tarikat denen karanlık dünyanın içinde ancak bu tip insanlar yaşayabilir. Allah’ın hidayet nurundan pay alan hiçbir insan ise bu karanlık dünyanın içinde asla yaşayamaz!

 

 

Yıllarca etrafımda salkım saçak kümelenen bu topluluk, dördüncü atam «Şeyhu’l-Hazîn’in, sivrilmiş ve O’nun makamını temsil etmeye çalışmış bir mürşit olarak» beni gerçekten sevdi, bağrına bastı ve baş tacı etti. Bunu inkâr edemem. Ama biz iki tarafın da korkunç yanlışlarımız vardı. Ben, kendi yanlışlarımı büyük ölçüde Allah’ın izniyle zamanla düzeltmeyi başardım. Fakat onlar kendi yanlışlarında halâ ısrar ediyorlar. Benimle yeniden sık sık karşılaşma olanağını bulsalar, eminim ki yine eskisi gibi:

 

«- Kurban! Hz. Musa’nın Annesi’nin adı nedir; Veyselkarani kaç dişini çekmiştir; İsmet İnönü Cenete girecek mi; beni de sırtına alıp sırat köprüsünün öbür tarafına geçirir misiniz; akli dengesini bozan oğlumu Şeyhu’l Hazin’in Siirt’teki türbesine götürüp O’nun zincirine bağlamak istiyorum, bize izin verir misiniz?» gibi daha nice ilginç sorular soracaklardır.

 

Bu topluluğa yıllarca katlanarak aralarında yaşamanın çok ağır bedellerini ödedim. İslâm’ın, bilimin, bilginin ve uygarlığın nurundan tamamen yoksun bulunan bu hayran ve mürit kalabalığına tam beş tane kurban verdim! Beş çocuğumun beşi de tarikat ve dedikodu kumkuması içinde hiçbir kişiliğe sahip olmadan büyüdüler. Bütün tarikat şeyhlerinin kulağına küpe olsun!!! 

 

Peki bu karanlık tünelin içinden ben nasıl çıkacaktım; Nasıl kurtulabilecektim?! İşte bu kolay değildi. Hele İstanbul’da yaşadığım sürece bunu gerçekleştiremezdim. Türkiye’nin başka bir köşesine göçmek de çözüm değildi. İçinde bulunduğum koşullar buna el vermiyordu. O günkü psikolojim de buna müsait değildi. Çünkü ben bir hayâl sarayında –belki kral değildim ama- bir prens sayılırdım.  En az bir buçuk milyon insanın saygı duyduğu bir ailenin sivrilmiş bir mensubu ve büyüklerinin yerine geçebilmiş sayılı makam varislerinden biriydim. İstanbul’da başım ağrısa, birkaç saat içinde binlerce kişiyi pek zorlanmadan bir yere toplayabilecek bir nüfuzum vardı. Ama örneğin Erzurum’da, Konya’da, Zonguldak’ta ya da Edirne’de kimi bulabilecek, kiminle haşır neşir olabilecektim? Siyasete atılamazdım. Çünkü hem siyasetten nefret ediyordum, hem de Türkiye’de kendi inanç ve düşünceme uygun bir siyasi topluluk bulamazdım. Bugün de bulamıyorum. Onun içindir ki yaşamım boyunca hiçbir siyasi parti lehinde oy kullanmadım.

 

Bütün avantajlarıma rağmen özgür olmadığımı biliyordum. Yalnız yasalar değil, gerek toplumun, gerekse cemaatimin inanış ve anlayışları da benim özgürlüğümü oldukça sınırlamıştı. İşin kötüsü, Allah’ın ve vicdanımın istediği gibi inanıp yaşayacak bir özgürlüğe sahip değildim. İşte asıl ıstırabım bundan kaynaklanıyordu. Onun için hiçbir tarikat şeyhinin, özellikle hiçbir Nakşibendî şeyhinin kolayca göze alamayacağı bir şeyi göze aldım. Yurt dışına çıkacaktım. Elbette ki Nakşibendî şeyhleri de yurt dışına çıkarlar. Ancak onlar yine de saltanatlarını sürerek, yanlarında çömezlerini, kâhya ve hizmetçilerini, canfedâ müritlerinden bir grubu alarak giderler. Benimse niyetim başka idi. Ben yalnız çıkacaktım. Çünkü izimi bir süre kaybetmek cemaatle olan ipimi gevşetmek istiyordum. Tarikattaki yanlışlıkların keffareti ancak bu şekilde ödenebilirdi. Evet deneyecektim. Denemeye de değerdi. Bakalım cemaatsiz, kâhyasız, hizmetçisiz ve fedâisiz nasıl yaşayacaktım! Acaba böyle yaşayabilecek miydim?

 

Günlerce düşündüm. Çok sıkıntılıydım. 20 yıl İslâm’ı okumuştum: Kur’an, hadis, tefsir, fıkıh, akaid, usûl ve aynı zamanda pozitif ilimler: matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, felsefe, mantık, sosyoloji, ekonomi, tarih coğrafya... üstelik İslâmî birikimim, oldukça güçlü bir Arapça ile sağlam temele dayanıyordu. Arapça hem aile dilim, hem eğitim dilimdi. Nitekim yıllar sonra öğrendim ki Türkiye’de Arapça’yı yaşam, bilim ve akademi dili olarak kullananların sayısı 17 kişiyi geçmiyor. Bu konuda araştırma yapanlar, (doğru ya da yanlış) beni bu 17 kişinin en iyilerinden saymışlardır. Bunu yıllar sonra duyduğum zaman sevindim ve bu başarıyı hem Allah’ın büyük nimetlerinden sayarak Ona hamd ettim; hem de beni kıskananların, «Kerameti kendinden menkul» diye arkamdan dedikodu yapmalarına karşılık onları çatlatmak için bu nimeti yeniden dile getirmeyi uygun buldum!

 

1969’dan 1976 yılına kadar şeyhlik makamında insanlara acaba neler verebilmiştim? Bunu kendime sormaya başladım; sormak zorundaydım. Çünkü yol eğer yanlışsa, henüz vakit geçmeden yönü değiştirmek gerekirdi. Gafletten uyanır gibi olduğum günlerde bu soruyu, pek de geç kalmadan kendime o gün için yöneltmiş bulunmaktan bugün çok memnunum. Yoksa bu yüzden belki on binlerce beyin daha kirlenebilirdi!

 

1976 yılının baharında böyle düşünüyordum. Bir gün Fatih Semtindeki İskender Paşa Camii’nde akademisyen bir arkadaşıma rastladım. Ona sadece yurtdışına çıkmak istediğimi çıtlattım. Meğer o da beni ziyaret etmek istiyormuş; hem de yurtdışına beni göndermek üzere... Hemen meseleyi açtı.

 

- Ağabeyim Libya’da büyük bir konut projesi almış; sizin gibi bir elemana ihtiyacı var. Ne dersiniz?

 

Biraz düşüneyim dedim ama, içimden çoktan kararımı vermiştim. Bir iki gün içinde de olumlu cevap verdim. Bunun üzerine bizim evde Libya hazırlıkları başladı.

 

***

 

 

Libya’ya Gidiyorum

 

 

Her nasıl olduysa Libya, 1975 yılında Türkiye ile ileri derecede ilişkiler kurmaya başladı. Bu ülke, Albay Muammer Kaddafî’nin, 01 Eylül 1969 günü gerçekleştirdiği devrimden sonra çok önemli bir dizi gelişmeye sahne oldu. Bunlardan biri de dış dünya ile, -bu arada Türkiye ile- kurduğu yoğun ilişkilerdir. Libya’nın Türkiye ile başlattığı ticari ilişkilerin yanı sıra uygulamaya koyduğu kalkınma hamlesinde Türkiyeli Müteahhitlik şirketlerine iş vermesi, iki ülke arasındaki iyi ilişkileri kısa zamanda doruğa çıkardı. 

 

1975 yılı başlarından itibaren Libya’ya akın eden Türkiyelilerin sayısı, bir iki yıl içinde 150 bin kişiyi geçti. 1975-1986 yılları arasında Libya’nın hemen her bölgesinde Türkiyeli inşaat şirketlerine ait şantiyelere rastlamak mümkündü. Zaten Libya’nın her tarafına, o yıllarda yabancı şirketlere ait şantiyeler serpilmişti. Yoğun bir çalışma vardı. Özellikle inşaat alanında büyük faaliyetler sürüyordu. İnşaat projelerinin çoğu Türkiyeli firmalara verilmişti. Devâsâ, büyüklükte liman inşaatları, sahilden uzak, iç kesimlerdeki çöllerde inşa edilen irili ufaklı yerleşim merkezleri, toplu konutlar, hep Türkiyeli firmalara ihalesiz ve doğrudan teklif yöntemiyle verilmişti.

 

Ben ilk kez 02 Mayıs 1976 günü bu ülkeye ayak bastığımda bu faaliyetler daha yeni başlamıştı. Gençtim, enerjiktim ve yaşama sevinciyle doluydum. Bu ülkeye gidişim benim için bir bakıma sürpriz oldu. Çünkü cemaatimden uzaklaşmayı düşünmeye başladığım günlerde yurt dışına çıkmak istiyordum, ama bunun ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini, hangi ülkeye gideceğimi pek kestiremiyordum. Yukarıda kısaca değindiğim gibi bir akademisyen arkadaşım bana aniden ciddi bir teklif yöneltmişti. Her şey böylece çok çabuk gelişti ve birkaç gün sonra Libya’nın kuş uçmaz kervan geçmez çöllerinden birinin ortasında kendimi bulacaktım.

 

Cemaatimle son toplantımda seyahate çıkacağımı ve bir süre Libya’da kalacağımı açıkladım. Ancak fazla bilgi vermedim. Yurt dışında ne kadar kalacağım hakkında da herhangi bir şey söylemedim. Fakat arkadaşlarımın hüzünlendiğini gördüm. Bunun uzun bir ayrılık olacağını sanki sezinlemişlerdi. Bir iki gün içinde de bütün muhitim bu haberi aldı. Hareketimden bir gün önce, benim için bir uğurlama programı hazırlandığını bildirdiler. Cemaatin sözcüsü beni ziyaret ederek, hemen her seyahatten önce olduğu gibi:

 

«- Efende Hazretleri, her şey hazır. Siz avdet edinceye kadar yerine getirmemiz gereken emirlerinizi öğrenmek istiyoruz» dedi. Bu rutin bir jestti. Teşekkür ettim ve ertesi gün, bir konvoyla Yeşilköy Hava Limanı’na götürüldüm.

 

O gün Patronlar da yolcu idiler. Birlikte uçacaktık. Ancak hiç tahmin edemedikleri bir sahne ile karşılaşmışlardı. Terminalin içinde, beni uğurlamaya gelen kalabalığı görünce afallamışlar.

 

- Eyvah! Biz bu adamı nasıl çalıştırabiliriz, gibi, kuşku ile karışık espriler bile yapmışlar. Ben bunları çok sonra öğrendim, ama uçakta saatlerce yaptığımız sohbet sırasında onların bütün kaygıları hemen dağılmış. Bu arada çok iyi tanışmış da olduk, Çünkü yolculuğumuz epey uzun sürdü. Nedenine gelince, o yıllarda henüz Libya ile Türkiye arasında direkt uçak seferleri yoktu. Daha çok Belgrat üzerinden gidiliyordu. Trablusgarp semalarına girdiğimizde, geride bıraktığımız canlı ve sıcak saatlerin etkisiyle patronlar bir hayli rahatlamışlardı. Benimle ilgili endişeleri tamamen yok olmuştu. Birlikte çalışacağımızdan çok memnun olduklarını sık sık yinelediler. Beni çok sevdiklerini anladım.

 

Trablusgarp havaalanına iner inmez, 35 santigrat derece sıcak ve güneşli bir hava ile karşılaştım. Bu, İstanbul’da bahar aylarındaki mevsim normallerinin üzerinde bir ısı derecesiydi. Bu ülkeyi ilk kez ziyaret ediyordum. Terminal binası, Kral döneminden kalma köhne bir hangar gibiydi. Âdeta bir barakayı andırıyordu. Giriş işlemlerinden sonra şehre indik ki in cin top oynuyordu. Şirketin, Şehir merkezinde, Kartaca Caddesi üzerindeki bürosuna gittik. Adını önceden duyduğum İbrahım Cevahir’i ilk kez burada gördüm. İlk dakikalar soğuk bakışmalarla geçti. Uçakta birlikte olduğumuz yetkililer bizi tanıştırdılar ve hemen benden söz açtılar; methiyeler yağdırmaya başladılar. Ben hazırken böyle şeyler hoşuma gitmez. Nitekim daralmaya başladım. Zaten hava çok sıcaktı, terledim. Bu bahane ile izin isteyerek lavaboya gittim, elimi yüzümü yıkayıp biraz serinlendim. Döndüğümde methiyeler bitmişti. İbrahim Cevahir’in ise yüzünde tebessüm vardı.

 

Şirketin o sıralarda uğurlama ve karşılama hizmetlerini yerine getiren elemanı çağırıldı. Güleç yüzlü tipik bir Karadenizli delikanlı içeri girdi. Bu genç, çok geçmeden iyi dost olduğumuz Hüseyin Boduroğlu idi. (Ne ilginç ve ne gariptir ki bu arkadaşın şu anda hayatta mı değil mi ve eğer sağ ise nerede bulunduğunu bilmiyorum!). Boduroğlu, beni ve İstanbul’dan birlikte geldiğimiz bir tercümanla birkaç işçiyi alıp aşağıya indik. Garaja gidinceye kadar aramızda sıcak konuşmalar geçti. Sonra bizi bir taksiye bindirip Zuwara’ya uğurladı. Bu kasabaya varmak için, Tunus yönüne doğru 160 km. kadar bir mesafe kat edecektik. Ben şoförün yanındaki koltuğa oturdum. Yol boyunca hemen hiç konuşmadım. Akdeniz sahiline paralel otobanda orta hızla ilerliyorduk. Etrafı garip garip seyrederken sık sık dalıyordum. Geride bıraktığım çevrem, evim, eşim ve çocuklarım gözlerimin önünde canlanıyordu. Ailemden, ülkemden ve saygın bir mevkiden ayrılmış olmanın verdiği hüzünle karışık bir tedirginlik vardı içimde...

 

Zuwara’ya akşam saatlerinde vardık. Burada da şirketin bir bürosu vardı. Bizi kapıda kızıl saçlı ve sakallı, güler yüzlü, Karadenizli bir genç daha karşıladı. Zeki Baştürk diye kendini tanıttı ve bizi içeri aldı. Çok neşeliydi, sürekli gülüyordu. Kahkahaları âdeta hindi horozunun çıkardığı tuhaf seslere benziyordu... Üzerime çöken kasvet, bir anda dağıldı. Sohbet etmeye başladık. Sonra bu gencin İbrahim Cevahir’in yakınlarından biri olduğunu öğrendim. Zuwara’daki büronun şefiydi.

 

Fakat işin garip bir yanı vardı. Doğrusu bu kasabaya gelinceye kadar, nerede çalışacağımı ve nelerle karşılaşacağımı henüz bilmiyordum. Acaba burada mı kalacaktım? Yoksa başka bir yere mi gönderilecektim? Gerçi İstanbul’da yetkililerle çok konuşmuştuk. Ben (tercüman ya da mütercim değil, fakat tercüme ağırlıklı olarak) şirketin dış ilişkilerini yönetecektim. Nitekim görevim, kartvizitlerime bazen, «Administrative Counsellor», bazen de «Manager of Foreign Relations» yazılarak hazırlanıyordu. Ne var ki işin hiç de böyle gerçekleşmeyeceğini sezer gibi oldum. Benimki tam anlamıyla bir maceraydı. Evet, duygusal bir kararla sonunu tahmin edemediğim bir maceraya cesurca atılmıştım. Çünkü kızıl sakallı genç, bizi birkaç saat neşelendirdikten sonra bana dehşet bir sürpriz yaptı.

 

«- Ferit Bey Landrover hazır, El-Wutya’ya gidiyorsunuz!»

 

Duymuştum daha önce... Şirketin çölde, El-Wutya diye bilinen bir yerde şantiyesi vardı. Bu şantiyenin beş kilometre uzağında bulunan Bin Nafi Hava Üssü’nde çalışan subaylar için 500 adet lojman yapılıyordu. Libya İskân Bakanlığı, bu projeyi şirketimize direkt teklif usulü ile ihale etmişti. Aslında şirketin sahipleri de benim gibi tedirgin ve kuşkulu idiler. Onlar da Libya’da iş almış olmayı bir macera gibi görüyorlardı. Bütün bunları, İstanbul’dan Zuwara’ya gelinceye kadar öğrenmiştim. Dolayısıyla içimden diyordum ki, benden çok daha büyük risklere girerek buralara kadar gelmiş olan bu şirketin sahipleri geleceklerinden emin olmadıklarına göre neden hiçbir parasal riskim olmadığı halde kaygıya kapılacağım? Yavaş yavaş altında ezilmeye başladığım stresten kurtulmak için zihnimde işte böyle geçici teselli şekilleri üretiyordum.

 

Onun için kızıl sakallı gençle hiç tartışmadım, hiç itiraz etmedim. Hemen jipe bindim. Çünkü ta baştan beri, zaten bıçak altına yatan kurban gibi davranmıştım. Yapabilecek bir şey de yoktu. İstanbul’a geri dönmek benim için korkunç bir yenilgi olurdu. Evet eğer dönersem, tekrar tarikatın batağına gidip saplanmam söz konusuydu. Bunu göze alamazdım. Belki çok yorulacak, çok üzülecektim, ama sonunda aydınlık bir dünyaya açılacaktım. İşte bunu hayal ediyor, bunu düşünüyordum...

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde yeniden yolcu olacaktık. Bürodan dışarı çıktık. Bitişiğimizde bir benzin istasyonu vardı. Işıkları büromuzun önünü oldukça aydınlatıyordu. Her taraf sessizdi. Üçyüz metre ilerideki sahilden gelen dalgaların gürültüsü sessizliği arada bir yırtıyordu. Halkının tamamı berberî olan bu kasaba, gecenin erken saatlerinde derin bir uykuya dalmıştı. Hemen arabaya atladım. Yine şoförün yanındaki koltukta oturuyorum. Tercümanla 3 işçi de arka koltuğa yerleştiler. Çok geçmeden kasabanın ışıklarını geride bırakmış koyu bir çöl karanlığına gömülmüştük. Birkaç kilometre sonra asfalt da bitti. Yer yer kumla örtülmüş arnavut kaldırımına benzeyen bir yola girdik. Farların aydınlattığı araba izleri üzerinden yolumuza devam ediyoruz. Buradan geçen yolcuların ve hayvanların kuma saplanmaması için ta Osmanlı döneminde bu taş döşeli yol yapılmış. Bunları şoförden dinliyoruz. Şoför ise komik mi komik, tuhaf mı tuhaf. O da Karadenizli. Arabanın camına dolu gibi çarpıp anında ezilen ceviz büyüklüğündeki siyah böceklerin bıraktığı sümüksü kir izlerini silmek için sık sık inen bu genç adam, ağza alınmayacak küfürler savuruyor, gülüyor, espriler yapıyor ve durmadan konuşuyordu. Arada bir bana dönüyor:

 

«- Ula memlegette ekmek pulamadunuz mi ha purya gadar keldunuz?!» diye soruyor. Benden çıt çıkmayınca bu kez de,

 

«Ula tiluni mi yuttun yoksa, niye konuşmayisun?!» diye bana kızıyordu. Tabi benim kim olduğumu bilmiyordu. İşte o dakikalarda anladım ki bir insan, eğer muhatabına günün birinde «Sen benim kim olduğumu biliyor musun?!» diye öfkeyle bir soru yöneltiyorsa o, mutlaka Allah’tan başka birilerine güveniyor demektir. İşte Libya ve gurbet, bu gerçeği daha ilk saatlerde bana öğretti. Ben, daha dün meşihat postunda saltanatlı bir şeyhtim. Üstelik Seyittim. İnsanlar elimi öpmek, bana dokunarak mübarek olmak, duamı almak için kuyruğa giriyorlardı. Benim ayakkabılarım bile onların nazarında kutsaldı. Onların yanında kim bana «ulan dilini mi yuttun?!» diye küstahlık edebilirdi! Düşündüm, çok derin düşündüm. Bu son derece ilginç bir sınavdı. Demek ki ben, o dakikalarda, «Allah’tan başka bir sahip var mı, yok mu?» sorusu ile karşı karşıya idim. Bunu bir an düşündüm ve toparlandım. Bütün içtenliğimle Allah’a sığındım. Uslu bir öğrenci gibi etrafı dinlemeye, seyretmeye ve ibret almaya çalıştım.  

 

Biz yolumuza devam ederken, bazen yolun bir yanından öbür yanına fırlayan çöl tavşanları, hızla kıvrılarak kenara kaçan yılanlar insanı ürpertiyordu. Arka koltukta oturan tercümanla işçiler susmuş, âdeta donmuşlardı.

Çölde elli kilometre kadar yol almıştık ki uzaktan birkaç ışık pırıltısı gözüktü. Şoföre sordum:

 

- Nedir bu ışıklar?

 

«- Ha orasi pizum şantiyedur da, oteki da askeri havaalanidur», dedi ve yine şuradan buradan o dağınık ve moral bozucu konuşmasını sürdürdü. Ne dediği beni fazla ilgilendirmiyordu. Zaten ne konuştuğunu da pek hatırlamıyorum. Çünkü dalıp gerilere gitmiştim. Bazen İstanbul’u, Yeşilköy’deki o muhteşem uğurlamayı, bazen de patronlarla uçakta yaptığımız uzun sohbeti düşünüyordum. Bunların hepsi artık geride kalmıştı. Kim bilir daha neler görecek, neler yaşayacaktım. Ama o geceyi hiç unutamam. Libya’ya 1976-1992 yılları arasında sık sık seyahat ettim ve ilk gidişimde 14 ay, daha sonraları da 20 gün ila 3 ay sürelerle bu ülkede kaldım. Orada çok şey yaşadım. Ancak gittiğim o ilk geceyi unutmam mümkün değil.

 

Nihayet şantiyeye vardık. Birkaç ahşap baraka, beş on kadar da çadır vardı. Herkes uyumuştu. Şantiyenin giriş kapısındaki engeli bekçi kaldırdı, içeri girdik. Jeneratörden çıkan gürültü, gecenin sessizliğini bozuyordu. Üç beş lambanın aydınlattığı şantiye alanının bir yerinde durduk. Tedirgin ve yorgundum, ama biraz rahatlamıştım. Çünkü artık meçhul bir yerde değildim. 

 

Arabadan indik. Üstümüz başımız toz içindeydi. Şoför barakalardan birine girdi. Biraz sonra pijamalı biriyle beraber dışarı çıktılar. Kucaklarında bir yığın battaniye vardı. Yüzümüze birer tane fırlattılar. Sonra anladık ki içeride yer yokmuş. Battaniyeleri kumların üzerine serip uzandık. Ben baş tarafımda battaniyenin altında kumdan bir tümsek yapıp kafamı üzerine koydum. Hemen uyumuşum.

 

Sabahleyin erken uyandım. Kahvaltıda yeni simalarla karşılaştım. Ekmek dilimleri, zeytin, peynir ve bardaklar bir kalas üzerine dizilmişti. Belli ki henüz masa bile yoktu ve şantiye çok yeniydi. Şantiye şefi olduğunu tahmin ettiğim, başında kask bulunan yaşlı biri, baş tarafta oturuyordu. Evet, Yüksek İnşaat Mühendisi Hüseyin Büyükçelen idi bu... Adını daha önce öğrenmiştim. Kahvaltı boyunca hep beni süzdü. Yüzünde bir tuhaflık vardı. Kimse benimle ilgilenmiyordu. Üstelik kahvaltıdan kalkınca kasklı şahıs bana yaklaştı ve biraz da öfkeli bir sesle, neden şantiye odasına gelip kendimi tanıtmadığımı sordu. Ona:

 

- İspat-ı vücut için, kendiliğimden bir gerek görmedim. Çünkü beni getirenlerin, görevim hakkında size malumat vermiş olmaları gerekir. Kanaatimce kaide budur. Ayrıca şantiye nizamı benim için çok yeni bir şey. Üstelik hayatımda ilk kez emir alarak çalışacağım, dedim. Bu biraz soğuk bir ifadeydi. Fakat baktım şefin gözleri parladı. Kullandığım kelimeler ilgisini çekmişti. Çünkü yaşlıydı ve gençlerin tersine o henüz Osmanlı kültürüne aşinâ idi. Özlemini duyduğu bir dille Ona hitap ediyordum. Yumuşadı, birlikte bürosuna girdik. Beni daha yakından tanımak istedi. Görev dağıtımı yapmak üzere çıkıp biraz sonra döneceğini, onun için şantiye odasında beklememi söyledi. Sehpa üzerinde duran eski tarihli bir gazete ile yarım saat kadar oyalandım. Şef dönünce:

 

«- Evet şimdi sizden biraz daha bilgi alayım», dedi ve önce tanışmaya başladık. Kendimi tanıttım. Siirtli olduğumu duyunca hemen sözü aldı ve bana:

 

«- Şeyh Muhammed Musa Kâzım Efendi’yi mutlaka tanıyor olmalısın, çünkü sizin orada bu zat epeyce ünlüdür», deyince gülümsedim.

 

- Amcam’dır, dedim. İkimiz de bir anda neşelendik. Buzlar çözülmüştü. Epeyce konuştuk. Siirt’de Botan Barajı’nın inşaatında görev aldığını, orada kaldığı süre içinde bölge hakkında epeyce bilgilendiğini, bu arada Musa Kâzım Efen’diyi ziyaret ettiğini, onun bir aydın ve başarılı bir matematikçi olduğunu anlattı. Çok iyi ahbap olduk.

 

Bu yaşlı mühendis, hem mesleğinde deneyimliydi, hem de genç mühendislerden çok daha sosyaldi. Belki yeniler kadar kültürlü değildi, fakat basiretli ve temkinliydi. Benim şantiyeye gönderilmiş olmamı, şirket yönetiminin bir gaflet ve hatası olduğunu birkaç kez bana söyledi. Nitekim üç gün sonra Trablus’taki merkezden gelen kurye, Şantiye Şefine benimle ilgili yazılı bir talimat getirmişti. O zamanlar merkez büromuzla şantiye arasında henüz telefon bağlantısı yoktu. Şef beni odasına çağırttı ve;

 

«- Yanılmamışım, bakınız sizi Trablus’a istiyorlar. Burada kalmanızı elbette ki çok arzu ederdim. Siz de buraya kısa zamanda alışırdınız. Fakat sanırım böylesi daha iyi. Çünkü sizin orada yerine getireceğiniz çok önemli görevler var. Hizmetinizden, önce şantiyemiz yararlanacaktır», şeklinde beni onurlandıran ve bana moral veren güzel şeyler söyledi. Tabi ki haklıydı. Çünkü şantiye üretim yapacak ve tabiatıyla istihkaklar gündeme gelecekti. İstihkak para demekti. İstihkak bedellerini zamanında tahsil edebilmek, her müteahhitlik firması için hayatî meseledir. İşte Hüseyin Büyükçelen bu nokta üzerinde duruyordu. Gerçi bu konularla ilgilenecek biri daha vardı şirkette. Benden önce buraya, cesur ve fetbaz bir Filistinli getirilmişti. Bu kişi ile henüz tanışmıyordum ve kendisini hiç görmemiştim. Üstelik İnşaat terminolojisi başta olmak üzere, işletmecilik ve yönetimle ilgili hemen her şeyin acemisiydim. Yaşlı ve tecrübeli mühendis, bu Filistinli adamı bana defalarca önemle hatırlattı. Aramızda epeyce özel konuşmalar geçti. 

 

Birkaç saat sonra Trablus’a döndüm. Libko İnşaat Firması’nın artık merkez bürosunda çalışmaya başladım. Kısa bir süre de Zuwara’daki Büroda kaldım. Şirket Libya’da düzenini kurma aşamasında idi. Kadrolar henüz tam anlamıyla kurulmamış, düzen oturmamıştı. Onun için çalışmalarımın, sadece temel görevimin sınırları içinde kalabilmesine henüz durum elverişli değildi. Aslında disiplinsizliği yadırgıyordum, ama şimdilik koşullar bunu gerektiriyor diye kendimi teselli ediyor, katlanmaya çalışıyordum. Zaten bir koşuşturmaca vardı. Trablus ile Zuwara arasında günaşırı yolculuklarım olurdu. Her defasında bu iki noktadan birinde bazen iki gün, bazen üç gün, bazen de bir hafta kadar kalırdım. Zuwara’yı çok sevmiştim. Bir ara, 4 ay kadar burada kaldım. 1976 yılının yazını burada geçirdiğimi söyleyebilirim.

 

Biraz önce de söylediğim gibi, bu kasabanın halkı Berberî idiler. Aralarında hiç yerleşik Arap aile yoktu. Bunları fizik olarak Araplardan ayırt etmek zordu. Fakat başka bir dil konuşuyorlardı. İlk başlarda bunu bilmiyordum. Halkın kendi aralarındaki konuşmalarını dinliyor, fakat hiçbir şey anlayamıyordum. Oysa Arapça’ma güveniyordum. Çünkü Arapça benim hem aile dilim, hem de eğitim dilimdi. Yirmi yıl kadar bu dille köklü bir eğitim görmüştüm. Üstelik Câhiliyye şiirlerine, Arap klâsiklerine varıncaya kadar entellektüellerin zaman zaman takılıp kaldığı metinleri bile rahatlıkla okuyor, anlıyor ve bir zamanlar da okutuyordum. Peki neden bu kasabada konuşulan dili anlayamıyordum!

 

Çok geçmedi, Zuwara Çalışma Bölge Müdürü Abdüsselâm Biskal’la tanıştım. Onun, yönettiği büro ile Şirketimiz arasında sürekli temas vardı. Bu zatı çok sevdim. Mazbut, dürüst mert ve güler yüzlü bir Berberî aydınıydı. Aslında eğitimci olarak yetişmiş, vaktiyle edebiyat öğretmenliği ve lise müdürlüğü gibi görevler de üstlenmişti. Bu nedenle halk ona saygı gösteriyor, kendisine «Şeyh» diye hitap ediyorlardı. Konuşmakta oldukları dilin Berberce olduğunu o bana anlattı. Kendisinden, toplum, bölge ve çevre ile ilgili çok şeyler öğrendim.

 

Berberîler daha çok samimi ve cana yakın insanlardı. Onlarla içli dışlı dost oldum. Düğünlerine bizi davet eder, bazen de bize ziyafetler düzenlerlerdi. Libya’da, Zuwara gibi başka çöl kasabalarında da kaldım. Fakat halkı Arap olan öbür yerlerde Berberîlerden gördüğüm sıcak ilgiyi göremedim. Bu kasabayı hiç unutamam. Orada hiç unutamayacağım çok tatlı anılarım vardır.

 

Zuwara, Libya’nın Tunus sınırına yüz kilometre mesafede bulunan bir sınır kasabasıdır. Akdeniz sahili üzerinde kurulmuş eski bir köyün, sonradan kente dönüştüğü bir yerleşim merkezidir. Son yıllarda bu kasabaya transit olarak yeniden yolum düştü. Epeyce gelişmiş olduğunu gördüm. Eski anılarım yeniden gözlerimin önünde canlanmaya başladı. Fakat buradaki eski dostlarımı ziyaret edecek fırsatı bulamadığım için üzüldüm, hüzünlendim. Yıllar ne kadar da çabuk geçiyor... Bir şeye daha üzülüyorum. Bu kasabanın tarihi hakkında hemen hiçbir şey öğrenememişim. Çünkü bu konuda kimseye bir şey sorduğumu hatırlamıyorum. Sanırım o zamanlar biraz çekincem vardı. Çünkü bu ülkeye yeni ayak basmıştım. Toplumun psikolojisini iyi bilmiyordum. Bazen çok masum bir soru yöneltirsiniz, yanlış anlaşılır. Özellikle de emperyalizme karşı on yıllarca savaş vermiş ve bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerde rejimin ve yerli halkın yabancılara karşı şüpheli tutumunu bazen mazur görmek gerekir.  Eğer dikkatli olmazsanız, yönelteceğiniz çok sıradan bir soru yüzünden bile casus diye damgalanabilir ve başınıza dert açabilirsiniz! Ben yaşamım boyunca daima muhatabımın inancına, düşüncesine, davranışlarına  ve hatta yüz ifadesine dikkat ederek onunla iletişim kurmaya çalıştım. Onun için belki bazı konularda yeterli bilgiler alamadım ama sağlam bir çizgide yolculuğumu sürdürmeyi başarabildim. Geriye kalan bilgi eksikliğimi de daha sonraları emin yollardan giderdim.

 

Sözünü etteğim Abdüsselâm Biskal’dan, kasaba halkının inanışları ve gelenekleri hakkında bazı şeyler öğrenme imkânını buldum. Bu konuda zihnimde bazı soru işaretleri vardı. Örneğin bu kasabanın yerlileri, Libya’nın Arap halkından biraz farklı biçimde namaz kılıyorlardı: niyet getirirken ellerini kaldırmıyor, imamla birlikte topluca sesli olarak tekbir getiriyorlardı. Sonra bunların, Araplar gibi  Malikî Mezhebinden değil, ibadıy olduklarını öğrendim. Bu farkı hiç de önemsemedim. Onlarla gönül rahatlığı içinde haşir neşir oldum, saflarında namaza durdum, hiçbir kuşku duymadan kestiklerini ve pişirdiklerini yedim. Berberilerin temizliğe daha fazla dikkat ettiklerini de gördüm. 

 

İbadıy Mezhebi’nin, Haricîliğin devamı olduğunu biliyordum. (Tarihle ilgilenenler, Hz. Ali düşmanlarına «Haricîler» denildiğini bilirler). Fakat Berberîler arasında Ali adını taşıyan birçok kimse vardır. Buna şaşıyor, bir anlam veremiyordum. Çünkü örneğin bugün –Şiiler şöyle dursun- Muaviyeci Sünnîler arasında bile Muaviye adına hemen hiç rastlanmamaktadır. Bazı çekinceler, böyle bir sonuç doğurmuştur. Ama Hz. Ali’nin can düşmanı olarak bilinen ve –Haricîlerin sözde devamı olan- Ibadıy berberiler, nasıl olur da çocuklarına Ali adını verirlerdi! Bu nokta hep zihnime takılırdı. Bu ilgiyle bir gün bu topluluğun Hz. Ali hakkındaki kanaatlerini Berberî kökenli bir avukata sordum. Çünkü Onun da adı Ali idi.

 

«- Ona karşı hiçbir olumsuz düşüncemiz yoktur», diye kısa bir yanıt aldım; meseleyi daha fazla da kurcalamadım.

 

Zuwara, aynı zamanda Lib’ya’nın limanlarından biridir. Şirketimiz için gerekli olan birçok inşaat malzemesini bu limana getirtiyorduk. Çünkü burası öbür limanlara göre şantiyemize en yakın nokta idi. Kereste, karo, çimento, mermer, sıhhi tesisat, izolasyon malzemeleri, çeşitli hırdavat kalemleri, ekipman ve iş makineleri gemilerle buraya getiriliyor, buradan da şirkete ait treyler ve kamyonlarla şantiyeye taşınıyordu. Tabiatıyla bu malzemenin boşaltılması, resmi işlemlerinin izlenmesi, şantiyeye nakledilmesi benim yönetim ve denetimime verilmişti. Ayrıca şantiyedeki işçi ve personelimizin çalışma karneleri, Sosyal Sigorta Kurumu’na kayıtları, oturma ve pasaport işlemleri, genelde benden geçiyordu. Onun için benim işlerim, şirket kadrosunda çalışan bütün personelin işlerinden çok daha karmaşık, riskli ve fazlasıyla yoğundu. Başımı kaşıyacak, dinlenecek vakit bulamıyordum. İleride de bazı ilgilerle bu noktaya dokunacağım gibi, Libya’daki Türkiyeli Müteahhitlik firmalarının hemen hiç birinde mükemmel bir çalışma disiplini ve ilkeli bir görev dağılımı yoktu. Hiçbir zaman da olmadı.

 

Türkiyeli şirketler için Libya’da geçen 1975, 76 ve 77 yılları deneyim aşaması sayılır. Türkiyeli müteahhitlik firmaları, kendi alanlarında işte bu dönemde meslekî tecrübe kazanmışlardır. Sayılı birkaç firma dışında bugün inşaat alanında sivrilmiş bulunan Türkiyeli şirketlerin çoğu, Libya’daki yaz boz döneminden sonra ancak bugünkü tutarlı düzeylerine ulaşabilmişlerdir. Nitekim Libya macerasından sonradır ki bu şirketlerin birçoğu Rusya’da, Balkanlarda ve hatta Almanya gibi gelişmiş diğer bazı Avrupa ülkelerinde iş alabilmişlerdir.

 

Libya’nın iç şartları ve siyasetindeki hızlı değişimler, elbette ki bu firmaların üzerinde çeşitli etkiler bıraktı. Özellikle 1980’den sonra Türkiyeli firmalar, Libya’da sıkıntılı bir döneme girdiler. 1983 yılından sonra da Libya’daki Türkiye iş gücü yavaş yavaş geri çekilmeye başladı.

 

Libyalılar İtalyan, İngiliz ve Alman işgali döneminden beri topraklarında çok yabancı görmüşlerdi. Fakat onların yabancılara karşı tutumu, kesimden kesime farklıydı. Örneğin kaliteli eğitim görmüş Libyalılar, yabancılarla çok iyi diyalog kuruyorlardı. Yaşlı kuşağın da yabancılara karşı tutumu olumsuz değildi. Fakat gençler yabancıları sevmiyorlardı. Hatta yabancının müslüman veya gayrimüslim olması da onlar için pek fark etmiyordu. Onların bu bakış açısı, hiç kuşkusuz sloganların şekillendirdiği psikolojiden kaynaklanıyordu. Çünkü Libyalı gençler çok etkili, çok hızlı ve sürekli bir devrimin kuşağı olarak yetişiyorlardı.  Nitekim devrim yönetiminin, özel eğitim verdirdiği bir okulun cümle kapısı üzerinde aynen şu ibare vardı: «Fatih’in Tomurcukları ve Arslan Yavruları».

 

«Fatih», Libya devriminin adıdır. (Orada yıllarca kalan binlerce Türkiyeli, bunu öğrenememiştir!). (ilk) anlamına da gelen bu sözcük, 1969 yılı Eylül ayının ilk günü devrim gerçekleştirildiği için, ona bu ad yakıştırılmıştır. Yoksa bu kelimenin «fetih» kavramıyla bir ilişkisi yoktur. Hele Fatih Sultan Mehmet’le hiçbir ilgisi yoktur! Onun için Fatih sözcüğü, Libya’da sırf «Bir Eylül Devrimi» anlamında kullanılmakta ve «Şanlı Fatih Devrimi» şeklinde ifade edilmektedir. Bununla ilgili bir espriyi nakletmeden geçemeyeceğim.

 

Türkiye’den gelenler, Trablus Hava Limanı’nda uçaktan iner inmez devrimi tanıtan panolar üzerindeki çeşitli yazılarla hemen yüz yüze gelirlerdi. Bunlardan biri de «El-Fatih’u ebeden» sloganıdır ki «Sonsuza dek Fatih Devrimi!» anlamını taşır. Tabiatıyla bu yazılar, Türkiyeli birçok insanı meşgul ediyordu. Özellikle küçükken Kur’an kursuna gönderilmiş Anadolulu birçok gencin gözü Arap harflerine alışıktı. Bunlar «El-Fatih’u ebeden» sloganını görür görmez Fatiha okumaya başlarlardı. Uçaktan her inişimde kuyruktaki yolculardan bazılarının bu panolara bakarken dudaklarının kıpırdadığını görüyordum. Merakımı yenemiyor, onlara bazen ne okuduklarını soruyordum. Aldığım cevap hep aynıydı:

 

- Fatiha okuyorum.

 

- Peki neden?

 

- Görmüyor musun! Bak levhaya, «El-Fatiha» yazıyor!

           

***

 

Cevahirlerle olan birlikteliğimiz çok sürmedi. Benim ilk Libya Faslım 1977 yılı ortalarında noktalandı. Artık İstanbul’daydım. Fakat yine huzursuzdum. Ölücülerle yine zaman zaman yüzyüze geliyor, huzurum kaçıyordu. İplerin iyice kopması gerekiyordu. Çünkü dünyalarımız çok farklıydı. Ve çünkü ne kadar put varsa Allah onların tümünü gözümde karartmıştı. Türbeler, mezarlar, tabutlar, mozoleler, katafalklar, çelenkler, heykeller, mumyalı tanrılar, tanrılaştırılmış diktatörler, anıtlar, marşlar, mehterler, tuğralar; laikçiler ve tarikatçılar; sağcılar ve solcular... Türkiye’nin hemen her köşesi bunlarla vıcık vıcık doluydu. Ülkede bunlardan başka hemen hemen kimse de yoktu. Üstelik kavga konusuydu putlar ve kavgalıydı bu iki putçu kamp... Her taraf sloganlarla çınlıyor, sokaklarda otobüs duraklarında insanlar kurşunlanıyorlardu. Laikçilerin putları ayrı, tarikatçılarınki de ayrıydı. Fakat bu iki kampın ikisi de putçuydu. Ölü, onlar için her şeydi. Edebiyat, sanat, gelenek, her şey ölü kokuyordu. Onun için de ölüler uğruna birbirlerini öldürüyorlardı. Bu manzarayı birinci Libya faslından sonra biraz daha fark edebilmiştim.

 

Yine daraldım. Kimseyle hayatı paylaşamıyordum. Çünkü şiddeti ve ayırımcılığı sevmiyordum; hiç sevmemiştim. Yaşamım boyunca hiç kimseyle kavga etmemiştim. Onun içindir ki -bütün sorunların diyalogla çözümlenebileceğine inanan bir insan olarak- o dönemde kimseyi yanımda bulamadım. Çok yalnızdım. Herkes politize olmuştu. Herkes âdeta bir düşman arıyordu. Tarikatçılar, Amerikancı-laikçi egemen azınlığın güdümünde «komünist» avına; Solcular da yine aynı şekilde Amerikancı-Laikçi egemen azınlığın güdümünde «mürteci» avına çıkmışlardı. Ortamı artık çok iyi teşhis edebiliyordum. Ortalıkta kızılca yobazlarla yeşilimsi yobazlar arasında kanlı bir savaş vardı. Bu savaşı körükleyen ve denetleyen güç ile her iki kampı yöneten ve yönlendiren güç de aynı idi. Bunun kesinliği konusunda hiçbir zaman kuşkuya düşmedim.

 

İşte bu sırada bir iş teklifi daha aldım. Bu kez de ECE İnşaat Firmasından davet gelmişti. Bu adamların yabancısı değildim. Tekliflerini hiç pazarlık bile etmeden kabul ettim ve böylece benim için İkinci Libya Faslı başladı.     

 

Libya’da 1969’da gerçekleşen bir Eylül (Thawra al-Fateh al-Azeema) devrimi yeni bir aşamaya giriyordu. Fakat biz henüz bir şeyin farkında değildik. Oysa pek yakında Libya’da da Türkiye’de de önemli olaylar cereyan edecek, iki ülkede de toplumun tüm kesimleri bu olaylardan etkilenecekti. Nitekim Libya’nın iç dengeleri, 1977 yılı ortalarından itibaren köklü değişimlere uğradı. Eğitim, sağlık, ekonomi, siyaset ve din gibi temel alanlar Muammer Kaddafi’nin Yeşil Kitap’taki teorisine uygun biçimde baştan ayağa yeniden düzenlendi.

 

Üçüncü Dünya Teorisi olarak nitelendirilen Yeşil Kitap öğretisi, Libya toplumunun geniş kesimleri tarafından kabul görürken azınlıktaki elit tarafından tepki gördü. Bu tepkilerin şekilleri ve şiddetleri çeşitliydi. Biz yabancılar olarak bu gelişmeleri sadece seyrediyorduk. Tabiatıyla ben yine boş durmuyor, olup bitenlerden dersler ve ibretler çıkarmaya çalışıyordum. Yerli medyaya ve kamuoyuna pek yansımasa bile toplumun nabzını bir dereceye kadar anlamak mümkündü. Özellikle ben Arapça bildiğim için birçok şeyin farkına varabiliyordum.

 

Tabiatıyla o günler geride kaldı. Ben Libya’da değil, bugün artık kendi ülkemdeyim. Dolayısıyla o günleri ancak bir anı olarak sunabilirim. Bunun ötesinde herhangi bir çekincem ya da bir beklentim de elbette ki söz konusu olamaz. Ama akıl, mantık, ilim ve tarih önünde bir sorumluluğum var, onu yerine getirmek durumundayım. Şu kadarını söylemem gerekir ki Libya’da yönetime muhalif olanlar, devrimin getirdiği değişimlerin hemen o gün şokuna girdiler. Oysa eğer soğukkanlılıklarını korumuş olsalardı Yeni düşüncenin evrenselliğini çok geçmeden anlayacaklardı. Geçiş döneminin sıkıntılarına, devrimcilerle ve toplumla birlikte çok kısa bir süre katlanmasını eğer bilselerdi, hem onlar, hem de Libya böyle bir bütünleşmeden yararlanabilecekti. Ama işte öyle olmadı. Dolayısıyla Libya, bir yandan Kral döneminin kokuşmuş kalıntılarıyla, bir yandan yeni muhaliflerle, öbür yandan da gücünü Siyonizm’den ve haçlı zihniyetinden alan emperyalist Batı’nın saldırılarıyla boğuşmak zorunda kaldı.

