Bizden
önce de yazdılar, çizdiler, anlattılar... Bir iz bırakmak için insanlar, en
derin duygularını dile getirmeye çalıştı. Kimisi çivi ile, kimisi Dâmeğân kamışı
ile, kimisi de tavus tüyü ile yazdı. Hepsi de sonuçta bizi düşündürmek için
kalemlerini kullandılar.
Geçmişi
ve «Bizden evvel gidenleri» anlamak, hatta yaşamı ve doğayı tüm
gizemleriyle anlamak; -iç dünyalarını ve gözlemlerini cömertçe ve ustaca
sergilemiş olan- anı yazarlarının satırlarından rengârenk dünyaları okumak
mümkündür. Öyle ki eğer bu kitapları gerektiği kadar ciddiye alırsak,
bilimsellik adına basılmış ve dayatılmış binlerce kitap ve ansiklopediden yüz
çevirir, kopyacıların, tozlu raflarda soğuk soğuk duran o kalıplaşmış
«eserlerine» dokunmayız bile...
Okuyucu
azsa da yığın yığın kitap var artık bugün. Korsanların elinde kitaplar, büyük
kentlerimizin kaldırımlarına kadar taşmış. Fakat bu bolluğu hayra yormamak
gerek. Çünkü sahip oldukları üne bir türlü doymayan, nice ilim ve düşünce
hırsızları, çok daha ünlenmek için günümüzde onun bunun göz nuru ile
hazırladığı çalışmalardan çarpıcı bölümler aşırarak sözde kitap yazmaktadırlar!
Yakın geçmişte bir başbakan eşi, skandal şampiyonu ünlü bir rektör ve sözde «dünya
müslümanlarını temsil eden bir örgüt» temsilcisi prof. Bu haltı işlediler!
Herkes bu hırsızları tanıyor; ama yüzleri bir parça kızarmadı bu adamların.
Türkiye’de kitap deyince ister istemez bu heriflerin yazıp çizdikleri önce akla
geliyor. Hele kalem mafyasının meşhur ettiği romancılar; bu adamlar son on
yıldır işi götürüp kaymağını yediler; çok para kırdılar ve tabiatıyla ceplerine
servet akıtan sürüler sayesinde büyük keyif de aldılar! Günümüz Türkiye’sinin
binbir ilginç gerçeklerinden biri de işte budur. Onun için bu ülkede yaşamış,
görüp geçirmiş, biri olarak anılarımı yazarken size hemen şimdiden şunu
söyleyebilirim:
Bu
kitabı dikkatle okuduktan sonra sayamayacağınız kadar çarpıcı gerçekleri âdeta
görmüş ve yaşamış gibi olacaksınız. «Biz de bu ülkede her gün çok şey
yaşıyoruz» deyip yanılmamalısınız; ötekileri ve ötedekileri hep tahmin
etmelisiniz! İşte ben onları gördüm ve onları yaşadım!
Yaşamım
boyunca herhangi bir kimseye benzemeye asla özenmedim. Hep kendime benzedim.
Hep kendim gibi oldum. Taklide hiç mi hiç yeltenmeyen bu yapı ve bu bağımsız
ruh sayesindedir ki başkasının yönettiği hiçbir kampanyanın içinde yer almadım;
hayatta bir kez bile geçerli oy kullanmadım; hiç kimseden iş istemedim; hiç
borçlanmadım; hatta Kur’an’ın bütünlüğüne yürekten imân etmiş bir mümin olmama
rağmen (çocukluk günlerimden sonra) Cuma ve bayram namazlarına bile katılmadım.
Çünkü bu kongrelerin, Allah’ın birer emri oldukları için değil, sırf gelenek
diye düzenlendikleri için anlamlarını yitirdiklerine inanıyorum. Dolayısıyla
Allah’tan başka hiç kimsenin etkisi altında kalmadım; hiç kimsenin karşısında
eğilmedim; hiç kimseye bilinçsizce katılmadım. Sanılabileceğinin tam tersine
beni hayatla ve doğayla kucaklaştıran işte bu bağımsız ruh yapısıdır.
Evet
yaşamla hep barışık kaldım. İnsanlarla da kapışmadım, ama yanlışlarına beni
bulaştırırlar diye çok az kişiyle ancak samimi olabildim. Onlar da benim, sırf
kendim gibi olmama çok itiraz etmediler.
Yaşam... Ona
aşkımı ilan ettiğimde henüz çocuktum. İnsan çocukken aşık olur mu? Ben oldum
işte... Onu sadece sevmekle kalmadım; ona aynı zamanda çarpıldım. Cilveleri,
işveleri beni hiç usandırmadı. Bazen beyaz gelinliğini giyip karşıma dikildi;
bazen güllerle, çiçeklerle bezendi, başına papatyalardan örülmüş bir taç
koyarak beni tahrik etti. Bazen somurttu, yüzünü astı; bazen de benimle
şakalaştı, beni çimdikledi, hatta yüzümü bile tırmaladı. Fakat bana küsmedi. Bense hiç küsmedim ona...
Elli
yıl kadar önceydi. O da henüz benim gibi minik bir çocuktu. Güneşli bir bahar
sabahı pembe yanakları, masum güzel gözleri ve gamzeleriyle şöyle karşımda
durdu. Hiç bu kadar güzel bir kız çocuğu görmemiştim. Kumral saçlarını rüzgar
karıştırmıştı, ama yine de çok güzeldi. Elinde mor menekşelerden küçük bir
buket vardı. Bana uzattı. Minicik tombul ellerini avuçlarımın arasına aldım.
Sonra gülücüklerle el salladı ve beni izle diye işaret etti. Ben de peşine
takıldım.
Yaşamla
işte böyle tanıştım. Sonra beni peşinde hep sürükledi; ona vuruldum; bazen de
onu özledim... Hayat diye başka bir adı daha vardı onun... Doğrusunu sorarsanız
beni onunla en iyi tanıştıran, sevgili annem oldu. Onun için yaşam benim aşkım,
annemse benim şans kaynağım olarak gerçekten herkesin imrenebileceği çok güzel
günler yaşattılar bana... Halâ aşkımla oynaşıyor, onunla şakalaşıyorum. Ama
annemi çok özledim.
İşte bu
sönmez, tükenmez aşk ve özlemdir ki beni, anılarımı yazmaya zorladı. Ben bu
satırları çiziklerken çok büyük bir sorumluluğu yerine getirdiğime inanıyorum.
Yazdıklarımla gelecek kuşakları günümüzün gerçeklerinden haberdar etmek, onları
düşündürmek aynı zamanda onlara yaşamı sevdirmek istedim. Elli yıl öncesinden
şimdiye kadar ne gibi olaylar yaşadığımı, neler görüp duyduğumu ileriki
nesillere anlatmayı bir görev bildim. Bu görevi, sadece anılarımı yazmakla
değil, daha birçok konuda kültürel ve ilmî çalışmalar yapmakla da sürdürdüm. Anılarım arasında elbette ki
onlardan da söz edeceğim. Ama her şeyden önce herkese yaşamı sevmeyi, onunla
her zaman barışık olmayı ve asla ona küsmemeyi öneririm.
Ben
işte öyle yaptım. Ona hiçbir zaman küsmedim. Çünkü onu belki de bebekken öyle
bir sevmişim ki iliklerime kadar işleyen bu sevgiyi hiçbir güç yüreğimden
koparıp çıkaramadı. Zaman zaman yaşadığım yapayalnızlık ve beş parasızlık
bile... Onun için hayatı Kur’an’da, bülübülün sesinde, çağlayanların
şarıltısında, mavi enginlerde, gökkuşağında, bebeklerin gülücüklerinde, mor dağların
sisli ve esrarlı manzaralarında, ninnilerde, sevda şarkılarında bütün
güzellikleriyle seyrettim. Onu bilgelerin sözlerinde, sazların tellerinde,
yaylaların kristalleşmiş, bahara kalmış karlarında tattım; onu şiirlerde âdeta
içtim.
Hayat aslında bir şiirdir; tükenmeyen bir
şiir... Onu eğer bir ıstırap ve çile, ya da bir tesadüfler zinciri gibi
görmekten kurtulursanız, işte o zaman bu şiiri terennüm etme şansını elde
edebilirsiniz. Onun mısraları arasında rengârenk dünyaları gezebilir, doyumuna
varılmaz tatlı ve heyecanlı serüvenler yaşayabilirsiniz. Doğrusu, şiirleşmemiş
bir hayat perişandır, tatsız ve anlamsızdır. İnsan, böyle bir hayatı ancak
imansız, hortlak ya da vampir gibi yaşabilir. Edebiyattan, sanattan, müzikten
ve zevkten uzak, duygusuz ve duyarsız insanların yaşamı işte böyledir. Onlar
satanistlerden farksızdırlar. Onlara yaşamı da şiiri de anlatamazsınız.
Ben
hayatı hiçbir zaman, bir -gece gündüz kovalamacası- ya da –sırf ekmek
parasının peşinde bir koşturmaca- olarak görmedim; onu böyle algılamadım;
böyle karanlık ve derin bir çukurun içine asla düşmedim. Tam tersine hayatı çok
anlamlı, değerli, heyecan dolu, ölümden sonra da sürüp giden «uzun ince bir
yol», düşündürücü, olgunlaştırıcı ve hikmetlerle dolu zevkli bir yolculuk
olarak algıladım. Onun için de hayatı tam anlamıyla bir şiir gibi yaşadım. Öyle
ki, neredeyse attığım her adımla âdeta Firdevsî’nin Şehnâmesi’nde, Şirâzî’nin
Bostan’ında ve Hayyâm’ın rubâîleri arasında dolaştım, gezindim. Bunu fark
edebilen birkaç gönül adamı da zaman zaman bana katıldılar. Ama bunların sayısı
daima azdı. Onlarla birlikte vicdan ve duygu aleminin engin ufuklarına
seyahatler düzenledik. Bunları size anlatamam. Kalemimin bunları yazmaya ne
yetkisi var, ne de kudreti. Ancak şiirin hayata dönüştüğü küçük sahnelerden
örneğin birini aktarabilirim.
Her
türlü günahtan arınmış yer ve zaman kesitlerinde, birlikte sevginin arı ve
tertemiz esintileriyle serinlenmeye çalıştığım sık sık arkadaşlarım oldu.
Bunlar, vaktiyle yaşıtlarımdı; sonra onların yerini öğrencilerim doldurdu. Bu
güzel insanlarla, -nâmahrem eli değmemiş-, hayatın en masum zevklerini
paylaştık. Vahyin ve aklın divanında ilim konuştuk, dolu dolu söyleştik,
düşündük, tartıştık ve coştuk. Hiçbir zaman irfan taslamadık. Bu sözcüğün içini
diledikleri gibi dolduran mistik hokkabazlar gibi hikmet yumurtlamadık.
Bir
ara yazı hayatımı dondurdum; ders vermeye yöneldim. Etrafıma kısa zamanda
salkım saçak kümelenen kızlı erkekli pırıl pırıl gençlerin hepsi de çok zeki
idiler. Yüksek öğrenim görmüş olan bu gençler, Arap dili ve edebiyatı
konusundaki bilgilerini geliştirmek istiyorlardı. Aralarında sivrilen parlak
zekâların farkına vardıkça çok seviniyordum. Onlarla diyalogum daha başka idi.
Çünkü yaşamın sesini aynı frekanstan birlikte dinleyebiliyorduk. Bu gençlerden
biri, bana bir gün «Behişt’e» başlığı altında bir şiirini getirdi.
Okuyunca çok duygulandım. Mehmet Özturan adındaki bu genç, zeki,
yetenekli ve duygulu öğrencimi kutladım. Yazdıklarını birlikte paylaşalım:
Behişt’e
Baharın
ilki geldi
Kış
kurusu ağacın dalından
Ak
çiçekler köpürdü.
Parmaklarını
gererken çocukların
Göğün
saçlarına musallat ettikleri uçurtmalar
Göğsünden
vurulmuş bir askerdi hüzün
Acı
çekmesin diye
Alnına
bir çiçek koydum,onu ben öldürdüm
Islak
otların kokusu
İçimde
taze bir sevinç oldu
Dallar
ve ben çiçekleniverdik birden
Hiçbir
şey üzemeyecek beni bu gün
Belki
ağlarım hafiften,
Bittiği
zaman
Ağaçların
sırtındaki düğün
İlkin
bahar serdi yeşil sofrasını içimize
Ilık
rüzgarlar katıldı
İçimde
art arda patlayan sevince
Artık
üzgünlük yakışmaz bize
Ey
hüzün oğlu hüzün!
Burası
baharın yeri
Toparlan
gidiyorsun.
Bir
İlâhiyât öğrencisiydi bu genç şair arkadaşım. Ama Türkiye’yi saran mistik
yobazlık bu delikanlının semtine hiç mi hiç uğrayamamıştı. O, berrak zihni ve
tertemiz iç dünyasıyla derslerimde yaşadığı coşkunun etkisi altında işte böyle
çiçek açmıştı. Ben şair değildim, ama dayanamadım, bu güzel manzumeye yine aynı duygularla ve aynı
frekansla bir yanıt vermek istedim. Onu da size sunayım; yorum sizin...
Vahyin
müjdesidir,
Güneyden
esen ılık meltemle gelen
Elbette
ak çiçekler köpürecek baharından
O,
pırılı pırıl yüreğinden şarıldayan
Coşarak
akan şelâlenin
Sesiyle
geldi,
Sessizlikleri
deldi....
Bülbüller
şakıyor artık baharımda
Mor
leylaklar gülümsüyor
Neden
mi?
Sen
sorma bari, ne olursun!
Bak
yüreğime çiseliyor
Sevinç
göz yaşların
Çünkü
biliyorsun.
Görmedim
baharın böylesini
Mestim,
Ufuklardaki
pembe şenlikte
Şarkımı
söylerken
Daha
dün yelken açtım
Leventlerimle
estim
Nefes
kestim.
Perilerime
baksana!
Amber
kokan parmaklarında
Rengârenk
buketler
Taçlarında
baharın
Ruh
üfleyen soluğu...
Seni
onlarla gördüm
Tatlı
tatlı kıskandım
İrem
bağlarında
Kutladınız
beni
Sevgilerimin
ak dalgalarında
Coşkularımda
Enginlerimde
kanatlandınız.
***
Genelde,
anı kitaplarına önsöz yazılmaz. Yaşadıklarını, görüp duyduklarını yazmak
isteyen insanlar, kaleme sarıldıkları gibi hemen içlerini dökmeye koyulurlar.
Kimisi önce çocukluk yıllarından başlar, kimisi de önce yaşlandığı yıllardan
söz eder. Kimisi yaşamını tam bir kronolojik sıraya göre yazar, kimi de nasıl
rast gelirse öyle anlatır. Kimisi coşkularını, kimisi de hasret ve
ıstıraplarını dile getirir. Hepsi de yazarlarına göre doğrudur. Çoğunda da
kuşku yok ki ibretler ve dersler vardır. Çünkü kimisi günahlarını yazar, kimisi
ise sırf iyi taraflarını... Kimisi
sırlarını faş eder, kurtlarını döker, kimisi de sadece hayallerini gerçek gibi
yansıtır. Anı kitaplarının çoğu, siyasi iktidarların hazırlattığı ve körpe
beyinleri kirletmek için milyonlarca çocuğa gence dayattığı sahte tarih
kitaplarından, ideolojik propagandalarla dolu kağıt yığınlarından daha
anlamlıdır. Evet anı kitaplarında da yalanlar, astronomik yorumlar ve hayal
ürünü şeyler yok değildir, bununla birlikte ideloloijik amaçlarla hazırlanan
resmi tarihlerdeki düzmecelerden daha yararlıdırlar. Çünkü yalan bile olsa anı
kitaplarında anlatılanlar –yazarın ruh hali, çevresi, ülkesi ve toplumu
hakkında- tahmin edilemeyecek kadar ipuçları verir. Dolayısıyla bunlar
resmi ve ideolojik düzmece tarih kitaplarından, milyonlara «illalah!» dedirmiş
«ilke ve inkilâplar» komedisinden, bunların eşliğinde verilen şişirilmiş
biyografilerden daha gerçekçi ve daha düşündürücüdür. Hiç kuşku duymuyorum ki
bu resmi ve ideolojik düzmece tarih kitapları yakın gelecekte çöpe atılacak,
ama anı kitapları ilelebet zevkle okunacaktır!
Ben
yazılabilecek şeyleri –çarpıtmadan- olduğu gibi yazdım. Hiç çekinmedim.
Çünkü çekineceğim hiçbir şey yok. Çalmadım, çırpmadım, zulmetmedim, kimseye
zarar vermedim; zarar verenlerle asla işbirliği etmedim; boş yere kimseyi
incitmedim. İster inanın ister inanmayın, hayatımda borçlanmayı bile denemedim.
Evet rahatsız ederim korkusuyla sıkıştığım günlerde bile hiç kimseden borç para
almadım. Daima insanları sevdim, hayvanları sevdim, yeşili sevdim, doğayı
sevdim. Sevgiyi anlattım, sevgilileri kutladım... Sözlüğüme nefret kelimesini
almak istemedim. Bazen kendisi gelip oraya girmeye çalıştı; kovmak istedim. Ama
hak eden olabilir diye onu yine de bir kenarda sakladım. Onsuz da olmazdı.
Çünkü bazı şeyler vardır ki tuz, biber gibidirler. Onları yemezsiniz ama
yediklerinize tat lezzet versin diye saklarısınız ve yeri gelince de
kullanırsınız. İşte bu da öyle bir şey...
Bu
ilgiyle gençlere bir öğütte bulunmak istiyorum; anılar bir ömür boyu zorla ve
yavaş yavaş kazanılmış birikimlerin, acı ve çetin sınavların sonucu olarak
ancak elde edilebilmiş bilgi ve deneyimlerin ürünleridirler. Dolayısıyla, -bana
kalsa- nisbeten uzun ve dolu dolu yaşamış görgülü ve bilgili insanlar ancak
anılarını yayınlamalıdırlar. Gençler ise ne kadar olgun ve birikimli olurlarsa
olsunlar, anılarını notlar ve günlükler şeklinde biriktiriyor olsalar bile
onları hemen kitaplaştırıp yayınlamakta hiç acele etmemelidirler.
Kimi
yazarlar anılarını romantik üsluplarla, fantezilerle süslerler. Bunlar belki
edebiyatçılara yarayabilir; duygusal insanları coşturabilir. Bazı kimseler de
anılarını günce tutar gibi yazarlar veya tamamen günlük notlarını bir araya
getirerek kaleme alırlar. Ben bu yollardan hiç birini seçmedim. Benim üslubum
daha farklı. İlk öğrencilik günlerimden beri, (tasnif edilmiş bilgi
sistemini) benimsediğim için, -ele aldığım konu ne olursa olsun- iki
şeye çok önem veririm: birincisi verdiğim bilginin -eğer varsa- bir
belge ve kaynağa dayanması, ikincisi de kategorisel olmasıdır. Bundan amacım
okuyucunun, istediği bilgiye zaman kaybetmeden ulaşabilmesi ve ikna olmasıdır.
Tabiatıyla bu değişik yöntemlerden her birinin değeri ayrıdır. Her yiğidin bir
yoğurt yiyişi vardır.
Anılarını
kaleme alanlar, sadece kendi muhitlerinde yerleşik bulunan ve dar çevre içinde
görüp yaşadıklarını yazanlardan ibaret değildir. Bilakis dünyanın başka
yerlerindeki yaşam biçimlerini merak edenler de tarih boyunca bu amaçla uzun
gezilere çıkıp izlenimlerini yazmışlardır. Bu kitaplar «seyahatname» adı
altında literatürde yerini almış, her dönemde merakla okunmuşlardır. Örneğin İbni
Fazlan, Nasır Hüsrev, İbn, Batuta, Evliya Çelebi, Edmond De Amicis, Hans
Dernschwam, Ogier Ghuselin Busbeck, Stephan Gerlach, Salomon Schweigger,
Melchior Besold, Hans Leunclavius gibi daha nice şahsiyetler yaptıkları
geziler sırasında görüp duyduklarını ayrıntılarıyla yazmışlardır. İran’ın eski
ünlü şair ve ediplerinden Sa’d-i Şirazî de Gülistan adlı nefis
yapıtını âdeta bir anılar zinciri gibi sunmuştur. Bu şahsiyetlerden, -izlenimlerini
tarafsız ve objektif aktaranların yanında- olayları abartanlar, yorum
yapanlar ve karşılaştıkları insanları ve toplumları aşağılayanlar da vardır. Örneğin
Kanunî döneminde, kaldığı İstanbul’da, görüp duyduklarını en ince
ayrıntılarına kadar yazmaktan çekinmeyen ünlü Alman gezgini Hans Dernschwam,
seyahatnamesinin bir yerinde aptesle ve aptes alanlarla ilgili
izlenimlerini ilginç ifadelerle aktarıyor tuvaletini yapan müslümanların «kıçlarını
parmaklarıyla temizlediklerini», bununsa çok iğrenç bir şey olduğunu
kaydetmektedir. Keza Nasır Hüsrev, Harran’da konuk olduğu bir evde
altmış yaşındaki bir Arap bedevisine, ısrarlı isteği üzerine Kur’an’ın sonundaki
küçük surelerden birini, bütün bir gece boyu
öğretmeye çalıştığını, fakat adamın bunu bir türlü öğrenemediğini Sefername’sinde
anlatmaktadır. Bence, şimdiye kadar yazılmış anılar arasında önem taşıyan
yapıtlardan biri de Endülüslü İbn. Hazm’ın Tawqu’l-Hamâme
(Güvercin Gardanlığı) adlı kitabıdır. Bazı anı kitapları da birikimli ve zevk
sahibi okuyuculara pek önemli bir mesaj vermediği için kütüphane raflarında
terk edilmişlerdir. Reşit Mümtaz Paşa’nın oğlu Ahmet Semih Mümtaz’ın
«Tarihimizde Hayâl Olmuş Hakikatler» adlı kitabı gibi…
Cumhuriyet
dönemine kadar, Türkler tarafından yazılmış bir anı kitabı bulunmamaktadır.
Kürtler için de bu, aynen söz konusudur. Bin yıldır birlikte yaşayan bu iki
topluluk, karşılıklı olarak birbirlerini etkilediklerinden, her iki kavim de
kültürel ve bilimsel alandaki gerilikleri yüzünden özgün düşünceler üreten ve özgün nitelikte
eser bırakan entelektüel şahsiyetler yetiştirememişlerdir. Bu nedenle, Osmanlı
mollalarının çoğu sadece şerhçi ve haşiyecidir. Bu gerçeği Cemil Meriç,
şu sözlerle çok öz ve açık olarak dile getirmektedir:
«Osmanlı
İmparatorluğunda büyük düşünür çıkmadı. Çünkü düşünceye ihtiyaç yoktu!» (Bk. Sosyoloji
Notları, baskı 4. S. 220. İletişim yy. İst-1997)
Cumhuriyet
döneminde önce Türk kökenli bazı «aydınlar», yaşadıklarını, görüp duyduklarını
kitaplaştırdılar. Bu gelişme, Kürt kökenli bazı medreseli okumuşları son
zamanlarda özendirmeye başladı. Aslında «Doğu»’lu ve «Güneydoğu»’lu medreseli
Kürt okumuşların bizzat kendileri değil, son yıllarda, Cumhuriyet okullarında
eğitim görmüş çocukları bu gelişme karşısında tetiklendiler. Çünkü Kürtlerin
1950’den sonraki kuşağı ancak «Modern» Türk okullarında öğrenim görme olanağına
kavuşabildi. Bu yeni kuşaktan, şimdiye kadar sadece bir iki kişi, ya babasının,
ya da hocalarından birinin hayatını kaleme alabilmiştir. Bu adamların yazdığı
anı kitapları ise, son derece yavandır. Çünkü her şeyden önce dil akıcı
değildir; anlatılanlar, ülkenin sosyal ve toplumsal gerçeklerini -tarihsel
arka plânı ile birlikte- yansıtmamaktadır. Dolayısıyla eğitici değildirler.
Tam tersine bu kitaplar, dar bir çevrenin silueti ve belli kişilerin çok basit
anekdotlarıyla tıkıştırılmıştır. Bu anıların en ilginç yanı ise birkaç
«Doğu»’lu mollanın, oldukça abartılarak onlara ün kazandırılması gayretleriyle
sayfalarının âdeta şişirilmiş olmasıdır. Onun için, büyük ihtimalle birkaç yüz
kişiden fazla okuyucu bulamayacak olan bu kitaplar, yakın gelecekte tozlu
raflara mahkûm olabilirler. Bunların, özellikle sosyologların ilgisini hiç
çekmeyeceği, şimdiden tahmin edilebilir.
Anılarını
yazanların, yöntemleri gibi amaçları da farklıdır. Kimisi, zevk ve hobiden öte
bir amaç taşımayan maceralarını yazar; kimisi toplumdan gizlenmiş olan birtakım
kişisel sırların bir zaman sonra ortaya çıkmasını ister. Bu gibi kimseler,
büyük olasılıkla karanlık işlere karışmış, kendileri gibi şaibeli adamlarla
kader birliği etmiş ve topluma büyük zararlar vermişlerdir. İşte bu yoldaki
maceralarını kaleme alan insan, zaman gelir vicdan azabı duyabilir ve bir çeşit
günah çıkarmak için yaşadıklarını yazar. Örneğin Doktor Rıza Nur
bunlardan biridir. Bu kişi, anılarında kötülediği, karalayıp aşağıladığı
insanlarla bir zamanlar bizzat çalışmış, onlarla kader birliği yapmıştır.
Kötülediği kimselerin, topluma ne kadar zarar verdikleri ise zaten meydandadır.
Onun için bu kişi anılarını yazmış olmakla acaba kendini ne kadar
aklayabilmiştir? Bu soruyu yanıtlamak durumunda olanlar elbette ki onun
anılarını okuyanlardır.
Bazı
kimseler de unutulmamak için anılarını yazarlar ve bunu da açık seçik
söylerler. Nitekim «Bir Dinazorun Anıları» adı altında yaşadıklarını
kaleme alan Mîna Urgan bakınız ilk satırlarında neler diyor:
«Herkesin
anılarını yazmasını yararlı buluyorum. Köşedeki bakkal gördüklerini kaydederse,
sokağındaki evlerin nasıl apartmanlaştığını, orada oturanların ne gibi
değişimlere uğradığını, kendi bakkaliyesinin nasıl markete dönüştüğünü anlatsa
bunlar bile ilginç olur bana kalırsa.»
«Ne
var ki, görev bildiğim bu işe bir nebze bencillik de karıştığını yadsıyamam.
Çünkü benim gibi, ruhun ölümsüzlüğüne öteki dünyaya filan inanmayan bir insan,
karanlık bir boşlukta yok olmadan önce, çok küçük de olsa bir iz bırakmak da
ister peşinde.»
Evet Mîna
Urgan işte böyle diyor, anılarına aynen bu satırlarla başlıyor.
Benim
amacım ise bunlardan hiç biri değil. Şükrediyorum ki yanlış insanlarla hiç
işbirliği etmediğim ve hiç kimseye zarar vermediğim için ne pişman olmak, ne
aklanmak, ne başkalarını aşağılamak ne de ünlenmek için yazdım. Hele unutulup
yok olmak korkusu ile kalemi elime almak hiç aklıma gelmedi. Çünkü yok olmak
diye bir şey yok. Bunun felsefesini burada yapmak istemem. Sadece aşkımla geçen
günlerimden söz ediyorum.
Ayrıca
ben, metot bakımından da alışkanlığımı bozamadım. Çok dakik olmasa bile
kronolojik bir sıraya uymayı kendime göre daha doğru buldum. Fakat yaşadığım,
görüp duyduğum ve düşündüğüm her şeyi yazdığımı sanmayınız. İfade etmeliyim ki
bunu hemen hiç kimse göze alamaz. En mazbut bir yaşam sürdürmüş olan insan bile
zihninde ve vicdanın derinliklerinde gömülü birçok düşünceyi, istek ve hayali
açıklamaz, açıklayamaz! Dolayısıyla da insanlar birçok sırlarını birlikte
mezara götürürler. Bunun aksini yapanlar, mutlak surette başlarına büyük derler
açarlar; bununla da kalmaz, içinde yaşadıkları toplumu dejenere ederler. Çünkü
insanlar, hiçbir zaman açıklanmaması gereken çok özel ve çok mahrem düşünce ve
yaşantılarının, -meşru olsa bile açıklandığında- büyük tepkilere neden
olacağını tahmin etmeli, onun için de bu sırlarını asla kimseyle
paylaşmamalıdırlar.
Örneğin
bazı siyaset ve devlet adamları sözde anılarını yazarlar. Bunları okuyan
insanlar da yazarın, bütün yaşadıklarını içtenlikle kâğıda döktüğünü sanırlar.
Bu tür okuyucular çok saftır. Bilmezler ki siyaset adamı demek, zaten tepesine
kadar türlü türlü harama, cinayete, yalana fitne ve fesada gömülmüş insan tipi
demektir! Bunların arasında dürüst biri eğer yaşayabilmişse bu, mucize gibi bir
istisnadır. Fakat bu sözler, asla bütün siyasetçilere şamil değildir;
dolayısıyla onlara hakaret anlamında algılanmamalıdır. Nitekim peygamberler de
siyaset yapmıştır. Orneğin; Hz. Musa, Hz. Süleyman ve Hz. Muhammed devlet
başkanlığı gibi görevler üstlenmişlerdir. Hem sonra şuracıkta bu açıklamaları
yaparken amacım ne siyasettir, ne de bu alanın adamlarıdır. Ben, kimsenin toplumu
rahatsız edecek, ya da kötü örnek olabilecek şekilde kişisel sırlarını sayıp
dökmemesi için bu örneği vermek istedim. Hepsi o kadar.
Bu
sayfaları, büyük olasılıkla bugün, yarın ve yıllar sonra da birçok insan
okuyacaktır. Bu ilgiyle önemli bir şey söyleyeceğim; Hayatta uzun yıllar
birlikte olduğum birileri, «Acaba benim adım da bu sayfalarda geçiyor
mu?» diye eğer merak edecek olursa bu kitabı baştan sona kadar okumadan
önce -bana kalsa- Hak Edenlere Bir Çift Sözüm Var başlığı
altındaki en son bölüme göz gezdirirse daha iyi olur.
Aşağıdaki
sayfalarda hep dünleri, hep geçmişi yazdım. Eğer bugünlerin «dün» olduğunu
görürsem onları da yazarım. Bugünlerle ilgili olarak anılarımın sonunda sadece
hayat felsefemden ve dünya görüşümden biraz söz ettim.
Yazmak,
erbap olan kimse için zor bir uğraş değil elbette. Önemli olan; yazarken
havanda su dövmemek, ukalâlık etmemek; bilene öğretmeye kalkışmamak ve haddini
bilmektir. Yazarken amaç, elbette ki eğiticilik olmalı, bilgilendirmeye ve
bilinçlendirmeye önem vermelidir. Vaktiyle taşa, tuğlaya, deriye yazılmış nice
küçük sözler vardır ki bugün onlara «altın harflerle» yazılmış gibi
bakılmakta, okunup onlardan bin bir ders ve ibret çıkarılmaktadır. Çünkü –bu
büyük anlamlı küçük sözler- insanlığın yolunu ışıklandırmış, her türlü
övgüyü gerçekten hak etmişlerdir.
Günümüzün
okullarında okutulan matematik, fizik ve kimya kitaplarını inceleyerek de
gelecek kuşaklar, çağımız hakkında bazı bilgiler edinebileceklerdir. Ama «Atalarımız»
diye bizi anarlarken hakkımızdaki en doğru bilgileri ancak anılarımızdan
çıkarabilirler. Kalemlerimizle yazarak onlara bıraktığımız özgün
mektuplarımızdan bizi daha iyi tanıyabilirler. Çünkü anılar, ataların –başka
alemlerden- torunlarına yazdıkları mektuplardır. Biz nasıl yüzyıllar önce
yaşamış olan atalarımızın bıraktığı anıları merakla okurken çeşitli duygular
içinde yüzüyorsak, bizden sonrakilere de bunu yaşatmamız gerekir. Onları
günümüzün gerçeklerinden haberdar etmek, sanırım önemli görevlerimizden
biridir. Ben bu anılarımı yazarken işte böyle önemli bir görevi yerine
getirdiğime inanıyorum.
Hayatımda
sahip olduğum en büyük şanstan başlayarak şimdi sizi artık anılarımla baş başa
bırakıyorum.
Bundan
hiç kuşkusuz annemi ve babamı, özellikle annemi amaçlıyorum. Hayattaki en büyük
şansım bu iki faziletli insanın sıcak ve şefkat dolu kucağında büyümüş
olmaktır.
Çocukluğumun
en güzel günlerini, genelde annemle birlikte yaşadım. Doyumlu, iradeli,
neşeli, temiz, disiplinli ve ağırbaşlı olmayı O bana öğretti. Hem ruhsal, hem
bedensel açıdan sağlıklı bir insan olarak yetişmemde en büyük emeği geçen insan
annemdir.
İkinci
Dünya savaşının alevleri söner sönmez dünyaya geldiğimi bana hep annem
anlatırdı. İlk bilgilerimi de Ona borçluyum. " Bütün anneler melektir."
derler, doğrudur. Ama benim annem gözümde daha başka bir melektir. O, şimdi
artık aramızda değil. Fakat bulunduğu ahiret aleminden Onu sanki meleklerin
rengârenk kanatları arasında görür gibiyim. Hâlâ Onun içten seslenişlerini,
bana ruh veren güzel öğütlerini duyar gibiyim; Şimdi bile her üzüldüğümde Onun,
gelip bilgeleri kıskandıracak güzel sözleriyle beni teselli edeceğini, bana
moral vereceğini; sabahları uyandığım zaman yüzünde bahar çiçekleri gibi açan
gülücüklerle gelip başımı okşayacağını bekliyorum.
15.
Ağustos. 1999 Çarşamba günü İstanbul’da bu fânî hayata veda eden sevgili Annemi
rahmetle anıyorum. O daima yüzüme gülen bahtımın kaynağı olarak yüreğimde,
hafızamda ve ruhumda yaşayacaktır. Çünkü gerçekten iyiyi ve güzeli bana ilk tanıtan
Odur; Saygıyı ve sevgiyi bana ilk öğreten yine Odur. Her ne kadar hizmetçilerin
ve halayıkların ellerinde büyüdümse de onun ninnileriyle uyudum, onun tatlı
gülümseyişleriyle mutlu oldum. On yaşına basıncaya kadar başımı hep O okşadı,
beni okula hep O uğurladı. Eve her dönüşümde de sevgi dolu bakışlarıyla hep O
beni karşıladı. Yolculuğa her çıkışımda arkamdan bir testi su dökmeyi hiç ihmal
etmedi. Yolculuktan dönüşlerimde de beni hasretle kucaklayan hep O oldu.
Başarılarımdan dolayı beni içtenlikle kutlayan, sıkıntılı ve zor anlarımda bana
moral veren yine O oldu... Daha yirmi yaşlarında genç bir anne olarak beni
dünyaya getiren bu asîl hatunun adı Fahriye Hanımefendi'dir. Bitlis
Eşrafından Kadızâdeler olarak tanınan bir aileden Mustafa Efendi'nin
kızıdır.
Soy,
sop, köken ve ırk üzerine şimdiye kadar çok şey söylenmiştir. Bunlardan,
insanlar arasında –hak ve özgürlükler bakımından- ayırım yapan, onları
yukarıdakiler ve aşağıdakiler ya da eşraf ve avam diye ayıran ne varsa, hiç
biri ilmin ve aklın karşısında elbette ki herhangi bir değer ifade etmez. Şu
var ki, toplumun dinamizmini sağlayan; bilgi, görgü ve ahlâk konusunda
insanlara öncülük yapmış olan ve bu nedenle de haklı olarak ünlenmiş bulunan
aileler, genelde çocuklarına da bu mirası bırakırlar. Böyle bir mirasın sahibi
olduğum için, bir tarihi bilgi olarak soyumdan biraz söz etmeyi uygun buluyorum
ve önce anne tarafından konuya girmek istiyorum.
Annemin
ataları, -ellerinde bulunan şecereye göre- 1258 tarihinde Bağdad'dan
vaktiyle Van-Bitlis arasındaki alana göç etmiş bulunan Türkmen
asillerinden Şeyh Musa adında bir zatın soyundan gelmektedirler.
Bu
münasebetle ilginç bir gerçeği burada kaydetmekte yarar vardır. Bu gerçek, (Nurcular
tarafından yüceltilerek Bediüzzaman unvanıyla anılan) Said Nursî’nin
de bu soydan geliyor olmasıdır. Bilindiği üzere Said Nursî vektiyle Saîd-i
Kürdî olarak ünlenmişti. Bu ise «Kürt Said» demektir. Hatta bu zat
Osmanlı Devleti’nın yıkılış günlerinde «Kürt Teâlî Cemiyeti» adı altında
bir derneğe bile üye olmuştur. Oysa Said Nursî’nin, yukarıda adı geçen
Türkmen eşrafından Şeyh Musa’nın soyundan geldiği, bu ailenin
çağımızdaki ileri gelenleri tarafından sık sık dile getirilmektedir!
Bu
ailenin, yakın geçmişte en şöhretli şahsiyeti olarak bilinen –Bitlis
eşrâfından- Kadızâde Hacı Necmeddin Efendi, (ki bu zat Annemin büyük
babasıdır); Abdullah Efendi’nin oğludur; Hüseyn adında bir
kardeşi de bulunan Abdullah Efendi, Kadı Mustafa Efendi’nin
oğludur; O da Molla Osman Efendi’nin; O da Molla Muhammed Efendi’nin;
O da Müderris Molla Ahmed Efendi'nin oğludur. Devrinin ulemasından olan
merhum Müderris Molla Ahmed Efendi ise yukarıda sözü edilen Şeyh Musa’nın
oğludur.
Said
Nursi’ye gelince bu zatın aile şeceresi içindeki yeri şöyledir: Said
Nursî Mirza’nın oğludur, o da Aziz Kuzi’nin oğludur, o da Hüseyn’in
oğludur, O da (yukarıda adı geçen ve aynı zamanda Hacı Necmeddin Efendi’nin
büyük babası olan) Kadı Mustafa Efendi’nin oğludur. Böylece Said
Nursi, Annemin büyük babası olan Hacı Necmeddin Efendi’nin amcasının
torunlarındandır.
***
Annemin
soyunu gösteren şecere, şematik olarak şöyledir:
Şeyh
Musa (Ailenin Moğol istilâsından sonraki atası)
Molla
Muhammed
Molla Osman
Kadı Mustafa Efendi
Hacı Necmeddin Efendi Aziz
Kuzî
Mustafa
Efendi Mirza
Fahriye
Hanım Said
Nursî
-------------------------------
Abbâsî
Devleti’nin, Moğol istilası sonucu ortadan kaldırılmasıyla birlikte
meydana gelen kanlı dehşet ortamından, herhalde canını ilk kurtarabilmiş
olanlar, dönemin imkân sahibi kalbur üstü aileleriydi. İşte bunlardan biri de
Kerkük’lü Şeyh Musa Efendi’nin atalarıdır. Bunlar, başta Abbâsî
Sarayından kaçarak kurtulan ve bir kısmı da bugün Türkiye’de (hâlâ
merkezleri Siirt’in Tillo ilçesi) olmak üzere Van, Urfa ve
İstanbul’da yaşayan Abbâsîler’dir. Yüz elli yıl kadar önce bu aile, Fakirullahzadeler
olarak tanınırdı, Siirtli Araplar hâlâ onlara «Beyt Fakirullah» derler.
Son zamanlarda da Sultan Memduhzadeler olarak anılırlardı. Keza Bu ailelerden
biri de yine Abbâsîler gibi Haşimi Hanedanı’na mensup olan ve
onlardan kısa bir süre sonra gelip aynı yöreye yerleşmiş bulunan
atalarımdır.
Annemin
ecdadından Musa Efendi ailesinin, köken bakımından Türkmen olduğu
sanılmaktadır. Bu çok büyük bir ihtimaldir. Çünkü, vaktiyle Irak’ta,
Arapların çoğunlukta olduğu bir bölgede yaşamış, daha sonra kuzeye doğru Kürt
bölgesine hicret ederek burada da asırlarca yerleşik kalmış olmasına rağmen bu
aile hep Türkçe konuşmuştur. Bu savı güçlendiren kanıtlardan biri de, ailenin Horasan’dan
Bağdat’a göç ettiğine ilişkin sık rivayetlerdir. Bir diğer kanıt ise Aile’nin
konuştuğu şivenin Kerkük ve civarında konuşulan Türkçe ile hemen hemen
aynı özelliği taşıyor olmasıdır. Bu şive, Erzurum Kars ve Ağrı’da
yaygın olan Azeri şivesinden epeyce farklıdır.
Son
zamanlarda aile çocukları arasında «Acaba Kürt müyüz, Türk müyüz?»
şeklinde baş gösteren tereddütlerin en büyük kaynağı ise, aile içindeki bazı
Kürt kökenli gelinlerin yüz yıla yakındır neden oldukları kültür değişimi
faktörüdür! Örneğin bu gelinlerden biri de dedem (annemin babası) Merhum
Mustafa Efendi’nin eşi (yani anne annem) Şemsi Hanım’dır.
Bu hanım, Bitlis’e bağlı Çukur beldesi civarında vaktiyle muhit
yapmış, geniş topraklara sahip olmuş Kürt kökenli Subaşı Beyleri’nden Hacı
Nadir Ağa’nın kızıdır.