 

O sıralarda Türkiye’de de önemli bir gelişme oldu. 12 Eylül 1980 günü «Netekim Tiyatrosu»’nda bir oyun sahnelendi. Figüranları hala da oyuna devam ediyorlar. Ben O zamanlar Libya’daydım. Haiti Caddesi’ndeki büromuza 12 Eylül sabahı geldiğimde bir şeyden haberim yoktu. Arkadaşlarımızdan Atıl Erman, olayı sabah haberlerinden öğrenmişti. Bana aktarınca donakaldım. Demek ki gelenek devam ediyordu. «Can Çıkar, Huy Çıkmaz» derler ya, doğrudur. Bu adamları ancak teneşir temizler, dedim. Uzun uzun sustuk. O günler işe keyifsiz gelip gidiyorduk. Tabiatıyla biz de geleceğimizden kaygılanıyorduk. Acaba iki ülke arasındaki ilişkiler bundan sonra nasıl olacak; Türkiye’nin buradaki işgücü, varlığını yine sürdürebilecek mi; bu olumsuzluklardan bizler ne kadar etkileneceğiz?...  Kafamızdaki sorular böyle zincirleme uzayıp gidiyordu.         

 

Sonra Libya’da da Türkiye’de de ortalık biraz durulandı. Türkiye’de Özal Dönemi başladı ve iki ülke ilişkileri, kaldığı yerden normal seyrine devam etti. hatta daha da iyileşti. Turgut Özal esnekti ve işini biliyordu. Libyalılara kendini sevdirmişti. Dolayısıyla Türkiye işgücü, Onun döneminde sıkıntıya girmedi. Ancak Libya sosyalizme geçiş dönemini yaşıyordu. İç dengeleri henüz oturmadığı için yabancı şirketler, özellikle bürokratik engeller yüzünden faaliyetlerini çok canlı biçimde sürdüremiyorlardı.

 

İstanbul-Trablus arasındaki seyahatlerim bu dönemde oldukça hızlanmıştı. Libya’da Bakanlıklar, Toplu konut İdaresi, Sosyal Sigortalar, Bankalar ve çeşitli kuruluşlarla yaptığımız temaslardan dolayı bu dönemde yeni birçok sima ile daha tanışma imkânım oldu. Bu temaslar sayesinde ufkum daha da açılıyor, (özellikle lengüistik bakımdan) mesleki bilgilerim de gelişiyordu.  

 

Libya’da, Türkiyeli Einstein’la Tanıştım

 

Vaktiyle Cevahirlerde çalışırken tanıştığım bir Türk Mimar vardı ki ECE’de de yine kader bizi bir araya getirdi. Bu arkadaşı yaşamım boyunca unutamama imkân yoktur. Bu şahısla tanışmayı, Onunla birlikte uzun süre çalışmış olmayı, Onun yakınında bulunmayı da ayrı bir şans sayıyorum. Ama benim bu hayranlık dolu sözlerim, Onun bana maddi imkânlar sağladığı, sıkıntılı bir anımda bana yardım ettiği, inanç ve düşüncelerimi paylaştığı veya herhangi bir şekilde bana destek olduğu anlamında asla algılanmamalıdır. Tam tersine bu şahsın hiçbir yardımını görmediğim gibi, birlikte olduğumuz günlerde  benim için sürekli bir stres kaynağı bile oldu. Huysuzluğu, anî kararları, istikrarsızlığı, sabırsızlığı ve kompleksleriyle hep beni üzdü ve yordu. Ama ondan çok şey öğrendim.

 

Tabiatıyla bu ifade size çok ilginç geliyordur. Hatta bu söylediklerimde bir çelişki bulunduğunu sananlar bile olabilir. Ama hayır; bu, bir algılama meselesidir. Hem sonra bir şeyin, aynı zamanda beğenilen ve beğenilmeyen farklı yanları olabilir. Bundan dolayı onu tamamen kabullenmek ya da tamamen reddetmek mümkün mü? Tabi ki hayır... Burada benim için önemli olan şey, bu insanın ne kadar nadir bir kişiliğe sahip bulunduğu noktasıdır. Çünkü bir kimsenin, hayatta ender rastlayabileceği şey, elbette ki onun için çok önemlidir. Böyle bir şey, ya çok tehlikelidir, ya da çok yararlıdır. Yararlılık kavramı ise her insana göre farklıdır. Benim için bu insan, son derece yararlı idi. Çünkü felsefimi, hayata ve olaylara bakış açımı ve dünya görüşümü belirlemede bu insandan çok yararlandım. Onun her kelimesinden dersler ve ibretler çıkardım. Mantığın, felsefenin, diyalektiğin esprilerini, Onun kopuk kopuk, dağınık, düzensiz, fakat dolu dolu sözlerinde buldum. İşte hâlâ arada bir görüştüğümüz bu şahıs, ender bir kişiliğe sahiptir. Deha derecesindeki üstün zekâsı, derin düşünme yeteneği, kavrayış hızı ve geniş ufku bakımından onunla boy ölçüşebilecek birine hayatımda rastlamadım.

 

Tekrar edeyim ki Ondan çok şey öğrendim. Daha doğrusu, Onu zihnimde başkalarıyla karşılaştırdığım her defasında, akıllı sanılan nice aptalların, nice kuş beyinli insanların, nice adam sanılan beşer suretinde hayvanların bu dünya üzerinde yaşadığını ve hiçbir zaman hak etmedikleri nice nimet deryalarında yüzdüklerini gördüm. İtiraf etmeliyim ki –geniş akaid bilgilerine sahip bulunmama rağmen- kader denilen fenomenin iç yüzünü de ancak bu suretle keşfetme imkanını bulmuş oldum. Bu ise benim için çok büyük bir kazanımdır.

 

Hayat okulunda en canlı, en ilginç ve en çarpıcı tabloları, ancak adını vermek istemediğim bu dahî insan sayesinde seyredebildim. Dinle imanla hiç ilgisi bulunmayan bu insanın her açıklamasında Kur’an’ın bir gerçeğini keşfettim. Bu isim, benim yaşam öykümün çözümsüz tek bilmecesi olarak sonsuza dek gizli kalacaktır. Çünkü bu ismi deşifre etmek sahibini rahatsız edecektir. Onun için bu hakkı kendimde göremiyorum.

 

Ben gençliğimde ve öğrencilik yıllarımda Albert Einstein’ı çok merak ederdim. Çünkü üstün zekâ denince aklıma gelenlerin başında hep bu isim bulunurdu. İşte şimdi Libya’da Onun bir benzeriyle yüz yüze gelmiştim. O şimdi ikinci Einstein’dı. Bu şahısla birlikte yıllarca çalıştım. Birlikte çok yedik içtik; birlikte çok seyahat ettik; ilginç anlar da yaşadık.

 

Bir gün sofrada yine beraberdik. Aşçı yemeğimizi masaya koymuş, salondan çıkmıştı. Karşı karşıya oturmuş, baş başa yalnızdık. Hem sohbet ediyor, hem yemeğimizi yiyorduk. Ben, ikiye bölünmüş limonun yarısını alarak önümdeki salatanın üzerine sıkmaya başladım. Nasıl olduysa limon, parmaklarımın arasında kayarak bir anda yüzüme doğru döndü ve olduğu gibi suyu  gözlerimin içine fışkırdı. Tabi ben neye uğradığımı anlayamadım. Bir an apışıp kalmışım. Sonra el yordamıyla masadan kağıt peçeteler alarak gözlerimi sildim. Bir gözümü zorla açabildim. Einstein karşımda kıs kıs gülüyordu. Bununla kalmıyor «Oh, oh, oh oldu...» deyip duruyordu. Gittim yüzümü yıkayıp döndükten sonra, uğradığım bu küçük kaza üzerine neden bu kadar sevindiğini sordum. Aynen şu cevabı verdi:

 

«- Büyük olasılıkla, gerekli dikkati göstermedin. Bereket ki limon sana doğru döndü. Çünkü bana da dönebilirdi. O zaman da sen çok mahcup olurdun. Haydi beni bir kenara koy; arkadaşımdır, bir kaza oldu diyebilirim. Fakat çok önemli konukların bulunduğu bir sofrada bu talihsizliği başkalarına da yaşatabilirdin. Onun için “Bir musibet bin nasihate bedeldir” demişler; umarım unutulmaz bir ders olmuştur.»

 

İlginçtir ki bu dahî adamın bizzat kendisi de hayattan pek ders almıyordu. Çünkü hayatın ona verebileceği hemen hiçbir ders yoktu. Tabi ki bundan sosyal hayatı kastediyorum. Çünkü bu arkadaşımız her şeye bilimin ve mantığın gözüyle bakıyordu. Ve çünkü hırsızlık, yolsuzluk, sahtekarlık, dolandırıcılık, disiplinsizlik, umursamazlık, bozgunculuk, ayırımcılık, kayırıcılık, hilekârlık, ırkçılık, mezhepçilik ve tarikatçılık ona göre ahlâksızlıktan çok birer mantıksızlıktı ve bilim dışı birer düşünce ve davranış biçimiydi. Oysa ben bunları her şeyden önce birer ahlâksızlık örneği olarak biliyordum.

 

Onun için ikimizin din ve dünya görüşü arasında çok büyük farklar vardı. Özel sohbetlerimizde çeşitli felsefî konulara dalıp giderdik. Uzun uzun, fakat tatlı sona bağlanan bir hava içinde tartışırdık. Tabiatıyla bunlar iş saatleri dışında olurdu. Bazen gece yarılarına kadar bu tartışmalarımız sürerdi. Bu sohbetlerden sonra hem çok bilgilenmiş, hem de oldukça dinlenmiş olarak odama çekilirdim.

 

Bu arkadaşımızı hemen hemen hiç kimse anlamıyordu. Onlara göre «Bu adam sosyal değildi». Buna hiç şaşmıyordum. Çünkü bütün dahiler bu felâkete uğramışlardır. Evet bu musibet Gazalî’nin de, Albert Einstein’ın da, Tolstoy’un da ve nihayet bu arkadaşımızın da başına gelmişti. Çünkü insanların çoğu için bilim, akıl ve mantık hiç önemli değil; hatta bazı başarıların (!) önüne birer engel olarak da çıkabilirler.

 

 

***

 

 

Libya’da İkinci Fasıl ve O Günlerden Kalma Tatlı Anılar.

 

O günlerde hayatı birlikte paylaştığımız bazı arkadaşlarımız bugün artık aramızda değiller. Ne hazin şey değil mi! Bir zamanlar birlikte yiyip içtiğiniz, yıllarca birlikte çalıştığınız, birlikte gezip dolaştığınız arkadaşlarınızın bazıları aranızdan ayrılıyor ve bir daha görüşemiyorsunuz. Buna akıl sır ermiyor. Ama günler geçiyor, bir zaman geliyor ki onları ancak arada bir hatırlayabiliyorsunuz. Bu da çok ilginç. Çünkü yitirdiklerimizin hüznü içinde yaşama sevincimizi korumamız olanak dışı. Mademki çark ezelden böyle kurulmuş, teselli olmak zorundasınız. Dayanacaksınız ve unutacaksınız. Çünkü bir gün gelecek siz de unutulacaksınız. Unutulmak istemeyenler ise bu dünyada kendilerini anımsatacak hayırlı bir şey bırakmak durumundadırlar. 

 

Hayatın bu son derece önemli gerçekleri, aslında insana oldukça yüklü mesajlar vermektedir. Sonsuza dek bir devridâim gibi gözüken sürekli olaylar, hiç kuşkusuz bir hesaplaşma gününün eninde sonunda gelip çatacağını çok açık şekilde bize hatırlatmaktadır. Bunun kaydında olmayan milyonlarca insan gaflet içinde yaşar. Aynı zamanda gerek ölmüşlerini sık sık ananların, gerekse ölümü, geleceği ve geçmişi hiç umursamayanların çoğu da hayat ve kâinat olaylarının esrarı üzerinde ciddiyetle durmazlar. İşte bu dünyada hayvanca yaşamanın bütün pürüzleri bundan kaynaklanmaktadır.

 

Ben arkadaşlarımı hep anacağım, onları hep özleyeceğim. Çünkü birlikte çok şey paylaştık. Sadece aynı sofraları, aynı odaları, aynı arabaları değil, hayalleri, idealleri, güzellikleri, esprileri ve kahkahaları da paylaştık. Birlikte söyleştik, dolaştık, dalaştık... Bazen birbirimize surat bile astık, ama yine birbirimize karşı gönül derinliklerindeki sevgiyi ve bağlılığı hiç tüketmedik. Tükenmiyordu ki ve de tükenmedi..

 

Yıllarca birlikte, gurbet içinde gurbet yaşamıştık. Şirketimizin merkez bürosu Başkent Trablus’taydı. Burası hepimizin evi gibiydi. Trablus’un Dahra Parkı karşısında endamlı bir kuğu gibi duran binamızda cıvıl cıvıldık. Her sabah bu binanın bütün katlarında bütün odalarında bir canlılık, bir hayat başlardı. Bambaşkaydı burası. Bütün çehreler, bütün gözler birer sevinç bahçesi gibiydi. Aynen binamızın önündeki rengarenk park gibi... Harıl harıl çalışırdık. Sırf para kazanmak için değil, bir fedakârlık yarışıydı bu. Şirket, her birimizin babasının malı gibiydi. Böyle düşünmeyenler zaten birkaç gün içinde elenip gidiyor, gerisin geri Türkiye’ye postalanıyordu. Bütün şirketlerden farklıydık, hem de çok farklıydık. Sihirli bir el kurmuştu sanki ECE’yi... Öbür Türk şirketlerinden bizi ziyarete gelenlerin ağzı açık kalıyor; bize katılmaya, bizimle birlikte çalışmaya can atıyorlardı...  

 

Nasıl oldu bilmiyorum; nazar mı değdi bize, beddua mı aldık, ne olduysa oldu, o canlılık dolu şirket, o kenetlenmiş kadro üç yıl sonra bir anda darmadağın oldu. Uğur Usanma, Atıl ve İsmet Erman çifti, Emin Zorlu, Hayrettin Şulen, Feyzi Öktem, Yalçın Seyhan, Welid Hüsnü, Talat Ali, Mustafa Arık, Mehmet Ali Aslan, Hüseyin Üstün, İlder Tokcan, Şefik Sağıroğlu, Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı, İbrahim Sarıca ve daha kimler kimler... Hepsi orayı terk etmiş gitmişlerdi. ECE İnşaat’ın içi boşalmıştı, canlılığı sönmüş, o beyaz kuğunun üzerine derin bir hüzün çökmüştü. 

 

Ben de kesin dönüşle İstanbul’a gelmiş, bu kez de şirketin buradaki bürosunda görev almıştım. Fakat ECE’nin Libya’daki hızı kesilmiş her gün biraz daha çöküyordu. Bunun çeşitli nedenleri vardı; üzerinde hiç durmayacağım! Ama Libya’da kazanılan paralarla patron bu kez başka şirketler kurmuştu. Bunlardan biri, İran’a çok büyük miktarlarda demir ihraç ediyordu. Profesör Korkut Özal ve Profesör Pertev Bilgen de o zamanlar işte bu «Batı Pazarlama» adlı şirkette çalışıyorlardı. İlginçtir, Korkut Özal’la hiç yüz yüze gelmedim. Çünkü O, Batı Pazarlama’da çok kısa bir süre kaldı; ayrıca ben, Ece’deydim, Şirketin Zincirlikuyu Miktat Uluünlü Sokağı’ndaki Merkez bürosunda çalışıyordum. Özal ise patronun, Mecidiyeköy’de, Polat İş Hanı’ndaki Batı Pazarlama bürosunda çalışıyordu. Fakat Pertev Bilgen’le kısa bir süre çalıştık ve birlikte İran’a seyahat de yaptık.  

 

1985 yılında görevimden istifa ederek yeni bir iş, yeni bir başlangıç için hazırlanıyordum ki yine şirketten davet geldi. Personel müdürü göreviyle yeniden Trablus’a göndermek istiyorlardı beni. Patronu kıramadım. Herkes vaktiyle bu şirketin pastasını yemiş, ben de birkaç lokma ekmek parası kazanabilmiştim. Olsun, darılmayacaktım. Bu bir nasip meselesiydi. Her zaman her şey bekleyebilirsiniz bu vefasız dünyada. Teklifi kabul ettim ve Trablus’a uçtum.

 

Oldukça neşesizdim. Uçakta hep Dahra Parkı karşısındaki beyaz binamızı, her sabah başlayan o zevkli çalışma ortamını, o cıvıltıyı sürekli anımsayıp durdum. Havaalanından kente doğru yol alırken de otomobilin içinde hep böyle düşünüyordum. Beni karşılamaya gelen şoförüm, arada bir bahane bulup beni konuşturmak, Türkiye’den yeni bir haber duymak ve özlem gidermek için bir şeyler soruyordu. Fakat hevesim yoktu. Kısa kısa cevaplarla geçiştiriyordum, keyifsizdim.

 

Nihayet binanın önünde park ettik. Şoför ve hizmet elemanı çantalarımı odama yerleştirip aşağıya indiler. Bir zamanlar elli kişilik seçkin personel kadrosundan hiç kimse kalmamıştı burada. Merdivenlerden artık ayak sesleri gelmiyordu. Her taraf suskun ve mahzundu. Yüreğimin bir anda boşaldığını hissettim. Yalnızlığın, hüznün, kederin, gamın en acısını işte o dakikalarda yaşadım.

 

Üstümü değiştirip biraz dinlendikten sonra büroma indim; ondan sonra da boşalmış sessiz  duran odaları teker teker gezmeye başladım. Muhasebe bölümü, personel işlemleri bölümü, mimarların çalıştığı bölüm, satın alma bölümü, gümrük işlemleri bölümü, arşivimiz, yemekhanemiz ve misafirhanemiz... Hepsi bomboştu. Klasörler, dosyalar, raflar, masalar, koltuklar, yalınız ve yetim kalmışlardı. Masaların üzerinde duran kalemlikler boyunlarını bükmüş, sanki için için ağlıyorlardı. Her taraf yaslıydı. Ben bu manzarayı seyrederken kulaklarım çınlıyor, dizlerimin bağı çözülüyordu. İş arkadaşlarım, birer birer gözümün önünde canlanıyorlardı.

 

Giden-Gelen Evrak Defteri, sekreterimiz İsmet Hanım’ın odasında hâlâ duruyordu. Onu raftan aldım, oturup hasret dolu gözlerle önce şöyle bir seyrettim; titreyen işaret parmağımla sayfalarını çevirmeye başladım. İlk sayfada, 13. sırada adım geçiyordu. «Ferit Aydın’a tam Yetki verilmesi hakkında» diye bir ibare okudum. Bu satırlar İsmet Hanım’a aitti. 04 Mayıs 1980 tarih ve 0011 sayı altında Genel Müdürlükten bütün birimlere dağıtılmış olan bu genelgede, benim Ece İnşaat Firmasını her yerde tam yetki ile temsil edebileceğim hakkında bilgi veriyordu. Gözlerim bir anda boşaldı. Defteri alıp odama döndüm. Benim şairlik yanım çok zayıftır. Düşüncelerimi manzum olarak yazmayı pek beceremem. Fakat bu sırada dudaklarımdan mısralar döküldüğünü fark ettim. Bu hüzün, bu yas, bana ilham kaynağı olmuştu. Hemen kalemi alıp bu defterin boş duran ilk sayfasına o mısraları yazmaya başladım. Bu duygu yüklü sözleri unuturum diye kaygılanıyordum. Yaşamımın en değerli anılarından birini oluşturan bu defteri sakladım. On ay sonra tekrar kesin dönüşle İstanbul’a geldiğimde, onu yanımda taşıyıp getirdim. Bu çok değerli hatıranın ilk sayfasına 08 Kasım 1986 günü yazmış olduğum iki dörtlüğü şimdi sizinle paylaşmak istiyorum.

 

 

BU DEFTER

 

Bu vefakâr defterde neler var bilsen,

Bin hatıra yatıyor her satırında.

Varsa, anlatsa dilim dinleyiversen;

Bir âlem canlanacaktır hatırında.

 

***

 

Sen bakma onun tozlu duran çehresine,

Karalanmışsa da yüzü aktır aslında;

Destanı yazılmış emeğin, sinesine;

Bir sevgi denizleşmiş sayfalarında.

 

***

 

Bu dizeleri çiziklerken eminim, Abdülhak Hamid’in «Makber»’i yazdığı sırada yaşadığı ruh halinden çok daha engin duygular içinde yüzüyordum. Bu iki dörtlüğün altına aynı saatlerde yazdığım satırlar da çok hüzünlüdür. On altı yıl sonra bugün bile bana aynı hasret ve hüznü yaşatan o satırları da buraya aktarmak, onları da sizinle paylaşmak istiyorum. İşte o gün yazdıklarım.

 

«Kaderin, beni 6 yıl sonra Libya’ya tekrar getireceğini kim tahmin edebilirdi?

 

Evet tam 6 yıl önce idealist ve enerjik bir grup arkadaşla ECE İnşaat Firması’nın temelini atmıştık. Gurbet ve mahrumiyete yenilmeden, değme organizasyorların başaramadığını başarmıştık. Ama defterler zamanla dürülmüş 2-3 yıl içerisinde hepimiz tekrar dağılmıştık.

 

Ne var ki kaderin rüzgarı gene beni Libya’ya getirdi. Eski çalıştığım büroya gelince bir zamanların o cıvıl cıvıl manzarası gözlerimin önünde canlanır gibi oldu. Sonra derin bir üzüntü ve hasret içinde gözlerimden yaşlar boşalırken bu defteri tozlar içinde bir rafta buldum. Maddi açıdan belki çok basit bir defter... Şirketin Gelen-Giden Evrak Defteriydi bu... Ancak gene bu defter, değerli bir geçmişin, zamanla savaşan bir avuç gurbet ve çöl kahramanının ter, emek ve hizmetlerinin ulvî bir kanıtıydı. Onun için manevi değeri büyük bir defterdi bu.

 

Sabır, nezaket, çalışkanlık, ve asalet timsali sekreterimiz Sayın İsmet Hanım’ın, güzel kalemiyle yazılmış olan bu defteri engin duygular içinde karıştırırken adımın tam dört kez bu sayfalarda yazılmış olduğunu gördüm. Bunun üzerine duygularımı yukarıdaki mısralarımla dile getirmeye çalıştım.

 

Hasret, gurbet, yalnızlık ve kaderin ne olduğunu, şu anda yanaklarımdan aşağıya doğru ılık göz yaşlarım süzülürken daha iyi anlayabiliyorum.»

 

Evet o dizelerin altına işte bu duygu yüklü satırları yazmışım. Çünkü 1976 yılından 1986 yılına kadar tam on yıl bu ülkede unutulmaz günler yaşamıştım. Özellikle Libya’daki hayatımın ikinci faslında gerek mesai arkadaşlarımla gerekse küçük patronlardan İkinci Einstein ile paylaştığımız günler, kader birliğimiz ve yaşadığımız anılar asla unutulamayacaktı. Neler neler yaşadık... Hepsi de yazılmaya, anlatılmaya ve anımsanmaya değer şeylerdi.

 

Merak ediyorsunuz değil mi? Hiç kaygılanmayın, hepsini sizinle paylaşacağım. İşte unutulamayan o günler.

 

Gemide Bir Havari

 

1980 yılının başlarıydı. İki yıl önce Libko’dan ayrıldıktan sonra kader beni Einstein’la yeniden bir araya getirdi. Bu kez ECE’yi Libya’da kurmak için Einstein’la birlikte zorlu bir mücadele veriyorduk. Ben hep Onun yedeğindeydim. Bu arkadaşım çok sıkıntılıydı. Esasen yapısı böyle idi. Ona sürekli moral pompalıyordum. İlk günler, yanında benden başka biri bulunmadığı için birbirimize daha fazla sokulma ihtiyacını duyuyorduk ki bu durum aramızdaki mesafeyi daha da daraltıyordu. Gerçi çok samimiydik; birbirimizden gizli saklımız yoktu. Ama o günlerin şartları bizi birbirimize çok daha yaklaştırmıştı.

 

Bu becerikli adam Libya’ya, ikinci şansını kullanmaya gelmişti. Yeniden iş almak istiyordu. Eski ortaklarıyla olan ilişkilerini bir yıl önce sonlandırmış ama yorulmuştu. Önceleri Libya’ya tekrar gelmeyi düşünmüyordu. Ama Türkiye’de koşullar zorlaşmış, şirketler, özellikle de inşaat şirketleri ve müteahhitler sıkıntılı bir döneme girmişlerdi. İşte Einstein’la hep bu konuları konuşuyorduk. Bazen de espriler yapıyor, efkâr dağıtmaya çalışıyorduk.

 

İlk günler, otellerde yer bulmak için bir hayli güçlük çekmiştik. Çünkü o dönemde Libya’da otel sayısı çok azdı. Ve çünkü Libya, hiçbir zaman o dönemdeki kadar yabancı akınına uğramamış, dolayısıyla ülkede böyle bir ihtiyaç doğmamıştı. Ama şimdi artık otel bulmak çok güçleşmişti. Bu nedenle İspanya’dan satın alınan GIRNATA ve TOLETELA adlı iki lüks yolcu gemisi yüzer otel olarak çalıştırılıyordu. Bu iki gemiyi sıra ile nöbete sokmuşlardı. Biri sefere çıktığında öbürü otel görevini yapıyordu.

 

Biz de gemide iki kabin kiralamıştık. Şirketin işlemlerini tamamlayıp şehirde büro tutuncaya kadar uzun süre burada kaldık. Her sabah erkenden şehre inip ilgili resmi daireler arasında mekik dokuyor, kuruluş işlemlerini takip ediyorduk. Alınacak projelerle ilgili olarak  yetkililerle toplantılara katılıyor, akşam olunca gemiye dönüyorduk. Sürekli koşuşturuyor, terliyor ve yoruluyorduk, ama umutluyduk. Duşumuzu alıp dinlenmeye çekildiğimiz saatlerden, yatma zamanına kadar birlikte sohbet ediyor hoş vakitler geçiriyorduk.

 

Einstein’la bir akşam yine lobide oturmuş dinleniyorduk. Ben bir ara banyo almak üzere kabinime çıktım. -Daha çok Suudî Arabistan’da ve körfez ülkelerinde giyilen- beyaz poplinden uzun bir entarim vardı. Banyodan sonra bu entariyi giydim. Saçlarımı, başımın ortasından bir rastıkla ikiye ayırıp, sakalıma da uzun bir biçim vererek güzelce taradıktan sonra lobiye indim. Einstein’ın gözü bana ilişir ilişmez, yüzünde şaşkınlıkla karışık anlamlı bir tebessüm belirdi. Kaşları yukarı kalktı, o zeki gözleri gülüyordu. Bu arada çevrede oturanların da dikkatlerini az çekmiş değildim.

 

Gayet masum bir yüz ifadesi takınarak şaşkın bakışlar arasında Einstein’a doğru ağır ağır yürüdüm. Birkaç dakikalığına rol yapacak, onu neşelendirecektim.

 

Yeniden büyük bir atılımın eşiğindeyken, kritik günler yaşayan bu şefimin üzerindeki gerilimi biraz olsun hafifletmek için arada bir beceriler sergilemeyi yararlı buluyordum. Esneklik, kıvraklık, sevecenlik ve beceri, bu gibi anlarda işe yaramalıydı. Nitekim bu konuda hemen her zaman iyi sonuçlar alırdım. Lobiye henüz inmeden önce dış görünüş olarak sergileyeceğim ilginç tablo ile bütünleşecek espriyi de tasarlamıştım. Çok mükemmel bir ruhânînin ancak lanse edebileceği melekleşmiş bir insan tipi olarak konuşacak, Onun efkârını dağıtmaya çalışacaktım.

 

Aslında aldığım çok yönlü kültür, gördüğüm eğitim ve içinde yetiştiğim renkli çevrelerin bana kazandırdığı birikimle böyle bir kişiliği canlandırmak benim için hiç de zor değildi... Bir yobazın ruh halini ne kadar kolay anlayabiliyorsam, Avrupa’da okuyup yetişmiş İsveçli bir hanımefendi ile evlenmiş ve zaman içinde doğal olarak Batı-Hıristiyanlık değerlerini özümsemiş olan entelektüel bir Türk’ün ruh halini keşfetmek de benim için zor değildi. Einstein’a, Hz. İsa’nın bir havarisi gibi görünecektim ve işte öyle yaptım.

 

Giyim tarzımla, özel surette taranıp hazırlanmış saçım sakalımla, son derece latif, vakur ve ağır yürüyüşümle, gülümseyerek yaklaştım ve nazikçe yanına oturdum. Şefim büyülenmişti. Org dinlerken mest olan bu arkadaşımla, elbette ki bir tarikat şeyhi gibi değil, tam bir monsenyör gibi konuşmalıydım. Öyle de yaptım. (Kuşku duyan yobazlara hemen söylemeliyim ki teşebbüh diye bir niyetim yoktu; duygu sömürüsü yapmak ise hiç adetim değildir! Çünkü ne bende böyle bir bencillik, ne de arkadaşımda sömürülebilecek bir gaflet vardı.). Uzun uzun sohbet ettik; o gergin yüzü neşelenmiş, berraklaşmıştı. O geceyi hiç unutamıyorum.

 

Yıllar geçmiş ve bugün vicdanımla baş başa bulunuyorum. Bütün içtenliğimle ifade edeyim ki, niyetim yapıcı bir etki uyandırmak, arkadaşıma moral vermek ve olumlu bir ortam yaratmaktı. Hep de öyle davrandım. Olur olmaz şeylere hemen sinirlenen, gergin ve hiper tansiyonlu bu arkadaşımı daima idare ettim. Çünkü O, sıradan biri değil, anlaşılmaz bir dahiydi. Ben Onu anlıyor, nabzına göre şerbet veriyordum. Nitekim o günkü rolümü de çok iyi oynamış olmalıyım ki arkadaşım hiç teklemeden, canlı bir zihin ve yüksek bir moralle, o dönemin usandırıcı sıkıntılarını uzun süre göğüsleyip sorunlarını çözümlemeyi başardı. Onun, bütün bu incelikleri takdir edebilecek üstün bir görgü ve anlayışa sahip bulunduğundan kuşku duymuyorum.

 

***

 

İyi Geceler, Kısa Boylu Cüceler

 

1980 yılının ortalarındayız, Genel Müdürümüz  Einstein, kadromuzu oluşturmaya çalışıyordu. O sıralarda henüz altı yedi kişi kadardık.

 

Ben Müdürümüzle birlikte Trablus’un o gün için en büyük ve en lüks oteli sayılan Beach (biç) Oteli’nde kalıyorduk. Öbür arkadaşlarımız ise Bakanlıklar semtinde şirket tarafından kiralanan bir apartman dairesine yerleştirilmişlerdi. Hem yabancı oldukları için, hem de dilini bilmedikleri bir ülkede henüz çok yeni oldukları için canları sıkılırdı. Eğlenecek bir yer de bulamazlardı. Bu arkadaşlarımızı müdürle birlikte bir akşam ziyaret ettik. Onları neşelendirmek istiyorduk. Bir süre oturduk. Müdürümüz (Einstein), çok gırgırdı... Ortalık hemen neşelendi. Biraz sohbet ettik. Neler konuştuğumuzu şu anda pek hatırlayamıyorum. Fakat arada bir gülüşüyorduk. Derken Müdür birden ayağa kalktı; zaten hep böyle idi; telaşlı, tez canlı bir tipti...

 

«- Haydi Ferit gidiyoruz!», dedi.

 

Arkadaşlarımızdan biri kapıyı açarken öbürleri de bizi uğurlamak için etrafımıza kümelendiler. Bir yandan memnunluk ve içtenlik, öbür yandan da özlem ifade eden bakışlarla ayrılmamızı bekliyorlardı. Ben, hep bir şeyler bulup mutlaka ortalığı neşelendirmeyi severim. İşte o sırada da bir espri bulmaya çalışıyordum ki hemen çakıverdi. Müdür,

 

«Haydi çocuklar, iyi geceler!», der demez  ben de peşinden,

 

İyi geceler, kısa boylu cüceler, deyiverdim. Bu sözü, kesinlikle bir art niyetle söylemiş değildim. Amacım, yine ortalığı neşelendirmekti. Nitekim bu şiirimsi cümle üzerine ortalık kahkahaya boğuldu. Ben de son anda arkadaşlarımın yüzündeki buruk ve zoraki tebessümü, içten kaynayan kahkahalarla gerçek bir neşeye döndürebildiğim için amacıma ulaşmış ve mutlu olmuştum. Ne var ki Müdür, arada bir,

 

«- Ferit, sen ne yaman adamsın! Çocuklara hem kısa boylu, hem de cüce dedin; yani onları çaktırmadan iki kez küçülttün değil mi ?» der, bana tatlı tatlı takılırdı. İşin ilginç yanı, şirketimizde yıllar boyu kim «iyi geceler diyip» birinden ayrılmışsa bu espriyi hatırlamış ve kendisini uğurlayanla birlikte beni anmış, neşeli bir şekilde vedalaşmışlardır. Nitekim bu haberler hep bana gelirdi. O anı hep birlikte yeniden yaşardık.

 

***

Palas Pandıras Balkona!

 

Genel Müdürümüz Einstein’ın kardeşi şirketimizin Cenevre bürosunu yönetiyordu. Arada bir, eşgüdümü sağlamak için Libya’ya da geliyordu. Şirketin, kuruluş aşamasında olduğu günlerde daha sık gelir ve bazen iki hafta kadar Libya’da kaldığı olurdu.

 

O sıralarda büromuz henüz çok tenha idi. Daha kadromuzu tam olarak oluşturmamıştık. Genel Müdürümüzün güleç yüzlü kardeşiyle birlikte bazen akşama kadar büroda oturur, uzun uzun sohbet ederdik. Karşımızdaki binanın terasına, kurban için çıkarılıp bağlanmış bir koçun, epeyce yükseğe konmuş ot balyasına tırmana bilmek için arada bir şaha kalkışını seyredip gülüşürdük.

 

İlk günlerimizde bir ara Onunla birlikte Beach (Biç) Oteli’nde kaldık ve aynı odayı paylaştık. Bu arkadaşımızın iri yarı bir yapısı vardı, Izbandut gibiydi. Felâket biçimde horlardı. Ben ise, çıt çıksa hop uyanır, bir daha da uyuyamam. Böyle de lânet bir uykum var.

 

1980 yılının Haziran ayıydı. Birlikte kaldığımız ilk akşam «Haydi iyi geceler» deyip yataklarımıza girdik. Bizim Beyzade henüz islimi vermeden ben dalıvermişim. Neden sonra arslan kükremesine benzeyen korkunç bir sesle uyandım. Neye uğradığımı önce tahmin edemedim. Yatağımdan orta yere aniden fırladım ki ne göreyim; arkadaşımın o kocaman göbeği kompresörle şişirilmiş büyük bir balon gibi yatağın ortasında bir inip bir kalkıyor. Fakat bu iri balonun her inişinde öyle müthiş bir gürültü kopuyor ki tahmin edemezsiniz.

 

Manzarayı önce büyük bir şaşkınlık içinde birkaç dakika kadar seyrettim. Sonra dayanamadım, bir kahkaha patlattım ki bitişik odalardan mutlaka duyulduğunu sanırım. Ancak arkadaşım kendi horlama sesinden benim kahkahamı duymadı bile... Onun için de körükleri doldurup boşaltmaya devam etti.

 

Tabi ben, şöyle bir iki dakika durumun kritiğini yaptıktan sonra anladım ki bu odada uyumam asla mümkün olmadığı gibi oturup sabaha kadar o gürültüyü de dinleyemezdim. Eh, herhalde kalkıp şarkı söyleyerek eşlik edecek halim de yoktu. Oturup bir çare düşünmeye koyuldum. Birden yüksek sesle, aynen Archimed gibi «Buldum!!!» diye bir çığlık atmışım ki arkadaşım uyanır gibi oldu ve yarı uykulu halde;

 

«- Neyi buldun?», diye bir şey mırıldandı ve hemen daldı. Benim sevinciyle çığlık attığım buluş, balkona taşınmaktı. Hemen kalkıp yatağımı yorganımı toparladım ve balkona geçtim. Koskoca somyayı da taşıyamazdım ya! Zaten geçecek bir yol bulamadığım için arkadaşımın üzerinden karşıya atlamıştım. Bereket versin bunu kazasız belâsız başarabilmiştim. Bunu nasıl yapabildim, inanın hâlâ akıl sır erdirmiş değilim. İşte böyle kendi başıma riskli bir komedi oynamış, hem oynamış, hem de seyretmiştim.

 

Ne var ki yeni mekânımda da rahat edemedim ve uyuyamadım. Çünkü bu kez de solumdaki denizin homurtusu kafama takıldı. Dalgalar sahile vurdukça, sabaha kadar göz kapaklarım sürekli açılıp kapandı. Üstelik sağımda da ta odanın içinde uyuyan arkadaşımın korkunç horultusu dışarıya kadar geliyordu.

 

O gün için bir hayal kırıklığı, bugün içinse tatlı bir anı olarak o geceyi bir türlü unutamıyorum.

 

Filozof İbrahim

 

Şoförlerimizden birine bu lâkabı ben yakıştırmıştım. Nedense taktığım lâkaplar hem yakışır, hem de şak diye tutardı. Ama bunu yaparken, onlardan birini yermek, ya da küçük düşürmek gibi bir şey asla aklımın ucundan geçmemiştir. Amaç, sadece havayı hoş tutmak, zaman zaman gurbetin ve iş sıkıntılarının meydana getirdiği gerilimi azaltmak ve ortamı neşelendirmekti.

 

Şoförümüz İbrahim Sarıca’ya «filozof» lâkabını takmam, mantıklı bir nedene dayanıyordu. Bu arkadaşımız, elli yaşlarında, güler yüzlü, sevecen ve hoş sohbet bir adamdı. Eğitimli olmamasına rağmen düşüncelerinde uygar, davranışlarında da nazikti. Emsallerinden epeyce farklıydı. Temiz ve muntazam giyinir, muhataplarını dikkatle dinler, saygılı ve kibarca davranırdı. Belli ki kendini yetiştirmişti. Nitekim Onunla daha ilk karşılaştığım sıralarda, bir gün elinde «Onuncu Köy» diye bir kitap gördüm. Servis aralarında fırsat buldukça okuyor, zamanını boşa geçirmek istemiyordu. Fakir Baykurt’un bu romanını okuyup anladığına göre kültürlü olduğuna kanaat getirdim ve kendimi güven içinde hissettim. Çünkü bizi oraya buraya taşıyacak bu adamcağıza laf anlatmak kolay olacaktı.

 

Biliyor olmalısınız; eğitim görmüş bir yobaz, elbette ki çok daha tehlikelidir. Çünkü bilgi gibi keskin bir silahı var. Fakat yine de onunla tartışma olanağına sahipsiniz. Ama eğitimsiz insan öyle değil; doğru ya da yanlış, kimse ile tartışmadan inandığını yapabilir. Onun için eğitimsiz insandan, oldum olası çok çekinirim. Hele etrafımda dolaşıyorsa....

 

Bu arkadaşımızın en tatlı tarafı, palavralarla süslü, ilginç ve akıcı anlatımıydı. Filozof lâkabını işte bundan dolayı hak etmişti. Bizi her gün yüzlerce kilometrelik mesafelere taşırken anlattığı olaylarla ilgimizi o kadar çekiyordu ki bu bitmez tükenmez yolları nasıl kat ettiğimizin farkına varamazdık. Yanıtları ve saplamaları çok ikna ediciydi. Onun için İbrahim Efendi’nin yapısını bilmeyen Ona hemen inanabilirdi. Ne zaman ünlü bir adamdan laf açılsa, İbrahim hemen nazikçe bir söz hakkı ister ve «Ben bu zatın tam yirmi yıl özel şoförlüğünü yaptım» derdi. Böylece bu meşhur adamların yanında İbrahim Efendi’nin, onbeşer, yirmişer yıl yaptığı hizmetleri topladığımız zaman bazen 350 yıl gibi büyük sayılar elde ederdik. Ne var ki filozofumuzun güzel hatırı kırılmasın diye yutkunur, ya da birbirimize bakınıp, içimizden gizli gizli gülerdik.

 

Geniş bir hayal gücü vardı Filozof İbrahim’in... Bize anlattığı olayları elbette ki kısmen yaşamış olmalıydı. Ama bunları anlatırken besbelli aşa su katıyordu. Yani senaryoyu kafasında yeniden düzenliyor, süslüyor ve galiba ilginç de ilâveler yapıyordu. İbrahim Efendi, kuşku yok ki düşündüklerini çok ustaca anlatma becerisini sergileyebiliyordu. Çünkü anlattığı olayların mizansenleri ve argümanları, birbirini o kadar mükemmel tamamlıyordu ki çoğu gerçek dışı olan bu anlatımları insanın büyük bir zevk ve hayranlık içinde dinleyesi gelirdi. Filozofumuzun, uzun yıllar boyunca bizi avutan, bazen bizi neşelendiren, bazen de düşündüren hikâyelerinin uzunluğu, daima yolun uzunluğu ile doğru orantılı olarak uzar ve kısalırdı. Bununla ne demek istediğimi anlıyor olmalısınız. Onun anlattığı her hikâye, mutlaka son durağımızda olağan bir şekilde biterdi. Örneğin yolumuz üç yüz kilometre ise, İbrahim Efendi’nin anlattığı hikâye de pek tatlı bir akışla tam üç yüzüncü kilometrede gayet uygun bir şekilde sona ererdi.

 

Bir keresinde uzun bir yolda yine birlikteydik. Hareketimizden hemen sonra sıcak havanın etkisiyle olacak, zar zor biraz uyuklamış ve kısa bir süre sonra da uyanmıştım. Çünkü oldum olası hareket halindeki araç içinde uyuyamam. Ancak Filozof, benim henüz uykuda olduğumu sanmış olmalı ki su pus orta gaz gidiyordu. Baktım yol bitecek gibi değil, içimden, bizim filozofu biraz konuşturayım da üstüme çöken şu miskinlik geçsin diye düşündüm. Ben hafifçe kımıldamaya başlayınca Filozof uyandığımı anladı. Terimi silip yeni sabahlamış gibi şöyle bir hoş beş ettikten sonra,

 

- İbrahim Efendi, sen İstanbul’da hiç taksicilik yaptın mı diye perdeyi aralayıverdim. Bu kadarı yetmişti. Filozof bir başladı ki Allah utandırmasın!

 

Palavra malavra, ama köftehor anlattı mı dinletmesini de biliyordu. İstanbul’da, Tepebaşı’ndan aldığı bir bayan müşteriyi Aksaray’da Merhaba Sokağı’na nasıl götürdüğünü, yolda neler konuştuklarını, birbirlerini nasıl yanlış anladıklarını, aralarında süren tartışmayı öyle sürükleyici bir üslup içinde anlatıyordu ki saatler boyu onu merak ve hayranlık içinde dinledim. İnanır mısınız, sözde taksicilik yaptığı yıllarda başından geçen bu olayı 250 kilometre süren yolculuğumuz boyunca hep anlattı. Dikkat ettim, fark ediyordum, senaryoyu tam yolculuk süresine sığdırmak için ilginç mizansenler örüyor ve onları fantezilerle takviye ediyordu. Nihayet olayı öyle ayarladı, öyle çarpıcı bir akış içinde sonlandırdı ki Trablus’taki merkez büromuzun önünde park ettiğimiz dakikada son noktayı koydu; hem de olayı birlikte yaşamışız gibi onu bana zevkle dinlettirdi.

 

İbrahim Efendi’nin, koleksiyonuna eklediği olaylardan birini de bizzat Onunla birlikte yaşadık. Buna rağmen sanki dışındaymışız gibi bu hadiseyi bile aranje ederek bize tekrar takrar anlattı ve o sanal olayı göz göre göre bize yutturdu. Onu yine de zevkle dinliyorduk. İbrahim Efendi’den dinlediğim, üstelik bizzat tanık olduğum en ilginç anı da bu oldu.

 

Evet bu hadiseyi birlikte yaşadık. Genel Müdürümüz Einstein’ın ve bir ara Libya’ya getirdiği karısının da bulunduğu bir yolculukta dördümüz beraberdik. Gözün alabildiği kadar dümdüz bir ovayı ortasından bölen tek şeritli, kıvrımsız bir asfaltta orta derece bir hızla yolumuza devam ediyorduk. Karşı yönden iki kamyonet geliyordu. Bize iki kilometre kadar yaklaşmışlardı ki geride bulunan araç, önceleri düzgün bir doğrultuda yoluna devam ederken, önündeki kamyoneti sollar sollamaz anormal bir rotada seyretmeye başladı. Sebep neydi bilemiyorum ama araç, (S) gibi kıvrımlar yaparak hızla bize yaklaşıyordu. Bazen sağ şarampolden sol şarampole kadar gezerek bize doğru ilerleyen bu kamyonetle kafa kafaya gelmemek için çare düşünür gibi bir halimiz vardı. İçimizdeki panik, her birimizin yüzünden okunuyordu. Şoförümüz İbrahim Efendi, koltuğunda doğrulmuş, hamle yapmaya hazırlanır gibi direksiyon simidini elleriyle daha güçlü bir şekilde kavramıştı. Genel Müdürümüz Einstein da sigarasını izmarit kutusuna bastırarak söndürdü. Hepimiz tetikteydik ve bu serseri kamyoneti kazasız belâsız nasıl geçebileceğimizi düşünüp duruyorduk. Şoke olmuştuk.

 

Derken kamyonet paldır küldür yoldan saparak yeni sürülmüş bir tarlaya girdikten yirmi otuz metre sonra stop etti. Hepimiz! Önce bir oh! çekip rahatladık. Fakat İbrahim Efendi hemen yolun kenarında park ederek arabadan hızla indi. Nereye niçin gitmek istediğini sormamıza bile fırsat bırakmadan, tarlanın ortasında durmakta olan kamyonete doğru tin tin koştu ve şoför kabinine yaklaşarak şöyle bir bakındıktan hemen sonra da dönüverdi. Kamyonetin yanında topu topuna bir dakika bile durmamıştı. Bunun kesinliğinden şu ana kadar hiçbir kuşkum yoktur. Arabanın içinde biz üç kişi onu seyrediyorduk. Ancak olayın en ilginç yanı da bundan sonra başladı. Çünkü İbrahim Efendi, -en çok bir dakika, belki de otuz saniye kadar süren o kısacık zaman kesiti içinde kazazede arabaya bir göz atmakla- olay hakkında acaba ne öğrenebilmişti? Biz bunu merak ediyorduk! Filozof İbrahim Efendi’nin, işte bu bir dakikalık süre içerisinde sözde saptayabildiği şeylerin özeti şuydu:

 

Kamyonetin şoför kabininde iki kişi vardı. «Bunlar bacanak imişler!» İbrahim efendi önce bunu öğrenmiş (!) Araç sahibinin bacanağı, yakında sürücü belgesi alacakmış. Dolayısıyla böyle bir yolculuktan ve (Tarhuna ile Binvelid arasındaki) bu tenha yoldan yararlanarak biraz alıştırma yapmak istemiş. Yola çıkınca direksiyona geçmeye heveslenmiş; bacanağı da onu kırmak istememiş ve yer değiştirmişler. Bir süre yol aldıktan sonra acemi bacanak telaşlanıp paniğe kapılmış. Önündeki kamyoneti sollamak isterken de bocalamış. Bunun üzerine kaygılanan araç sahibi, rotayı düzeltmek için yandaki koltuktan müdahale etmeye başlamış. Böylece direksiyona asılan iki bacanaktan biri sağa, öbürü de sola doğru simidi çekiştirince araç işte bu şekilde bir o yana bir buyana zikzak yapmaya başlamış. Bizimle kafa kafaya gelip kaza yapacaklarından korkmuşlar. Onun için son çare olarak araç sahibi direksiyonu iyice sağa kırıp arabayı yoldan çıkarmış.

 

İbrahim Efendi’nin naklettiğine göre aracın sahibi, ancak böyle zekice bir müdahale yaparak düşük bir banketten tarlaya çıkmak suretiyle kaza yapmaktan kurtulabilmişti. Onun için de kendisini kutlamış, «geçmiş olsun» dileğinde bulunmuştu. Filozof İbrahim Efendi hiç Arapça bilmediği halde ve sadece bir dakikalık süre içinde bütün bunları öğrenebilmişti!!! Çok küçük bir özetini okuduğunuz bu olayı o gün Filozof, elli kilometrelik yol boyunca göz göre göre bize tatlı tatlı üfledi; biz de kuzu kuzu dinledik. Onu dinlemekten başka çare de yoktu. İnanınız, üçümüz de büyülenmiştik. Çünkü çok güzel anlatıyor ve yakıştırıyordu. Üstelik eğleniyor, neşeleniyor ve dinleniyorduk.

 

Trablus’a vardık, şirketin bürosuna girip biraz dinlendikten sonra Genel Müdürümüz yeni kendine gelmiş gibi;

 

«- Ferit be! İbrahim’in, demin yolda bize uzun uzun anlattıkları doğru muydu? Peki bunları o Arap çocuklardan nasıl anlayabildi?», diye şaşkınlığını ifade etmiş, bunun üzerine gülüşmüştük.

 

***

Libya’da Çok Şey Öğrendim  

 

Hani derler ya «Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir?». Bu, gerçekten pek önemli bir sorudur. Cevabı içinde olan uyarıcı bir mesaj da taşır. Ben de hayatımda epeyce seyahatlerde bulundum. Bu gezilerin, daha sonra çok yararını gördüm.  Yalnız Libya’ya değil, Ortadoğu’nun birçok ülkesine, kısmen Uzakdoğu’ya ve Avrupa’ya yaptığım seyahatlerin, benim için birer şans kaynağı olduklarını söyleyebilirim. Seyahatlerim, maddi herhangi bir kazanca yönelik değildi. Onun için, ufkumun açılmasında bu gezilerin çok büyük katkısı oldu. Çünkü para kazanmak için seyahat eden insanın amacı sınırlıdır. Bu amaçla gezen insan hep kaygılıdır; nasıl para kazanacağının hesabı içinde saatleri geçer. Ama bilgilenmek, çevreyi, dünyayı ve hayatı daha iyi tanımak için gezen insan genelde rahattır; çünkü daha özgürce düşünür; onun saptayacağı gerçekler, üreteceği düşünceler başkalarını da aydınlatacağı için insancıldır.

 

Gerek bu geziler sırasında, gerekse Libya’da yıllarca kaldığım değişik süreler içinde öğrendiklerim, vaktiyle İstanbul’un Sebze-Meyve Hali karşısında çektiğim çile, (gördüğüm gizli tasavvuf eğitimi) sırasındaki gözlemlerimi tamamlamış oldu. Evet Libya’da yeni yeni şeyler öğrendim. Bunların hepsi de bana çok yaradı. Şimdi merakınızı gidermek için; bu ülkede neler gördüm, neler yaşadım, neler öğrendim, onları anlatayım.

 

Libya’ya asla parasızlıktan dolayı, ya da para kazanmak için gitmedim. Her şeyden önce bunu vurgulamalıyım. Çünkü Libya’ya gittiğim günlerde, kendime ait bir dairem ve bir arabam vardı. Üstelik alın teriyle helâlinden kazandığım altmış bin lira kadar da bir nakdi birikime sahiptim. Bu parayla o gün iyi bir daire alınabilirdi; ya da bir iş için sermaye yapılabilirdi. Libya’da kaldığım ilk yıl içinde bazı kayıplarım bile oldu. Örneğin kimseye muhtaç olmadan bol bol harcamak üzere eve bıraktığım altmış bir lira paranın önemli bir kısmını eşim, -gelip borçtan dert yanan bazı tanıdık kadınlara- sözde ödünç vermişti. Bunları sonradan tahsil edemedik. Üstelik, ilk seyahatimden ancak ön dört ay sonra yıpranmış ve yorulmuş olarak döndüm.

 

Önce de anlattığım gibi ben, içinde bulunduğum tarikatın karanlık tünelinden çıkıp kurtulmak istiyordum. Bu ancak yurtdışına gitmekle mümkündü. Onun için 02 Mayıs. 1976 günü İstanbul’dan Belgrat’a gitmek üzere içinde bulunduğum uçak pistten havalanırken hiçbir yolcunun benim kadar sevindiğini tahmin edemem. O gün derin bir nefes almıştım. Bu sadece İstanbul’dan Libya’ya değil, aynı zamanda şirkten imana bir yolculuktu. Artık, ölülerin, mezarların türbelerin, çelenklerin, -cenazelere üşüşen- iskatçı haşerelerin, heykellerin, mozolelerin, katafalkların, padişah ve diktatör putlarının tıkış tıkış olduğu karanlık bir tünelden kurtuluyordum. Tevhidin ferah ve parlak aydınlığına doğru uçuyordum.

 

Libya, tabiatıyla bir Vahhabi ülkesi değil. Dolayısıyla Libyalılar, ona buna rasgele küfür ve şirk damgasını basan insanlar da değiller. Fakat Türkiye’deki gibi dağa taşa kurda kuşa türbeye, heykele, ölülere ve diktatörlere tapan insan da yok orada... Çok mutedil, fakat samimi ve güçlü bir imân anlayışını Libya insanında görmek mümkündür. Bu ülkede öğrendiğim ilk şey bu oldu ve çok dikkatimi çekti.     

 

Gittiğim her yerde daima ufkumu açacak, kişiliğime olumlu katkısı olacak kaliteli bilgiler edinmek istedim. Beni uğraştıracak, başıma dert açacak hiçbir bilgi kaynağıyla ilgilenmedim. Bu sebepledir ki ne Türkiye’de ne de yabancı ülkelerde siyasi bir meseleden dolayı sorun yaşamadım.

 

Libya’da işverenle yabancı işçi arasında düzenlenen sözleşmenin bir maddesinde «işçi, siyasetle ilgilenmeyeceğine ilişkin taahhütte bulunur». İşte ben bu taahhüde daima bağlılık gösterdim. Orada çok hareketli siyasi havalar vardı. Ama ben bu atmosferin daima dışında kaldım.

 

Benim çok önemli bir avantajım vardı. Arapça biliyordum. Bu ülke insanı ile çok rahat anlaşabiliyordum. Halkla temas kurmak, onlarla konuşup anlaşmak, oturup sohbet etmek bana İstanbul’da ne kadar kolaysa Trablus’ta ya da Libya’nın herhangi bir yerinde de aynen o kadar kolaydı. Zaten bunun için oradaydım. Bu ise bana güven veriyordu. Üstelik ben ilk zamanlarda gramer ve edebiyat kurallarına oldukça dikkat ederek konuşurdum. Bu, ise sık sık esprili diyaloglara yol açıyor ve havayı yumuşatıyordu. Tabi bu tür iletişim, işlerimizi de kolaylaştırıyordu. Araplar da tıpkı Türkler, Kürtler ve İranlılar gibi duygusal insanlardır. Bir fıkra, bir anekdot, bir espri hemen havayı değiştirebiliyordu. Bu milletlerin ortak yanları ve paylaştıkları değerler sayılamayacak kadar çoktur. Tahmin edemeyeceğiniz zenginlikte İslâmî temele dayanan bir ortak kültüre sahiptir bu uluslar... Bu noktanın, elbette ki arka planına burada girmek istemem ama, şu kadarını söyleyeyim ki bu dört milletin çocukları örneğin Nasrettin Hocayı; İslâm mimarisini; -selamlaşmada, hapşıran birine sağlık dilemede, din ve ibadet konularında- sayamayacağınız kadar deyimleri, terimleri, nükteleri, anlayış ve zevkleri paylaşırlar. İşte ben bütün bunları saptama olanağını orada buldum. Libya benim için bir üniversite kampusu gibiydi. Bu ülkenin kentlerinde, yollarında, cadde ve sokaklarında bile o kadar yararlı çok şey öğrenebildim ki bunları özetlemeye kalksam yetiştiremem. Bu ülkede kentli köylü, zengin yoksul, her tabakadan insanla yüz yüze geldim. Bakanlar, üst düzey bürokratlar, Öğretim üyeleri, avukatlar, her statüden memurlar, şoförler, esnaf ve bedeviler; kiminle karşılaştıysam ondan mutlaka bana yarayacak bir şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Cadde ve sokaklarında gezerken, resmi dairelerinde bir işlem takip ederken, bir nakliyeci ile pazarlık yaparken bile öğrenebildiklerim bana öyle bir birikim kazandırdı ki bu ülkede mükemmel bir sosyoloji, geniş bir ilahiyat ve lengüistik ihtisası yapmış kadar kazanımlar elde ettiğimi söylersem, meseleyi hiç de abartmış olmam.  

 

Libya’da çalışan Türklerin ve tabiatıyla Arap olmayan yabancıların en büyük sorunu dil farkından kaynaklanıyordu. İşte Libya’da üstlendiğim rolün önemi bu alanda ön plana çıkıyordu. Dolayısıyla iletişim konusunda çeşitli hizmetler verirken çok önemli gerçekleri de saptayabiliyordum.

 

Karşılıklı görüşmelerde şiveden aksana, seçilecek deyim ve sözcüklere, üsluba ve ses tonuna kadar çeşitli lengüistik özelliklerin her biri son derece önemlidir. Özellikle Türkler, Araplar ve Farslar gibi Doğulu milletler arasında, bunlar çok daha büyük önem taşır. Hangi ülkede olursanız olunuz, muhatabınız kim olursa olsun, yalnızca duruş pozisyonunuz, giyim tarzınız, yüz ifadeniz ve el hareketleriniz gibi davranış biçimlerinin değil, bununla birlikte konuşma tarzı, seçilen kelimeler, ifade ve üslup gibi hususların da etkileri küçümsenemez.

 

Libya’ya ilk gittiğimde, halkın dilini biliyor olmakla birlikte sırf onlara özgü çeşitli dil ve anlatım özellikleri hakkında hiç bilgim yoktu. İlginçtir ki daha önce ziyaret etmiş, hatta bazılarında yıllarca kalmış olduğum Arap ülkelerinde de Libyalılara hiç rastlamamıştım.  Belki birçok kimse bilmez; onun için şunu açıklamakta yarar vardır; her Arap ülkesinin ayrı bir mahalli aksanı ve şivesi bulunur. Yerel şiveyle konuşmazsanız onlara fizik olarak benzeseniz bile yabancı olduğunuz hemen fark edilir. Şu var ki bütün Araplar, bu şiveler arası farklara rağmen hiçbir sorunla karşılaşmadan birbirlerini rahatça anlarlar. Meselâ bir Mısırlı, bir Suriyeli, bir Ürdünlü, bir Yemenli bir Libyalı ve bir Tunuslu kendi aralarında rahatça konuşup anlaşabilirler. Diyalog sırasında, birbirlerini anlamada hiçbir sorunrla karşılaşmazlar.

 

Arap sosyolojisini, özellikle dil ve iletişim konularında Türk sosyolojisiyle karşılaştırdığımızda çok önemli farklar görürüz. Örneğin bütün dünya Arapları aynı alfabeyi ve aynı yazın dilini kullanırlar. Arap liderleri siyasi forumlarda bir araya geldiklerinde yerine göre bu ortak dili de kullanırlar; özel sohbet şeklinde geçen karşılıklı konuşmalarda her kes kendi şivesiyle konuşarak da yine anlaşabilirler. Oysa Türk aleminde böyle bir homojenlik yoktur. Bugün Türk dünyası ortak bir alfabeye ve ortak bir milli dile sahip değildir. Onun için örneğin, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi ülkelerin devlet başkanları ya da diplomatları, Türkiyeli meslektaşlarıyla bir araya geldiklerinde ancak tercüman aracılığıyla anlaşabilmektedirler. Sanırım kamuoyunu bu noktada maniple etmekten kaçınmak için Türki Cumhuriyetlerin devlet adamlarıyla Türkiye’li siyaset ve devlet adamları arasında geçen konuşmalar mahalli televizyonlardan yansıtılmamaktadır; yansıtılmak da istenmemektedir. Hatta bundan öyle kaçınılmaktadır ki bu, sözde Türk liderler arasında tercümanlık eden şahıslara doğru kamera, eğer kazara yönelecek olursa sihirli bir elin onu derhal başka bir yöne çevirdiğine tanık olursunuz! 

 

Elbette ki benim de konuştuğum mahalli bir şive vardı. Siirt’li olduğum için bizim yörede konuşulan şiveye dilim alışkındır. Bu şive Irak ve Suriye’de yaygın olan şivelerden de farklıdır. Nitekim Suriye Arapça’sının etkisi altında bulunan Mardinlilerin kullandığı birçok kelime bizde farklı telaffuz edilir.

 

Ama ben Libya’da ne Siirt’in mahalli şivesini, ne de burada konuşulan kelimeleri kullanabilirdim. Çünkü Siirt Arapça’sı bugün artık Arapça olmaktan çıkmıştır. Üç beş molladan başka hiçbir Siirtli, Arapça bir kelime bile okuyup yazamaz. Burnunun dibindeki Irak ve Suriye’de yayınlanan yüzlerce yayından değil bir gazeteyi, bir çocuk hikâyesini bile bir Siirtli, okumasını beceremez. Hatta çok ilginçtir ki Siirt’e atanan Türk kökenli Müftüler ve din adamları aracılığıyla ancak bugün Siirtli Araplar Kur’an’ı anlayabiliyorlar! Son elli yıl boyunca, içine hızla doluşan yığınlarca Kürtçe ve Türkçe kelimelerden dolayı bu yöresel dil artık Arapça olmaktan çıkmıştır. Bunun sebepleri üzerinde duracak değilim!

 

Onun için eğitimim sırasında öğrendiğim ve başarıyla kullandığım gramatik Arapça’yı Libya’da kullanıyordum. Benim kullandığım Arapça’ya «Millî Arapça» veya daha doğrusu «Edebî Arapça» demek gerekir. Bu ise tüm Arap ülkelerinin ortak basın, yayın, bilim, kültür, eğitim ve akademi dilidir. Onlar bu dile «El-Fushâ» derler. İlk başlarda sırf bu dille konuşurken muhataplarımla duygusal ve eğlenceli anlar yaşadığım çok oldu. Sebebi şuydu: onlar kendi mahalli şiveleriyle konuşuyorlardı; bense kurallı konuşuyordum. Entelektüel bir toplantı dışında Araplar kurallı konuşmaya alışık olmadıkları için beni dinlerken sanırım kendilerini bir konferans salonunda, bir hatip ya da bir spiker karşısında görür gibi olurlardı. Ben konuşmaya başlarken her defasında gülümsediklerini fark ederdim. Hatta bir keresinde kendisiyle sert tartıştığım bir muhatabım bana;

 

Gerçekten beni öfkelendirecek şeyler söylediniz; ama yine de sizi zevkle dinliyorum. Çünkü aynen bir spiker gibi konuşuyorsunuz, demişti.

 

Dolayısıyla benim bu anlatım tarzım, çok kere işlerimi kolaylaştırıyordu. Hem etrafımdaki elektrikli havayı dağıtmaya, hem takip ettiğim işi kısa yoldan sonuçlandırmaya yarıyordu. Çünkü onlara göre bir yabancı, saygı duydukları dillerini kusursuz konuşuyor demekti . Bu ise onları gururlandırıyor, göğüslerini kabartıyordu. 

 

Libya’da elde ettiğim en büyük kazanım, mesleki terminoloji alanında gerçekleşti. Evet çok iyi Arapça biliyordum, ama itiraf etmeliyim ki bu konuda önceden sahip bulunduğum bilgiler din, edebiyat, felsefe ve sosyoloji alanlarıyla sınırlıydı. Mesleki terimler konusunda ise çok büyük eksiklerim vardı. Oysa büyük bir müteahhitlik firmasının dış ilişkilerine bakıyordum. Şirketimiz, başta İskân Bakanlığı olmak üzere çeşitli kuruluşlarla sözleşme yaparak büyük konut projeleri almıştı. Bu işler ise çok yönlü, çok kapsamlı ve çok uğraştırıcıydı.

 

Bir yandan bürokratik işlemler sırasında önüme çıkan çeşitli yeni terimler, öbür yandan şirketimizin aslî işi olan İnşaat ve malzemeleriyle ilgili kalabalık terminoloji, ilk günlerde beni tam anlamıyla köşeye sıkıştırdı. Örneğin teminat mektubu, finansman, istihkak, fiyat ve birim cetveli, muhabir banka, konfirmasyon, altyapı, sosyal tesisler, toprak analizi, toplu konut, kalkınma planı, sigorta poliçesi, yükleme emri, para deklarasyonu, komisyon, sigorta primi ve daha neler neler... Bunların Arapçasını nasıl ve nerede öğrenecektim?! Evet, yirmi yıl Arapça okumuştum. Arapça hem aile dilim, hem eğitim dilimdi. Ama ben bunları Türkiye’de, hatta yıllarca kaldığım başka bir Arap ülkesinde bile nasıl öğrenebilirdim ki! Çünkü seçtiğim iki branşın da sıra kitaplarında, bu terimlerin hiç biri yer almıyordu. Örneğin «istihkak» kelimesi Arapça idi. Ancak bu kelimeyi Türkler yanlış seçmişlerdi. Türk sözlüğünde, piyango bileti çeker gibi böyle kafadan çekilmiş yüzlerce Arapça kelime var. Bunları ben nasıl kullanabilirdim? Türkler Arap sözlüğünden keyiflerince seçip aldıkları binlerce kelimeye, yine keyiflerince birer anlam yüklemişler. Ben bunların biraz farkındaydım. Nitekim zamanla öğrendim ki Türkiye’de müteahhidin üretim karşılığı olan alacağına «istihkak» deniyormuş. Oysa bunun yerine Araplar «mustakhlas» kelimesini kullanıyorlar. 

 

Bilirsiniz, inşaata ait malzeme kalemleri çok kalabalıktır. Ne var ki bunların içinde bazılarının, ne Türkçe, ne de Arapça adlarını yaşamım boyunca bir kez bile duymamıştım. Allâme bile olsanız, yabancısı olduğunuz mesleğin terminolojini kapsamlı olarak bilemezsiniz. Haydi çivinin, menteşenin, temelin, çerçevenin, kapı kolunun, demirin kerestenin adını bilebilirsiniz; fakat şartnamelerde, fiyat birim cetvellerinde, raporlarda ve proje taslaklarında, yabancısı olduğum o kadar çok isim, terim, deyim ve anlatım kalıpları vardı ki bunları önceden bilmeme zaten imkân yoktu. Üstelik bu konudaki eksikliklerimi giderirken danışabileceğim birini de bulamazdım. Hiçbir zaman da bulamadım. Aksine Türk şirketlerinden bana terminoloji konusunda sürekli danışmaya gelirlerdi. İlk zamanlarda böyle sıkıntılı bir durumdaydım. Bazen tam anlamıyla çaresizlik içinde kalıyordum. Ama yaşamı seven, hayatın hep güzelliklerini seyretmeye alışmış olan canlı ruhsal yapım, durmak, usanmak bilmeyen zihnim ve serin yüreğim için bu bir sıkıntı kaynağı olmamalıydı. Kendi yağımda kavrulacak, ama bir handikap karşısında yenilgiyi kabul etmeyecek, her zaman çareler üretecektim. Öyle de oldu.  

 

Kısa zamanda temel malzemelerim olan çeşitli lügat ve ansiklopediler tedarik ettim. Rehberler, broşürler, formlar, deklarasyonlar, panolar, trafik işaret levhaları, çok amaçlı uyarı levhaları, prospektüsler, çizelgeler, şemalar ve istatistikler gibi kaynaklardan elde ettiğim, sembolleri, formülleri, deyim ve tabirleri elden geldiğince en kapsamlı biçimde ve çok kısa zamanda topladım. Onları gerek alfabetik, gerekse konularına göre kategorisel biçimde tasnif ettim. Böylece kendim için bir bilgi bankası kurdum. Ayrıca Türkçe-İngilizce-Arapça-Fransızca arası karşılık taramalarıyla çözümler buldum. Çok geçmeden de bunları gerek yazılı, gerekse sözlü anlatımlarda başarıyla kullanarak büyük bir performans sergiledim. Öyle ki muhatabımız olan kuruluşların yetkilileriyle zaman zaman yaptığımız toplantılar sırasında bir tutanak, bir rapor ya da bir sözleşme düzenlenecek ise bunda benim katkım çok olurdu. Ortak çabalarımızla gereken metni hazırlarken genelde benim önerdiğim anlatım kalıpları kabul edilirdi.  Bu toplantılardan sonra da Libyalı muhataplarımızın takdirini kazanırdım.

 

Nitekim bu sayededir ki iş görüşmeleri sırasında bazen tartışmalar sertleşince ben esnek bir manevra ile havayı değiştirir âdeta bir katalizör görevi yapardım. Çünkü amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemekti. Bu durumları da az yaşamazdık. Bu konuda bir anımı nakledeyim.

 

Libya’ya daha yeni gitmiştim. Cevahirlerle birlikteydim. Libyalı bir nakliye taşeronu, kamyonlarıyla bizim şantiyemize mıcır taşıtıyor, belli sürelerle de gelip ücretlerini tahsil ediyordu. Yine alacakları birikmişti. Fakat şirketimizde bir para sıkıntısı yaşanıyordu. Adamcağız bir gün gelmiş bu sorunun çözümü için patronla görüşüyordu. İbrahim Cevahir Beni istedi. Odasına girdim, ikisinin de suratı asık duruyorlardı. Sorun nedir, daha bilmiyorum. Cevahir hemen bana döndü ve aynen şunları söyledi:

 

«- Te gi ona! (yani ona de ki) tuttuğum kibi oni ha şu bençereden atarum tişari!»

 

Yerimde siz olsaydınız, bu cümleyi (Başbakanın akrabası olan) bir Libyalıya -hem de Libya’da- tercüme etmeyi acaba göze alabilir miydiniz? Belki diyeceksiniz ki, elçiye zeval olmaz, tabi ki aynen iletilir. Sanırım bu doğru değildir.  Nitekim ben de tercüme etmedim. Tam tersine Ona;

 

- İbrahim Bey, «bir hafta sonra buyurun gelin ödeyelim» dedi, diye çevirdim ve adamı hemen oradan güzel bir şekilde savdım.

 

Tabi Cevahir, öfkesi yatışınca bana sordu;

 

«- Ula Hoça! Sen ne tedun da adam ha oyle sessuz çegup kitti?» diye sorunca hemen cevabı yapıştırdım:

 

- İbrrahim Bey! Allah Aşkına bir Libyalı, Türkiye’de gelip sana karşı aynen bu sözleri sarf etse ne yaparsın, dedim.

 

Yemin etti ve     

 

« - Orya heman keberdurum oni», dedi. (yani, onu oracıkta hemen gebertirim.)

 

İşte bir tehlikeyi Allah’ın lütfu ile bu şekilde önlemeyi başarmıştım. Nitekim İbrahim Cevahir, bu olay üzerine beni çok sevdi, bana hep güvendi ve ne yapıp etti bir hafta sonra bu adamcağıza alacaklarından bir miktarını ödedi. Öbür kısmı için de süre aldık ve nihayet mesele tatlıya bağlanarak olaysız sona erdi.

 

***

 

Evet Libya’da çok şey öğrendim. Bunlardan biri de kendi toplumumu keşfetmek oldu. İçtenlikle söylemeliyim ki algılama, tepki, zevk, dinsel anlayış, yabancıya ve dünyaya bakış gibi çeşitli psikososyal yönlerden Türkiyeli insanı Libya’da daha net biçimde tanıyabildim.

 

Gerek birinci fasıl, gerekse ikinci fasıl Libya hayatımda saptayabildiğim önemli gerçeklerin başında Türkiyeli şirketlere ait şantiyelerde yaşanan ideolojik grevler oldu. Libya iş yasalarına göre grev de lokavt da yasaktı. Dolayısıyla bu gibi girişimlerde bulunan yabancılar, eğer tüm uzlaştırma çabalarına rağmen direnirlerse genelde sınır dışı edilmek gibi bir sonuçla karşılaşırlardı. Ancak Libya’da sosyalist bir düzen egemen olduğu için işçi haklarının çiğnenmemesi konusunda büyük ölçüde duyarlılık gösterilirdi. Fakat Türkiyeli işçilerin bu konuda karşılaştığı iki büyük sorun vardı. Bunlardan biri; işçilerle işçi haklarını koruyan kurumlar arasındaki çok nedenli iletişimsizlikti. İlginçtir ki o günler, Türkiyelilere ait şantiyelerinde hemen hiç kimse bu önemli sorunun farkında değildi. Bu ise hiç kuşkusuz taraflar arasındaki dil ve kültür farklarından kaynaklanıyordu. Türkiye ve Libya Halkları arasında her ne kadar «çok güçlü tarihi ve kültürel bağlar» varsa da önemli anlayış farkları da vardır.

 

Türkiyeli işçiler, Her şeyden önce Libya’nın yeni yönetim şekli hakkında doğru bilgilere sahip değillerdi. Dolayısıyla şantiyeleri ele geçiren, aralarındaki Marksist militanlar, İslâm’a duydukları derin hınç ve düşmanlıktan sebep Libya’nın yönetim biçimini –aynen Türkiye’deki yobaz laikçilerin üslubunu kullanarak- anlatmaya çalışıyorlardı. Yeraltı örgütleriyle irtibatlı olan bu militanlar, Libya’daki rejimi, -yeşile boyanmış- sahte bir sosyalizm olarak niteliyor; onun, -bu isim altında İslâm’ı  kamufle ederek hayata geçirmek için- kurulmuş hileli ve gerici bir sömürü düzeni olduğunu ileri sürüyorlardı.

 

Bu iletişimsizliğin büyük nedenlerinden biri de Türkiyelilere ait şantiyelerin, kentlerden uzak bölgelerde ve çöllerde olmasıydı. Tel örgülerle çevrili olan bu çöl şantiyeleri, aynen birer esir kampı gibiydi. Çünkü İstanbul’dan Trablus Havaalanına getirilen işçiler, servis otobüsleriyle doğruca şantiyelere taşınıyorlardı. Bunların çoğu, aylarca, hatta yıllarca Libya’da bir kasabaya bile uğrama olanağını bulamadan kesin dönüşle tekrar Türkiye’ye yolcu olacakları gün, yine servisle Trablus Hava Limanına getirilip İstanbul’a postalanıyorlardı. Bu zavallı insanlar, dara düştüklerinde dertlerini kime anlatacaklardı?!

 

Kentlere yakın küçük şantiyelerde ve Türk şirketlerinin bürolarında çalışan işçi ve personel, ancak Uzlaştırma Komisyonuna (Hay’at Al-Tawfeeq=Hey’et-üt-Tevfik) başvurma olanağına sahip bulunuyorlardı. Şikâyetlerini bildirdiklerinde ilgi görür ve haklarına kavuşurlardı. Fakat bunların hem sayıları son derece azdı, hem de işveren ne yapıp yapar bir bahane bularak iş sözleşmelerini feshedip onları Türkiye’ye postalardı. Ayrıca bunlar hak ararlarken hemen her zaman dil engeline de takılırlardı. Çünkü bu işçilere şikâyetlerini iletmede yardımcı olabilecek hiç kimse bulunmazdı. Tıpkı lânetlenmiş gibi ortada kalırlardı. Sebebine gelince, Türkiyelilere ait şirketlerde çalışan tercüman ve mütercimler patronların maaşlı elemanları idiler. Bunlar, işçi-işveren anlaşmazlıklarında Uzlaştırma Komisyonu ve mahkemeler huzurunda daima işveren tarafını tutmak zorunda idiler. Aksi halde hemen ekmeklerinden olur, kovulan işçilerle birlikte Türkiye’ye postalanabilirlerdi! Libya’da serbest çalışan tercüman bulmak da hemen hemen mümkün değildi. Trablus’ta Libyalılardan birine ait bir tercüme bürosu vardı. Fakat bu zat hem Türkçe bilmezdi, hem de sözlü Tercüme ile meşgul olmaz, sadece literatür çevirirdi. Onun için Türkiyeli işçiler Libya makamlarına dert anlatmak konusunda çok kere çaresiz kalırlardı. 

 

Ben, daima dış ilişkiler müdürü olarak hizmet verdiğim için, işçi-işveren ihtilafları benim alanımın dışında kalırdı. Ama yukarıda sözünü ettiğim türden olayları da duyardım.

 

Bu ilgiyle dil sorununa ilişkin olarak saptadığım birçok gerçekler de oldu. Bu konu beni çok yakından meşgul ediyordu. Çünkü gerek Türkiyelilerle Libyalılar arasında sık sık tanık olduğum iletişim sıkıntısı, gerek oldukça sık rastlanan tercüme yanlışlıkları ve bu hataların yol açtığı çok yönlü sorunlar, özellikle Türkçe’den Arapça’ya yapılan tercüme üzerinde zamanla dikkatimi yoğunlaştırdı. Libya’da faaliyet gösteren Türkiyeli Şirketlerin sayısı 1982’de yüzü aşınca bu firmalarda tercüme görevini yapan şahısların eğitim düzeyleri, gerek Türkçe gerekse Arapça konusunda ne derece bilgi sahibi oldukları, aralarında «bilingual» niteliğini taşıyan birinin bulunup bulunmadığına ilişkin bazı araştırmalar yaptım ve ilginç sonuçlar elde ettim.

 

Evet, bu şirketlerin hepsinde de sözde tercümanlar ve mütercimler vardı. Fakat ne yazık ki bir iki kişi hariç, bu adamcağızların çoğu sadece birer ayakçı idiler. Hiç biri de tercüme mesleğinde formasyon almış değildi. Öyle ki «Tercüman» ile «Mütercim» kavramları arasındaki farkı bile anlayamıyor, bilemiyorlardı! Bizim Mardin ve Hatay illerinden getirtilmiş olan bu zavallı ayakçıların çoğu, üstelik eğitimsiz idiler. Kendi ana dillerinde okuma yazma bile bilmiyorlardı; Türkçeleri de sakattı. Bunların bir kısmı da Kerkük Türkmenlerinden oluşuyordu. Ayrıca Türkiye’de yüksek öğrenim görürken o dönemde sürpriz olarak ortaya çıkan bu fırsattan yararlananmak için kayıtlarını dondurarak para kazanmak üzere Libya’ya kapağı atmış Arap kökenli öğrenciler de vardı. Bunların hepsinin de dönüşü olmayan birçok yanlışlıkları oldu. Firmalarla mahalli makamlar arasındaki iletişimi sözde sağlamaya çalışan bu ayakçılar, hiç kuşku duymuyorum ki genelde bilmeyerek ilişkilerde yıkıcı roller oynadılar.

 

Bu ilgiyle Türkiye’ye döndükten sonra özellikle İlahiyat ve filoloji öğrencileri üzerinde yaptığım araştırmalar çok daha ilginç sonuçlar elde etmemi sağladı. Bu konularda akademik çalışmalar yaptım ve onları kitaplaştırdım. İleride bu çalışmalarımdan biraz söz edeceğim.   

 

***

 

 

Libya’da, Arap-Türk ilişkileri hakkında da önemli şeyler öğrendim. Bunların başında, -Türkiye ve Türkler hakkındaki tutumları bakımından- Arap Dünyasının iki farklı kanattan oluştuğu noktası gelmektedir. Birinci kanat, «Al-Maşrıq’ul Arabî» diye adlandırılan (Yemen, Uman, Muskat, Suudi Arabistan, Ürdün, Filistin, Körfez Ülkeleri, Irak, Suriye ve Lübnan) gibi Doğu Araplarıdır; ikinci kanat ise «Al-Magrib’ul-Arabî» diye adlandırılan (Sudan, Libya, Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya) gibi Batı Araplarıdır. Mısır, Doğu ile Batı Arapları arasında bir rezistans ülke gibidir.

 

Bu iki kanadın, -yalnızca Türkiye ve Türkler hakkında değil-, başta siyaset ve düşünce olmak üzere başka birçok önemli konularda da genel olarak tutum ve görüşleri farklıdır. Doğulu Araplar daha radikal düşüncelere sahiptirler ve daha sert yöntemlere başvururlar. Batılı Araplar (Kuzey Afrika Arapları) ise daha uzlaşmacıdırlar. Türkler bu bölgede ilgi görürler ve sevilirler. Onun içindir ki Libya’da yerli halk ile temas kurabilen Türkiyeliler kısa süre içinde onlarla kaynaşma olanağını buldular. Aralarında ileri derecede dostluklar kuruldu. Fakat ne yazık ki bu noktada da yine iki büyük engel ortaya çıktı ve bu ilişkilerin yaygınlaşmasını sekteye uğrattı. Birincisi dil sorunu idi. İkincisi ise galiba siyasi bir hile idi.

 

1975 yılında Libya, Türkiyeli Müteahhitlere kaplarını açınca (ne derece doğrudur bilmeyiz) derler ki; hemen derin devlet devreye girdi ve Türkiyeli Şirketlerin kurucu ve yöneticilerinden başka kimsenin Libya’da yerli halkla doğrudan temas kurmaması için «önlemler» aldı! O günlerin manzarasına bakarsanız bu iddiayı doğrulayan kanıtlar bulursunuz. Kimisi de der ki, (toplumda birtakım sosyal ve kültürel sorunlar yaşanmaması için) bunu Libya istemişti. Bu açıdan iki taraf da memnun kaldılar. Çünkü üç beş evlilikten öte bir sosyal yakınlaşma olmadı. On beş yıl kadar Türkiyelilerin yoğun olarak yaşadığı Libya’da taraflar arasında çok nadir bir iki basit çekişmeden başka hoş olmayan hemen hiçbir olay da yaşanmadı.

 

Bu çok doğaldı. Çünkü iki tarafın ortak değerleri o kadar güçlüdür ki aralarında bir sorun baş gösterdiği zaman hemen bu ortak değerler gündeme getirilir ve uzlaşma ortamı sağlanırdı. Ben bu ortak değerler üzerinde pek durmak istemem. Çünkü bunlar, Kur’andaki İslâm’ın, Araplar ve Türkler tarafından dejenere edilmesiyle peydahlanmış anlayışlardır. Bu konuların, ilim ve ihtisas erbabı dışında kalan eğitimsiz çoğunlukla paylaşılmasında mahzurlar olabilir!

 

Libya halkının dilinde ve geleneklerinde Türklerden kalma birçok izler bulunmaktadır. Örneğin bazı Türkçe sözcükler, Libya’nın halk Arapça’sına serpilmiş olarak bu gün bile kullanılmaktadırlar. Beeşe (Paşa), bey,  beyaz (Piyaz), hafda (hafta), kebeeb (kebap), kundura, kupri (Köprü), şiyşe (şişe), şişme (çeşme), Tebbe (tepe), terzi, bunlardan sadece birkaçıdır. Türk sözlüğünde ise bugün hâlâ beş bine yakın Arapça kelime bulunmaktadır. Kökünü Arapça’dan almakla birlikte Türkler tarafından kişi adları olarak kullanılan isimlere de (öbür Arap ülkelerinde olduğu gibi) Libya’da çok rastlanır. Fevzi, Adil, Hüsnü, Enver, Cuma, Ramazan, Recep, Kemal, ve Murad gibi. Bu adlar her ne kadar Arap sözlüğünden vaktiyle Türkler tarafından alınmış ve kullanılmış ise de, Osmanlı yönetiminden önce Araplar tarafından kullanılmamıştır. Bunlara ek olarak başlangıçta sırf Araplara özgü isimler iken başka milletlerin İslâm’a girmesinden sonra bütün Müslümanlara birer kültürel değer olarak mal olan; Muhammed, Ali, Ömer, Osman, Hasan, Hüseyin, Ahmet, Mahmut, Abdullah ve Abdurrahman gibi adlar da bunlardan sayıldığında ortak öğelerin ne kadar çok olduğunu tahmin etmek mümkün olur.

 

Bu nedenle Libyalılarla Türkiyelilerin zaman zaman o kadar çok yakınlaştıklarını, birbirlerine yardımcı olduklarını görürdüm ki buna çok şaşardım. Çünkü Araplarla Türklerin arasını açmak, onları birbirine diş bileyen kanlı bıçaklı düşmanlar haline getirmek için son yüz yıldır içeride ve dışarıda harcanan çabalar tahmin edemeyeceğiniz kadar çoktur. tabiatıyla bu çabaların sonucu olarak bazen tatsız şeyler de yaşanırdı.

 

Örneğin herhangi bir ilgiyle yan yana oturup konuştuğumuz bazı Libyalı gençler, «siz Türkler, bizi dürt yüz yıl sömürdünüz» diye birtakım laflar ederlerdi. Bunları çok kere duymazlıktan gelir, karşılık vermeye bile değmez boş sözler olarak sallar geçerdim. Çünkü ağzımı açacak olsam Arabına da Türküne de Kürdüne de Farsına da söyleyecek çok şeylerim vardı!

 

Sebebine gelince, evrensel düşündüğünüz zaman, kendi dar dünyasına tutsak düşmüş, kabuğunu kıramamış, hayat ve kâinat olaylarına gözleri kapalı kalmış insanların, toplulukların hatta milletlerin kısır, bencil ve karanlık düşünceleri, ideolojileri, politikaları ve kavgaları size komik gelir. Onun içindir ki genelleme yaparak bütün Arap milletini aşağılayan Bazı Türklerin öteden beri geveledikleri sözler de bana çok komik gelir. Siz de sık sık duyuyor olmalısınız «Pis Arap», «Ne Şamı’ın şekeri ne de Arab’ın Yüzü», «Bunu Yaparsam Arap olayım», «Nerede Arap Nerede Tambur», «Arap saçı gibi karışmış»... sadece bunlar mı? Siyah kedi ve köpeklere «Arap» diyeni mi ararsınız; Çingeneye «kıpti» diyerek hem Mısırlı Arapları hem çingeneleri aşağılayanları mı ararsınız, Sözde Hz. Muhammed’in «Ben Arabım, ama Arap benden değil» dediğini ileri sürüp, böylesine korkunç bir iftirada bulunan ahlâksız insanları mı ararsınız; bunların hepsi bana çok komik geliyor. Neden, biliyor musunuz? Çünkü bu adamlar, Arap ülkelerinden bir çöpçünün bile gelip Türkiye’de çalıştığını gösteremezlerken Türkiye’den Arap ülkelerine, -işçisinden mühendisine, doktorundan tüccarına kadar- milyonlarca Türkün gidip oralardan ülkesine çuval çuval para getirdiklerini şöyle bir an düşünebilecek yetenekte olsalar biraz daha dikkatli konuşurlar sanırım!          

 

***

 

Libya’yı Son zamanlarda Tanıyabildim.

 

Evet ilginçtir ki on yıl kadar kaldığım Libya’da, son zamanlara kadar bu ülke hakkındaki bilgilerim çok sığdı. Bunun önemli iki nedeni vardı. Birincisi, şirketteki işlerimin yoğunluğu idi. Bu nedenle daha çok üst düzey Libyalı bürokratlarla ancak iş toplantılarında karşı karşıya gelebiliyordum. Bu toplantılar, çok sıcak ve dostane geçtiği halde yine de resmiyetin o soğuk duvarlarını delip bu şahsiyetlerden birine sokularak özel şeyler konuşacak fırsat ve münasebeti yakalayamıyordum. Onlardan birinde de pek böyle bir eğilim bulamadım. Belki başka sebepleri de vardı! Çünkü Arapça’yı çok iyi kullandığım ve bütün kültürel değerlerinde ve zevklerinde onlara katıldığım için, çok kere sevindiklerine bana gıptayla baktıklarına tanık olurdum. Hatta hemen her karşılaşmadan sonra beni kutlarlardı. Buna rağmen içlerinden hiç biri ile süreklilik kazanan bir dostluğum asla olmadı.

 

İkinci sebep de sanırım benim aşırı derecede tedbirli davranmam oldu. Çünkü ne de olsa bu ülkenin yabancısıydım. Bir vatandaş ile kuracağım çok sıcak ilişkiler yanlış değerlendirilebilir ve aleyhimde sonuçlar verebilir diye çekiniyordum. Yani ben de onlara fazla yaklaşmıyordum, yaklaşmak da istemiyordum. Daha çok onlardan bir jest, bir davet bekliyordum. Bendeki bu psikolojinin haklı gerekçeleri de vardı. Tanınmış bir aileden gelmek ve vaktiyle bir cemaatin başında bulunmuş olmaktan dolayı kendi ülkemde bile istihbaratçıların, ajanların, ispiyoncuların ve dedikoducuların daima nefeslerini ensemde hissetmiştim. Bereket ki bana hiçbir zaman takabilecek bir kulp bulamamışlardı. Şimdi bir şanssızlık yaşamamak için yabancı sıfatını taşıdığım bu ülkede çok daha dikkatli olmam gerektiğine inanıyordum. Onun için ileri derecede çekingen davranıyordum.

 

Sanırım böyle davranmakta da biraz haklıydım. Çünkü zaman zaman bazı tuhaf şeyler olurdu. Örneğin bulunmam gereken bir toplantıya eğer götürülmemişsem orada birtakım özel şeylerin konuşulduğunu bir şekilde öğrenirdim!!! Bu ilişkiler içinde bulunmadığımdan memnun olurdum. Demek ki bu gibi toplantılarda «bitirilen işler hakkında!» bazı şeyler öğrenmek ve tarafların örtülü ilişkilerine tanık olmak bana yakıştırılmıyordu! Evet, iki tarafın da bana yakıştıramayacağı ilişkiler sırasında hazır bulunmam elbette ki doğru olamazdı. İster bana güvenmemiş olsunlar, ister beni kirli işlere bulaştırmak istememiş olsunlar, ben onların bu davranışlarını bana saygı göstermiş gibi değerlendirirdim.   

 

Libya’da şirketimizin birçok şantiyesi vardı. Bunlar, aynı bölgenin içindeydiler, fakat aralarındaki mesafeler pek de kısa sayılmazdı. Sirt, Bukrein (Ebu Qurayn), Bunjim (Ebu Nujeym), Qaddahiyye, ve Wadi Bey’den başka yerlerde de küçük çalışma yerlerimiz vardı. Merkez Büromuz ise Trablus’ta idi. Bu şantiyeleri Einstein’la birlikte sık sık ziyaret eder, buralarda bazen bir iki gün kalırdık. Dolayısıyla şantiye hayatını da yakından görme fırsatını buldum. Tel örgülerle çevrilmiş geniş bir alan içinde bir taraftan kazılmış temeller, yer yer subasmana kadar dökülmüş onlarca tabliyeler, birkaç kata kadar yükselmiş binalar, yeni yeni siteler, camiler yollar, kanalizasyon şebekeleri, her tarafta çalışan makine sesleri, kocaman jeneratörün çöl semalarını çınlatan dev gürültüsü, silolar, mıcır üretim ünitesi, silobaslar, betoniyerler, ağır iş makineleri, Mack kamyonlarından oluşan nakliye filosu, tamirhaneler, hangarlar, malzeme ve yedek parça depoları, her şantiyenin genel manzarasını oluşturuyordu. Fakat bunlar son derece düzenliydi. Şantiyelerimiz, çalışma disiplini bakımından çarpıcı birer örnek idiler.