Çok
sert ve otoriter olan bu ninemden, çocukluğumda diğer torunlar gibi ben de
çekinirdim. Bütün köylülerimizin ve civar halkının «Hanımağa» diye hitap
ettikleri ve karşısında bir kusur işlememek için dikkat sarf ettikleri bu
ninemiz, Bitlis şivesiyle Türkçe’yi çok iyi konuşurdu; bununla birlikte,
Türk kökenli Bitlisliler’den farklı olarak ana dili olan Kürtçe’yi de
özgün aksanıyla akıcı bir şekilde konuşurdu. Tabiatıyla Mustafa Efendi
ailesinin tüm fertleri de sırf bu büyük annenin etkisiyle Kürtçe’ye çok aşinâ
olmuşlardı. Halbuki Hacı Necmeddin Efendi’nin diğer oğulları (Faik,
Şemseddin, Fethullah, Ata ve Abdülhakim Efendilerin) aile
bireyleri hemen hemen hiç Kürtçe bilmezlerdi. Nitekim çok iyi derecede Kürtçe bilmeme
rağmen, anne tarafından akrabam olan bu ailenin çocukları ile hep Türkçe
konuşurdum. Daha doğrusu Türkçe konuşmak zorunda kalırdım. Çünkü bu çocuklar,
Kürtçe’yi biraz anlamakla birlikte onu bir yaşam dili olarak ne kullanıyor, ne
kullanabiliyor, ne de kullanmak istiyorlardı! Ben ise onlardan sosyal statü
bakımından farklıydım. Hem ırklarüstü sayılan Haşimî hanedanı’na
mensuptum (ki bu sıfatla ailemiz sırf Arap olarak tanımlanmak istemezdi);
hem de ailemiz çeşitli etnik kitlelerden oluşan geniş muhitine ve kalabalık
müritlerine karşı tarafsız olmak zorunda idi. Bu nedenle ben aynı zamanda
(gerektiğinde) hem Kürtçe, hem Arapça hem de Türkçe konuşarak aile muhiti
içinde yetiştim. Psikolojik olarak da bu ırklara mensup insanlarla mesafem hep
aynı oldu. Ümmet bilinci ile yetiştirildiğim için insanları renklerine,
dillerine, kültürlerine ve sosyal mevkilerine göre ayırmak, çocukken bile
aklımın ucundan geçmezdi. Ama bu ayırım, çok marjinal olmamakla birlikte
çeşitli çevrelerde vardı. Hele bazı sivrilmiş kişilerde bu eğilim hem
bilinçsizce, hem de çok yanlış doğrultularda göze çarpardı.
İlginçtir
ki Cumhuriyet döneminin ilk aydınlarından (annemin halası oğlu) gazeteci şair
ve yazar Kemal Fevzi Efendi, Türk asıllı bir aileden gelmesine rağmen
Kürt milliyetçisi olarak ideolojik faaliyetlerde bulunmuştur. İstiklâl
mahkemesinde yargılanarak idama mahkûm edilmiştir. 27 Mayıs 1925 Çarşamba günü
Diyarbakır’da asılarak cezası infaz edilen bu zat, Bitlis’te saygın bir kişi
olan ve hemen herkesçe Türk kökenli olarak tanınan Reşid Efendi’nin
oğludur. Annesi ise, annemin halası Hüsniye Hanımefendi’dir.
Ben
1945 yılında dünyaya geldiğim için ne İstiklâl mahkemelerinin estirdiği terör
günlerini, ne Şeyh Said İsyanı’nın, ne de halk tarafından «Seferberlik»
diye dehşet içinde anlatılan Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerini yaşadım.
Doğduğum günlerde ateşi henüz tamamen sönmemiş olan İkinci Dünya Savaşı’nın
bile herhangi bir izine çocukluğumda rastlamadım. Dolayısıyla Kemal Fevzi
Efendi’nin maceraları da dahil olmak üzere yakın geçmişin önemli olaylarını
bana aktaran annemdir. Fakat Kemal Fevzi Efendi’nin iki biraderini
gördüm. Ben ortaokul öğrencisiyken annemle birlikte evlerine giderdik. Bu iki
kardeşten büyüğü, Kadri Efendi vilayette memurdu. Küçüğü Ziya Bey
ise tıp doktoru idi. Fakat aklî dengesini kaybetmiş, perişan olmuştu. Evlerini
ziyaret ettiğimiz her defasında Ziya Bey’i hep salonun bir köşesinde
başı öne eğik, büzülmüş iki büklüm durumda görür, anneme fark ettirmeden
kendisini uzun uzun merakla seyrederdim. Arada bir bazı tuhaf mimikler içinde
yüzü değişirdi. Fakat hiç kimseye zarar vermezdi. Genelde hareketsizdi. Bu
durumuna rağmen bazı kimseler ona şikâyetlerini anlatır, ne tavsiye edeceğini
sorarlardı. Doktor Ziya, hayret edilecek bir dikkat ve temkin içinde önce
uzun uzun düşünür kimseye herhangi bir ilâç tavsiye etmezdi. Ancak çok ısrar
edilince kopuk kopuk konuşmaya çalışır, onlara bir hastaneye başvurmalarını
önerirdi. Bitlis’te vaktiyle «Hizanlar», soyadı kanunundan sonra da «Hızallar»
olarak tanınan bu aileden Hacı Aziz Efendi de saygın bir kişi idi.
Yukarıda adları geçen üç kardeş, bu Hacı Aziz Efendi’nin amca çocukları
idiler.
Tabiatıyla
annem kendi özgeçmişini ve ailesini de bütün ayrıntılarıyla ve çok güzel bir
dille bana anlatırdı. Onun mensubu bulunduğu aile de Abbâsî toplumunun elit
tabakasını oluşturan diğer eşraf gibi 1258’deki büyük göçte Irak’ın orta
bölgesinden büyük bir hızla kuzeye doğru kaçmış, Hakkari ve Van’ı
geçerek önceleri Artos Dağı eteklerindeki meskûn yöreye yerleşmişlerdir.
Daha sonraki yüzyıllarda çoğalarak bölünmüş ve bölgeye dağılmışlardır. Bu aile
ile birlikte Arap kökenli birçok hanedan ve prensler de aynı bölgeye gelip
buraları imar etmişlerdir. Bunlardan özellikle, Hz. Hasan’ın soyundan
gelen, Nehri Şeyhleri ile (çok önceleri Kadirîler olarak
tanınan) atalarım; Hz. Hüseyn’in soyundan gelen Arvasiler; Hz.
Ebubekr’in soyundan gelen Por Şeyhleri, (Sıddıyqıyler) ve Hz.
Ömer’in soyundan gelen Warkanis ve Okhin Şeyhleri (Ömeriler), keza, -Suriye
ve bugünkü Türkiyenin doğu ve güneyduğusunun fatihi Halid bir Velid’in
torunları olan- Siirt, Tillo ve kısmen Huwayl köyünde yerleşip
kürtleşmiş (Halidîler), bu ailelerin en ünlüleridir. Tillo’daki Abbasîler,
Halidîler ve atalarım hariç, Adları geçen bu ailelerin hepsi de iki göç
yolundan doğu güzergâhını izleyenlerdir. Yukarıda sözü edilen yörede, annemin
atalarının dağıldığı beldelerin günümüzdeki adları Reşadiye, Eyrun, Müküs,
Kavnas ve Heşat’tır. Batı güzergâhı üzerinden «Güneydoğu»’ya gelip
yerleşenler ise başta Abbâsî saray erkânı olmak üzere, (önceleri Kadirîler
olarak ünlenen) atalarım (Fersaf Şeyhleri) ve aynı sülâleye mensup Teylân
Şeyhleri’dir. Bunların hepsi de Abbâsî Devleti’nin 1258’de Moğollar
tarafından yıkılması üzerine muhtelif tarihlerde göçüp buralara
gelmişlerdir.
Asırlardır
Bitlis'in Kökalan, (bir diğer adıyla) Taş Mahallesi'nde
oturan, annemin içinden geldiği aile, Birinci Dünya Savaşı sırasında Konya'ya
muhacir olarak gitmişlerdi. 1918 de yeniden eski yerlerine dönüş yaparak Bitlis'in
kuzeydoğusuna düşen geniş topraklarını işletmeye başladılar. Kısa zamanda
ailenin elinden çıkan bu toprakların üzerinde kurulu onbir köyün adları
şöyledir : Oskağak, Korhak, Serişivi, Serigoli, Kanireş, Morh, Mişakşin,
Oğurmak, Mozek, Başhan ve Koruhan.
Şimdilerde
-genel olarak Kökalan soyadını taşıyan ve aynı zamanda «Hacı
Necmeddinoğulları» olarak da tanınan aile, Cumhuriyet döneminde büyük
tartışmalara konu olan toprak ağalarından vaktiyle biri idi. Doğu'da
toprak ağaları, aşiretlerin baskısına karşı tarikat şeyhlerinin desteğini
kazanmaya çalışırlardı. Buna mecbur idiler. Sosyal statülerini koruyabilmek
için başvurdukları yollardan biri de bu idi. Onun için ağalarla şeyh aileleri
arasında akrabalıklar kurulurdu. Bu nedenle genellikle (annem gibi) ağa
kızları şeyh evlerine gelin giderlerdi. Bunun tersi çok nadir olurdu. Buna,
Annemin kuzeni Fahrettin Hekimoğlu’nun Kufra Şeyhleri’ne damat
olmasını örnek gösterebilirim. Evet
büyük ihtimalle annem de, (şeyhlik payesine sahip ve aynı zamanda Haşimî
Hanedânı'nın bir kolu olan) evimize biraz da bu amaçla gelin gelmiştir.
Keza dayım Abdülvahid Efendi, yaptığı iki evliliğin her ikisinde de şeyh
aileleriyle akraba olmuştur. İlk evliliğinde Muş’un Til Şeyhleri’nden
Şeyh Abdurrezzak Efendi’nin kızı Huriye hanım’la hayatını
birleştirmiş, onun vefatı üzerine de Bitlislis’in Mazoran Şeyhleri’nden
Şeyh Abdullah Efendi’nin kızı Sabiha Hanım’la evlenmiştir.
Dayımın (biraz önce adı geçen) ilk kayın pederi Şeyh Abdurrezzak Efendi’nin,
(kardeşi Şeyh Abdullah Efendi, oğlu Veysi Efendi ile birlikte) o dönemin devlet
terörüne kurban gittiğini bu ilgiyle hatırlatmak gerekir. Annemi çok etkileyen
olaylardan biri de bu terörün kurbanlarından Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya
Bey, kardeşi Teğmen Ali Rıza Bey ve damadı Faik Beyi’in 14
Nisan 1925 tarihinde kurşuna dizilerek idam edilmeleridir. Bu olay ve bu
kişiler, Annemi yakından ilgilendiriyordu. Çünkü bunlar hem annem tarafının
aile dostları idiler, hem de bu olaydan sonra Faik Bey’den dul kalan Yusuf
Ziya Bey’in kızı Edibe Hanım, annemin amcasıoğlu Rauf Bey’le
evlenmişti. Ben küçükken annemle birlikte Rauf Bey’lere sık sık
misafirliğe giderdik. Bu çok kibar, nazik ve görgülü hanımefendi bizi ilgiyle
karşılar, beni çok severdi. Onun için hem Edibe Hanım’ı hem de Annesi Hafize
Hanımefendi’yi pek iyi hatırlıyorum. Onları rahmetle anıyorum. Rauf Bey’in
ailesi, vefatından sonra Bitlis’ten Eskişehir’e taşındı. Onun büyük oğlu Mesut
Bey, aynı zamanda benim ilk okul hocamdır.
Dünyanın
her yerinde dönem dönem insanları çok meşgul eden olaylar cereyan eder. Bu yüzden
topluluklar genelde etkisini yaşadıkları ve şokundan henüz kurtulamadıkları
yakın geçmişin olaylarını çok konuşurlar. Bizim bölgemizde en çok konuşulan
hadiseler, benim dünyaya gelişimden otuz yıl önce patlak veren Birinci dünya
savaşının etkileri, Ermeni meselesi, Ünlü politikacı Kamran İnan’ın
büyük babası Seyyid Ali ve kardeşleri Şeyh Şihabüddîn ve Muhammed
Şirin’in 1913’te Bitliste idam edilmeleri ile İstiklâl
Mahkemelerinin terörü idi. Çevremdeki insanlar bu olaylardan nasıl
kurtulabildiklerini, savaşta ve tutsakken geçen günlerinde ne çileler
çektiklerini, çeşitli tehlikeleri kıl payı sıyırarak nasıl hayatta
kalabildiklerini sık sık anlatırlardı. O dönemde ne radyo ne de televizyon
vardı. Hatta gazete bile bizim oralara ulaşmazdı. Çünkü okuma yazma bilen hemen
hemen yoktu. Bölgemiz yalnız dış dünyaya değil, aynı zamanda Türkiye’nin
merkezine ve özellikle az çok kalkınabilmiş olan batı bölgelerine de kapalıydı.
Dolayısıyla 1955’lere kadar bölgemiz halkının düşünce ve psikolojisini
yönlendiren, anılarına temel konu oluşturan şey işte bu üç olaydı.
Türkiye'de,
Muş Vilayeti'nin Til Bucağı'na bağlı Hars köyü' nde doğduğumu
yine annem bana anlatmıştır. Bu iki köyün, şimdilerde adlarının resmi
kayıtlarda değiştiğini (daha doğrusu değiştirildiğini) sanıyorum. Çünkü
bunların ve daha birçok köyün adı genellikle Ermenice’dir. Bilindiği üzere
vaktiyle Ashâb döneminde fethedilen bu bölgede bir Ermeni devleti vardı. Bu
devletin, (Türklerden önceki fatihler zamanında) İslâm topraklarına
katılmasından sonra, Birinci Dünya Savaşı'na kadar yerli halk, tarih boyunca
burada kurulan İslâm devletlerinin
vatandaşları olarak yaşadılar. Dolayısıyladır ki tarihî kaynaklarda bu
bölgenin adı Ermeniye (Armenia) olarak geçer. Bu isimler 1960'lardan
sonra devlet tarafından değiştirildi; Bunlara birer Türkçe isim yakıştırıldı. Arnis,
Ardong, Vartinis, Akhpnisi, Uştam, Zirket, Nok, Derkhas ve daha nice benzer
adlar taşıyan bu köylere 1918'den sonra Müslümansı-Sünnî kürtler gelip
yerleşmişlerdir. Bu isimlerin hangi amaçla değiştirildiği pek ilgimi
çekmemiştir. Ancak bunun bir şeye yarayacağını da sanmıyorum. Çünkü yerli –Kürt
kökenli- halk, bu köyleri aynen eski adlarıyla anmaktadır. Tıpkı
Doğukaradeniz sahilinde oturan Türkleştirilmiş Rum kökenli yerlilerin oturdukları
köyleri eski adlarıyla anmaları gibi... Şurası bir gerçektir ki tarihin
damgasını spekülatif amaçlarla değiştirmek her zaman mümkün değildir. Nitekim
İstanbul'daki Ayasofya Kilisesi bile fetihten günümüze dek geçen
asırlar boyu Ayasofya Camii adını taşımıştır. Keza Osmanlı Devleti’nin
son hükümdarlarından Sultan II. Abdülhamit ve kardeşi Sultan 5. Muhammed
Reşad bile dönemlerinde bastırdıkları Osmanlı altın liralarının üzerine
Arapça «Duribet fi’l-Kostantıniyya» yani «Konstantiniye’de
basılmıştır» ibaresini koydurtmuş İstanbul adını kullanmamışlardır. Bu
altın liralar halen Kuyumcularda bol bol satılmakta ve bu gerçeği
belgelemektedir. Çünkü ne üzerine sünger çekilen eski adlar artık tarihin
akışını değiştirebilecektir, ne de yakıştırılan yeni adlar, buraları yüzyıllar
önce fetheden «Mü’minler»’le -hiç de onların izinde olmayan- bugünkü
kuşaklar arasında bir bağ oluşturabilecektir!
Buraların
bir çocuğu olarak, gerek «Doğu», gerekse «Güneydoğu Anadolu»
Bölgelerini hem tarihî, hem coğrafî, hem de sosyolojik bakımdan en iyi
bilenlerden olduğumu söyleyebilirim. Onun için bölge hakkında anlatacaklarım,
tamamen gözlemlerime ve bölge halkından duyduklarıma dayanan özgün ve gerçek
bilgilerdir. Ancak yanlış anlaşılmamalıdır; ben bölgemizin ne tarihini, ne de coğrafyasını
burada anlatmak durumundayım. Son yıllarda ortaya çıkarak bol keseden yazıp
çizen nevzuhur araştırmacı müsveddelerine ait hiçbir kitaptan da herhangi bir
şey nakletmedim. Buna ne ihtiyaç duydum, ne de tenezzül ettim; sadece
yaşadıklarımı ve anılarımı aktarmaya çalışıyorum.
Evet
«Doğu Anadolu»’da doğdum, çocukluğum ve gençliğimin ilk yılları burada
geçti. Doğum tarihim babam tarafından El-Behce'tüs-Seniyye adlı Arapça
bir tasavvuf kitabının kapağı içine (Arapça) yazılmıştır. Bu tarih, Miladi 1945
yılına tesadüf etmektedir.
***
Tamamlayıcı
bilgi olarak baba tarafından da geçmişlerimden biraz söz etmeliyim. Küçükken,
soyumu hep merak ederdim Bunun elbette ki nedenleri vardı. Bunların başında Seyyid
(Daha doğrusu şerif) olduğumuz meselesi gelmektedir. Bilindiği üzere Hz.
Hasan'ın soyundan gelenlere şerif, Hz. Hüzeyn'in soyundan
gelenlere ise seyyid denir. Aslında, soyundan geldiğim büyük aile M.
1258 yılından beri Siirt'lidir. Fakat büyük ailenin birimleri Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra doğu yönünde dağılmış, akrabalarımızdan bazıları Bitlis'te,
Muş'da ve Ağrı'ta yerleşmişlerdi.
Zaman
zaman soyumuz hakkında bazı şeyler anlatılırdı. Ben çocukken hep kulak
misafiri olurdum. Henüz küçük olmama rağmen gördüğüm ve yaşadığım birçok
gerçekler benim ilgimi çekiyor, haklı olarak zihnimde bazı soru işaretleri
beliriyordu. Örneğin yaşadığımız bölge halkının tamamı Kürtçe konuşurdu; Sık
sık uğradığımız Muş ve Bitlis Vilayet merkezinde ise Türkçe’nin
daha yoğun konuşulduğunu görürdüm. Özellikle memurların çoğu Kürtçe
bilmezlerdi. Hal böyle iken ailemizin çatısı altında Arapça konuşulurdu. Yani
aile halkı, kendi aralarındaki diyalogda yalnızca Arapça’yı kullanırdı.
Kürtçe’yi ve Türkçe’yi ise ancak çevre halkı ile olan iletişimde kullanırdık.
Küçükken ben bu muammayı çözemiyordum, ama bu konudaki merakım da pek kesintiye
uğramazdı. Ortaokul öğrencisiyken bu mesele ile ilgili kanaatlerimde bazı
değişiklikler oldu. O zamanlar şovenist eğilimler halk arasında pek yaygın
değildi. Bu nedenledir ki ben, o günkü çocukluk aklıyla, yönetenlerin Türkçe,
yönetilenlerin ise Kürtçe konuşması gerektiğini sanıyordum. Kürtlerle Türkler
arasında o zamanlar (yani 1950'li yıllarda) siyasi hiç bir anlaşmazlık yoktu.
Hatta Kürtlerin daha çok «Osmanlıcı» olduklarını hatırlıyorum. Bu
gerçeği kalıcı bir şekilde zihnime kazıyan
bir çok olaya da şahit oldum.
Babam,
saygın bir şahsiyet olarak geniş bir muhite sahipti. Bu ününü, bilgisinden ve
kişiliğinden çok aile adına borçluydu. Genellikle Ona yöneltilen sorular
arasında soyumuzla ilgili şeyler de geçerdi. Babamın etraflı bilgilere sahip
bulunduğu konulardan biri de özellikle İslâm Tarihi idi. Tanınmış atalarımın
İslâm Tarihi içinde isimleri geçmektedir. Az çok ünlenmiş olan bu zevatın
soyundan gelmiş olmak elbette ki bizi onlar hakkında meraklandırırdı. Nitekim
bu ilgiyle daha sonraları aile halkımızın neden Arapça konuştuğunu anladım. Bu
arada zaman zaman soy şeceremiz gündeme gelirdi. Bu konuda aklımda kalmış
bilgileri şöyle özetleyebilirim :
1816-1892 yılları
arasında yaşamış olan babamın dedesi (Ya da başka bir deyimle dedemin
babası) Şeyh Muhammedu’l-Hazîn, (Bk. Evliyalar Ans. S. 8/439)
ailemizin son dönem ünlülerindendir. Soy şeceremizin, Bağdad valisi tarafından
onaylı son nüshasının, vaktiyle yukarıda adı geçen ceddimiz Şeyh
Muhammedu’l-Hazîn'in babası Molla Musa'da bulunduğu, bize hem aile
büyüklerimiz, hem de doğu eşrafı tarafından her münasebette nakledilirdi. Bu
şecerenin şöyle bir hikayesi var :
İkinci
Sultan Mahmud ve kısmen Sultan Abdülmecid devrinde yaşamış olan
atamız Merhum Molla Musa Efendi,
bir ara, (Şimdiki Siirt'in ilçelerinden) Tillo’nun, (yeni
adıyla Aydınlar'ın) bir mahallesi olan Fersaf Köyü'nde yerleşik
bulunurken, (Şu anda coğrafi yerini bilemediğim) Armedina köyü'ne
göç etmeye karar verir. Bu sırada bütün kitaplarını, yakındaki Halenze
Köyünde bulunan Molla İsmail Efendi adında bir arkadaşına emanet
eder. Soy şeceremiz de bu kitaplardan birinin sayfaları arasında saklıdır. Ne
var ki bir gün çıkan bir yangın sırasında, evdeki eşyalarla birlikte bu emanet
kitaplar ve içinde bulunan soy şeceremiz de yanar kül olur. Aile büyüklerimiz,
bu şecerenin, nedense yeni bir nüshasını elde etmek için pek gayret
göstermezler. Bunun sebebini de şöyle açıklamak mümkündür :
Yine
anlatıldığına göre zahid meşrepli olan ve dünyanın mal ve şöhretine pek önem
vermediği söylenen ceddemiz Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'e, samimi müridleri
tarafından, şecerenin yeniden düzenlenmesi yolunda arz edilen isteklere Onun
çok mütevazı cevaplar verdiği ve meâlen şunları ifade ettiği nakledilmektedir:
«Soy önemli değildir. Esasen
kişinin niyet ve ameli önemlidir. Dolayısıyla bir kimsenin niyet ve ameli
hayırlı değilse onun Ehl-i Beyt'den olmasının, kendisine hiç bir faydası
dokunmaz. Sadece İslâm Hukuku açısından statü meselelerine konu olmasının
getirdiği bazı sorumlulukları saptayabilmek için soyu bilmek önemlidir. Eğer
Ehl-i beyt'den olmak bizim için bir şeref ise, esasen bütün müminler
Rasulullah (sav)'ın ev halkı sayılırlar ki biz de onlardan biriyiz. Bu nedenle
şecereyi yeniden çıkarmak bizce pek gerekli değildir.»
İşte
Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in bu mütevazı ve aynı zamanda gerçekçi tutumu,
şeceremizin o günden sonra ihmal edilmesine neden olmuş ve XIX'uncu yüzyılın
ortalarından, XX'inci yüzyılın başlarına kadar üstü küllenmiş bir konu olarak
kalmıştır.
Şöhret
ve Muhit büyütme rekabeti içinde bulunan Doğu'nun ünlü şeyh aileleri öteden
beri unvan konusunda yarışır ve özellikle seyyid olmayı da bir
ayrıcalık sayarlar. İfade etmek gerekir ki seyyid olduğumuzu kanıtlayan soy
şeceremizin nüshalarını, diğer şeyh aileleri gibi müritlerimize dağıtma
geleneğine uymadığımız, hatta bu geleneğe karşı çıktığımız için Doğu
şeyhlerinden bazıları, bizim seyyid olmadığımız yolunda iftiralara bile
başvururlardı. Bu nedenle bir şecere ortaya koyamamanın ezikliğini hisseden
bazı aile büyüklerimizin neden sonra yeniden harekete geçtikleri
sanılmaktadır. Bu amaçla İstanbul’da İbnülemin Mahmud Kemal Bey ve
Şeyh Ebül Hüdâ Efendi gibi ileri gelen şahsiyetlerle temas kurularak onların
yardımları sonucu, bazı bilgiler elde edilmek suretiyle yeniden bir şecere
hazırlandığını biliyoruz. Bu şecerenin Şirvan Mutasarrıfı tarafından düzenlenen
metni şöyledir :
«Devlet-i
Aliyye-i Osmaniye.
Hânedân-ı
Ehl-i beyt'den, feyiz ve irşad ile müşteher ve ulûm-i muhtelifede kesb-i
ihtisâs ve şöhret-i vâsi'a ile benâm efâzıl-ı ulemâ ve şürefâdan Semâhatlû,
Hazinzâde Şeyh Abdullah Efendi Hazretleri'nin mensubu oldukları Sülâle-i
Tâhire-i Nebeviyye'den ecdâd-ı âlişânlarının esma-i fâzılânelerini hâvî
arabiy'yül-İbâre ve Bağdad Vilâyet-i celîlesi devâvîninden müstensah şecere-i
pâk-i neseblerinin, Halenze Karyesinde sabıkan vaki harîk esnasında telef
olduğu, muşârun ileyh tarafından ifade olmağla vaki' talebine binaen
dersaâdet'de Kuyûdat-ı mahsûsa'dan istihrâcı müyesser ve ol babda muharrer ve
resîde-i Cayi tâzîm ve rehin-i İttılâ-ı âciz-i olan Fermennâme-i Sâmi-yi
Cenâb-ı Vekâletpenâhîlerinde derkenâr esma-yi salifüzzikr, tıbkı fermûde-i
Asaff-i Ekremîleri vechile zirde tahrir ve ita kılındı:
Eş-Şeyh
Abdullah, bin eş-Şeyh Muhammedu’l-Hazîn, bin Molla Musa, bin el-Hac Hızır, bin
Abdillah (nâm-ı diger, Hacı Abdiş), bin Abdirrahman, bin Ubeyd el-Mektûm, bin
el-Huseyn, bin Abdil'ilâh, bin Ubeyd, bin Abdirrahman, bin Abdilqadir, bin
Abdillah, bin Abdissamed, bin Ubeyd el-Qadirî, bin Abdilhâlık bin Ahmed, bin
eş-Şeyh Şeref'il-Qattâl, bin Abdillah, bin Suleyman, bin Abdilvahhâb, bin
eş-Şeyh Abdilqâdir el-Ceylî, bin, Musa, bin Abdillah, bin Yahya ez-Zâhid, bin
Muhammed, bin Dâvûd, bin Musa, bin Abdillah, bin Musa el-Cûn, bin Abdillah
el-Mahz, bin El-Hasan el-Musennâ, bin El-Hasan es-Sıbt, bin Ali, bin Ebi Talib.
Radiyallahu anhum.»
Bu
isimler bir sıraya konacak olursa Hz. Ali'den aşağıya doğru şöyle bir liste
ortaya çıkar :
1.
Ali b. Ebitâlib (ra)
2.
Hasan es-Sıbt (Hz. Hasan) b. Ali’yil-Murtaza
3.
Hasan el-Musenna b. Hasan es-Sıbt
4.
Abdullah el-Mahz b. El-Hasan el-Musennâ
5.
Musa el-Cûn b. Abdillâh
6.
Abdullah b. Musa
7.
Musa b. Abdillah
8.
Davud b. Musa
9.
Muhammed b. Davud
10.
Yahya'z-Zâhid b. Muhammed
11-Abdullah
b. Yahya ez-Zâhid
12.
Musa b. Abdillah
13.
Abdulqadir el-Geylânî b. Musa
14.
Abdulvahhab bin Abdilqadir
15.
Suleyman bin Abdilvahhab
16.
Abdullah b. Suleyman
17.
Şeref b. Abdillah.
18.
Ahmed b. Şeref el Qattâl
19.
Abdulkhaliq b. Ahmed
20.
Ubeyd el-Qadirî b. Abdilkhaliq
21.
Abdussamed b. El-Ubeyd
22.
Abdullah b. Abdissamed
23.
Abdulqadir b. Abdillah
24.
Abdurrahman b. Abdilqadir
25.
Ubeyd b. Abdirrahman
26.
Abdul'ilah b. Ubeyd
27.
Huseyn b. Abdil'ilhah
28.
Ubeyd el-Mektûm b. El-Huseyn
29.
Abdurrahman b. Ubeyd el-Mektûm
30.
Abdullah (Hacı Abdiş) b.
Abdirrahman
31.
El-Hâc Hızır b. Abdillah
32.
Molla musa b. Hızır
33.
Muhammed'ul Hazîn b. Musa
34.
Abdullah b. Muhammed.
Bu listenin sonunda 34'üncü sırada yer alan Şeyh
Abdullah Efendi, Babam Şeyh Selahaddin Efendi'nin babasıdır. Yani
benim büyük babamdır. Bu şecereye göre ben Hz. Ali (ra)'nin 35'inci, Hz.
Hasan (ra)'ın 34'üncü, Ünlü zahid Abdülkadir Geylânî'nin 23'üncü ve
Osmanlı son döneminin tanınmış Nakşibendî şeyhlerinden Şeyh
Muhammedu’l-Hazîn'in 3'üncü göbek torunlarından olurum.
FERSAFLI
ŞEYH MUHAMMED (ya da Kendi çevresinde ünlendiği adıyla): Şeyh
Muhammed'ül Hazin el - Fersâfîy'yül - Hasanîy-yül – Haşimî, Kimdir?
Kısaca
Şeyh'ül Hazîn olarak da tanınan Fersaf'lı Şeyh Muhammed atamız, Hz.
Hasan'ın soyundan gelir. Yani şeriftir. Daha önce kısaca işaret edildiği
üzere Milâdî 1258 de Bağdad'ın Moğollar tarafından istila edilmesi
üzerine ataları göç ederek gelip Amid (Diyarbakır) civarında, (günümüzde
Silvan olarak bilinen) Meyyafarıkîn kentine yerleşmiş, bir
süre sonra oradan da ayrılarak Siirt'in 8 km. kadar güneydoğusuna
düşen ve Tillo diye bilinen bir kasabanın Fersaf Köyü‘nde
yaşamaya başlamışlardır.
Şeyh
Muhammedu’l-Hazîn'in, buraya ilk gelen atası, Şeyh Şerefuddîn el-kattal'dir.
Bu zat, Siirt'de, kendi adını taşıyan Camii'nin içinde gömülü Şeyh
Halef'in amcası oğludur. Şeyh Şerefuddîn el-kattal, Şeyh Mahmud ve
Şeyh Ahmed adında iki kardeşi ve yukarıda sözü edilen amcazadesi Şeyh
Halef ile birlikte Siirt'e gelmişlerdir. Bu ailenin büyüğü olduğu
sanılan Şeyh Şeref, Kaadirî Tarikatı'nın da ileri gelenlerinden
idi. Adı, «Kâdiri sadâtı»'nın listesinde geçmektedir.
(Bk.
El-Mecd'ut-Tâlid- Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İsmail Hakki Bölümü No.
1161'in sonu. Ayrıca: Risale-i Meşgûliyet'in
eki, Süleymaniye küt. İsmail hakkı izmirli Bölümü No. 1266)
Bu
belgelere göre Şeyh Şerefuddîn el-kattal, XIX. yüzyılın başlarından itibaren
Ortadoğu'yu yeni tasavvufi anlayışıyla büyük ölçüde etkilemiş bulunan ve
günümüze kadar yankıları devam eden son devrin en ünlü Nakşibendî şeyhi Halid
bağdâdi'nin de bir bakıma sâdâtından sayılır. Çünkü Halid bağdâdî,
ayrıca Kaadirî Tarikatı'ndan da icazetli idi.
Şeyh
Şerefuddîn'in yukarıda da adları geçen iki kardeşi (Mahmud ve
Ahmed) Siirt'in Erbin Köyü'nde yerleşmiş ve orada
ölmüşlerdir. Amcası oğlu Şeyh Halef, Siirt'in merkezinde, kendisi
ise Fersaf köyü'nde yerleşmiştir. Mezarı bu köydedir ve bilinmektedir.
İşte
bu zatın 16'ıncı, Şeyh Abdülkadır Geylânî'nin 20'inci, Hz. Hasan'ın
ise 31'inci kuşak torunlarından olan Şeyh Muhammed ül-Hazin, 1258'deki
büyük göçten 558 yıl sonra, 1232 Hicrî/1816 Miladi tarihinde bu köyde dünyaya
geldi. Annesinin ve babasının ilk çocuğu olarak yetişti. Ayrıca İbrahim
adında bir erkek kardeşi daha vardı. Ancak ailede dikkatler daha çok onun
üzerinde yoğunlaştı. Belki de bundan dolayıdır ki nazar değmesin diye
çocukluğunda sol kulağına gümüş bir halka takmışlardı. Ölünceye kadar da bu
halkanın, kulağında kaldığı söylenmektedir.. Babasının adı Molla Musa'dır.
Annesinin adı ise bilinmemektedir.
Bir
ara sıradanlaşmışken, Şeyh'ül-Hazin'in kazandığı ün sayesinde XIX.
yüzyılın ortalarından itibaren tekrar saygın bir kimlik elde eden ve geniş bir
muhit tarafından hürmet gören bu ailenin çocukları, -aileye bağlı geniş
muhitle birlikte- Ona karşı büyük bir saygı duymakta ve Onu rahmetle
anmaktadırlar. Ancak, Kurâ’nın bütünlüğüne inanan bir mü’min olarak benim bu
konudaki tutumum onlarınkinden farklıdır. Ben imânî konularda tedbirli
davranmak zorundayım. Benim inandığım ölçülere göre ne soy, ne mezar taşı, ne
de mal ve şöhret önemlidir. Önemli olan imân ve ondan sonra da ilim, amel ve
ihlâstır. Hele yüzyıllardır İslâm’ı hırpalamış ve Müslümanları çökertmiş olan
Tasavvuf ve tarikatlara bulaşan insanları kim olurlarsa olsunlar hoş görmeyi
imanımla bağdaştıramam. Çünkü Yarın hesap gününde ne ünlü atalarım, ne de başka
bir güç, beni Allah’ın huzurunda aklayamaz. Bu konudaki inanış ve düşüncelerim,
insanlık yararına sunduğum bilimsel çalışmalarımda çok daha açık, net, belgesel
ve ayrıntılı olarak dile getirilmiştir. Özellikle 23 yıl süren zorlu çabalardan
sonra Türkçe yayınladığım «Tarikatta râbıta ve Nakşibendîlik» ile Arapça
yayınladığım «et-Tariqa’tun-Naqshabandiyya Beyne Madıyha wa Hadıriha»
adlı kitaplarda bu konuları oldukça geniş boyutlarda izah etmeye çalıştım.
Bugün
sayıları muhtemelen bine yaklaşmış bulunan bu zatın torunları olarak Onu her
yönüyle bilemiyor ve eğer varsa Onun maddi mirasından çok manevi mirasından
yararlanamıyorsak bu bizim büyük bir eksiğimizdir. Şu var ki çağımızın
gelişmiş iletişim imkanları sayesinde ve yaygınlaşan araştırma ve inceleme merakının
bir sonucu olarak bu atamızın da şimdiye kadar bilinmemiş yönlerinin ortaya
çıkarılması artık gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Bu
ilgiyle burada çok önemli bir noktaya işaret etmek gerekir. Esasen müslümanlar
olarak bizler, faniyi ebedileştirmek gibi (bir takım bid'at ve hurâfeleri
özendirecek) eğilimlerle değil, bilakis Asîl İslâm Ümeti’nin rüştüne
ermiş çocukları gibi, bu ceddimizin eğer varsa ilme, irfana ve ahlâka katkıda
bulunabilecek izlerini aramalıyız. Çünkü soyunun asaletiyle övünen bugün birçok
insan vardır ki aslında amaçları, geçmişlerini yalnızca şan, şöhret ve servet
kazanmak için bir araç olarak kullanmaktır. Bunun ise Kur'ânî ruha uyan hiç bir
yanı yoktur. Ne yazık ki Doğu şeyhleri olarak bilinen bir düzine şarklı aile,
günümüzde geçmişlerini ticaret ve politikanın birtakım kirli işlerinde araç
olarak kullanmaktadırlar. Bunlardan bazıları parlamenter, bazıları ise bürokrat
olarak bu rejime hizmet etmişlerdir. Hiç kuşku yok ki onların bu yanını örnek
almak ebedî gelecek için kaçınılmaz bir hüsrandır.
Esasen
İslâm'da nesebî soyluluk diye bir şey yoktur. Mezar taşıyla övünenler sadece
basit düşünen insanları belki bir süre etkileyebilmiş, ancak kısa bir zaman
sonra iflas etmişlerdir. İslâm'ın bu konudaki ölçüsü ise ebedî âleme göçmüş
bulunan mümin ataları rahmetle anmak, onlar için Allah'tan mağfiret dilemek ve
eğer varsa onların bıraktığı hayırlı izleri devam ettirmektir.
Bu
bakımdan Ceddimiz Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in, ilmî ve manevî miras
olarak bize gerçekten neler bıraktığı bir merak konusudur. Tabiatıyla eğer
varsa bunları tespit edebilmek için her şeyden önce Onun Öğrenim derecesini,
yeteneklerini, kişiliğini, karizmasını, sosyal mevkiini, eserlerini ve o günkü
şartlarda toplumun ve ümmetin refah ve mutluluğu uğrunda yaptığı katkılarını
ve bıraktığı etkilerini bulup keşfetmekle mümkündür.
Gerek
güvenilir aktarımlarla gerekse belgelerle elimize geçen Onun hakkındaki
bilgileri şöyle özetleyebiliriz :
Önce
şunu ifade etmek gerekir ki geçmişlerimiz hakkında bize intikal eden bilgilerin
çoğu yazılı kanıtlardan ziyade, aile boyu kuşaktan kuşağa devredilen
anlatımlara dayanır. Şu var ki eskiden beri İslâmî disiplinlere dayalı iyi bir
aile içi eğitimi ile büyütülen çocuklarımız, her devirde çoğunlukla güçlü bir
irade ve güvenilir bir kişilikle yetişmişlerdir. Dolayısıyla ailemizde kuşaktan
kuşağa devredilerek bize intikal ettirilmiş bilgilerin doğruluğu, bunların
tarafsız, objektif ve ilmîliğinden zaten anlaşılmaktadır. Ailede yazılı belge
bırakmamak gibi bir geleneğin yerleştiğini söylemek herhalde doğru olmaz.
Ancak bu konuda etkili olmuş bazı faktörlerden söz etmek mümkündür. Örneğin
ailemizin Kürt bölgesinde yerleşmiş olması onun, tarih boyunca özellikle
yazıya önem vermeyen bu kitlenin etkisinde kalmış olabileceğini akla
getirmektedir. İkinci bir nokta daha vardır ki Ceddimiz Şeyh
Muhammedu’l-Hazîn'in babası Molla Musa Efendi'den yukarı doğru
ondört atamızın belki yazma alışkanlığına sahip bulunmadıkları büyük bir
ihtimal dahilindedir. Ancak aralarında hiç okuma yazma bilmeyenlerin bulunduğuna,
yani ecdadımız arasında böyle bir rezaletin yaşanmış olabileceğine inanmak
istemiyoruz! Çünkü aile tarihimizde cehalet anlamında bir ümmiliğin asla yaşanmamış
olduğu, ilim ve kemal ile tanınmış büyüklerimiz tarafından daima teyit
edilmiştir.
Bunun
yakın tarihteki örneği, ilmiyle ve ilimseverliğiyle çevresinde tanınmış olan ve
saygı gören Ceddimiz Merhum Molla Musa Efendi'dir. Bu zat, biricik oğlu Muhammed'i
yetiştirmek için ona ilk terbiyeyi bizzat kendisi vermiştir.
Kur'ân–ı
Kerim'i ve ilk bilgileri babasından öğrenen Muhammed, daha 12
yaşlarındayken çevrenin tanınmış alimlerinden istifade etmesi için Siirt'in
merkezine gönderilmiştir. Çocukluğunun henüz ilk yıllarından itibaren
öğrenmeye karşı gösterdiği büyük ilgi, hem ailesinin ilim ve terbiyeye ne
derece aşina olduğunu, hem de bu konuda Onun yolunu ne kadar ışıklandırdığını
açıkça göstermektedir.
Esasen
Onun doğduğu Fersaf Köyü, Coğrafi özellikler bakımından o kadar
elverişsiz ve haşin bir çevre yapısına sahiptir ki böyle bir yerde ve hele
XIX'uncu asrın perişan ve çetin şartlarında ilimden en ufak bir nasip almak
şöyle dursun, insanın ilme karşı azıcık bir ilgi duymasını bile çok büyük bir
hüner saymak gerekir. Çünkü tabiatın bu kuş uçmaz, kervan geçmez kuytu ve tenha
köşesinde insanı, değil ilim kaynaklarına doğru itecek bir sebep, bilakis ilim
ve düşünce namına akla gelebilecek her şeyi zihinden uzaklaştırıcı birçok
nedenler vardı.
Bütün
bu olumsuzluklara rağmen Muhammed'in, o döneme göre, çevrenin ölçülerini
esas alarak kendini yetiştirmek için hiç bir şey esirgemediği
anlaşılmaktadır. Nitekim bu rağbete sahip olduğu için Siirt’in
Merkezinde bulunan Hâmid Ağa Medresesi'ne girerek burada çağın ünlü
alimlerinden, Halil'ül Ömeri (Molla Halil Efendi)'nin yanında esaslı bir
öğrenim gördü. (Bu zat ve eserleri hakkında Bursalı Mehmet Tahir Efendi,
Osmanlı Müellifleri adlı eserinde epeyce bilgiler vermiştir.)