 

İşçiler vardiyalarla çalışırlardı. Büyük şantiyelerimizde gece gündüz yirmi dört saat faaliyet vardı. Bunların hemen tamamı «Karadeniz Uşağı» idiler. Şantiye alanı içine karınca gibi yayılır, arı gibi çalışırlardı. Bıkmak usanmak bilmeyen bu Karadenizli gençlerin yaptığı işler çok çeşitli ve çok zordu. Hafriyat, kalıp ve demir işleri, beton ve briket dökümü, sıva, karo, mermer ve fayans döşeme, su ve elektrik tesisatı, kapılar, pencereler, mutfak dolapları, korkuluklar, boya, badana ve zor sayılabilecek kadar ince işler ve baş döndürücü ayrıntılar hep bu gençler tarafından hazırlanır, yapılır, takılır ve son şeklini alırdı. Ayrıca şantiyelerimizin tam teşkilâtlı marangozhanelerinde inşaatın, kapı ve pencere gibi ahşap donanımları dışında mobilya da imal edilirdi. Bütün bu çalışmalar da yine Karadenizli mahir ustalar tarafından sürdürülürdü. Şirketimizle Libya Devleti arasında akdedilmiş sözleşmelerde bu gibi lüks işler bulunmamasına rağmen, yetkili merciler tarafından herhangi bir itiraz ya da yasaklama ile karşılaşmazdık. Gerek iklim ve coğrafi şartlar, gerek gurbet hayatının doğurduğu stres, gerekse işlerin ağırlığı ve riskleri bu gençleri oldukça sarsar ve hırpalardı. Fakat bu yorucu işlere rağmen hepsinin de yüzü gülerdi. Aynı yörenin insanları olarak kalabalık sayıda bir arada bulunuyor olmak, bir ölçüde onları teselli ediyordu. Bu sıkıntıları ve gurbet acısını dindiren başka bir sebep de kazandıkları para idi. Bunun, gerçekten fazlasını da hak ediyorlardı.

 

Şantiyeye uğradığım her defasında bu güleç yüzlerle karşılaşırdım. İçim ferahlar, açılırdım. Buralar birer Küçük Türkiye gibiydi. Akşam olunca işçi barakaları arasından Karadeniz türküleri ve kemençe sesleri yükselmeye başlardı. Ben de gidip onları zevkle izler, onlarla özlem giderirdim. Benim personelden ve şirketin ekâbirlerinden bir farkım da buydu. Dinlenme saatlerinde işçilerin kümelendiği yerlere gider onlarla oturur, dertlerini dinlerdim. Her birinin kendine göre ufak tefek şikâyetleri vardı. Kimisi, gönderdiği havalenin ailesine ulaşmamış olmasından, kimisi bir sağlık sorunundan yakınırdı. Elimden gelen yardımı esirgemez, sıkıntılarını onlarla paylaşmaya çalışırdım. Beni çok sever özlerlerdi. Çay, süt ve meşrubat ikram eder, bana yağmur gibi sorular yöneltirlerdi. O kadar çok şey sorarlardı ki hepsine nasıl cevap yetiştireceğim diye şaşırırdım.

 

Sorularının büyük bir kısmı da dini konularla ilgiliydi. Bu yüzden de sıkışırdım. Çünkü her dini soru, basit bir «ilmihal sorusu» değildir. İslâm bütün dinlerden farklı olarak bir yönetim ve yaşam düzeni olduğu için, dinsel (mistik ve ruhânî) sanılan bir çok konu İslâm’a göre dünyasaldır. Bu yüzden de her sorunun çok yönlü yanıtları vardır. Bunları her zaman herkesle konuşup tartışamazsınız. Özellikle de İslâm kültüründen yoksun, gelenekçi kalabalıkların karşısında son derece dikkatli olmak gerekir. Yoksa kafaları karıştırabilirsiniz; sonra da işin içinden çıkamazsınız! Belli ki işçilerimiz, bir mahalle imamının, ya da bir Türk ilahiyatçısının ağzıyla –alışık oldukları bir üslup içinde- konuşmamı herhalde bekliyorlardı. Oysa ben tarikatçılardan, mezhepçilerden, dincilerden, dindarlardan, hatta onların karşıtları olan laikçi yobazlardan yeni yeni kurtulmuştum. Çölün ortasında böyle bir çamurun içine yeniden girmem, çok büyük bir tedbirsizlik olurdu. O yüzden ben bu gençleri dilimin döndüğü kadar şaşırtmadan, kafalarını karıştırmadan ikna etmeye çalışır, meselenin içinden ustaca sıyrılırdım.

 

İşte böyle, hep işimle ilgiliydim ve şirketin ilişkileri dışında kimse ile temas kurmazdım. Bu nedenle de Libya’nın Tarihi, siyasal, sosyal ve kültürel yönleriyle son zamanlara kadar ilgilenmedim. İlgilenmeye başladığım günlerde de bu konulara sadece bir akademik araştırmacı olarak yaklaştım. Öyle ki 1981 yılında Dr. Abdülhamit Harrama adında Libyalı bir akademisyenle tanıştığımda, «Bunca yıldır buradasınız, sizi nasıl tanıma fırsatımız olmadı!» diye şaşkınlığını ifade etmiş, hayıflanmıştı. Bu tevafukun getirdiği dostluk ilgisiyle bana yönelttiği teklif üzerine uzun bir makale hazırladım. Bu makale, «The İslâmic Call» Derneğinin 1981 yılı bülteninde yayınlandı. Fakat Libya’da yaşayan hiç bir Türkün bu makaleyi okuduğunu, hatta böyle bir şeyden haberdar olduğunu sanmıyorum. Çünkü –ne ilginçtir ki- Türkleri en az ilgilendiren şey bilgidir. 

 

Libya ile ilgili olarak öğrendiğim şeyler, her gün dolaştığım yollarında, cadde ve sokaklarında, gördüklerimle; yerli medyadan ve zaman zaman satın aldığım tek tük kitaplardan okuduklarımla sınırlıydı. O kadarla da kaldı. Sözünü ettiğim bu doğal haber kaynakları, aslında mahalli dili bilen her insan için yeterlidir. Çünkü eğer gazeteci veya araştırmacı değilseniz. Bu kaynaklardan, yabancılığınızı giderecek çok şey öğrenebilirsiniz. Ayrıca Trablus Fuarına uğradığım sıralarda, ülkenin turizm ve folkloru ile ilgili epeyce bröşür almıştım. Bunlar da çok yararlı oldu. Onun için Libya ile Türkiye arasında on yıldan fazla zaman içinde sık sık seyahat etmiş çok iyi Arapça bilen biri olarak bu ülke hakkında malumat sahibi olduğumu söyleyebilirim. Bunları da sizinle paylaşmak isterim.

 

Kapladığı alanın genişliği bakımından Afrika’nın dördüncü büyük ülkesi olan Libya’nın yüzölçümü 1 775 000 Kilometrekaredir. Bu devasa büyüklükteki alanın ekili bölümü eskiden sadece %1 idi. Bunun dışında kalan kısmın %8’i otlak, geriye kalanı ise çöldü. Bir Eylül devriminden sonra küçümsenemeyecek miktarda toprak ıslah edilmiş, büyük alanlar tarıma elverişli hale getirilmiştir. Fakat arazinin, -sahilden uzak olan- içerideki büyük kısmı yine de çöldür. Yeşil alanlar Akdeniz sahiline paralel olarak uzanan yerlerdir. Tunus-Libya Sınır kapısı Ra’s el-Ejdir’den başlayarak, Libya-Mısır sınırı İmsaid’e kadar uzanan, ülkenin Akdeniz üzerindeki sahilinin uzunluğu 1900 Kilometredir. Bu sahil üzerinde, eni yer yer yüz kilometreyi bulan arazi üzerinde zeytinlikler, bağlar, meyve bahçeleri ve ekili araziler uzar gider.

 

Şantiyelerimizin hepsi de işte bu sahil bandı üzerinde bulunuyordu ve Trablus ile Bingazi arasında bir alana serpilmişti. Trablus’tan En uzak noktada bulunan şantiyelerimiz, son dönemde stratejik bir önem kazanan Sirt kenti içinde bulunuyordu. Bunların en büyüğü Sirt’in Sapkha Mahallesi’ndeki 700 konutluk yerleşim projesiydi. İkinci şantiyemiz de Sahildeki sitelerdi. Burası sonraları Başkent haline getirilince, Bakanlıklar bizim yaptığımız sitelere nakledildiler. Ancak kentin altyapı projesine başlamak üzereyken ECE İnşaat firması maalesef çökünce bu işler başka şirketlere verildi.

 

Trablus’tan kalkıp en uzak noktadaki şantiyelerimize varıncaya kadar 513 kilometre mesafe kat ederdik. Sahil boyu izlediğimiz otoban üzerinde birçok kentin yakınından geçerdik. Bunlar Garabolli, Khoms, Zeliten, Misurata, Tavurga, ve Buqrain idi. Bu güzergah üzerinde, Khoms yakınlarında bulunan Fenikelilerden kalma Leptis Magna harabeleri, araştırmacıları ve geçmişi merak eden her insan için zengin bir tarih hazinesi olarak durmaktadır. Ben bu güzergâh üzerinde yaptığım her yolculukta bu tarihi kenti ziyarette bulunur, o göz kamaştırıcı eserlerin arasında uzun uzun turlar atar, etrafı ibret ve hayranlık içerisinde saatlerce seyrederdim.

 

Bu tarihi kentin bir eşi de Sabrata Harabeler’idir. Trablus’tan Zuwara’ya giderken yolun sağında ve sahil üzerindedir. Harabelerin bulunduğu sahil noktasından iki kilometre kadar içeride, aynı adı taşıyan şirin bir kasaba bulunmaktadır. Vaktiyle birinci Libya faslına rastlayan günlerimde buraya da sık sık uğrardım. İkinci Libya Faslı sırasında da şirketimiz, baharın tatlı günlerinde personel için piknik gezileri tertip eder, arkadaşlarla topluca buraya gelirdik; gün boyu eğlenir, unutulmaz saatler yaşardık. Nitekim yine buraya düzenlediğimiz bir gezi sırasında Erol adındaki bir şoförümüzü tutan gülme krizi dakikalarca sürmüştü. Her birimizin üzerinde değişik bir etki bırakan bu ilginç olayı halâ bütün canlılığıyla hatırlıyorum.

 

1976 yılında, Einstein’ımız, bu harabelerin tam hizasında otoban üzerinde bir trafik kazası geçirmiş, Zawiye Hastanesinde tedavi görmüştü. Bu tarihi kenti her düşündüğümde, Einstein’ı da bu ilgi ile hatırlardım. Zaman zaman birlikte o noktadan geçtikçe de eski günlerimizi konuşur, anılarımızı yenilerdik. Bir keresinde birlikte bu tarihi kenti ziyaret ettik. Bütün heybetiyle karşımda duran Amphitheatre binasını uzun uzun seyrettim. Yine zihnim binlerce yıl ötesine kadar gitti. Derin derin düşündüm. Teknolojiden daha eser yokken; yani elektrik, makine, motorlu taşıt araçları ve telli telsiz haberleşme araçları hiç yokken insanlar, hayranlık uyandıran bu heybetli eserleri nasıl inşa ettiler? O burçlar, o mermer direkler, o göz nuru ve el emeğiyle oyulmuş yontulmuş cilalanmış türlü türlü süslerle bezenmiş mermer sütun başlıkları ve direkler; bunları düşünen, dizayn eden ve gerçekleştiren dehalar, zevkler, hayaller ve umutlar... Bütün bunlar beni derinden düşündürüyordu. Sonra forumları, tapınakları ve Hadriyan Hamamlarını gezdik.

 

Nihayet bir yere geldik. Aklım bazı şeylere takıldı. Burası, büyük kısmı yıkılmış yarım daire şeklinde duvarla çevrili, yaklaşık otuz metrekare genişliğinde bir mekândı. Bir cephesi ise düz, muntazam bir duvar olarak ayakta duruyordu. İçeride yarım daire şeklindeki duvar boyu, yan yana dizili bulunan, tuvalet menfezlerine benzer delikler gördüm. Evet, bunlar tuvalet delikleri olmalıydı. Ben bunları incelerken meğer Einstein, beni dikkatle izliyormuş. Başımı kaldırıp yüzüne baktım, alay eder gibi,

 

«- Ne bakıyorsun?», dedi. Hemen anlamıştı. İçimden geçenleri sanki okuyordu. Tabi O Avrupa’da okumuş bir mimardı, üstelik bir dahiydi. Ne soracağımı da hemen hemen biliyordu. Beni hayret içinde görmüştü. Dayanamadı, bir tek soru yöneltmeme bile fırsat vermeden oracıkta birkaç dakika içinde ilginç birtakım açıklamalar yaptı.

 

Evet burası kentin genel tuvaletiydi. Demek ki binlerce yıl önce de şehircilik anlayışı vardı. Elektrik, teknoloji, gelişmiş taşıt ve haberleşme araçları hiç yoktu ama İnsanlar (Pi sayısını) bile henüz keşfetmemişken toplu yaşamın bütün gereklerini ve ihtiyaçlarını o günlerde de hesaplamış, hesaplayabilmiş, bize bugün bile parmak ısırtacak eserler ortaya koymuşlardı.

 

Fakat o gün, oracıkta öğrendiğim çok ilginç bir şey oldu. Yan yana dizili olarak gördüğüm o tuvalet delikleri arasındaki mesafeler yirmi beşer cm. den daha azdı. Bu ne anlama geliyordu biliyor musunuz? Demek ki bu delikler arasında kesinlikle duvar bulunmuyordu. İnsanlar o devirde buraya girer, alt elbiselerini hemen indirir, belki de orada bulunanları selamlar ve yan yana oturarak ihtiyaçlarını giderirlerdi. Daha açıkçası, aralarında hiçbir duvar, hiçbir perde bulunmadan yan yana oturup çişlerini, dışkılarını ve gazlarını çıkarır, birbirlerinin (günümüzde saklanan) organlarını seyreder ve konuşup tartışırlardı!

 

İlk bakışta buranın bir umumi tuvalet olduğunu keşfetmiş olmam Einstein’a ilginç gelmiş, zekâmı beğenmişti. Ancak bu ayrıntıları bilmiyordum. O beni aydınlattı. Dönüşte yol boyunca da buradaki tarihi eserler üzerinde epeyce sohbet etmiş, binlerce yıl önce yaşamış olan insanların düşünce biçimleri, yaşam tarzları, kültür ve uygarlık düzeyleri, duyguları ve inanış biçimleri üzerinde epeyce beyin jimnastiği yapmıştık. Derin düşünceleriyle, ilginç izah tarzlarıyla, olağanüstü algılama hızıyla, şaşırtıcı mantık kuramlarıyla, hatta zaafları ve fobileriyle beni hayatta en çok etkileyen bu insan, belleğimde silinmeyecek izler bırakmıştır.

 

Sezebildiğim kadarıyla yaşlanma ve ölüm korkusu, bu arkadaşımın ağır basan kaygıları arasında geliyordu. Ölümden her söz edildiğinde irkilir, yüz ifadesi oldukça değişirdi. Ben de konuyu hemen değiştirir, daha fazla ıstırap çekmesine engel olurdum. Vakıa ölümden korkmayan kimse yoktur. Hiç unutmam bir gün televizyon seyrediyordum; kanalın muhabiri, Aziz Nesin’e mikrofonu uzattı ve ona şu soruyu yöneltti:

 

1.                          Ölümden korkuyor musunuz? Nesin, espri ile karışık şu ilginç yanıtı verdi:

2.                          Ölümden korkmuyorum demek, ben biraz hayvanım, demektir!

 

Bunun üzerine ben önce katıla katıla gülmüş, daha sonra da derin derin düşünmüştüm. Hatırladıkça yine hem gülüyor, hem düşünüyorum. Çünkü ölüm, insanları için için meşgul eder. Kimse ölüm hakkında uzun uzun konuşmaz ama insanlar ondan çok korkarlar. Bana kalsa, insanoğlunun tarih boyunca sanat ve eğlence adına icat ettiği her şey, (müzik, dans, spor, yarışlar, festivaller, faşingler ve çeşitli törenler) ona ölümü unutturma amacını taşır. Ben de çocukluğumda ve gençliğimde ölümden korkardım. Fakat kişiliğim oturdukça ve ahirete olan imanım derinleştikçe bu korku hafifledi. Daha doğrusu, Allah’ın hoşnutluğunu kazanıp kazanmama kaygısına dönüştü. Ne var ki arkadaşım Einstein’ın Allah, imân ve ahiret gibi kavramlarla pek ilgisi yoktu.

 

İmanî ve felsefi görüşlerimiz arasındaki derin uçurumlara rağmen Einstein ile her zaman çok düzeyli tartıştık. Tekrar etmeliyim ki ondan çok şey öğrendim ve bu insana çok şey borçlu olduğuma inanıyorum.

 

***

 

 

 

Istırap İzleri

 

Yaşamım boyunca hep özel sektörde çalışmış olmam, bana daha hareketli ve daha diri bir ruh ve beden kazandırmıştır. Bunu büyük bir nimet olarak görüyor ve bundan dolayı da Allah’a şükrediyorum.

 

Devlet sektörü, sanırım böyle değildir. Orada, «salla başını al maaşını» felsefesi daha çok geçerlidir. Özel sektöre gelince durum oldukça farklıdır. Çünkü büyük ya da küçük olsun, eğer özel bir işletmede çalışıyorsanız çok daha titizce izlenir ve denetlenirsiniz. Ve çünkü özel işletmenin sahibi zarar ederse bir daha ayakları üzerinde duramayacak şekilde çökebilir, devlete benzemez. Ayrıca özel işletmenin başındaki kimse gerçek kişidir; devlet ise tüzel kişidir. Gerçek kişi, plan ve programlarını bizzat kendisi yapar; ya da çok titiz bir şekilde izleyerek ve denetleyerek yaptırır. Ama tüzel kişinin plan ve programları daima başkaları tarafından yapılır. Onun için ikisi arasında uzun uzun anlatılacak çok büyük farklar vardır. Özellikle de gerçek kişinin çalıştırdığı elemanın mümkün olduğunca yararlı hizmetler vermesi için işletmeciliğin bütün kuralları titizce uygulamaya çalışılır. Dolayısıyla eğer kaytarır, işi savsaklar, ciddiyetinizi bozarsanız çok geçmeden sepetlenirsiniz. Patronun babasının oğlu bile olsanız böyle bir zihniyet taşıdığız sürece her an kovulmak gibi bir akıbetle yüz yüze gelebilirsiniz.

 

Benim karakterimde böyle bir zihniyetin yeri olmadığı için hizmet verdiğim her yerde daima sevildim, takdir gördüm ve kutlandım. Para kazandırdım ama buna karşılık haklarım çok yendi. Orayı dilerseniz hiç kurcalamayalım. Fakat başkalarına ders olsun diye –deneyimlerime dayanarak- genç, enerjik, nitelikli dürüst ve inançlı elemanlara ıstırabımın izlerini anlatırken ayrıca şöyle bir uyarıda da bulunmak isterim:

 

Çalıştığınız her yerde, emeklerinize ve başarılarınıza sahiplenecek, onları kendilerine mal etmeye çalışacak sinsi asalaklar mutlaka vardır. Unutmayınız ki balın bulunduğu her yerde sinek de bulunur. Arı da sinek gibi bir böcektir fakat balı üreten odur. Sinek ise balı kirletir. Çünkü gider pisliğe konar, sonra gelip onu balınıza bulaştırır. İş yerlerinde bulunan insan kılığındaki sineklerin şerrinden korunmak, gerçekten güçtür. Çünkü yerine göre gelip önce sizinkini yalarlar, ondan sonra da gidip patronunkini yalarlar. Patronunkinden umdukları tadı alırlarsa bu kez gelip size ve sizinkine tükürürler! Emeklerinizin ve başarılarınızın inkâr edilmemesi için bu yalayıcılara karşı daima dikkatli olmak zorundasınız.

 

Çalışma hayatında genç istidatların ruhunu söndürecek, umutlarını kıracak, hatta yaşamlarını karartacak bir tehlike daha vardır ki o da yobazın yapacağı manevi işkencelerdir. Örneğin vicdan sömürüsüne kapalısınız. Düşüncelerinizde aklın, naklin, mantığın ve bilimin ölçülerine bağlısınız. Bu durumda tekkeci, tarikatçı, takkeci, Tespihçi, türbeci üfürükçü bir yobazın hışmına uğrayabilirsiniz. O, size hep bir zındık, bir kâfir gözüyle baktığı için her fırsatta şeyhinin kerametlerinden, menkıbelerinden, içinde bulunduğu acayip kılık kıyafetin hikmetlerinden dem vurup kafanızı daima şişirmeye çalışacak, sözde sizi «ıslah» etmeye uğraşacaktır. Onun amacı, sizi «hidayete erdirmektir» (?!); kendisi ise, «dalâlet içinde» yuvarlanıp gittiğinin farkında bile değildir!

 

Ancak unutmayınız ki iki türlü yobaz vardır. Birincisini tanıttım. Bu örneğin şerrinden korunmak çok zor değildir. Çünkü bu kategoriye giren yobaz kitleler Türkiye’de çoğunluğu oluşturmalarına rağmen ikinci sınıf vatandaş durumundadırlar ve sindirilmişlerdir. Dolayısıyla korkaktırlar. Fakat onları ve ülkenin tümünü ele geçirmiş bir yobaz azınlık daha vardır ki bunların tehlikesi çok daha büyüktür. Laikçi, anıtçı, mumyacı, çelenkçi, heykelci ve leşçi olan bu yobazlardan biri eğer çalıştığınız şirkette ya da bölümde bir soğana bile baş olabilmişse işiniz biraz zordur. Çünkü O dış görünüşü bakımından çağdaştır (!) Ünlü markalardan seçtiği kravatıyla pahalı, ütülü cafcaflı kıyafetiyle, mest edici parfümüyle, parçaladığı lügatiyle epeyce imrendiricidir. Ya da kıçına geçirdiği «blue-jean»iyle, çenesindeki keçi sakalıyla, kulağındaki küpesiyle, jöleli saçlarıyla, o bir enteldir, sanatçıdır, ya da «aydın»dır (!) Üstelik yasalar da ondan yanadır!!! İşte bu adam, beynindeki heykellerden her gün bir kaçını çıkarıp başınıza balyoz gibi indirebilir; travma geçirmenize neden olabilir. Onun örümcek dolu kafasındaki tanrıların hiç biri, gerçekte Allah’ın yarattığı bir eşek kadar bile bu dünyada işe yaramadığı halde onların büyüklüğünden, kahramanlıklarından, ne kadar yüce olduklarından (!) her gün, her fırsatta laf açarak, nutuklar atarak, hokkabazlıklar yaparak beyninizi yıkamaya, imanınızı gölgelemeye, vicdanınızı karartmaya, -elinden gelirse- sizi kışkırtıp suçlu duruma düşürmeye uğraşır durur; ta ki sizi bıktırıp çileden çıkarıncaya kadar. Bu iki sınıf yobazın tehlikelerine karşı son derece uyanık olunuz ve unutmayınız ki Turan Dursun’un tırlatmasına neden olanlar, Abdurrahman Dürre’yi çileden çıkaranlar, Edip Yüksel’in beynini sulandıranlar, Evranosoğlu’nu zındıklaştıranlar ve Hasan Mezarcı’yı tımarhanelik edenler, işte bu mezarcı iki yobaz takımdır! Bu iki tür mürteci yobazın manevi işkencelerine daima uygun çareler bulmaya çalışınız. İlmin, İslâm’ın ve aklın çareleri tükenmez.

 

Ben de iş hayatım boyunca bu iki tip yobazın arasında sıkışıp kaldım. Libya’ya gidince Tarikatçı yobazından bir dereceye kadar kurtulmuştum. Fakat bu kez de bir sürü laikçi yobazın arasına düştüm. Çenemdeki bir tutam kıla gözleri takıldıkça sinirlenir, kırmızı bez görmüş İspanyol boğası gibi kızarıp bozarırlardı. Acaba ne yapalım da bu adamı biraz daha ezelim? Ne diyelim de onun vicdanını bugün de biraz daha örseleyelim? Putumuzun neyini bugün –hiçbir ilgi yokken- ballandıra ballandıra anlatalım da sırf bu adamı şu çölün ortasında çatlatalım, diye soru bulmakta âdeta yarışır gibiydiler. Beni aşağılayıcı gözlerle süzüp durularken bütün bunları hissederdim. Bir hınç kaynardı, bir öfke fokurdardı içlerinde. Eğer isteseydim hiçbir putoşa kıçının kılı kadar önem vermeyen Libyalı istihbaratçılara onları teslim edebilirdim. Putun ne olduğunu onlara anlatırlardı! Fakat buna hiçbir zaman tenezzül etmedim.

 

Putoş deyince, yıllar sonra 09 Nisan 2003 günü Bağdat’ta, paldır küldür yıkılıp yerle bir edilen Saddam’ın heykeli gözümün önünde canlandı. O anı hiç unutamam. Keyifle ve ibretle seyretmiştim. O sırada şu sözcükleri mırıldanıyordum: «Allah’ın ne kadar da azametli bir otoritesi var, bir zalimi başka bir zalime musallat ediyor ve domuzu köpeğe boğduruyor! Hiç kuşku duymuyorum ki bütün putoşlar er veya geç, günün birinde bu sonla karşılaşırlar; putoşçular istemese de...»

 

Zaman zaman putları -işte böyle yerle bir edildiği için-, putçular sürgit streslidirler. Onun için eften püften bahane bulup mutlaka birine çatmak isterler. Libya’da bulunduğum yıllar önce bir gün işte bunlardan biri bana zakkum gibi acı bir soru yöneltmişti. Kalabalığın içinde ağzını köpürterek havlar gibi aynen şöyle demişti;

 

- Hoca! Sen hiç domuz eti yedin mi? 

 

Evet, aynen böyle havlar gibi konuşuyordu. Hiçbir ilgi de yoktu onun bana böyle bir soru yöneltmesi için... Ama laikçi kaşınıyordu. Belki hiç karşılık vermeye tenezzül etmemem gerekirdi. Çünkü küçükken annemden duymuştum; bana bir keresinde şu öğütte bulunmuştu: «Oğlum hiç kimseye hakarette bulunma, hele birinin saygı duyduğu şeye asla sövme. O da tutar senin saygı duyduğun değerlere söver. Üstelik, saygıya yaraşmayan kendi kutsalının öcünü, senin saygıdeğer kutsalına sövmekle alır! Sonunda da dönüp sana şöyle der: “Sövme alçak babamı, söverim paşa babanı”»

 

Yıllar sonra Kur’an-ı Kerim’de annemi doğrulayan âyetler bulmuş, hayret etmiştim. Evet, Nisa Suresi’nin 140. ve En’am Suresi’nin 108. âyetleri annemi doğruluyorlardı. Fakat ben bu laikçi yobazın «alçak babasına» sövmemiştim ki. Durup dururken o bana hakaret etmişti. Dolayısıyla annemin öğütlerini o anda hatırlamam için bir neden yoktu. Bir anda beynime kan sıçramış gibi oldu. Kendime hakim olamadım, ağır biçimde tahrik olmuştum. Laikçiye çok çirkin bir karşılık verdim. Ona bir soru sordum. Ne dedim bilir misiniz?

 

3.                          Sen de Ananı hiç ......tin mi?!!!!

 

Laikçi kazığa oturmuş, «yanıtını» almıştı. Bereket sustu. Bunların sürekli havlayan tipleri de vardır. Siz taşladıkça o daha çok havlar ve daha çok saldırır. Sonunda yorulan siz olursunuz. Unutmayınız ki köpeğin kudurmuşu, ayının kudurmuşundan daha beterdir!

 

Yalnızca çalışma hayatımda değil, çocukluğumda, öğrencilik günlerimde, seyahatlerim sırasında ve -İstanbul’a taşındıktan sonra- komşularımızın bize karşı zaman zaman sergiledikleri tutumda da birçok kez yüreğim dağlanmış manevi işkenceler yaşadım. Doğuda, vaktiyle halkının tamamı Kürtlerden oluşan bir çevre içinde yaşarken -Arap bir aile olduğumuz için- hiç kimse bizi küçümsemezdi. Esasen Arap, Kürt Türk ayırımı diye bir zihniyet yoktu Kürtler arasında... Oysa biz İstanbul’a taşındıktan sonra, hele çocuklarımız büyüyünce çevremizden zaman zaman ilginç tepkilerle karşılaştık. Fatih gibi sözde çoğu «dindar» ve «muhafazakâr» bir çevrede bile çocuklarımızın, mahalledeki yaşıtları tarafından «Arap Arap, eski çorap!» diye alaya alındıklarını sık sık duyardık. Demek ki bu masum çocukları böyle etkilemiş olan anne ve babalar vardı. Bu sadece bizi üzmekle kalmıyor, aynı zamanda çocuklarımızın geleceği hakkında derin derin düşünmemize de yol açıyordu. Bu ayırımcılığı yapanlar kimlerden ve nereden güç alıyorlardı? Bu çok önemli bir soruydu. Önce bunun yanıtını bulmak gerekiyordu. Tarikatçıların uğradığı baskılar bile, -onların, yanlış yollarla da olsa- biraz İslâm’a bulaştıklarından kaynaklanmıyor muydu; ve İslâm’ın dili olan Arapça’ya (yanlış şekillerle de olsa) ilgi duydukları için onlar da aynen bizim gibi manevi işkencelere uğramıyorlar mıydı? İşte yanıt bulunmuştu. Demek ki suçumuz Arap ve Mü’min olmaktı!!! Ama biz daima sağduyumuzla hareket ettik. Biliyorduk ki bu ülkede sadece ırkçılar, tarikatçılar, laikçiler ve Mitüdistler yaşamıyor; küçük bir azınlık bile olsalar Türk kökenli çok sammi mü’minler de yaşıyorlardı. Onlar bizim kardeşlerimizdi. Nitekim bu değerli insanlarla her karşılaştığımızda ıstıraplarımız birazcık diniyordu. Çünkü onlar da aynen bizim gibi baskı altında yaşıyorlardı. Hem de bizzat soydaşları tarafından reva görülen aşağılayıcı muamelelere maruz kalarak...

 

Bu gerçeği anladıktan sonra, tek çarenin «develeri gütmek» olduğunu kararlaştırdım. Açık söylemem gerekir; ailece çok istekli olmamıza rağmen –ezilecekleri kaygısıyla- çocuklarımıza Kur’an okutmadık; evde mümkün olduğunca Arapça konuşmadık. Aynı zamanda ailemden kimseyi ne Libya’ya ne de herhangi bir Arap ülkesine hiç mi hiç götürmedim. Çünkü öküzün altında buzağı arayanlar olabilirdi! Dolayısıyla çocuklarımız Arapça’yı öğrenemediler. Tarikatçılık, ırkçı-Hanefîst Sünnîlik, Mitüdizm, laikçilik, Şâfiîzm, Vahhabilik ve Alevîlik gibi bozuk inanış biçimlerinin etkilerini yaşamamaları için onlara Kur’an ve Sünnet ışığında gerçek İslâm’ı evde öğretmeğe çalıştık. Böylece onları Amerikancı Sünnîlerle, Solcu Alevîlerin şerrinden uzak tutmayı başarabildik, ancak –bu binbir surat ülkenin şartlarında- hem çok sıkıntı çektik, hem de bu çocuklar son derece yalnızlık hissettiler. Artık kimseye güven duyguları kalmadı.

 

Bir nebze anlattığım bu ıstırapları çok çektim. Ama hayat güzeldi. Yaşamaya değerdi. Çifte yobazın arasında sıkışıp kahretmenin hiçbir alemi yoktu. Onun için hep teselli olmaya çalıştım ve tedbirli davrandım. Benim teselli kaynağım çok güçlüydü. Himayesine sığınmış bulunduğum biricik güç, Yüce Rabb’imdi. Kâinatın yegâne yaratıcısı, tek, eşsiz, başlangıçsız, sonsuz, ölümsüz, ihtiyaçsız ve egemenliği sınırsız olan Allah’ın korumasını daima üzerimde hissettim. Namlunun ağzında yaşadığım günler de oldu, ama bu duygumu ve bu inancımı asla yitirmedim. Bu kesin, köklü ve güçlü imanımın ve duygumun belki de ödülü olarak Allah Teâlâ beni yobazların şerrinden her zaman korudu. Onlardan biriyle aramda sorun çıktığında hiçbir zaman beni savunacak bir müridin, bir dalkavuğun, bir yalayıcının yanımda olmasını beklemedim. Onun için Allah’ın lütfuyla her zaman başarılı oldum.

 

Bu iki mürteci zümre hakkında yıllarca süren gözlemlerim ve edindiğim belgesel izlenimler, Türkiye’deki bütün olumsuzlukların kaynağı olan tutuculuğun nedenlerini yakalamamı sağladı. Özellikle Mitüdizm’in (Milli Türk Dini’nin) içyüzünü, kadavracı ve laikçi öğretisini belgesel olarak öğrenme olanağını buldum. Dolayısıyla benim bu konudaki birikimim, onlardan çektiğim manevi işkencelere ve ıstıraplara değdi.  Bu ilgiyle saptadığım gerçekleri belgesel ve çarpıcı bir anlatımla «Öteki Türkiye’den Son Manzaralar» adı altında kitaplaştırdım. Bununla büyük teselli buldum.

 

Libya’dan döndükten sonra çeşitli yobaz kalabalıklar üzerinde araştırmalar yaptım. Sağcısından solcusuna, liberalinden devletçisine, hümanistinden ırkçısına, lâikçisinden tarikatçısına, masonundan satanistine kadar her birinin kafasındaki örümceklerin cinsini tanıdım. Zavallıydılar; aslında onları küçümsemiyor, onlara acıyorum. Sarıklı cübbeli, bodurlu, yakası yağlı, kulağı kir dolu sofular; türbelerin, sandukaların etrafında kendinden geçmiş dua eden dindonoşlar; Şişli’de, Teşvikiye’de cenaze alkışlayan «kafakağıdı müslümanoşları», mozoleci, katafalkçı laikçiler; mevlitçiler, ıskatçılar, çuvala girip ant içen masonikler... Bu kategorilerin hepsinin de hastalığı aynı mikroptan kaynaklanıyordu. Hepsi de Allah’tan başka şeylere tapıyorlardı. Hepsi de boşlukta yüzüyorlardı. Samimi bir materyalist kadar bile düşünemiyorlardı. Onun için birbirlerinin yakasına düşmüşlerdi. Hiç birinin de öbüründen farkı yoktu.

 

Yaşamım boyunca iş ortamında her zaman bu kategorilerden insanlarla birlikte çalışmak zorunda kaldım. Nadiren düzeyli bir mü’min kişiye, ya da haddini bilen kültürlü geniş ufuklu bir materyaliste rastladım. Bu iki kategori insanla oturup rahatça tartışabilirsiniz. Ama heykeletapar bir laikçiyle ya da şeyhetapar bir tarikatçıyla akıl ve mantık dairesinde asla tartışamazsınız. Bunların arasında uzun yıllar büyük bir ıstırap içinde yaşadım. Onlarca yıl süren o yoğun işler, o koşuşturmalar beni asla yormadı, beni hiç usandırmadı. Fakat yobazların, mürtecilerin manevi işkencesi beni sürekli incitti, yüreğimin içinde acı veren izler bıraktı. Her şeye rağmen bu sınavda iki başarı kazandım. Bunlardan biri şirkin ne mendebur bir hastalık olduğunu öğrendim. İkincisi de -özellikle İkinci Fasıl Libya dönemimde-, birlikte çalıştığım kadro elemanlarıyla öyle esnek ve kıvrak bir strateji anlayışı içinde çalıştım ki onlardan bu hastalığa yakalanmış birileri var idiyse de hemen hemen farkına varamadım. Çünkü artık bağışıklık kazanmıştım.      

 

 

Libya’dan Dönüyorum

          

İkinci Libya Faslım 1986 yılı sonlarında noktalandı. Ben yine Türkiye’ye döndüm. Yeni bir iş, yeni bir hayat için birtakım programlar yapıyordum. Tabi ki evde oturamazdım. Canlılığımdan ve enerjimden hiçbir şey yitirmiş değildim. Üstelik yenilenmiş, deneyimler kazanmıştım. Fakat bu kez Türkiye eskimişti...

 

Evet, sokaklarda, otobüs duraklarında artık insanlar makineli tüfeklerle taranmıyor, kalabalıklar her gün meydanlara dökülüp gösteri yapmıyorlardı. Duvarlara, vaktiyle karşıt kampların yazıp çizdiği sloganlar da gri boyalarla sıvanmıştı. Türkiye’ye makyaj yapılmıştı. Bu makyaj, duvarları değil, gözleri boyamıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin yorgun yüzünü örtemiyordu.

 

Başka bir devir başlamış, Türkiye 12 Eylül dönemine girmişti. İstanbul’un Fatih Semti’nden Ankara’ya bir tarikat köprüsü kurulmuştu. Fatih’in Kıztaşı semtinde entelektüel Nakşibendîlerden oluşturulan kadrolar Ankara’da işbaşına gelmişlerdi. Bu sırada Özalizm’in hem doktrini hazırlanıyor, hem aynı zamanda yıldırım hızıyla uygulamaya konuyordu. Türkiye gerçekten başkalaşmış, görünürde gençleşmiş, liberalleşmişti. Artık «Serbest Piyasa Ekonomisi» vardı; Dolar vardı, Mark vardı... 163., 141. ve 142. ceza maddeleri kaldırılmış «özgürlükler genişletilmişti». Yani artık magandalar cep telefonuyla uçakların içinde  bağıra bağıra konuşarak hava atabilecek, gazlarını bile parfüm niyetine sosyetiklerin burunlarına boşaltabileceklerdi! Türkiye hipnoza girmişti ve beş on yıl sonra nasıl uyanacağını o günlerde pek tahmin edemiyordu.

 

İşte bu dönemde Türkiye’ye sözde kesin dönüşle gelmiştim ki Şirketten yine davet aldım. Libya’da çöken ECE, yeniden dirilmek için başka bir yol deniyordu. Bu şirkette emeklerim, hizmetlerim ve başarılarım vardı. Beni elbette ki kara kaşım kara gözüm için çağırmıyorlardı. ECE, bu kez ESKA ile flörte girmişti. Amaç belliydi. Eska’nın arkasında siyasal bir güç vardı; papatyalar vardı! Benden ve bunlardan yararlanarak Ezrail’e meydan okumak istiyordu.

 

Ben bu daveti almadan kısa bir süre önce Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı aracılığıyla bir vakıftan da davet almış, burada fiilen işe de başlamıştım. Çeşitli fakültelere devam eden üniversite öğrencilerine burada ders veriyordum. Hayatımın en ilginç günlerinden bir kısmını da işte bu vakıfta geçirdim. Hem bir yandan ECE-ASKA İnşaat konsorsiyumunun danışmanlığını yapıyordum, hem aynı zamanda bu vakıftaki derslerime devam ediyordum. İlginç günler yaşadım dedim ya, bunun ilginçliği neresinde diyeceksiniz. Acele etmeyin, yeteri kadar anlatacağım.

 

Seyahatlerim sık dönüşlerle sürmüş  olsa bile on beş yıl gibi küçümsenemeyecek bir süre boyunca Türkiye’nin doğal atmosferinden uzakta kamış olmaktan dolayı ülkemdeki birçok gerçeğin içyüzünü, sokaktaki vatandaş kadar bile net olarak bilemiyordum. Bunu içtenlikle söylüyorum. Özellikle de yetmişli yıllarda yaygın olan anarşinin ve kamplar savaşının gençliği tamamen değiştirdiğini, onu kısmen Batı düşüncesinin, kısmen de Marksist düşüncenin potasında erittiğini sanıyordum. Meğer öyle değilmiş.

 

Ben hayatta nereye gittiysem oraya her şeyden önce bir sosyolog gözüyle bakmaya alıştım. Çünkü çevrenizin sosyolojisini eğer bilmezseniz orada rahat yaşama olanağını bulamazsınız. Ve çünkü dünyanın neresinde bulunuyor olursanız olunuz, arasında yaşadığınız insanların eğer, psikolojisini keşfetmezseniz, nelerden hoşlanıp nelerden nefret ettiklerini öğrenmezseniz, dolayısıyla –hayatı her bakımdan onlarla paylaşmasanız bile- zevklerine, düşüncelerine, inanışlarına ters düşmekten sakınmazsanız, mutlaka başınıza dert açarsınız.

 

Onun için çevremi çok iyi tanımalıydım. Önceleri konuştuğum her kelimeye dikkat ederek ilişkilerimi sürdürdüm. Haksız değildim. On beş yıl dışarıda kalmıştım. Üstelik her taraf istihbaratçı kaynıyor diye duyardım. Arapça öğrettiğime göre çok daha dikkatli olmalıydım. Çünkü Arapça öğretmek ya da öğrenmek eroin satmak kadar tehlikeliydi! Bir şanssızlık yaşamak istemezdim. Ben Türkiye’ye daha yeni gelmiş ve bu işe de yeni başlamıştım. Ders verdiğim öğrencilerimin hepsi de Lise kültürü almış gençlerdi. Ama onları yakından tanımıyor, aileleriyle tanışmıyordum.

 

Fakat Vakfa alınmaları sırasında onlarla yaptığım mülakat, bana çok yönlü, önemli ipuçları verdi. Edirne’den Karsa kadar, Türkiye’nin hemen her yerinden gelmiş olan bu gençlerin inanışları ve dünya görüşleri arasında hemen hiçbir fark yoktu. Beni şaşırtan en çarpıcı gerçeklerden biri bu oldu. Evet bunlar rasgele bize gelmiş değillerdi. Bu gençler, daha çok «muhafazakâr» diye niteleyebileceğimiz ailelerin çocuklarıydı. Hangi kapıyı çalacaklarını iyi biliyorlardı ve bize bilinçli olarak gelmişlerdi. Ama hepsi de inanç ve düşünce bakımından tornadan çıkmış gibi idiler.

 

Öğrencilerimi seçerken bir endişem vardı. Acaba aralarında tarikat tuzağına düşmüş biri, ya da suret-i haktan gözüken gizli bir laikçi, bunların arasında bir gün karşıma çıkacak mıydı? İki yıl kadar süren birlikteliğimiz sırasında bu kaygımı doğrulayan hemen hiçbir şanssızlıkla karşılaşmadım. Tarikatçı bir tek öğrenci bulunduğunu sonra fark ettik. O da kısa bir süre sonra ayrıldı.

 

Bu gençlere Arapça olarak: tarih, coğrafya, sosyoloji, mantık, felsefe sağlık ve genel kültür konularında çeşitli dersler veriyordum. Ancak Türkiye’nin hemen bütün gerçeklerini de onların üzerinde sürdürdüğüm gözlemler yardımıyla öğrenmeye çalışıyordum. Onlar benim laboratuarımdaki asistanlarım gibiydiler. Onları çok sevdim; onlara yüreğimi, beynimi verdim; onları Kur’ân’ın, aklın ve bilimin ışığında aydınlatmaya çalıştım… Arada bir seyahate çıkardım; vedalaşırken buruk buruk bakışırdık, gözlerimiz dolardı. Havalandıktan sonra bulutların üzerinde onlara dua eder, dönüşümde de sevinsin, moral bulsunlar diye bunu onlara anlatırdım. Duyunca neşelenir, sevinçten âdeta uçar gibi olurlardı. Seyahatten her dönüşümde yurdun odaları, salonu cıvıl cıvıl olurdu. Artık alışmışlardı beni yolcu ettikleri her defasında  bir istekleri vardı: «Bize, yine bulutların üstünde dua et, olur mu Hocam!». Hüzünle karışık gülümsemeli çehrelerle beni uğurlamak isteyen bu temiz yürekli gençlere veda ederken, istediklerini mutlaka yerine getireceğime söz verir, sözümü yerine getirirdim. Onları, yüreğimin derinliklerinde dünyanın birçok yerine taşıdım. Bu gençlere sadece kitapların, sayfaların ve satırların kalıpları içindeki standart şeyleri değil, aynı zamanda sevgiyi ama gerçek sevgiyi, insan sevgisini, doğa sevgisini ve yaşama sevincini de aşıladım.

 

Onlarla birlikte ben de, yeniden bir gurbet yaşıyordum. Evet, İstanbul’daydım; evimin bulunduğu kentteydim; fakat evimde değildim. Bu çocuklarla o kadar kaynaşmıştım ki Vakıfta bana tahsis edilen lojmandan artık ayrılmıyordum. Onlar gündüz fakültelere dağılırlarken ben de kendilerine çeşitli dersler hazırlamaya koyulurdum. Burası benim için tam bir ihtisas okulu haline geldi. O zamana kadar hiç ders vermemiştim. Hatta başarılı olup olamayacağım konusunda, ilk başlarda tereddüt bile ediyordum. Fakat öğreticilikte bu suretle âdeta bir formasyon kazandım. Ayrıca Türkiye’nin sosyolojisi üzerinde yoğunlaştım. Ülkemi yeni keşfetme olanağını bulmuştum. Doğup büyüdüğüm vatanımı âdeta baştan tanımaya çalışıyor, yeni şeyler öğreniyordum.

 

Öğrencilerimin çok geçmeden ufukları genişledi. Çünkü çok yönlü birer kişilik kazanabilmeleri için kaliteli bilgi ve birikime sahip olmaları konusunda onları sürekli yüreklendirirdim. Bu etkiyle merakları arttı. Nitekim her birinin dolabında ders kitaplarının yanı sıra çeşitli yayınlar da bulunmaya başladı. Onları bana getirip gösterirlerdi; inceler, hayranlık duyardım. Çünkü merak güzel şeydir. Başınızı derde sokmayacak her şeyi öğrenmenin genelde yararı vardır. Onun için önce okulda başarılı olmayı, ondan sonra arta kalan zamanlarını yararlı bilgi için kullanmayı onlara öğütlerdim. Kaliteli bilgi almış, nitelikli birer insan olarak yetişmelerini çok istedim. Sağlık, ahlâk ve moral bakımından da şanslıydılar. Saplantıları yoktu. Hiçbir konuda fanatik değillerdi. (Irkçı-Osmanlıcı-Muaviyeci-Hanefîst) Türk Sünnîliğinin aşırı etkileri de yoktu bu çocukların üzerinde. Yaşlı ve orta kuşaktan daha kolay İslâmlaşabilirlerdi. Bu vasıfları bana hep umut verdi.

 

Fakat çok geçmeden onlardan ayrıldım, ayrılmak zorunda kaldım. Çünkü Vakfın kurucuları tarikatçı idiler. Bu değerli gençlerin hemen hepsi de yüksek öğrenimlerini tamamlayıp hayata atıldılar. Hepsi de başarılı oldular. Bunda az çok emeğim bulunduğu için sevinçliyim. Ama onları Kur’an’daki gerçek İslâm’la yeterince tanıştırabilme fırsatını ne yazık ki bulamadım.