O
zamanlarda, Siirt'in tanınmış eşrafından ve zenginlerinden olan Hâmid
Ağa'nın finanse ettiği bu ilim yuvası, Osmanlı Topraklarının doğusunda
bulunan en kaliteli ve en verimli medreselerin başında gelmekte idi. Çeşitli
ilimlerde birçok eser vermiş bulunan devrin bilginlerinden Molla Halil
Efendi de bu Üniversitenin baş müderrisi idi. Fersaflı Muhammed
burada çok iyi bir öğrenim gördükten sonra bu kez Mardin'de Kasım
Padişah Medresesi'inde daha yüksek bir eğitimle olgunluk kazandı ve icazet
(diploma) alarak mezun oldu.
Bu
nizami öğrenimin sona ermesi üzerine genç Muhammed, O günün geleneğine
uyarak Tasavvuf terbiyesi almak üzere bu sefer de Irak'a geçti. Oralarda
bölgenin tanınmış alimlerinden Mahmud-i Behdinî ve Haydar-i Sohranî'nin
de bir müddet derslerini dinledikten sonra, denetiminde tasavvuf terbiyesi
gördüğü Şeyh Abbas-ı Bağdadi'den bir mezuniyet belgesi aldı. Ancak
bununla yetinmeyerek Süleymaniye civarında Şöhret yapmış bulunan, Halid
Bağdadi'nin halifelerinden Osman Siracüddin Tavilî’ye başvurdu ve yanında
sülûk'a girerek halife oldu. Şeyhu’l-Hazîn, XIX'uncu yy. Doğu
Şeyhlerinden : Şeyh Muhammed'ül-Küfrevî, Şeyh Tâhâ-i Hakkarî, Şeyh
Sıbğatullah-ı Arvasî, Şeyh Abdurrahman-ı Tâği, Şeyh Halid-İ Cezerî, Şeyh Hüseyn-i Basretî, Şeyh Halid-i zibârî ve Şeyh
Salih-i sipkî'nin çağdaşıdır. Bütün bu şahsiyetlerle az çok tanışıklığı
vardır. Özellikle belirtmek gerekir ki Şeyh
Muhammed'ül-Hazîn, Nehrili Şeyh Taha-i Hakkarî ve Şeyh
Muhammed'ül Küfrevî'nin okul arkadaşıdır. Bununla birlikte üçü de aynı
soydan gelmektedirler.
Öğrenim amacıyla çıktığı bu seyahatlerden
sonra tekrar köyüne dönerek evlendi. Hayatında Hanife, Fatima ve
Halime adlarındaki hanımlarla yaptığı üç evlilikten on ikisi erkek, altısı
da kız olmak üzere ons ekiz çocuk sahibi oldu. Bu çocukların, annelere göre
dağılımları ile doğum ve ölüm tarihleri şöyledir:
Adı |
Annesinin
adı |
Doğ.
T. |
Ölüm
T. |
Yaşı |
1.
Şeyh Fahruddin |
Hanife |
1851 |
1914 |
63 |
2.
Şeyh Muhyiddîn |
Fatima |
1856 |
1918 |
62 |
3.
Şeyh Necmuddîn |
Hanife |
1856 |
1912 |
56 |
4.
Şeyh Kutbuddîn |
Fatima |
1852 |
1900 |
48 |
5.
Şeyh Sa’duddin |
Hanife |
1859 |
1919 |
60 |
6.
Şeyh Abdullah |
Fatima |
1873 |
1936 |
63 |
7.
Şeyh Kemaluddîn |
Hanife |
1871 |
1928 |
57 |
8.
Şeyh Nuruddîn |
Hanife |
1878 |
1955 |
77 |
9.
Şeyh Vefauddîn |
Halime |
1878 |
1924 |
46 |
10.
Şeyh Şerafuddîn |
Halime |
1880 |
1958 |
78 |
11.
Şeyh Alauddîn |
Halime |
1882 |
1966 |
84 |
12.
Şeyh Diyauddîn |
Halime |
1884 |
1943 |
59 |
Bu
şahsiyetlerin altıncısı (Şeyh Abdullah) büyük babam, diğerleri ise
babamın amcalarıdır.
Adı |
Annesinin
Adı |
Kiminle
evli olduğu |
Doğ.
ve Öl. Tarihi |
1.
Züleyha |
Fatima
|
Şeyh
Derviş |
? |
2.
Ümmügülsüm |
Fatima
|
Molla
Hasan el-Ömerî |
? |
3.
Muhabbet |
Fatima |
Molla
Mahmud el-Ömerî |
? |
4.
Hatice |
Fatima |
Molla
Hamid el-Ömerî |
? |
5.
Huriye |
Hanife |
Şeyh
Muhammed el-Hamzavî |
? |
6.
Meryem |
Halime |
Şeyh
Muhemmed el-Hamzavî |
? |
Bu altı hanım, babamın halalarıdır.
Yukarıdaki
tabloda Şeyh Muhammedu’l-Hazîn’in erkek çocuklarının adları, onların
doğum tarihlerine göre sıralanmıştır. Kızlarının ise doğum ve ölüm tarihleri
tam olarak tespit edilememiştir.
Şeyhu’l-Hazin’in bütün çocukları iyi derecede
eğitim görmüş ve dönemin geleneklerine göre hepsi de saygın birer sosyal mevki
elde etmiştir. Şeyhu’l-Hazî’in 1892 yılında ölümü üzerine büyük oğlu Şeyh
Fahruddin babasının yerine geçerek aileye bağlı geniş kitlelere «şeyh»
sıfatıyla liderlik yapmıştır. Bunlar arasında Şeyh Sa’duddin’den başka
kimse siyasetle ilgilenmemiştir. Şey Muhammed’ul-Hazîn’in erkek
çocukları arasında yüksek öğrenim görmüş, ve geniş kültür almış olanlar Başta Şeyh
Fahruddîn olmak üzere, Şeyh Muhiddîn, Şeyh Abdullah ve Şeyn
Şerafuddin’dir. Genelde aile medresesinde, dönemin ünlü birçok üstadından
ders alarak İslâmiyât ağırlıklı bir eğitim gören bu şahsiyetlerden Şeyh
Şerafuddîn bir süre Beyrut’a giderek orada matematik ve astronomi
öğrenimi görmüştür. Şeyh Muhiddin çok iyi bir akademisyen ve filozof, Şeyh
Abdullah ise kudretli bir hatip olarak yetişmiş iseler de, ne babaları, ne
de kendileri kayda değer hemen hiçbir yazılı eser bırakmamışlardır. Bilindiği
kadarıyla Şeyh’ul-Hazin, arkasında sadece Hz. Peygamber’e salavât
olarak, «Gayât’ul-Hayrât» adı altında on üç kıtalık Arapça manzum bir
eserle (Ebu Abdillâh Muhammed el-Ensarî el-Endulusî)’ye ait «El-Endulusiyye’tu
fi İlm’il-Arûz» adlı kitap üzerinde bazı haşiyeler (notlar) bırakmıştır.
Şeyh’ul-Hazin
hakkında bize
intikal eden gerek çok çeşitli mitolojik hikayelere, gerek Onu bizzat görüp
gözlemlerini doğrudan bana aktaranların verdiği bilgilere, gerekse Onun
yukarıda sözü edilen iki çalışması üzerinde yaptığım incelemenin bende
uyandırdığı izlenimlere göre bu atamın kişiliği hakkında şu tespitleri
yapabilirim:
Bu
zat, Siirt’te Allâme Halil’ul Ömeri’nin bizzat denetim ve gözetimindeki Hâmid
Ağa Üniversitesi’nde en az on iki yıl (bir rivayete göre 14 yıl)
öğrenim görmüş, sonra Mardin’e giderek bu tarih ve ilim diyarı kentteki Kasım
Padişah Üniversitesi’nde de tahminen üç yıl kadar ihtisas yapmıştır. Bu
sıralarda olsa gerek, yukarıda adı geçen «El-Endulusiyye’tu fi İlm’il-Arûz»
adlı kitabı 1840 tarihinde yani 24 yaşındayken (büyük ihtimalle ders için)
kopya etmiştir. Bu risale üzerine koyduğu notlarından Onun kişiliğini aşağı
yukarı şöyle tanıyabiliriz:
Muhammed bu
kitabı kopya ettiği tarihlerde henüz 24 yaşında bekâr bir üniversite
öğrencisidir. Yazısı nisbeten güzel ve okunaklı, kaligrafisi düzgündür. Hat,
şark medreselerine özgü Rik’a-Bağdâdî arası bir üslûp özelliği
taşımaktadır. Genç öğrencinin çok açlık çektiği açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü
daha kitabın kapağından başlamak üzere hemen her bölümün sonuna «Âh minel
cû’», yani «Ah açlığın derdinden!» notlarını düşürmüştür. İlginç bir
tespit de şudur: Genç Muhammed, henüz bu yaşta ölüm paniği içindedir. Bu
nüshayı kopya ederken birçok yerine «Âh minel mevt!» yani «Âh ölümün
elinden» diye sık sık not düşürmüştür. Bu da onun ileri derecede duygusal
olduğunu göstermektedir. Nitekim kısa bir süre sonra, mantıklı bir muhakeme
yapmadan, sırf dönemin yaygın anlayışıdır diye mistik bir yaşam biçimini seçmiş
olması, Onun bu ruhsal durumunu kanıtlamaktadır. Evet genç Muhammed
belki de çok derin düşünmeden, İslâm için ne kadar sinsi bir tehlike olduğu
ortaya (özellikle bugünlerde) çıkan Nakşibendî Tadikatı’nın girdabı
içine kendini bu yaşlarda atmıştır.
Mardin’deki
öğrenimini bitirdikten sonra Muhammed, bu kez Irak’ta Musul,
Bağdat ve Süleymaniye kentlerinde, -günümüzün akademi dilinde-
staj dediğimiz formasyon eğitimi görmüş, İrşad ve tebliğ mesleği için «Mürşit»
olarak yetiştirilmiştir. Ancak öyle görünüyor ki o dönemde astronomik bir ün
kazanan Nakşibendî Şeyhi Süleymaniyeli Halid Bağdadî’nin çevresinden
etkilenmiş ve ne yazık ki bu karanlık tarikata bağlanmıştır.
Doğrusunu
söylemek gerekirse Halid Bağdadî’nin, tüm Osmanlı toplumunu on yıl
içinde âdeta mest eden, koskoca bir imparatorluğun her köşesinde ününü
hissettiren ve halkı tabir caizse hipnoza sokan etkisi dışında kalabilmek belki
de bir mucize sayılırdı. Şeyh’ul Hazin bu şahsı, gözüyle görmemesine
rağmen büyük olasılıkla muhitinin atmosferine girdiği için etkisinden
kurtulamamış ve onun Halifelerinden Şeyh Osman Tavilî aracılığıyla bu
örgüte her nasılsa girmiştir. Şu var ki memleketi olan Siirt’e döndükten sonra
Onun Nakşibendî tarikatı üzerinde yaptığı birtakım düzenlemeler ve bu tarikat
kurallarında yaptığı değişiklikler, bize bazı olumlu mesajlar da vermektedir.
Çünkü Onun yaptığı değişikliklerin hepsi de çok stratejiktir ve tarikatı âdeta
İslâm lehinde dejenere etmek gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Nitekim Onun,
çakıl taşlarıyla ya da tespihle zikir çekmeyi; İslâm fıkhında mesnun
olan gusül aptesinden başka (sırf tarikata girmek için şart koşulan) «tevbe
guslü» ‘nü yürürlükten kaldırması, örgüt mensuplarının transa geçmesini
sağlayan beş binlik mantraları iptal etmesi, müritlerinin dikkatini daha
çok ef’âl-i mükellefîn sınırları içinde yoğunlaştırmaya çalışması dikkat
çekicidir. Çünkü Onun, olgunluk döneminde kazandığı kişilik çok daha farklıdır.
Osmanlı nüfusunun 18 milyon olduğu o dönemde Şeyh Muhammedu’l-Hazîn’in
tahminen bir buçuk milyon kadar hayran
ve mürit kazanmış olması, aynı şekilde yüz elli yıldır üç kuşak boyu
milyonlarca insan üzerinde derin etkiler bırakmış olması, ailesinin bu süre
içinde geniş kitleler tarafından sayılıp sevilmesi önemli olaylardandır. Bütün
bu gerçekler Şeyh Muhammedu’l-Hazîn’in, çok zeki, bilgili, dengeli ve
görgülü bir şahsiyet olduğunu da kanıtlamaktadır.
Şeyh’ul
Hazin, Süleymaniye’den döner dönmez ders ve irşada başladı. Bitlis,
Muş, Bingöl, Ağrı ve Van taraflarında geniş bir mürit topluluğuna
sahip oldu. Ömrünün sonunda bütün şarkta tanınmış bir şahsiyet olarak 76
yaşındayken M. 1892/H. 1308 yılında aynı köyde öldü. Türk-Budist inançlarına
uyularak Üzerinde büyükçe bir türbe inşa edilmiştir, kalabalıklar tarafından
ziyaret edilmektedir.
Çok
ilginçtir ki Şeyh'ul-Hazin, çağının ölçülerine göre oldukça köklü bir
öğrenim görmüş ve Halil’ül-Ömerî gibi ünlü bir akademisyen-yazar’dan
yıllarca ders almış bulunmasına rağmen kayda değer yazılı bir eser bırakmamıştır.
Bizi bir bakıma üzen bu nedenle de adı yakın tarihe ait kaynaklarda
geçmemektedir. Ancak sahip olduğu güçlü kişilik sayesinde bölge halkı üzerinde
bıraktığı silinmez izler ve yankılar sayesinde Onunla ilgili hemen her şeyi
aile olarak bilmekteyiz.
Şu
var ki bu bilgiler, Gerek Onun soyundan gelen aile çocuklarımız arasında,
gerekse Ona karşı saygı, bağlılık ve hayranlık duyan cemaat arasında kişiden
kişiye az çok farklı yorumlarla birbirinden ayrılmaktadır. Bu ilgi ile
söyleyebiliriz ki hemen bütün tanınmış Doğu Şeyhleri hakkında son derece
abartılı olarak zaman içinde örülmüş birçok mitolojik menkıbelerin benzerleri
elbette ki Şeyh'ul Hazin hakkında da örülmüştür. Eğer bunu içtenlikle
ikrar ve kabul etmeyecek olursak hem Onu objektif olarak anlatmak isterken tam
tersine küçültmüş olacağız; hem de diğer şeyhler hakkında 150 yıldır masal
uydurma yarışına girenlerin, (mutlak surette günün birinde iflas edecek olan)
ansiklopediler dolusu yalanları gibi bizimkiler de iflas edecektir! Çünkü insan topluluklarını değil sonsuza dek,
bir asır bile aldatmak mümkün olamamıştır. Yalancının mumu, günü gelince sönmeye
mahkûm olmuştur.
Bu
ilgiyle, tarikatçıları örgütleyen odakların, «ünlü yatırlardan biri olan»
bu atamızı da amaçlarına konu yaptıklarına burada biraz yer vermeliyim. Bazı
gerçeklerin su yüzüne çıkması bakımından bunu zorunlu gördüm.
Bütün
yayın ve propagandalarından ırkçı oldukları açıkça anlaşılan bir Nakşibendî
tarikatçı grubu, son yıllarda sözde «ansiklopedi» adı altında hummalı
birtakım çalışmalara girişerek «evliya» diye inanılan birçok yatır
hakkında yığın yığın biyografiler düzenlediler. «Büyük Rehber Ansiklopedisi»,
«İslâm Alimleri Ansiklopedisi» ve «Evliyalar Ansiklopedisi»
adları altında ciltler dolusu kitap yayınladılar. Büyük bir holding olarak
faaliyet gösteren bu tarikatçı grup, adları geçen ansiklopedileri ve başkaca
daha birçok mistik kitapları yayınlayıp dağıtmak suretiyle «dinci»
yığınlar arasında muhitlerini oldukça genişletmeyi başardılar. Bu sayede
halktan büyük miktarda paralar topladılar. Sonra da iflâs ettiklerini ileri
sürerek bu paraları yuttular!
Bu
grubun «din hizmeti» yaftası altında yayınladığı –yukarıda adları
geçen- üç ansiklopedide de atam Şeyh Muhammed el-Hazın’in adı
geçmektedir. Özellikle Evliyalar Ansiklopedisi’nin 8/439’uncu sayfasına,
-sözde biyografi olarak- hakkında bazı şeyler yazmış, Rehber
Ansiklopedisi’nin 18/23’üncü ve İslâm Alimleri Ansiklopedisi’nin de 18/91’inci
sayfasına sadece türbesinin resmini koymuşlardır. Ancak Arap bir aileden
geldiğimiz için, bu isim etrafında geniş bilgi vermekten ustaca kaçınmışlardır.
Hatta atam için: «Muhammed Hazin, Anadolu'da yetişen büyük velîlerdendir.
» diye bir lâf ederek yerli faşizmin sembolü haline getirilmiş olan «Anadolu»
tabirini özellikle burada kullanmaya özen göstermişlerdir!
Çünkü
temelde bu kelime, yunanca «güneşin doğduğu taraf» anlamına gelen «Anatolia»
sözcüğünün çarpıtılmasıyla ortaya çıkmıştır. Anatolia ise «Strabon
Kydnos (Tarsus Çayı) ile Aminos (Samsun) arasındaki hattın batısında kalan
bölge»’nin adıdır. Bu konuda daha çok aydınlanmak için, Meydan Larousse
Ansiklopedisi’nde yazılı bulunan şu ilginç satırları da okuyabilirsiniz: «Milli
birliğe sahip bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Anadolu
adı, yarımadayı Asya’nın gövdesine bağlayan geçit alanından yeni devletin
sınırlarına kadar dayandı; asıl bundan sonradır ki alanı genişlemiş olan
memleketin bölgelerini adlandırmak üzere Anadolu adı çeşitli yön terimleriyle
beraber kullanılmağa başladı. «Doğu Anadolu», Kuzey Anadolu vb.» bundan
sonra yorum size ait...
***
Bu
atamın yaşadığı dönemin şartları da pek önemlidir. Bu konudaki tamamlayıcı
bilgiler ise şöyledir:
Tekrar
edelim ki bu ceddim Şeyh Muhammedu’l-Hazîn, Milâdî 1816’da doğmuş,
1892’de ölmüştür. Yani 76 yıl yaşamıştır. Hastalandığına ilişkin bize hiçbir
bilgi intikal etmemiştir. Zaman zaman basit şikâtleri elbette ki olmuş
olabilir, ancak bütün ömrünü yüksek bir moralle sağlık içinde geçirdiğini
tahmin ediyoruz.
Hangi
padişahların döneminde yaşadığına gelince O, 1808’de tahta oturan II. Sultan
Mahmud döneminde (1785-1839) 1816’da dünyaya gelmiş, 1839’da tahta oturan
oğlu Sultan Abdülmecid (1823-1861), 1861’de Tahta geçen Onun kardeşi Sultan
Abdülaziz (1829-1876), 1876’da tahta oturan Abdülmecid’in büyük oğlu
Sultan V. Murad (1840-1904), yine 1876’da tahta oturan II. Sultan
Abdülhamid (1842-1918) devirlerinden ilkini 23 yıl, sonuncusunu 16 yıl,
öbürlerinin ise tamamını yaşamıştır. 1826’da «Vak’ay-i Hayriye» diye
adlandırılan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı sırada Muhammed 10 yaşında
bir çocuktu. Bu dönemde Siirt ve civarı Osmanlı Devleti’ne bağlı Kürdistan
Beyliği içindeydi ve Cizre Emîri Bedirhan Paşa tarafından
yönetiliyordu. Zaman zaman Osmanlı güçleri ile Bedirhan paşa’nın
birlikleri arasında çatışmalar çıkıyor, bölge halkı bu savaşlardan olumsuz
etkileniyordu. Yani günümüzün sorunları o zaman da aynen vardı. Bugünlerde
yaşadığımız kargaşa ve anarşi o günün olaylarının devamıdır. Nitekim Cizre
Emîri Bedirhan Paşa 1831 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı baş kaldırmış,
komutasındaki ordu ile Garzan Ovası’nda Osmanlı Ordusuna saldırmış
İmparatorluğun birliklerine ağır kayıplar verdirmişti. Bu sırada da Muhammed
15 yaşında küçük bir delikanlı idi. Bedirhan Paşa, Muhammed’in
öğrenim gördüğü Siirt’teki Ünuversite’nin finansörü Hâmid Ağa’yı
yıllar sonra idam ettirdiği sırada ise Muhammed, Nakşibendî postunda
genç ve ünlü bir şeyhti. Bu olaya çok üzülmüş, Arkasına aldığı 1500 süvarîden
oluşan bir mürit kalabalığıyla Cizre’ye giderek Bedirhan Paşa’ya karşı
âdeta bir boy gösterisinde bulunmuş; «Hamid Ağa’nın cesedinin, kurtlanıp
kokuncaya kadar darağacından indirilmesine izin vermeyeceğini» söylemiş
olan Paşa’nın huzuruna çıkarak Ona karşı sert ifadeler kullanmış, Onu
ikna etmiş, ancak bu kanlı diktatörün huzurunda ve bizzat yüzüne karşı beddua
etmekten de geri kalmamıştır! Bu meziyetli, basiretli ve zalimlere karşı cesur
ceddimin, son nefeslerinde Nakşibendîlikten tövbe etmiş olabildiğine inanmak
istiyorum. Çünkü birkaç yüzyıldır İslâm’ın önüne dikilmiş olan bu tehlikeli ve
sinsi mistik örgüt hakkında Onun (özellikle ömrünün sonuna doğru) bazı sırları
öğrenmiş gibi davrandığına ilişkin belirtiler yok değildir!
Evet,
bunu evimizin çatısı altında yaşayan babam, annem ve kardeşlerim için
söylüyorum. Çünkü yalnızca bir dalını oluşturduğumuz Hazinoğulları
ailesi epeyce kalabalıktır. Yukarı doğru dördüncü atam olan Şeyh Muhammedu’l
Hazîn'in soyundan bugün yaklaşık 100 aile vardır. Bunların bir kısmı halen Siirt'tedir,
diğer bir kısmı ise İstanbul, Bursa ve İzmir'e yerleşmişlerdir.
Yukarıda
da kısaca dokunduğum gibi ailemiz, ancak Birinci Dünya Savaşından Sonra Siirt'in
dışına çıkmıştır. Yani ilk göçten sonra, yaklaşık 700 yıl gibi çok uzun bir
süre kabuğuna çekilmiş durumda, her bakımdan elverişsiz ve vahşi bir doğaya
sahip olan Gawifa Tepeleri'nin eteğindeki Fersaf Köyü'nden inmiş
ve doğuya doğru ününü taşıyabildiği yerlere kadar dağılmıştır. Akrabalarımız
yakın tarihte Ağrı, Bitlis ve Muş Civarına serpildiler. Bu
açılma 1918'den 1960'lara kadar sürdü. Ondan sonra da göçün yönü batıya doğru
değişti. Bunun sebebini çok daha gerilere giderek şöyle açıklamak mümkündür :
Atalarım,
yüzyıllar boyu İslâm topraklarının bu ücra köşesinde saklı kalmışlardır. Benden
yukarı doğru, 20'inci ceddim olan Şeyh Şeref'ul-Kattâl'den sonrakiler,
tarih boyunca herhangi bir başarıyla ön plana çıkamamışlardır. Önceleri Cizre'de,
daha sonra Silvan, (Meyyafarıkîn)'da bir süre kalmış bulunan
ecdadımın, Siirt'in Fersaf Köyü'ne yerleşmelerini ve burada
asırlarca kalmalarını ise üç kilometre ötedeki Tillo Köyü'nün
yüzyıllar boyu taşıdığı sosyal ve kültürel konumda aramak gerekir. Çünkü bir zamanlar
Şirvan ve civarına egemen olan Şir Azdin (Şir İzzeddîn) adındaki
bir Kürt beyine bağlı bulunan Tillo, 1258 deki Moğol işgali üzerine
kuzeye doğru göçen Abbâsî Hilafet Hânedânı‘nın bir kısmına, Bağdad'dan
sonra ikinci yurt olmuştu. O tarihlerde Amid (Diyarbakır) yakınlarına (yine
Moğol işgalinden dolayı) göçmen olarak gelip yerleşmiş bulunan atalarım da
kısa bir süre sonra gelip Tillo yakınlarındaki Fersaf Köyü'ne
yerleşmişlerdir. Büyük ihtimalle, aynı ana aileden geldikleri için Abbâsîler'e
yakın olmak istemişlerdir. Çünkü her iki aile de Haşimî idiler. Bununla
birlikte, 700 yılı aşkın bir süre, İslâm Dünyası'nı yöneten Abbâsîler,
taht ve saltanatlarını yitirmiş ve göçmen durumuna düşmüş olsalar bile yine
de halk arasında saygınlıklarını koruyorlardı. Tahmin ediyoruz ki atalarım,
akrabalık ilgisiyle onların sahip bulunduğu bu avantajdan yararlanmak
istemişlerdir. Evet, tahminen bu yakınlık sebebiyledir ki onlarla birlikte bu
bölgeye yerleşmiş bulunan Kureyş'in, diğer oymaklarının tam tersine
atalarım, zamanla Kürt potasında erimemiş, yüzyıllar boyu -aynen Abbâsîler
gibi- dillerini ve kültürlerini koruyabilmişlerdir.
Bu
gerçeği bugün bile açık şekilde gözlemek mümkündür. Örneğin, ailemizin yeni
kuşağı arasında Arapça bilmeyenlerin sayısı henüz azdır. Keza, yaşlılarımız
arasında birkaç medreseli de vardır ki bunlar, Kürt ve Türk kökenli
medreselilerden farklı olarak öğrencilik yıllarında ders takririni (aile
medresesinde) sırf Arapça dinlemişlerdir.
Ayrıca,
ailemiz (Hazinoğulları) ve başka iki aile hariç, «Doğu» ve «Güneydoğu»’daki
Arap kökenli Şeyhlerin çoğu zaman içinde tamamen Kürtleşmişlerdir. Örneğin;
1)
Siirt'in Baykan
İlçesi’ne yakın Warkanis Köyü'nde yüzyıllardan beri yerleşik bulunan
ve daha sonra Bitlis ve Muş civarındaki Okhin, Soman ve Koğak
köylerine göç eden Ömerîler (Yani Hz. Ömer'in torunları);
2)
Kadirî
Şeyhleri olarak bilinen Kurtalan, Mutki ve Bitlis’teki Geylâniler,
Ceylanlar ve Seyitoğulları;
3)
Hz.
Hasan'ın soyundan gelen, -yani ailemize uzaktan akraba olan- Hakkari'nin
Nehri şeyhleri ve Kufrevîler;
4)
Bitlis'in Por
Köyü'ne yerleşen Sıddıyqîler (yani Hz. Ebubekr'in torunları);
5)
Van'ın
Arvas Köyü'ne, Bitlis’in Hizan İlçesinin Gayda
köyüne, Bitlis'in Lird ve Bilvanis köyleri’ne Siirt'in
Beycürman köyü'ne ve doğuda daha birçok yerlere serpilmiş olan Hüseynîler
(yani Hz. Hüsey'in torunları) da tamamen kürtleşmişlerdir.
6)
Aynı şekilde Abbasilerden, (günümüzde
Öztopraklar olarak tanınan) küçük bir aile, önce Harput’ta daha
sonraları Diyarbakır’da yerleşmiş, bunlar da Kürtleşmişlerdir.
Bütün
bu aileler arasında son yüz yıl boyunca vilayet merkezlerinde oturmaya
başlayanlar Türkleşmişlerdir. Bunlara Bitlisteki Seyitoğullarını, Küfrevileri
ve Gaydalıları örnek göstermek mümkündür.
Buna
karşın Güneydoğu’da, Haşimîlerden üç aile kütleşmemiştir. Bilakis Arap olarak
kültürlerini devam ettirmişlerdir. Bunlar; ailemiz (Hazinoğulları), Tillo’daki
Fakirullahzâdeler (yani Abbasî Hanedânı) ve Mardin’in Gercüş
ile Midyat yörelerinde ünlenen Şeyh Hamid Mardinî ailesidir.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, soyundan geldiğim Hazinoğulları
ailesi, çok büyük ihtimalle Abbâsîler'in muhiti içinde ve onların
sayesinde orijinal özelliklerini korumuştur. 700 yıl kadar uzun bir müddet süren
bu kabuğa çekilmişlik, nihayet yakın tarihte üst üste yaşanan iki önemli
olayla sona ermiştir. Bunlardan, biri dördüncü atam olan Şeyh
Muhammedu’l-Hazîn'in geniş bir ün kazanması, ikincisi ise Birinci Dünya
savaşıdır. İşte bu iki olay üzerine Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in oğulları Siirt'den
doğuya doğru Onun irşâd muhiti içine dağılmaya başlamış ve buralara yerleşmişlerdir.
Bu kuytu yöreden, ailemizin dış dünyaya açılması işte bu şekilde başlamıştır.
Çok
önceleri «Haşimî» olarak tanınan, sonraları (soyundan geldiğimiz Şeyh
Abdülkadir Geylânî'den dolayı) «Kadirî», daha sonraları ise Atamız, Şeyh
Muhammedu’l Hazîn'in şöhreti nedeniyle Hazinoğulları diye anılmaya
başlayan ailemizin tanınmış simalarından biri de büyük babam Şeyh Abdullah
Efendi'dir. Şeyh Muhammedu’l-Hazîn'in 12 oğlundan biri olan bu zat,
eğitiminin büyük bir kısmını babasının medreselerinde görmüş, aynı zamanda bu
amaçla bölgedeki diğer şeyh ailelerine bağlı medreselerde de bulunmuştur. Bu
cümleden olarak Aslen Şirvan'lı olan, ancak merkez tekkesi Bitlis'te
bulunan ve daha çok Ağrı'da ünlenen Kufralı Şeyh Muhammed'in Tutak
İlçesi civarındaki medreselerinde bir süre okumuştur. Onun öğrencilik
yılları, Birinci Dünya savaşının patlak vermesinden kısa bir süre öncesine
rastlar. İşte bu sıralardadır ki Tutak'ın Ayntab Bölgesi'ne egemen
olan Kürt derebeylerinden Sipkan Aşireti'nin lideri Şemdin
(Şemseddin) Bey'in kızı Râbia Hanım'la evlenir.
Görüldüğü
gibi annelerimiz daha çok Kürt ya da Türk asıllıdırlar. Sebebi ise -yukarıda
bir nebze açıklandığı üzere, bölgedeki farklı muhit ve halk liderleri arasında
cereyan eden üstünlük yarışında- destek bulmaktır.
Bundan
hiç bir zaman kuşku duymadım. Bir insanın eğer ataları 700 yıldan beri hep
aynı yerde doğmuş, yaşamış ve orada ölmüş iseler, artık o toprak, o kimse için
yaban eller sayılabilir mi? Aslında Mü’min olarak bütün İslâm diyarına genelde
vatan gözüyle bakarız. Çünkü aile olarak ırklar üstü bir statüye sahibiz. Bize
göre Türk olsun, Kürt olsun, Arap ya da başka bir kökenden olsun, Mü'minlerin
hepsi de aynen bizim gibi, Yüce İslâm Ümmeti'nin çocuklarıdırlar. Ehl-i
Beyt’in devamı olarak bu evrensel düşünceyi temsil etmek ve yaymak
durumundayız.
Şu
var ki Miladi 1258 tarihinde Hilafet merkezi olan Bağdat Kenti başta
olmak üzere İslâm diyarının birçok yeri Moğol saldırısına uğrayınca atalarım,
gelip bu topraklarda yerleşmiş ve asırlarca burada yaşamışlardır. İşte bu sebeple
Anadolu, buradaki «Müslüman Türklerin» ve «Müslüman Kürtlerin»
olduğu kadar benim de öz vatanımdır. Ne var ki Osmanlı Devleti'nin
enkazı üzerinde peydahlanan bir sürü cüce toplumun içine düştüğü zihniyet bozukluğu
ve bunun bir sonucu olan ulus devlet anlayışı yüzünden -bu ülkeciklere son
zamanlarda sökün etmiş olan- ırkçılar, farklı dillerle konuşanları dışlamakta,
hatta aşağılamaktadırlar. Deyim yerinde ise, dağdakiler gelmiş, bağdakileri
kovmaya kalkışıyor! Ne yazık ki bu insanlık dışı muameleye biz de sık sık
uğradık. Yukarıdaki sorunun söz konusu edilmesinin nedeni işte budur. Bize
vatanımızda hep yabancı gözüyle bakıldı. (Yeri gelince ayrıntılı olarak bahsedeceğim
gibi) bu yüzden hem maddi, hem manevi açıdan çok sıkıntılarımız, çok
kayıplarımız oldu.
Bir
kez daha vurgulamak isterim ki Anadolu toprakları benim öz vatanımdır.
Bu nedenle vatanımda cereyan eden bütün olaylar ve gelişmeler beni birinci
derecede ilgilendirir.
Evet
neden başka bir dilmle konuşuyorduk, ya da bizi yönetenler neden başka bir
dille konuşurlardı? Bundan başka bir gerçek daha vardı. Aralarında yaşadığımız
bölge halkı da ayrı bir dille konuşurdu. Aslına bakılacak olursa bunda
şaşılacak hiç bir şey yoktur. Fakat ne yazık ki hemen bütün toplumlarda var
olan bu gerçek, Anadolu'yu 1920’den sonra ele geçiren bir avuç zorbanın
dayatmasıyla yetmiş yıldır inkar edilmektedir. Hakikat şu ki, Anadolu’nun
güneydoğusunda Arapça, Kürtçe ve (Farsça’dan bozulma bir dil olan) Zazaca
konuşan Müslümansı kitleler vardır. Bunlar, elbette ki bütün dünya
müslümanlarıyla olduğu gibi, bu topraklarda yaşamakta olan ve Türkçe konuşan
müslümanlarla ve müslümansı topluluklarla da ortak kültüre sahiptirler.
Ümmetin yeniden yapılanması amacıyla sürdürülen ve sürdürülecek olan
çalışmalarda bu kitlelerin İslâm’a kazandırılması birinci derecede önem
taşımaktadır.
Daha
Ashâb döneminde büyük bölümü fethedilen Anadolu’da (tarih boyunca; İyonlar,
Hititler, Mitanniler, Frigyalılar, Lidyalılar, Urartular, Galatlar,
Pontuslular, Medler, Persler, Akamanışlar, Kimmerler, Ermeniler, Kafkas kökenli
çeşitli topluluklar, Romalılar ve Bizanslilar gibi) türlü türlü
milletler yaşamış, devletler kurmuşlardır. Bunların hepsinin de bugün
kalıntıları, hatta özgün uzantıları mevcuttur. Türk olduklarına ve Orta
Asya’dan geldiklerine inandırılmış olsalar bile günümüzde bu toplulukların
soyundan gelen milyonlarca insan, -bütün fizik özellikleri ve farklı
gelenekleriyle- aramızda yaşamaktadırlar.
Bu
toprakların bir bölümü, günümüzde (Devlet ağzıyla) «Doğu Anadolu» ve
«Güneydoğu Anadolu» diye otuz kırk yıl önce adlandırılmış bulunan
bölgelerdir. Buraların en eski yerlileri elbette ki Kürtlerdir, Anadolu'da,
günümüzde yerleşik bulunan Türklerle Arap kökenli azınlığın ise ataları,
fetihler ve göçler sonucu buralara gelip yerleşmişlerdir. Meselenin gerçek yüzü
budur. Yaklaşık bin yıldır birlikte yaşayan bu topluluklar ne yazık ki İslâmî
ahlak ve terbiyenin gerilemesi ile birlikte birbirlerine musallat oldular; ve
ne yazık ki günümüzde yabancılara karşı gösterdikleri hoşgörüyü birbirlerinden
esirgemektedirler. Bugün büyük bir üzüntü ile görüyoruz ki bu unsurlar kendi
toprakları üzerinde İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Almanca ve Rusça
gibi yabancı dillerden birini öğrenmek için âdeta can atmakta, bu
dillerden birini konuşmaktan gurur duymakta ve bunu başaranları
kıskanmaktadırlar. Buna karşın bir Türk, Kürtçe’yi hemen hemen hiç merak
etmemekte, bir Kürt de Türkçe’ye sadece resmi dil gözüyle bakmaktadır! İki
bakış açısının temelinde de insancıl duygular yoktur. Özellikle Türkiye’de
Cumhuriyet tarihi boyunca süren Kürtçe ve Arapça yasağı, ancak Avrupa’nın
baskısı altında yumuşayabilmiştir. Bu zoraki yumuşamının ise ne kadar süreceği
meçhuldür.
Hak
ve adaletten böylesine uzaklaşmış olmanın nedenlerini ve bunu gidermenin çarelerini,
varsın ilim adamları ve uzmanlar araştırsın. Bizim bu konudaki kanaatimiz
ilhamını Yüce Kur'an'dan almaktadır, onun için ölçülerimiz evrenseldir. Bu
ölçülere göre diller, her şeyden önce Allah Teâlâ'nın üstün sanat gücünü ve
kainat üzerindeki -karşı konmaz- egemenliğini ve kudretini sergileyen
çarpıcı ayetlerden biridir. (Bk. Rum/22). Buna bağlı olarak kitlelerin
konuştuğu farklı diller İslâm'a göre dokunulmaz ve saygıdeğerdirler. İşte bu
nedenle 700 yıldan beridir Anadolu'da yerleşik bulunan Arap asıllı
Müslüman bir ailenin çocuğu olarak bu topraklar üzerinde yaşayan unsurların
farklı dillerini tarihi bir gerçek olarak son derece doğal karşılıyorum; Bunu,
bir «kültür zenginliği»nin ötesinde dokunulmaz bir hak olarak görüyorum.
Bu nedenledir ki baba dilim olan güzel Arapça’mın yanında ana dilim olan
Türkçe’yi ve çevre dilim olan Kürtçe’yi de başarıyla konuşuyorum ve bundan
gurur duyuyorum. Bulunduğum topraklar üzerinde yaşayan müslümansı Türklerle
müslümansı Kürtlerin, -tutuculuğu bir kenara atarak- Kur'ân'ın
evrensel ölçülerine gönül kapılarını açmalarını diliyorum. Fakat şunu eklemem
gerekir: Bu topluluklar, eğer İslâm'ın sinesine yeniden dönme olgunluğunu
gösterecek olurlarsa ancak böyle bir hoşgörü ve kaynaşmaya o zaman imkân
doğabilecektir.
Yetiştiğim
Çevre, Vaktiyle gözümde Bir Cennet Gibiydi.
Aslında
her insan, doğup büyüdüğü yerleri genelde sever ve hayatı boyunca çocukluk
anılarını benim gibi hasretle yâd eder. Ama benim doğup büyüdüğüm yerler
gerçekten cennetin bir parçası gibiydi. Mevsimleri birbirinden son derece
farklıydı. Kışı, bembeyaz. baharı yemyeşil, yazı kavurucu ve sıcak, sonbaharı
ise hazan yapraklarıyla süslü ve âdeta bir gelin gibiydi.
İstanbul
ve
İzmir gibi büyük şehirlerin sosyetesi oraları hiç bilmez. Amerika'ya
ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerine, Uzakdoğu'ya sık sık seyahate
çıkan, balaylarını ve tatillerini Bahamalar’da, Miami’de ve Kanarya
Adaları’nda geçiren, hatta Afrika'nın çöllerinde ve ormanlarında
safarilere katılan ülkemizin tuzu kuru maceracıları, para babaları ve
kalburüstü takımı, bizim oralara hiç uğramazlardı. Şimdi de uğramazlar.
Ama
İsviçre'nin Alpler'ini aratmayan bir Süphan dağı'mız, Ünlü
Rio De Jeneiro’nun Castelo tepesi’nden çok daha büyüleyici bir Nemrut
Dağı'mız vardı. Bu Nemrut, bir başka Nemrut’tu. Adıyaman
yakınlarındaki Nemrut gibi reklâmı yapılmamıştı onun, ama ondan daha
muhteşemdi. Tepesindeki kaplıcalara her yıl giderdik. Çocukluğumda burası bizim
köyden çok uzak gibi gelirdi bana... Oysa köyümüz bu dağın aşağılarında bir
yerde idi. Bulunduğumuz yerle Nemrut tepesi arasındaki mesafenin yirmi
kilometreden daha fazla olmadığını sanıyorum. Ama o günlerde bana dünyanın öbür
ucu kadar uzak gelirdi. Nemrut Dağı’nın Van Gölü’ne bakan yamaçları
çıplaktı. Muş Ovasına dönük yamaçları ise meşe ormanlarıyla bir zamanlar
kaplıydı. Son yıllarda doğudaki birçok ormanlık alan gibi buranın da katliama
uğradığını duydum ve üzüldüm.
Nemrut’un,
köyümüzün Kuzey batısına dönük yamaçlarında -vaktiyle akmış ve daha sonra
donmuş kandan bir nehir- izlenimini veren manzaralar vardı. Halk bunları,
Kürtçe «Şatt-ı Khûnè» diye adlandırırdı. Bu tabir, «Kan nehri»
demektir. Aslında bu manzara, yüzyıllar önce püskürüp sonra sönmüş olan
Nemrut’un lâvlarından başka bir şey değildi. Ama bilgisizlik onu korkunç bir
mitoloji konusu haline getirmeye yetmişti. Yöre halkı sözde müslümanların büyük
kalabalıklar halinde Nemrut adında zalim bir diktatör tarafından bu dağın
tepesine çıkarılıp hepsinin boğazlandığına, bu görünen manzaranın ise onların
kurumuş olan kanlarının izi olduğuna kendilerini inandırmışlardı. Tabi çocukken
ben de böyle inanıyor ve ürperiyordum. Hatırladıkça minik yüreğim üzüntüden
sıkışırdı. Bu yanlış inanışı, yöneltilen bir soru üzerine babam bir keresinde
düzeltmiş ben henüz okula yeni gittiğim günlerde meselenin doğrulunu
kitaplardan önce bu suretle öğrenmiştim.
Yaşımın
İlk dokuz yılını geçirdiğim bu yöreye uzun yıllardır gidemedim. Çok da özledim.
Çocukken üzerinde zıplayıp koştuğum; çayırlarında kuzu otlatan arkadaşlarımla
oynadığım, her yaz çıkıp bir süre kaldığımız o serin yaylalarında dolaşır
gibiyim. Bahar gelince mor menekşelerle bezenen o gümüş dereleri boyunda annem
için topladığım kır çiçekleri burnumda tütüyor. At üstünde tozlu kır yollarını,
dere tepe aşarak yıllarca yolculuk ettiğim, ormanlarının patikalarında
yürüdüğüm, serin pınarlarından billur sular yudumladığım o yerler kim bilir ne
kadar değişti. Kenarlarından geçtiğim uçurumlar, çocukluk merakıyla tırmandığım
sarp yamaçlar, kayalar hiç hayalimden silinmiyor. O günleri yaşıyor gibiyim.
Ne
yazık ki bu yerlerde uzun yıllar uğursuz uğultular yükseldi, baş eğmez
dağlarında birbiriyle hesaplaşan kanlı katiller dolaştı! İdeoloji olarak
beyinlerinin içine doldurdukları bir sürü boş, anlamsız ve değersiz düşünceler
ve putlar uğruna karşıt gruplar, her gün birbirinin oluk gibi kanlarını
akıtarak, her gün birbirinden düzinelerle insan öldürerek buraları cehenneme
çevirdiler. Üstelik her iki taraf da ölülerine utanmadan «şehit»
dediler! Bölgenin ormanları yakıldı, sularına siyanür döküldü. Bu coğrafyanın
hemen her yerinde cinayet, zulüm ve işkence kol gezdi... Böge halkı gülmeyi
eğlenmeyi unuttu. Çünkü mor dağları yaslıydı. Körü körüne dökülen bu kanlar
için, Ferhat Tunç gibi birçok delikanlı hep ağıt yaktılar. Genç, yaşlı,
kadın, çocuk, milyonlarca insan aç, çıplak, yorgun ve uykusuz, panik içinde bu
bölgeden kaçtı. Batıya akın ettiler. Gelip İstanbul’un İzmir’in, Bursa’nın
kenar mahallelerine kondular. Pembe yanaklı kır çocukları bu şehirlerin
gürültüsü içinde soldu. Onlar «Doğu’nun» çiçekleriydiler. Varoşlarda çürüdüler.
Simit satarak, ayakkabı boyayarak korkunç bir yaşam savaşı verdiler. Bazen
ekmek bulamadılar; çöplüklerde, Pazar döküntüleri arasında yiyecek bir şeyler
aradılar. Suçlarını bilmiyorlardı. Başka bir dil konuştukları için onlara böyle
bir yaşam biçilmişti. Kurt sürülerinin saldırısına uğramış kuzular
gibiydiler...
Hiç
kuşku duymuyorum ki Allah'ın gazap eli, eski kavimlere yaptığı gibi bu oyunu
sahneleyen azgınları da -günün birinde- bit gibi ezecektir. Onlar, belki
de yüzyıllar sonra bu satırları okuyan torunlarına maskara olacaklardır!
Çok
titiz, oldukça hareketli bir çocuktum.
Evet,
henüz minik bir yavruyken bile kılı kırk yarardım.. Bu yüzden çocukluğumda ve
gençliğimde çok telaşlı ve genelde hareketliydim. Çok yorgun olmazsam geç
uykuya dalar, az uyur ve erken uyanırdım. Monotonluğu sevmezdim; ancak bir
değişiklik oldu mu benim de ruh halim hemen değişirdi. Hele bir sürprizle
karşılaşmayayım, yaşadığım olayın üzerimde uyandırdığı etkiye göre ya çok
neşelenir, veya aşırı şekilde endişelenirdim.
Doğamdaki
bu özellik, daima herkesten çok daha titiz davranmaya beni itti; herhangi bir olaya karşı herkesten çok daha
fazla duyarlı ve tedbirli olmaya beni zorladı. Dolayısıyla diyebilirim ki
hayatım boyunca hep alarm halinde yaşadım.
Titizdim
dedim ya, üstüme, başıma, giyimime, davranışlarıma, çalışma ve dinlenme
saatlerime, randevularıma o kadar aşırı önem verirdim ki bu yüzden içimde
yaşadığım gizli heyecanlarım bazen sağlığımı bile olumsuz etkilerdi.
Çok
iyi hatırlıyorum, henüz ortaokul öğrencisiyken, örneğin yarın yazılı sınava
gireceğiz, bende hemen telaş başlardı. Belki arkadaşlarım da aynı duyguları
yaşıyorlardı, fakat benim içimdeki hareketlilik sanırım onlarınkinden çok daha
fazla idi. Oldukça hazırlanmış bulunmama rağmen içimdeki tedirginliği bir türlü
atamaz, sakinleşemezdim. Sınavdan çıkıncaya kadar da bu huzursuzluğum sürüp
giderdi.
Yine
hatırlıyorum, daha çok küçükken, yani henüz ilkokul sınıflarındayken, örneğin
ailece bir yolculuğa mı çıkacağız, bu
konu evde konuşulmaya başlar başlamaz beni bir telaş tutardı. Evden hareket
edinceye kadar, saatlerce yolculuk sendromu yaşardım. Tabi bu yolculuklar için
birkaç gün öncesinden hazırlıklar başlardı. Peksimetler tandıra verilir,
yemekler pişirilir, yumurtalar haşlanırdı. İşte bu sıralarda ben de kendime
göre bazı hazırlıklar yapardım. Çocuk düşüncesi işte... Sepetimi, oyuncaklarımı
ve özellikle kitaplarımı şöyle bir düzene sokardım.
Fakat
bana daha o yaşlarda derin bir sorumluluk duygusu aşılandığı için, kendim kadar
ailemin bütün bireylerini de düşünmekten kendimi alıkoyamazdım. Meselâ
yolculuğun yapılacağı güzergahı, yolculuk sırasında yaşanabilecek sürprizleri,
olası tehlikeleri, karşılaşacağımız dostlarımızı nasıl memnun edeceğimizi,
tanışacağımız yeni simalar üzerinde nasıl olumlu etkiler bırakabileceğimizi
büyük bir insan gibi düşünürdüm. Bu yüzden, evden ayrılacağımız gün yaklaştıkça
bendeki telaş ve heyecan da artardı. Öyle ki son gece sık sık uykum bölünür,
birkaç kez tuvalete çıkar ve erken uyanırdım. Yolculuk sona erince de
tabiatıyla birkaç gün bitkin düşerdim.
Titizliğimden
doğan bir yanım da hareketliliğimdi. Her zaman cıvıl cıvıldım. Benim bu yapım,
sağlıklı bir ruh ve bünyeye sahip bulunmamdan ve tabiatıyla doğamdaki
canlılıktan kaynaklanıyordu. Okul çağından önceki günlerimde her çocuk gibi ben
de kardeşlerimle birlikte arada bir yaramazlık eder dalaşırdık. Onun için
özellikle akşam saatlerinde evin sükûnetini sağlamak için annem hizmetçi
kızlardan birini, bize masal söylemesi için görevlendirirdi. Biz de uslu uslu
oturur, «Memozin», «Siahmed-i Silivi» ve «Habilan» gibi Kürt
masallarını derin bir ilgi ve merakla dinlerdik.
O
zamanlar, hele köy ortamında çocukları eğlendirmek üzere özel biçimde
hazırlanmış hiçbir şey yoktu. Ne usta eller tarafından özenle hazırlanmış
oyuncaklar, ne de herhangi bir eğlence yeri vardı. Günümüzde oyuncak
mağazalarını ve sosyete evlerinde çocuk odalarını doldurup canlısından fark
edilemeyecek kadar çarpıcı yapı ve görüntülere sahip olan ayıcıklar, maymunlar,
atlar, köpekler, horozlar, sürüngenler, elektrikle ya da pille çalışan
arabalar, siren çalan ambulanslar, trenler ve uçaklar, bizim çocukluğumuzda
hayallerimizi bile süslemezdi. Park ve oyuncak gibi şeyler, Türkiye’nin bugünkü
köylerinde de hemen hemen yoktur. Onun için kendi oyuncaklarımızı bizzat
kendimiz hazırlar, bunu yaparken de eğlenirdik. Eğlenmenin en tatlı aşaması da
buydu. Çünkü oyuncak gerçekleştikten sonra onu hemen kullanmaya başlardık.
Dolayısıyla çok geçmeden elimizde hırpalanırdı; ya da hevesimizi alır, onu bir
kenara atardık.
Çocuk
dünyası işte... Henüz minik birer çocukken bile her birimizin hobileri,
merakları farklıydı. Hatta oyuncaklarımız ve oyun tarzlarımız bile değişikti.
Ben çok küçükken kibrit kutusunu, geniş bir sini veya tepsi üzerinde kaydırır,
onu araba diye kullanırdım. Büyüdükçe araba merakımın yanı sıra oyuncağımı
hazırlamadaki becerim de gelişiyordu. Dokuz on yaşlarındayken çok güzel kağni
arabası yapardım. Tekerleklerini ponza taşından yontar, şasi kısmını da önceden
toplayıp biriktirdiğim ince tahta parçalarından hazırlardım. Dingilinden köşe
kazıklarına, Kürtçe «teyri» denen kenar setlerinden boyunduruğuna kadar
bütün parçalarını özenle yontup zımparaladıktan sonra onları gerekli biçimde
birbirine monte eder, arabaya son şeklini verirdim.
Köydeki
arkadaşlarımla toplu halde oynarken eğlencemiz, yazın genelde köyün dış
alanlarında koşuşturmaktı. Her birimiz uzun bir sopa bulur, onu bacaklarımızın
arasına geçirerek sözde at olarak kullanırdık; ve tabi köyün dışındaki kumsal
düzlüğe çıkar orada cirit atardık. Bazı günler, akşama kadar böyle yarışır kan
ter içinde kalırdık. Ancak çok acıktığımızda eve döner, bazen de akşama kadar
ağzımıza bir lokma ekmek bile almazdık. Sadece çok susadığımızda köyün pınarına
gider midemizi su ile doldururduk. Ancak böylesi nadir olurdu. Çünkü öğle
yemeğine gelmediğim gün evde cezalandırılacağımı çok iyi bilirdim. Nitekim
oyuna dalıp böyle yaptığım her defasında azar işitirdim.
Çok
ilginçtir, ne evimizde ne de köyümüzün herhangi bir evinde çocuğa dayak
atılmazdı. Çocuk çok yaramazlık yaparsa azarlanırdı; ya da sakin davranması için
öğütlenirdi. Yöremizdeki bütün köylerde adet hemen hemen böyle idi. Buna
karşın, çocukların şehirlerde dövüldüklerini duyardık. İlk dayağı okulda
gördüm. «Çünkü dayak atan öğretmek şehirliydi!». O gün için öğretmenin
attığı dayak bana anlamlı gelebiliyordu. «Çünkü öğretmen resmi bir kimliğe
sahipti. O köyümüzde devleti temsil ediyordu». O günkü bakışım ve yargımla «Devlet
çok büyük bir şeydi ve insanları hep cezalandırırdı. Onun için öğretmenimizin
de bizlerden birini suçsuz da olsa cezalandırması normaldi, ya da
sorgulanmaması gerekirdi». Öğretmenimiz bizi yaramazlık ettiğimiz için
değil, çok ilginç nedenlerle döverdi. Bunlardan biri de ödevi yapmamış, ya da
başaramamış olmaktı; bir başka neden de mendilsiz ya da uzamış tırnakla okula
gelmekti.
Her
sabah sınıfa girdiğimizde birinci dersten önce öğretmenimiz «mendil, tırnak
ve bit muayenesi» yapardı. Tabi mendil bulundurmayan, tırnağı uzun olan ya
da başında bit yakalanan öğrenciyi, öğretmenimiz orta yere çıkarır, epeyce
döverdi. Bazen attığı tokadın izi, o minik öğrencilerin suratında dakikalarca
kalırdı. Ben bunlardan dolayı hiçbir zaman dayak yemedim. Çünkü her zaman okula
tertemiz ve muntazam olarak giderdim. Bunda elbette ki annemin çok büyük payı
vardı. Aile içi görgü ve eğitimimizin sonuçlarından biriydi bu... Ancak –farkında
olsam da olmasam da- tanınmış bir ailenin çocuğu olmanın ayrıcalığından da
galiba yararlanıyordum!
Okul
yaşamımla birlikte oyun ve eğlence konusunda da yeni şeyler öğrendim. Örneğin
futbol topuyla ilk kez okulda tanıştım. Henüz yedi yaşındaydım. Hava ile
şişirilmiş, kafamdan büyük bu yuvarlak cismi görünce pek fazla şaşırmamıştım,
ama neye yaradığını da ilk dakikalarda bilemiyordum. Çok geçmeden öğretmenimiz
okulun önündeki geniş alanda onu tekmeleyerek oraya buraya yuvarlamaya
başlayınca işin sırrını öğrenmiş oldum. Kısa zamanda köyde bir dedikodu
yayıldı. Yüzyıllar önce, «Hz. Hüseyn’in kesilen kafasıyla aynen bu şekilde
oynanmış; onun için Top oynamak haramdı». Bu konunun defalarca babama
sorulduğunu da hatırlıyorum. Her keresinde babam, bu soruyu yöneltenlere şöyle
bir tuhaf tuhaf bakar, susardı. Meselenin iç yüzünü az çok sezinliyor, kendimce
yorumlar yapıyordum. O yaşlarda «mitoloji» kavramının ne anlama geldiğini
tabiatıyla bilmiyordum. Ama «hurafe» kelimesini sık sık duyardım. İşte bu
sözcükle o dedikodular arasında bir ilişkinin bulunduğunu sanki duyumsar
gibiydim. Fakat babam, herhalde bundan başka şeyler de düşünüyordu. Çünkü o, bu
dedikoduların, çarpıtılmış gerçeklerden başka bir şey olmadığını bilmekle
birlikte, futbolla spor arasında kurulan ilişkinin de koca bir yalan olduğunun
farkındaydı. Ama o günlerde ve o günkü ortamda selameti susmakta buluyordu! Ben
ise çok sonraları bu oyunun ta eski Mısırlılara kadar dayandığını, Helenistik
dönemde ve Romalılar zamanında da oynandığını öğrendim. Ayrıca Britanya adalarına saldıran Danimarka
güçlerinin komutanı 1046’da İngilizler tarafından ele geçirilip öldürülünce
kafasını kesip onunla top gibi oynamışlardı.
İçtenlikle
söyleyeyim ki –bu dedikoduların etkisiyle asla değil-, futbol topunu ve
futbol maçlarını yaşamım boyunca hiç sevmedim. Oynamasını da hiçbir zaman
beceremedim. Hiçbir takımı da tutmadım. Öğretmenimizin bu konuda benimle epeyce
ilgilendiğini çok iyi hatırlıyorum. Ders aralarında gider hemen topu alır,
okulumuzun önündeki alanda bizi alıştırmaya çalışırdı. Bu arada bana sık sık
pas verirdi. Fakat ben isabetli bir şut çekemezdim. Her vuruşumda top,
istemediğim, hatta tahmin edemediğim bir doğrultuda yuvarlanır giderdi. Tıpkı
milyonlarca zavallının, günümüzde o içi hava dolu yuvarlak cismin peşinden
yuvarlanıp gittikleri gibi...
Okul
yaşamıyla birlikte tanık olduğum ilginç yeniliklerden biri de bisikletti. Bu
aracı köyümüze ilk kez yine öğretmenimiz getirdi. Onu ilk gördüğümde ilgimi
çekmişti. Köylülerimiz buna da hemen bir kulp buldular; ona «şeytanok»
yani (Kürtçe) şeytancık adını verdiler. Sanırım yakıtsız, sessiz ve üstelik
sadece iki tekerlek üzerinde yuvarlanıp gittiği için onu küçük bir şeytana
benzetmişlerdi. Evimizdeki hizmetçi kızlardan biri öğretmenimizin bisikletinden
söz açıp ona «şeytanok» dedikçe gülüşürdük. Tabi çok sonraları
öğrenecektim ki Namık kemal, Ziya Paşa ve hatta Sultan
Abdülhamit bile bisiklete binememişlerdi!
Çocukluk
yıllarımda Çevremiz ve Hayat
İlginç
bir sosyolojik çevre içinde yetiştim. Biraz önce de söylediğim gibi biz bir
şeyh ailesiydik. Benden yukarıya doğru dördüncü kuşağa kadar aile büyüklerimiz
hep Nakşibendî şeyhi olarak ün yapmışlardı. Babam da bu tarikatın bir
şeyhi idi. Ayrıca şerif sıfatını taşıyorduk. Bu statü, geleneksel
İslâmcılık anlayışında kalıplaşmış bir soyluluk simgesidir. Seyit ya da şerif
unvanını taşıyan aileler, genelde kendilerini bir üst sosyal sınıf olarak
görmüşlerdir. Ben de (İslâm’ın doğrularını keşfetmeden önce) böyle bir
sınıfa mensup olduğuma inandığımı söyleyebilirim. Ama benim bu inancım, -gerçek
İslâm’ın ışığında aydınlanmaya başladığım yirmi yaşından sonra- tamamen
değişti. Fakat bendeki geleneksel düşünce yapısı, zamanla yerini bilimsel
düşünceye terk ettikçe başım derde girdi; sık sık ağır tepkilerle karşılaştım
ve büyük tehlikeler atlattım! İlerde anlatacağım gibi, bu yüzden yazılarımı ve
kitap çalışmalarımı hangi yayınevine teklif ettiysem hep ret cevabı aydım. Şu
var ki, böylece epeyi deneyimler kazanmış oldum ve çok şey öğrendim. Bu suretle,
içinde yaşadığım toplumu, bizzat gözlemlerimle keşfetme olanağını bulmuş oldum.
Bölgemizde
(köylerde) yaşayan halkın hemen tamamı Kürtlerden oluşurdu. Şehirlerde ise
Türklerden bir azınlık vardı. Bunların bir kısmı şehirlerin eski yerli halkı
idiler; bir kısmı da memur olarak batıdan atamayla gelmiş olanlardı. Kürtler,
tabiatıyla kendi dillerini kullanıyorlardı. Onun için (çok az sayıdaki Türk ve
Çerkez köyleri hariç) bölgenin tümünde yaygın olarak konuşulan dil Kürtçe idi.
Şimdi de öyledir. Fakat benim çocukluğumda bölgemizin halkı arasında dil
farklarının çağrışımıyla ırk ayırımı hiç yoktu. Hele Kürtler, şehirli Türkleri
Müslüman olarak tamamen kendilerinden sayıyorlardı. Şimdi çok daha iyi
anlayabiliyorum ki Kürtlere göre o zaman en büyük ortak payda İslâm’dı. Kürtler
arasında «Milli Kürt kimliği» özlemi ya da arayışı gibi hiçbir duygu da
yoktu. Bu, sonradan (belli güçler tarafından 1965’ten sonra) körüklendi. Fakat
bölgemizdeki Kürtler, -Şâfiî Mezhebine mensup oldukları için-, İslâm’dan
sonra ikinci ortak kimlik temelinde Türklerle «Sünnî» olarak birleşiyor
olmalarına rağmen (pislik kavramına ilişkin) inanışlar yüzündün Hanefî
Türklere hep mesafeli bakıyorlardı. Sebebi de kısaca şuydu: Bilindiği üzere,
Şâfiî mezhebinde köpek de aynen domuz gibi (etiyle, kemiğiyle, kanıyla,
salyasıyla, hülâsa her şeyiyle) necistir. Hem de «necâset-i galîza»’dandır.
Yani ağır pisliklerdendir. Günümüzün okumuş müslümansıları bu terimlere oldukça
yabancıdırlar! Eskiden köy medreselerinde küçüklere okutulan (Taqrîb) gibi ilmihallerde
öğrencilerin en çok dikkatini çeken konuların başında bu (necâset meselesi)
gelirdi. Onun için bu bölgede hâlâ köpek eve sokulmaz, ona çıplak elle
dokunulmaz. Islak olarak değdiği veya kanı, sidiği ve salyası gibi vücuduna ait
sıvıların bulaştığı kap kacak, giysi ve ev eşyasının da yedi kez yıkanması
gerekir. Şâfiî Kürtler bu konuda o kadar çok titiz idiler ki köy mollalarından
sık sık istedikleri dini açıklamaların başında -köpeğin değdiği yerin nasıl
temizleneceğine ilişkin- sorular gelirdi. Elbette ki Şâfiî Kürtler de köpek
beslerler. Köylerde hemen her ailenin bir köpeği vardır. Daha çok güvenlik için
besledikleri bu hayvanın gıdasına da önem verirler; ona iyi bakarlar. Ancak
yukarıda belirtildiği gibi onu ellemekten, onunla oynaşmaktan sakınırlar. Köpek
de bu muameleye alışkındır. Yani, sahibine mesafeli durur. Bu nedenledir ki,
uzaktan tuhaf tuhaf bakan kimse için, Türkler arasında eskiden «Şâfiî
köpeği gibi bakıyor!» derlerdi. Fakat Türk dili ve kültürü her dönemde
çok hızlı bir erozyona uğradığı için bugünkü kuşak eskiye ait birçok deyim ve
tabiri unuttuğu gibi bu deyimi de unutmuştur.
Esasen,
Hanefî Mezhebi’ne göre de köpek «necistir»; yani İslâm fıkhına göre
pistir. Ancak Şâfiîlikte olduğu kadar değil. Onun için Hanefî Türkler, Şâfiîler
kadar köpekten sakınmazlar. Üstelik Türklerin büyük çoğunluğu, temizlik
konusunda bugün artık İslâm kurallarını değil, Batı kurallarını ölçü
almaktadırlar. İşte bu sebepten ötürü Doğuda Kürtler, komşu Türk köylerinden
geçerken veya bu köylerde misafir kalırlarken biraz tedirginlik yaşarlardı.
Bunun dışında bir anlaşmazlık yoktu. Hatta ileri derecede dostluk kurmuş Türk
ve Kürt aileler vardı. Ayrıca eğitim görmüş Türk ve Kürt kökenli şehirliler
arasında akrabalık kuranların sayısı da az değildi.
Türkler’in,
genelde Kürtlere bakış açısı biraz daha farklıydı. Pek sezilmese bile onlar,
kendilerine sanki ülkenin birinci sınıf vatandaşı gibi bakıyorlardı. Fakat buna
rağmen sadece bu, psikolojik bir duygudan ibaretti. Çocukluğumda Türk kökenli
biri, ideolojik bir düşünce ile Kürt kökenli birine baskı yapmayı aklının
ucundan bile geçirmezdi. Ayrıca Doğudaki şehirli Hanefî Türkler, Batıdaki
Hanefî Türkler gibi Şâfiîlikten dolayı Kürtleri dışlamazlardı. Doğuda yaşayan
Hem Kürtler hem de Türkler, Şâfiî ve Hanefî mezheplerinin birer Sünnî İslâm
mezhebi olduğunu, isteyenin istediği mezhebi kabul edebileceğini, tarihten
gelen bir alışkanlıkla kabullenmişlerdi. Bu anlayışı sürdürüyorlardı. Batıda
halk, din ve hele İslâm konusunda çok daha bilgisizdir. Onun için batıya göç
eden Şâfiî Kürtlere İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa
gibi şehirlerde Hanefî Türkler hep Alevî gözüyle bakmış, onları dışlamış, bazen
de aşağılamışlardır. Oysa her iki mezhep de Klasik Arap Sünnîliğinin
yozlaştırılmış mahalli birer biçimidir. Her iki mezhep de bugünkü yozlaşmış
yapılarıyla ve mistik anlayışlarıyla –aynen Alevîlik gibi- İslâm’dan çok
uzaklaşmışlardır!
Çevremizin
halkını oluşturan Sünnî Kürtlerin hemen tamamı aynen Türkler gibi tarikatçı
idiler. Bölgenin Nakşibendî şeyhleri yüz elli yıldan beri buradaki halkın
arasında Nakşibendîliğin yoğun propagandasını yaparak onları öbek öbek
cemaatler halinde kendilerine bağlamışlardı. Kürtlerin bu tarikata ve
şeyhlerine bağlılığı halâ sürmektedir. Son yıllarda meydana gelen ideolojik
çatışmalar ve çeşitli gelişmeler bu eğilimin gerilemesine büyük ölçüde neden
olmuşsa da bazı şeyhler, mevkilerini henüz korumaktadırlar. Şu var ki tarikata
ve şeyhlere bağlılık oranı Kürt gençleri arısında şimdi çok düşüktür. Vaktiyle
Nakşibendîliğin, sürekli kuluçkaya yattığı Bitlis’in Çukur Yöresi
şeyhlerinin çocukları bile son zamanlarda bu tarikattan soğudular ve karşısında
tavır bile aldılar; hatta bu etkiyle İslâm’dan bile koptular. Sözde Norşinli Molla
Hamid ile Vartinisli Molla Bakır’ın bu gençleri yoldan çıkardığı
yolundaki iddialar tutarsızdır. Gerçekte bu çocuklar, Türk okullarında
gördükleri «modern» eğitimin etkisiyle az çok uyandılar; gerek Nakşibendî
şeyhlerinin yüzelli yıldır Doğu’da kurdukları site aile tipinin, gerekse
Nakşibendî Tarikatı’nın İslâmî disiplinlere ne kadar aykırı olduğunu gördüler.
Bir yandan da atalarının, yönettiği medreselerde okutulan yığınlarca İslâm’a
ait kaynaklara rağmen bu tarikatın girdabına nasıl düştüklerine bir anlam
veremedikleri için de İslâm’dan koptular. Bu konudaki inanış ve
alışkanlıklarından vazgeçemeyenler genelde yaşlı kuşaktır.
Çocukluğumun
ve gençliğimin geçtiği 1945-1965 yılları arasında Kürtler aşiret anlayışına
bağlı olarak yaşıyorlardı. Gerçi bu anlayış, günümüzde de pek fazla değişmiş
değildir. Ancak o günlerde her Kürt aşireti kendi şeyhine, kendi tarikatına
ve kendi ağasına sıkı sıkıya bağlı idi. Bu üç şey, Kürt
bölgesinde egemen olan aşiret sisteminin dinamikleridir ve bölgenin çok
yönlü sorunlarının temel nedenleridir. Dolayısıyla bu üç büyük sorun çözümlenmedikçe
bölge halkının İslâmlaşması, kalkınması ve uygarlaşması
imkânsızdır denebilir.
Doğuda,
-adları uzun listelere zor sığabilecek kadar- birçok irili ufaklı Kürt
Aşireti yaşamaktadır. Her aşiretin belli bir adı ve ona liderlik eden güçlü bir
aile vardır. Bazı büyük aşiretlerin birkaç kolu bile bulunmaktadır. Bunlar,
sayıca birbirinden farklıdırlar. Kimisi çok kalabalıktır. Üç köyün halkından
oluşan küçük aşiretler yanında yetmiş seksen köyün halkından oluşan büyük
aşiretler de vardır. Türkiye, Suriye, Irak ve İran’da
yaşayan Kürtlerin hepsi de bu sosyal düzene göre yaşamaktadırlar. Her aşiret
kendi ağasına ve kendi şeyhine çok sıkı bağlı olduğu için hiç kimse bağımsız
hareket edemez. Bu da aşiretlerin, çıkara ve zamanın koşullarına bağlı olarak
birbirine mesafeli kalmalarına neden olmuştur. Birkaç aşiret aynı şeyhe
bağlanmalarına rağmen, bu mesafe yine de daralmamaktadır. Kürtlerin henüz bir
millet kimliğini kazanamamış olmasının temel nedeni işte budur.
Biz de
çevrede tanınmış birkaç şeyh ailesi gibi birçok aşiretin bağlandığı dinsel bir
odak niteliğini taşıyorduk. Fakat etrafımızdaki kalabalığın ve bize gösterilen
olağanüstü saygı dolayısıyla toplumdaki ayrıcalığımızın anlamını ben
çocukluğumun ilk yıllarında hiç bilmiyordum. Tabiatıyla bilmediğim ve
kavrayamadığım daha birçok şey vardı. Çünkü ben küçüktüm, dünya ise gözümde
oldukça büyüktü. Gerçi dağların ötesinde başka köylerin ve kentlerin
bulunduğunu o günlerde de biliyordum (!) ama daracık ufkumu çevreleyen tepeler
yine de bana göre çok büyük ve çok heybetli idiler. Onun için bu tepelerin
çevrelediği küçük dünyam bana göre daha sıcak, daha güzel ve daha muhteşemdi. O
kadar ki, kadın hizmetçilerimizin gece yatmadan önce bana ve kardeşlerime
anlattıkları masalların hepsi de bu tepelerin berisinde yaşanmıştı. O tepeleri
hâlâ seviyorum.
Benim o
günlerdeki dünyamın en güzel köşesi hiç kuşkusuz Teygut Köyü idi. Yıllar
sonra Devlet, bu köye «Taşharman» adını verdi. Bu isim, hiç mi hiç beni
ilgilendirmedi. Çünkü O, belleğime ve ruhuma Teygut olarak kazınmıştı ve
öyle kalacaktı. Bitlis’in Ahlat ilçesine bağlı olan bu köy, Van
Gölü’nün batısında, Nemrut Dağı’nın altında hafif meyilli bir
arazide kurulmuş eski bir Ermeni köyüdür. Komşularımız olan köylerin adları da
böyle tuhaf ve anlaşılmazdı; Soğurt, Purhus, Tapavang, Fiştong,
Karmuç vb...
Ben
burada doğmadım. Muş’un Til Bucağı’na bağlı Hars Köyü’nde
dünyaya geldikten kısa bir süre sonra ailem bu köye taşındığı için hemen hemen
bütün çocukluk günlerim Teygut’ta geçti. Pek fazla ağacı ve yeşili
olmamasına rağmen, uzun ve güneşli bahar günleri vardı bu köyün... Mart ayının
sonundan itibaren güneş âdeta cilve yapar gibi bize göz kırpmaya başlardı.
Eskiçağ mağara evlerini andıran kubbeli karanlık yuvalarından köylüler, uzun
bir kış uykusundan sonra baharın ilk pırıltılı ılık günleriyle birlikte
kendilerini dışarı atar, duvarların dibinde güneşlenirlerdi. Henüz sürü
oluşturulmadığı için, mevsimin ilk günlerinde her aile, kuzularının peşine bir
iki çocuğunu katar onları çayıra otlatmaya çıkarırdı. Ben de onlara katılırdım.
Papatya ve menekşe toplar, çimenler üzerinde zıplayan kuzuları neşe içinde
seyrederdim. Bazen onları taklit eder, ben de zıplardım.
Yaşam
bana aşk aşısını işte o günlerde yapmıştı. İnsanları, tüm canlıları ve doğayı
dolu dolu sevdim o günlerde... Beni kuşattı, iliklerime kadar işledi sevgi...
Bu köyün çayırlarında, yonca tarlalarında, Ares Yaylası’na tırmanan
patikalarında gerçek sevgiyi soludum. Nemrut’un yüreğinden kaynayan o
billur suları, Menevşe Deresi’nde küçük avuçlarımla alıp kana kana içerken
benim minik yüreğim kıpır kıpırdı o günlerde...
Teygut’un bütün küçükleri de benim
gibiydiler. Onlar da sevginin çocuklarıydı. Onlar da doğayı benim gibi ve en az
benim kadar seviyorlardı. Ama benim duygularım daha başkaydı. Çünkü onları
kurbağa, kaplumbağa ve kertenkele öldürmekten zaman zaman ben engellemeye
çalışır, onları caydırırdım. Sonra da minik avuçlarının içindeki taşları âdeta
söker gibi alır, onlara öğütler yağdırırdım. Tıpkı babamın, onların babalarına
öğüt yağdırdığı gibi. Çünkü hepimiz babalarımızı ve annelerimizi taklit
ediyorduk. Evet duygularım, o küçük yaşıma rağmen bambaşkaydı. Papatyaları,
menekşeleri devşirirken bile inciniyordum. Onlar da uzun uzun yaşamalıydılar.
Kuzular hep kuzu kalmalı, bahar hiç bitmemeliydi. Ne var ki duygularımın bu
kadarı da doğaya aykırıydı. Yaşamı sevmek, hayata aşık olmak böyle olamazdı
elbette... «Kış kışlığını, yaz da
yazlığını yapmalıydı.» Yaşamı sevmek için aynı zamanda yaşamın
gerçekleriyle barışık olmak gerekirdi. İçinde yetiştiğim ailenin verdiği eğitim
de bunu öngörüyordu.
Evet
köyde oturuyorduk, ama aynı zamanda şehirliydik. Ayrıca ailemiz birçok bakımdan
farklıydı. Bölgedeki birkaç önemli aileden biri de bizdik. Büyüdükçe bunu daha
iyi fark ediyor evde bana verilen öğütlere, dışarıda uymaya son derece dikkat
ediyordum. Onun için çocukluğumu yaşarken bile ağır başlı olmam gerektiğini
hemen her davranışımda hatırlamak zorundaydım.
Cumhuriyetin
ilk yıllarından beri «Doğu Anadolu» diye bir isim takılmış olan
bölgemizin genel coğrafi özellikleri
bugünün okullarında okutulmaktadır. Onun için bu sıradan bilgileri
burada yinelemenin bir anlamı yoktur. Ancak bölgenin sosyolojik özellikleri ve
bu özelliklerin, çevredeki yaşamı nasıl etkilediği çok önemlidir. Tabiatıyla
resmi coğrafya kitaplarında bu konuda bir bilgiye rastlamak hemen hemen mümkün
değildir. Bölgede hangi tür bitki ve hayvanların yaşadığını, hangi dağların yer
aldığını okul kitaplarında bulabilirsiniz. Fakat bu bölgede hangi aşiretlerin
yaşadığını, hangi dillerin konuşulduğunu, hangi tarikatların yaygın olduğunu,
ne tür geleneklerin, ne çeşit düşüncelerin ve inanışların egemen olduğunu okul
kitaplarında elbette ki bulamazsınız. Çünkü bu gerçekleri açık seçik söylemek
resmi ideoloji ile bağdaşmaz. Bu ideolojiye sahiplenen statükocu egemen
azınlığın görünürde çok doğru ve mantıklı bir gerekçesi de var bu konuda: «Ayırımcılık
ve bölücülük, toplum arasında din, mezhep ve düşünce farkı gözeterek fitneye
yol açmak suçtur». Bunda hiç kuşku yok elbette... Toplumu oluşturan Kürt,
Türk, Arap, Laz, Çerkez ve Boşnak gibi etnik topluluklar arasında ayırımcılık
yapmak, onları birbirine karşı kışkırtmak şöyle dursun; bu toplulukların ayrı
birer millet olduğunu söylemek bile suçtur ve topluma verilebilecek en büyük
zarar ancak böyle bir ayırımcılıktan doğabilir. Fakat gelin görün ki bu
ayırımcığı yapanlar, daima statükocuların bizzat kendileri olmuştur! Bu
toplulukların adları, her birine ait dili, gelenek ve inanışları hakkında bilgi
vermekle onlar arasında ayırımcılık yapmak son derece farklı şeylerdir. En
büyük ayırımcılık ve en tehlikeli bölücülük, bu topluluklardan birinin
varlığını inkâr etmektir. Çünkü bu tutum, yok sayılan topluluğu derhal
kışkırtacak ve onu siyaset sahnesine başka bir ideoloji ile çıkaracaktır. Bu
ise ırkçılığın ve fitnenin kaynağıdır.
Gerçekler
ne kadar yok sayılsa da onlar yine vardır. İnsanlar, gerçekleri okullarda
öğrenemezseler bile mutlaka başka yerlerde çeşitli yollarla günün birinde
onları öğrenirler. Fakat o zaman da bu gerçekleri vaktiyle gizlemiş olanlara
karşı güvenleri sarsılır. Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, «Gerçekler
ebediyen gizlenemez!»
Hiç
kuşku yok ki coğrafi özelliklerin ve iklim koşullarının da sosyal yapı üzerinde
çok yönlü etkileri olur. Hatta bu etkiler o kadar geniştir ki insan psikolojisini
bile yönlendirir. Yaşamına, baştan ayağa farklı bir görüntü kazandırır. Bu
noktanın, özellikle bölgemize ilişkin olarak ne anlam taşıdığını öğrenebilmek
için yontulmuş, görmüş geçirmiş kimselerden birçok şey dinlemek gerekir.
İşte o kimselerden biri de benim! Çünkü o bölgenin
öz be öz çocuğu olarak doğdum; ninnisiyle büyüdüm. O bölgenin, benim yaşımdaki
küçük Haso’ları ve Memo’larıyla, Ayşo’ları ve Fato’larıyla oynayarak yetiştim.
Soğuk pınarlarından kana kana içtim. Mis gibi ekmeğinden doya doya yedim.
Tozlu, kıvrımlı yollarında yıllarca yürüdüm. Okullarında, medreselerinde
okudum. Düğünlerine, yaslarına katıldım. Acılarını, sevinçlerini paylaştım.
Oyunlarını ve kavgalarını seyrettim. En önemlisi; güzelliklerini güzel,
çirkinliklerini ise çirkin gördüm. Bunları hiçbir zaman birbirine
karıştırmadım. Onun için de güzel şeylere karşı bazı kusurlar yüzünden
gözlerimi kapayamadım. Bu melekeye sahip olmayı aileme, anneme ve babama
borçluyum. Onları rahmetle anıyorum.
Bölgemizin
jeososyal yapısı üzerine konuşmaya gelince bu iş, hiç kuşku yok ki bu çevrede yetişmiş, dürüst ve yetkin
sosyologların işidir. Ben ise ne sosyoloğum, ne de bu satırlarda akademik bir
dil kullanmayı yeğledim. Ben sadece aşkım olan yaşamı anlatmaya çalışırken
doğup çocukluk günlerimi geçirdiğim yerlere ait özlemimi ve anılarımı dile
getirmek istedim. Hepsi o kadar. Ama yine de sizi heyecanlandıracak, size
nostaljik ve romantik anlar yaşatacak
çok şeyleri benden dinleyebilirsiniz.
Örneğin
siz hiç sekiz ay boyunca bir metreden fazla kar altında kalan bir bölgede
yıllarca yaşadınız mı? Burası elbette ki
Sibirya gibi bir yer değil, sıcak yazları da var; fakat böyle ilginç bir iklime
sahip coğrafyada insanlar ne yer, ne içer, ne iş görür, nasıl geçinir; beyaz
pudra gibi kar tozu içinde, bazen de kristalize olmuş buzlu kar üzerinde nasıl
yürür, fırtınada, tipide ne yapar, ne yakar, nasıl ısınır, nerede nasıl
yıkanır, ölülerini nasıl gömerler?... Bunları hiç düşündünüz mü? Sekiz ayın
hemen hemen tamamını sıfırın altında en az 20 derecede geçiren bu insanlar,
yaşamlarını nasıl sürdürürler; nasıl sürdürebilirler? Türkiye’nin ılıman
bölgelerinde yaşayanlar, hele tuzu kuru olanlar buraları beş on yıl öncesine
kadar hemen hiç bilmez, öğrenmek bile istemezlerdi. Bu adamların, Türkiye’nin
doğusu ve güneydoğusu hakkındaki kanaatleri; coğrafya kitapları, Meteoroloji
Dairesinin verdiği hava tahmin raporları, PKK hakkındaki haberler ve bu bölgeye
sürülmüş memurların verdiği bilgilerle sınırlı idi.
Çocukluğum
Ahlat yakınlarında geçti. Ne zaman kurulduğu bilinmeyen bu tarihi kent, Van
Gölü’nun kuzeybatı kıyısı üzerinde bulunmaktadır. İlk önce Ashâb tarafından
fethedilerek Bizanslılardan alınan ve Türklerden önce Abbâsî İslâm
İmparatorluğu’nun sınırları içinde asırlarca kalan bu şehir, tarih boyunca
epeyce el değiştirmiş, birçok devletin toprakları arasında yer almıştır. İlginç
kümbetleri, kalesi ve devasa genişlikteki eski mezarlıklarıyla, ilk kez ziyaret
edenler üzerinde derin etkiler uyandırır, insanı âdeta büyüler. Bol meyvesiyle,
özellikle kayısı bahçeleriyle ünlüdür. Halkı ise uysal ve görgülüdür. İlçenin
ve merkeze bağlı birkaç köyün halkı Türk kökenlidirler. Türkler, Selçuklular
döneminden beri buranın yerleşikleridirler. İlçeye bağlı Hulük Köyünün
halkı Çerkez, Haskündürük, ve fiştong gibi birkaç köyün halkı Türk, öbür
köylerde ise Kürtler oturur.
Çocukluk
dönemimi, işte bu ilçeye bağlı bir köyde yaşadım. Teygut köyü... Bu köye
yaklaşık yirmi kilometre uzaklıkta bulunan Van Gölü’nü, özellikle yaz
sabahları güneşin doğuşu sırasında seyretmenin hazzına doyamazdım. Biraz önce
söylemiştim. Burası, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce 500 Ermeni ailenin yaşadığı
kalabalık bir köymüş. Babam anlatırdı; o zamanlar bir keresinde yolu buraya
uğramış ve köyün papazına konuk olmuş. Ne ilginç, değil mi? Babam o günlerde,
bu köye 32 yıl sonra gelip yerleşeceğini aklının ucundan bile geçirmemiştir
sanırım...
Köyün
hemen her yanında Ermenilere ait belirtiler vardı. Örneğin ilçemiz Ahlat’a
gidenler, köyün çıkışında bir kilisenin yanından geçerlerdi. Bu kilise vaktiyle
boştu. Bir ara ağıl olarak kullanılıyordu. Sonraları buraya bir aile yerleşti
ya da yerleştirildi. Bu kilisenin şimdilerde ayakta olup olmadığını bilmiyorum.