 

Bu vakıfta verdiğim değerli emeklerden birinin telef olmasına çok üzüldüm. İbn Teymiyye’nin ünlü öğrencilerinden İbn Qayyım El-Cewziyye’ye ait «Hidaye’tul-Hayârâ» adlı eseri bir yıl boyunca Türkçe’ye aktarıp tamamladım. Bu tercüme hemen yayınlanacaktı. Fakat bir süre sonra, -sözde bazı taşınmalar sırasında- kaybolduğunu bana haber verdiler (!) Türkiye halkının bir bilgi toplumu olmadığını öteden beri bilirdim. Ancak bu olaydan sonra saptadığım bir dizi gerçek, bu kanaatin doğru olduğunu kanıtladı.

 

Bu vakıfta karşılaştığım bütün olumsuzluklara rağmen beni sevindiren ve teselli eden bazı güzel şeyler de oldu. Bunların başında iki öğrencimin gazeteci olarak yetişmesidir. Bunlardan biri Nedim Odabaş, öbürü de Şükrü Kamber’dir. Bu iki harika çocuğun ve benzerlerinin önünde elbette ki çok büyük engeller vardır. Türkiye’de Masonlara, siyonistlere ve onlara uşaklık eden ırkçı ve laikçi haşerelere eğer kuyruk olmazsanız, onlara yaltaklık etmezseniz bu mesleklerde asla yükselemez, cevherinizi ortaya seremezsiniz! Ama ben bu iki değerli öğrencimin, meslektaşları arasında layık oldukları yere kısa zamanda gelebileceklerine bütün kalbimle inanıyor ve onlara dua ediyorum.

 

Bir yandan bu vakıftaki hizmetlerim devam ederken öbür yandan da ECE-ESKA İnşaat Konsorsiyomu’ndaki görevimi sürdürüyordum. Arada bir Patronlardan Selim Edes’le Trablus’a gidiyor orada iş görüşmelerinde bulunuyorduk. Libya’da bir süre önce çökmüş ve işlerini yarıda bırakıp çekilmiş Türk şirketlerinden kalma birçok inşaatlar vardı. Bunlar depremden geriye kalmış birer harabe manzarasını andırıyorlardı. Libya hükümeti bunları tamamlatmak istiyordu. Ayrıca başka yeni projeler de vardı. Biz, Afenko adında Libyalı bir şirketin daveti üzerine gidiyor, bu firmanın yetkilileriyle sık sık görüşüyorduk. Taraflar arasında düzenlenen ön protokole ait metnin hazırlanmasında Afenko’nun hukuk müşaviri ile birlikte çalıştım. Sözleşme, artık imza aşamasına gelmişti ki ESKA birden çöktü. Şirket, kısa zamanda el değiştirdi. Ben de çok geçmeden ayrıldım. ESKA’nın durumunu artık medya’dan izliyordum. Selim Edes zor günler yaşıyordu. Bir ara tutuklandı ve sonrası malum...

 

Ne ilginç değil mi?! Yakınında bulunduğum adamlar meğer tekin değillermiş! İyi ki bu yüzden bir şanssızlık yaşamamışım. Bu adamların izini süren medya ifritleri bize de o günlerde kafayı takabilirlerdi. Mesele haber yaratmak değil mi! Oysa bu adamların, perde arkasında ne yaptıkları hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Nitekim kanlı hesaplaşmalarını medyadan öğrenince parmaklarımı ısırmış, bana bir şanssızlık yaşatmadığı için Allah’a şükretmiştim.

 

ESKA’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra Vakıftaki görevimi de bıraktım; fakat öğrencilerimin çoğu ile hâlâ görüşüyorum. Onların başarılarını mutluluklarını gördükçe seviniyorum. Özellikle bir gazetenin köşe yazarlarından olan Nedim Odabaş büyük bir vefa örneği vererek, fırsat buldukça beni arıyor. 1987 ve 88 yılları da böylece geride kalmış oldu.

 

Çok kısa bir süre sonra, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Ali Özek Bey’in teklifi üzerine bu kez de İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda danışman olarak görev aldım. Buradaki çalışmalarım 1990-91 yıllarına rastlamaktadır. İlginç bir çalışma sistemi vardı bu vakfın... Aynı sistem halen de devam etmektedir. Vakıf önce istişareler sonucu felsefî, ahlâkî ve sosyal bir konu saptamakta, bunu milletlerarası bir konferans çerçevesinde bilimsel tartışmaya açmakta, dünyanın birçok üniversitelerinden ilim adamlarını davet ederek, yaptıkları konuşma metinlerini ve verdikleri tebliğleri kitaplaştırmaktadır. Bu vakfın şimdiye kadar kitaplaştırdığı konular 33’ü bulmuştur.

 

Özel sohbetler şeklinde icra edilen istişarelerde, toplumun ve ümmetin manevi sıkıntılarını gidermeye çabalarken İslâmî ilimler Vakfı’nın, evrensel düşünme eksenine bağlı eğiliminin güçlendirilmesine katkıda bulunmak için fırsat buldukça rolümü üstlenmeye çalıştım. Bu kuruluşta çalışmak çok hoşuma gidiyordu. Çünkü konularımızın tümü eğitici ve bilimseldi. Ancak ben burada bir şey üretemiyordum. Oysa artık kağıda dökecek çok şeyim vardı.

 

İşte bu sırada bir ilâhiyât doktorunun bana yönelttiği teklif üzerine, İlmî araştırmalar yapmak üzere yeni bir vakıf kuracaktık. Teklifini hemen kabul ettim ve 1992 yılında bu vakfı kurduk. Yaşamım boyunca üyeliğini kabul ettiğim tek kuruluş budur. Bu Vakfın dışında, ne Türkiye’de ne de başka bir ülkede hiçbir derneğe, hiçbir vakfa, hiçbir siyasi partiye ve teşkilata üye olmadım. Hiç geçerli oy kullanmadım. Nitekim 2003 yılında bu vakıftaki kaydımı da sildirdim.

 

Bu vakfı kurduğumuz şahısla zaman zaman oturup sohbet etmiş, toplumumuzun çok önemli bir sorununu saptamıştık. Bu sorun tarikatçılıktı. Türkiye’de çeşitli toplum hastalıklarını kendine dert edinmiş insanlar elbette ki vardır. Ama tarikatçılık sorunu üzerine eğilen hiçbir kişi ve kuruluş yoktu. Bu kanserin artık masaya yatırılması gerekirdi. Ancak bu o kadar da kolay değildi. Bu girişimin çok büyük riskleri ve ağır bedelleri vardı. Çünkü Nakşibendîlik ve Nurculuk Türkiye’yi ahtapot gibi sarmıştı. İslam'a bürünmeye çalışarak İslam'ın altını oymak için türemiş olan bu iki dinin baş aktörleri, seksenli yıllardan itibaren egemen laikçi azınlıkla anlaşarak daha yıkıcı etkiler uyandırmaya başladılar. Dolayısıyla bunlara karşı mücadeleye kalkışmak kendi ipimizi çekmek anlamına gelirdi.

 

Ama çok büyük bir avantajımız vardı. Ben vaktiyle ünlü bir ailenin çocuğu olarak kalabalık bir Nakşibendî cemaatinin liderliğine, babadan kalma verasetle getirilmiştim. Üstelik entelektüel düzey bakımından bu tarikatın bütün cemaatlerinin başında bulanan kimselerle ilim platformlarında hesaplaşabilecek birikme de sahiptim. Nitekim zamanla gerçekler bunu kanıtladı. Çünkü yayınladığım «Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik» adlı çalışma, binlerce nüsha olarak ikinci baskısını da neredeyse tüketmek üzere olmasına rağmen tarikatçı odaklarından hiçbir ses çıkmadı. Bu çalışmayı yayınladığım tarihten beri, yaklaşık on yıl kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen, onlardan hiç kimse en ufak bir reddiye bile yazmaya cesaret edemedi. Hatta yakınım olan bir şeyh, bu çalışmamın genişletilmiş Arapçasını (daha yayınlanmadan) ele geçirmiş, 700 sayfalık bu kitabı bir gecede okumuş, küplere binmişti. Yıllarca müderrislik etmiş olan bu zat bile birkaç satır reddiye yazmaktan aciz kaldı ve nihayet 2006 yılının kışında bu hasret içinde öldü!

 

Yeni arkadaşımla İşte bu gerçekleri tahmin ettiğimiz için Nihayet kesin kararımızı verdik ve yola çıktık. Ancak Vakıfta çok planlı ve disiplinli bir ilmi çalışma ortamını oluşturamadık. Sanırım bunun iki engeli vardı. Birincisi etrafımıza hemen kümelenen kalabalığın bizi çok meşgul etmesi oldu. Bu insanlar esasen sahip bulundukları fıtri iç temizlik sayesinde Allah’ın lütfu ile gerçeklerin kokusunu almış bize koşmuşlardı. Ama bu kez ben onlara yetemiyordum ve dağılıyordum. Çünkü ben bir vaaz hocası değildim. Bu iş, ne benim mesleğimdi, ne de böyle bir niyetim vardı. Üstelik vakfımız da bir fetvahane değildi. Ama ben bunu kimseye anlatamıyordum. Oldum olası çay ve portakal sohbetlerini de sevmiyordum.

 

Evet işte birinci engel bu idi. İkinci engel de benim boyunduruk tanımayan ve hep yalnız çalışmak isteyen ruhsal yapım oldu. en ufak bir tıkırtı bile benim konsantrasyonumu alt üst etmeye yeter. Böyle bir yaradılışım var. Düşünsel çalışmalarımı daima yalnız ve sessiz bir yerde yapmak isterim. Başka çarem de yoktur. Çünkü zihnim derhal dağılır ve kolay kolay da onu toparlayamam. Bir mesele üzerinde tam yoğunlaşmışken dışarıdan duyduğum bir klakson sesi bile benim asabımı bozmaya yeter. Hayatım boyunca bu sorun beni hep meşgul etti. Ama yine de hayatı çok sevdim. Ona olan aşkımdan hiçbir şey yitirmedim. Onu, sırf zinde bir ruh ve bedenle kucaklayabilmek için uyanır uyanmaz her sabah spor yaptım. Yeri gelince bu konuda da sizi aydınlatacağım.

 

 

Yaşam Pişirdi Beni

 

Yukarıdan beri izlediğiniz gibi yaşam işte beni bu kazanlarda sürekli pişirip durdu. Sözünü ettiğim vakfa da 1994 yılı başlarında veda ederek İstanbul-Küçükyalı’daki evime kapandıktan sonra ancak birikimlerimi kağıt üzerine dökme olanağını bulabildim. Biraz sonra bunların içerikleri hakkında size özet bilgiler vereceğim. Gerek insanlık, gerekse arasında yaşadığım toplum hakkında neler düşündüğümü; sevgi, saygı, barış ve mutluluk dolu bir dünyaya hangi yollardan ulaşılabileceğine inandığımı; kaygılarımı, temennilerimi, hayallerimi ve ideallerimi, dâvâmı, felsefemi ve düşüncelerimi, çilelerimi, mücadelelerimi ve dünya görüşümü bu kitaplarda bir nebze dile getirdim. Zevklerimi ve hobilerimi, sevinçlerimi ve acılarımı  da size ayrıca anlatmaya çalışacağım Ancak zaman bana yetmedi ve yetmemektedir. Hayatım boyunca hiç tatil yapmadım; bunalmadıkça da tatili düşünmüyorum. Çünkü o kadar çok şey düşünüyorum ki sıra tatili düşünmeye gelmiyor.

 

Örneğin, insanlar neden çatışır? Neden gerçeği kabul etmek zordur? Fanatizm nedir, nasıl oluşur; insanlar fanatik mi doğarlar; tutuculuğun sebepleri nelerdir; bu hastalığa çare bulunabilir mi? Neden insanların çoğu şu veya bu şekilde ölü bedene taparlar? Yozlaşma nedir, değerler nasıl aşınır? Toplumlar nasıl yok olur? Bunlar, gerçekten tartışılmaya, üzerinde kafa yormaya değer konulardır.

 

Özellikle bir toplumun zaman içinde tarih sahnesinden nasıl çekildiği noktası zihnimi daima kurcalamış beni derin derin düşündürmüştür. Örneğin Sümerler, Akadlar, Fenikeliler, Kartacalılar nasıl yok oldular? Büyük Roma İmparatorluğunu yer mi yuttu? Mayalar, Atlantisler, İnkalar, Dilmonlar nerelere gittiler? Oysa geride bıraktığım yaklaşık altmış yıl içinde, çevremde bile neler değişmedi! Evet, çevremde o kadar çok şeyin değiştiğini gördüm  ki eğer doğduğum yıllarda bu çevre içinde ölenler yeniden dirilecek olsalar görecekleri yeni dünyayı büyük bir şaşkınlık içinde seyredeceklerdir. Hatta olabilir ki dördüncü kuşak torunlarıyla ancak tercüman aracılığıyla anlaşabileceklerdir. Fakat sanıyorum ki özellikle Türkiye’de yaşanan bu hızlı başkalaşma doğal bir değişim değil, tam aksine ülkeyi ve toplumu meçhul yönlere sürükleyen korkunç bir yozlaşma ve aşınmadır. 

 

Düşüncelerimin olgunlaştığı günlerden beri bunlara benzer birçok olaylar ve kavramlar beni daima meşgul etmiştir. Örneğin canlılar arasında süregelen çatışma gerçeğinin temelindeki sebepler genel olarak kişisel çıkara bağlanır ve ona bağlı olarak da savunma ile açıklanır. Oysa kişisel çıkar anlayışının ilkel olduğunu hemen herkes teslim etmektedir. Peki, -akıl ve zekâ gibi iki üstün meziyete sahip bulunan- İnsanoğlu bu ilkelliğe, neden var olduğu günden şimdiye kadar hâlâ bir çözüm bulamamıştır? Günümüzde artık barışın çarpıcılığı ve zorunluluğu konusunda yeterli bilgi ve bilince de sahip bulunmasına rağmen, neden hâlâ insanlar çatışmak için âdeta bahane aramaktadırlar?

 

Keza, uygarlık ne demektir; bu kavram bize neyi anlatmaktadır? Uygarlık teknoloji mi, kalkınma mı, yoksa insanlaşmak mıdır? Genelde bilgili, kültürlü, düzeyli ve düzenli; kurallara uyan ve her bakımdan olgunlaşmış olan insana uygar demeğe alışmışız; kaba, şiddet yanlısı, bencil ve her bakımdan ilkel davranışlara sahip olan kimselere de bu niteliği yakıştırmıyoruz. Peki bu çirkin niteliklere sahip bulunmalarına rağmen, –sırf, teknoloji alanında ve silah yarışında üstünlük kazanmış ve kalkınmış bulundukları için- bazı toplumları ya da yönetimleri neden uygar gibi görmeye kendimizi zorluyoruz?

 

Örneğin, Amerika uygar bir ülke midir? Amerikan halkı uygar bir toplum mudur? Evet diyenlere bir sorumuz var: Peki neden bu «Uygar Ülke» 1948’de Hiroşima kenti üzerine atom bombası atarak otuz saniye içinde 125 bin silahsız sivil insanı öldürdü –ki aralarında binlerce bebek, çocuk, hasta ve yaşlı da vardı- ?! Hani, Amerika özgürlükler diyarıydı ve hani Amerika’da bunu sembolize eden «Hürriyet heykeli» bile vardı (?!). Türkiye’de milyonlarca insanın sempati beslediği Amerika eğer gerçekten uygar bir ülke ise neden şiddete baş vurarak bütün dünya üzerinde bir hegemonya kurmak istemektedir? Amerika’nın, dünyada estirdiği terörle şimdiye kadar öldürdüğü insan sayısı birkaç milyonu geçmiş ve tarih bunları yazmıştır. Evet Amerika’nın bomba yağdırdığı Japonya, Vietnam, Dominik, Şili, Panama, Küba, Irak, Sudan, Somali, İran, Libya ve Afganistan’da bir buçuk milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir. İsrail’i dinazorlaştıran ve ona Filistin toprakları üzerinde her gün cinayet işleten, yine Amerika’dır. Bu çarpıcı gerçekler ortadayken, hâlâ, «Amerika bizim dostumuz ve müttefikimizdir» diyen insanların neden yüzleri biraz olsun kızarmamaktadır?!

 

İsrail, Filistin’de 1948 yılından bugüne kadar bir milyona yakın insan öldürdü. Bu cinayetler Türkiye de dahil, bütün dünyanın gözleri önünde işlendi. Ne yazık ki bu canavarı durdurmak için şimdiye kadar hiç kimse somut, ciddi ve samimi bir adım atmadı. Acıyanlar sadece ağladılar ve ağıt yakabildiler.

 

Ben de bir insan olarak, bir mü’min olarak ancak bunu yapabildim. İsrail tarafından öldürülen Filistinli çocukların cesetlerini bir gece yarısı ekranda seyrederken gözyaşlarına boğuldum ve dudaklarından şu mısralar döküldü:

 

 

BEYAZ KARANFİLİM

 

Bugün kanımda dolaşıyorsun,

kızıl gelinliğinle,

Hani kar beyazdın bir zamanlar nazlı karanfilim!

Yoksa küs müsün bana?

Oysa uğurumsun sen, kaderimsin.

 

***

 

Aslında bahtın ak senin,

Ama benim yüzüm kara...

Mahcubum sana,

Sen hüznümsün kederimsin.

 

***

 

Kucağında soluklandı bir zaman,

Vahyin serinliğiyle peygamberler.

Diyarın mis kokuyordu İsra gecesi,

Rüzgarın amber...

Kar beyaz gelinliğinle karşıladın o Şanlı Yolcu’yu

Ne muhteşemdi o şenlik,

Dillere destan oldu yüzyıllar boyu.

 

***

 

Hatırlarsın Beyaz Karanfilim!

Şölenlerinde tanıştım ulu dostlarınla,

Bir zamanlar savururken, yılanları yutan asayı,

Sen ağırlamak için bekliyordun,

Otağında Musa’yı.

O dururken namaza, dua ederken Tûr’da,

Sen allı pulluydun.

Hele Ömer’in ordusunu selamlarken,

Oldukça gururluydun.

 

***

 

Ne oldu da bugün üzgünsün?!

Yoksa ılık gölgelerinde haramiler mi gezer?

Kanıma dokunuyor, ne olur, dokundurma eteklerine,

O çıfıt çıfıt elleri!

Çünkü sen benim ak namusum,

İmanımın ateşi, dizlerimin ferisin.

 

***

 

Gelinciğim, Nazlı Aksam!

Allah’ıma tapmak için,

Sana dönerdim önceleri.

Kâbe’ye döndüm diye mi küstün bana?

Sen benim sönmeyen aşkım,

İlk kıblagâhım, dinim minbedisin!

 

***

 

Yoluna kimler baş koymadı ki;

Beyaz karanfilim!!!

Türkmenin, Arabın, Acemin, Çerkezin,

Lazın,  Zazanın ve Kürdün,

Sel gibi akan gözyaşlarında hep sen köpürdün.

Çünkü çok cilveli, çok işvelisin!

 

***

 

Hani aktı, kar beyazdı gelinliğin,

Ufuklarında göklere yükselirken Muhammed;

Düğün mü var yoksa bugün,

Bürünmüşsün kızıllara?

 

***

 

Nazlı Karanfilim!

Söyler misin neden ağlar Ümmetimin yaşlıları?

Yoksa namahrem eli mi değdi eteklerine?

Neden susar Ümmetimin gençleri?

Kirli ayaklar basarken çiçeklerine?

 

***

 

Üzülme kızıl karanfilim,

Ne olursun, ve üzme beni!

Bak binlerce minik el alkışlamakta seni.

Allah şahidim olsun, sapanlar ve taşlar...

Bir gün gelecek güleceksin,

Şenliğe dönüşecek intifadalar.

İnan bitecektir bir gün bu gurbet,

Ve seni hasretle kucaklayacaktır ümmet.

 

***

 

Hiç kuşku duymuyorum ki sadece müminler değil, milyonlarca insaflı gayri müslim de mazlum ve mağdur Filistin halkı için gözyaşı dökmektedir. Ama neden bir balinanın hayatı tehlikeye girdi diye âdeta bütün dünya ayağa kalkarken süper güçler bu zulüm ve cinayetlere dur demiyor, üstelik zulmü destekliyorlar? Neden Amerika bir yandan Afganistan’ı ve Irak’ı sudan gerekçelerle işgal ediyor, öte yandan İsrail canavarını bütün gücüyle destekliyor?

 

Evet birçok kimsenin de kafasını kurcalayan bu ve benzer soruları sık sık kendime yönelttim ve bunlara doğru yanıtlar aradım. Çünkü hayatın kazanında pişen her insan bu soruları kendine yöneltmek durumundadır. Ve çünkü hepimiz bu dünyada yaşıyoruz. Bu küçük gezegeni bir cennete çevirip içinde hep birlikte mutlu yaşamak da elimizdedir; onu terörle, şiddetle, savaşlarla, bir kan gölüne, bir cehenneme çevirip uzayın boşluğu içinde fokurdayan bir cadı kazanı haline getirmek de yine elimizdedir.         

 

Bu sorular, felsefeme geniş boyutlar kazandırdı; beni daima derin derin düşündürdü. Düşünmek Türkiye’de çok tehlikeliydi. Hâlâ da öyledir. Fakat eğer düşünce üzerindeki baskılar Avrupa birliği sayesinde (ve hatta biraz önce hakkındaki birçok gerçeği kaydettiğimiz Amarika sayesinde) biraz hafifletilirse beyinler bundan sonra çiçek açabilecektir. Evet düşünmek, Türkiye’de –şu satırların arada bir güncelleştirildiği 2006 yılı baharına kadar- henüz tehlike olmaktan çıkmış değildir. Pek iyi bilmiyorum ama şu söylediklerim bile belki tehlikelidir! Ama ben beynimi durduramıyorum ki... Çünkü istesem de aptallaşamam. Allah beni böyle yaratmış. Dünya yuvarlaktır ve dönüyor. Gerçekleri görüyorum ve görmek zorundayım. Suç sayılsa da sayılmasa da bunu bir şans sayıyorum.

 

İşin aslına bakarsanız düşünmek insanı mutlu etmez. Aksine daha çok kaygılandırır. Hele kendinizden başka kimseleri, başka milletleri, canlıları ve çevreyi, geleceği ve sorunlarını da eğer düşünüyorsanız; insanların dertlerini dert edinmişseniz, zulme ve işkenceye uğrayanları duyduğunuzda içiniz cız ediyor, perişan insan ve hayvanları gördüğünüzde gözleriniz doluyorsa; açlar, yoksullar, yetim çocuklar, yaşlılar, hastalar, özürlüler, felakete ve soykırıma uğrayanlar, zevk ve eğlence için öldürülen hayvanlar eğer kafanıza takılıyorsa, gülden, bülbülden müzikten, şiirden ve edebiyattan bir şeyler anlıyorsanız; gerçek bir dost ve gönüldaş iseniz; ne pahasına olursa olsun hakkın ve haklının yanında yerinizi alıyorsanız; -Alevînin de Sünnînin de yapmacık öğütlerine ihtiyaç duymadan- düşünmek, hem de çok düşünmek zorundasınız.

 

Fakat benim şöyle özel bir durumum oldu. Çok düşünmüş ve bir deve yükü kadar da yazmış olmama rağmen düşüncelerimi genelde kimseyle paylaşamadım. Çünkü uzun yıllar gurbette yaşamış, üstelik kalabalık kadrolar içinde deyim yerinde ise «herşeyci» olmuştum. Libya’da çalıştığım şirketin, tam anlamıyla Marko Paşa’sı haline gelmiştim. Gelen soruyor, giden soruyor; mimarından kalıpçısına, demircisinden sıvacısına, şoföründen aşçısına herkesin bin bir derdi vardı ve bunlar dertlerini gidip ilgili makamlara anlatamazlardı. Konuşamaz, dilekçe yazamaz; hatta kızıp öfkelenseler bile muhataplarına kalayı basıp bir parça rahatlayamazlardı. Tercümanlarımız da çok kere onların dertlerine derman olamazlardı. Nitekim bunlardan biri yarı deli, fıttırığın tekiydi. Bir diğeri de çok dindardı; öbür dünyaya dalar giderdi. Birkaç tane de ayakçı vardı. Bunların da Arapça’ları yeterli değildi. Bütün bunlar beni düşündürüyordu. Bunlar benim işim değildi, ama gözümün önünde olup bitenlere tanık oluyor, üzülüyordum.

 

Ben teselliyi yine hayatı sevmekte buldum. Çünkü o, üzse de bana yine çok şeyler öğretiyordu. Sevmeyi, acımayı ve –insanın mumla arandığı şu devirde- gerçek anlamda insan olmayı bana öğretiyordu. Birçok sorunun yanıtını, işte böyle pişerek bulabildim. Hâlâ yoğun biçimde «düşünüyorum, çünkü varım». Buna da çok seviniyorum.

 

Kanaatimce iki türlü düşünme tarzı vardır: Bunlardan biri, insan gibi düşünmek; öbürü de hindi gibi düşünmektir. Böyle düşünenlere, ben yeni bir isim buldum: dindonoş! Neden dindonoş? Onu da siz bulun ama burada size bir Arap atasözünü hatırlatmak istiyorum: «El-Esma, tenzil’u min’es-sema». Yani, isimler gökten iner. Yorumu yine size bırakıyorum.         

 

İnsan gibi düşünmek, insancıl düşünmek ve bütün insanları düşünebilmek elbette ki her kafanın kârı değildir. Öyle insanlar vardır ki işkembelerinden ve uçkurlarından başka bir şey düşünmezler. Ne yazık ki çoğunluk bunlardan oluşur. Oysa eşekler bundan daha alâsını becerirler; hem de istediklerini yaparken ücret bile ödemeden!

 

Buna şaşmıyorum. Cemaatlerin, toplulukların, ulusların ve devletlerin genelde bu tip insanlar tarafından yönetildiklerine çok şaşıyorum. Onları seçenlere ya da onlara katlananlara daha çok şaşıyorum. Aslında bu büyük kalabalıkları suçlamak içimden gelmiyor. Çünkü insanlar aptal değildir, büyük kesimi aptallaştırılsa da...

 

Tiyatrocular, aptallaştırılmış kalabalıkları sık sık uyarmaya, uyandırmaya çalışırlar. Türkiye’de tiyatrocular, toplumu din adamlarından daha çok uyarmaktadırlar. Türkiye’de «din»in bir işe yaramadığını da bu suretle öğrenmiş bulundum. Buna ise hiç mi hiç şaşmıyorum. Çünkü «dinadamı»nın kendisi uyuyor, başkasını nasıl, uyaracak, nasıl uyandırabilecektir?! 

 

«Kendisi muhtac-ı himmet bir dede,

Nerde kaldı gayrıya himmet ede!»

 

Eğer hayat beni pişirmeseydi bütün bu gerçekleri öğrenemezdim; kafayı her şeye takıp on yıl içerisinde otuz tane kitap yazamazdım. Şaşmadığım şeylerden biri de yazıp çizdiklerimden halkımın cahilleri değil okumuşlarının bile hâlâ habersiz olduklarıdır. Öğrencilerim de buna dahildir!!!  Evet buna hiç mi hiç şaşmıyorum. Çünkü bu gerçeği saptamış olmakla, esasen arasında yaşadığım halkın bilgiyle ne derece ilgili olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Toplumumu tanımak, benim için en önemli bilgilerin başında gelir. Çünkü bu toplumun, gerçekten organik bir parçası olup olmadığımı ancak bu suretle saptama olanağını elde edebilirim. Keza halkımın bilime, uygarlığa, özgürlüğe ve evrenselliğe ne kadar önem verdiğini yine ancak bu şekilde öğrenebilir ve onlara yönelik gözlemlerimi, kanaat ve temennilerimi ortaya koyabilirim.

 

Yaşam beni o kadar pişirdi ki sonunda bunu da başardım. Halkımın kesinlikle bir bilgi toplumu olmadığını saptamış oldum. Bu nedenle de bir önlem almak istiyorum. Evet, yıllardır yazıp çizdiklerimin; -önemli birçok gerçeğin netlik kazanması uğrunda yıllarca emek vererek- akademik ve belgesel bir üslupla hazırladığım; -henüz yayınlanmamış olan çalışmalarımın bir kazaya uğramaması için önlem almak istiyorum.

 

Şimdiye kadar İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Dışında Türkiye’de hemen hiçbir ilim çevresiyle temasım olmadı. İlahiyatçılardan başka ilim adamlarıyla da tanışma fırsatını bulamadım. Ancak onların dışında bazı şahsiyetleri uzaktan izledim. Bunlardan birkaçının adını şuracıkta anacağım. Tahminime göre, biri hariç, öbürleri pagan olmalarına rağmen, -dürüst olduklarına inandığım için- kendilerine güveniyor, şimdiye dek yazıp çizdiklerimi onlara emanet ediyorum. Bunlar:

 

Prof. Dr. Doğu Ergil,

Prof. Dr. Mete Tunçay,

Prof. Dr. Mehmet Altan,

Prof. Dr. Nilüfer Göle

Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak ve

Araştırmacı-Yazar Alev Alatlı’dır.

 

Şimdi bütün endişem, bildiklerim arasında insanlara yararlı olabilecek bir düşünceyi açıklamadan bu dünyadan göçüp gitmektir.  İşte bu hırsla kaleme sarıldığım 1994 yılından beri yazıp çizdiklerimin teker teker özeti.

 

Evvelâ şunu açıklamam gerekir ki 1994 yılından önce sırf ekmek parası için yazıp çiziyor, çeviriler gerçekleştiriyordum. Bunlar çalıştığım şirketlerin işleriydi. Protokoller, sözleşmeler, şartnameler, raporlar, kanunlar, mimari kritikler, bilançolar, istihkaklar, fiyat ve birim cetvelleri, konşimentolar, manifestolar, yükleme poliçeleri, menşe şahadetnameleri, proforma faturalar, akreditifler, teminat mektupları, tutanaklar ve daha neler neler... Bunların önemli olan kısımlarını bizzat ben çeviriyor, geriye kalanlarını da tercümanlarımıza çevirtiyordum. Muhatap kuruluşlar nezdinde Şirket adına çeşitli girişimlerde bulunuyor, yetkililerle toplantılara katılıyordum. Danışman olarak yönetim kuruluna düşüncelerimi sunuyor, tavsiyelerde bulunuyordum. Zaman zaman bu sayede, çalıştığım şirket büyük avantajlar elde etti.

 

Nitekim bir keresinde Libya İskân Bakanlığı ile yaptığımız bir sözleşme taslağında; «Birim fiyatlarına zam yapıldığı taktirde, Bakanlık zamlı fiyatları uygulayabilir», şeklinde bir madde vardı. Bu taslağı inceledim ve Yönetim Kurulu üyelerine bir öneride bulundum. Dedim ki; taslaktaki bu maddede (olabilirlik) ifade eden Arapça «Yecuz’u» gibi bir sözcük bulunmaktadır. Yalnızca bu kelime, (Şirket bu zammı kesinlikle hak eder) mealini verecek olan «Yahiqq’u» sözcüğü ile eğer değiştirilecek olursa biz, her halükârda zamdan yararlanabileceğiz. Fakat biz bu maddeyi Bakanlık ilgilileriyle eğer tartışacak olursak onu asla onlara kabul ettiremeyiz. Onun için taslaktaki bu kelimeyi, önerdiğim bu sözcükle değiştirip önlerine koyalım. Bu bir hile değildir. Çünkü gizli bir şey yapmıyoruz ve çünkü eğer farkına varıp onu tartışma konusu yaparlarsa tartışırız; yok eğer (zaten taslak Bakanlık tarafından hazırlanmıştır; muhatap şirkete, incelenmek üzere verilmiştir) diyerek onaylayacak olurlarsa iş oldu bittiye gelecek ve esasen bilinçli olarak açık bırakılmış olan bu kapıdan biz yararlanmış olacağız. Sonuçta da öyle oldu. Bakanlık Müsteşarı, sözleşmeyi tekrar okumadan bir çırpıda imzaladı. Bir süre sonra işin farkına varıp biraz ekşidiler. Ama fazla bir tatsızlık yaşanmadan mesele unutuldu. Fakat bir süre sonra kararlaştırılan zamdan şirketimiz büyük paralar vurdu. Öbür Türk şirketlerinin yöneticileri buna hem şaştılar, hem onlara da akıl vermediğimiz için yakındılar.    

 

Hayatta hayıflandığım bir husus vardır ki o da bilimsel araştırmalarımın önemli bir kısmını sadece Türkçe kaleme almış olmaktır. Bu ifadeyle yanlış anlaşılmak istemem. Onun için hemen eklemeliyim ki bu sözlerimi, acele edip Türkçe’ye karşı olumsuz düşündüğüm şeklinde yorumlayanlar büyük günah kazanacaklardır! Böyle bir düşüncem olamaz. Çünkü Türkçe bir dil olarak zaten saygın ve dokunulmazdır. Ayrıca Türkçe’ye bu ülkede milyonlarca ırkçıdan daha çok sahip çıktığımı bütün eserlerim kanıtlamaktadır. Putçu olmadığım için elbette ve çok şükür ki onlarla aramda derin bir uçurum vardır, ama putçu olmamak Türkçe’yi sevmemek anlamına gelmez. Aslına da bakılırsa Türkçe, onlardan çok benim dilimdir. Fakat ne yazık ki Türkçe eserler, tıpkı Sırpça ya da afrika dilleri gibi bilim dünyasında kale alınmamaktadır. Elden ne gelir, bazı dillerin kaderi böyledir.      

 

Özel sektördeki işim sırasında yirmi yıl kadar süren çeviri pratiklerim, tabiatıyla çok yararlı oldu. Çünkü bu sayede geniş bir meslek kültürü ve deneyimler kazandım. Bu formasyon sayesindedir ki, Türkiye’ye döndükten sonra ülke ve dünya gerçekleriyle daha yakından ilgilendim; kaygılarım arttı; sayılamayacak kadar siyasal, sosyal, ekonomik ahlâkî ve toplumsal gerçekler ve sorunlar saptadım. Bunlara kayıtsız kalmayı, yalnızca bir laubalilik değil, aynı zamanda ilme ve insanlığa ihanet etmek gibi gördüm. Onun için zaman kaybetmeden yazmaya başladım. Bilimsel çerçevede inceleme ve araştırmalarım halen bütün hızıyla sürmektedir.

 

İşte Yazıp çizdiklerim

 

Libya’dan dönünce dikkatim ilkin Türkiye’deki tercüme faaliyetleri üzerinde yoğunlaştı. Çünkü bu alan, yaşamım boyunca sık sık beni ilgilendirmiş; çeviri, zaman zaman karşıma çıkmıştı. Libya’dan kesin gibi döndüğüm 1986 yılından önce de tercüme mesleği beni meşgul etmişti. Şirketimizin mütercimleri sık sık bana danışır, ilginç şeyler sorar, gerçekten zor çevrilebilecek terim, tabir ve kalıpların çözümünde benden yardım isterlerdi. Bütün bunlar beni tercüme konusu üzerinde derin derin düşündürüyordu. Özellikle de Türkçe’den yabancı dile tercüme yapmanın Türkiyeli insan için ne kadar sıkıntı verici bir iş olduğunu çok geçmeden anladım. 1980’li yıllarda Türkiye’de özellikle «İslâmcı» kesimin giriştiği yoğun bir çeviri hamlesi vardı. Eline kalemi alan, -ben ehil miyim, değil miyim diye düşünmeden- bu meydanda at oynatıyordu. Arapça’dan Türkçe’ye yüzlerce eser sözde çevrildi. Bu çevirilerdeki sırf teknik hatalar bile kafa karıştırıcı idi. Meselenin etik ve düşünsel boyutları ise korkunçtu. Bu konuda işlenen yanlışlıklar, -hiç kuşku duymuyorum ki- geri dönüşü olmayan yıkıcı etkiler bırakmıştır.

 

Libya’dan her dönüşümde, işte bu manzarayı gördükçe üzülüyor, bu sorumsuzluğa karşı kişisel olarak neler yapabilirim diye düşünüp duruyordum. Fırsat buldukça oraya bura çiziklediğim, çeviri tekniklerine ilişkin çeşitli notlarımı, -başımı kaşıyacak zaman bile bulamadığım 1984 yılında- bir araya getirdim. Yaşamımın en hareketli döneminde kaçamaklarla bunu başardım ama hemen de yayınlayamadım. Onları «Tercüme Sanatının Gerçekleri» adı altında düzene koyup, İstanbu’la döndüğüm 1986 yılında ancak yayınlayabildim.

 

Bu kitap benim, yazar sıfatıyla telif olarak kaleme aldığım ilk eserimdir. Türcüme sanatında elbette ki acemi değildim. bu kitaptaki birikimim söylediklerimi kanıtlamaya yeterlidir. Fakat bir öz eleştiri olarak içtenlikle söylemeliyim ki telif sanatında, o tarihlerde henüz çok acemiydim. Bunu fark eden de oldu. etmeyen de... Bir ara duydum ki, «muhafazakâr» bir gazetenin köşe yazarlarından biri, beni, bu kitaptaki bazı açıklamalarımdan sebep biraz diline dolamış. Her şeye rağmen kitap, genelde kabul gördü. Ama ben kitabı beğenmemiştim. Sonraları onu toparlayıp ikinci baskısını yapmaya da zaman bulamadım.

 

Ne yazık ki bu kitap, kıtıpiyos bir yayıncının eline düşmüş ve perişan olmuştu. Benden kaynaklanan kusurlarına ek olarak bu zavallı adamın elinde de epeyce hırpalanmış bir görünüm içinde yayınlanmıştı.     

 

Beni bu çalışmaya iten sebep, hiç kuşkusuz yine sorumluluk duygusu oldu. Bilimin ve ahlâkın sınırlarını pervasızca çiğneyen ehliyetsiz, beceriksiz ve fırsatçı kimseleri uyarmaktı amacım... Üstelik tercüme gibi değerli ve nadir bir sanatın teknikleri hakkında o tarihlerde bilinmeyen şeyleri açıklamak, insanları bilgi ve deneyimlerimden yararlandırmak kutlanacak şeydi. Çünkü çeviri, Türkiye için gerçekten çok yeni ve çok önemli bir alandı. Ne yazık ki hiç kimse bu çabaların farkında olmadı. Ya da farkında olundu, ama yobazlık ruhu kabarıp gözlere perde çekti, zihinleri kararttı. Nitekim üniversitelerden, sözde ilim irfan yuvalarından ve yazar çizerlerden hiçbir ses çıkmadı. Çünkü sahnede yine lâikçiler ve tarikatçılar vardı. Ve çünkü bu ülkede ırkçılık, laikçilik, sağcılık, solculuk ya da tarikatçılık yapmazsanız, hiçbir zaman yandaş bulamazsınız, iflah edemezsiniz, emeğinizi takdir edecek hiç kimseye rastlayamazsınız. Sizi hayırlı girişimlerinizde destekleyen asla bulunmaz. Bu bir yana, emeğinizi ve göz nurunuzu küçümseyen, hatta kötüleyen bir sürü haşereyi bile karşınızda bulabilirsiniz; suikasta bile kurban gidebilirsiniz!

 

Nitekim bu haşere kamplarını harekete geçirebilecek şeyler vardı kitapta. Örneğin, Türkçe’nin nasıl bir dil olduğu hakkındaki açıklamalarım, o zamanlar ırkçıların kudurması için yeterliydi. Özellikle Türkçe’den Arapça’ya çeviri tekniklerine verdiğim ağırlık da herhalde laikçilerin hoşuna gitmiyordu. Çünkü onlara göre «Arap Dini» olarak İslâm, bin yıldır Türk’ün başına bela olmuştu. Arapça da bu dinin diliydi. Dolayısıyla Arapça’dan Türkçe’ye, (özellikle de Türkçe’den Arapça’ya) tercümeyi dert edinmiş insan gericiydi, İslâmcıydı, yobazdı ve mürteci idi onlara göre. Ve benim yazıp çizdiklerimden söz etmeye bile tenezzül edilmemeliydi (!)

 

Ben elbette ki bu lağım böceklerinin, lehimdeki vızıltılarından gurur duyacak değildim ki suskunluklarından dolayı üzüleyim ya da kudurmalarından çekineyim. Ben yoluma devam ettim ama bu çalışmamın yayınlanmasıyla birlikte Türkiye toplumunun psikososyal özelliklerini de yavaş yavaş öğrenmeye başladım. 

 

***

 

 

Kasım 1998 yılında ESKA’da çalışmaya başlarken, Libya’da kaldığım süre içinde yine boş durmuyor, işten arta kalan zamanımın hemen tamamını okumakla ve araştırmalarla değerlendiriyordum. Trablus’un Endülüs Semti’nde kiraladığımız villanın bir bölümünü büro olarak kullanıyor, öbür bölümünde de oturuyordum. Boş zamanlarımda çıkıp kitapçı dükkanlarını gezer, gözüme kestirdiğim kitapları satın alırdım. Ancak sekiz ay kadar kısa bir süre, çalıştığım ESKA firmasında bu suretle kendime bir kütüphane oluşturacak kadar kitap satın almıştım. Akşam olunca, genelde haberleri izledikten sonra televizyonu kapatır, kitaplarımla haşir neşir olurdum. Onlardan daha çok keyif alırdım.

 

Bu arada tercümenin, Türk-Arap ilişkilerindeki rolü ve etkileri zihnimi meşgul etti. Bu, tam bana göre bir araştırma konusuydu. Hemen kolları sıvadım ve bu ana başlık altında aklıma ne geldiyse bu sefer Arapça yazmaya başladım. İki ay bile geçmemişti ki notlarım küçük bir kitap hacmini kazandı. Bu notlar uzun süre çantalarımda gezdi. Daha sonra 1990 yılında fırsat bulduğum bir sırada onları yeniden gözden geçirerek düzene koydum.

 

Bu çalışmamda tercüme tekniğine hemen hiç girmedim. Çünkü daha önce «Tercüme Sanatının Gerçekleri» adı altında Türkçe yayınladığım kitabımda çevirinin bu yanını yeterince işlemiştim. Bu kez de çeviri sırasında, insan ilişkileri ve psikolojik açıdan yaşanan gerçekleri konu edindim.

 

Tarihsel Türk-Arap İlişkileri bakımından çeviri, diye adlandırdığım bu çalışmamda;

 

·        Türk-Arap ilişkilerinde çevirinin rolü,

·        Türk-Arap ilişkilerinde çevirinin başarı düzeyi,

·        Türkçe ve Arapça arasında çeviri görevini üstlenen mütercimin insan ilişkileri bakımından karşılaştığı sorunlar,

·        Dil karakteri bakımından Türkçe ile Arapça arasındaki farklardan kaynaklanan çeviri sorunları,

·        Türk-Arap ilişkilerinde çeviri yapanların düzey farklarından doğan sorunlar,

·        Türk ve Arap muhatapların izlediği tavırlar bakımından çevirinin karşılaştığı sorunlar ve

·        Türk-Arap ilişkilerinde sömürü ve bundan doğan sorunlar gibi çok çeşitli ve önemli meseleleri ele aldım.

 

Çok yararlı bir araştırma ürünü olan bu kitabım hâlâ yayınlanmış değildir.        

 

***

 

Tercüme Sanatının Gerçekleri adı altında telif olarak gerçekleşen ilk çalışmamın yayınlanmasından beş yıl sonra 1991’de Kahraman Yayınları’nın sahibi iki genç kardeş, beni bir gün evimde ziyaret ettiler. Bu gençlerin yakın geçmişte vefat eden babaları Merhum Fethullah Kahraman, benim çok yakın bir dostum ve hemşehrim idi. Bana bir teklif getirmişlerdi. Riyad’da İmam Muhammed bin Suud Üniversitesi, öğretim üyelerinden Mahmud Şakir tarafından kaleme alınan ve İslâm Tarihi adını taşıyan sekiz ciltlik eseri Türkçe’ye çevirmemi istiyorlardı. Bu teklif boş bir zamanıma rastladı. Eseri inceledim. Hoşuma gitti. Objektif yazılmıştı. Önemli tarihi gerçeklerin anlatımında yazarın fazla yorumları yoktu. Pek fazla düşünmeden teklifi kabul ettim ve beş yıl içerisinde çevirisini gerçekleştirdim.

 

Kitap, ufak tefek kusurlara rağmen okuyan herkesi tatmin etmişti. Çünkü çok açık ve arı bir Türkçe ile bu çeviriyi gerçekleştirmiş, dipnotlarla verdiğim ek bilgiler sayesinde de okuyucunun yolunu epeyce ışıklandırmıştım. Bu sayededir ki, Harran Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Adnan Demircan Kahraman Yayınevine gönderdiği bir mektupta «Yayıneviniz ilim çevresinde hassasiyeti ve ciddiyeti ile bilinen bir kuruluştur» diye sözlerine başlamış, tavsiye ve eleştirilerini bildirmekle de bu diziye ne kadar ilgi duyduğunu ortaya koymuştu. Ayrıca bu dizi içinden «Peygamberimizin Hayatı» ve «Hulefa-i Raşidin» bölümleri, Erzurum Üniversitesi ilahiyat Fakültesi öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Ağırman tarafından beğenilmiş ve öğrencilere yardımcı kitap olarak tavsiye edilmişti. Fakat yine ırkçılar sahnedeydi. «Bu kitabın yazarı da mütercimi de yayınlayıcısı da Araptır, onu okumayın!» dedikoduları yayılmış, kulağıma kadar gelmişti.

 

Yobazlığın fitne odaklarına rağmen bu kitap hâlâ erbabı tarafından rağbetle okunmakta ve takdir görmektedir.    