Ama köyümüzün dışında üç km. kadar uzakta Nemrut yönüne düşen bir
yamaçta, görkemli bir kilise daha vardı ki burası Tekya (Tekke) Kilisesi
adıyla ünlüydü. Duvarları, çeşitli renklerde kesme taştan örülerek inşa edilmiş
olan bu kilise, çevremizde heybetli bir yapı olarak dururdu.
Bir
zaman sonra köyde kesme taştan evler yapmaya başlanınca her isteyen bu
kilisenin taşlarını sökerek onları, inşa ettiği evin duvarlarında kullandı.
Ermenilerden kalma mezarlığın taşları da aynı amaçla kullanıldı.
Bunu ben
elbette ki bir işgüzarlık niyetiyle anlatmak istemiyorum. Öküzün altında buzağı
arayanlar bu tür anlatımlardan hemen nem kapar, olumsuz bir şey çıkarmaya
çalışırlar. Ben sadece bölgenin o günlere ait bir çeşit fotoğraflarını
canlandırmak istiyorum. Bu ilgiyle ifade etmeliyim ki yüzyıllar boyunca
Haçlılar tarafından işgal edilmiş İslâm vatanında da belki yüzlerce, belki de
binlerce cami, mescit, han, hamam, imaret ve saraylar, vahşice yerle bir
edilmiş, bu suretle acılı ve yaslı tarihin yaşlı sinesinde derin yaralar
açılmıştır. Fakat Tekya Kilisesi’nin taşlarını sökenler elbette ki
Haçlılardan intikam almak için bunu yapmıyorlardı. Çünkü köyümüzde Haçlı
savaşları hakkında en ufak bilgiye sahip bir kimse bile yoktu. Dolayısıyla ben,
gördüğüm her olumsuzluğu, sadece aşığı olduğum yaşamın pırıl pırıl çehresi
üzerinde iz bırakmış bir tırmalama olayı şeklinde algılarım. Tıpkı bu kilisenin
yıkımını da aynı duygularla algıladığım gibi... Ve onu öyle de aktarırım. Bu
ise benim hakkımdır.
Kesme
taştan yapılmış ilk konutlardan biri de bizim evimizdi. Ama evimiz bu kilisenin
taşlarından yapılmamıştı. İyi ki de öyle olmuştu. Yoksa o kilisenin âdeta
katledildiğini, ben bugün yazamazdım.
Ailemizin
saygınlığını sembolize eden bu evimiz birkaç gözden ibaretti ve köydeki
evlerden daha büyükçe idi. Onun için köyümüzdeki evler arasında o bir köşk
görünümünde idi. Geniş odalarından birini, -babamın ziyaretçilerini kabul
ettiği- salon (dîvân) olarak kullanıyorduk. Evimizde, köydeki bütün
konutlardan farklı olarak tuvalet ve banyo vardı. Ayrıca bitişikte, babamın
atlarına mahsus bir ahırımız ve tandırevimiz vardı. Tandırevi dediğim bu yer
kubbeli, tam ortasında bir tandır, yan duvarlardan birinde de şömine bulunan
mutfağımızdı. Şömineye ocak derdik.
Çocukluğumun
ilk yıllarında, köydeki evler bizimkinden çok farklıydı ve epeyce ilkeldi.
Bunlar ilk Çağ mağara evlerini andırıyorlardı. Savaştan hemen sonra Bitlis
eşrafından Geboloğlu İsa Bey, ile Memduh Bey adında iki
kardeş tarafından sahiplenilen bu köye, Mutki civarından getirilip
yerleştirilen yüz kadar aile, ilk zamanlarda düzenli projelendirme ve
parselleme anlayışına henüz sahip bulunmadıkları için evlerini rasgele yerlere
kurmuşlardı. Üstelik insanın rahat ve sağlıklı bir yaşam sürdürebileceği
biçimden de yoksun olarak bu evleri inşa etmişlerdi. Şimdi, iç ve dış görüntüsü
ile yapılış şeklini açıklamaya çalışacağım bu evleri siz zihinlerinizde
canlandırırken, eminim ki çok şaşıracaksınız.
Ev
demeye insanın gerçekten zorlandığı bu yapıların kuruluş şekli şöyle idi:
Önce
evin yapılacağı yaklaşık 300 metrekarelik bir alan üzerinde, tam daire şeklinde
bir buçuk metre yükseklikte moloz taşlardan bir duvar örülürdü. Bu duvar için,
her şeyden önce bir temel bile kazınmazdı. Sadece samanla karışık, balçıktan
bir harçla moloz taşlar rasgele üst üste yığılarak çok özensiz bir şekilde
örülürdü. Duvar tamamlandıktan sonra ikişer metre uzunluğunda ve otuzar cm.
çapında keresteler getirilerek, bunlardan birkaçının uçları kavisli duvarın
üzerine konur, fırdolayı bir sıra dizilirdi. Bunların da üzerine çapraz gelecek
biçimde ikinci sıra, ondan sonra aynı
yol izlenerek üçüncü sıra dizilir ve gittikçe tepeye doğru bir tümsek biçimini
alan çatı oluşturulurdu. Bu kerestelerden meydana gelen damın iskeleti
arasındaki boşluklar da ince meşe sırıkları ile örtülürdü. Onların da üzerine
saz kamışından bir tabaka, onun da üstüne ot ve en üste de yirmi otuz
santimetre kalınlığında toprak serilerek sıkıştırılırdı. Böylece evin çatısı
tam yuvarlak bir kubbe şeklini alırdı.
Evin
ışıklandırılması ve ısıtılması da çok ilginçti. Işıklandırma için, çatı
yapılırken tam kubbenin tepesinde elli cm. çapında yuvarlak bir delik
bırakılırdı. İşte evin içi ancak bu delikten sızan ışıkla aydınlanabilirdi.
Kışın, bu delikten evin içine kar ve yağmur düşmemesi için uzun bir sırığın
ucuna padişah kavuğu gibi yeşil ottan örülmüş bir sarık takılır, bu delikten
evin içine sarkıtılırdı. Eğer yağış yoksa sabahleyin içeriden bu sırığın ucu
dışarıya doğru itilir, böylece ev aydınlatılırdı. Ama bu hiç de yeterli
değildi. Ev halkı –özellikle kapalı havalarda- birbirini zor seçerlerdi.
Geceleri,
petrol gazı ile yanan, basit tenekeden yapılmış, koni biçiminde fitilli bir
idare lambası ile evin içi aydınlatılırdı. Bu araç, sadece ortalığı biraz
görmeye yarayabiliyordu. İnsanlar evin içinde âdeta birer gölge gibi idiler.
Evin ortasında tandır vardı. Bugün şehir çocukları, özellikle de büyük
kentlerde doğup büyüyenlerin çoğu, bu tandır denen şeyin ne olduğunu, sanırım
bilmezler. Doğuda hemen bütün köylerde –on beş, yirmi yıl öncesine kadar-
evleri ısıtma aracı işte bu tandırdı. Kil balçığından bir buçuk metre
yükseklikte, bir metre çapında on cm. kalınlıkta fıçı biçiminde bir künk
yapılırdı. Tabi bu künk, yazın uygun bir yerde hazırlanır ve uzun süre güneşte
kuruduktan sonra –yukarıda anlatılan- kubbeli evin tam ortasına kazılmış
çukura yerleştirilirdi. Etrafı da toprakla doldurulup sıkıştırılırdı. Ayrıca
dipteki kenarlardan –tutuşmayı mümkün kılmak için- bir hava deliği
bırakılır; bu delik, uzun bir kanalla evin bir yerine açılırdı.
Hemen
her gün, evin ekmeği ve bir kısım yemeği işte bu tandırda pişirilirdi. İlk
tutuşturma sırasında yarım saat kadar tandırdan yükselen dumanlar evin içini
kaplar, daha sonra tepedeki delikten tamamen dışarı çıkardı. Bunun sonucu
olarak, köyün, bütün bu tip evlerinin tavanlarında örümcek ağına benzeyen siyah
pasaklı saçaklar sarkardı. Bazen bunlar birbirine yapışarak yama ve çaput
parçaları gibi şekiller alırlardı. Tandırda ateş yakıldığı sıralarda bu
saçaklar, kirli, siyah kubbeli tavanın orasında burasında sallanıp dururlardı.
Evleri,
hele o geniş kubbeli köy evlerini kışın ısıtmak oldukça zordu. 1950’ye kadar,
köyde bizim evden başka bir yerde soba bulunmazmış. Tabi ben bu tarihlerden
öncesini hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla ilk yıllarda sadece bizim evde, (aynı
zamanda köyün muhtarı da olan) Ağa’nın evinde, Camide ve okulumuzda soba
vardı. Öbür evlerde ise insanlar tandırda ve (şömineye benzeyen) ocakta ateş
yakarak ısınmaya çalışırlardı. Ama pek de ısınamazlardı. Bu insanların nerede
ve nasıl banyo yaptıklarını hâlâ merak ederim.
O
yıllarda tabi bizim yörede, ısıtmada kullanılan yakıt türü hakkında, bugün
kentlerde yetişen kuşağın belki de hiçbir bilgisi yoktur. O zamanlar ulaşım çok
zor olduğu ve teknoloji, yaşamı kolaylaştıracak düzeylerde henüz gelişmediği
için taşkömürü kullanımı sadece büyük kentlerde vardı. Köyler için, hele
doğunun köyleri için taş kömürü ulaşılmaz bir lükstü. Yöremizin arazisinde
orman da yoktu. Cılız otlaklar, genelde kumlu bir toprak ve şuraya buraya
serpilmiş çalılardan oluşan bir bitki örtüsü vardı arazinin. Bozkırdan ibaret
olan bu arazideki Köyümüzde iki türlü yakıt kullanılırdı: Tezek ve geven.
Tezeğin kurutulmuş hayvan gübresi olduğunu belki birçok kimse bilir; fakat
geven ne menem şeydir? İşte bunu anlatmak biraz zor. Bu enteresan bitkiye
ilişkin bilgileri okullardaki coğrafya kitaplarında bile bulamazsınız. Oysa bu çok
yönlü bitki, bağımsız bir kitap konusu olabilecek kadar insanın aklını meşgul
edecek cinstendir.
Gevenin
kalın ve kısa bir sap üzerinde yer alan ortalama 80 cm. çapında daire
biçimindeki üst bölümü, yüzlerce minik dalcıktan ve binlerce kısa sert dikenden
oluşur. Gövdesi ve dalları siyaha çalan gri renkteki bu bitkinin minik
yaprakları, baharın ilk günlerinde yeşil ise de çok geçmeden parlak renklerini
yitirerek grileşirler. Yağmurdan sonra, gövdesinin üzerinde yer yer fındık
büyüklüğünde saydam bir zamk oluşur.
Ben
küçükken kitaplarımın sökülmüş formalarını bu zamkla tamir eder, öğretmenimizin
verdiği el işi ödevlerinde de yine bu zamktan yararlanırdım. Fakat babam,
kitaplarının onarımında yine bitkisel bir madde olan, ancak (Çiriş kökü
pudrası denen) başka bir zamk kullanırdı.
Köyümüzün
ve civar köylerin en önemli enerji kaynaklarından biri de işte bu geven denen
bitki idi. Bu bitkinin iki türü var. Kürtler bunlardan birine «Goni»,
öbürüne de «Kok» derler. Sanırım bu kelime, Türkçe «kök»
sözcüğünün yöresel dilde küçük bir değişikliğe uğrayarak telaffuz edilen
şeklidir. Nitekim Kürtçe’de epeyce Türkçe kelime ve tabir kalıpları vardır.
Geven
bitkisi sonbahara doğru iyice olgunlaşır ve kısacık gövdesi odunsu bir sertlik
kazanır. İşte bu aylarda köylüler zaten yaz mevsiminin, yoğun işlerle geçen
günlerini geride bırakmış olurlardı. Kış hazırlıklarının en son yapılacak
işlerinden biri olarak geven sökmeye giderlerdi. Ekim ayında ham araziye çıkar,
bir çift öküz koştukları kağni arabalarına tepeleme doldurdukları geven
yükleriyle köye dönerlerdi.
İkinci
yakıt türü ise tezekti. Bu madde iki şekilde elde edilirdi. Birincisi, büyükbaş
hayvan gübresiydi. Bu gübre yaz günlerinde ahırdan yaş olarak dışarıya taşınır,
bazen samanla karıştırılarak 30-40 cm. çapında 3 cm. kalınlığında yuvarlak
tablalar haline getirilir, duvar üstlerinde ve damlarda kurutulurdu. Yeterli
miktarda birikince eve yakın, açık bir alanda, yaklaşık üç metre çapındaki
dairesel bir tabandan yukarıya doğru daralarak koni biçimini alan sivri bir
yığın haline getirilirdi. 6-7 metre kadar yükselen bu tepesi sivri tezek
yığınına Kürtçe’de «Kalağ» denirdi.
Gübreden
yakıt elde etmenin ikinci kaynağı ise koyun ağılları idi. Çünkü köyümüzde çok
miktarda hayvan beslenirdi. 113 ailenin yaşadığı köyümüzde, 1950’li yıllarda
sanırım onbini küçükbaş, binbeşyüzü de büyükbaş olmak üzere önemli bir hayvan
potansiyeli vardı. Onun için özellikle yazın ahırlar, kışın ise kapalı koyun
ağılları gübre ve tezek için önemli birer kaynak oluştururlardı. Kışın ağıllarda
barındırılan koyunların aylarca bıraktığı ve sıkıştırdığı gübre kalınlığı
bahara kadar 25 cm.’yi geçerdi. Karların erimesiyle birlikte koyunlar otlaklara
çıkmaya başlayınca kapalı ağılların taş zemini üzerinde oluşmuş ve aynı zamanda
prese edilmiş tezeği dışarıya çıkarma işlemi başlardı. Baharın son günlerinde
yapılan çalışmalardan biri de bu idi. Önce ağılın içi satranç tablası
üzerindeki paftalara benzer şekilde ip gerilerek çizilir, sonra özel bir
kürekle bu tezek paftaları çıkarılır, yine özel surette hazırlanmış sedye
biçimindeki bir taşıma aracıyla dışarı çıkarılarak kurutulurdu. İşte
çocukluğumda biz bu iki tür yakıtla ısınır, yemeklerimizi bunların ateşinde
pişirirdik.
Köy
halkının kullandığı bu doğal kaynakların aynısını aile olarak biz de
kullanırdık, kullanmak zorundaydık. Fakat biz daha özenle davranırdık. Örneğin
gübrenin itici kokusu ve gevenin olumsuzlukları bizim ev ortamımıza yansımazdı.
Hem
kültürel farkımızın, hem de ailemizin, sahip bulunduğu sosyal statü gereği, biz
daha dikkatli davranmak durumundaydık. Bu farklılığı zaten doğal olarak
yaşardık. Ben bazen arkadaşlarımla birlikte elbette ki evlerine de giderdim.
Tabi bu ancak davet edildiğimde olurdu. Yaşım küçük olmasına rağmen saygıyla
karşılanırdım. İçeriye girdiğimde yaşlılar bile ayağa kalkar, şömineye yakın
yerde, seki üzerinde kendileri için yapılmış minderli özel yerlerini bana terk
ederlerdi. Konuşmalarımı dikkatle dinler, söylediklerimden ders ve ibret
aldıklarını çoğu kez söylerlerdi. Arkadaşlarıma, ödevlerini hazırlamada da
yardımcı olurdum. Benim ders ve okulla ilgili araç ve gereçlerim daha çoktu.
Onları da bundan yararlandırırdım.
Genelde
arkadaşlarımla birlikte ziyaret ettiğim ve yaklaşık bir saat kadar misafir
olduğum bu kubbeli yarı karanlık köy evlerine, -orada yaşayanlar kadar
olmasa bile- biz de alışıktık. Çünkü mevsimlik de olsa bu köyün
halkındandık. Onlarla hayatı paylaşıyorduk. Sevinçlerine ve acılarına
katılıyorduk. Bize, sırf saygılarını sunmak, hal hatırımızı sormak ve varsa bir
ihtiyacımızı karşılamak için onlar da bizi ziyaret eder, hediyelerle gelir,
belli kurallar içinde misafirhanemize girip çıkarlardı. Bizimle konuşurken daha
disiplinli davranışlar gösterir, özel bir terminoloji kullanırlardı.
Örneğin
babama, «Kurban! Hal-i Şeyh Çâne?»; yani «Efendi Hazretleri
Nasıldırlar?» diye hitap ederek, sırf Ona karşı kullandıkları bu özel
ifade şekliyle- hal hatır sorarlardı.
Yukarıda
sözünü ettiğim bu kubbeli yarı karanlık köy evleri, hiç kuşkusuz eski çağların
pek değişmemiş bazı geleneklerinden bir örnekti. Bu evlerin ilginç bir yanı da
gece gündüz susmadan içeride öten cırcır böceklerinin çıkardığı seslerdi. Bu
evlerde yaşayanlar, özellikle cırcır böceklerinin cızırtılarına ve horozların
ötüşlerine o kadar çok alışık idiler ki, dikkatlerini bu seslere çektiğim her
defasında bana şaştıklarını, yüzlerindeki ifadeden anlardım.
Köyümüz,
sözde buğday zenginiydi. Çevrede öyle bilinirdi. Gerçekten de çok bol mahsul
alınırdı. Köyün arazisinin önemli bir bölümünü oluşturan geniş karakılçık
tarlaları, Ağustos ayının başlarında yumuşak yaz esintileriyle deniz gibi
dalgalanırdı. Bu geniş arazilerin o günlerde kara sabanla nasıl sürülebildiğine
hâlâ hayret ederim. Toprak ürünleri bakımından zengin olmasına rağmen
çocukluğumun geçtiği yıllarda bura halkının refah düzeyi yine de yüksek
değildi. Şu var ki israfı ve tüketimi körükleyen nedenler o yıllarda hiç yoktu.
Onun için halk yazın buğday, yün, yağ, peynir ve canlı hayvan satarak kazandığı
para ile gelecek yaza rahat çıkabiliyordu. Köye kadar gelen satıcılarla yapılan
alışverişlerde para kullanılmaz, daha çok takas yapılırdı. Yalnız sebze ve
meyve değil, iğne iplik, düğme, sakız, anahtarlık, sabun ve lavanta gibi
çeşitli tuhafiye ve temizlik maddeleri bile buğday, yağ ve yün karşılığında
satın alınırdı. Para ise ancak şehirdeki büyük alışverişlerde
kullanılırdı.
İlçemiz Ahlat’la
köyümüzün arası yaklaşık otuz kilometre kadardır. Köyümüzden, hemen her gün Ahlat’a
gidenler olurdu. Bunlar genelde eve lazım olan bir ihtiyaç maddesini satın
almak, ya da mahkeme, nüfus ve askerlik gibi resmi bir işlem için giderlerdi.
Özellikle yolculuğun zorlaştığı kış günlerinde kasabaya gidenlere komşular
tarafından ufak tefek bazı ihtiyaçlar da ısmarlanırdı. Çünkü eskiden köyde bir
bakkal bile yoktu. Bakkal yerine, halk arasında «çerçi» denen bazı
seyyar satıcılar yaz aylarında köye aralıklarla uğrarlardı. Bunlar iki gruptu.
Bir kısmı bölgenin verimli yörelerinde oturan ve sebze meyve yetiştirenlerdi.
Genelde Hizan taraflarından bizim köyümüze sebze ve meyve satmaya gelirlerdi.
Bunların hepsi de Kürt kökenliydi. Ayrıca Bitlis’te oturan Türk asıllı
iki yaşlı kadın vardı ki bunlar köyümüze «incik boncuk» cinsinden
çeşitli tuhafiye, krem, güzel kokular, baharat ve çocuk oyuncakları gibi çok
çeşitli şeyler getirir, köyde bir eve misafir olur ve o evin önünde sergilerini
kurarlardı. Bir hafta kadar kaldıktan sonra başka köye giderlerdi. İkisi de
kırık dökük bir Kürtçe ile işi idare eder, o günün şartlarında bir yılın
harçlığını böyle kısacık bir mevsim içinde çıkarmaya çalışırlardı. Bunların
ikisi de fırsat buldukça her defasında bize uğrarlardı. Annem onları sıcak
karşılar, aralarında Türkçe konuşurlardı. Fakat Annem bu ikisinden Gürcü
Bacı’ya daha çok yakınlık gösterir, İffet Hanım adındaki öbür çerçi
kadınla ise daha az ve dikkatli konuşurdu. Sonraları öğrendim ki bu İffet
Hanım (İfo Bacı), çevrede «Cumhuriyet Hafiyesi» yani istihbaratçı
olarak bilinirmiş. Halk da ondan çekinir, yanında kimse pek fazla laf etmezmiş!
Bu gerçek, Türkiye’de «Derin Devlet»’in her dönemde işbaşında olduğunu
kanıtlamaktadır.
Bölgemiz
halkının yaşam tarzı özellikle iki baskın faktörün etkisi altında
şekillenmişti. Bunlardan birincisi, sekiz ay süren uzun ve çetin kış
şartlarıydı; ikincisi ise yılda yalnızca Ağustos ve Eylül aylarında ürünlerden
elde edilen toplu gelirdi. Halk, bütün bir yıl için –takasla değil, ancak
para karşılığında sağlayabileceği- ihtiyaç maddelerini işte bu iki ay
içinde satın alırdı. Köylüler, İlimiz Bitlis’e Eylül ve Ekim ayları
içinde belli günlerde toplu olarak birkaç kez alışverişe gider, bir yıl için
gereksinim duydukları çeşitli ev ihtiyaçlarını satın alırlardı. Bu ihtiyaç
maddeleri içinde hemen hemen yiyecek cinsinden bir şey bulunmazdı. Çünkü
köylüler yiyeceklerini kendileri üretirlerdi.
Sebze ve
meyveye gelince; olumsuz iklim koşulları nedeniyle bütün bir kış boyu hemen
hemen hiç kimse taze bir meyve ya da sebze tatma olanağını bulamazdı. Sadece
güzün, bitişiğimizdeki Purhus köyüne, bizim köylüler gidip oradan bolca
lahana satın alırlardı; kağni arabalarıyla getirip evlerinin bir yerine
yığarlardı. Uzun süre kalabilecek şekilde onları saklar, arada bir yemeklerde
kullanırlardı. Bunun dışında çevremizin halkı, ilk bahar ve son bahar aylarında
yabani sebze ve meyvelerden yararlanırdı. Örneğin yöremizin ormanlık kesimlerinde
yabani armut bulunurdu. Ayrıca güzün, köyün gençleri aralarında anlaşarak bir
gün belirler, birlikte alıç toplamaya çıkarlardı; akşama doğru kırmızı alıç
dolu torbalarla köye dönerlerdi. Bu yabani meyvelerden, -tam olgunlaşınca
sarı renge boyanan- boncuk gibi bir cins daha vardı. Bitlis’te buna «Dağdağan»
derlerdi. Eğlencelik olarak ceplerimize doldurur yerdik. Sanırım «Çitlembik»
dedikleri şey bu olmalıdır. Bahar mevsiminde de aynı şekilde yaylaya ıçkın
devşirmeye çıkar, sırtlarında ıçkın balyalarıyla dönerlerdi. Bitlis’in
etrafındaki bütün yaylalarda ıçkın yetişir. Onun için köylüler nisan ve mayıs
aylarında yaylalardan devşirdikleri ıçkınları götürüp şehirde satar, küçük bir
harçlık çıkarırlardı.
Bölgemizin
ormanlık kesimlerinde çok ilginç bir tabiat olayını hemen her yaz yaşardık.
Bunu, yaşamayanlara inandıramam diye özellikle İstanbul’a taşındıktan sonra –hiçbir
münasebetle- şimdiye kadar kimseye anlatmış değilim. Ama şimdi anlatacağım.
İnanmayanlar olursa Doğu halkından bunu bizzat yaşayan milyonlarca insana
sorarak olayı diledikleri gibi değerlendirebilirler. Olay şudur:
Özellikle
yaz mevsiminin sonlarına doğru bir sabah uyandığımızda meşe ağaçlarının
yaprakları üzerinde bol miktarda, bal tadını veren, billur gibi renksiz, yoğun,
şeffaf ve yapışkan damlalar görürdük. Evet bu madde aynen bal gibi tatlıydı.
Hoş da bir kokusu ve lezzeti vardı. Buna Kürtçe «Gezo», Türkçe ise «Kudret
helvası» diye bir isim verirlerdi. Bölge halkı, bu maddenin «Allah
tarafından gece yağdırıldığını» ileri sürerdi. Köylüler hemen ormana
üşüşür, «Gezo» damlalarıyla yüklü, bol yapraklı dalları keserek bir çift
öküz koşulan kızaklarla onları köye getirirlerdi. Bu bol yapraklı dallar, su
dolu kazanlarda yıkanırdı. Sonra şerbete dönüşmüş kazanlar dolusu bu gezolu su,
koyulaşıncaya kadar ateşte kaynatılır, pekmez haline getirildi. Halk bu
pekmezin şifa verdiğine inanırdı.
Bu
saydam ve tatlı damlaların, gerçekten bir buluttan mı yağdığı yoksa ağacın bir
salgısı mı olduğu hakkında benim hiçbir bilgim yoktur. Şimdi düşünüyorum ve bir
şeye çok hayret ediyorum; Bölgenin mollaları hemen her şeye burunlarını sokup
fetva verirlerdi. Bu konuda ise onların hiç birinden çıt çıktığını duymadım.
Din adına hurafe üretmek için birbiri ile yarışan bu adamlar, nasıl olur da
şimdiye kadar bu olay hakkında hikmetler yumurtlamamış, hikâyeler
uydurmamışlardır! Buna gerçekten şaşıyorum. Ayrıca araştırmacılar, bilim
adamları ve üniversiteler de bu olay hakkında şimdiye kadar hiçbir açıklama
yapmamışlardır. Bu da Türkiye halkının ilimden ve evrensellikten (aynı
zamanda bir ilim dini olan İslâm’dan) ne kadar uzak olduğu gerçeğini ortaya
koyan güçlü kanıtlardan biridir!
Benim
çocukluk günlerimde, ilimiz Bitlis’te bile yayın aracı olarak radyo bir
lükstü. Ancak varlıklı ailelerin evlerinde elektrikle çalışan kocaman lambalı
radyolar bulunurdu. Hele köylerde, değil dış dünyadan, Türkiye’nin merkezinden,
hatta ilimizdeki olaylardan bile bizi haberdar edecek hiçbir iletişim aracı
yoktu. Onun için köylüler, sekiz ay kar altında süren uzun kış mevsimi boyunca
vakit geçirebilecekleri hemen hiçbir şey bulamazlardı. Ancak namaz zamanlarında
köyün camiinde toplanarak sohbet eder, bu suretle yalnızlıklarını giderirlerdi.
Eğlence olarak bazen kurt avına çıkılırdı. Bitlis’in Çukur bucağına bağlı orman
köylerimizde de domuz avları düzenlenirdi.
Tabiatıyla
bunları ben ancak bu günlerde düşünüp toparlayabiliyorum. Elbette ki
hatırlayamadığım birçok şey daha vardır. Ama yine de hafızamı beğeniyorum. O
günleri işte ancak şimdilerde oturup yorumlayabiliyor, yazıp anlatabiliyorum.
Bu fırsatı ancak şimdilerde yakalayabilmiş durumdayım. O günlere, o zamanki
küçük dünyamla –bugün baktığım gibi- bakamazdım. O günlerin çok yönlü
muhasebesini yapmaya ne çocukluk dünyam, ne bilgilerim, ne de beklentilerim
yetebiliyordu. Çünkü sevincim, umutlarım ve oyunlarım, kaygılarımdan çok daha
fazlaydı. Ben o günlerde bütün yaşamın oyundan, eğlenceden, gezilerden, okuyup
çok şey öğrenmekten ve bunların verdiği hazdan ibaret olduğunu bilirdim. Nedeni
açık; ben daha çok küçüktüm. Onun için dört ay gibi kısa bir yaz mevsimi içinde
yaşamın çarpıcı güzellikleri arasında âdeta yüzer, günlerin nasıl geçtiğini
fark edemezdim.
Bu
güzellikleri saymakla bitirememem. Örneğin hasat zamanı bunlardan biriydi.
Ağustos ayının ortasından itibaren ekin biçimi başlar, harman yerleri
şenlenirdi. İlk yıllarda döver-biçerler ve patoz makineleri henüz
yoktu. Biçilen bütün ekinler, tarladan harman yerine, öküzlerin koşulduğu
klasik kağni arabalarıyla taşınırdı. O zamanlar ürün son şekliyle elde
edilinceye kadar -çift sürme, ekin, biçim, harman, öğütme, dövme ve bulgur
hazırlama gibi- yapılan bütün işlemlerde yalnızca insan ve hayvan gücünden
yararlanılırdı. Teknoloji hiç yoktu. Onun için balyalanmış yüz tonlarca buğday
sapı tarlalardan köyün içindeki harmanlara öküz arabalarıyla taşınırdı.
Bu
arabalar, yapı bakımından ilkel sayılırlardı. Çünkü sadece iki tekerlekleri
vardı. Üstelik dingil, bu iki tekerleğin ortasına saplanıp tespit edilmiş
bulunurdu. Bu nedenle de tekerlekler dingille birlikte ve öküzlerin çekim
zoruyla ancak dönerlerdi. Dingilin, şasi tırnakları arasında kalan ve arabanın
bütün yükünü taşıyan bölümü, sıvılaştırılmış sabunla sık sık sıvanarak ancak
sürtünme biraz kolaylaştırılabiliyordu. Bilya sistemi bulunmayan bu arabaları
özellikle çamurda, kumda, kasıslı arazide ve yokuşlarda hareketlendirmek ve
çekmek oldukça zordu. Zavallı öküzler, sırtlarına ve sağrılarına inen
kamçıların acısıyla bu arabaları zar zor çeker, yükleri taşırlardı. Onlara çok
acırdım. Kamçılandıklarını her gördüğümde içim cız ederdi. Eğer Hayvan Severler
Derneği o zamanlar bulunmuş olsaydı, sanırım köylülerimizin başı bu yüzden çok
belaya girerdi.!
Dağ gibi
buğday sapları harman yerine getirildikten sonra kenarlara önce yarım daire
biçiminde sur gibi dizilir, sonra da zemini doğal taşlardan oluşan orta yere
tırmıklar yardımıyla sümbüllü saplar serpilirdi. Köyümüzün yeni adı, işte bu
harman yerlerinden esinlenilerek «Taşharman» diye konmuştur. Sekiz on
metre çapında daire biçimindeki alana serpilen buğday saplarının samana
dönüşmesi ve tanelerin de bu arada sümbüllerden ayrılması için dövme işlemi
yapılırdı. Bu, yine insan ve hayvan gücüyle ancak başarılabiliyordu. Bugünkü
kuşak ne harmanı, ne düveni, ne de öküz arabasını bilir. Ancak dedelerin
çocukluk anısı olarak sakladıkları eski okul dergilerinde, ansiklopedilerde ya
da benim anlattığım gibi torunlara aktarılan eski anılarda bu gibi şeyleri
görüp duyabilirler. Günler ne kadar da çabuk geçiyor. Ben bunları anlatırken
kendimi biraz yaşlanmış gibi hissediyorum! Ama yine de hayatı eskisiyle yenisiyle
seviyorum.
Çocukken
özellikle akşam saatlerinde hava biraz serinlenince ben de komşuların harman
yerine gider onları seyrederdim. Tabiatıyla her ne kadar ağırbaşlı olmam
gerektiği konusunda evden öğüt almış olarak çıkıyor idiysem, yine de çocuktum;
içim kıpırdardı. Ben de düvene binmek isterdim. Etrafımdakiler içimdeki bu
isteği sezmiş gibi beni hemen davet ederlerdi. Dakikalarca düvenin üzerinde
döner dururdum. Ama çabuk bıkardım. Çünkü bu benim işim değildi, sadece bir
eğlence idi. Akşam işler paydos edildikten sonra bu kez sadece yaşıtlarımla
harman yerinde buluşurduk. Bu saatlerde biz çocuklar kendi başımıza olduğumuz
için çok daha keyif alarak eğlenirdim. Beş metre çapında yuvarlak bir saman
pisti haline gelmiş olan harman üzerinde saatlerce koşuşturur takla atardık.
Annemin harçlık olarak bana verdiği bozuk paralar, attığım perendeler sırasında
bazen cebimden samanların içine dökülürdü. Dakikalarca onları arar, fakat
kuruşlarımı bulamazdım. Buna çok üzülürdüm, sevincim kursağımda kalırdı. Birkaç
kez eve bu yüzden üzüntülü döndüğümü ve yıllarca o paracıklarıma hayıflandığımı
biliyorum. Yine de o günleri özlüyorum.
Benim,
tarla ile herhangi bir ilişiğim yoktu. Çünkü ben «Şeyh Çocuğu» idim. Biz
sadece okur, yazar ve öğrenirdik. Âdeta öğrenci doğardık. Sanki sırf bunun için
yaratılmıştık. Bu nedenle ancak yolculuklar sırasında buğday biçimine tanık
olabiliyordum. Babamla birlikte isem, küçük yaşıma rağmen ben de başka bir atın
sırtında bulunurdum. Buğday biçen rençberleri ve ırgatları, ancak bu sayede
ekinlerin arasında görebiliyordum. Babam, özel ve muntazam giyiminden,
refakatçilerinin duruş ve davranışından dolayı hemen fark edilirdi. Babamın
onlara el kaldırarak selam vermesiyle birlikte tarladaki kalabalık hemen işi
bırakır ve Onun elini öpmeye, duasını almaya gelirlerdi. Ayak üstü küçük bir
sohbet yapılır, babam onlara dua eder, hayırlı temennilerde bulunur, moral
verirdi. Ondan sonra ayrılırdık.
Çiftçiler
için o günkü koşullarda insan gücü, olanakların en önemlisi ve en çekici kaynağı
idi. Onun için çift çubukla uğraşan Kürtlerin çok kalabalık çocukları olurdu.
Hele erkek çocuk boyunduruğun üzerinde oturabilecek yaşa gelince evde onunla
artık gurur duyulurdu. Çünkü o, artık bir «Kotağ»dı. Yani araba
sürebilecek bir delikanlıydı. Yalnız hayvan gütmek, kışın da onlara yem vermek,
çift sürmek, ekin biçmek ve harman hizmetleri için değil, aynı zamanda aileler
ve kabileler arası uzlaşmazlıklarda ve kavgalarda savunmaya destek olması için
de insan gücü gerekiyordu. Bölge insanında aynı mantalite şimdilerde de olduğu
gibi devam ettiği için birçok mahalli alışkanlıklar gibi kalabalık aile yapısı
da sürüp gitmektedir.
Dünyanın
her yerinde genel olarak eğitim düzeyinin düşük olduğu köylü toplulukları
arasında çok önemsiz nedenlerle kolayca uzlaşmazlıklar çıkar ve hemen kavgaya
dönüşebilir. İçtenlikle söyleyebilirim ki bizim köyde böyle bir eğilim yoktu. Teygut
Köyü’nün halkı, 1952’den önce belki resmi eğitimle hiç tanışmamışlardı.
Fakat ailemizin irşad alanı içerisinde İslâm’ın aydınlığına girebilmişlerdi.
Gerçi ne yazık ki ailemiz de bölgedeki birkaç şeyh ailesi gibi Nakşibendî
Tarikatı’nın önemli odaklarından biriydi. Fakat yine içtenlikle söyleyebilirim
ki şeyhlik makamına yükselebilmiş büyüklerimizden hiç biri, -Kürt kökenli
şeyhlerin tam aksine- bu tarikatın karanlık batağına saplanmamıştı.
Nakşibendiliğin Budizm’den kalma ibadet şekilleri büyüklerimiz tarafından ne
uygulanır, ne de başkalarına öğretilirdi. Onun için babam da dahil, öbür aile
büyüklerimiz müritlerimizi daima İslâm’ın kitâbî ve rasyonel sistemleriyle eğitmeye çalışıyor, onlara
sevgiyi, saygıyı, paylaşımı, iyilikseverliği cömertliği, sabrı, kanaati,
tutumluluğu, yardımlaşmayı, iç ve dış temizliği ve her bakımdan erdemli olmayı
sık sık tavsiye ediyor, aynı zamanda onları denetliyor, eğitiyor ve bu
tavsiyelere uyanları manen ödüllendiriyorlardı. Bu sayededir ki özellikle köyün
saygın yaşlıları çok olgun idiler. Hepsi de temizlik anlayışına ve bir dereceye
kadar görgüye sahip idiler. Elbette ki hayvancılık ve çiftçilikle uğraşan bu
insanların evleri ve yaşamları basit olacak, sokakları da biraz gübre
kokacaktı. İlk yıllarda imkânsızlıklar yüzünden çok ilkel evlerde
barınıyorlardı. Ancak bütün bu olumsuz koşullar onlarla insanlık değerleri
arasında derin uçurumlara neden olmamıştı.
Bölge
halkımızın dinsel inanışlarını şekillendiren kaynakların başında hiç kuşkusuz Nakşibendî
Tarikatı gelmektedir. Bu tarikat, aslında Budizm’in Mahayana (Minhâc-ı
Hakikat) Mezhebinin devamıdır, İslam’la hiçbir ilişkisi yoktur. Çağımızın
geniş araştırma olanakları sayesinde bu gerçek bütün ayrıntılarıyla
saptanabilmiştir.
Çocukluk
yıllarımda yeni yetişen Nakşibendî şeyhlerinin hepsi de popüler idiler. Her
birinin etrafında kalabalık cemaatler oluşmuştu. Bu durum o günkü Demokrat
Parti’nin güttüğü politikaların sonuçlarından biriydi. Bu parti, o zamanlar
özellikle Nakşibendî Tarikatını kullanarak hem İslâm’ı dejenere etmeyi, hem de
onlar sayesinde elde ettiği iktidarı güçlendirmeyi başardı.
Menderes
döneminde bu tarikat büyük bir yaygınlık kazandı. Bunun çok yönlü nedenleri
vardır. o dönemin iktidarı böyle istiyordu. 1950’lerde Hükümetin başında
bulunan şahıs, hâlâ tam anlamıyla keşfedilmiş değildir. Çünkü Menderes
Sabetaist kökenli idi. Dolayısıyla Onun güttüğü politikalara ilişkin gerçekler
henüz tam anlamıyla gün yüzüne çıkmış değildir. Tabiatıyla Başbakan, olaya daha
çok siyasi açıdan bakıyordu. Onun amacı, rejimin başına belâ olabilecek
odakları hem kullanmak, hem de onların rejim aleyhindeki etkilerini mümkün
olduğunca azaltmak, özellikle Nakşibendî cemaatlerini, resmi ideolojinin ordusu
haline getirmekti. Bu ilgiyle vurgulamak lâzımdır ki, geleceğin tarihçileri
tarafından ortaya çıkarılacağı üzere Türkiye’de resmi ideolojinin arkasında
Sabetaistler vardır!
Nakşibendîliğe
karşı Türkiye’de mücadele etmek kolay değildir. Esasen siyasal yapı da bunu
istememektedir. Çünkü bugün Türkiye’de Nakşibendîlik uğruna İslâm’dan
vazgeçmeyi bile göze alabilmiş milyonlarca insan yaşamaktadır! Dolayısıyla
Nakşibendîliğin, bırakın kökünü kazımak, onun etkilerini azaltmak, muhitini
daraltmak bile son derece zordur. Bu nedenle iktidarlar, laikçi düzeni ayakta
tutabilmek için bir denge unsuru olarak bu topluluğa gerektiğinde özel aşılar
yapmak suretiyle, aşırı uçlarını yontarak onu kullanabilecekleri kıvama
getirmeye çalışmış ve bunu her defasında başarabilmişlerdir. Günümüzde
istihbarat örgütü bünyesinde «bu görevi» yerine getiren uzmanlar ve
ekipler mevcuttur. Örneğin Sakarya’da ünlenmiş bir Nakşibendî şeyhi, bunların
başında gelmektedir. Ayrıca elli yıla yakın bir süredir, Doğu’lu bir aile olan Arvasiler’in
ünü rejim tarafından kullanılmaktadır.
Tekrar
edelim ki Menderes, tarikatçılıkla ve bilhassa Nakşibendîlikle savaşmak
yerine onu değerlendirmek ve Nakşibendî şeyhlerinden yararlanmak istiyordu.
Aynı zamanda Nurcular da Onun döneminde organize olma imkânına kavuşmuş ve bu
sayede günümüzde âdeta devlet içinde devlet olmuşlardır. Bu sırf bir iddia
değil, kesin bir gerçektir. Çünkü zaten Menderes’in kendisi büyük ölçüde
tarikatçıların oylarıyla güçlü bir iktidar kurabilmişti. Bu nedenle bindiği
dalı kesemezdi. Nitekim bu cemaatler, eskiden beri Türkiye’de büyük bir oy potansiyeline
sahiptirler. Onun içindir ki bu geniş ve güçlü kamp, iktidar taliplerinin her
zaman ağzını sulandırmıştır. Ve yine bunun içindir ki her dönemde «irtica
ile mücadele» edilirken Nakşibendîler bu konuda belirlenen hedeflerin daima
dışında bırakılmışlar, bundan sonra da bırakılacaklardır!
Adnan
Menderes, bu cemaati sadece kontrol altına almak istiyor, bunun için bir
çare düşünüyordu. Nitekim çok geçmeden o çareyi buldu. Bu sistem sayesinde
Nakşibendîler bugün rejimin güçlü sigortası haline gelmişlerdir. Bunun en büyük
nedeni ise Türkiye’de İslâm’ın altını oyan çeşitli akımların başında bu
tarikatın geliyor olmasıdır!
Nakşîlik,
Ortadoğu’da çok eski olmayan mistik bir akımdır. 1811 yılından sonra Osmanlı
toplumu arasında hızla yayılmış ve etkisini yalnızca Kürtler ve Türkler
arasında günümüze kadar sürdürmüştür. Hiç kuşku yok ki Nakşibendî Tarikatı,
kaynağını Hinduizm’den alan, İslâm’dan bağımsız bir dindir. İlginç ve
hileli bir yol izleyen yüzyıllar önceki Nakşibendî şeyhleri, İslâm’a ait
argümanları kullanarak insanların gözünü kulağını alıştıra alıştıra bu
tarikatı, İslâm’ın bir terbiye okulu şeklinde lanse etmeyi, onu eğitimsiz
kalabalıklar arasında yaymayı başarabilmişlerdir. Dolayısıyla hiç çekinmeden
diyebiliriz ki Nakşibendî Tarikatı, İslâm’ın karşısındaki tehlikelerin hemen
hemen en büyüğüdür!
1940’lardan
sonra, bir Albayın çok iyi organize ettiği Işıkçılar Örgütü tarafından
bu tarikat, Türk milliyetçiliğini güçlendirmede önemli bir dinsel araç haline
getirilince siyasi çevreler hemen uyandılar ve tarikat odaklarına karşı o güne
kadar izledikleri politikaları yeniden gözden geçirdiler. Menderes bu
yolda daha ileri bir adım atarak bu tarikatın üzerindeki baskıyı tamamen
kaldırdığı gibi onu Bitlis Civarında yaşayan bir mollanın etrafında
teşkilatlandırdı. Son yıllarda Kürt Gerilla Hareketi’nin bu tarikata
karşı girişebileceği herhangi bir saldırıdan onu uzak tutmak için siyasi
iktidarlar, cemaatin merkez üssünü Adıyaman civarındaki Menzil
köyüne naklettirdiler. İstihbaratın denetimi altında yine bir albay emeklisinin
örgütlediği astsubaylardan oluşturulmuş özel bir ekip de bu üssü gece gündüz
titizlikle korumaktadır!
Kürtlerin
büyük çoğunluğu, yakın geçmişe kadar eğitimden yoksun idiler. Onun için hem
seküler, hem de mistik yaşam konusunda kendilerine yarar ya da zarar
verebilecek düşünce akımlarını pek fark edemezlerdi. Bu nedenledir ki onları
İslâm’dan koparan Nakşibendî Tarikatı’nın tehlikeli pençesine 150 yıl
kadar önce düşmüş ve günümüze kadar böyle kalmışlardır. Kuşku yok ki eğer
Kürtler Nakşibendî Tarikatı’nın, sırf Türklere özgü bir din olarak
1350’lerde Orta Asya’da yapılandırıldığını bilselerdi bu tarikattan uzak
dururlardı. Ama bunu sezebilecek kadar hiçbir zaman aydınlanamamışlardır!
İlginçtir
ki atalarım da IX. Yüzyılın ortalarından beri bu tarikatın kalabalık bir
cemaatine liderlik etmişlerdi. Onun için biz de tanınmış bir Nakşibendî şeyh
ailesi idik. Ailemizin, benden ve kardeşlerimden başka öbür bütün üyeleri, hâlâ
bu tarikata sempati duymakta, ancak kaynağı ve kuralları hakkında hemen hiçbir
şey bilmemektedirler. Bunun en büyük nedeni, hiç kuşkusuz uğramış oldukları
kültürel asimilasyondur; Kur’an’daki İslâm’dan haberdar olmayışlarındandır.
Bunun tartışmasına burada girmek istemem. çünkü insanları bu konuda aydınlatmak
için ayrıca çok emek verdim, ilmî ve belgesel çalışmalar yaptım. Dileyenler
eğer ciddi ve samimi iseler bu çalışmalarımdan yararlanabilirler.
Bu
ilgi ile ifade etmeliyim ki büyüklerimizden hiç biri, Kürt ve Türk kökenli
Nakşibendî şeyhleri kadar bu tarikatın kurallarını uygulamazlardı; hatta hiç
uygulamazlardı. Nedeni gayet açıktır. Aile büyüklerimiz -Arap oldukları,
kendi dillerini kullandıkları, Arap dili ve edebiyatının, geniş kültür
birikimine en yüksek düzeylerde sahip bulundukları için- Kur’an
gerçeklerini çok daha net kavrayabiliyor, Nakşibendîliğin İslâm’la
bağdaşmazlığını anlıyorlardı. Bu gerçeği, onların özel sohbetleri sırasında
bazı ifadelerinden anlamak mümkündü. Fakat bir kere ayakları kaymış, bu batağa
girmişlerdi; ya da IX yüzyılın başlarında esen, -karşı konmaz- tarikat
fırtınasına tutulmuş, ondan sonra da durumu idare temek zorunda kendilerini
görmüşlerdi. Onların, hiçbir zaman tarikatın karmaşık ritüellerini uygulamamış
olması aile müritlerimizi de Nakşibendîliğin karanlık ortamından uzak tutmuştu.
Nitekim müritlerimiz, Nakşibendî olduğumuz için değil, Ehl-i Beyt’ten
olduğumuz için bizi sayar ve severlerdi. Biz de onları saf, temiz inançlı,
sağduyulu, fıtrat üzerinde yaşayan mü’min civar halkımız olarak severdik.
Özellikle benim onlara karşı duyduğum sevginin nedeni buydu. Onlar da babamın
çok esnek, sevecen, müjdeleyici, açık yürekli ve gerçekçi öğüt ve
sohbetlerinden çok yararlanıyor, aydınlanıyor ve olumlu yönde hızla
değişiyorlardı. Gerçekten de köyümüzün halkı içinde fanatik, yobaz, lâikçi,
kadavracı, sağcı, solcu, ırkçı ya da herhangi bir saplantısı olan hiç kimse
yoktu. Yöremizde Teygut Köyü’nün halkı mutedil, sakin, uysal, cömert ve
geçimli bir topluluk olarak tanınır, örnek gösterilirdi. Umarım şimdi de
öyledirler.
Bölgemizde
halk gelenekleri, aşağı yukarı aynı idi. Şu anda ayrıntılarını pek iyi
hatırlayamıyorum; Şubat ayı içinde, sözde evlerdeki kiler köşesine -yani kış
yiyeceklerinin stok edildiği köşeye- bir cin musallat olurmuş. Adı da «Sıbatok»
imiş. Şubat’ın karşılığı, Kürtçe Sıbat olduğu için «Sıbatok»
«Şubatçık» demektir. Evet işte Sıbatok adındaki bu cin yaratığını
kovmak için, (tarihini hatırlayamadığım) bir Şubat gecesinde, her evde
bir hareket yaşanırdı. Üflenerek hava ile doldurulan bir tulumla evin her
yerine saldırı düzenlenirdi. Bunu daha çok evdeki genç kızlardan biri yapardı.
Sözde «bu cin kovulmazsa, bir yıl boyunca evdeki yiyeceklere ortak olur,
aile bireyleri kadar o da yer içer ve gıdayı tüketirdi. Bereketsizlik denen
şey, işte bundan kaynaklanırdı!». Kuşkusuz, evimizde de bu savaş
yaşanırdı. Babam, akşam namazı için Camiye gittikten sonra evimizde hizmet
yapan 15-20 yaşlarındaki birkaç kız, ellerine boş bir tulum geçirir, üfleyip
şişirdikten sonra evin bütün köşe bucaklarını onunla dövmeye, «kış kış»
edip sözde cin kovalamaya başlarlardı. Bu savaş beş on dakika kadar sürer, «Sıbatok»
denen o «mendebur asalak cin» yaratığının sözde defolup gittiğine
inanılırdı.
Ayrıca
21 Mart gecesi bütün Kürt köylerinde olduğu gibi bizim köyde de sadece 14-18
yaş arası gençler toplanır, ateş yakarlardı. Buna Kürtçe «Derendez»
denirdi. Sanırım bu, Mecûsîlik döneminden kalma mistik bir gelenekti. Ama kimse
bunu böyle bilmiyordu. Ben bu konuda iki ilginç nokta görüyorum:
Birincisi;
büyüklerin o tarihlerde bu etkinliğe katılmadıklarıdır. Gerçekten de 20 yaşın
üzerindeki gençler bile bu olayı pek ciddiye almaz, bu eğlenceye katılmazlardı.
İkinci
nokta ise; bölgenin şeyh ve mollalarının bu gelenek hakkında hiçbir
yorum yapmadıklarıdır. Evet vaktiyle her yıl aynı tarihte koca bir bölgede
ateşler yakılıyor, gençler toplanıp bu ateşlerin çevresinde oynuyor, zıplıyor,
halay çekip şarkı söylüyor ve ateşin üzerinden atlıyorlardı. Fakat ne bu
bölgenin yetişkinleri, ne de şeyh ve mollalar, olumlu ya da olumsuz hiçbir şey
söylemezlerdi. Aynı zamanda siyasi çevreler de bu eğlenceleri olağan görüyor,
hiç tepki göstermiyorlardı.
Kürtler
arasında «Derendez» denen bu etkinliğe karşı, onlarca yıl sonra siyasi
çevreler huylanmaya başladılar. Karşıt ırkçı kalabalıklar velvele kopardılar.
Bu tepkinin nedeni belliydi. Fakat aslında şaşılacak şey, mollaların ve
şeyhlerin bir tepki göstermemesiydi. Çünkü «Derendez», Karşıt ırkçıları
ayağa kaldıran «Kürt kimliği arayışlarının bir sembolü» olmaktan
çok Mecusiliğin, (yani Zerdüşizm’in) sembolü idi. Gerçi bu etkinliği düzenleyen
körpe gençler ne Mecusiliği biliyor, ne de –benim çocukluk yıllarımda- Kürt
kimliği ile ilgileniyorlardı. Onlar, o günlerde bu iki şeyden de tamamen
habersiz idiler. Fakat karşıt Irkçılar birtakım bahaneler uydurup son yıllarda
patlak veren kanlı kargaşayı körüklemeden önce eğer şeyh ve mollalar bu konuda
halkı bilgilendirmiş olsalardı, zamanında bir fitnenin önüne olaysız biçimde
geçilmiş olacaktı. Ama ne çare ki yirmi yıl kadar sözde eğitim görmüş (!) Kürt
şeyhleri ve mollaları tarihten ve tarihi gerçeklerden tamamen habersiz idiler;
şimdi de öyledirler. O kadar habersizdirler ki bugün, evliya ve allâme diye
ayaklarına binlerce cahilin yüz sürdüğü kocaman kavuklu şeyhler bile Mecusilik
hakkında hemen hiçbir şey bilmemektedirler! Bu adamlar eğer batıl dinlerin ve
inanışların tarihi hakkında bilgi sahibi olsalardı, her şeyden önce (Budizm’in
bir mezhebi olan) Nakşibendî Tarikatına bağlanmazlardı.
Şeyh
ve mollaların cahilliği bununla da sınırlı kalmamakta, aynı zamanda yüzyıllar
önce darbe yemiş olan tevhid inancının Doğuda gitgide silinmesine de
yaramaktadır. Çünkü şeyh aileleri arasında, eskiden beri muhit genişletme
yarışı vardır. Bu ise tabiatıyla her şeyh ailesini, -kendisi için «keramet»
adı altında bir sürü mitolojik hikâyeler uydurarak- ayakta kalmaya
itmektedir. Bu masallardan yararlanarak her şeyh, bölgesine yakın olan öbür
şeyhlerin müritlerini ayartma ve kendi cemaatinin sayısını bu suretle biraz
daha artırma hesabı içinde yatıp kalkmaktadır. Dolayısıyla şeyhlerin kaygısı
esasen ne İslâm ne de tevhittir. Sadece para, mal, şan ve şöhret artırmaktır.
Sanırım onlardaki bu eğilim, eski bir alışkanlık olmalıdır. Nitekim bakınız Ziya
Paşa, onların bu huyunu bir dizesinde nasıl dile getiriyor. Paşa aynen
şöyle diyor:
«Tevsi-i
maişette bütün zikr ile fikrin;
Şeyhim,
ne zaman, söyle müselman olacaksın?!»
Doğulu
şeyhlerin özellikle yaymaya çalıştıkları Nakşibendîlik öğretisi, İslâm’ın ve
evrensel düşüncenin önüne son yüzelli yıldır büyük engeller çıkarmış;
bilgisizliğin, eğitimsizliğin, hikâyeciliğin, mitolojinin ve şarlatanlığın
yayılmasını sağlamıştır. Örneğin Nakşibendî Kürtlerin tamamı şeyhlerinin başı
üzerine yemin ederler. Doğuda en yaygın yemin biçimi «Biseri şeykh»
lafıdır. Bu söz, (Efendi Hazretlerinin başı hakkı için) demektir. Ayrıca
«Bi ocakha Şeyh» (Şeyh Efendinin Ocağı hakkı için); «Bi ceddi
Şeykh», (Şeyh Efendinin Ceddi hakkı için) gibi yemin biçimleri de
vardır. Her cemaat kendi şeyhinin başı ve ailesi ile yemin eder. Meselâ Tağiler’e
bağlı Kürt Nakşibendîler «Biseri Seydâ» ve «Biseri Hazret» diye
yemin ederler. Kamran İnan’ın ailesine bağlı olan cemaat mensupları, «Biseri
Gaws» diye yemin ederler. Çünkü bu cemaat, Kamran İnan’ın dedesi Şeyh
Sıbğatullah Arvasi’nin «Gaws» olduğuna inanır. Gavs ise «bütün
evliyaların başı» demektir! Bizim aileye bağlı olanlar da «Biseri
Şeykh-i Hazin» diye yemin ederler. İslâm bu inanış biçimlerinin tümünü
reddetmektedir. İslâm’da Allah’tan başkası üzerine ant içilmez.
Şeyhler,
bir yandan çıkarları, öbür yandan da cehaletleri yüzünden Doğuda eğitimsiz Kürt
yığınlarının dertleriyle hiçbir zaman meşgul olmamış, sürekli olarak onları
sömürmeye çalışmışlardır. Kürtler de uyanamamış, hatta uyanmak istememiş,
onlara zebun olmuş; hem kendi batıl inançları içinde bocalamış, hem de bu
yüzden başlarına son zamanlarda belalar açmışlardır. «Nevruz» adı
altında her yıl düzenledikleri etkinlik, işte bu belalardan biridir.
Yıllar
sonra «Nevruz» adı altında büyük gürültülere konu oluşturan bu etkinlik,
Kürt kimliğinin ortaya çıkarılması kapsamında bazı çevrelerin öne çıkardığı bir
olay halini aldı ve İki etnik kitlenin kapışması için malzeme olarak
kullanılmaya başlandı. Olaya taraf olmayan sağduyulu insanlar ise bugün
kesinlikle biliyorlar ki her iki tarafın da kavgacıları, Türkiye Toplumunun %
25’ini hiçbir zaman geçmemiş olan kalabalıkların sadece küçük birer
parçasıdırlar! Ve tabiatıyla bu ülke sırf onların değildir. Çünkü bu ülkede
elli kadar irili ufaklı etnik kitle daha yaşamaktadır!!!
Kürtlerin
mahalli geleneklerine bakıldığında Türklerinkinden pek farklı olmadığı görülür.
Bu, tabiatıyla bin yıl kadar birlikte yaşamış olmanın getirdiği sonuçlardan
biridir. Ayrıca ortak din faktörü de çok önemlidir. Türkler de, Kürtler de bir
zamanlar İslâm’ın derin etkisini yaşamışlardır. Dolayısıyla bu iki kitlenin
günümüzdeki kuşakları da İslâm’ın çok silik de olsa etkilerini yine
yaşamaktadırlar. Fakat bu iki kitle arasında az çok zevk farkı vardır. Bu da
sanırım coğrafi nedenlerden, iklim koşullarından ve olanakların bölgeler arası
farklarından kaynaklanmaktadır. Sarp bir coğrafyada sekiz ay süren sert bir
iklim ortamında ve denize sahili bulunmayan topraklarda yaşayan Kürtler elbette
ki kendi sınırlı olanaklarıyla kalkınamamış, çeşitli alanlarda atak yapamamış
ve tabiatıyla sosyal ilişkilere ve hatta görgü kurallarına varıncaya kadar
birçok konuda kendilerini eğitememiş, buna güç yetirememişlerdir. Kürtlerin
hemen hemen bütün sorunları işte bu temel sebeplerden kaynaklanmıştır.
Hükümetler de bu temel nedenleri sürekli göz ardı etmiş ve tabiatıyla bu yüzden
başlarına büyük dertler açmışlardır. Sonuç olarak ilkellik, bölge insanına
dişlerini göstermiştir. Kürtler elbette ki görgüsüz değildirler. Onları
kuralsızlık ve görgüsüzlükle damgalamak çok yanlıştır ve haksızlıktır. Ancak
koşulların elverişsizliği bu bölge insanının uygarlık alanında açılım
sağlamasını, bilgisini, görgü ve kültürünü geliştirmesini büyük ölçüde sekteye
uğratmıştır. Bu nedenledir ki bölgede gelişmiş bir zevkin izlerini canlı bir
şekilde görmek yakın geçmişe kadar zordu. Ev içi görünümü düzensiz, hatta
karışık, giyim kuşam, oturma, yatak ve banyo gereksinimleri rasgele, renk
seçimleri başarısız, dekor ve süsleme hemen hemen yoktu. Günlük yaşam, ciddi ve
dakik programlara dayalı değildi. Bireysel çalışma ve iş alanları bilimsel
disiplinlerden yoksundu.
Benim
çocukluk yıllarımda durum böyle idi.
Köyümüzün evlerinde bırakın bir dekora, bir duvar süslemesine rastlamak,
evlerin iç duvarlarını ışıksızlıktan, is, toz ve dumandan dolayı görmek bile
kolay değildi. Evler, ürkütücü iç görüntüleriyle birer perili mağara gibi
idiler. Özellikle on ila on beş metre çapındaki kubbeli tek gözlü köy evlerini
kışın tam anlamıyla ısıtmak mümkün değildi. Biraz önce açıkladığım gibi
kubbedeki pencere deliğinin tam hizasında evin orta yerinde bir tandır
bulunurdu. Her gün ekmek için yakılan tandırla bu kocaman kubbeli ev ısınmazdı,
çünkü ısınamazdı. Sadece havası biraz kırılırdı. Akşam olunca ev halkının bir
kısmı, uyku saatine kadar ayaklarını bu tandıra sarkıtarak ısınmaya çalışır,
bir kısmı da ocak denilen, her tarafı is ve külle kaplı şöminenin etrafında
toplanırlardı. Gece bütün ev halkı işte bu tek çatının altında yatardı. Bu ise
bazı ahlak sorunlarına bile kaynaklık ederdi!
Teygut
köyü, çocukluğumun baharını yaşadığım yerdir. Orası hiç kuşkusuz,
benim kırk yıl önceki tatlı ve pembe dünyamın cenneti olarak ölünceye kadar
hayalimde yaşayacaktır. Şimdi de oradaki ilk çocukluk günlerimden kalma ilginç
bir gözlemimi anlatacağım:
Ben
küçükken bu köyde, çocukların ancak yaz günlerinde kenarından geçtikleri, fakat
içine girmek istemedikleri bir alan vardı. Köyün mezarlığından söz ediyorum.
Siz de biliyorsunuz, hemen hiçbir yerde cenaze gömülürken mezarlığa çocukları
sokmazlar. Ama ben daha altı yedi yaşlarındayken cenaze gömüldüğü sırada
kalabalıkla birlikte mezarlığa girer, hatta cenazenin gömülmesini bile
seyrederdim. Tabiatıyla «Şeyh Efendi’nin oğludur» diye kimse beni
uzaklaştırmaya kalkışmazdı! Evden izinli geldiğimi sanırlardı.
Bu
köyün mezarlığında beni etkileyen ve dikkatimi çeken bir şey vardı: Mezarın
kazılacağı yerde bir metre derinlikten sonra yumuşak bir kaya tabakası
başlardı. Bundan sonra kazma ve kürekler bırakılır, «kıran» diye bilinen
duvarcı ustalarının kullandığı bir araçla, tıpkı tabut biçiminde, ancak
cenazenin girebileceği kadar genişlik ve uzunlukta çok muntazam, kutu gibi bir
lahit oyulurdu. Tabi, köyde herkes değil, eli sanata yatkın birkaç kişi ancak
bu işi becerebiliyordu. Örneğin askerliğini yaparken gurbette ölen Cihangir
adında bir genç köylümüz bunu çok iyi becerirdi. Cenaze bu lahdin içine
konduktan sonra yine taştan yontulmuş, uzunca iki parça dikdörtgen prizması
biçimindeki taşlarla örtülür, sonra üzerine toprak yığılırdı. Kışın bir metreyi
geçen kalınlıktaki karlar temizlenerek kenarlara yığıldıktan sonra ancak toprak
zemine ulaşılabilirdi. Ondan sonra yaklaşık beş metreküp hacminde bir kazı
gerçekleştirilerek mezar tamamlanırdı ki taş zeminin özenle oyularak lahit
kısmının hazırlanması bu işin gerçekten ustalık gerektiren en zor yanıydı.
Kışın birbuçuk, iki metre kalınlıktaki kar altında kazılan mezarın taş zeminine
ulaşıldığında çoğu kez herhangi bir ıslaklığa bile rastlanmazdı. Hatta o kaya
tabakası oyulurken etraf kuru bir toz tabakası içinde bile kalırdı!
Ben
bu kutu gibi mezarları ilginç karşılardım, ama hiç ürpermezdim. Her insanın
farklı duyguları ve ayrı bir dünyası olur ya; benim de elbette ki başkalarına
ilginç gelebilecek, kendime özgü düşüncelerim, zevklerim ve karakterim vardır.
İşte biraz önce sözünü ettiğim Teygut Köyü’ndeki o mezar tipi, anılarım
arasında en sık hatırladığım şeylerden biridir. Belki tuhaf karşılanacaktır ama
ben içtenlikle şunu diyorum: öldüğümde Teygut’taki o kutu gibi
mezarlardan birine gömülmek istiyorum. Bu, elbette ki bir vasiyet değildir.
Çocukluğumda
benim kişisel çevrem, o günler için pek geniş değildi. Çünkü çocuktum ve bundan
dolayı, benim içinde yaşadığım alan, birbirini kuşatan üç özel çevrenin
üçüncüsü idi. Bunlardan birincisi ve en geniş olanı, Siirt’ten Ağrı’ya
kadar kopuk kopuk uzanan büyük aile çevremizdi. İkincisi, babamın bu aile
içindeki çevresi idi. Üçüncüsü ise babamın muhit alanı içindeki sınırlı
çevremdi.
Teygut
Köyü işte bu üçüncü çevrenin bir parçasıydı. Hatta ilk yarısıydı
dersem çok daha uygun olur. Çünkü doğduktan birkaç ay sonra getirildiğim bu
köyde büyüdüm. İlk dokuz yılım bu köyde geçti. Teygut’un Yemyeşil kadife
gibi tatlı baharını, kavurucu sıcaklarıyla kısa yazını ve uzun bembeyaz
kışlarını iliklerime kadar yaşadım. Oradayken de bu köyü çok severdim,
ayrıldıktan sonra da hep sevdim, hep sevdim ve özledim...
İlkokula
bu köyde başladım. 1952 yılında köyümüzde en modern bina olarak kesme taştan
inşa edilen ilkokul, beş gözlü bir yapı idi. Evimiz de dahil, köydeki bütün
yapılardan farklıydı; daha yüksek, daha sağlam, oluklu galvanizden çatısıyla
daha çarpıcı ve hepimizin gözünde daha görkemliydi. İki bölümdü; uzun cephede,
bir antre, salon gibi büyükçe bir derslik ve onun üçte biri kadar da bir
öğretmen odası vardı. Kısa cephedeki kapıdan ise öğretmenin ev olarak
kullandığı bölümün antresine girilirdi. Onu izleyen iki oda, banyo ve tuvalet
vardı. Son yıllarda öğrendim ki, bu binanın bitişiğinde birkaç yapı daha
kurulmuş ve sayıları bugün on beşi bulan bir kadro ile kalabalık bir okul
haline gelmiştir.
Ben
ilk okulun üçüncü sınıfındayken evimizde bir değişim yaşandı. Babam, annemin
aile mirasından hissesine düşen, başka bir köydeki arazileriyle ilgileniyordu.
İşte çocukluğumun ikinci faslı bu yeni köyde başladı. Artık «Oskağak»
köyüne taşınıyorduk. Ben bu köyün adını Türkçeleştirdim, Ona «Özkavak»
adını verdim. Bunu sanırım bitişik köydeki öğretmenime kolaylık olsun diye yapmıştım.
Çünkü Oskağak demekte zorlanıyordu. Bu öneriyi beğenmiş, bunu bir jest
olarak görmüş ve beni çok sevmişti. Bu köye, biz ayrıldıktan sonra statükocular
nasıl bir ideolojik ad yakıştırdılar, bilmiyorum. Gümüşhaneli genç öğretmen Şükrü
Bey, çocukluk dönemimin en nazik günlerinde başarılı bir rehber olarak
yetişmemde emeği olan değerli hocalarımdandır. Ne yazık ki şimdi soyadını
hatırlayamıyorum ve ayrıldıktan sonra da kendisinden hiçbir zaman haber alamadım. Oysa iki kış boyu, Onun
derslerini dinlemiş, Ondan çok şey öğrenmiştim. Her pazartesi sabahı
hizmetçilerimiz beni ve iki kardeşimi atlara bindirip bitişikteki Gölbaşı
Köyü’ne götürüyor, okulun kapısında bizi indirip Ona teslim ediyorlardı.
Bir hafta boyu Gölbaşı’nda kalırdık. Cumartesi günleri öğleden sonra
yine hizmetçiler gelip bizi alırlardı.
Beni
eğlendirecek yeteri kadar değişik şeyler vardı bu köyde. Etrafındaki sık ve gür
meşe ormanları, içinden ve yakın vadilerinden şarıltılarla akıp geçen çaylar,
dereler, upuzun mısır tarlaları, geniş karpuz bostanları, aşağısındaki ovada
yer alan göletler, sazlıklar ve kaplıcalar... Bu göletlerde yüzen yabani
ördekler, çeşitli kuşlar, derelerinin boyunda uçuşan rengârenk kelebekler, hele
ilk bahar aylarında gelip çevremizin asırlık ulu ağaçlarının dalları arasında
yuvalarını kuran leylekler çevremize doğanın inanılmaz güzelliklerini
serpiştiriyorlardı.
Gittiğimiz
ilk yaz, köyde hummalı bir çalışma başladı, birkaç ay içinde yine kesme taştan
bize bir köşk yapıldı. Yerleşip biraz rahatladık. Fakat yaşanan o hengame
geçince ben eski çevremi, Teygut Köyü’nü, daha doğrusu okulumu ve
öğretmenimi özlemeye başladım. Okulların açılması yaklaştıkça üzüntülerim de
artıyordu. Ağustos ayı bitmek üzereydi ki derin bir hüzün yaşamaya başladım.
Hayatımın ilk hüznüydü bu...
Annem
ağlamalarıma dayanamıyordu. Beni evde bir türlü ikna edemediler. Sonunda karar
çıktı. Ben Teygut’a geri döndüm. Köye, babamın yerine mürşit olarak
gelen bir yakınımın evinde misafir kalıyordum. Genç öğretmenim Mustafa Erol’u
görünce ilk günlerde neşelendim. Fakat çok geçmeden neşem yeni bir hüzne
dönüştü. Bu kez de Annemi özlemeye başladım. Birkaç gün sonra tekrar aileme
döndüm ve yeni köyümüze yolcu olduğum gün, yol boyunca hep ağladım. Zavallı
hizmetçimiz, çok uğraştı beni sakinleştirmek için. Ne var ki sonunda onun da
gözleri dolmuştu...
İlk
öğretmenlerimden Mustafa Erol’u yaşamım boyunca hiç unutmadım asla
unutamam. Balıkesirli bu genç, mezun olur olmaz Ahlat’ın Teygut Köyü’ne,
bizim ilkin oturduğumuz köye atanmıştı. Ama o mesleğini çok iyi biliyordu. Her
şeyden önce gözü pek, özverili ve sevecendi. Onun için çok başarılı idi. Çünkü
her şeyden önce dilini bilmediği bir topluluğun içine gelmişti. O günlerde bunu
göze almak, sanıldığı kadar kolay değildi. Birkaç yıl burada yaşayacak, dilini
bu köyde yüzlerce çocuğa öğretecekti. Bu delikanlı o günlerin koşullarında hiç
kuşkusuz bir serüvene atılmıştı. O, ıssız bir adaya çıkıp, orada yaşamayı göze
almış tıpkı bir maceracı gibiydi. Nitekim öğrencileri olarak ilk günler Onun
etrafında kümelendiğimiz her defasında kendisini garip bakışlarla uzun uzun
seyrederdik. O da bu tuhaf bakışlarımızı fak eder, büyük bir kıvraklıkla
dikkatimizi dağıtmaya bakar bizi kendisine alıştırmaya çalışırdı. Böylece çok
geçmeden biz de köyün tamamı da Ona alıştık, Onu sevdik.
Fakat
Onun, emsallerinden kimsenin kolayca katlanamayacağı bir kaderi vardı. Köyün
biraz dışında kalan okulun, öğretmen evinde O, uzun kışların bitmez çileli
gecelerinde yıllarca yalnız başına kalacak, kendisiyle hayatı paylaşan kimseyi
kolay kolay bulamayacaktı. Bu delikanlının ne kadar cesur ve ne kadar güçlü bir
morale sahip olduğunu, yıllar sonra gurbetteki öğrencilik hayatımda ancak
anlayabildim ve takdir ettim. Burada çok önemli bir şey söyleyeceğim: Bu
değerli genç öğretmenimin boşluğunu, yirmi yıl kadar süren öğrenim hayatım
boyunca hiçbir hocam doldurmadığı ya da dolduramadığı için onlardan hiç birinin
adını bu kitapta bulamayacaksınız! Bu, asla bir kin kusma değil, ibret veren
bir uyarı olarak algılanmalıdır. Her şeye rağmen onların hepsini yine rahmetle
saygıyla anıyor, yorumunu sizlere bırakıyorum. Ama öğretmenliğin ne kadar
önemli bir meslek olduğunu da bu suretle bütün öğretmenlere –özellikle de
sırf ay başını bekleyen cinsten öğretmenlere ve akademisyen hocalara- hatırlatmak
istiyorum!
Aslında
Mustafa Erol, köyümüze gelen ikinci öğretmendi. Ondan önce okulumuza
atanan ilk öğretmenimiz de bize bir parça emek vermişti. Naci Bey
adındaki bu hocamızın şu anda ne soyadını ne de hakkında fazla bir şey
hatırlıyorum. Ne yazık ki silueti bile belleğimden tamamen silinmiş. Fakat onun
döneminde sınıfta yaşadığım bir olayı unutamam.
Okulun
ilk sınıfıydık. Yani okulumuzda henüz ikinci sınıf bile yoktu. Hepimiz minik
çocuklardık. Derslere yeni başlamıştık. O zamanlar herhalde yoksulluktan olsa gerek
kimsenin üzerinde önlük ve yaka da yoktu. Herkes evdeki giyimi ile okula
geliyordu. Öğretmen içeri girince ayağa kalkmak gerektiğini yeni öğrenmiştik.
Okulumuzda zil falan da yoktu. Hocamız her seferinde bekçi düdüğü öttürerek
derse girmemizi sağlıyordu
Bir
gün yine dersliğe girmiş, öğretmenimizi bekliyorduk. İçeri girdi. Hepimiz
yerlerimizden fırladık. El işaretiyle birlikte oturun dedi. Enver adında
bir arkadaşımızdan başka hepimiz oturduk. Öğretmenimiz ayakta kalan Enver’e
yaklaştı ve adını sondu.
«-
Adın ne?» Deyince, Enver bir çırpıda:
«-
Nasılsın iyi misin, iyi olmanı cenabı Hak’tan dilerim. Beni sorarsan ben de
iyiyim.» dedi ve sustu.
Öğretmenimiz
şaşırmış, böyle bir yanıta hiçbir anlam verememişti. Oysa bilmecenin sırrı
şuydu: Köyde o zamanlar Türkçe bilenlerin sayısı çok azdı. Gençler ancak
askerde Türkçe öğrenebiliyor ve kendilerini pek anlatacak bir şey
bulamıyorlardı. Dolayısıyla ailelerine gönderdikleri mektuplar hep bu kalıpla
başlıyordu. Köye, askerdeki gençlerden gelen mektuplar ocak başında, bilen
birine okutuluyor ve tercümesi de ona yaptırılıyordu. Konu komşu, çoluk çocuk,
herkes gelip bu mektupları defalarca dinlerdi. Her kesin kulağı bu tekerlemeye
alışıktı. Ama çocuklar bunun anlamını bilmiyorlardı. Tabi Enver de bilmiyordu. O,
sadece bir çocukluk psikolojisiyle bu sözcükleri ağzından fırlatıvermişti. Ben
ise bütün bunların farkındaydım. Ne var ki öğretmenime o günkü çocukluk halimle
durumu bu kadar ayrıntılı şekilde de anlatamazdım. Fakat öğretmenimin şaşkın
bakışlarına dayanamadım, ayağa kalktım, biraz yüksek sesle «mektup!» diye bir
laf ettim. Öğretmenim hemen anladı ve çok ciddi biri olmasına rağmen kahkaha
ile gülmeye başladı.
Üç
yıl kadar bu okulda öğrenim gördüm. Üçüncü sınıftayken öğretmenimiz artık Naci
Bey değil, Mustafa Erol’du. Fakat 1954 yılında buradan ayrıldım. O
yıl, sürekli bir hüzün içinde yaşadım.
Tabiatıyla
eski köyümüzden ilişiğimizi kesmemiştik; çünkü kesemezdik. Bu ikili yaşam, bizi
birkaç yıl hem meşgul edecek, hem de epeyce yorup sarsacaktı; ailemizin
ekonomisini bozacaktı. Bunun acısını 1970’lere kadar çektik.
On
ailenin yaşadığı bu ikinci köyümüzde bilgisizlik, eğitimsizlik ve tabiatıyla
bunun sonucu olarak bir sefalet vardı. Aslında bu köy, doğal güzellikleri ve
kaynaklarıyla âdeta Cennetin bir parçasıydı. Fakat bunlardan yararlanmak, bu
köyün topraklarını işletmek, mahsulünü paraya çevirmek ve burayı kalkındırmak o
kadar kolay değildi. Bunun yanı sıra babamın sosyal statüsü de buna uygun
düşmüyordu. Çünkü babam, her ne kadar hareketli, enerjik, titiz, aydın ve
yaşama bağlı idiyse de O, kişilik ve misyon bakımından çevresi içinde bir
mürşit, bir ahlak ve hayat rehberi idi. Dolayısıyla O, bu misyonun sınırladığı
alanın dışına çıkamazdı; bir toprak ağası rolünü oynayamazdı. Babam bir bilge,
bir teorisyen ve bir manevi terapist olarak yöremizde insanların aydınlanması,
bilgilenip bilinçlenmesi için çok gayret sarf ediyordu. O, çevremizdeki
insanların her şeyden önce düşünce planında açılım kazanmalarını ve
uygarlaşmalarını istiyordu. Ona göre insanlar, güçlü bir inanç ve temiz bir
ahlâkla birlikte eğer yaşam ve varlığın sırları hakkında bilimsel birikimlere
sahip olurlarsa ancak sıkıntılardan kurtulabilirlerdi. Ne yazık ki babamın,
gerçek anlamda rolünü üstlenebilmesine ve düşüncelerini hayata geçirmesine
engel olan birçok handikap vardı. Onun, özellikle Türkçe bilmemesi, bu
engellerin başında geliyordu; etrafındaki insanların, eğitimsizlik yüzünden Onu
birtürlü anlayamamaları ise bu çetin engellerin bir başkası idi…
Evet
babamın en büyük şanssızlığı buydu. Uzun yıllar eğitim görmüş bu aydın ve
kültürlü insan, sık sık köyümüze gelen, -çoğu ilk ya da ortaokul mezunu-
sağlık memuru, tahsildar, tekel kolcusu gibi çok sıradan cahil insanlar
karşısında bile susup durmak zorunda kalırdı. Çünkü o, bütün eğitimini kendi
ana dili (Arapça) ile yapmıştı. Kürtçe’yi de akıcı konuşamazdı. Onun için resmi
kimlik taşıyan muhataplarıyla ilişkilerini daima tercümanlar aracılığıyla
sürdürdü. Kendisine tercümanlık eden kişilerin ise Onun bilgi yüklü cümlelerini
ne kadar aktarabildiklerini şimdilerde çok daha iyi tahmin edebiliyorum!
Nitekim ben de –lise öğrencisi olduğum sıralarda- Ona zaman zaman
tercümanlık ettim. Konuşmasında geçen önemli kesitlerin vurgulanması ve
isabetle aktarılması konusunda beni uyarırdı. Yıllar sonra filolojiye ve
tercümeye karşı duyduğum ilgi, o günlerde bilincimin altına işlemiş etkenlerin
doğal bir sonucu olabilir.
***
Taşındığımız
bu yeni köyün bütününe vaktiyle dayım Abdulvahid Efendi sahipleniyordu.
Fakat buraya taşındıktan sonra sözde annemin hissesi oranında biz de artık bu
arazilerin ortağıydık. Ama bu hiç de umduğumuz sonuçları vermedi. Üstelik az
çok tatsızlıklar da yaşadık.
Bu
köyün halkı gibi bitişik köylerin yerleşikleri de –bizim, adını bir şeref
unvanı olarak taşıdığımız- Hazinoğulları ailesine bağlı idiler. Yani
biz bu köyde de yine muhitimizde ve müritlerimizin arasında yaşıyorduk. Ne
yazık ki şeyh mürit ilişkisine dayalı olan bu çarpık sosyal yapı Türkiye’nin,
özellikle de Doğu bölgesinin çök yönlü bir belâsıdır. Bundan yeri gelince söz
edeceğim.
Annemin
dedesinden miras kalan bu köyle birlikte, etrafımızda aynı mirasın uzantıları
ve parçaları olarak birkaç köy daha vardı. Bu köylerin hepsi de bol suları,
ormanları, korulukları, ekime ve büyükbaş hayvan beslemeye müsait arazileriyle
tükenmez birer servet kaynağı olarak duruyorlardı. Ne var ki bu paha biçilmez
serveti işletip yararlanacak insanlar ve olanaklar yoktu ortada. Bu köylerde
yaşayanlar, her şeyden önce hayatlarına yön verecek bilgi ve görgüden tamamen
yoksun idiler. İnanılmaz bir ilkelliğin içinde sefalet, yoksulluk ve
hastalıklarla boğuşuyorlardı. Nemrut dağının öteki tarafında kalan Teygut
Köyü’nün, doğası ve halkıyla buraların doğası ve halkı arasında büyük
farklar vardı.
Üzerinde
kurulu bulunduğu engebenin hemen altından başlayan sulak, sazlık, çok geniş bir
arazi vardı Oskağak Köyü’nün... Ancak bu arazinin yaklaşık 300 hektar
büyüklüğündeki kısmı bataklıktı. Ovanın öbür yanındaki yamaçlarının dibinde ise
kaplıcaların sıcak suları fokurdardı. Bu alanın, tepedeki köyümüzden seyredilen
muhteşem manzarasına doyum olmazdı. Hele akşamları atlas rengine bürünen puslu Muş
Ovası’nın ufkunda güneşin batışını ancak şairler ve ressamlar
betimleyebilirlerdi. Bu geniş ve düz alan, bizim otlaklarımızdı. Köyün
hayvanları buralara yayılır, süt dolu memelerle akşam köye dönerlerdi. Bu yeni
çevremizin doğası, önceki çevremizinikinden epeyce farklıydı. Buradaki bol su
ve yaygın bitki örtüsü, Nemrut’un, Van Gölü cephesinde kalan eski
çevremizde yoktu. Hayvancılık da farklıyıdı. Teygut köyü’ndeki küçükbaş
hayvancılığına karşın, burada büyükbaş hayvan daha çoktu. Özellikle bol süt
verdiği için bu yörede çok sayıda manda beslenirdi. Ben bu siyah iri
hayvanlardan ilk başlarda çok korktum. Çünkü eski köyümüzde bu cins hayvan hiç
yoktu. Özellikle camızlardan çekinirdim. Daha sonraları korkularım dağıldı.
Onlara, köydeki bütün yaşıtlarım gibi ben de alıştım.
Bu
hayvanın, sanırım dişisine «manda», erkeğine de (yörenin Türkçesiyle) «camuş»
derlerdi. Kürtçede ise mandaya «madak», camıza da «gemeyş»
derler. Camızların kavgası çok korkunç olur ve saatlerce sürer. Kapışanlardan
biri pes edinceye kadar savaş devam eder ve iki taraf da kan ter içinde
kalırlar.
Bir
keresinde ben (17, 18 yaşlarında iken) Ağrı’ya yaptığım bir
seyahat sırasında Tutak ilçesine yakın bir mevkide iki camızın korkunç
kavgasına tanık oldum. Yakındaki köyün hemen bütün halkı bu kavganın sürdüğü
yere gelmiş, camızları ayırmaya çalışıyorları. Bu manzarayı görünce sürücü,
hemen otobüsümüzü yolun kenarına çekti. Hepimiz inip, iri siyah boğaların kanlı
düvüşünü merakla seyretmeye koyulduk. Aralarına geçirilen halatlarla, iki
kalabalık grup tarafından ayırmaya çalışılan bu azgın iki hayvanı birbirinden
zor belâ uzaklaştırabildiler. Bu manzara bütün canlılığıyla halâ gözlerimin
önündedir.
***
Her
yılın baharında dayım, köyümüzün otlağını iki aylığına Bitlis’teki
Süvari Alayına besi için kiraya verirdi. Buradan ek bir gelir sağlardı. Fakat
bizim bundan ne kadar yararlandığımızı hâlâ bilmiyorum. Hiçbir zaman da
ilgilenmedim.