 

***

 

Sait ve Metin Kahraman Kardeşler, 1994 yılında da benden bir akaid kitabı yazmamı istediler. Haklıydılar... Çünkü son zamanlarda bazı odaklar, zihin bulandırıcı ve saptırıcı birtakım felsefi ve ideolojik düşünceler ortaya atarak müslümanların vicdanları üzerinde yönlendirici etkiler bırakmak istiyorlardı. Bu çevrelerin ısrarlı, sinsi ve yıkıcı çabalarına karşı müslümanları uyarmak ve aydınlatmak, ilme hizmet edenlerin kaçınılmaz görevlerinden biriydi. Bu noktadan hareketle hemen yazmaya koyuldum. Böyle bir çalışmayı üstlenmemdeki temel amacım, İslâm’ın ve Kur’ân’ın bir bütün olduğu ilkesini ön plâna çıkarmak ve bunu zihinlere kazımaktı. Nitekim benden önceki hiçbir akaid yazarı İslâm’ın ve Kur’an’ın bütünlüğü konusuna gereken önemi vermemiştir. İşte bu açık kapı yüzündendir ki Tarikatçısından, kökten putçusuna kadar, türlü türlü inanışlara sahip kimseler kendilerini sözde Müslim sanmış ve İslâm’ı sürekli dejenere etmeye çalışmışlardır!

 

Bu çalışmaya dikkat çekici bir isim de verdim: «İslâm’da İnanç Sistemi». Benden önce imanî konularda eser veren yazarlar, kitaplarına hep «Akaid» diye standart bir isim vermişlerdir. Ben bu geleneği bozdum. Çünkü İslâm’ın imân kurumu da aynen onun pratikleri gibi bir ilkeler zincirinden oluşur. Mümin olabilmenin ve mümin sayılabilmenin çok önemli kuralları vardır İslâm’da... Müslüman kişi elbette ki insanların vicdanını araştırmaz ve araştıramaz; fakat onun, ancak ve sırf mümin kimselerle işbirliği yapabileceği çok önemli yerler ve alanlar vardır. Aslında her topluluk, –güvenliğini koruyabilmek amacıyla- kendi vicdanî değerlerine göre birtakım tercihler yapar. Örneğin Türkiye «laik» bir ülke olmasına rağmen, önemli bazı stratejik yerlerde Türk unsuru dışındaki kimseleri görevlendirmez! Bu konuda izlenecek tutumun ve belirlenecek tavrın kaynağı vicdandır ve oradaki imandır. Dolayısıyla mümin kişi İslâm’ın imân sistematiğini ve diyalektiğini çok iyi bilmesi gerekir. Aksi halde (Türkiye’de) ya Sünnîleşerek veya Alevîleşerek İslâm’ın özünden uzaklaşabilir! Kitapta bu önemli espri üzerinde gerektiği kadar durduğuma inanıyorum. 

 

İşte bu kaygı ve sorumlulukla kaleme aldığım «İslâm’da İnanç Sistemi» adlı kitap, -hiç kuşku duymuyorum ki- alternatif bir akaid kitabı olarak büyük bir boşluğu doldurmuştur. Ancak bu çalışmayı anlayabilecek insan sayısının Türkiye’de çok olduğunu sanmıyorum. Çünkü sık tekrarlarla söylediğim gibi bu halk bir bilgi toplumu değildir.

***

 

1991 yılında İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda danışman olarak hizmet verirken, Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Ali Özek’in ricası üzerine, Vakfa ait «Gençliğin Rûhî ve Manevî Problemleri» adlı kitabı Arapça’ya çevirmeye başladım ve birkaç ay içinde tercümeyi bitirdim. Bu tercümenin ham taslağı, Marmara Üniversitesi sözleşmeli öğretim üyelerinden Mısırlı Prof. Dr. Fethi en-Neklâvî tarafından gözden geçirildi. Ben bu zatı tanımıyor ve kendisiyle de tanışmıyordum. Evde bulunduğum bir gün benimle bir telefon teması kurdu ve kendini tanıttıktan sonra bana ilk yönelttiği soru «Arapça’yı nerede öğrendiniz?» şeklinde oldu. Biraz konuştuk. Hayranlığını ifade ettikten sonra, mümkün olan en kısa zamanda benimle görüşmek istediğini söyledi. Nihayet ben kendisini fakültedeki odasında ziyaret ettim. Çok az miktarda sehven yaptığım yanlışlıkları mahcup bir ifade ile bana gösterdi. Teşekkür ettim ve onları da vakıfta birkaç saat içinde düzelttim. Ondan sonra sözde Mısır’da basılmak üzere kitabın bu taslağı benden alındı ve gönderildi (?) Ama bir daha ne onu, ne de yayınlanmış bir tek nüshasını gördüm. Kitap ortadan kayboldu. Bu taslağın bir nüshası bende mahfuzdur.

 

***

 

1992 yılında yine Prof. Dr. Ali Özek, bana İslâm Fıkıh Akademisi’ne ait bir bülten verdi. Bunu da Türkçe’ye çevirmemi istedi. Daha doğrusu bu bülten, İslâm Konferansı Teşkilâtı (IRCİCA)’nın Türkiye Genel Direktörü Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından gönderilmişti. 80 sayfadan oluşan bülten, Merkezi Cidde’de bulunan Akademinin, 1985-88 yıllarında aldığı kararları içeriyordu. Bu bülteni Türkçe’ye çevirdim ve 25 Nisan 1992 günü IRCİCA’ya gönderdim.

 

Bana, ilgili makamdan gelen yazılara göre bu eserin Türkiye’de yayınlanması gerekiyordu. Bu konuda bazı kimselere de talimat ve yetki verilmişti. Ancak yıllar geçti, bu bültenin yayınlandığını şimdiye kadar duymuş değilim! Bir ilim hırsızı bu tercümeyi kendilerine mal etmiş olabilir. Nitekim, akademi terminolojisinde «İntihâl» olarak bilinen ilim hırsızlığı Türkiye’de son yıllarda yaygınlaşma eğilimini göstermiştir.

 

***

Birlikte vakıf kurduğumuz şahıs, 1992 yılında bana Arapça bir kitapçık getirdi ve sen bunu bir incele bakalım, işe önce bununla başlayalım, dedi. «Sell’ul-Hisâm el-Hindî» adını taşıyan bu kitapçık,1784-1836 yılları arasında yaşamış Dımışk (Şam) Müftüsü İbn Abidin tarafından kaleme alınmıştır.

 

Yazar bu kitapçıkta, Halid Bağdadi’ye kafa tutmuş bir adamı yerden yere vuruyor. Tabi Tarikat çevrelerine yabancı olan ve özellikle Nakşibendî Tarikatı hakkında yeterli bilgilere sahip bulunmayan kimseler ne bu kitapçığın adını duymuş ne de yukarıda adları geçen bu iki kişiyi tanımış olabilirler. Ancak şunu hemen vurgulamak gerekir ki siz bu konuda herhangi bir bilgiye sahip olmasanız bile bugün Türkiye’de milyonlarca insan Nakşibendî Tarikatının kucağında yaşamaktadır. Bu adamların sokakta konuşmadığı o kadar çok ilginç konular ve adlar vardır ki siz istediğiniz kadar «dünyanın ünlü futbol ve sinema starları»nın adlarını ezberlemekle meşgul olun, Nakşibendîlerin listesindeki adlar sizinkilerden hem sayıca daha çoktur; hem daha ünlüdür (!) Üstelik de bunlar kutsaldırlar!!! Onlara karşı gelmiş kimseler ise lânetlenmiş insanlardır. Onun için –aynı ülkede yaşadığınız- bu adamlara göre ne kadar cahil olduğunuzu siz tahmin edebilirsiniz!

 

Dünyalarınız son derece farklı olmasına rağmen yukarıda adını verdiğim kitapçığın, Nakşibendî şeyhleri tarafından oldukça önemsendiğini size haber vererek bu adamların nelerle uğraştığı hakkında dikkatinizi biraz tetiklemek isterim. Çünkü, bu tarikata ilişkin olarak yaptığım önemli araştırmalardan size biraz sonra epeyce söz edeceğim.

 

Sözünü ettiğim bu kitapçığı inceledim, ve ona Arapça bir reddiye yazdım. Sözde bu reddiye Vakfın gerçekleştirdiği ilk araştırma olarak yayınlanacak ve erbabına ulaştırılacaktı. Çünkü vakfımızı önemli bir amaç için kurmuştuk: İslâm’ın özgünlüğünü ve bütünlüğünü bozan her çeşit sapkın düşünce ve inanışları gündeme getirecek ve bilimsel yollarla onları tartışacaktık. Sonuçlarını da yayınlayacaktık.

 

Ne yazık ki bunu birlikte sürdüremedik. «Mawqıf’u İbn’i Abidîn men’es-Sûfiyye’ti wa’t-Tasswwuf» adını verdiğim bu reddiye halen de basılmış değildir. Örnek nüshası ise bende mahfuzdur.

 

***

 

Yaklaşık yirmi yıl boyunca üzerinde araştırmalar yaptığım ve belgeler topladığım, «Nakşibendîlikte Râbıta» konusunu artık işlemek ve kitaplaştırmak istiyordum. Kurduğumuz vakfın amaçlarından biri de buydu. Onun için hemen başladım. Dört yıl süren uğraşılardan sonra onu yayına hazır hale getirdim. Ancak çalışmalarımı artık Vakıfta değil, evde sürdürüyordum. Bilimsel ve akademik kurallara bağlı kaldım. Bir kusur işlememek ve çalışmayı olabildiğince kabul görebilecek nitelikte gerçekleştirmek için tarikatçılarla tartışmak ve onları da dinlemek istedim. Çünkü ilimde adaletten, dürüstlükten ve tarafsızlıktan ayrılmamak gerekirdi; muhatapla, -ilmin terazisi olan akıl ve mantık ölçüleriyle- tartışmak şarttı. Bunu çok iyi biliyordum. İlim ve kemal erbabının münazaralarında bulunmuş, onlardan feyiz almıştım. İmam Şâfiî’nin bu konudaki birçok değerli ifadelerini Gazalî’nin Fatiha’tu-Ulum adlı risalesinde defalarca okumuştum. Bu büyük insan aynen şöyle diyordu: «Tartıştığım hiçbir kimsenin asla hataya düşmesini istemedim; kiminle tartıştıysam onun mutlaka başarılı olmasını, Allah’tan ona yardım gelmesini, desteklenmesini ve korunmasını daima içimden arzu ettim; gerçeğin, benim ya da onun diliyle ortaya çıkmasına hiç önem vermedim; gerçeği ve belgesel kanıtını ortaya koyduğumda onu kim kabullendiyse gözümde büyüdü, ona güvendim ve onu sevdim; buna karşın belgesel kanıta karşı kim ki direndiyse o da gözümden düştü».

 

Bu gibi durumlarda, kulağımda çınlayan yukarıdaki sözleri asla unutamazdım. Dolayısıyla bir tarikatçı grubunun içinde yer alan ve kariyer sahibi olan Mehmet Talu adındaki kişiye yazı göndererek Onu ve şeyhini, takımıyla birlikte davet ettim ve bu daveti üç kez de yineledim. Bana hiçbir yanıt vermedi. Bu girişimime tanıklık eden Behlül Düzenli adında genç bir ilâhiyatçı, aynı zamanda benimle Mehmet Talu arasında kuryelik ve elçilik yaptı. Fakat bu adamı bir türlü yumuşatamadık. İnadından vazgeçmedi; bana bir tek kelimeyle dahi yanıt vermedi. Bunun üzerine kitaba son şeklini verdim. «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik» adını verdiğim bu çalışmamın, nihayet birinci baskısı EKİN Yayınları tarafından 1996 yılında gerçekleştirildi. Kitap kısa zamanda kapışılarak ilk baskısı tükendi.

 

Fakat tarikatçılar ve laikçiler yine sahnedeydiler, yine rollerini üstlenmişlerdi. İleride, dış dünyada ilim çevrelerinin ilgisini çekeceğinden hiç kuşku duymadığım bu kitabın Türkiye’de araştırmacılara ve akademisyenlere ulaşmaması için yalnız susmakla yetinmeyen medya şarlatanları, aynı zamanda laikçi patronlarının emir ve talimatlarına uyarak onu aforoz bile etmişlerdi. Lâikçi TV. Kanallarında, sık sık düzenlenen sözde «açık oturumlarda» medyumlara, üfürükçülere, sahte peygamberlere binbir türlü hokkabazlıklar yaptırılırken İslâm’ın altını oyan tarikatlar hakkında kimseye tek söz hakkı verilmemektedir. Bu nedenle, ikinci baskısı bile tükenmek üzere olan «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik» adıl belgesel çalışmamız hiç bir zaman gündeme getirilmedi. Onun için takiyye yaparak tarikatçıların arasında yıllarca yaşamış bir laikçi medya casusu (ile okuyucularım) hariç hiç kimse beni aramadı. Bu münafık adamın, harcadığı bütün çabalara rağmen bir türlü bana ulaşamadığını sonra duydum. Çünkü temas kurduğu EKİN Yayınları’nın yetkilileri bu herifi tanıyor, niyetini biliyorlardı. Dolayısıyla bana zararı dokunabilir diye ona adresimi vermemişlerdi.

 

Prof Dr. Fuat Köprülü de dahil, Türkiye’de tasavvuf ve tarikat konularını benim kadar derinlemesine incelemiş, onların kapalı yönlerini açıklığa kavuşturmuş ve sırlarını ortaya dökebilmiş hiçbir ilim adamı ve araştırmacı yoktur. Bunu söylerken «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik» adlı çalışmamı reklam etmeye ne niyetim var, ne de ihtiyacım... Çünkü 2000’de ikinci  baskısını da yaptı ve amacına ulaştı. Üstelik tarikatçılara meydan okuyan bu kitaba, en az bir satırla yanıt verme cesaretini gösterebilecek bir tek adam bile aralarından çıkmadı. Bu kitabın başarısını ilân eden en büyük kanıt da işte budur!.    

 

***

 

 

Evet, yalnızca «Râbıta» konusunu işleyen bu kitap amacına ulaştı. Fakat «Râbıta», Nakşibendî Tarikatı öğretisinin ayrıntılarından sadece biridir. Onun için aslında Nakşibendî Tarikatı’nı, tarihi gelişimiyle, ilham kaynaklarıyla, ünlüleriyle, toplum üzerindeki çok yönlü etkileriyle bir bütün olarak ele almak gerekirdi. Bu konuda benim birçok avantajım ve zengin malzemelerim vardı. Ben bu tarikatın içinden gelmiştim. Ailem bu tarikatın liderliğini yapmıştı. Vaktiyle bu tarikat hakkında kuşkulanmış, sonra bu mistik akımla bütün ilişkilerimi kesmiş, onu derin derin sorgulamıştım; tahmin edemeyeceğiniz kadar onu incelemiş ve araştırmıştım. Elimde bu konuya ilişkin yığınlarca belge ve bilgi vardı. Bu kez Tarikatı çok kapsamlı ve çok yönlü olarak kaleme alıp kitaplaştırmalıydım.

 

Fakat düşündüm, özellikle Türkiye’de ve Afganistan’da çok yaygın bulunan bu tarikattan Arapların pek haberi yoktu. Onun için bu kez kitabı Arapça yazdım. Büyük boy 700 sayfa tutan bu hacimli çalışmayı 1997 yılında tamamladım. Onu Türkçe’ye çevirecek zaman bulamadım. Kitabı hantallıktan kurtarmak için yazı puntosunu küçülterek 400 sayfaya indirdim. Bu çalışmam, son olarak Birleşik Arap Emirlikleri, Eş-Şariqa (Sharjah) Üniversitesi Öğretim üyelerinden arkadaşım Prof. Dr. Muhammed Nafi El-Mustafa tarafından gözden geçirildi. Kitap henüz basılmış değildir. Örnek nüshalarından biri bende mahfuzdur; biri de Türkiye Diyanet Vakfı’na bağlı İslâm Ansiklopedisi İstanbul Bağlarbaşı Kütüphanesi’ne armağan edilmiştir.

***

 

 

Vaktiyle üniversite öğrencilerine Arapça gramer ve edebiyat dersleri verirken önemli bazı gerçekler saptamıştım. Bunların başında, Türkiye’de yüzbinlerce insanın bu dile ilgi gösterdiği, şu veya bu şekilde onu öğrenmeye çalıştığı ancak hemen hiç kimsenin şimdiye kadar bu alanda başarılı olmadığıdır. Biraz sonra bu nokta üzerinde duracağım. Ancak tespit ettiğim gerçekler arasında beni en çok ilgilendiren, hatta şaşırtan şey gramer kitaplarında zamanlarla ilgili bir mesele oldu.

 

Bana kalsa Arap dilcileri, bu konuda tarih boyunca bir yanlış üzerinde ısrar etmişlerdi. Çünkü fiil kiplerinin; Mazi, hal ve istikbal (yani; geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman) olmak üzere bütün gramer kitaplarında sadece üç tane olduğu yazılıydı. Acaba neden böyleydi? Ben Arap diline ait gramer kitaplarında, -zaman bakımından- bu üç kipten başka fiil kategorilerine hiç rastlamadım. Oysa bütün Avrupa dillerinde onbeş kadar farklı zamanlar (tense) vardı. Türk dil grameri de bunlara göre düzenlenmiş ve Türkçe dilbilgisi kitaplarında kipler örneğin: Basit ve Bileşik Zamanlara; bunlar da çeşitli kısımlara ayrılmaktadır.

 

İşte bu kaygı ile yola çıkarak Arapça’da zamanları işledim. Bu konuda küçük bir risale yazdım. Bu risalede onbeş zamanı saptadım. Aslında bir ilke imza attığımı biliyordum. Fakat borazanı sağırın kulağına üflüyordum. Çünkü bundan ne Arabın, ne de Acemin haberi vardı. Bu kitapçığın kopyalarından bir tanesini Libya’da İslâmî İlimler Fakültesi Öğretim üyelerinden dostum Prof. Dr. Abdühamid el-Harrama’ya postaladım. Adamcağız o kadar çok sevinmiş ki bana mektubunda yağdırdığı övgüleri buraya aktarırsam yüzüm kızaracak. Ama hepsi bu kadarla kaldı. Kitapçığı, öğrencilerimden Davut Gürgen Türkçe’ye de çevirdi. Hem metni hem de tercümesi bende mahfuzdur. 1997 yılında yazdığım bu kitapçık halâ basılmış değildir.

 

***

 

Bilindiği üzere yabancı dil eğitimi Türkiye’nin önemli sorunlarındandır. Buna, kısa vadede çözüm bulunamayacağı da çok açıktır. Çünkü Ülkenin bütün sorunları gibi bu problemin de karmaşık nedenleri vardır; üstelik ırkçılarla Batı hayranları arasında bu mesele, öteden beri sürekli bir kavga konusudur.

 

Çeşitli kültürel çalışmalarım sırasında gerek tercümenin zaman zaman beni meşgul etmesi, gerekse üniversite öğrencilerine verdiğim dil dersleri ilgisiyle bu sorun üzerinde de epeyce araştırmalarım oldu. Bu konudaki bilgi ve belgelerim, bir konferansta işlenebilecek ya da bir kitapta yayımlanabilecek kadar zamanla birikince bir tercih yapmak istedim. Bu konuda bir konferans denemem zaten vardı. Fanatik dinleyicilerime o sırada hemen hiçbir şey anlatamamış, onların ilkel tepkileri karşısında hayal kırıklığına uğramıştım. Şimdi artık bir seçeneğim kalmıştı. Bu bilgi ve belgeleri kitaplaştırmak...

 

İşte ben de onu yaptım. «Türkiye’de Yabancı Dil Sorununa İlişkin Eleştirel Bir Yaklaşım» başlığı altında konuyu işledim. Ayrıca «Arapça'nın Önemi ve Türkiye'de karşılaştığı Sorunlar» adı altında bir kitap daha yazdım. Ancak bu çalışmalarım da henüz basılmış değildir. Örnek nüshalarını şimdilik CD’lerde saklıyorum.

 

***

Şunu önemle belirtmek gerekir ki, Türkiye'de dille ilgili çok ağır sorunlar yaşanmaktadır. O kadar ki, bu ülkenin hemen her açmazının temelinde bu sorunların mutlaka bir etkisi bulunmaktadır. Kavram kargaşası ve kültür fukaralığının Türkiye toplumu için ne büyük dertlere, hatta ne büyük felâketlere kaynaklık ettiğini anlayabilmeniz için burada gizli bir dünyadan söz edeceğim. Bu nokta oldukça önemlidir. Çünkü Türkiye'de ne sokakta göze çarpan, ne de medyaya yansıyan bu kapalı dünya, aslında toplum sosyolojisini önemli derecede yönlendirmektedir. İşte bu dünya hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olabilmeniz için size şimdi aşağıda «Muhtenem Gogo Efendi!» başlığı altında birine yazdığım bir mesajımı sunacağım. «Gogo Efendi» takma adını verdiğim bu adam, birkaç yıl önce bir grup yandaşıyla birlikte beni evimde ziyaret etti ve bana bir teklifte bulundu. Bu teklife göre ben uygun bir mekânda belli sayıda ilâhiyat ve filoloji öğrencilerine (özellikle master ve doktora için hazırlananlara) Arapça olgunlaştırma kursları verecektim. Ben fahri olarak bu hizmeti sunacaktım, O da arkadaşlarıyla birlikte bu hizmetin devamı için mütevazı bir katkıda bulunacaktı. Hemen anlaştık ve işe koyulduk. Fakat unutmadan söyleyeyim; derse başladığımızın ertesi günü Gogo Efendi, koltuğuna sıkıştırdığı kalın bir kitapla geldi. Bir hilesi vardı, onu kitaba uyduracaktı! Yumuşak bir ses tonuyla:

 

- Hocam, ben her gelişinizde sizden, önce özel bir ders almak istiyorum, dedi.

 

Ben biraz şaşırdım, ama o dakikalarda meselenin bizleri nerelere sürükleyeceğini pek tahmin edemedim. Nezaketimi bozup onu kırmak da istemedim. Çünkü daha yeni tanışıyorduk. Dolayısıyla, Gogo Efendi'nin özel dersi için her gün bir saat önce derslikte bulundum. Çok geçmeden öğrendim ki Gogo Efendi'nin hasret kaldığı bir şey varmış; meğer bıyıkları terlemeye başladığı 1950'li yıllarda Güneydoğu'ya gidip oralardaki medreselerde «Molla Cami'ye kadar okumuş, fakat molla olamadan öğrenimini yarıda bırakmak zırunda kalmış; şimdi eksiklerini tamamlamak istiyormuş!». Vah vah... Anlaşılan, yetmiş yaşından sonra Gogo Efendi molla olmak istiyordu. Onun için aklını İslam hukukuyla bozmuştu. Treni neden kaçırdığı da çok geçmeden anlaşıldı: Bu adam, hayatımda (titiz bir araştırmacı olarak), yakından tanıyabildiğim binlerce insan arasında en aceleci, en telaşlı, cadı tazanı gibi fokurdayan, zırzop bir insan tipiydi. Lakin «Yiğidi öldür, ama hakkını yeme», demişler ya, doğrusunu söylemek gerekirse bu adam son derece iyi niyetli, samimi, mert ve – en önemlisi – doğulu insan tipinin tam tersine, batıl ve hurafeye, tarikatçılık, laikçilik ve ırkçılık gibi her türlü yobazlığa karşıydı. Herhalde beni arayıp bulmuş olmasının nedeni de bu olmalıydı. Ama bu adamcağızın içinde sanki bir cehennem vardı. Yürürken, konuşurken, yerken, içinken ona yetişebilmek için insanın kendi kıçına bir motor takması gerekiyordu! Derste tam bir hacıyatmazdı, olur olmaz yerde konuşmamı keser; münasebetsiz sorular yöneltir; hop oturur hop kalkar; Tek derste, - Anlasın veya anlamasın -  on onbeş sayfa yazıyı bir çırpıda okur ve bana onaylatmaya çalışır; dersin tadını tuzunu kaçırır; 18-20 yaşlarındaki gençler arasında görüntüyü bözar, disiplini altüst ederdi... İşte bu zavallı adamcağızın bana çektirdiği işkenceye dört yıl sonra bir nokta koymak için günün birinde ona, aşağıda size sunacağım mesajı yazmak zorunda kaldım. Bu mesaj, aynı zamanda Türkiye'nin çehresini küçültülmüş çarpıcı bir tablo içinde yansıtmaktadır. Bu nedenle de çok önemlidir. Bu mesaj, hem dil sorunları, hem de Türkiye'da toplum sosyolojisini ilgilendiren can alıcı gerçekler hakkında önemli ipuçları vermektedir. Mesajı izlemek ve yorumlamak ise size ait. İşte mesajım:

 

«Muhterem Gogo Efendi,

 

22 Şubat 2006 Çarşamba günü yaptığımız ders sırasında yaşadığım huzursuzluk sebebiyle size aşağıda bazı bilgiler vermeye çalışacağım. Biraz tafsilata girme ihtiyacını duydum. Bu yazıyı, acele etmeden, sabırla okumanızı istiyorum.

 

Kısa Bir Açıklama

 

Yaklaşık dört yıldır birlikteyiz. Hayırlı bir maksat için sanırım 2002 yılında ilk kez karşılaştık. İlk sohbetimiz sırasında Arapça üzerinde durdum ve dikkatinizi bu nokta üzerine çekmeye çalıştım. (Evimden ayrılırken o gün ayrıca –meselenin önemini kavrayabilmeniz için- size yazılı bir mesaj da verdim. O yazı halen bende mahfuzdur). O gün ne söylediysem bu gün de aynı şeyleri söylüyorum. Benim amacımda ve görüşümde hiçbir değeşeklik olmamıştır. O da özetle şudur:

 

1)       Türkiye'de büyük bir Arapça boşluğu vardır. Bu lisan, Kur'an'ın dili olduğu için müslümanlar buna önem vermelidirler. Son yılların karmaşası içinde bu konu unutulmuş veya kasıtlı olarak toplumun gündeminden çıkarılmıştır.

2)       Asırlardır bu coğrufya'da Arapça yanlış bir sistemle öğretilmiştir,

3)       Arapça öğreten hocaların hiç biri bu dili sözlü ve yazılı anlatımda kullanamamaktadır,

4)       Bu yüzden hem Kur'anî değerler tehilkededir, hem de Ümmetin önemli bir parçası olan  bu ülkedeki toplumun –İslamî eğitim görmüş kesimi, hatta Arapça'da sözde ihtisas yapmış azınlığın hemen hiç bir ferdi- ümmetin otak dili olan Arapçayı yazılı ve sözlü anlatımda kullanamamaktadır, İslam dünyasının öbür unsurlarıyla haberleşmede bu dili kullanabilen insan sayısı ülkemizde beşi onu geçmemektedir. Bu yüzden Türklerle Araplar hiçbir konuda ciddi, samimi ve etraflı şekilde iletişim kuramamaktadırlar.

5)       Bu durum sonuç olarak dünya müslümanlarının aleyhine işlemektedir. Öyleyse ortada; özeti bundan ibaret olan çok büyük bir sorun var demektir. Bu sorunun çözümüne bilgili kültürlü ve varlıklı her mümin katkıda bulunmalıdır.

 

Bu beş maddelik isteğimi, dört yıldır halâ anlamış değilsiniz. Çünkü hem çok acele ediyorsunuz, hem kültürel durumunuz müsait değil, hem de sizin amacınız (baştan beri) başka idi. Evet çok acele ettiğiniz ve çok telaşlı bir yapıya sahip olduğunuz için size anlatılan bir şeyi hiçbir zaman anlamak istemediniz ve istemiyorsunuz. Fakat eğer ikna olur da acele etmezseniz, en çok bir saat kadar sabır gösterip bu yazıyı düşünürek okursanız, bazı gerçekleri öğrenebilirsiniz. Eğer bu yazıda bazı noktaları anlamakta güçlük çekerseniz, evnizde kültürlü birinden mutlaka yardım almanızı öneririm.

 

Amacanız Başka Bir Şeydi

 

Evet amacınız başkaydı, fakat yolunuz Arapçadan geçtiği için çok ince bir hile ile -ikinci dersten itibaren- Arapça, konumuz olmaktan hemen hemen çıktı. Çünkü sizin maksadınız 40 yıl önce yarıda kalmış olan tahsilinizi tamamlayıp icazetli bir Molla olmaktı. Bunu hemen anladım. Fakat belki birgün görüşünüzü değiştirirsiniz diye hep umutlandım ve bugüne kadar sürüklenip geldik.

 

Çok Değerli Bir Fırsatı Kaçırdınız.   

 

2002 Yılında, sayıları bazen otuzu geçen çok samimi, çok değerli, aydın ve kültürlü bir öğrenci grubu derslerimizi izlemeye başladı. Bunların hiç biri sizin davetinizle gelmedi, bunların hiç birini daha önce tanımıyordunuz. Bugün bile iki öğrenciyi bir yere toplayamazsınız. Ben de onların çok azını tanıyordum. Fakat benim yaptığım davet ve ilanlarla geldiler. Bizi sevdiler ve saydılar. Derslerimi daima dikkatle ve saygıyla dinlediler. Hiç biri, ders sırasında benim sözümü kesmedi, bir soruları olduysa onu not aldılar, dersin sonunda cevabını istediler. Dersin havasını hiçbir zaman bozmadılar. Çünkü bunların hepsi de eğitimli ve görgülü idiler. Görgü, ilim talebesi için çok önemli ve lüzumludur. Görgüyü, insan küçükken aile içinde kazanır. Nitekim onlardan hiç biri, örneğin, metin yazdırdığım sırada beni durdurup «yetiştiremiyorum» demedi. Dersin havasını hiçbir zaman bozmadılar, bir eksikleri olduysa daha sonra telafi etmeye çalıştılar.

 

Siz bu muhteşem menzarayı, bu güzel topluluğu hiçbir zaman önemsemediniz, onların benden gerektiği kadar istifade etmesini kesinlikle düşünemediniz. Çünkü acelenizden bunu düşünecek vaktiniz yoktu. Sizin amacınız birkaç molla kitabını bitirip molla olmaktı. Ama yine olamadınız. Çünkü sizin çok aceleniz var ve çok eksiğiniz de var. Bu noktanın üzerinde biraz sonra duracağız.

 

Öğrencilerim benim sesimden tam 160 kaset doldurmuşlar. Verdiğim yüzlerce ders, şimdi onların bilgisayarlarında mahfuzdur. Özellikle bu konuda emek sarf eden Dilek Serdar Hanım'ı ve Rahşan hanım'ı burada saygıyla anıyorum. Hele Dilek Hanım'ın örnek davranışlarını ve katkılarını buraya sığdırmak mümkün değildir. Bu çok değerli hanımefendi, bütün ailesini bu ideal uğruna seferber etmiştir. Zekâsı, kibarlığı, fedakârlğı ve her zaman gösterdiği tevazu ile bu büyük dava uğrunda unutulmaz emekler vermiştir, çok yorulmuş ve hiç birimizin göze alamayacağı masraflara girmiştir. Onu burada bir kez daha saygıyla anıyor kendisine, öğrencilerine ve tüm ailesine dua ediyorum. Rahşan Hanım'ın gayretleri de övğüye layıktır. Bu değerli öğrencim, derslerde gösterdiği üstün başarıyla bir yandan arkadaşlarına örnek olurken, verdiğim dersleri belli bir disiplin içinde tasnif etmek ve onları daha yararlı hale getirmek için her türlü çabayı sarfetmiş ve etmektedir. Ayrıca Allah'ın ona ihsan ettiği edebi yetenek sayesinde verdiğim derslerin ilmi potansiyelini çok daha derinden kavrama imkanını bulmuş ve beni pek iyi anlamıştır. Dolayısıyladır ki Türkiye'de bütün yayıncıların, eserlerimi basmamak için sergiledikleri haksız ve insafsız boykottan dolayı o, herkesten daha çok daha fazla üzülmüştür. Ona çok dua ediyor, kendisini saygıyla anıyorum. Bütün öğrencilerim de beni hayırla saygıyla ve minnetle anıyorlar. Eğer sizin amacınız ilim olsaydı bu dersleri derleyerek en az beş ciltlik bir seri haline getirebilirdiniz. Onları yayınlayıp hem kendiniz istifade edebilir, hem de başkalarına hediye ederek sevap kazanabilirdiniz. Fakat telaşınız, aceleniz ve özel amacınız bunu engelledi. Hayatınızın bu son dört yılını çok büyük bir zaman israfı içinde geçirdiğinizi ve amacınızı asla gerçekleştirememiş olduğunuzu kesinlikle söyleyebilirim. Bu nedenle çok büyük bir fırsat kaçırdınız. Ömrünüzün belki de en büyük hatasını işlediniz. Eğer acele etmez ve bu yazıyı derin derin düşünerek, anlayarak sabırla sonuna kadar okursanız bu büyük fırsatı nasıl kaçırdığınızı daha iyi anlayacaksınız. Ama her şeyden önce ilim nasıl tahsil edilir bunu size bir kez daha anlatmalıyım.

 

İlim Ne zaman ve nasıl Tahsil edilir.

 

Derslerimizin bir çoğunda size bu konu ile ilgili, çok geniş bilgiler verdim. Bunları size bir kez daha burada özetleyebilirim. Çünkü çok acele ettiğiniz için daha önceki bilgileri hafızanızda koruyabildiğinizi sanmıyorum.

 

Öncelikle ilim, çocukluk ve gençlik çağında tahsil edilebilir. O çağda kazanılan bilgi, mermere işlenen yazı gibidir; daha sonra öğrenilen şeyler ise buz üzerine yazılan yazı gibidir. Bunu aklınızdan hiç çıkarmamalısınız. Aksi halde son dör yıl boyunca yaptığınız yanlışlıkları bundan sonra da yapmak gibi bir risk yaşayabilirsiniz.

 

Öğrenmenin şartlarına gelince, özü şudur: öğrenci, okuyarak, yazarak, konuşarak, dersi dinlerken tamamen anlayarak ve müzakere ederek ancak ilim tahsil edebilir. Aksine, altmış yetmiş yaşından sonra dilediği kitabı koltuğuna alıp hocanın tek kelime okumasına bile izin vermeden sayfalar dolusu ibarelerin üzerinden makine gibi geçerek ilim tahsil etmek sadece bir hayal değil, aynı zamanda ilmi oyuncak haline getirmektir! Bu son satırları (acele etmeden!) bir kez daha okumanızda yarar vardır.

 

Neden Bu Kadar Telaşlısınız!?

 

«Çok eceleci bir ruha sahip olduğunuzu» defalarca sizden duydum. Hatta birkaç yıl önce şöyle bir şey anlatmıştınız, demiştiniz ki: ben küçükken sofraya oturduğumuzda babam elimi tutar ve bana şu tembihte bulunurdu: «Oğlum bu sofranın tamamı senin, fakat acele etmeden ye!...». Evet bu ruh haliniz, bizim için hemen her derste büyük bir sıkıntı kaynağı oldu. Şu soruları acaba kendinize hiç sorma ihtiyacını duydunuz mu:

 

1)       Ben neyi kovalıyorum, bu şekilde davranarak, kaçırdığım fırsatları bir daha yakalayabilir miyim?

2)       Böyle davranarak, acaba başkalarını rahatsız ediyor muyum?

3)       Kitap bitirmekle acaba molla olabilir miyim?

4)       Madem ki hocaya ücretini ben veriyorum, neden ayrıca öğrencelere ders versin, sadece bana ders verse olmaz mı?

5)       İyi bildiğim bir ana dilim yok, bu yaşta ne öğrenebilirim, öğreneceklerimle kime ne kadar fayda verebilirim?

6)       Öğrendiklerimle toplumun veya ümmetin hangi yanlışlarını düzeltebilirim?

7)       Sık sık insanların karşısına çıkıp onlarla tartışmak için, bu yanlış sistemle öğrendiğim parça pörçük, kırık dökük bilgi kırıntılarını malzeme olarak kullanmam doğru mu?

 

Bu ve benzeri daha birçok soruyu eğer cesaretle, soğukkanlılıkla ve açık yüreklilikle kendinize yıllır önce sorsaydınız, mutlaka cevaplarını bulacaktınız. Fakat şu dört yıl içinde sizden duyduğum kopuk kopuk anılarınız, izlenimleriniz, fikirleriniz ve müşahede ettiğim davranışlarınız bütün bu soruları esasen cevaplandırmıştır.

 

Mesela defalarca, ilkokulu bile fiilen okumadınızı bana ifade ettiniz. Sanırım İmam-Hatip okulunu hariçten verdiğinizi söylemiştiniz. Bir süre imamlık da yapmışsınız. Fakat şu dört yıl içinde, Kur'an-ı Kerim'den birkaç ayet bile sizden dinlemedim. Buna rağmen «Ahkâmu'l-Kur'ân» gibi çok ağır bir hukuk kitabından (sözde) ders alıyorsunuz! Bunun mantığını nasıl açıklayabilirsiniz?

 

İtiraflarınız Çok İlginç

 

Bir insanın, özel hayatını her yerde anlatması görgü kurallarına aykırıdır. Kişinin özel hayatı mahrem kalmalıdır. Çünkü insanın özellikle yaşadığı mahkemelik ve karakolluk olayların başka yerlerde anlatılması sıkıntı yaratır. Ayrıca, insan zaten çok normal şeyleri konuşurken bile epeyce açık verir. İlim erbabı, aydın insanlar ve bilhassa sosyologlar ve araştırmacılar bu gibi açıkları hiç kaçırmazlar, çünkü onların gerek irşad gerekse araştırmalarında bu açıkların önemi büyüktür. Onlar, insanların yanlışlıklarını tespit ederek, literatüre geçirmek suretiyle ilmi hizmetler görürler. Fakat bunları kişilik haklarına aykırı olarak kullanmazlar. Belki sırf bu bakımdan, özel hayattan bazı kesitleri dile getirmek büyük bir sorun teşkil etmeyebilir. Çünkü ilim ve irşad ehli, aynı zamanda sır ehlidir. Bu insanların büyük kısmı, ilim ahlâkına da sahiptirler. Fakat işin yanlış tarafı bu mahrem olayları öğrenci topluluğu karşısında anlatmaktır. İşte bunu defalarca yaptınız. Bunun bir gerçek olduğunu hatırlamanız için bazı örnekleri aşağıya almakta yarar vardır:

 

«Suudî Arabistan'da bulunduğunuz yıllarda, Allah'a ve Peygamber'e dil uzatan bir aleviyi nasıl şikayet ettiğinizi» geçenlerde ayrıntılı bir şekilde anlattınız. «Bu olay yüzünden çok sıkınlar çektiğinizi, hatta adresinizi değiştirmek zorunda kaldığınızı, bu yüzden büyük tehlikeler atlattığnızı» tafsilatıyla anlattınız. Öğrenciler sizi ibretle dinlediler. Bu hiç hoş olmadı ve size yakışmadı. 

 

Diyebilirsiniz ki, «Dersimizin konusu çağrışım yaptı, bu ilgiyle böyle bir örnek verdim». İşte bu çok yanlış bir şeydir. Çünkü dersimizin konusu, İslam Dünyasında yaşanan «Karikatür Krizi» idi. Bu dersin metni sizde var. Bir kez daha o metni okuyunuz. Göreceksiniz ki dersimizin başlığı «Hz. Peygamber'in Kişiliğine Hürmet»tir. Sizin anlattıklarınızla bu dersin hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü, ifadenize göre: «İşçiler, yılmaz Güney'in rol aldığı bir filmi seyrederlerken onlara önce siz takılmış, onları eleştirmiş, ya da aşağılamışsınız. Onlar da tepki göstererek Allah'a ve Peygambe'e dil uzatmışlar. Bunun üzerine hemen karakola gidip onları şikayet etmişsiniz. Sonra iş büyümüş, zanlı idamla yargılanmış, siz de yıllarca çok büyük sıkıntılar yaşamışsınız»

 

Bu davranışınızın doğru olduğuna belki hâlâ inanıyorsunuz. O sizin bileceğiniz şey. Fakat bu örnekle ilgili olarak size Kur'ânî bir gerçeği burada hatırlatmak bir vecibedir. Çünkü kendinizi halâ bir ilim ehli sayıyor olabilirsiniz. Böyle bir yanlışlığın içinde bocalarken, bu düşüncenizin doğru olup olmadığı hakkında bir nefis muhasebesi yapmanız bakımından böyle bir hatırlatma büyük önem taşımaktadır.

 

Allah Teâlâ meâlen şöyle buyuruyor:

 

«Allah'tan başkasına tapanların (putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler...En'am/108».

 

Biraz önce anlatılanlara bakılırsa sadece bir yanlış değil, yanlışlar içinde birçok yanlış daha var. Yani yanlışlar sarmalı içinde kendinizi mahkum etmişsiniz. Beş dakika içinde bize aktardığınız bu ilginç olay yüzünden kim bilir kaç yıl stres ve baskı altında yaşadınız. Aileniz, çoluk çocuğunuz bundan kim bilir ne kadar olumsuz etkilendi. Bunun vebalini nasıl ödeyeceksiniz. Bütün bunları unutarak yeniden kendi dilinizle gelip bir kez daha öğrencilerimin önünde olayı anlatmanız ne kadar yanlış! Bunu bütün boyurlarıyla düşünebilecek bir ince ruha sahip olmanızı çok isterdim.

 

Nitekim, böyle ince bir ruha sahip bulunmadığnız için, seviyenize asla uygun olmayan (İslam hukuku) gibi çok yüksek bir ilim dalında (sözde) öğrenim yapma macerasına birkaç yıldır atılmış bulunuyorsunuz. Benim çeşitli münasebetlerle çok nazikçe yaptığım uyarıların hiç biri işe yaramadı ve sizi bir türlü bu yanlışlıktan caydıramadı. Ona da çok üzülüyorum. Çünkü nasihatlerimin sizde etki yapmaması beni düşündürüyor. Her şeye rağmen size şu nasihatte bulunabilirim: eğer oturup ilk önce Kur'an-ı Kerimi okumayı öğrenirseniz, sizin için daha hayırlı olur. Bu iş hiç de zor değildir. Allah Teâlâ meâlen şöyle buyuruyor:

 

«Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu!?» El-Qamer/18

 

Büyük ihtimalle siz bu ayetin farkındasınız, fakat bilincinde değilsiniz. Bilgi ile bilinç arasında çok fark var, aynı zamanda bilgi ile kültür arasında da çok büyük fark var. Siz bu farkların da farkında değilsiniz. Bütün yanlışlıklar işte buradan kaynaklanmaktadır. Bilgi ile kültürü birlikte alamadığınız için, sizde ne -yazık ki- bilinç ve görgü gelişememiştir. Bunda sizin doğrudan bir kabahatiniz olmayabilir. Çünkü yine sizin anlattığına göre, «Doğunun ücra bir köyünde doğup büyüdünüz, Gençliğinizde –özellikle seçim mevsimlerinde- yaptığınız kavgalar ve köyde yaşadığınız olaylar» bu tespiti kolaylaştırmaktadır.

 

Kaderiniz çerçevesinde, karşınıza çıkan bu tür şanssızlıklar elbette ki sizin, düzgün bir Kur'an tahsili yapmanızı engellemiştir. Fakat ileri yaşlarda bunu telafi edebilirdiniz. Falan kitap filan kitap yerine, Allah'ın kitabına eğer önem verseydiniz bugün onu çok güzel bir şekilde tilavet etmek, hatta tefsirlerini de okumak gibi nimetlere kavuşabilirdiniz. Ama hep yanlış seçim yapmışsınız. Nitekim geçen gün el-A'râf Suresinin kınkıncı âyetinden bir kesit olan: «Hattâ yelice» kelimelerini; «Hattâ yeliyce» şeklinde okudunuz. Arapça'da («hadisler» anlamına gelen) «Ehâdiys» kelimesini halâ «Ehadis» şeklinde seslendiriyorsunuz. Defalarca sizi ikaz ettiğim halde bunu düzeltemediniz. Bu demektir ki; yıllardır tahsil yaptığınızı ileri sürmenize rağmen daha telaffuzunuzu bile düzeltmiş değilsiniz. Yine kendi ifadenizle: «Muhemmed Nafi Bey» de sizi bu konuda uyarmıştır. Anlaşılan odur ki uyarılar sizi hiç ilgilendirmiyor. Çünkü bakınız Muhemmed Nafi Bey, bir ilim adamıdır. O sizi Arap dili fonetiği konusunda uyarıyor, bunu aynı zamanda bana naklediyorsunuz, ama hiç önem vermiyorsunuz. Bağımsız bir ilim dalı konusu olan fonetik, (hele Kur'an tilavetiyle doğrudan ilişkisi varken) acaba neden sizi hiç ilgilendirmiyor!? Buna çok şaşırıyorum ama hiçbir cevap bulamıyorum. Şu var ki böyle bir sorun karşısında çaresiz kalmak, (siz anlamasanız bile) ilim erbabı için tam anlamıyla bir işkencedir!  

 

Kur'an tahsili yapmadan, köhne medrese sistemiyle, Arapça bir sürü gereksiz gramer kurallarını ezberleyerek uzun bir zaman harcamışsınız. Üstelik, yıllarca verdiğiniz emeklere rağmen Arapça'yı da öğrenememişsiniz. Şimdi de Yüksek islam hukukunu öğrenmek gibi bir maceraya atılmış bulunuyorsunuz. Bunun doğru olup olmadını bir kez daha düşünmenizde fayda vardır. Çünkü henüz ilkokul düzeyinde bile bir kültüre sahip bulunmamanıza rağmen, yüksek islam hukukunu okumak istemenizin temelinde yanlış düşünceler içinde bocaladığınız açıkça anlaşılmaktadır.