Süvari
Alayı’na ait çadırların kurulu bulunduğu çayırlara doğru bazen iner, atları,
askerleri ve o zamanlar jimnastik sandığım eğitim biçimlerini merakla izlerdim.
İzmir’de oturan Halam bu sıralarda, yaşıtım olan oğlu Erdoğan’la
bize konuk olmuşlardı. Yıllar süren uzun bir gurbetten sonra annemle bir araya
gelebilmişlerdi. Kardeş olan annelerimiz hasret giderirken Erdoğan’la
birlikte çıkıp biz de köyün çevresinde tur atıyor, kuzenime köyümüzün
güzelliklerini seyrettirmek, onu neşelendirmek için olağanüstü çaba harcıyordum.
Annem görgülü bir şehir kızıydı. Ablasını memnun etmek için olacak, sofrada
francala bulundurmak istedi. Tabiatıyla köyde fırın yoktu. Elime biraz para
sıkıştırarak somun almak için Erdoğan’la beni Askeri karargâha ait
seyyar fırına gönderdi. Nizamiye kapısına vardığımızda nöbetçiden izin istemeye
çalışırken, biraz ileride duran genç bir subay bizi gördü ve yanımıza geldi.
Gülümsüyordu. Bunun önemli bir nedeni vardı; giyim tarzımız, köylü
çocuklarınkine hiç benzemiyordu. Dikkatini çekmiştik. Bizi çok sevdi ve hemen
alıp büyükçe bir çadıra götürdü. Biraz sohbet ettik. Adlarımızı öğrendi, nerede
okuduğumuzu ve kaçıncı sınıfta olduğumuzu sordu. Ayrıca da bilgilerimizi test
etti. Bizi başarılı görünce kutladı. İsteğimizi anlattık. Hemen bir eri
çağırdı. Birkaç dakika içinde emir yerine getirilmiş, gazeteye sarılı sıcak
somunlar gelmişti. Parayı uzattım, güldü ve «- İmtihanı muvaffakiyetle
kazandınız, bu da sizin mükâfatınızdır, şahsıma ait istihkaktan kestirdim».
Diye, o günün üslubuyla bir yanıt verdi. Bizi ödüllendirmişti. Arada bir
uğramamızı da ekledikten sonra vedalaştık.
Çevremize
güzellik katan ve çayırlarından av hayvanlarına kadar bize çeşitli yararlar
sunan bu alan, aynı zamanda bir belâ kaynağıydı. Çünkü burası bataklıktı. Yaz
boyu, her akşam bir sivrisinek bulutu buradan kalkar, köyün üzerine kâbus gibi
çökerdi. Bu belâyı başımızdan savacak hiçbir çaremiz de yoktu. Cibinlik,
yalnızca bizim evde bulunurdu. Bu sayede uyku saatlerinde belki rahattık ama,
yatma zamanına kadar hemen her gece bu küçük canavarlarla uğraşır dururduk. Köy
halkı, bunlardan biraz kurtulabilmek için ilkel bir yönteme başvururlardı; Bir
saksı parçasının üzerine koydukları tezek ufaklarını tutuşturur, çevreyi ondan
çıkan dumanla tütsülerlerdi. Etrafa yayılan dumanın etkisiyle rahatsız olan
sivrisinekler, gerçi biraz seyrekleşirlerdi ama, zaten çoğu hasta ve bitkin
olan zavallı köylüler gecelerini işte böyle gübre dumanları ile sivrisineklerin
saldırıları arasında geçirmek zorunda kalırlardı.
Bu
yüzden insanların çoğu sıtmaya yakalanırdı. Öğleden sonra sıtma nöbeti geçiren
hastaların yataklarını hemen her evin çıkışındaki sundurmanın altında görmek
mümkündü. Evet her evde bir iki sıtmalı hasta bulunurdu. Köyün içinden geçerken
basit, derme çatma evlerin önündeki sekilerin üzerinde titreyen hastaları
görür, üzülürdüm. Yaklaşıp, kendilerine nazikçe şifa dilediğim bu perişan
insanlar, yaşadıkları acı ve ıstırabın ateşi içinde kıvranırlarken çoğu kez
beni hiç duymazlardı. Yakıcı Ağustos sıcağında, üstlerine ikişer kalın yorgan
örtülmüş olmasına rağmen bu hastaların tiril tiril titrediklerini şaşkınlık
içinde izlerdim. Sonra, bana okulda aylar önce sıtma hakkında verilmiş
dergilerimin içindeki bilgileri yeniden merak ederdim. Gelip onları tekrar
tekrar karıştırır okurdum. Bu zavallı hastalara yararı dokunacak bir bilgi
arardım. Bu suretle bayatlamış bilgilerim de yenilenmiş olurdu.
O
zamanlar, sıtma tedavisinde kullanılan «kinin» diye bir ilaç vardı.
Günümüzün gençleri bunu tanımazlar. Sarı renkte minik drajelerdi. Ebucehil
karpuzundan daha acı olan bu hapları sıtmalı hastalara belli aralıklarla
verirlerdi. Çocuklara yedirmek çok zor olduğu için, zaten küçücük olan bir
tanesini ikiye böler, onu da ince sigara kâğıdına sararak tatlı bir sıvı
yardımı ile onlara zor bela yuttururlardı. Bu hastaların ter ve sidikleri
sapsarı çıkar, çamaşırları da sarı renge boyanırdı.
Ben
yaşamı onlar adına da seviyordum. Onların da şifa bulup hayatın
güzelliklerinden haz almalarını çok istiyordum. Onun için de özellikle hasta
yaşıtlarımın acı ve ıstıraplarını fırsat buldukça paylaşmaya çalışırdım.
Bu
köyde kimse doktor yüzü görmemişti. Teygut Köyü’nün halkı kadar şanslı
değillerdi. Onlara göre doktora ancak şehirli insan gidebilirdi. Bunların ise
birkaçı ancak şehir olarak Bitlis’i görebilmişti. Sıtmanın nedenini bile
bilemiyorlardı. Hayatında plasmodium, anofel ve malarya
sözcüklerini duymuş bir tek insan yoktu bu köyde... Bu, elbette ki Laveran
ve Golgi adındaki alimler adına büyük bir şanssızlıktı.
Annem
ve babam aydın birer insan olarak yeterli sağlık bilgisine ve bilincine sahip
bulundukları için evimizde önemli bir şikâyetimiz olmazdı, annem beslenmemiz
konusunda çok titizdi. Bu sayede yemeklerimiz, hem temizlik, hem besin değeri
açısından kaliteliydi. Tabiatıyla çocuktuk, koşuşur, zıplar ve bazen de küçük
kazalar geçirirdik. Örneğin keskin şeylerle oynarken elimizi keserdik, bazen
ağaçtan, ya da merdivenden düşerdik; bazen de bizi arı sokardı. Bu durumlarda
da babam işe hakim olur, bizi uygun bir şekilde tedavi ederdi. Koca karı ilaçlarına
ise hiç perva etmezdi ve köylüleri de bundan sakındırırdı.
Fakat
bizim eski köyümüzde Nazo adında, yeni köyümüzde de Feleko adında
birer kadın halk hekimi vardı. İkisi de tabiatıyla kocakarı ilaçları diye
adlandırdığımız cinsten birtakım karışımlar kullanarak hastaları tedavi
ederlerdi. Köylüler, çok ciddi olmayan bütün şikâyetlerinde onlara
başvuranlardı.
Altı
yaşındaydım; bir keresinde, sofranın bitişiğindeki kaynar çorba tenceresine
nasıl olduysa sol ayağım girdi. Çığlıklarım ortalığı ayağa kaldırınca
hizmetçilerden biri beni kaptığı gibi yıldırım hızıyla Nazo’ya görmüştü.
Babam evde yoktu annem de itiraz etmedi. Nazo ayağıma ne sürdü hâlâ
bilmiyorum; fakat soyulmuş ayağım iki gün içinde iyileşti ve üzerinde yaranın
hiçbir izi kalmadı! Asla kimseyi özendirmek için bunu söylemiyorum. Sırf
gördüklerimi ve yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.
Taşındığımız
Oskağak köyünde büyük bir şanssızlığa uğramıştık. Bunun bir hayal
kırıklığı olduğunu neden sonra anladık. Fakat artık ok yaydan çıkmıştı.
Bir
iki yıl böyle idare ettik. Sonra babam, buradaki topraklarımızı 1960 yılında
elli bin lira karşılığında köylülere sattı. Zor bela parayı çıkıştırıp
getirdiler. Bu paranın yarısıyla Bitlis’in Taş Mahallesi’nde bir köşk
satın aldık. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Ermeni ustalar tarafından kesme
taştan yapılmış olan bu köşk, Şerbetçiler adında zengin bir aileye
aitti. Sahipleri Bitlis’ten Diyarbakır’a göç etmiş, burayı kiraya
vermişlerdi. Köşk, bir meyve bahçesi içinde iki katlı görkemli bir bina idi.
Fakat ben burayı hiç sevmedim ve buraya hiç alışamadım. Eski yerlerimizin
özlemi içinde ağır bir stres yaşadım ve bir süre hasta yattım.
Doğu
vilayetlerinde sosyete takımı yoktu. Fakat bu kentlerin aristokratları vardı.
Örneğin Bitlis’te Kaadirîler ve bu ailenin dalları olan Gaylânîler’le
Seyitoğulları; Kürt ileri gelenlerinden Şerefhanlar; Türk
kökenli, ya da Türkleşmiş ailelerden Kufra Şeyhleri, Kadızadeler,
Şeyh’ül-Garipler, Zülfikârlar, Barutçular, Kürümoğulları,
Yusufpaşazâdeler, Nasırlar, Karayılanlar, Geboloğulları,
Dodanlılar ve Kazaz Şeyhleri gibi tanınmış aileler vardı. Bitlis’in
eşraf takımı arasında bizim, geçmişten gelen bir muhitimiz bulunuyordu. Annem
zaten buranın tanınmış bir ailesindendi. (Kadızâdelerden Hacı Necmeddin
Efendi’nin torunudur.). Ayrıca Bitlis eşrafından atalarıma
bağlanmış, onları mürşit kabul etmiş ünlü aileler vardı. Örneğin, Tüccarlardan
Hacı Bişar Efendi, Hacı Tevfik Efendi, Şeyh’ül Garipzadeler’den Şeyh
Abdühalik Efendi, Şeyh Mücahit Efendi, Şeyh Seraceddin Efendi
ve Yusufpaşazade Behçet Bey bunlardandı.
1960
yılında patlak veren askerî inkılâp, Doğu’nun üzerine kâbus gibi çöktü. Sırf
bir şeyh ailesi olduğumuz için o sıralarda çok sıkıntılı günler geçirdik.
Siyasi havaların elektriklendiği her defasında, tanınmış tüm Doğulu şeyh
aileleri gibi bizim de ailemiz öteden beri büyük sıkıntılar çekmiştir.
Cumhuriyetin başından beri türlü bahanelerle ailemiz zaman zaman günahsız yere
haksızlığa uğramıştır. Bu cümleden olarak büyük babam Şeyh Abdullah Efendi,
1935 yılında Kazım Dirik adında Yahudi kökenli Balkanlı bir ajanın
ispiyonları üzerine önce Konya’ya sürülmüş, bir buçuk yıl kadar orada ve kısa
bir süre de İstanbul’da acı bir gurbet hayatı yaşamıştır.
Yönetimlerin,
bu ülkede insanları kuşaklar boyu damgalama alışkanlığındandır ki 1960
inkılâbından sonra yine sıkıntılar yaşadık. Evimizde göz hapsindeydik.
Nefesimiz bile koklanıyordu. Bu olayın bölgemizde ve bütün Doğuda neden olduğu
sosyal ve düşünsel değişimleri, ancak geleceğin dürüst araştırmacıları daha
ayrıntılı ve daha objektif biçimde açıklayabileceklerdir. Onun için şimdilik bu
konuda pek söyleyeceğim bir şey yoktur!
Bu
olaydan sonra yine sık göçler yaşadık. Eski muhitlerimize çekildik ve nihayet
1962 yılında Tatvan’da yerleştik. Ben artık delikanlıydım. Fakat bu hareketli
ve istikrarsız dönemin bıkmamış, moral çöküntüsüne asla uğramamış, zinde
umutlu, eğitimini sürdüren, geleceğe umutla bakan ve yaşamı seven bir
delikanlısıydım
Yukarıda
çok özet olarak anlattığım, doğudaki köy yaşamı, bölgedeki insanlar için tam anlamıyla
bir çileydi. Çocukluk yıllarımda tanık olduğum perişanlıkları ben –evde
bulunduğum süreler içinde- şahsen yaşamadım. Ama o insanların duygularına
daima ortak olmaya çalıştım. Ben sobalı, sıcak, aydınlık, temiz ve düzenli
evimizde otururken hep arkadaşlarımı, onların tandır ve ocak başlarında çile
çeken ailelerini düşünür, üzülürdüm. Fakat zaman geldi, büyüdüm, artık
eğitimim, ideallerim ve geleceğim için uzun süreler evden uzak kalacaktım. Bu
benim için zorunluydu. Sonra gurbetin acılarını tadınca çilenin ne demek
olduğunu bir farkla anladım. Yaşamı seven insan için çile ve ıstıraplar, aydın
bir geleceğin umut ışıkları altında birer şenliğe, birer hazza dönüşebilirler.
İşte ben öyle yaptım. Hayata küsmeden, kimseye sitem ve minnet etmeden, zorlukların
da yaşamın birer parçası olduğuna inanarak, onları da kabullenerek emin
adımlarla yoluma devam ettim. Gençliğime işte böyle başladım.
***
BÖLÜM -
II
Gençliğimi
Yaşadığım Günlerin Türkiye’si ve Dünya
Çocukluk
yıllarımda Türkiye çok sakindi. Belki de bana öyle geliyordu. Çünkü –daha
önce de söylediğim gibi- küçücük bir dünyam vardı. İnsanlar tehlikeli ve
çirkin ideolojik yarışlara daha yeni başlamışlardı. Bu yarış henüz tabana fazla
yayılmamıştı, Kürtlerin büyük çoğunluğu kimlik olarak İslâm’ı önceliyorlardı.
Bunun, o döneme bağlı olarak birkaç önemli nedeni vardı. Bu nedenlerin hepsinin
ortak etkisi Kürtlerin politize olmasını önlüyordu. Deyim yerinde ise bölge
halkının gözü henüz kapalıydı. Onun için bu durum, aslında onların İslâm’a bilinçli
olarak bağlı bulundukları anlamına gelmiyordu. Çünkü eğitime Demokrat Parti
tarafından hız verilmesi ve doğuda okulların yaygınlaşması ile birlikte daha
sonraları bölgedeki egemen zihniyet, oldukça büyük bir değişiklik gösterecekti.
Fakat çocukluk dönemimde bu faktörün hızlandırdığı, -İslâm’dan uzaklaşma
periyodu- henüz başlamadığı için Kürt ve Türk ırkçılığının da
kımıldayışları hissedilecek kadar değildi.
Çok
şükür ben bu yarışın tamamen dışında kaldığım için eskiden olduğu gibi şimdi de
«Ben önce müslim ve mü’minim, ondan sonra da Türkiyeliyim» diyorum.
Evet, Arap kökenli olmama rağmen, hatta ünlü bir Arap Aileden geliyor olmama
rağmen «Ben Türkiyeliyim» diyorum. Bu sözlerle benim, Ilgaz Zorlu
ile yarıştığımı sananlar yanılırlar. İlgaz Zorlu «Evet, Ben
Selânikliyim» demişti. O, bir farklı gerçeği kanıtlamak istemişti ve
kanıtladı. Ilgaz Zorlu için kanıtlanması gereken o farklı gerçek benim
için söz konusu değildir. Çünkü eğer ben de öyle yapsaydım «Evet, Ben
Mekkeliyim» demem gerekirdi. Fakat bunu söylememe gerek yok. Çünkü zaten
herkes benim Mekkeli olduğumu biliyor. Bu ise evrensel düşünce bazında hemen
hiçbir şey ifade etmez. Sadece bugün değil, gençliğimde de böyle düşünüyordum.
Sanırım evrenselliği daima öncelemiş bu düşünce ve duygularladır ki yıllar
sonra örneğin ne Ecyad kalesi’ni yıkanların, ne de karşıtlarının safında
yer aldım! Bu ve benzeri çocuksu kavgalar beni hiç ilgilendirmemiştir. Bununla
ben, aslında şu gerçeği vurgulamak istiyorum: Türkiye’de doğdum, Türkiye’de
büyüdüm ve Türkiye’de yaşadım. Üstelik adlarını bildiğim kırktan fazla
atalarımdan on sekizi 700 yıldan beri bugünkü Türkiye topraklarında
yaşamışlardır. Dolayısıyla, «Ben safkan Türküm» diyen ya da kendini
böyle inandırmış olan milyonlarca insandan çok daha Türkiyeliyim. Çünkü bu
insanların milyonda biri bile en çok dördüncü atasına kadar olan geçmişini
biliyor, ondan öncekilerin ise ne kökenlerini, ne adlarını, ne din ve
inanışlarını, ne de onlarla ilgili bir şey biliyor. Oysa ben atalarım hakkında
çok şey biliyorum; hem de belgesel olarak biliyorum. İşte gerçek bir Türkiyeli
olduğumun kanıtı budur. Bu kanıtla bütün ırkçılara, bütün tarikatçılara, bütün
mezhepçilere, bütün laikçi yobazlara, sağcılara, solculara, kadavracılara,
Masonlara, Nurculara, mezarcılara, mumyacılara; (faniye:-cenazeye, türbeye,
anıta, mozoleye, tespihe, takkeye, heykele, padişaha, Mevlide, marşa Osmanlıya,
vatana bayrağa ve tarihe- tapanlara); ayırımcılara, bölücülere ve bunlar
gibi bütün zararlı ve yıkıcı örgüt, dernek ve siyasi parti mensuplarına ders
vermek istiyorum!!! Ancak Türkiyeli olmak, benim için bir üst kimlik de
değildir; aynı zamanda dünya insanlarına karşı bir üstünlük simgesi de olamaz.
Dolayısıyla «Bir Türkün dünyaya bedel olduğu» yalanına hiçbir zaman inanmadım
ve kendimi inandırmaya da çalışmadım. Çünkü ben de herkes gibi bir insanım.
Yurdumda
çok ilginç olaylar yaşadım; işlenen yanlışlara, yapılan haksızlık ve
adaletsizliklere tanık oldum. Türlü türlü aykırı inanışların, görüş ve
düşüncelerin kıyasıya savaştığı Türkiye’de yaşadım. Türkiye; tarihiyle,
jeopolitik konumuyla, toplum yapısıyla gerçekten çok ilginç bir ülkedir. Bu
coğrafyada rahat, mutlu ve doyumlu yetişip yaşamak da güçtür. Dolayısıyla
objektif olmak, ilmi, aklı ve mantığı esas alarak olaylara bakmak da bu ülkede
kolay değildir. Ancak bütün bunlara rağmen eğer bir kimse her türlü fanatizmin
dışında kalabilmiş ve bu ülkeyi –özellikle de Öteki Türkiye’yi-
görebilmişse onun, saptadıklarını dürüst bir tanık sıfatıyla kâğıda dökmesi
gerekir. Çünkü bu davranış, tarihe karşı büyük bir sorumluluğun yerine
getirilmesi anlamını taşıyacaktır.
Ben
bunu da yaptım. Çok şeyler yazdım. Çünkü hayatı, olayları ve insanları büyük
bir dikkatle izledim. Gördüklerimden ders ve ibretler çıkarmaya çalıştım.
Yaşadıklarımı, zihnimin bir köşesinde saklamanın anlamsız olduğuna inandım.
Nitekim hayatı insanlarla paylaşmak zaman zaman bir zorunluluk haline gelir.
Bu, bazen bir vicdan sorumluluğu olarak karşınıza çıkar. İşte o anda konuşur,
ya da yazarsınız. Ben de öyle yaptım. Ama içinde yaşadığım halk bir bilgi
toplumu olmadığı için yazarken çok büyük çelişkilerle karşılaştım, çok
sıkıntılar çektim. Aşırı politize olmuş cahil kalabalıklar; ideolojik eğitimin
çarkları arasında kişilikleri deforme edilmiş milyonlarca entel; yarı okumuş
televole magandaları; laikçilik, tarikatçılık, mezhepçilik ve ırkçılıkla
zihinleri kirletilmiş, beyinleri yıkanmış on milyonlarca fanatik insan arasında
neler yazamazsınız ki! Yazdım ama gelin görün ki (bir iki kitaptan başka)
bunları bastırıp yayınlamak hemen hemen mümkün olmadı.
Bilgiye ve aydınlığa kandini adamış insanlar için böyle bir
ortamda yaşamaktan daha büyük bir talihsizlik olamaz. Ancak bu şanssızlığın en
karanlık örneğini ben yaşadım. Çünkü tarafsızca, göz nuruyla ve büyük bir
sorumlulukla yazdığım onlarca kitabın bir tanesini bile bu ülkede hiçbir
yayınevi yayınlamak istemedi! Bir yazar için bundan daha acı bir kader olamaz.
Evet, hep bu sert engelle karşılaştım. Çünkü Türkiye’de hemen her yayınevi ideolojik
bir kampa bağlıdır. Siz eğer tarafsız iseniz, yani hiçbir derneğe, hiç bir
vakfa, hiçbir siyasi örgüte üye değilseniz, sizi bu ülkede hiç kimse kale
almaz. Bu da aklı başında her insan için bir ibret levhasıdır. Bu levhadan,
Türkiye’deki kalabalıklar hakkında bir çok gerçeği okumak mümkündür. Ancak ben
yine de pes etmedim. Hep yazdım. Adımı bile doğru telaffuz edemeyen bir
toplumun birgün aydınlanabileceği umuduyla kültürel bilinçlendirmeye hep
katkıda bulundum. İzleyebilenler, Türkiye’nin gerçeklerini özellikle kaleme
aldığım üç çalışmamdan öğrenebilirler. Bunlardan birincisi «Tarikatta Râbıta
ve Nakşibendîlik», ikincisi, «Öteki Türkiye’den Manzaralar» üçüncüsü
ise «Türkiye’de Din Sosyolojisi» adlı kitaplarımdır.
***
Biraz önce adımdan söz açmışken şu «...tin...tin»’lerle biten isimlere ilişkin bazı saptamalarımı sizinle paylaşmak istiyorum.
Yukarıda ifade ettiğim gibi, kimliğimdeki adım, Feriduddin AYDIN’dır. Bu isimi telaffuz etmek bugünkü nesil için çok zordur. Bu nedenle, özellikle resmiyette epeyce sorun yaşadım ve yaşıyorum. Bankalarda, ve devlet dairelerinde, adımın yanlış yazılmaması için her seferinde uğraş veriyorum. Resmi nitelikli belgelere adımı, tabiatıyla her zaman Feriduddin AYDIN olarak yazmak zorundayım. Ama pratikte Ferit Aydın adını kullandım. Basılan kitaplarımın dış kapakları üzerinde de hep Ferit Aydın vardır. Ancak ilk sayfalardaki biyografimin altına bir dipnot koydurtarak şu açıklamayı yaptım: «Yazarın asıl adı Feriduddin Aydın’dır; muhitinde kısaca Ferit Aydın olarak tanınır.
Dolayısıyla e-mail adresimde de (user name) olarak feritaydin sembolünü kullanmak istiyordum. Fakat daha önce rezerv ettiğimiz adreste mevcut olan bu sembolden dolayı bir sorun çıkmasın diye feridaydin’i tercih ettim, bu daha iyi oldu.
Aslında, Türkiye’de yaşanan bu sorunun
kaynağı Aksan bozukluğudur. Türkçe, genelde on yıllık süreçlerle önemli
deformasyonlara uğrar. Bunu önlemek, tarih boyunca günümüze kadar mümkün
olamamıştır. Bu ayrı konu, ancak buna bağlı olarak halkın konuşma ve telaffuz düzeni
de sık sık bozulmaktadır. Bunun en ilginç örneği ise birkaç on yıldan beridir
devlet tarafından bilinçli olarak halka yanlış telaffuz ettirilen belli bir
isim gurubunun kullanılmasında ortaya çıkmıştır. Tamamen Arapça’dan alınan,
ancak yakın geçmişte (İslâm’ı çağrıştırmasın diye) sonlarındaki (din)
eki (tin) olarak değiştirilen bu adlar, ikişer sözcükten ibaret
birer isim tamlamasıdır. Bu adlara: Necmettin, Selahattin,
Bedrettin, Kemalettin, Şemsettin, Nurettin,
Hayrettin ve Fahrettin gibi daha birçok örnekler vermek mümkündür. Bu
konudaki açıklamaları kuşkusuz ilâhiyatçılar çok daha iyi anlarlar. Burada
unutmadan hatırlatmak gerekir ki Arapça’da «tin» kelimesi, Türkçe’de «incir»
demektir.
Bu tip adların her birinin ne anlama geldiği
ve sonlarındaki ekten bir tek harfin değişmesiyle dahi nasıl bir anlam
bozukluğuna uğratıldıkları konusu, aslında yalnızca kültürel deformasyon
bakımından değil, özellikle toplumun mantık yapısı, ahlâkî değerlere ve
bilimsel ölçülere yaklaşımı bakımından da çok yönlü olarak ele alınması
gerekir. İlginçtir ki bu isimlerin ne anlam taşıdığı; bu deformasyondan sonra
nasıl birer anlam bozukluğuna uğratıldıkları; tamamen Arapça olmalarına rağmen,
neden Araplar tarafından kullanılmadıkları ve esasen hangi etkiler altında bu
adların Türk toplumunda yaygınlaştığı gibi konular, şimdiye kadar ne sokaktaki
insanı, ne de ilim adamlarını meşgul etmiştir! Çünkü bu çeşit toplum
gerçeklerini gündeme getirmek, Türkiye halkının özgün bir kültür altyapısından
yoksun bulunduğunu bir anlamda kanıtlayan meselelere parmak basmak demek olur.
Onun için suskunluk, -büyük ihtimalle- daha çok bu yargı ile tercih
edilmiştir.
Bu isimlerin her birinin, orijinal yapısı
içinde ifade ettiği anlam ile bozulmaya uğratıldıktan sonraki anlamına gelince;
bunların birkaçını karşılaştırarak bir fikir çıkarabiliriz.
Örneğin, bunlardan «Necmettin»’in
orijinal biçimi «Necmuddîn»’dir. Bu bileşik isim, Türkçe’de «yıldız»’ın
karşılığı olan Arapça «Necm» ile «din» sözcüklerinden
oluşmaktadır ve «dinin yıldızı» anlamına gelen bir isim tamlamasıdır. Ne
var ki «Necmuddîn» biçimindeki bu adın orijinal kalıbı «Necmettin»
şeklinde deforme edildikten sonra anlamı tamamen değişmekte ve «incirin
yıldızı» diye zevksiz, ilgisiz, rasgele ve hatta çirkin bir anlam
peydahlanmaktadır.
Bu analizden yola çıkarak; benzer bazı
adların da hem orijinal hem bozulmuş biçimi ile verdikleri anlamları aşağıda
birkaç farklı örnek içinde karşılaştırdığımızda yozlaşmanın, bilgisizliğin,
bilinçsizliğin ve pervasızlığın bu
ülkede hangi boyutlara ulaşmış olduğunu açık bir şekilde görecek; ölçü
tanımamada ne büyük bir cesaretin sergilendiğine şahit olacaksınız.
Örneklerde her adın önce orijinali, ondan
sonra da tahrip edilmiş biçimi, anlamları ile birlikte verilmiştir.
Örnekler:
1. a) Özgün biçimi: Cemâluddîn /
Anlamı: Dinin güzelliği.
b)
Bozulmuş biçim: Cemalettin / Anlamı: İncirin güzelliği.
2. a) Özgün biçimi: Bedruddîn /
Anlamı: Dinin dolunayı.
b) Bozulmuş biçim: Bedrettin / Anlamı: İncirin dolunayı.
3. a) Özgün biçimi: Kemâluddîn / Anlamı:
Dinin olgunluğu.
b)
Bozulmuş biçim: Kemalettin / Anlamı: İncirin olgunluğu.
4. a) Özgün biçimi: Şemsuddîn /
Anlamı: Dinin güneşi.
b) Bozulmuş biçim: Şemsettin / Anlamı: İncirin güneşi.
5. a) Özgün biçimi: Qutbuddîn /
Anlamı: Dinin direği (odağı)
b)
Bozulmuş biçim: Kutbettin/Anlamı: İncirin direği (odağı):
6. a) Özgün biçimi: Fakhruddîn /
Anlamı: Dinin iftiharı (gururu)
b) Bozulmuş biçim: Fahrettin / Anlamı: İncir faresi!
Burada, anlaşılması ve çözümlenmesi
gerçekten güç olan birçok sorun vardır. Bunlardan biri de şudur:
Çocuklarına örneğin Kemalettin adını
veren anne ve babalar, bu ismin; «incirin olgunluğu» gibi çok enteresan
bir anlam taşıdığını, acaba bir kez olsun akıllarından geçirebilmiş midirler;
ya da (büyük ihtimalle bu konuda hemen hiç bir
bilgiye sahip bulunmadıkları için) bu adın böyle bir anlam taşıdığı şâyet
onlara başta anlatılmış olsaydı, bunu yine de ad olarak çocuklarına
yapıştırmayı acaba göze alırlar mıydı? Üstelik yukarıdaki örnekten daha günlünç
anlamlar veren adların da bu grup içinde bulunduğunu unutmamak gerekir!
Son Osmanlı Padişahı Vahîduddîn’in de
adı yukarıdaki isimler gibi «tin»’li bir takı ile «Vahdettin»
şeklinde ve üstelik okullarda tarih öğretmenleri tarafından bile yanlış
telaffuz edilmektedir.
İlginçtir ki bu
kitabın yazarı ve bu eleştirilerin sahibi olarak ben de bu gruba giren
isimlerden birini taşıyorum! Ancak Bana Ferîduddîn adını veren babam,
öyle anlaşılıyor ki gelenekçi olmasına rağmen bu ismin aslına uygun biçimde
telaffuz edilmesini istemiştir. Ondan bu yönde talimat alanlar, adımı orijinal
şekli ile yazdırabilmek için vaktiyle Nüfus memurluğunda kim bilir ne
mücadeleler vermişlerdir!. Ne var ki bu isim yüzünden, Türkiye’de,
başta okullarda, bankalarda ve postanelerde olmak üzere, uğradığım hemen bütün
resmi dairelerde hayatım boyunca manevi işkenceler çektim. Kaliteli eğitim
görebilmiş İlâhiyâtçılar ve bazı edebiyat öğretmenleri hariç, hemen hiç bir
Türk’ün bu adı doğru telaffuz ettiğine ve doğru yazdığına rastlamadım. Amerika
ya da Avrupa’da yaşıyor gibi adımı hep kotlayarak memurlara ve sekreterlere
yazdırmak zorunda kaldım. Üstelik sık sık yaptığım yurt dışı seyahatlerim
dolayısıyla Hava limanlarımızdaki kültürsüz ve eğitim durumları pek zayıf,
kontrol polislerimiz tarafından bu isim hep tuhaf karşılandı. Ancak her şeye
rağmen, baştan ayağa bir çelişkiler ülkesi olan Türkiye’de
hemen hiç bir şeyin orijinal niteliğe sahip bulunmadığını gördükçe teselli olabildim.
İşte böyle bir ülkenin çocuğuyum. Yıllar önce kazasız belâsız
bir şekilde 19 yaşına girdiğim zaman, bunun ne büyük bir şans olduğunu o
günlerde bile anlıyordum! Gittikçe ufkum biraz daha genişliyor, dünya ise
gözümde hızla küçülüyordu Üstelik yaşamı yine çok seviyordum. Sevginin de bütün
mutlulukların kaynağı olduğunu biliyordum. Yaşamla beni kaynaştıran sevgiydi.
Yaşam benim için her mevsimde bahar gibi, ya da güzel bir gelin gibi süslüydü;
rengârenkti; hâlâ öyledir. Bu bir hayalcilik değildi ve asla olmadı. Olağanüstü
bir gerçekçilikle hayatı daima sevdim. Bu güzel duyguyu bana sevgili annem
aşılamıştı.
Evet 18 inci yaşıma girdiğim sıralarda eğitimimi tamamlamak
için epeyce uzaklara gitmeye niyetlendiğimi annem fark etmeye başlamıştı. Buna
gönlü razı değildi. Ondan yıllarca uzak kalmama yüreği dayanamazdı. Annelik
duygusunu, yıllar sonra eşim anne olunca çok daha iyi anladım. Fakat babam
benim gibi düşünüyordu. Ne çare ki annem, önüme engel çıkarmak için ciddi bir
plan yapmıştı bile. Beni evlendirecekti.
***
Artık beni
evlendiriyorlar
Anneme
boyun eğmek zorunda kaldım. Bana bir düğün yapıldı ki dillere destan...
Geçmişimi ve muhitimi bilmeyen gurbet arkadaşlarıma zaman zaman bu olayı
anlattığımda bana inananlar çok az oldu! Kimseyi inandırmak zorunda değilim
tabi... Böyle bir kaygım da yoktur. Ancak şunu söyleyeyim: günümüzde püskülleri
iyice dökülmüş olmasına rağmen, Doğulu herhangi bir şeyh çocuğunun düğününde
bulunma şansını elde edebilecek olanlar, bu peri masalını canlı olarak hâlâ
yaşama olanağına sahiptirler!
Yine de ağzınızı sulandırmak
istiyorum. Kırk gün kırk gece değil, sadece 15 gün süren o muhteşem düğünü size
anlatmayacağım. Bu tip şakalardan çok hoşlanırım. Kafaları karıştırıp biraz
seyretmeye bayılırım. Ne ki kalpten şikâyeti olanlara acıyorum. Onun için biraz
sonra azıcık özetleyeceğim. Fakat ondan önce, ırkçı ideolojinin bu kadar doğal
bir olayın etrafına bile nasıl barikat kurduğuna ve bu ülkede her şeyi nasıl
ipoteği altına aldığına bu ilgiyle biraz işaret etmek istiyorum.
Düğünden söz açmışken işin içine
ölüyü cenazeyi sokmak belki tuhafınıza gidecektir ama, yeri gelmişken taşı
gediğine koymamak da büyük bir eksiklik olur. Mesele şu; Sivas’tan Edirne’ye
kadar olan bölgede, peşine üç buçuk yobaz takabilmiş bir sofu bile öldüğünde, «Evliya,
Allâme filan Efendi Hazretleri vefat etti, Hakka yürüdü» diye eski «Boyalı Basın»’da göklere çıkarılarak
günlerce anlatılırdı. Bugünün medyası da aynı şeyi yapıyor. Türk kökenli olmak,
dinci olmak ve tabi biraz da ünlenmiş olmak yetiyor bu işe!... Bu dünyada bir
böcek gibi yaşamış olsa bile, bu üç özellik kime yakıştırılmış ise (Türkiye’nin
batısında) onun, ölüsü ya alkışlanmış, ya da yakası yağlı kulağı kir dolu
binlerce sofunun omuzunda «tekbirlerle» mezarlığa taşınmıştır. Buna karşın
örneğin, ünlü Müderris, akademisyen ve yazar Şeyh Süleyman el-Halidi (1868-1976),
Siirt’te, aynı unvanlara sahip Şeyh Said Seyda el-Cezeri
(1889-1968) ise yıllar önce Cizre’de öldüğünde Türkiye’de hiçbir yayın
organı bu haberleri yazmadı. Oysa bu iki şahsiyetin de her birinin cenazesinde
atmışlı yetmişli yıllarda yaklaşık seksen doksan bin insan bulunmuştu.
Dolayısıyla haber değeri vardı bu iki olayın da... Ama ikisi de Doğunun
ünlüleriydi ve başka kökenden geliyorlardı. Biri Araptı, öbürü ise Kürttü...
Baskın çıkan bu zihniyetin gölgesinde her iki şahsiyetin de eserlerini hâlâ
Türkiye tanımamaktadır! Oysa bu iki ünlü şahsiyetin de kitaplaşmış birçok
çalışmaları vardır. Bu eserlerin, gerek Arap kütüphanelerinde, gerekse Doğulu
mollaların evlerinde ve medreselerinde nüshaları bulunmaktadır. İşte bu kara
bağnazlık ve bu ayırımcılık zihniyetidir ki Kürdü, Türkü ve Arabı birbirine
düşürmek istemiş, ne şans ki bunu şimdiye kadar tam anlamıyla başaramamıştır.
«Yoksul Eşeklere Yeşil Kart» gibi fıldırafistik haberlere kadar
hiçbir olayı atlamayan bugünün medyası, ne yazık ki hâlâ Doğu’nun yüzlere
tebessüm dağıtacak hiçbir haberini vermez. Ama eğer kan varsa, yas varsa,
feryad-ü figân varsa, hele hele kadavracı Mitüdist’in, laikçinin, ırkçının,
sağcının, solcunun, bölücünün, tarikatçının içini serinletecek bir fitne fesat
varsa onu mutlaka yazarlar, TV. Kanallarında da «rating»’in tadını çıkarırlar.
Örneğin Hakkari’nin çöplüğünden simit toplayan çocukların, Diyarbakır’da
kamyondan fırlatılan ekmekleri kapışan zavallı insanların çamur içinde
debelenirken çekilen manzaraları TV. Kanallarından günlerce verilir. Bundan
amaç Doğu’nun ve Doğu insanın perişanlığını dile getirip sorunlarını çözmek
için ilgili ve yetkililerin dikkatini çekmek asla değildir. Tam tersine, laikçi
yobazın, mumyacının, heykel kölesinin, ırkçının, Tarikatçının, sağcının,
solcunun, bölücünün yüreğine su serpmek onları eğlendirmektir.
Gelelim bizim düğüne...
Biliyorsunuz, Kenan Evren bile «görücü usûlü» ile evlenmiş. Tabi
bizimki de işte aynen öyle oldu. Bunu, söylerken hiç de sıkılacak bir neden
bulamıyorum. Çünkü o zamanlar «usul böyle idi»; ve hemen ekleyeyim, Kenan
Evren’i de örnek almış değilim. Hem sonra bu Zâtı o zamanlar hiç mi hiç
tanımıyordum. Hatta «netekim» sözcüğünü de ondan önce hiç duymadım ve asla
kullanmam. Gerekirse «nitekim» derim. Üstelik aramızda da epeyce yaş farkı
var...
Şakayı bir yana bırakalım, Annem
işi planlamıştı dedim ya, işi aynı zamanda pişirmişti bile... Gelinini, baba
tarafından yakınım olan bir aileden beğenmişti. Fotoğrafını bile hiç görmedim.
Çünkü fotoğrafı hiç çekilmemişti ki! «Olur mu böyle şey kardeşşiiim!» demeyin.
Vallahi de billâhi de bu söylediklerimin hepsi doğrudur. Hatta eksikleri bile
var... Ama ister beğenin ister beğenmeyin, işte böyle bir muhitin, böyle bir
geleneğin insanıydık. Fakat eğer bu gelenekler olmasaydı, eğer bu fıldırafistik
olaylar yaşanmasıydı söyler misiniz, Aziz Nesin’i nasıl
yaratabilecektik?! «İt Kuyruğu», «Zübük»
ve «Hazreti Dangalak» gibi kitaplar nasıl yazılabilecekti!... Ama eğer
bugün o yaşlarda olsam ve evlenmek istesem elbette ki bu «görücü usûlü»
denen şeyi duvarın yüzüne çalarım. Ancak şunu da içtenlikle hemen söyleyeyim ki
bizim kadar birlikte uyum ve mutluluk içinde yaşamış az sayıda çift bulunur bu
dünyada... Darısı gençlerin başına, ama «görücü usûlü» ile değil!
Düğünün ayrıntılarına girmesem de
şu rakamlar size bir fikir verebilir: 1964 yılı baharından itibaren başlayan ve
üç ay süren hazırlıklar tamamlandıktan sonra özellikle günlerce taşınan ve
onbeş dönümlük bahçemizin bir kenarına istif edilen odun miktarı seksen tondan
az değildi. Bunun bir kısmı, Eylülün serin gecelerinde yer yer yakılarak
etrafında «koçeri», «govend» ve «herkuşte» tarzlarında
halaylar çekildi, rakslar yapıldı, meddahlar ve palyaçolar tarafından Kürtçe’de
«lepok» ve «tolif» denilen skeçler oynandı; ta ki 13 Eylül gecesi
gelip çatıncaya kadar. Bölgedeki sekiz büyük aşiretten düğüne peyderpey
gelenlerin 14 Eylül günü, sanırım sayıları 5000 kişiyi geçmişti. 1964 yılında
bir ilçede bu kadar insanın bir araya gelip toplanması elbetti ki büyük bir
olaydı. 15 gün içerisinde bildiğim kadarıyla altmış kadar koyun kesildi.
Kazanlarla günlerce pişirilen yemeklere, yapılan tatlılara, sunulan meyve ve
meşrubata, kullanılan araçlara harcanan paranın ne tuttuğunu ve kimlerin
cebinden çıktığını hâlâ bilmiyorum. Aynı zamanda bu haberin, herhangi bir gazetenin
son sayfasında bile yayınlandığını hiç duymadım. Hamd olsun geniş çevremizin
saygısına her zaman mazhar olabildiğimiz için ayrıca bizi reklam edecek medya
cadalozlarına hiç ihtiyacımız olmamıştır, olmayacaktır da. Onun için bunu bir
kompleks olarak değil, bu toplumu Kürt, Türk, Arap diye ayıran; «Acı veriyorsa
yazalım, sevindiriyorsa hayır!» diyen zihniyetin kirli yüzünü fâş etmek için
söylüyorum ve dua ediyorum: İnşallah Türkiye yakın gelecekte Avrupa Birliğine
girer de Avrupalılar bu kara zihniyetin hakkından gelir; onun örümcek kafalı
zebanilerini hizaya getirir!!!