 

 Bunu, yine sizin bizzat dilinizle anlattığınız olaylara dayanarak söylüyorum. Örneğin, «bir zamanlar Merhum Molla Sadrettin Efendi'ye gidip onunla tartıştığınızı, bunun üzerine öfkelenerek sizi evinden kovmak istediğini, siz de ona bir ücret teklif ederek sorunuza cevap vermeye onu zorladığınızı» anlatmıştınız. Bu anlattıklarınız ise sizin; ne kadar münakaşayı seven, ne kadar ilimden ve kültürden uzak, kurallara ne kadar yabancı olduğunuzu kanıtlamaktadır. İşte bu yüzdendir ki (samimi bir mü'min, temelde çok iyi niyetli, İslam için canını feda etmeye hazır bir kimse olmanıza rağmen), beni hiç bir zaman anlayamadınız ve anlamaya da çalışmadınız. Bu tutumunuz İmam Gazali'nin bir sözünü bana hatırlatıyor. Bu zat, el-Munqizu Mine'd-Dalâl adlı eserinde meâlen şöyle diyor: «Cahil bir dostun zararı çok büyük olur». Gerçekten de beni anlamamanız bende büyük üzüntüye sebep olmuştur. Çünkü sizi üzmemek için tam dört yıldır dişimi sıkarak, adeta kendime karşı savaşarak çok acı bir işkence yaşadım. Bu işkence, dilerim günahlarıma keffaret olur.

 

Beni hiç Anlamak İstemediniz ya da bir türlü anlayamadınız.

 

Birini anlamak, kişinin muhatabını anlaması görgü ve kültür bakımından bir yeterlilik meselesidir. Bu yeterliliği kazanamamış bir insan, istese de muhatabını anlayamaz. Kültür yoksunluğu ve görgü eksikliği, anlayışı kıtlaştırır. Dostlar arasında cereyan eden olumsuzlukların büyük kısmı bundan kaynaklanmaktadır. Eğer iki arkadaş para ve menfaat için değil ama pek gözükmeyen bir sebepten dolayı anlaşamıyorlarsa bu, mutlaka onlardan birinin kültür ve görgüden yoksun olduğunu kanıtlar.

 

Ben, oniki bin ciltlik kütüphaneye sahip, 1500 yıllık köklü geleneği olan şecereli bir ilim ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldim. Bizim çocuklarımız, henüz okula gitmeden, temel bir aile içi eğitimi görürler. Bu sistem bizde halâ işlemektedir. Şu var ki halkımız bir bilgi toplumu olmadığı için, zaten gerçek ilim erbabı, ülkemizde çok sıkıntılı günler yaşar. Dolayısıyla biz de cahil insanların karşısında çok büyük meşakkat çekeriz. Zaten insanların çoğu bizi anlamakta güçlük çekmektedir. Bu, Türkiye'nin önemli bir sorunudur. Eğitim düzeyi çok düşüktür. Halkın beyni reklamlarla, propagandalarla ve siyasi sloganlarla yıkanmıştır. Mezhepçilik, ırkçılık, tarikatçılık, hurafecilik, laikçilik ve hortumculuk karmaşası içinde ahlâk çökmüş, ülke, yer altı örgütlerine mafyaya, darbecilere, ırkçılara, laikçilere ve derin devlet çetelerine teslim olmuştur. Bu toplumun geleceği karanlıktır. Göreceksiniz, bu toplumun topu, en geç 30 yol sonra patlayacaktır!!! Onun için İlim ehli, bu ülkede bir azap içinde yaşar. İlim adamlarından, bir yolunu bulan, ileri ülkelere kaçıyor ve oralarda çok yararlı hizmetler veriyorlar. İmkansızlık içinde bulunanlar ise burada bir köşede terk edilmiş birer gariban olarak azap içinde ömürlerini tüketiyor ve sessizce yok oluyorlar. Onun için biz çok yalnızız. Siz ise yalnız değilsiniz. Siz, birlikte dernek ya da şirket kuracak, hayatı paylaşacak birçok kimse bulabilirsiniz. Ama biz bulamayız. Biri bize iltifat ettiği zaman, ona faydalı olmak için çok büyük fedakârlıklara katlanırız. Örneğin ben haftada oldukça uzun bir mesafe katederek derslere geliyorum. Ömrünü ilme ve derin araştırmalara adamış, 60 yaşın üzerinde, saygın ve geniş muhite sahip bir insan olarak bunu göze alabiliyorum. Benim yapabileceğim altarnatifsiz bir çok hizmetten bugün binlerce insan faydalandırılabilirdi. Ama ne yazık ki böyle bir hizmeti finanse edecek herhangi bir sponsor ya da kurum bulunmamaktadır. Üstelik kırk yıldır süren etüd ve araştırma hayatımda gerçekleştirdiğim, yüzden fazla eseri bugün Türkiye'de hiçbir yayınevi, yayınlamak istememektedir. Bu da Türkiye toplumunun ilimden, kültürden ve irfanden ne anladığını en azından bana göstermektedir. Ben bu sonuçtan kendim için hiç üzülmüyorum. Çünkü yazıp çizdiklerim, tespit ettiğim ve gün yüzüne çıkardığım yüzlerce gerçek, yazdığım kitapların sayfaları arasında tarihe geçmiştir. Bunların nüshaları kütüphanelerde mahfuzdur. Günün birinde bunlar mutlaka ortaya çıkarılacak ve bunlara engel olanlar ileride –hiç şüphe etmiyorum ki- lanetleneceklerdir!

 

Şimdi tabiatıyla, size naz etmek ve –hiç değilse siz beni bir şekilde anlamalıydınız- demek için kendimde bir parça haklılık buluyorum. Çünkü size çok nasihat ettim. Dersler dışındaki yanlışlarınızı düzeltmeniz için bile nazikçe ve sık aralıklarla sizi hep uyardım. Ama bunu yaparken çok dikkatli davrandım ve sizi incitmemeye gayret ettim. Bundan amacım, görgülü insanların yanında küçük düşmemeniz idi. Örneğin; telefonunuz çaldığında, hep «Alo» diye cevap veriyorsunuz. Üstelik konuşurken çok acele ediyor, muhatabınıza konuşma fırsatı vermiyorsunuz. Bu benimle isizin aranızda geçen telefon konuşmalarında da sız sık tekerrür etti. Nitekim, bana selam verdiğinizde ben selamınıza cevap vermeye çalışırken onu ağzımdan alıyor ve benim adıma kendinize selam veriyorsunuz! Bu çok tuhaf davranışınızı ve ecelenizi hiçbir zaman anlayamadım. Buna hiçbir mana veremedim. Üstelik çok çok üzüldüm. Çünkü size selam vermeme bile fırsat vermiyorsunuz. Peki size faydalı olabilmem için bana ne zaman fırsat vereceksiniz!?

 

Bunları hep küçümsediniz ve basit şeylermiş gibi algıladınız. Görgüye ve kurallara hiç önem vermediniz. Mesela telefonunuz çaldığında duyduğunuz ses, aslında; «Beyefendi! Beyefendi! Beyefendi!» demekte, size seslenmektedir. Bu çağrıya «Alo» demek görgüye aykırıdır. Şimdiye kadar kimse sizi bu konuda bilgilendirmeye cesaret etmemiş, ya da edememiş olabilir. Sizi belki incitmemek için uyarmamış olabilirler. Ama ben bu çağrıya «Efendim!» diye cevap vermenizi hep istedim. Bunun için çok yumuşak bahaneler arayarak sizi incitmeden nihayet bir gün çıtlattım. Nitekim, daha yanımda bulunduğunuz bir sırada size gelen bir telefona ilk kez  «Efendim» diye cevap verdiniz ve ben buna çok sevindim. Bu gibi nasihatlerde benim maddi bir yararım olmadığı gibi, kayıplarım da olabilir. Ama sırf sizi eğitmek, yanlış taraflarınızı düzeltmek için çok gayret sarfettim. Size hiçbir zaman «sen» diye hitap etmedim. Size hep saygı duydum ve iyi örnek olmaya çalıştım. Fakat ne yazık ki bunu hiç anlamak istemediniz. Çünkü sizde hiç bir değişiklik görmedim. Nitekim son günlerde yaptığım bir ikaz üzerine tepki gösterdiniz ve «Bu benden çıkmaz!» diye çok tuhaf bir tabir kullandınız. Yani ben bu huyumu terk edemem, demek istediniz! Biraz sonra bunun üzerinde de duracağım.

 

Öğrenci grubu ile birlikte izlediğiniz derslerimde çok şeyler dinlediniz ve çok şeyler öğrendiniz. Bu gerçeği zaman zaman bizzat dilinizle ikrar bile ettiniz. Nitekim birgün size tahtada yazı yazdırırken «zâlike» kelimesinde, zâl'dan sonra bir elif koydunuz. Bunun yanlış olduğunu söyledim. Hatanızı düzelttikten sonra dediniz ki: «Bu yaşa gelinceye kadar bunu öğrenememişim!». Bu küçük bir örnektir. Siz hayatınızda hiçbir yerde duymadığınız ve duyamayacağınız çok değerli bilgileri derslerimde aldınız ve bunu, çekinmeden de çoğu zaman dile getirdiniz. Halbuki yıllarca köhne medrese sistemiyle Arap dil grameri okumuş ve bunu ilim sanmıştınız. Oysa benden öyle şeyler öğrendiniz ki daha önce bunları medreselerde asla öğrenmiş değildiniz. Sizi okutan insanların zihniyetini, inançlarını, davranış biçimlerini lütfen bir daha hatırlamaya çalışınız. Kendi ifadenizle; «ders almak için baş vurduğunuz mollaların sizi tarikata sokmak için ne gayretler sarfettiklerini» bana bizzat anlattınız, müritlerinin «pirobaşi» gösterilerinde bulunduklarını bizzat kendiniz söylediniz. Tabiatıyla kültürden yoksun olduğunuz için şimdi «pirobaşi»'nin ne olduğunu da bilmiyorsunuz.  Bunun anlamı kendini ateşe atmaktır. Bu bir Hint geleneğidir ve Budizm dininden alınmadır. Tarikatçılar bunu keramet sayıyorlar! Ayrıca siz, (Doğulu) molla ve şeyhlerin, camilerin içinde sigara içip satranç oynadıklarını yıllarca gördünüz. Akıllarınca  cüsseli gözükmek ve göz doldurabilmek için – yazın bile- kalın giyindiklerinden dolayı çok terler ve pis pis kokarlardı. Burunlarına sık sık parmaklarını sokarak, kurumuş sümüklerini çıkarıp önlerindeki kül tabaklarına fırlatırlardı. Bunların hepsi de Nakşibendiydiler. Sözde ruhsata değil azimete bağlıyız diyorlardı! Cahil sürüler, bunlara evliya diyor, ayaklarını yalıyorlardı. Azimet, Cami gibi mukaddes bir mekânda sigara içmek ve satranç oynamak mı!? Yoksa Nakşibendiliğin değiştiğini mi sanıyorsunuz! Onların eski ilkellikleri eğer günümüzde biraz yontulmuş ise bunu hiç şüphesiz derin devlet sağlamıştır. Çünkü «derin devlet» bu adamları ancak yontarak kullanmak zorundadır! Bu hikaye uzundur ve konumuzun dışında kalmaktadır. Siz, bütün bu çelişkilere şahit oldunuz. Bu adamların «Kureyş» Suresinden «Tebbet» Suresine kadar olan 8 küçük sureden başka Kur'an-ı Kerim'den hiçbir şey ezberlemediklerini de biliyorsunuz ve buna bir gün bizzat şahitlik bile ettiniz. Üstelik bu sureleri de tecvid kurallarına uygun olarak okuyamazlar. Buna rağmen onların etkisinden hiçbir zaman kurtulmadınız, kurtulmaya da çalışmadınız. Yıllarca bu insanlardan ders aldığınızı söylüyorsunuz. Bu nasıl bir eğitimdir ki yıllarca okumuşsunuz, fakat oryantalizm ve misyonerlik kavramlarını ilk kez benim derslerimde öğreniyorsunuz! Bütün bunları bana, zaman zaman yönelttiğiniz sorulardan çıkarıyorum. Bu nasıl bir eğitimdir ki, geometrik şekillerin hiç birinin alan ve hacim formüllerini bilmiyorsunuz;  fomülleri şöyle dursun, adlarını bile bilmiyorsunuz. hatta, matematikte X'in ne anlama geldiğini bile bilmiyorsunuz!!! Bunlar bir yana, sözde ahkâm okuyorsunuz, ama Allah'ın kitabından, ne müteşabih, ne de ahkam âyetlerinden biri bile doğru dürüst bir telaffuzla ezberinizde yoktur. Bu, tarife sığmaz bir çelişki değil mi? Acaba bir gün düşünüp şu sorulardan birini kendinize sordunuz mu?

 

-          Ben neden hiç tecvid okumadım?

-          Bana birgün adamın biri sorsa dese ki: Hocam, idğâm, iqlâb, izhar, ikfâ, işmam nedir?

-          Mahreçler kaçtır?

-          Meddi- vacip ile Meddi caiz arasında ne fark vardır?

 

Ben bu kişiye ne cevap vebilirim? Haydi diyelim ki raftan bir kitap indirdiniz ve cevabını oradan bulup verdiniz. Adam size:

 

-          Hocam birkaç ayet okuyup bunlara örnek verir misiniz derse, ne yaparsınız?

 

İşte bunların hiç birini düşünmeden ahkâm okumaya kalkışmanız sizi bu günkü duruma düşürmüştür. Sizin öyle sınır tanımaz bir aceleniz var ki ne yapacağınızı gerçekten şaşırmış durumdasınız. Çünkü benden okuduğunuz ahkamla yetinmediğinizi, bizzat kendiniz ağzınızdan kaçırdınız. Gidip ırkçı bir adamdan usul okuyormuşsunuz. Sizi vakfından kovan bu adamlarla içli dışlı olmaya devam etmeniz hiç şaşırtmıyor beni. Çünkü geriye kalmış birkaç günlük ömrünüze bu sayede bir kitap daha yerleştirmek sizin için çok büyük bir marifettir.

 

 

Kültürel Bakımdan Ufkunuzun Darlığı Sorunlarımızı Büyüttü.

 

Özellikle ilmi ibareleri literatür diliyle açıklayamamanız, derslerimiz boyunca bize büyük sıkıntılar yaşattı. Şimdi bu birkaç sayfalık yazıyı bile bu yüzden anlayamayacağınızı sanıyorum ve büyük kaygı duyuyorum. Yani Türkçeniz sadece zayıf olmakla sınırlı değildir. Bilakis ilmi meselelerin ele alınışında sizin bir tercümana bile ihtiyacınız vardır. Ancak tercüman arayacak olsak bile size hangi dilden hangi dile tercüme yapılacağını kestirmek imkansızdır. Çünkü kendi itirafınızla; Türkçeyi akademik anlatım dili olarak kullanamıyorsunuz. Bu konudaki yetersizliğinizi şu maddelerle özetlemek mümkündür:

 

1)       Kelime hazineniz yeterli değildir. Arapça ibarenin yüzde doksanını anlıyor olsanız bile bunu bir türlü Türkçeye çeviremiyorsunuz.

 

2)       Gerek Türkçe, gerekse Arapça telaffuzunuz bozuktur. Arapçadaki telaffuz buzukluğunuza yukarıda birkaç örnekle işaret ettik. Türkçeyi kullanmadaki yetersizliğinize gelince, bu çok daha büyük bir sorun olarak karşınıza çıkmaktadır. Bu sorununuzu çözüme kavuşturmak için size yakın geçmişte ev ödevleri verdim. Fakat çok büyük sıkıntı çektiğinizi bana hem derste ifade ettiniz, hem de telefon ederek sizi ödevlerden muaf tutmamı istediniz. Önce direndim. Bundan o kadar çok sıkıntı duyudunuz ki dayanamadınız ve bir süre dinlenmek için Umreye bile gittiniz. Fakat orada da yine acele ettiniz ve çok büyük bir yanlışk yaptınız. Bunu da döndükten sonra bizzat itiraf ettiniz. Her gün bir hatim indirmeye uğraşırken gözlerinizi yordunuz ve hastanelik oldunuz. Halbuki önce Kur'an'ı Kerim'i kurallarına uygun olarak öğrenseydiniz daha hayırlı olurdu. Tecvidsiz ve talimsiz Kur'an okumanın ne büyük bir vebal olduğunu bildiğiniz halde bunu yaptınız. Hatim indirmek yerine bazı münasebetli ayetleri ezberlemeye çalışsaydınız, hem daha az yorulacaktınız, hem de Kur'ânî bir birikime sahip olurdunuz. Ancak her şeyden önce Allah'ın kitabını kurallı okumayı öğrenmelisiniz.

 

3)       Nisbeten okuyucu sayılabilirsiniz. Önemli miktarda gramer hatası yaparak, Arapça ibareyi okuyabiliyorsunuz. Fakat Arapça bir ibareyi akademi diliyle yine Arapça ifade etmek şöyle dursun, onu anlaşılır bir dille Türkçeye aktarmanız çoğu kez sonuçsuz kalmaktadır.

 

4)       Arapça deyim ve terim bilginiz hemen hemen sıfırdır. Nitekim birkaç gün önceki bir dersimizde geçen; «Le'darabtu ileyhi ekbâde'l-İbili» deyimine ilginç bir anlam vermiştiniz. Bu münasebetle hemen ilave edelim: Her zaman adetiniz olduğu üzere, bu ibareyi de okurken o kadar çok acale ettiniz ki onu okumama ve size yardımcı olmama fırsat vermeden istediğiniz manayı ona yapıştırıverdiniz. Bunda hiçbir tereddüt eseri göstermediniz. Üstelik alay eder gibi de pişkin pişkin gülümsediniz. Bu da sizin ilme bakış açınızı ve size bir şeyler öğretmeye çalışan insana karşı tutumunuzu ortaya koymaktadır!

 

5)       Yabancı dil öğrenmeye çalışan birinin mutlaka çok mükemmel bir ana dile ihtiyacı vardır. Bunun şart olduğunu defalarca söyledim. Ama siz her defasında geçerliliği olmayan mantığa son derece aykırı bir mazeret ileri sürerek isteğinizde inat ve ısrar etmeyi sürdürdünüz, yaklaşık bir mealle şöyle dediniz: Ben ilkokulu bile okumadım, ama imamlık yaptım, cemaate ayet ve hadis okudum açıkladım. İlmi bir temelden yoksun olan bu tür cevaplarınız çok açık şekilde kültürel seviyenizi ortaya koymaktadır. Nitekim, ders esnasında, arada bir kullandığnız argo bir tabir, yetersizliğinizi kanıtlamaktadır. Bu tabir: «gume gitti» sözüdür. Bunun telaffuzu bile yanlıştır. Doğrusu: «güme gitti»dir. Halbuki bunun yerine, örneğin anlamsız, ya da geçersiz kaldı diyebilirdiniz.

 

6)       Öğrencilere metin yazdırdığm sırada siz sık sık «kavuşturamıyorum» diye hep mazeret beyan ettiniz. Bu sözünüz, her defasında sınıfta gülüşmelere ve dersin ciddiyetini bozmaya yol açtı. Ayrıca saygınlığınızı da zedeledi. Bu kelime yerine eğer «yetiştiremiyorum» deseydiniz belki Türkçeyi daha düzgün kullanmış olurdunuz fakat yine aynı olumsuzluğa yol açardınız. Halbuki eğer sabretseydiniz, ve hiçbir şey yazmasaydınız bile o metni dersten sonra bir arkadaştan ya da benden alabilirdiniz.

 

7)       Ders esnasında çok zayıf ilgilere tutunmak suretiyle , bazen oldukça münasebetsiz sorular sorarak, ya da bitişikteki arkadaşla konuşarak dersin ciddiyetini bozdunuz. Zaman zaman yaptığım uyarılar hiç fayda vermedi. Son olarak; 22 Şubat 2006 Çarşamba günü yaptığımız ders sırasında ben «İsmu'l-Cem'» konusunda üç örnek verdim. Arap Türk ve Khayl... Bunların normal nizami çoğul olmadıklarını, Arap dil kurallarında bu gibi kelimelere: «İsmu'l-Cem'», yani «topluluk adı» denildiğini açıkladım. Tam bu sırada siz yanınızdaki arkadaşa: «Utruku't-Turke ma terekûkum» diye birşeyler fısıldadınız. Sesinizi duydum ve öğrenciler sesinizi duymasın diye yüksek sesle ve gürültü ile dersi anlatmaya devam ederek sesinizi boğmaya çalıştım. Bu sözlerin bizim dersimizle hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak mesele bununla sınırlı değildir. Öküzün altında buzağı arayan bir insan için bundan daha güzel bir bahane bulunamaz. Bu sözlerle dersimize, şahsıma ve öğrencilere büyük bir saygısızlık yapılmıştır. Doğrusu, «buna üzüldüm» demek çok hafif kalır. Sonuç olarak anladım ki sizi zaptetmek artık mümkün değildir. Bunun üzerine hemen kararımı verdim. Kararımı aşağıda okuyacaksınız. Ancak bu olaydan sonra, daha önceki yerlerimizde neden ders yapmamızın engellendiğini şimdi çok daha iyi anlamış bulunuyorum. Bizzat dilinizle; «Bu benden çıkmaz!» dediğiniz huyunuzun sizden çıkıp çıkmaması size ait bir sorundur. Ancak bizimle ve (eğer devam edecek olursa) dersle ilgili olarak bu huyunuza karşı biraz daha tedbirli olmanızı tavsiye ederim.        

 

Bundan Sonra Ne olacak.

 

Siz istediğiniz kararı verebilirsiniz. «Artık ders yok» derseniz, bunu sizden önce ben söyledim, diyebilirim. Çünkü yukarıda da ifade ettiğim gibi kararımı verdim. Kararım ise şöyledir.

 

Kesinlikle artık özel ders yoktur. Eğer nizami derslerimizin devam etmesini istiyorsanız, bu konuda da şartlarım vardır. Tahsil, terbiye disiplin ve görgü kurallarına uyulursa devam ederim. Buna kesin söz verilmezse bu iş burada biter. Şart koştuğum kurallar ise şöyledir:

 

1)       Dersimizi izleyebilecek liyaktta her öğrenciye hizmet veririz.

2)       Sınıfta, Siyasi bir konu açılamaz.

3)       Sınıfta Özel hayattan söz edilemez, kimse mahrem hayatından hiçbir şey anlatamaz. Derse katkı sağlayacak (normal seyahat ve tatil anıları) gibi masum şeyler –izin almak suretiyle- bundan hariçtir.

4)       Sınıfta müstehcen bir konu açılamaz, böyle bir konuya ilişkin herhangi bir soru sorulamaz.

5)       Derslerimizde tasavvuftan hiçbir şey işlenmez. Bu konuda hiçbir istek kabul edilmez.

6)       İslam Ümmetinin birlik ve beraberliğini sabote edecek ırkçı, tarikatçı, laikçi, yıkıcı ve bölücü hiçbir söylem,slogan ve propagandaya müsaade edilmez.

7)       Şirk sembolleri ve tağutlar lehinde hiçbir söylem kullanılamaz.

8)       Yüce İslam şeriatı ve Mukaddes-evrensel değerler aleyhinde hiçbir söylem kullanılamaz.

9)       Hitabet mahiyetindeki açış konuşmalarım kesilemez, hiç kimse bu sırada bir soru soramaz. Sorular ders esnasında sorulur. Özel sorular ise not alınarak ders dışında sorulur.

 

Size mahsus olarak da ayrıca bir notum vardır: Derslerimiz dışında, siz başkalarıyla herhangi bir yerde istediğiniz konuyu işleyip tartışmakta elbette ki hürsünüz. Buna hiçbir insanın müdahale etmesi söz konusu olamaz. Ancak adımı zikretmenizi ve konu ne olursa olsun beni referans olarak göstermenizi istemiyorum. Buna da riayet etmenizi bilhassa rica ediyorum.»

 

 

***

 

 

«Gogo Efendi»'ye hitaben yazdığımı mesajı okudunuz. Bu mesajın size çok ilginç geldiğini tahmin ediyorum. Şuna inanmalısınız ki hayatım boyunca bunun gibi daha birçok engel karşıma çıktı ve hızımı kesmek istedi. Buna ek olarak, ülkem, toplumum ve dünya insanı için beslediğimim aydın ve yapıcı düşünce ve tasarılarımda bana bir tek yardım eli bile uzamadı. Çünkü (İster selefi, ister tarikatçı, ister laikçi ve isterse ırkçı olsun) gogolara asla teslim olmadım. Onların vakıflarına, derneklerine ve partilerin üye olmadım. Nezaket gereği bazen davetlerini kabul ettimse de ırkçı, hurafeci ve gerici düşünce ve inançlarını asla kabul etmedim. Ne çare ki başta dil olmak üzere eğitim, sağlık, ekonomi, insan ilişkileri, siyaset ve yönetim gibi yaşamın tüm canlı alanları bu ülkede gogoların egemenliği altındadır.

 

***

 

Yaşamın hangi alanında olursa olsun, verimli bir çalışma an­cak sis­tem ve disiplin sayesinde mümkün olabilir. Ben hep böyle inandım ve bu doğrultuda tutum sergiledim. Çünkü belli bir sis­teme ve bilimsel kurallara dayanmayan bir faaliyet yüksek verim­den yoksun kalır. Ne yazık ki bu düşüncemden dolayı hep katı kuralcı olarak algılandım ve genelde yanlış anlaşıldım. Fakat gerçek şudur ki, özellikle zaman kaybını önleyerek hayatı kolaylaştırmak için eskiden beri ilim adamları hemen her alanda çeşitli sistemler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu sürekli gayretler elbette ki insancıl amaçlara dayanmak­tadır. Dolayısıyla kutlanmaya ve örnek alınmaya değer.

 

Bu ilgiyle hemen belirtmek gerekir ki insanoğlu beslediği umutların peşinde koşarken eskiden beri çok ağır çileler çekmiş, amacına daha kısa yoldan ulaşabilmek için de öncelikle yolunu ışıklandıracak bilgilerin anahtarlarını aramıştır. Çünkü bilgi kay­naklarını elde etmeden bilgi kü­melerine ulaşmak çok zordur. Hatta elde edilebilen bazı kaynaklardan biri ya da birkaçı yeterli de olmayabilir. Onun için nice değerli araştırma ve çalışmalar bu yüz­den istenen olgunlukta ve belgesel nitelikte hazırlanamamış, hayırlı amaçlar doğrultusunda harcanan çabalar mey­vesini vere­memiştir.

 

İnsanoğlunun bu yolda günümüze kadar aşamalarla elde ettiği dene­yimler; (gruplandırılmış bilgilere) ulaşmak kadar, (grup­landırılmış bilgi kaynaklarına) ulaşmanın da son derece önemli olduğunu, -hatta ondan daha da önemli olduğunu- ve ancak bu su­retle -en değerli şeylerden biri olan- za­manı öldürmeden başarıya ulaşmanın mümkün olabileceğini kanıtlamış bulunmaktadır.

 

Bu bağlamda saptanmış bulunan bir gerçek vardır; o da şudur: Kümesel altyapı bilgileri, araştırmacının başarıya ulaşmasını hızlandırmaktadır; zaman kaybını önlemekte, buna bağlı olarak çalışanı psikolojik açıdan da ra­hat­latmaktadır. Ancak birleştirilmiş bilgi kategorilerine ulaşabilmek, onların yine birleştirilmiş ve belli gruplara ayrılmış kaynaklarını elde etmekle mümkündür. Ne varki araştırmacıları ve ilim adam­larını bu konuda ra­hatlatabilecek sınıflandırılmış kaynak ansiklo­pedileri henüz yoktur.

 

Gerçi bu ihtiyacı karşılamak için özellikle çağımızda, geçmişin ilim ve kültür mirasından, eski kuşakların deneyim ve birikimle­rin­den de yararlanmak suretiyle teknoloji ve internet kullanılarak dünyanın birçok ilim merkezlerinde önemli hacim ve kapsam­larda bilgi klasmanları kadar bilgi kay­naklarını gruplandırma çalışmaları da gerçekleştirilmiştir. Fakat özellikle İslâm'î ilimler ve İslâm uygarlığı alanında bu tür çalışmaların ileri düzeylerde yapıldığını söyleyemeyiz.

 

 Dolayısıyla, çağın teknolojisi ve dev internet ağları gibi mevcut imkanlara rağmen aynı konuda bol kaynak elde etmek için araştırmacılar hâlâ büyük çabalar sarf etmekte ve zamana karşı savaşmaktadırlar. Ben de bu çileyi vaktiyle yaşadım. Aradığım bilgiler şöyle dursun, onların kaynaklarına bile büyük sıkıntılar çekerek ancak ulaşabildim. Bazı bilgileri, binlerce kilometre mesafe kat  ederek ancak elde edebildim. Onun için gerçek araştırmacıların başına sık sık gelen bu işkencenin ne kadar acı olduğunu çok iyi biliyorum.

 

Özellikle Türkiye, bilimsel ve akademik çalışma konusunda tam bir mahrumiyet ülkesidir. Çünkü burada yaşayan halklar bir bilgi toplumu niteliğini kazanamamışlardır. Bunun elbette ki birçok nedenleri vardır. Bunlardan biri, toplum mozaiğinin sağlam ve özgün bir ortak kültür mirasına sahip bulunmuyor olmasıdır. İkinci bir neden de bu toplumun, -salt -bilgi ve bilim dini olan- İslâm’ın özünü hiçbir zaman anlamamış olmasıdır!

 

Araştırmalarım sırasında yaşadığım büyük sıkıntılar üzerine özellikle bütüncül kaynak grupları beni meşgul etti. Bir bütün oluşturan bilgilerden önce, birbirini tamamlayan bilgilere ait kaynakların da ansiklopedik olarak bir araya getirilmesi gerektiğine inandım. Bu ise yepyeni bir ansiklopedi anlayışı idi. Ama ben bunu yıllar önce kime anlatacaktım?! Hâlâ da anlatamıyorum.

 

 İşte bu amaçla (Birleştirilmiş, Bilgi Kaynakları Bankası) adı altında bir proje geliştirmeye başladım. Ona kısaca BİBİKABANK adını verdim. O zamanlar internet yoktu. Sadece teorik bilimlerden seçtiğim yirmi kadar ana konu etrafında bu projeyi önce yalnız başıma yürütmeye çalıştım. Fakat iki buçuk yılımı bu çalışma ile geçirdikten sonra anladım ki bu işe ne benim gücüm yeter, ne de ömrüm. Bu bir imkân ve ekip işiydi. Onun için de bıraktım. Ama götürdüğüm yere kadar bu çalışma, benim öbür çalışmalarımda çok işe yaradı.

 

BİBİKABANK da benim birçok çalışmam gibi şu anda disketlerimde saklı durmaktadır.

***

 

Bütün bu yazıp çizdiklerim, sokaktaki adamı ilgilendirmeyebilir. Zaten onu birçok şey daha ilgilendirmemektedir. Sokaktaki adamın kim olduğunu eğer gerçekten öğrenmek isterseniz er-Râğıb el-Isfahânî’nin «Tafsıyl’un-Neş’teyn» adlı kitabının ilk birkaç sayfasını okumanızı öneririm. ama henüz disketlerde ve dağınık kağıt tomarları içinde bulunan bu emeklerin bazı kuruluşları ilgilendirmesi, hatta onları kaygılandırması gerekir. Evet benim herhangi bir iddiam yoktur; ama ben Türkiye’nin çocuğuyum ve yılların bir araştırmacısıyım. Dolayısıyla bilim ve kültür emekçisinin, bu ülkenin birikimlerine yaptığı katkıyı takdir edebilen Üniversiteler ve ilgili kuruluşlar emeklerimi taşıyan bu disketleri, bu kağıt tomarlarını araştırarak onların hiç de boş olmadıklarını öğrenebilir, onları, en azından günün birinde bir kazaya kurban gitme olasılığına karşı koruma altına alabilirler. Bu görev, aslında Kültür Bakanlığı’nındır. Ancak resmi ideolojinin yanlışlıklarından arınamamış kurum ve kuruluşlardan pek umutlu değilim. Çünkü yarınların kültür mirasına resmi ideolojinin demagogları değil, evrensel düşünceye ve ilim etiğine saygılı olan çok az sayıdaki insanlar ancak sahip çıkabilirler.     

 

Bünyesinde kısa sürelerle danışman ve kurucu üye olarak hizmet verdiğim Vakıflarda da çalışmalarım ve ideallerim hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Bunlar haklıydılar. Çünkü Ortodoks Sünnîliğin cenderesinde karpuz gibi şekillenmiş «ilâhiyatçı» kafalar, bugünkü dünya gerçeklerini anlayabilecek, evrenselliği yakalayabilecek kapasiteye sahip değildirler. Biz zaten bir rastlantı sonucu buluşmuştuk. Bizi namaz buluşturmuştu! Oysa bir kadavracı da heykel karşısında saygı duruşunda bulunurken kendine göre namaz kılar!

 

Bu nedenle ben, bu emeklerimin her şeyden önce koruma altına alınması ve değerlendirilmesi için ilkin yukarıda adlarını verdiğim ilim adamlarına ve görev yaptıkları ilim kurumlarına bir kez daha hatırlatmada bulunmayı uygun görüyorum. Ondan sonra da Avrupa’daki ilim çevrelerini ve bilhassa Hıristiyan oryantalistleri sorumluluk üstlenmeye çağırıyorum. Öncelikle de İsveç, İsviçre, Belçika ve Hollanda Hükümetleri başta olmak üzere bu üç ülkedeki ilim adamlarının emeklerime sahip çıkmalarını istiyorum.

 

Neden Hıristiyanları yardıma çağırıyor ve onları daha yakın görüyorum? Bunun, elbette ki çok önemli bir nedeni vardır. Önce şunu söylemeliyim ki. Yukarıda adlarını andığım dört Hıristiyan ülke, dünyada insan hak ve özgürlüklerine saygılı olmak konusunda hem çarpıcı örnekler vererek hem de bütün ülkeleri böyle davranmaya çağırarak adaletin ve insanî faziletlerin yaşatılması için verilen çabalarda her zaman önde yer almış ve büyük bir performans göstermişlerdir. Ayrıca, Müslüman geçinen milyonlarca insana da bu arada küçük bir mesaj vermek bakımından yukarıdaki soruya kısa bir yanıt vermeyi yararlı buluyorum. Bu yanıtı, Kur’ân-ı Kerim’den, Maide Suresi’nin seksen ikinci âyetini Türkçe’ye çevirerek vereceğim. İşte âyetin Türkçe açıklaması:

 

«Bütün insanlar içinde inananlara en çok düşmanlık besleyenlerin, Yahudiler ve –heykellere saygı göstererek- Allah’a ortak koşanlar olduğunu kesinlikle göreceksin; ve bütün insanlar içinde inananlara en çok sevgi gösterenlerin de –biz Hıristiyanız- diyenler olduğunu göreceksin».

 

Ben bu kadarla yetinmek istiyorum. Yorum size ait.

 

***

 

Anılarımın hepsi değil, sadece bu yazıp çizdiklerim hakkında özetlemiş bulunduğum satırlar bile eğer size bir şeyler anlatıyorsa sanırım bundan böyle, tuhaf bulduğunuz her olay karşısında şaşkınlığınızı sadece «Burası Türkiye» deyip teselli olmakla kalmayacak, aynı zamanda derin derin düşüneceksiniz ve daha çok şeyler bulacaksınız. İşte eğer bu bilmediklerinizi merak ediyorsanız, sizin için başka bir kitap daha yazdım. Onu mutlaka okumalısınız. Ama ne yazık ki o da yine henüz CD’lerin içindedir. Siz yine de merak etmeyin. Ben adını hemen söyleyeyim: «ÖTEKİ TÜRKİYE’DEN SON MANZARALAR». Evet kitabın adı bu... Ancak içtenlikle ve açıkça söylemeliyim ki bu çalışmamı şimdilik yayınlamayı göze alamıyorum. Eziyet ve cefa görür, yeniden çileler çekerim diye değil, özgürlüğüm kısıtlanır, yazı hayatım sekteye uğrar diye çekiniyorum!

 

ÖTEKİ TÜRKİYE’DEN SON MANZARALAR’ı iki bölümde hazırladım. Önce bugünkü manzaranın geçmişten gelen temel nedenlerini aradım. Tabiatıyla külüstür bir tarih ve onun sürükleyip getirdiği hurda yığını gibi bir kültür(!) buldum. İranlı Nizamülmülk’ün Farsça Siyasetnamesi’nden günümüze kadar yazılmış çizilmiş ne varsa hepsinin altında Arabın ve Latinin alfabesi var. Sözlükler yabancı kelimelerle tıkış tıkış; Bizans’ın müziğinden, devşirme Sinan’ın mimarisine, Macar Müteferrika’nın matbaasından, Hırvat Sokullu ve Arnavut Köprülü Paşaların Siyasetine kadar hemen her şeyin yabancıya ait olduğunu gördüm. Bu günün manzaraları işte böyle bir tarih ve kültürden peydahlanmıştır. Yüzyıllarca giydiği milli kıyafetinden iğrenerek onu bu külüstür tarihin çöplüğüne atan bir toplumun insanlarına bakıyorum; kimisinin gırtlağında Batı’nın kravatı var, kimisinin ise kıçında Batı’nın blue-jean’i var; Batının, bir zamanlar buralardan gelip geçen bitli hippy’si bile bu ülkenin insanlarını oldukça etkiledi. Bu ülkede insanlar «şeylerini» bile artık «ayak yolunda» değil, «Tuvalette» yapıyorlar! Sanki düsturları: «Batıncaya kadar, Batıcılığı muhafaza ve müdafaa etmektir!»

 

Türkiye’nin bugününü işte böyle bir geçmişten seyrettim ve korkunç şeyler buldum: Tarikatçılık, laikçilik, kadavracılık, terör, hortum, Hizbullah, işkence, uyuşturucu ticareti, satanizm, Sünnîlik, Alevîlik, bürokrasi, rüşvet, operasyonlar ve daha neler neler... Kitabın ikinci bölümünde de bugün hepimizi meşgul eden işte bu sorunları işledim. Ama gerçekten okumaya değer. 

 

 Bunca şeyi yazıp çizdiğini ileri süren bu adam acaba nelere inanır, yaşam tarzı nasıldır, amacı nedir, neye hizmet etmektedir, nasıl bir dünya görüşüne sahiptir, diye hâlâ merak ediyorsanız, şunu hemen söyleyeyim ki ben ne uzaydan geldim, ne de şimdiye kadar söylediklerimde herhangi bir kapalılık var. Ama içtenlikle çok daha yakından tanışmak istiyorsanız bunu asla reddetmeyeceğim; ve işte yaşam tarzım, felsefem, dünya görüşüm ve inançlarım.  

 

***

Evet, Nasıl Biriyim...

 

Muhatabı üzerinde, daima çok sakin biri imiş gibi izlenim bırakan, fakat gerçekte sinirli, dikkatli, titiz, mükemmeliyetçi ve özellikle kapalı mekânların dışında hareketli bir yapıya sahip bulunduğumu sanıyorum. Ama yine de her kim beni nasıl tanıyorsa işte aynen öyleyim. Çünkü hep kendimi oynadım. İnsanlardan elbette ki çok şey öğrendim ve onların etkisini, aklın ve bilimin sınırlarında taşımayı kabullendim ama, daha önce de söylediğim gibi hiç kimsenin kişiliğini taklit etmedim. Hakarete uğramadıkça hiç kimsenin hakkımdaki gözlem ve kanaatlerinden huylanmadım, eleştirilerinden rahatsız olmadım. Çünkü İyi de kötü de genelde görecelidir. Eşya sadece siyah ve beyazdan ibaret değildir. Onun için insanlar, gördüklerini kendi öz kanaatleriyle özgürce değerlendirebilmelidirler. Birinin iyi gördüğü şey, bir başkasına kötü gözükebilir. Ancak kötüye baskı ve şiddet gözüyle değil, ibret ve ıslah gözüyle bakanları kutlamak gerekir. Düşmanımız bile olsa, insanlara eğer böyle bakabilirsek kötüyü iyi, ya da iyiyi kötü görmek gibi tehlikeli bir kusurdan onları büyük olasılıkla kurtarabiliriz. Bana kalırsa her insanın temel amacı, yaşamı kolaylaştırmak ve sevdirmek olmalıdır. Bu suretle insanları mutlu edebilir, düşmanlarımızla dostluk kurabilir, dünyamızı da cennete çevirebiliriz. Ve tabiatıyla eğer Çevrenizdeki insanlar mutlu olurlarsa, ya da siz onları mutlu edebilirseniz, kesinlikle inanınız ki siz de onlarla birlikte mutlu olursunuz.

 

Sizinle daha iyi tanışmaya çalışırken genel bakımdan kanaat ve düşüncelerime ilişkin anlayışımı işte böylece özetle açıklamış bulundum. Kâinata, hayata ve olaylara bakışımı merak ediyorsanız onu da (26 Aralık 1986 günü Trablusgarp’ta birkaç dakika içinde dudaklarımdan dökülen) şu dizeler içinde size sunabilirim:

 

BİRAZ DÜŞÜN YETER

 

Her şeyin bir aslı var, her şeyin bir kaynağı

Her şey çok güzel ama, sen görürsün bayağı.

 

Neyi alırsan ele, neye bakarsan güzel,

Çünkü onu yaratan, en üstün, en usta el.

 

Bir olay cümbüşü var, ama her şey düzenli;

İtişen uzlaşanlar, sonuçta her şey denli.

 

Başlangıçlar sonuçlar, yalnız birer halkadır;

Bu halkaları sayma, takılırsın oltadır.

 

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan,

Aklından zorun yoksa, çapraz yap geç ortadan.

 

Uğraştıkça daha çok hayrette kalacaksın;

Sen bir ilmik çözdükçe bin ilmik bulacaksın.

 

İç içe işlenmiştir olay, eşya ve sırlar;

Esrarengiz kalacak geçse bile asırlar.

 

Enerji ruh ve zaman... kim çözecek bunları?!

Teoriler ütopya, yetmez mi bu kadarı?

 

Renkler, kokular, tatlar... Neler anlatmaz bize!

İbret kapanlar için Her biri bir mucize.

 

Hücre zerre ve genler, sanat harikaları,

Sağdan sola dönenler; hiç duydun mu bunları?

 

Paraleller, zikzaklar, basit çizgiler değil;

Gönül gözüyle seyret, kudret önünde eğil.

 

Ara, araştır ama, ölçüyü haddi aşma!

«Tabiat devri daim» dersen işte o saçma.

 

Birazcık düşün yeter; gerçeği bulacaksın.

Bak ne dakik bir düzen, hemen anlayacaksın.

 

Seyret şu güzelliği, itiraf et dize gel;

Her şeyde bir güzellik, çünkü yaratan güzel.

 

***

 

Bana göre böyle düşünebilen insan mutluluktan nasip alabilir. Mutluluktan söz açınca bu kavram aklıma takıldı. Biliyorum, çok esnek ve hemen her kese göre de değişen bir duygu... Çünkü birinin mutlu olabildiği yerde, başka biri huzurunu yitirebilir; aynı şekilde birini mutlu eden bir olay, bir başkasına çok anlamsız gelebilir... «Renkler ve zevkler farklıdır», derler ya; bu, doğrudur. Fakat önemli olan; eğer bir şey başkasına göre güzel, bizim için de gerçekten zararsız ise (bize güzel görünmese de onu, sevdiği şey ile baş başa bırakıp çekilmek değil, tam tersine ona katlanarak) onu sevdiği şey ile daha çok mutlu etmek bizim görevlerimizden biri olmalıdır. Zaman zaman «İnsanlık» diye övdüğümüz o zor kazanılabilen üstün niteliğin bir parçası da sanırım budur.

 

Yıllar önce mutluluğun nasıl bir duygu olduğunu merak etmiş, onu yazdığım bir şiirde kendime sormuşum. O günkü düşüncelerim ve duygularım bu gün bana bir hayli ilginç geliyor. Dilerseniz oları birlikte paylaşalım. İşte şiirim ve anlattıklarım:

 

 

MUTLLUK BU MU?

 

Bin bir tanımı varken,

Kimisi için tükenmez acılar;

Kimisi için renk renk bir bahar...

Mutluluk bu mu? Bilmem, bilmem!

 

Bana sorma,

Onu bilgeler de bilmedi.

Kimi sık dokudu, kimi ince eledi;

Yığın yığın yazdılar,

İğneyle kuyu kazıdılar;

Hep aradılar, araştırdılar onu...

Aramak ve bir «hiç» aramak!

Mutluluk budur belki ancak.

 

Her şey kaskatı;

Ve her şey acı; «Bilmem!», demek kadar...

Doğaya bak, somurtmuş kayalar.

Çehreler kül rengi dağlar küskün,

Uğuldayan kentlerde;

Ve artık solumayan gökdelenlerde,

Fısıldayan iskeletler var.

Arıyorlar, onlar da bu «bilinmeyen»i,

Ödüllendirmek için müjdeleyeni,

Gülücükte, öpücükte, çiçekte, suda, havada,

Arıyorlar; tıpkı masallardaki gibi.

 

Aramak ve bir «hiç» aramak,

Mutluluk budur belki ancak.

 

***

 

Evet, mutluluk için yıllar önce böyle demişim. Bu sözler şu anda bana ilginç geliyor. Acaba o günlerde biraz karamsar mıydım? Olabilir… Herkes gibi ben de zaman zaman sevindim, bazen de üzüldüm, hüzünlendim. Ama hep umutla yaşadım; geleceğe hep umutla baktım; düşlerimi hayra yordum; yüreğimi müjdeledim; bazen ağlayanlarla birlikte ağladım, onları teselli ettim; acılarını paylaştım; bunları yaparken de mutlu oldum. Yaşamım boyunca elbette ki ben de birçok insan gibi çeşitli sorunlarla boğuştum, ama hayata bağlı kalmayı ve genelde mutlu bir ömür geçirmiş olmayı ben daima geleceğe umutla baktığıma borçluyum. Evet olumlu beklentilerimle ve güçlü inancımla hep yapıcı düşünceler üretmeye çalıştım. Bu nedenle de umutlarım hep yeşermeye devam etti ve hep güzel meyveler verdi.

 

Hiçbir zaman kara kara düşündüğüm olmamıştır. Arkamda hep büyük bir gücün varlığını hissettim. Nabzımı yokladım; içimdeki dünyada ferah ferah dolaştım. Orada birileri vardı; yalnız değildim. bir gün bana sordu:

 

NE HABER?

 

- Bana mı soruyorsun?

Karamsarım; öyle sanıyorsun...

 

Evet karamsarım.

Hava kararır ya bazen, sonra yağmur boşalır;

Sonra pırıl pırıl bir güneş doğar ardından...

 

İşte yüreğimin dünyası da öyle.

Bazen hüzün bulutları çöker ufuklarıma;

Sonra boşalır pınarlarımdan yaşlar;

Umut aydınlıkları doğar mor dağlarımın ardından.

 

Evet bazen karamsarım.

Sonra düşünüyorum;

Bakınıyorum, etrafımda yığın yığın duruyor kitaplarım;

Onlar benim en güzel arkadaşlarım;

Pırıl pırıl düşlüyorum; onlarla konuşuyorum;

Renkler gülüyor bana;

Kelebeklere el sallıyorum.

 

Ve haberlerim güzel;

Düşünüyorum, mutluyum, çünkü varım.

 

***

 

Bana ait olan hemen her şey kanıtlıyor ki bütün sıkıntılara, bütün olumsuzluklara rağmen yaşamım boyunca hep mutluluğu seçmiş, hep onu yeğlemişim; yaşamı çok sevmişim... Çünkü mutsuz yaşanamaz. Mutsuzluk cehennemin bu dünyadaki kara simgesidir. Onu hiçbir mümin taşıyamaz. Bütün peygamberler –çektikleri çilelere rağmen- mutlu yaşamış ve mutlu ölmüşlerdir. Çünkü insanlığa ölümsüzlüğün şerbetini onlar içirmiş, ebedi mutluluğun müjdesini onlar vermiş, iksirini onlar sunmuşlardır.

 

Mutsuzluk, umutsuzluk dünyasının kirli, isli ve paslı kapısıdır. Oradan içeri girenler, karanlık ve ürpertici bir tünele dalmış olurlar; çoğu da bu tünelden çıkmayı başaramaz. Çünkü orada fanatizm vardır; orada ideoloji vardır; orada dayatma vardır; orada kavga vardır; orada tarikatçılar ve laikçiler vardır; orada sağcılar ve solcular vardır; orada Satanistler vardır; orada şiddet, şirret, terör ve anarşi vardır; orada insanlar ölülere, mumyalı tanrılara ve heykellere taparlar... Bu insanların hepsi de mutsuzdur, umutsuzdur… Gerçekler ve belgeler bunu her zaman kanıtlamıştır. 

 

Kesinlik derecesinde inanıyorum ki başarılar, mutluluğun meyveleridir. Mutlu olmayan insanların başarıları ise çok kısa ömürlüdür. Bu görüşü eğer bir formül olarak kabul edecek olursak, onunla test edilecek her olaydan, sanırım çok ilginç sonuçlar elde edebiliriz.

 

Örneğin, suç ve kusur aramaya alışmış bir insan ya da rejim, daima sıkıntılıdır. Engellerini ve düşmanlarını bizzat kendi elleriyle yaratır; kapkara hayaller ve çelişkiler içinde yüzer; sloganlarla yaşar. Gerçekleştirdiği hedefleri alkışlayan eller ise kiralıktır. Zamanı geçince artık bu ellerden ses çıkmaz olur. Üstelik kıyamete dek onu ve bu elleri lânetleyen bir dönem başlar. Firavun’un, Nabukadnazar’ın, Neron’un, ve Haccâc’ın «başarıları» işte aynen böyle bir sonla karşılaşmıştır. Bugün isteyen herkes onları artık serbestçe lânetleyebilir. Hiçbir ülkenin yasaları bunu yasaklamaz. Bu adamların, çağımızda da örnekleri var. Ancak insanlar, korkudan bu zamaneleri şimdilik açıkça lânetlemeyi göze alamaz, onlara «Deccal» diye müstear adlar takarak tiksintilerini bu şekilde dile getirmeye çalışırlar!

 

Mutsuzluğun birer ebedi sembolü haline gelmiş olan bu kara ünlüler, gelecek kuşaklardan hiç saygı göremezler. Bu da henüz bu dünyada onlardan alınan bir çeşit intikamdır. Gidip Kahire’yi ziyaret edebilir ve Furavunların «ehram» denilen devasâ anıt mezarlarını ibretle seyredebilirsiniz. Turistler hiç heybet duymadan bunların fotoğraflarını çekiyor, hatta onlarla alay eder gibi yakınlarında tuvaletlerini bile yapıyorlar! «Ne mutlu Neroncuyum» diyenlerden bugün hiç bir iz yok. Nabukadnazar’ın «Ya sev, ya terk et!» dediği haşereler bile bugün devlet olabilmiş! Demek ki dayatmacılığın, işkencenin, şiddetin ve terörün binlerce yıl sonra bile dikenli tohumları, acı, zehirli ve öldürücü meyvelerini verebilir. Ama onlar da elbet yakında yok olacak, yerlerinde yeller esecektir.

 

Mutsuzluğun şu çarpıcı tablosuna bakınız ki: Hiçbir kökten putçu, -müminlere karşı içindeki düşmanlık yangınını alevlendirebilmek için- Allah’a alternatif olarak yarattığı tanrısını, Hz. Muhammed’in Ya’fûr adındaki eşeğinden bile daha fazla ünlendirememiştir! Afrikalı bir devlet başkanına bu amaçla verilen ödülün ret edilmesi ünlendirmenin zorla mmümkün olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Bu ise doğanın hoşgörüsüzlükten aldığı bir intikamdır. Bununla birlikte, yine hiçbir kökten putçu, savaş ilan ettiği Allah’a ve Hz. Muhammed’e sokakta söverek doğaya karşı misillemede bulunmayı da göze alamaz. Bu da doğanın ikinci bir intikamıdır!

 

Heykelperestlerin ve ölülere tapanların ıstırabını benden dinleyiniz. Çünkü onların içindeki yangını benim kadar keşfetmiş birine az rastlarsınız. Esasen mutluluğun ne olduğunu da bu sayede çok daha iyi öğrenebildim. Bana sorarsanız, hayatta mutlu yaşayabilmenin gereklerinden biri de kâinata, eşyaya ve olaylara evrensel bir düşünce ile yaklaşmaktır. Bunu başarabildiğiniz zaman, hem sebep-sonuç arasındaki halkaları rahatça izleyebileceğiniz için; hem de bu sayede –sebepler ve sonuçlar ötesinden tüm kâinata hükmeden ve halkaların tamamen tükendiği sonsuzluktan kendini hissettiren- en büyük gücün sınırsız egemenliğini algılama şansına sahip olabileceğiniz için mutlu olursunuz. Çünkü düşünceniz bu düzeyde olgunlaştığı zaman artık kâinat kozmolojisinin, anlamsız, rastlantısal ve başıbozuk bir kuru kalabalık olmadığını kavramış olursunuz; heykel, ölü beden ve mezarların kokuşmuş karanlık boşlukları sizin için artık bir anlam taşımaz olur. Ancak o zaman, bu yüce ve kutlu görüşü sizinle paylaşabilecek ve sizi anlayacak insan sayısı elinizin parmakları kadar azalacaktır. Dolayısıyla tam mutlu olabileceğiniz bir bilgi, birikim, bilinç ve algılama gücüne ulaştığınız noktada bir sürü okumuş cahilin, düzgün giyimli, ütülü, kravatlı, losyonlu, cafcaflı magandaların arasında acayip bir yaratık durumuna düşme tehlikesiyle de karşı karşıya gelebilirsiniz. İşte bu noktada çok dikkatli olmalısınız. Özellikle bilgi topluluğu olamamış sürüler arasında çok daha tedbirli olmalısınız.

 

İçtenlikle söylemeliyim ki bu konuda gösterdiğim aşırı duyarlılık, bu kez beni zaman zaman mutsuzlukla burun buruna getirdi. Öyle ki toprağında filizlendiğim ve arasında yaşadığım toplumun gerçekten organik bir parçası olup olmadığımı bazen düşünüp durdum ve bunu sorguladım. Çünkü bakıyorum insanlar çeşitli şeyler konuşuyor ve sanki çok şey biliyorlar (!). Özellikle son zamanlarda din, siyaset, ekonomi, sosyoloji, sağlık, eğitim, lâiklik, küreselleşme, postmodernizm, bürokrasi, terör, uyuşturucu ticareti, çevre kirliliği, nükleer denemeler, küresel ısınma, hümanizm, özgürlük, insan hakları, işkence, ırkçılık, açlık, göç, derin devlet, misyonerlik, feminizm, modern sanat anlayışı, müzik, spor ve olimpiyatlar gibi nice nice konular üzerinde fikir yürütüyorlar, kafa patlatıyorlar, ardı ardına toplantılar, konferanslar, paneller, sempozyumlar, açık oturumlar düzenliyorlar... Oynayanlar da seyredenler de bir şey yaptıklarını sanıyorlar.

 

Hiç kuşku duymuyorum ki genel olarak bütün dünyada, özellikle Türkiye’de yaygın olan çarpık düşünce, çağımızda büyük bir fikir kargaşasına yol açmıştır. Bu durum ise tabiatıyla insanların diyalog kurma eğilimini köreltmiş, buna karşın hemen her fırsatta onları güç kullanacak bir psikoloji içine itmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerini Türkiye’de görüyoruz. Hemen hepsi de sözde eğitim görmüş, üstelik hepsi de lâikçi olan karşıt kamplar, oturup meselelerini diyalog yoluyla çözümlemeyi düşünmüyorlar. Tam tersine birbirlerine karşı silah kullanıyorlar. Onun için okumuş, yontulmuş ve sözde çoğu üniversite mezunu olan sağcılarla solcuların, yer altı örgütleriyle yerüstü örgütlerinin nasıl kapıştıklarını bazen şaşkınlık içinde, bazen de keyifle seyrediyorum.

 

Evet keyifle seyrediyorum! Neden, biliyor musunuz? Buna mantıklı bir yanıt vererek önemli bir gerçeği kavramanıza yardımcı olabilmem için önce bu kör düğüşünün barışa ve mutluluğa olan gizemli katkısından söz etmeliyim ki bu suretle felsefemin ve dünyaya bakışımın size ilginç gelebilecek yönlerinden biri hakkında sizi biraz aydınlatmış olayım.

 

Siz de çok iyi biliyorsunuz ki insan ne horozdur, ne de deve... Dolayısıyla insanlar ne horozlar gibi dövüşmeli, ne de develer gibi güreşmelidir. Demek istiyorum ki «cihad», «kahramanlık» ve iç güvenliği koruma adına sahip bulunduğumuz klasik «yurtseverlik» anlayışları artık değişmeli, bilimselleşmeli ve evrenselleşmelidir.  «İnsan öldürme sanatı» diye şimdiye kadar bize yutturulmuş hapları artık bağırsaklarımızda saklamakta direnmemeliyiz; tam tersine onları dübürümüzden çıkarıp tersimizle birlikte layık oldukları lâğıma dökmenin zamanı artık gelip geçmiştir diye aklımızı başımıza devşirmeliyiz.

 

Bunu bir türlü anlamak istemeyenler, hiç kuşkusuz barışın ve mutluluğun önünde çok büyük bir engel oluşturan mankafalardır. İşte bu mankafaların birbirini yemesi ilâhî dezenfektasyon sistemlerinden biridir ve barış ortamının otomatik biçimde oluşmasını çok kere kolaylaştırır. İşte yukarıda sözünü ettiğim «gizemli katkı» budur. Onun için bu olayları bazen keyifle seyrederim. Seyrederken de Bakara Suresi’nın 251’inci ve Hacc Suresi’nin kırkıncı ayetlerini hatırlar, Kur’an’ın azameti karşısında mest olurum. Onları size de nakledeyim, siz de biraz mest olun!

 

«Eğer Allah insanlardan bazılarının kötülüklerini, -öbür bazıları aracılığıyla- defetmeyecek olsa, yeryüzü fesada boğulacaktır.». (Bakara/251); «Eğer Allah insanlardan bazılarının kötülüklerini -öbür bazıları aracılığıyla- defetmeyecek olsa, İçinde Allah adının çokça zikredildiği manastırlar, kiliseler, namazlar ve camiler perişan edilirdi.». (Hacc/40)

 

Kuşku yok ki bütün bu kavgalar, bencilliğin ve doyumsuzluğun doğurduğu sonuçlardır. Tarih boyunca eğitimciler ve ahlâkçılar bencillikle savaşmışlardır. Yine de bu mikrobun kökünü kurutmamış, -daha doğrusu- tamamen kurutmak istememişlerdir. Çünkü insandaki bencillik ruhunu tamamen söndürürseniz, onun yaşama sevincini büsbütün yok etmiş, onu perişanlığın pençeleri arasına itmiş olursunuz. Eğer inanmazsanız gidin;  parklarda, köprü altlarında, miskin miskin yatan şarapçılara, alkoliklere ve uyuşturucu bağımlılarına şöyle bir bakınız. İşte bu insanlar artık hiç bencil değildirler; onların bu yaşamdan hiçbir beklentileri de yoktur; kazanmak, bir şeye sahip olmak, yükselmek ve yücelmek adına hiçbir istek ve hareket bulamazsınız onlarda. Çünkü onlar bencilliği artık üç talâk ile boşamış, tıpkı Sinoplu Diogène (diyojen) gibi olmuşlardır. Eğer evcilleştirmek için bütün insanları bu duruma sokarsanız, belki artık kavgalar ve savaşlar sona erecektir, ama korkarım bu kez de gezegenimiz, bir uyuz hayvanlar karantinasına dönecektir! Unutmamalı ki birazcık zehre de zaman zaman gereksinim vardır. Çünkü hiçbir şey hikmetsiz değildir. Zehrin de panzehirin de hikmetleri vardır.

 

Demek ki bu mendebur mikrobun kökünü tamamen kurutmamalı, ama onu terbiye edilmelidir. Fakat bunu başarmak, öyle gözüküyor ki çok zordur.

 

Baksanıza; insanlar, komşular, akrabalar, kabileler ve uluslar aralıksız şekilde birbirlerine saldırıp duruyorlar. Sanayi devrimi, dev eğitim kurumları, kültür ve uygarlık, aydınlanma hareketleri, forumlar, antlaşmalar, mabetler, dinler ve öğütler sanki hiçbir işe yaramıyor; saldırılar, kavgalar ve savaşlar bir türlü dinmiyor; acıma duygusu, sevgi ve saygı adına ne varsa kitapların satırları arasında kalıyor. Mülteci ve esir kampları ile hapishaneler yine tıklım tıklım. Dünyanın birçok ülkesinde hayal bile edemeyeceğiniz işkence türleri günün yirmidört saatinde uygulanmaktadır!

 

Yaşamım boyunca bencilliği ve onun gayri meşru çocuğu olan şiddeti hep kınadım. Ama bir şeye de çok şaştım: dine ve inançlara karşı sözde tarafsız olduklarını her fırsatta ile süren laikçilerin ne kadar şiddet yanlısı olduklarını gördüm. Keza dinden, imandan, İslâm’dan, kardeşlikten ve hoşgörüden dem vuran tarikatçıların da ne kadar şiddete yatkın olduklarını tespit ettim. Belki de bu nedenledir ki ülkemizin her yanını ne yazık ki daima bir savaş alanı gibi gördüm. Buna çok şaşıyorum. Çünkü hepimize yetecek kadar nimetlerle dolu güzel bir dünyamız var, güzel de bir ülkemiz var. Farklılıklarımıza eğer katlanabilirsek bunun ne kadar büyük bir gerçek olduğunu hepimiz görebiliriz.

 

Evet, bir nebze olsun felsefemi ve dünya görüşümü bu satırlarda sizinle paylaştım. Sanırım biraz daha tanışmış olduk. Tahmin ediyorum, yaşam tarzımı da merak ediyorsunuz. Bu merakınızı da az çok gidermeye çalışacağım. Size kötü örnek olabilecek herhangi bir yanım çok şükür ki asla yoktur. Ama siz kendi yaşam tarzınızla benden çok daha isabetli davranıyor olabilirsiniz. O bakımdan anlatacağım şeyleri bilimin ve aklın terazisinde tarttıktan sonra ancak bir karara varmanızı öneririm.

 

Yukarıda mutluluktan epeyce söz etmiştim. Çünkü buna hepimizin çok ihtiyacı var. Ancak mutlu olabilmenin de belli yolları ve koşulları vardır. Sizi mutsuzluğa götürecek bir yolu eğer izlerseniz, neden mutlu olamadığınızı sormakla çok tuhaf duruma düşebilirsiniz. Dolayısıyla böyle bir yanlışa saplanmamak için önce mutluluğun kaynaklarını, ve yollarını öğrenmeliyiz.

 

İşte ben önce bunları öğrendim. Daha doğrusu bana öğretildi. Mutluluğun, belki de tek kaynağının sevgi olduğunu sanıyorum. Onunla, daha çok küçükken tanıştırıldığımı tahmin ediyordum. Fakat bu düşüncem sonradan değişti. Sanırım sevgi, her insanın hamurunda zaten vardır. Ama o, daha sonraları ya gelişir, ya da ne yazık ki körelir. Bendeki sevgi, Annemin ve Babamın sıcak kollarında hep gelişti. Ben daha çocukken sevgi, o minik yüreğimde renk renk çiçekler açtı. Onun için yılanları, akrepleri, kertenkele ve kurbağaları da seviyor, onların da ineklerimiz, atlarımız ve kuzularımız gibi yaşamalarını istiyordum. Bu nedenle o masum hayvancıkları öldürmeye hazırlanan arkadaşlarımın, avuçlarına sıkıştırdıkları sopa ve taşları söker alır, onları engellerdim.           

 

İnsanları, hayvanları, bitkileri, çevreyi ve doğayı sevmek, doğal bilgi kaynaklarına doğrudan ulaşmayı hızlandıran çok mükemmel bir duygudur. İşte bu duygu sayesindedir ki kendimi ve yaşamımı da sevmeyi öğrendim. Bu da ne demek? Acaba canını sevmeyen insan var mıdır, diyeceksiniz. Tabi ki hayır; ama sevmek başka, sevmesini bilmek de başka şeydir. İşte şimdi onu size anlatmaya çalışacağım.

 

Öyle insan vardır ki düzenli ve hesaplı bir yaşam sürdürmez; bir hayat disiplinine sahip değildir; perişan ve dağınıktır. Bu durum, onun yoksul ve olanaklardan yoksun olmasından da kaynaklanmamaktadır. İşte böyle bir insan, kendini mutlaka seviyor olsa bile sevmesini bilmemektedir. Kendine karşı olan sevgisini kullanamamaktadır. Bu, tabiatıyla eğitim ve bilinç meselesidir. Bir insan eğer örneğin uykunun, gıdanın, sporun ve dinlenmenin önemini bilmiyor, bunların sağlık ve mutluluk için ne kadar gerekli olduğunun farkında bulunmuyorsa, canını ne kadar severse sevsin, vücudunu yorgunluktan, hastalıklardan ve yaşamın olumsuzluklarından nasıl koruyabilecektir? Ve tabiatıyla bu insan, değil bir aileyi, bir derneği, bir şirketi ve bir devleti nasıl yönetebilir?..

 

Demek ki nedenleri halka halka birbirine bağlayarak mutluluğa giden yolu bulmaya çalıştığımız zaman ilk halkanın bilgi, bilinç, tedbir ve hesap olduğunu, sevginin de saygının da uyumun da düzenin ve sağlığın da yolunun buradan başladığını keşfetmiş oluruz. 

 

Çok şanslıyım ki beni yetiştirenler sayesinde bu yolu pek erken keşfettim. Daima besin değeri yüksek ve kaliteli gıda almaya, spor yapmaya ve stresten uzak kalmaya özen gösterdim. Çok iyi dinlendiğimi söyleyemem. Bu yanlışı bilinçli yaptığım için, yorgunluğumu gidermeyi düşünmek bile beni çoğu kez dinlendirdi. Evet okurken, yazıp çizerken, izleyip koşuştururken de dinlendiğime inandım. Bunun çok işe yaradığını sanıyorum. Ama siz yine de dinlenmeye bir zaman ayırınız. 

 

Mutluluğun ve başarının yolu hiç kuşkusuz, sağlıklı bir yaşamdan geçer. Sağlığını ihmal eden, ya da sağlıklı yaşamak için gerekli önlemleri almayan insanlar, hastalıklarla boğuşmaktan ve stres altında ezilmekten yakalarını kurtaramaz, kendilerine de başkalarına da yararlı olamazlar. Özellikle yüce idealler taşıyan nitelikli insanlar bu noktada asla duygusal davranmamalıdırlar. Çünkü insanlık her dönemde bunların düşünce ve felsefelerinden, görüş ve buluşlarından yararlanmıştır. Bunların sayıca çok, bünyece sağlam olmaları, insanlık için büyük şanstır.

 

Bir çok konuda olduğu gibi sağlık konusunda da ilk bilgilerimi yine anne ve babama borçluyum. Bana aşılamış bulundukları bilinç sayesinde; sağlıklı yaşamın gerekleri olan gıda, spor, temizlik ve dinlenme konusunda -yaşamımın her döneminde-, önce zorunlu bilgileri kazanmaya çalıştım. Bu konuda bilimsel kaynaklardan yararlanmaya özen gösterdim. Dolayısıyla hem kendimi daima zinde hissettim, hem de gençliğimde geçirdiğim tifodan başka hemen hiçbir hastalığa yakalanmadım; iki üç kez basit bazı şikâyetlerim hariç, hiçbir rahatsızlıktan sebep doktora başvurma ihtiyacını da duymadım. Çünkü çeşit bakımından bol; protein, vitamin ve mineral bakımından zengin gıdalarla beslenmeye ve spor yapmaya önem verdim. Kirli ortamlardan, zararlı maddelerden ve Allah’ın yasaklamış olduğu pis yiyecek ve içeceklerin tümünden daima tiksindim ve uzak durdum. Bu konuda bazen oldukça sıkıntı çektiğimi burada vurgulamak isterim.

 

Çalışan bir insan olarak tabiatıyla farklı zevk, inanış ve düşüncelere sahip insanlar arasında sık sık bulundum. Kader beni bu kimselerle aynı sofralar üzerinde de bir araya getirdi. şimdi tahmin ediyorum, neler söyleyeceğimi duyumsar gibisiniz! Nitekim bu söyleyeceklerimi ibretle okumanızı isterim.

 

Ben hayatım boyunca hiç kimseyi zevklerinden, farklı düşünce ve inanışlarından dolayı hor görmedim, kimsenin özel yaşamıyla ilgilenmedim ve bu konularda asla tartışmadım. Gelin görün ki birlikte çalıştığımız laikçiler, en ufak bir bahane ile daima benim özel yaşamımı, görüş, düşünce ve inanışlarımı her fırsatta aşağılamaktan, hatta bana saldırmaktan bile çekinmediler. Sırf bir mü’min olduğum için bu manevi işkenceleri yaşadım. Üstelik aklın, bilimin ve evrenselliğin bütün ölçülerine benim söz ve davranışlarım çok daha uygun olmasına rağmen bu çileleri çektim. Önümdeki salataya necis içkisinden dökerek sözde şaka yapmak isteyen maganda mı ararsınız, sağ elimle yediğim için birbirine göz kırparak beni alaya alan medeniyet yalayıcılarını mı ararsınız, dinlenme saatlerinde spor yaparken «ulaaaa! Bu da spordan anlıyo!!!» diyerek trene bakar gibi beni izleyen yaratıkları mı ararsınız.... Bunların hepsi de birer «heykeletapar» laikçiydi. Onların körüklediği stresin altında ezilmekten Allah’ın lütfu ile daima kurtulmayı başardım. Kaliteli gıda ile beslendim, spor yaptım, yararlı işlerle uğraştım ve kendimi daima işime kaptırarak bu haşerelerin bana yakıştırdıklarını unutmaya çalıştım. Böylece hem bedensel, hem de ruhsal bakımdan diri kaldım ve aynı zamanda onları çatlatmış oldum!. Onlar ise çöktü. Ara sıra onlardan bazılarına rastlıyorum. Kimisinin üstü pek ama içi geçmiş; kimisi dert anlatacak birini arıyor, kimisi de kendini alkole vermiş, «tahtalı köye» gün sayıyor! Ne putları, ne alkolleri, ne makyajları, ne de lâikçilikleri onları pörsüyüp çürümekten koruyamamış!!! Bu belgesel tablo gösteriyor ki –Allah’a şükür- doğru yolda olan benim!

 

Yaşam disiplinim içinde önem verdiğim hareketlilik, diri kalmamı sağlayan nedenlerin başında gelir. Bunu, özellikle sporun ne büyük bir nimet olduğuna işaret etmek için söylüyorum. Onu daha gençliğimde fark ettim ve yaşamım boyunca sporu ihmal etmedim. Ancak benim spor anlayışım, genelinkinden epeyce farklıdır. Örneğin, seyirci karşısında, karşılıklı grupların yarışarak, (yani maç oynayarak) sergiledikleri oyunların spor olduğuna inanmıyorum. Bu çeşit oyunların arka planında, -büyük kısmı cahil, bir kısmı ise şartlandırılmış- seyirci sürülerinin, iç yüzünü bilmedikleri, tarihi gelişimini ise hiç bilmedikleri- başka oyunlar vardır! Bu deliğe çomak sokmaya değmez. Ancak özellikle tekkelerin, stadyumların ve siyasi arenaların, yobazlık üreten mekânlar olduğu konusunda hiçbir ilim ve akıl erbabının kuşkusu olamaz.

 

Onun için yaşamım boyunca bir kez olsun herhangi bir stadyuma çok şükür ayağım girmedi. Ama çok acil nedenlerle bazı günler hariç, hemen her sabah düzenli ve programlı olarak jimnastik yaptım. Çünkü daha çocuk denecek yaştayken bile ben, sağlığın ve zindeliğin değerini anlamak için onları yitirmeyi beklememek gerektiğini kavramıştım. Bu bilince sahip olduğum günden başlayarak şu dakikalara kadar her gün jimnastik yapmayı bir hayat düsturu olarak benimsedim. Durağanlığın ve oturma kusurlarının sürekliliğinden kaynaklanan -tahmin edilmedik- kötü sonuçlarla insanın bir zaman sonra mutlaka karşılaşacağını daha çocukken biliyordum.

 

Küçükken pek başarılı olamadığım Fizik dersini bile severdim ama biyoloji ve sağlık derslerini daha çok severdim. Hücre, kas dokusu, kanın yapısı, vücudun sistemleri, organların görevleri, metabolizma, beslenme, gıdaların besin ve kalori değerler, vitaminler, mineraller, çevre ve etkileri, kalıtım, hastalıklar ve korunma yolları gibi çeşitli konularda edindiğim geniş bilgilerle arkadaşlarıma daima fark atardım. Onun için okulda arkadaşlarım bana «İbni Sina» lakabını takmışlardı. Benim, okulda başka bir lakabım daha vardı «Şeyh Bıtım». Ben bu lakaba çok kızardım. Öbür lakabımı ise sever, duydukça onur duyardım.

 

Hareket azlığının gerek doğrudan, gerekse dolaylı olarak ne kadar sağlıksız bir yaşama, nice hastalıklara, hatta ne büyük bedensel ve ruhsal yıpranmalara yol açtığı ilim otoriteleri tarafından saptanmıştır. Oturmalı yaşam nedeniyle bugün kentli insanlar ve özellikle büro personeli neşesiz, karamsar ve soğuk ruhludur. Bunlar, içinde bulundukları hantallığın ve ruhsuzluğun etkisiyle büyük sosyal olumsuzluklara da yol açmaktadırlar. Bütün bu gerçekleri çok erken yaşlarda öğrendim ve kavradım. Onun için de hiçbir zaman hareketsiz kalmadım.

 

Beslenmeye gelince bu konuda da küçüklüğümden beri bilinçli yaşadım. Ancak çocukluğumda ne yazık ki sebze ve meyve bulamazdık. Çünkü bölgemiz sekiz ay süreyle kar altında kalırdı. Bugünkü gibi asfalt yollar ve yeterli taşıt araçları da yoktu. Onun için Çukurova gibi bitek bölgelerden bizim oralara sebze ve meyve kolay kolay ulaştırılamazdı. Biz de ancak yaz aylarında soframızda yeşillik görebilirdik.

 

Bu konudaki büyük mahrumiyete rağmen annem ve babam yine de bazı tedbirler alırlardı. Örneğin güzün bolca satın aldıkları armut ve narları kilerimizin tavanına asarak, onların uzun süre bozulmadan kalmasını sağlarlardı. Ayrıca bize küfeler dolusu elma gelirdi. Bunlar çok dayanıklı bir cinsti. Erkek hizmetçilerimizden biri kilerin bir köşesinde derin ve geniş bir çukur kazır, oraya elmaları birbirine değmeyecek şekilde yan yana dizer üzerine bir miktar toprak döktükten sonra aynı şeyi tekrarlayarak tabakalar halinde koca bir küfe dolusu elmayı bu şekilde toprağa gömerdi. Bu meyveleri seyrek aralıklarla altı ay gibi bir süre içinde ancak tüketebilirdik. Köyümüzde hastalanan biri olursa ona da bu meyvelerden gönderilirdi. Çok iyi hatırlıyorum, köyde bizden başka böyle bir uygulama yapan yoktu. Yıllar sonra gelenek ve görgü konuları üzerinde zihnim yoğunlaşınca bu örneği sık sık anımsadım ve büyüklerimi rahmetle andım.

 

Teknolojinin sağladığı hız ve iletişim; onun da bir sonucu olarak son yıllarda yaşanan kalkınma ve bolluk sayesinde bu mahrumiyet çok sürmedi. Onun için kurutulmuş, ya da salamura ve konserve gibi bekletilmiş yiyecekleri çok nadir olarak kullandım. Daima protein, karbonhidrat, mineral ve vitaminler bakımından zengin, besin değeri yüksek ve taze gıdalarla beslenmeyi tercih ettim. Acıkmadan sofraya oturmadım, midemi doldurmadan sofradan çekildim, bolca su (ya da çay ve meşrubat gibi helâl ve temiz) sıvı aldım. Çünkü yanlış beslenme nedeniyle dünyada her gün ölen insanların, trafik kazalarında ve açlıktan ölenlerden binlerce kat daha fazla olduklarını ta yirmi yaşından beri biliyorum. Tıka basa yiyenler; nişastalı ve şekerli yiyeceklerle organik yağ ve kırmızı ete düşkün olanlar bence intihar edenlerden çok farklı değildirler. Neredeyse çocukluğumdan beri sahip olduğum bu basit bilgiler ve bilinçlenme sayesinde oldukça sağlıklı bir beden ve ruhla yaşadım. Öğrenim, iş, uğraş ve seyahatlerden kaynaklanan yorgunluklar beni yıpratmadı.        

 

Sağlık kavramı, gençliğimin ilk yıllarından başlayan ve gittikçe gelişen yaşam bilincim sayesinde her zaman beni meşgul etmiş, özellikle Dünya Sağlık Örgutü’nün Anayasasındaki tanımı dikkatimi çekmiştir. Bu tarif aynın şöyledir :

 

«Sağlık; yalnızca hastalık ve sakatlık olmayışı değil, bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden tam bir iyilik halidir.».

 

Demek ki örneğin, oturduğunuz apartmanda eğer maganda bir komşunuz varsa onun, sonuna kadar sesini açtığı televizyonundan, ya da radyosundan çıkan gürültü sizi rahatsız ettikçe, hasta olmasanız bile, sağlıklıyım diyemezsiniz. Dolayısıyla ülkemizin sosyolojisine bakarak burada yaşayan insanların ne kadar sağlıklı olduklarını tahmin edebilirsiniz! Her gün yüz binlerce benzeri yaşanan bu basit örnek bile uygar bir insanın, Türkiye de dahil, doğu ülkelerinde huzursuzluğa ne kadar çok uğrayabileceğini kanıtlamaktadır. Bunu en iyi bilenlerden olduğum için strese karşı daima önlem almaya çalıştım. Bu konuda en büyük dayanak yüksek moraldir. Moralin kaynağı ise güçlü bir imandır. Allah’a, Onun kâinat üzerindeki sınırsız gücüne ve egemenliğine inanabilme şansına eren; ondan başka hiçbir faniye, hiçbir puta, hiçbir heykele ve kadavraya bel bağlamayan insan, strese karşı mükemmel bir ruh zindeliği içinde sıkıntılara direnebilir.

 

İşte ben hep böyle bir inanca sahip oldum. Tarikatçıdan uzaklaştım; laikçi yobazlarla tartışmaya girmekten daima kaçındım; hem onların düzeyine düşmemeye dikkat ettim, hem de şerlerinden korunmaya çalıştım. Türkiye’yi her dönemde savaş alanı haline getiren bu fanatik sürülerin kötülüklerinden daima Allah’a sığındım. Şükrediyorum ki beni onlardan da stresten de korudu.

 

Yaşamı, barışı, karşılıklı sevgi ve saygıyı çok sevdiğim için varlığın bu çarpıcı güzelliklerini bozan her şeye karşı daima temkinli ve tedbirli oldum. Çünkü yaşamak ve yaşayabilmek, bir canlı için en değerli şeydir. Yaşam aziz ve dokunulmaz olmalıdır. İlâhî el ona en doğal biçimde son verinceye kadar başka hiçbir el onun nazik ve temiz yüzüne bir toz bile kondurmamalıdır.

 

İşte ben, yaşama daima böyle baktım ve evrenin bütünlüğü içinde her şeyin yaşama hizmet ettiğini gördüm. Bu büyük düzenin içinde insan yaşamının ise çok daha önemli olduğuna inandım. Kâinatın rehberi içinde bu gerçeği vurgulayan pek önemli bir söz vardır: «Her kim, (can almamış ve ortalıkta anarşi çıkarmamış) birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de onu yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur». (Maide/32).

 

İnsanları yaşatmak; hayatın ve canlılığın her yerde şen kalmasına katkıda bulunmak; barışın sürekli tutulmasına, karşılıklı sevgi ve saygının da yaygınlaştırılmasına bağlıdır. Yaratıcı güç, bu amaç için âlemin her köşesini çiçek gibi donatmıştır; güçlü-zayıf çatışmasını, yaşama zarar vermeyecek doğal disiplinlere bağlamıştır; hele insanın mutluluk ve barış ortamında yaşayabilmesi için dünyanın, hatta uzayın her köşesini türlü türlü araçlarla takviye ve bu donanımları bir kudret mucizesi olarak dizayn etmiş; hayatın dinamiklerini akıllara durgunluk verecek incelikte eşgüdüm bağlantılarıyla işleyen bir mega mekanizma haline getirmiştir. Bununla birlikte kâinatı fenomenlerle ve hikmetlerle, gizemli bir sahneye dönüştürerek -eşyanın sırlarını çözmek suretiyle eşsiz zevkler tadabilmesi için- insana, bu sahne içinde beğenebileceği roller sunmuştur. Bütün bunları takdir ederken de hiçbir canlının özgürlüğünü kısıtlamamıştır.

 

İşte ben yaşamımda bu nokta üzerinde çok düşündüm. Kimsenin özgürlüğüne müdahale etmeden olabildiğince özgürlüğümü kullanmak istedim. Sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürmüş olmayı bu sayede başardığıma inanıyorum.

 

Sağlıklı yaşamı, kısaca disiplinli yaşam olarak tanımlamak mümkündür. Faka bütün bir hayat disiplini, sadece gıda, spor ve dinlenme ile açıklanamaz. Bununla birlikte o, daha kapsamlı ve daha çok yönlü bir aktivite ve anlayışla ancak gerçekleşebilir. Örneğin görgü kurallarına uymak, insan ilişkileri konusunda dikkatli ve duyarlı davranmak, sosyal konularda olduğu kadar ekonomik konularda da dengeli ve hesaplı hareket etmek bu disiplinin kaçınılmaz gereklerindendir. Evet, sağlıklı yaşayabilmeniz için bünyenizi ve zihninizi yormadan, yıpranmadan bütün bu ayrıntılara dikkat etmelisiniz. İşte bu ilkelerden hareket ederek özellikle hesaplı yaşama o kadar çok dikkat ettim ki bu noktada öne çıkan titizliğim, evimin ekonomisine ait kayıt defterimin önsözüne kadar yansıdı. Bahsettiğim bu notlarımın önsözünde, sizi neşelendireceğine inandığımı satırları sizinle paylaşmak isterim. Altı madde olarak yıllar önce yazdığım bu satırları aynen sunuyorum:

 

İnsan hesaplı yaşamak zorundadır. Çünkü:

 

1.                                             Kâinat hesap üzerine kurulmuştur;

2.                                             Hesabı olmayanın hayatı karanlıktır;

3.                                             İsrafı, cömertliği ve cimriliği birbirinden ayıran denge ve ölçü hesapla olur;

4.                                             Belgesel hesaba dayalı bir yaşam tarzını seçmeyen insan, istediği kadar dürüst olsun, bir gün hırsız ya da kaçakçı diye suçlanabilir;

5.                                             Sırf nefis muhasebesi bakımından vicdanını rahatlatmak için değil, aynı zamanda başkalarının vicdanında da şaibesiz bir yere sahip olabilmek için hesabı sık dokuyup ince elemek şarttır;

6.                                             Faizin (yani ribâ’nın) haram olması gerçeği, adaletin hesapla dağıtıldığını kanıtlamaktadır.

7.                                             Hesabını pezevenklik üzerine kuran bir devletin, vatandaşları hesaplarını profesyonel birer orospu olabilmek üzere kurarlar!

8.                                             Her olayın sebep ve sonucu arasında mutlaka bir hesap vardır;

9.                                             Bir gün gelecek herkes Allah’a hesap vermek zorunda kalacaktır.

  

İsabetli ve verimli bir yaşam için son derece önemli olan bu ve benzer birçok evrensel ilkeye yaşamım boyunca inandığım ve uyduğum için bugün huzurluyum. Bu suretle insan olarak önemli ölçüde rolümü üstlenmiş bulunduğuma inanıyorum.

 

İnsanoğlunun bu dünyada oynadığı rol, büyük önem taşır. Çünkü her insan, geçmişten geleceğe doğru uzayıp giden beşeriyet zincirinin bir halkasıdır. Dolayısıyla her insanın varlığı çok önemlidir. Bu çarpıcı gerçeğin farkına varamayanlar, rollerini çok kötü oynamış; gerek kendilerine, gerekse başkalarına zarar vermişlerdir.

 

Ben insanlara bu bakımdan çok dikkat ettim. Ahlâk ve anlayışlarını, inanış ve dünya görüşlerini, davranış biçimlerini, hemcinslerine nasıl baktıklarını epeyce inceledim. Onlarla bizzat konuşarak, zevklerine, hobilerine, saplantılarına, zaaflarına, inanış ve düşüncelerine bilimin ölçüleriyle bakarak bunu yaptım. Tabiatıyla çok ilginç sonuçlar saptadım. Megalomanlarla, sapıklarla, üfürükçülerle, kompleksli insanlarla, magandalarla, alkoliklerle, tinerci çocuklarla, tarikatçıların ve laikçilerin en bağnaz tipleriyle, siyaset ve maç hastalarıyla aşırı zekâdan dengesini yitirmiş fıttırıklarla röportajlar yaptım. Mitinglerde, konferanslarda ve çeşitli forumlar sırasında konuşmacıların düşünceleri kadar bu düşüncelerin arka planında gizli bulunan kişilik ve duygular hakkında da bilgiler edindim. Bazen hızımı alamadım; görüp duyduklarımı uzun uzun tahlil ettim, yorumladım, hatta bazen gördüklerimi manzum olarak da tasvir etmeye çalıştım. Örneğin, yıllar önce bir keresinde kalabalığa hitap eden bir adamı süzüyordum; Onu dinlemek için değil, ibret almak için gitmiştim! Onu dinleyen topluluğa şöyle bir baktım; ister istemez şu dizeler dudaklarımdan dökülmeye başladı. Bir kenara çekilerek onları hemen not etmeye başladım. İşte o sırada yazdıklarım:

 

 

İNEK ÇOBANI

 

 

Beyaz saçlı bir herif çıkmıştı kürsüye,

Nutuk çekmek istiyordu bir sürüye.

 

Başladı, kavalını öttürdü ihtiyar;

Zahir, kendini adam sanıyordu hıyar!

 

Kader işte bu, olmuştu bir soğan başı,

Dinliyordu inekler onu şaşı şaşı...

 

Kimi geğiriyor, kimi de esniyordu;

İhtiyarsa kürsüde ahkâm kesiyordu.

 

Meydan onundu ya, nasihat, palavra, cart curt;

Yaşlı çakal artık olmuştu kürsüde kurt.

 

Kasılıp bir göz attıktan sonra kenara,

Ne derse beğenirsiniz adam, bir ara:

 

«Hepimiz Allah’ın çocuklarıyız, yurttaşlar!»

«Birbirinize kem gözle bakmayınız zinhar!»

 

İnekler yutmuştu bu sözü, adamlar asla!

Adam az idiyse de ineğe kıyasla.

 

İşte sorun bu: Ağıla korsan insanı;

Ve güdecekse onu bir inek çobanı...

***

 

Bu adamın kim olduğu o kadar önemli değil, çünkü şimdilik resim yapmakla oyalansa bile bir süre sonra O da işkembe gibi karanlık bir çukuru boylayacaktır. Ama bir insanın henüz hayattayken üstlendiği rolleri önemsemek gerekir. Çünkü bu roller iyi oynanırsa iyi ürünler verecektir; kötü oynanırsa, etkisi oranında yıkıcı sonuçlar doğuracaktır; mutluluk ve barış dolu bir dünya özlemi karşısında engel oluşturacaktır.

 

Baştan beri yazdıklarımdan da anlaşıldığı üzere, yaşamım boyunca çok çeşitli ortamlarda türlü karakter ve düşüncede insanlarla karşılaştım. Bu arada zaman zaman manevi sıkıntılar da yaşadım. Zaten sıkıntısız hayat olmaz, sıkıntısız hayatın zevki ve anlamı da yoktur. Fildişi kulede yaşarsanız, kimseyle hayatı paylaşmazsanız. Bu yüzden varlığınızın farkına varamayacak bir mutsuzluk yaşarsınız; üstelik bu mutsuzluğun bile farkına varamazsınız! Onun için bir dereceye kadar çektiğimiz sıkıntılar, yaşamımızın tuzu, biberi gibidirler. Çok kere onlar, belleklerimizde birer tatlı anı olarak da kalırlar. Ama sıkıntıları gözümüzde büyütmememiz gerekir. İşte ben de öyle yaptım. Onları hiçbir zaman gözümde büyütmedim; onların çok geçici olduğuna kendimi inandırdım. Dolayısıyla da onlara hiç yenilmedim.

 

Hayatımı karartmak isteyenlere de asla perva etmedim. Çıkar için onların önünde eğilmedim. Sonunda onların bir kısmı öldü. Cenazelerine gidip, tabutlarını bir kenardan ibretle seyrettim. Bir keresinde Türkiyeli Eisntein da bana tanıklık etmişti. Onların bir kısmı da işlerini, para ve mevkilerini yitirdiler, perişan oldular. Onlardan halâ ortalıkta dolaşıp yalakalık eden biri varsa ona da elbette ki bir iki öğüdüm olacaktır.  

 

***

 

Hak Edenlere Bir Çift Sözüm Var

 

Kitabın ta başında şunları söylemiştim: -Bu sayfaları, büyük olasılıkla bugün, yarın ve yıllar sonra da birçok insan okuyacaktır. Uzun yıllar birlikte olduğumuz birileri, «Acaba benim adım da bu sayfalarda geçiyor mu?» diye merak edebilir-. İşte böyle düşünebilecek kimselere; kitabı baştan sona kadar okumadan önce bu bölüme göz gezdirmelerini öğütlemiştim. Şimdi onlara diyorum ki:

 

Vaktiyle şu veya bu şekilde tanıştığım, aynı sınıflarda okuduğumuz, ya da birlikte aynı iş yerinde çalıştığımız birçok kimsenin adları bu anılarımda geçmemiş olabilir. Çünkü bu hem kolay değil, hem de gerekli değil. Siz hayatta tanıdığınız herkesi her zaman hatırlamak zorunda mısınız? Elbet hayır. Fakat yıllarca birlikte olup silinmez derecede iyi ya da kötü etkilerini gördüğünüz insanları kolay kolay unutamazsınız. İşte ben de bu gibilerden söz etmek istiyorum. Ancak bunlardan da yine elenenler oldu. Özellikle sırf çıkarları için bugüne kadar onlarca yıldır etrafımda tur atıp durmuş biri varsa, adını bu sayfalarda asla bulamayacaktır. Hele hele benden yararlanmak için yıllardır arkadaş gibi gözükmüş hiçbir soysuz; şarabı çekip sarhoş olunca ölmüş babasına söven bir ahmak; «Aman Ferit Beyciğim, şu birkaç satırı tercüme edebilir misiniz; ah bilgisayarımla yine başım dertte; biraz yardımcı olabilir misiniz...» diye karşılaştığı hemen her sorun için yalakalık etmiş, arkamda köpek gibi dolaşmış et kafalı bir yaratık, bu sayfalarda asla adını aramamalıdır!

 


Sevdiğim yaşamı bu tip insanlar, çok şükür ki hiçbir zaman bulandıramamış, onu karartmayı çok istemiş ama başaramamışlardır. Bunlardan söz açmaya tenezzül etmek şöyle dursun, onları kafama takacak zaman bile bulamıyorum. Herkes gibi elbette ki yorulduğum, üzüldüğüm, sıkıntılar çektiğim anlar çok olmuştur; fakat yaşam, hemen her zaman o rengârenk kanatlarıyla beni kucaklamış, bana gülümsemiştir. Bu çok büyük bir şanstır. Bu şans bana yeter.