13 Eylül günü bütün hazırlıklar
tamamlandı. Artık yapılacak tek şey kalmıştı. O da gelinin Şirvan’dan Tatvan’a
getirilmesiydi. Bu mesafe, gidiş-geliş 250 kilometreyi geçmez ama o günlerde
epeyce uzun sayılırdı. Konvoy yola çıktı ve ertesi gün öğleden sonra Tatvan
Coşkulu bir gün yaşadı. İlçemiz, tarihinde en büyük kalabalıklardan birine ev
sahipliği yapıyordu. Sanırım manzara mahalli yönetimi biraz kaygılandırmıştı.
Çünkü beş bin kişilik düğün korteji içinde silah taşımayanların sayası çok
azdı. İlçenin tanınmış bir işadamı, daha önce Kaymakamla görüşmüş:
«- Kaymakam Bey, hiç endişe
etmeyiniz. (Babamı kastederek), Bizim Efendi Hazretleri bu konuda çok
duyarlıdır. Disiplini bozacak hiçbir şey olmaz. Zaten Şeyh Efendi’nin emri var,
hiç kimse silah kullanmayacaktır», diyerek Kaymakamın kaygılarını gidermişti.
Nitekim de öyle oldu. Sadece, gelin arabadan indiği sırada havaya birkaç el
ateş edildi. Bu kadarı da normaldi. Hem sonra ateş eden kişiler bizzat bu
işadamı ve birkaç arkadaşıydı. Ben, babam ve sekiz on kadar aşiret lideri
evimizin damına çıkarılmıştık. Hepimiz de ayaktaydık. Konvoy yaklaşınca
ilçemizin zengini Cemil Ayaz Efendi babama yaklaştı, ellerini önünde
kavuşturarak bir saygı duruşu gösterdikten sonra :
«- Efendi Hazretleri çok sevinçli
bir anı yaşıyoruz, bu mutluluğu kutlamak istiyorum, birkaç el ateş etmemize
izin verir misiniz?» diye sorunca babam:
«- Sanırım Kaymakam Beye benim
adıma söz vermişsiniz; vadimize ters düşmüş olmaz mıyız?» şeklinde bir soruyla
karşılık verdi. Tam bu sırada da gelin arabadan indiriliyordu. Birkaç dakika
sonra Onun içeriye alınmasıyla birlikte bu kutlamanın, geleneklere göre artık
hiçbir anlamı kalmayacaktı. Cemil Efendi telaşlandı. Fazla zaman
kaybetmek istemiyordu. Saygısını bozmadan ciddileşti ve:
«- Efendimiz! Hiç ateş edilmeyecek
diye bir şey konuşulmadı ki; bu bir adettir, müsaade ederseniz iyi olur»
deyince babam:
«- Mesele yok, Allah cümleyi
korusun; fakat gençler dikkatli olsunlar», diyerek etrafı bir kez daha uyardı.
Bu sırada Cemil Efendi tabancasını yukarıya doğrultunca toplu bir
salavat çekildi ve şarjörler bir anda boşaldı.
O sırada damın üzerinde
bulunmamızın elbette bir hikmeti vardı. Biz de aile olarak halk gelenekleri
konusunda Kürtlere az çok uyardık. Doğuda, gelin içeri alındığı sırada damat, -içinde
çeşitli çerez ve bir miktar bozuk para bulunan- elindeki büyükçe bir tası
gelinin başına boşaltıverir. Bu, doğunun önemli geleneklerindendir. Her damat
bunu yapar. Bizim için pek önemi yoktu bunun. Fakat zararsız geleneklere
uymaktan çekinmez, bu suretle de bir yabancı izlenimi uyandırmak istemezdik. O
sırada benim de elime bir tas tutuşturdular, içinde ne var, ne yok, bakmaya
bile vakit bulamadım. Çünkü çatıda tam kapının hizasında bulunuyordum. Gelin de
tam içeri girmek üzere idi. Elimdeki tası gelinin başından aşağı boşalttıktan
sonra aynı zamanda tası da onun kafasına indirmem gerekiyormuş! Ben öyle
yapmadım. Çünkü gelin, bana hayat boyu arkadaş olacaktı. Üstelik misafirimdi ve
yakınımdı. Ona kıyamadım. Tas elimde kaldı. Sağdıçlarım, önemli bir görevi
ihmal etmiş olmamdan dolayı paniğe kapıldılar. Onlardan biri elimden tası alıp
gelinin kafasına çakacaktı ki tam o sırada gelin içeri girmiş bulundu. Ben
içimden bir oh çektim. Tas, kalabalığın üzerine düşmeden havada gençlerin
tokatlarıyla uzak bir yere fırladı.
Düğünün son ve en coşkulu gecesi de
böylece yaşandıktan sonra 15 Eylül sabahı yorgun ve bitkin olarak hayatıma
kaldığım yerden devam etmeye başladım. Gözüm her sabah olduğu gibi yine rafta
dizili kitaplara takıldı. Benim esas sevgililerim onlardı. Onun için bu gelin,
yaşamı boyunca hiçbir zaman kitabı sevmedi. Ona göre kitaplar kara kedi gibi
aramıza girmişti. Onlar, Onun için birer kuma idi. Nitekim kına izlerini henüz
ellerimizde taşıyorken bendeki ilim aşkı bizi ayırdı ve bu ayrılık tam dört yıl
sürdü. Gelin, henüz çocuk denecek yaştaydı. Çünkü ona veda ettiğimde onaltısını
yeni bitirmişti. Ben ise ondokuz yaşındaydım.
Bu, hiç kuşkusuz törelerin, kısır
dünya görüşünün o gün için getirip önümüze koyduğu önemli yanlışlardan biriydi.
Ben ciddi bir seçim yapmıştım (!) Bunun dönüşü yoktu. Çünkü büyük ailede artık
onlarca cahil yetişiyordu. Bu ise Hazinoğulları’nın çöküşü anlamına
geliyor, buna bir dur demek gerekiyordu. O da vaktiyle «mertebe-i ilmiyesi»
sayesinde ünlenmiş, fakat artık yaşamayan büyüklerin boşluğunu doldurmakla
mümkündü. İşte ikinci büyük yanlış da buydu. Yanlışlar, tabiatıyla hep
yanlışları doğuruyordu. Fakat bir gün gelecek, bu yanlışlar çok büyük bir doğrunun
doğmasına ortam hazırlayacaktı. Bu tarihten tam onüç yıl sonra ben yağdan kıl
çeker gibi (Allah’a binlerce kez şükrolsun ki) Nakşibendî Tarikatı’ndan
sıyrılıp kurtulduğum gün, bu son dört yıl içinde gördüğüm yüksek öğrenimin ve
uğrunda yaşadığım acı ve ıstırap dolu gurbetin ne büyük bir nimet olduğunu
ancak yıllar sonra anladım.
Çünkü bugün mensubu bulunduğum
sülâlenin büyük çoğunluğu ne yazık ki eğitimsizdir. Bu nedenledir ki içyüzüne
ilişkin hiçbir bilgiye sahip bulunmamalarına, üstelik hiçbir kuralını yerine
getirmemelerine rağmen, bu kalabalık halâ Nakşibendîliğe sempati ile
bakmaktadır!
Onlar kendi karanlık dünyalarında ne yaparlarsa yapsınlar, ben
rolümü oynadım. Bu, kaderin bana yüklediği bir misyondu. Onu yerine getirdim.
Yoksa birilerini, ya da bazı çevreleri memnun etmek için değil… Üstelik, yıllar
sonra araştırmalarımı yayınlayınca, bir avuç aydın mümin dışında yüzbinlerce
insanın haksız yere kin ve nefretine bile hedef oldum. Bunların başında bizzat akrabalarım
yer aldılar. Kendi açımdan bunu bir şans sayıyorum. Çünkü en çarpıcı gerçekleri
bildiren peygamberler bunu yaşamışlardır. Haklılığımı kanıtlayan en büyük delil
de işte budur. Nitekim aramızda kan bağı bulunan en yakınlarım bile bana karşı
kinle dolup taştılar. Ne kadar cahil ve ilkel olduklarını hiç düşünmeden, benim
yazıp çizdiklerimi bir gün alıp dikkatle ve bilinçle okumadan beni hep arkamdan
çekiştirdiler. Çünkü yazdıklarımı okuyamaz anlayamazlardı. Bana o kadar çok kin
bağladılar ki yıllarca ders okuttuğum mekânlara bir kez bile uğramadılar,
yetiştirdiğim yüzlerce öğrenciden birinin yüzünü bile görmek istemediler! Oysa
bu hizmetlerimden gurur duymalı bana teşekkür etmeliydiler. Çünkü bu cahil
kalabalık arasında ailemizin mirası olan ilme ve aydınlanmaya yalnızca ben
sahip çıkmıştım. Fakat ben bunları hep normal karşıladım. Zavallı, bilgisiz ve
eğitimsiz onlarca yakınımın dedikodularına hiç perva etmedim. Tersine onlara
hep acıdım. Bir ilim ailesi olan Hazinoğulları sülâlesinin bugün düşmüş olduğu
durumdan dersler ve ibretler çıkarmaya çalıştım.
Nice sülâleler, nice hanedanlar gelip geçmişti bu diyardan.
Gelecek kuşaklara ibret olsun diye tarihler işte bu amaçla yazılıyor.
Nesillerin, inançların, değerlerin ve mirasların zaman içinde –iyiye, ya da
kötüye doğru- nasıl değişebildiğini, nasıl yozlaşabildiğini, olayların
nasıl geliştiğini bu ilgiyle derin derin düşündüm. Nasıl düşünüp sormayayım ki!
Yüzyıllar boyu bilgiden başka mirası olmayan büyük ailemin yüzlerce çocuğu
içinde –mürekkep yalamış üç beş genç hariç-, bugün şu anılarımı bile okumayı
beceremeyen onlarca yakınım vardır. Bırakın okumasını, aralarında, anılarıma
verdiğim adın ne anlama geldiğini kavrayan birinin bile bu kalabalık içinde
bulunabileceğine hiç ihtimal vermiyorum. Evet, «Kendimi Oynadım»
esprisini çok büyük olasılıkla, «kendimle oynadım», «kendi kendime
oynadım», «kendimi oyuncak haline getirdim» ve «kendimi rezil
ettim» biçiminde yorumlayanlar bile aralarından çıkacak, hatta bu bahaneye
sarılarak benden, Nakşibendîlerin öcünü almaya çalışanlara bile
rastlayacaksınız.
Göz açıp kapayıncaya kadar çoluk çocuğa
karışıverdim.
Henüz çok toydum. Aklım başıma gelinceye
kadar en az 20 yıl geleneksel zihniyetin mahkumu olarak bir aile reisliği
yapacaktım. Bu dönem, ilk gurbet dönüşümden hemen sonra başladı. Döndüğümde
eşim yirmi yaşındaydı. Ben ise yirmidördümü henüz doldurmuştum. Teorik
bilgilerim çok kapsamlı ve esaslıydı. Fakat deneyimsizdim. Acı, ıstırap, yokluk
ve sefalet dolu bir gurbetten dönmüştüm. Ülkemin koşulları buna beni
zorlamıştı. Çünkü burada insanlar siyah ve beyazdı. Siyahların rengi gerçekte
beyaz da olsa onlar düzenin hışmına uğrayacak, çocukları bile ancak başka
ülkelerde okuyabilecekti!
Kimsenin yüreğini yakmak istemem. Onun
için o dört yılın nasıl geçtiğini anlatmayacağım. O cehennemin alevleriyle
insanların içini karartmayacağım. O günleri geçmişin mezarlığına gömdüm. Fakat
ödünç aldığım kitaplarla ancak derslere hazırlanabildiğimi asla unutmayacağım.
Gençtim; sadece okuyabilmek için değil, sağlıklı yaşayabilmek için de yeterli
gıda almam gerekiyordu. Oysa canım çekse de bir avuç eğlencelik ya da bir elma
bile alacak kadar param yoktu.
Ama bir şeyi başararak dönmüştüm; birçok gerçeğin içyüzünü
öğrenebilmiştim. En önemlisi hayatın, olayların, düşüncelerin ve ideolojilerin
sırlarını epeyce keşfetmiştim. Bu sırlar, önceleri sırf not almak ve sınıf
geçmek için okuduğum yığın yığın kitapların satırları arasına artık sığmıyordu.
Binlerce soru, kafama ok gibi saplanıyor, anında yanıt bulabiliyorlardı.
Örneğin;
- Özgürlük ne demekti?
- Neden biri yiyor biri bakıyordu?
- Neden herkes «Ne mutlu Türküm Diyene» demek zorundaydı?
- Tarikatçı neden «yobaz» ve «gerici», lâikçi neden «ilerici»
ve «aydın»dı (!)
- Anıt mezarla türbe arasında, lâikçi ile tarikatçı arasında,
solcu ile sağcı arasında ne fark vardı? Bunların hepsi de gerici, çıkarcı,
ölüye tapıcı ve şiddet yanlısı değil miydi?
- Bu toplum İslâm’dan, evrensellikten, adaletten, eşitlik ve
kardeşlikten ne anlıyordu?
- Kontrgerilla, komplo teorileri, proleter devrim, oportünizm,
asimilasyon, cihat, popülizm, yozlaşma, sağcılık, solculuk, ırkçılık, militan
demokrasi gibi kavramlar ne anlam taşıyordu?
-Türkler ve Kürtler tarihte neden birer alfabeye sahip
olamamış, yirmidokuz tane harf bile bulamamışlardı? Ya da –ileri sürüldüğü
gibi- eğer varsa neden kendi özgün alfabelerini kullanmamışlardı?!
Sorular, sorular sorular... Ardı arkası kesilmiyordu bu
soruların...
Sekiz yıl sonra bu kez de ekmek parası için yine gurbete
çıkacak ve dönecektim. Yine kafama binlerce soru üşüşecekti. Ama bu kez beni en
çok meşgul eden şey, Aziz Nesin’in tartışmalara yol açan bir lafı
üzerine kendime yönelttiğim soru olacaktı;
- Aziz Nesin neden «Türk Milleti Aptaldır!» demişti? Bu
soruyu kendime hâlâ soruyorum. Ancak yanıtını bulmakta gerçekten zorluk
çekiyorum.
İkinci gurbetimden söz etmeden önce anlatacak yine epey
anılarım var. Yaşadıklarıma bakarsanız macera diyebileceğiniz çok ilginç
olaylara rastlayabilirsiniz. Hele dilim varsa da anlatabilsem, gerçekten
inanılmaz maceralar yaşadığıma inanacaksınız. Fakat içtenlikle söylemeliyim ki
hayatta bir macera yaşamayı kesinlikle göze almak istemedim. Ne var ki Türkiye
de dahil, doğulu arabesk ülkelerden birinde yaşayıp bir macera içine
sürüklenmemiş hemen hiç kimseye rastlayamazsınız. Aslında sokakta gördüğünüz
insanların her birinin yaşamı bu yüzden ilginç birer romandır. Ama onlar
hayatlarının romanını ya kaleme almayı beceremiyorlar, ya da en ilginç bir olay
bile bu ülkede o kadar sıradanlaşmış ki insanlar roman okumaya bile artık gereksinim
duymuyorlar. Ne dersiniz, bu ülke insanının kitap okumuyor olması, sakın bu
yüzden olmasın!
Çünkü bakınız, örneğin bir lokma ekmek bile bulamayan adamın
sekiz on tane çocuğu var. Bu macera değil mi? Böyle insanların yaşamları birer
roman olmaz mı?... İşte böyle bir maceranın kahramanı da benim. Ama bu macera,
benim epeyce toy olduğum günlere rastladı. Size düğünümü ve nasıl evlendiğimi
anlattım. Bu bir mazeret mi değil mi onun hesabını artık şimdi yapamam ama,
aslında aristokrat, eğitimli ve aydın bir ailenin çocuğu idim. Üstelik
evliliğimin üzerinden dört yıl daha geçmişti. Seyahat yapmış, gurbet yaşamış,
epeyce de kitap devirmiştim. Fakat gelin görün ki ne yirmi yıl kadar mürekkep
yalamışlığım, Ne seçtiğim iki ilim branşının teorik bilgileri, ne seyahatlerim,
ne de görüp duyduklarım, beni kısacık bir süre içinde beş çocuk babası
yapmaktan alıkoymadı! Demek ki benim daha çoook eksiğim vardı. Bu ilgiyle
burada bir şey söylemek istiyorum. Daha doğrusu başkalarına iğneyi batırmadan
önce kendime bir çuvaldız saplamak istiyorum: unutulmamalıdır ki Kızılay ve
Deniz Feneri Dernekleri aptalları kurtarmak için kurulmamışlardır!
Çok şükür kimseye muhtaç olmadım. Hatta yaşamım boyunca hiç
kimseden bir kuruş bile borç para almadım. Ama ateşli bir âşıkı olduğum bilimsel
çalışmalara geç başlayabildim. Ayak bağlarımı zor çözebildim. Eğer hayata olan
bağlılığım, derin imanım ve yüksek moralim olmasaydı bu kadar fırsatı bile
bulamayabilirdim.
Onun için gençlere sesleniyorum: sırf kitaplarınızdaki
bilgilerle yetinmeyiniz. Bunlara ek olarak hayatın içinden öğreneceğiniz bir
sürü «sıradan bilgiler» bile yeri gelince, okuduklarınızdan size çok daha fazla
yararı dokunabilecektir. Bunları ancak deneyimle kazanabilirsiniz. Çünkü evin
içinde beş tane çocuğun kopardığı kıyamet, beşyüz insana ders ve ibret
olabilecek kadar önemli bir olaydır.
Dolayısıyla gerçek kıyamet kopmadan önce eğer bu dünyada peşin bir
kıyamet yaşamak istemiyorsanız, -henüz cebinize para girmeden- kısa süre
içinde bir düzine minik ellerin o tamtakır küçük torbaya dalıp dalıp boş
çıktıklarını görmemeli, bu acı manzarayı hüzün içinde seyretmemelisiniz.
Ben birinci gurbetimden döndüğümde ailenin ekonomisi tamamen
çökmüştü. Bu sorunun nedenleri üzerinde durmaya gerek yok. «Konjonktür»
diyelim, konu kapansın (!) Ama yeniden dirilmek gerekiyordu. Bu ise ailenin
bölünmesiyle ancak gerçekleşebilirdi. Zaten zamanı da gelmişti. Ailenin büyük
oğlu bendim ve dört yıllık evliydim. En azından ayrılıp baba evine artık yük
olmamalıydım. İşte benim birinci kıyametim bu noktadan sonra başladı. Çünkü
babam ve annem artık yaşlanıyorlardı. Onlar emanetlerin nöbetini kendilerince
tutmuş, zimmetlerini ibra ettirmişlerdi. Çevrede sevilen ve sayılan insanlardı.
Onlar için bu kadarı yetiyordu. Sırada şimdi ben vardım. Ama benim dünyaya
bakış açım onlarınkinden epeyce farklıydı. Ben artık dönemimin çocuğuydum.
Öğrendiklerimi ve bildiklerimi inkâr edemezdim. Fakat doğru bildiğim daha
birçok yanlışım vardı. Onları da düzeltmek için belki bir kıyamet daha yaşamam
gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu. Birinci kıyametim beni bir hayli uyandırdı.
O gün için en büyük yanlışım şuydu: Hazinoğulları Ailesi
artık dağılıyor, üstelik bin beşyüz yıllık köklü bir geçmişe sahip olan bu aile
çok yönlü bir asimilasyona uğruyordu. Oysa onlarca yıldır sahnelenmiş bir
soysuzlaştırma kampanyası vardı ki bütün toplumu hedef almıştı. Ben yalnızca
ailemizin geleceği kaygısıyla bir mantık hatası yapıyordum. Ancak bu kaygının
bugün bile geçerli ve doğru bulduğum çok önemli felsefî bir arka planı vardı.
Ailemiz de –Türkiyeli hemen her aile gibi- Kur’an’daki gerçek İslâm’dan
uzaktı ve daha da uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya idi. Bu risk, ailece
yaşadığımız ekonomik çöküntüden de, altında ezildiğimiz siyasi ve ideolojik
baskılardan da çok daha önemli idi.
Çok iyi kestirebiliyordum; önümde upuzun ve karanlık bir tünel
vardı. Ben bu tünelin daha başındaydım. Onun orta yerinde birkaç yol ayırımı
ile daha karşılaşacak ve bu kavşaklarda bocalayacaktım. Üstelik bana ne yardım
edecek biri vardı, ne de kimse beni anlıyordu. Bugün olduğu gibi herkes yine
kendi yanlışlarını doğru biliyor, imam bildiğini okuyordu. Tabiatıyla benim de
epeyce yanlışlarım vardı. Bunu itiraf ve kabul etmeliyim. Nitekim her türlü
mantıksızlığa, düzensizliğe, boş vermişliğe ve ilkelliğe içimden kafa tutmama
rağmen mücadelemi hayata geçirecek olanak ve fırsatları da bilinçsizce ortadan
kaldırıyordum. Bunu bizzat kendim yapıyordum.
11 Nisan 1968 günü eşimle birlikte İstanbul’a temelli hareket
etmek üzere Tatvan’dan trene bindiğim sabahtan itibaren 1972 yılına
kadar bu yanlışların bir kısmı beynimin bir yerinde saklı durdu; bir kısmı da
ne yazık ki sözlerimle başkalarının beynine aktı. İlginçtir ki daha o sabah
yaşadıklarım bile bu yanlışların bir izi olarak yaşamıma geçti.
11 Nisan sabahı kalabalık bir grup, bizi uğurlamak üzere Tatvan
garına erken saatlerde gelmişti. Beni ve eşimi gara getiren otomobil park eder
etmez kalabalık etrafımızı sardı. Bizi Haydarpaşa garında karşılamaya
gelecek olanlar hakkında bana bilgi verildikten sonra yarım saat kadar
vedalaşma sürdü. Sonra da geçip kompartımanımızda yerimizi aldık. Çok geçmeden
de tren hareket etti. Kompartımanda ikimizden başka kimse yoktu. Buna çok
sevindim. Fakat İstanbul’a kadar böyle baş başa yalnız kalacağımızı hiç tahmin
etmiyordum. Bari bütün koltuklar dolmasa ve de görgüsüz, üstü başı kokan ya da
boşboğaz biri yanımıza gelip oturmasa ne kadar iyi olur, diye düşünüp
duruyordum. İşte bu kaygı ile Tatvan’da bir tedbir düşünülmüştü ama ben
israf olur diye kabul etmemiştim.
Buraya kadar hiçbir yanlışlık yoktu. Evet istesem de istemesem
de henüz sıradan biri değildim. Fakat sıradan biri olmayı ben ilk gurbette az
çok öğrenmiştim. Şimdi eşimle birlikte böyle olmaya alışacaktık. İçimden bunu
istiyordum. Fakat eşim, kimseden farklı olmadığımızın henüz farkına varmamıştı.
Ona göre biz her yerde konvoylarla uğurlanacak ve yine konvoylarla
karşılanacaktık. Nitekim işte böyle uğurlanmıştık.
Henüz üç dört kilometre bile yol almamıştık ki
kompartımanımızın kapısı tıklandı. Bilet kontrolü için görevli geliyor diye
toparlandık. Ben biletleri cebimden çıkarıp elimde hazır tuttum. Fakat kapı
yeniden çalındı. Oysa kapı kilitli değildi. Onun için kalkıp kapıyı açtım.
Fakat kondüktör karşımda, ellerini önünde bağlamış namazda durur gibi
duruyordu. Bir an şaşırdım. Bu şahıs bana göre yabancı idi. Benim kendi
muhitimdeki sosyal mevkiimi bilemezdi. Ancak müritlerimizin gösterdiği bu saygı
duruşunu neden gösteriyordu. Bir anda bütün bunlar kafamdan geçti. Nazikçe
bana,
Efendi Hazretleri, size başka bir kompartıman ayırdık;
hanımefendi ile teşrif ederseniz memnun oluruz, dedi. Bu sürpriz karşısında bir
an şaşkınlık geçirdikten sonra,
Zahmet etmenize gerek yoktu, dedim ve teşekkür ettim, ardından
da bize tahsis edilen kompartımana hemen intikal ettik. Çok sevinmiştim. Artık
İstanbul’a kadar bu küçük harem odasında rahat bir yolculuk yapacaktık.
Görevlinin bu nazik jestini hanıma anlattım. Hiç oralı bile olmadı. Çünkü ona
göre «Allah bütün insanları Hazinoğulları’na kölelik etsinler diye
yaratmıştı!» evet ister inanın, ister inanmayın –sadece ailemizin dışa
kapalı insanları değil- bütün tarikat şeyhlerinin ailelerinde böyle ilginç
bir psikoloji vardır. Bundan sebeptir ki içinde yaşadıkları fildişi kule, bir
gün yıkıldığında onlar da hemen yıkılıverirler. Onlardan çok farklı yetiştiğim
için, beni saran kuleyi önce kendim yıktım. O kuleyi ben yıllar sonra bizzat
fethedip onu yerle bir ettim. Ama ben yıkılmadım. Tabi zamanla eşimi de çok
şükür o kuleden çıkarmayı başarabildim.
Kondüktör bir ara gelip tekrar kapıyı tıklattı. Dışarı çıktım.
Bana,
«- Efendi Hazretleri, sizinle biraz sohbet etmek istiyorum.
Buna ihtiyacım var. Şuracıkta özel odamızı teşrif buyurursanız… », dedi ve bana
kapı koluna benzer küçük bir aparat uzattı. Bunu lütfen hanımefendiye veriniz
kapıyı içeriden kilitlesin, diye ekledi. Kondüktörün davetini kabul ettim ve
eşime haber verdikten sonra gösterdiği bölüme geçip oturduk.
Adamcağız karşımda büzülmüş,
başı biraz öne eğik, ellerini önünde kenetlemiş duruyordu. kısık bir
sesle dinî bazı şeyler sordu. Çok özet cevaplar verdim. Tahminen elli
yaşlarındaki bu adamın siması temizdi. Ama onunla tanışmıyordum. O bakımdan da
temkinliydim. Bölgemizde halk, resmiyetle ezelden beri barışık değildi.
Memurlardan, özellikle üniformalı insanlardan çekinirlerdi. Belki ben de o
günlerde böyle bir ruh hali içindeydim. Fakat bu, başka bir üniformalıydı. Hem
bir güvenlik adamı değildi, hem de duruşu, konuşması, hitap şekli, onun çok iyi
bir terbiye gördüğünü gösteriyordu. Bu kimse bir istihbaratçı olamazdı. Ben
muhatabımdan kuşkulandığım her defasında içimden kendime şunu söylemişimdir:
benim insanlardan gizlemem gereken bir suçum yoktur; hiç kimseye de zararım
dokunmamıştır. Dolayısıyla insanlardan niçin kuşkulanayım? Evet o dakikalarda da böyle düşünmüş ve hemen
rahatlamıştım.
Bana güven veren yüzündeki tatlı gülümseyişi, muntazam
konuşması, çehresinin berraklığı bütün kaygılarımı bir anda silip attı. Onunla
daha içten konuşmaya başladım ve kendisine birkaç soru yönelttim. Onu yakından
tanımak, eğitim düzeyini öğrenmek ve hangi cemaatle haşır neşir olduğunu
öğrenmek istiyordum. Kendisini takdir ettiğimi ve saygı duyduğumu anlayınca,
«- Efendi Hazretleri, bu terbiyeyi çok büyük bir zatın himmet
ve bereketiyle kazandım», şeklinde bir ifade kullandı.
Bu söylem, tasavvuf, tekke ve tarikat kokuyordu. Ben henüz
icazetli bir şeyh değildim, ama şeyh çocuğuydum; aynı zamanda okul ve medrese
kültürü yanında tekke kültürüne de sahiptim. Onun için muhatabımı biraz
keşfetmiştim. O kesinlikle bir tarikata ve bir şeyhe bağlıydı. Hemen sordum;
Beyefendi, kimden el aldınız?
«- Şeyh Alaeddin Fersâfî Efendi Hazretleri’nden»,
diye cevap alınca içime su serpildi. Hem rahatladım, hem de gururum okşandı.
Çünkü bu zat benim babamın amcasıydı.
Yarım saat kadar sohbet ettik. İnsanların duygularını hiçbir
zaman sömürmemiştim. Buna alışık değildim. Onun için bu ünlü aile büyüğümüzden
hiç söz etmedim. Hatta onu tanıyıp tanımadığımı eğer soracak olursa yakını
olduğumu sezdirmeyecek uygun bir cevapla işi geçiştirmeyi tasarlıyordum.
Bereket ki bu konuda bana herhangi bir soru yöneltmedi. Başka şeyler konuştuk.
Dolayısıyla muhatabım, bağlısı olduğu zatla aramda kan bağı bulunduğunun hiç
farkında olmadı. Konuşmalarıyla ve jestleriyle çok kibar ve kültürlü bir insan
izlenimini uyandıran kondüktörümüz, yarım saatlik sohbetin herhalde yeterli
olduğunu hemen anladı.
«- Efendi Hazretleri, hanımefendi sizi bekliyor olabilir, her
türlü hizmetinize amadeyim», diye sohbeti nazikçe noktalayınca teşekkür edip
yerime döndüm. Olup bitenleri anlatınca, hanım sadece sevinmekle kalmadı; aynen
kondüktörümüz gibi o da «Şeyh Alaeddin Efendi Amcamız Hazretleri’nin himmet
ve bereketiyle bu nimete nail olduğumuz» hakkındaki inancını vurgulayıp
durdu. «Çünkü Efendi Amcamız Arapça’dan başka bir dil bilmiyor ve son derece
az konuşuyordu. Fakat onun pamuk gibi bembeyaz sakalı, beyaz kaşları, pırıl
pırıl güleç yüzü, bahar kokan üstü başı ve olağanüstü sevecenliği insanların
kalbini ona bağlıyordu.». Acaba işin sırrı sadece bu diş görüntüde miydi,
yoksa himmet ve bereketin kaynağı başka bir şey miydi?...
İşte bu inanışların bir kısmında bizim yanlışlarımız vardı. Ama
bu yanlışlar, doğrularla o kadar karışmış, o kadar sarmaş dolaş olmuştu ki
onları birbirinden ayırmak, yanlışları doğruların arasından ayıklamak âdeta
imkânsızdı. Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki, «en tehlikeli yanlış,
doğruya en yakın olan yanlıştır». Diyebilirim ki yaşamım boyunca
öğrenebildiğim en önemli gerçeklerden biri de bu oldu. Nitekim doğruya yakın
olan yanlış, çok yanıltıcıdır.
Evet bir insan bilgili, pırıl pırıl temiz, sevecen ve olgun
olabilirdi. Bilgisinden, yaşından ve örnek davranışlarından dolayı saygıya da
yaraşır olabilirdi. Ama böyle yücelmiş ve üstün bir ruh temizliğine kavuşmuş
bile olsa bir insanın başkasına himmet etmesi ve onun yaşamına, rızkına,
kaderine ve ömrüne hakim olabilmesi ona bereketler yağdırması acaba mümkün
müydü? Hem sonra himmet ne demekti, bereket ne demekti, şeyhin çocuğu neden
daha beşikte bebekken bile babası gibi şeyhti, bu konuksever, görgülü ve temiz
simalı adam neden bana «Efendi Hazretleri» diye hitap ediyordu? Bilge ve
bilgili insana yaşı ne olursa olsun elbette ki saygı göstermek İslâm’la
bağdaşan geleneklerimizdendi ama bu kişi benim ne okuduğumu, bilgi düzeyimi ve
insanlara öncülük etmek için benim gerçekten yetkili olup olmadığımı nereden
biliyordu?
İşte bütün bunlar birbirine karışmıştı. Ben bunu seziyordum.
Bazı tereddütlerim vardı. Fakat düşüncemin ve inanışlarımın berraklaşması,
bilimle ve Kur’an’daki gerçeklerle çakışabilmesi için daha epey zaman
geçecekti. buna benzer konularla ilgili düşünce ve inanışlarımın ne zaman ve ne
kadar değişeceğini o sıralarda henüz
kestiremiyordum.
Otuzbeş yıl önce kaderin karşıma çıkardığı ancak adını şu anda
bilmediğim (ya da hatırlayamadığım) o cömert, görgülü, saygılı ve temiz
kondüktörümüzü hiçbir zaman unutmadım. Onu hayırla ve saygıyla anıyorum. Onun
da bazı yanlışlarını benim gibi düzeltmiş olduğunu umuyorum.
Bu güzel adam, yolculuğumuz boyunca hep bizimle ilgilendi. Bir
ara yaptığımız ikinci sohbetimizde bana aynen şöyle demişti: «Efendi
Hazretleri, Tatvan’da uğurlanırken sizi seyrettim. Etrafınızdaki kalabalıktan
saygın biri olduğunuzu anladım. Şimdi karşımdasınız.. Eğer hayranlarınızdan en
bilgili birine başvurup sizi sorsaydım, eminim ki şimdi öğrendiklerimi yine de
öğrenemezdim. Onun için bu karşılaşmayı güzel bir şans sayıyorum. Büyük üstadım
Alaeddin Efendi’yi de kader karşıma böyle çıkarmıştı. Şimdi çok
mutluyum».
Şeyh Alaeddin Efendi’nin büyük amcam olduğunu öğrenememişti ve
belki hiç öğrenemeyecekti bu nazik yoldaşımız... Fakat bana ve eşime gösterdiği
saygı ve ilgiyi tarif edemem. Birlikteliğimiz ancak Malatya’ya kadar
sürdü. Burada nöbetini başka bir görevliye bırakacaktı. Yine kapı tıklandı.
Çıktığımda, üzerinde aynı tip üniforma bulunan başka bir görevli ile karşımda
duruyorlardı. Hazin bir ses tonuyla. «Efendi Hazretleri üzgünüm, nöbetimi
burada arkadaşıma devrediyorum. Sizinle ilgilenecektir. Dua ediniz» dedi.
Vedalaştık. Gerçekten de arkadaşı onu hiç aratmadı. Bir süre sonra başka bir
görevliye emanet edildik. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a
sabahın ilk saatlerinde vardık.
13 Nisan sabahı, bizim için artık yepyeni bir hayat başlıyordu.
Haydarpaşa garında yine büyük bir kalabalıkla karşılandık. Yorgunduk ama
hepimizin yüzünde sevinç vardı, umut vardı. O sabah çok mutluyduk. Bizim için
özel bir otomobil getirilmişti. Kalabalığı oluşturanlar İstanbul’daki
cemaatimiz içinde bize en yakın ailelerdi. Eşim İstanbul’un kalabalığını hayret
dolu gözlerle seyrediyor, hiç konuşmuyordu. Herhalde arabayı kullanan
refakatçimizden çekiniyordu. O zaman boğaz köprüleri yoktu. Araba vapuru ile
karşıya geçtik ve beş on dakika sonra da Fatih’te misafir edileceğimiz eve
geldik.
İstanbul’a niçin gelmiştik? Evet «İstanbul’a neden geldim!»
diye bunun türküsü bile var. Ama bu türküyü, eminim hiçbir Nakşibendî şeyhi
duymamıştır. Çünkü onlar müzik dinlemez, Burhan Çaçan’ı da tanımazlar!
Onlar birer uzaylı yaratık gibidirler. Onun için laikçi egemen azınlık onlardan
değil, etraflarına yığılmış kalabalıklardan korkarlar (!)
Bu sorunun hiç kuşkusuz benim açımdan bir yanıtı vardı. Bu göç
önemli bir nedene dayanıyordu. Bu neden geçim filan değildi. Evet, Doğu’da yeni
bir dönem başlamış, değişimler aile ekonomimizin dengelerini sarsmıştı. Ama
yine de geçinebilirdik. Ne var ki bizim bundan öte bir kaygımız vardı. Bunu
içtenlikle söylemeliyim. O dönemde Doğulu şeyhler Batı’da mürit avına hız
vermişlerdi. Dolayısıyla ailemize bağlı İstanbul’daki cemaatimizle iplerimiz
kopabilirdi. Aile büyüklerimiz son zamanlarda kabuklarına çekilmiş, Doğu’da
garibanlaşmışlardı. Üstelik rejimin, başka şeyhleri nasıl kullandığını,
Türkiye’deki Nakşibendî kalabalıkları kontrol altına almak için bazı şeyhleri
nasıl el altından destekleyip ünlendirdiğini de bilmiyorlardı. Ama ben ailenin
modern kültür almış hemen hemen tek bireyi olduğum için bunları anlıyordum.
Cesurca bir karar vermiştim. İstanbul’daki cemaatimizin başka şeyhlere yem
olmasını önleyecektim. Nitekim öyle de oldu.
Bizimkiler bize alışık idiler. Çünkü onların Arabıyla Arapça,
Kürdüyle Kürtçe, Türkü ile Türkçe konuşup anlaşabiliyor, dertlerini sabırla
dinliyor, birçok psikososyal sorunlarına da çözümler bulabiliyordum. Henüz
yirmi dört yaşında bir delikanlıyken bile seksenlik, doksanlık dedelere babalık
etmeyi becerebiliyordum. İnsanlarımız çok dertlidir, çok da duygusaldır.
Paradan, maddi yardımdan çok derdine ortak olabilecek gönüldaş arar. Arkasından
dua eden «mübarek bir insan» arar. Yürek yaralarına merhem olmaksa kolay değil.
Bunu yapabilmek için çok yüksek bir morale, güçlü bir imana, sağlam bir ahlaka,
geniş bilgi ve kültüre sahip olmak gerekir. Çok şükür genç yaşıma rağmen bu
konuda donanımlıydım. Birkaç yıl önce varlık içinde yokluk çekmiştim. Sırf
ilim, irfan feyiz ve kültür almak, aydınlanmak, dünya ve hayat gerçeklerinin iç
yüzünü keşfedebilmek aşkına gurbetlere çıkmıştım. İşte o çileli günlerde ben de
dertlerime ortak olabilecek insanları az aramamıştım. Şimdi kendini sırf irşâd
makamında gören ve insanlara yukarıdan havalı nasihatler yağdıran yarı resmi
bir mürşit değil, hüzünlü, üzüntülü, kaygılı ve dertli insanlara gönül merhemi
olma sırası bana gelmişti. Bu bir hüner ve beceri meselesiydi. Buna sahip
olduğuma inanıyordum. Kişisel dertlerim hafiflemişken başkalarının dertlerine
artık ben ortak olmalıydım. Buna içtenlikle hazırdım.
1968 baharından itibaren İstanbul’un Fatih semtinde etrafıma
salkım saçak toplanan insanların hepsi de dertliydi. Çeşit çeşit sorunları
vardı. Hepsi de benden medet bekliyorlardı. Bu insanlar haklıydı. Fakat ne
istediklerini bilmiyorlardı. Ailemizi candan seven, hatta bize feda olmayı bile
göze alan ve hemen her akşam beni hayranlık içinde saatlerce dinleyen bu
kalabalıklar, ne yazık ki her şeyden önce kendi kendilerinin mağduru ve kurbanı
olmuşlardı. Bilgisizliğin ve hurafelerin pençesinde âdeta inliyorlardı. Şunu
unutmamak gerekir ki bilgisiz insan, denize düşmüş fakat yüzme bilmeyen kimseye
benzer. Onu kurtarmaya çalışırken eğer dikkatli ve tedbirli olmazsanız kendisi
boğulacağı gibi sizin de boğulmanıza neden olabilir. İşte bizim cemaatimiz de
böyle idi. Nitekim onlara faydalı olmaya çalışırken ben çok büyük zarar
görüyordum. Çünkü onlara göre şeyhlik makamına sahip olan şahsiyet, dünya
işiyle uğraşmaz; yani çalışmaz; başkalarının emri altına girmez; sokakta
dolaşmaz... Onlara göre «Şeyh Efendi Hazretleri her zaman sarıklı, cüppeli,
uzunca sakallı, heybetli, bereketli ve mübarek bir zattır». Sanırım böyle bir
görüntüyü canlandırabilmek içindir ki doğulu şeyhler üst üste birkaç kat elbise
giyer hatta insanların karşısına yazın bile paltolu çıkarlardı. Çünkü bu
şekilde daha cüsseli, iriyarı ve heybetli gözükebilirlerdi! Herhalde aynı
filimler şimdi de devam ediyordur!
Mürit cemaatine göre: Şeyh Efendi Hazretleri gece gündüz ibadet
eder, el verir, etek öptürür, rüya yorumlar, duası makbuldür. Çünkü o
evliyadır. İsterse Haziranın, Ağustosun ortasında kar yağdırabilir; ana
rahmindeki cenini erkekse kıza, kız ise erkeğe dönüştürebilir. İsterse kanlı
bıçaklı insanları bir bakışta can ciğer gibi kaynaştırabilir. İsterse
jandarmanın, polisin, hatta en büyük devlet adamının gözünü ağzını
bağlayabilir. İsterse insanların rızkını bollaştırabilir. Bindiği arabanın
deposuna benzin yerine su bile doldurulsa araba yine de yürür. Dua ettiği
kimsenin evinden dükkânından kesesinden hayır ve bereket eksik olmaz. Şeyh
Efendi’nin kerametlerine inanmayan, hele onun emir ve talimatlarına boyun
eğmeyen veya bedduasını alan kimse mutlaka çarpılır, ağzı gözü yamulur, şeşi
beş görür, feleği şaşırır, bahtı kararır, iki cihanda rezil-ü rüsvâ olur!
Efendi Hazretleri ölmez, sadece vefat eder, «Hakka yürür!», ona rahmet okunmaz
çünkü o artık Allah’ın rahmetine bile muhtaç değildir. Onun içindir ki hiçbir
şeyh efendi için “Allah rahmet eylesin” denmez. Ona
“Kaddesellahu sirrehu” yani Allah sırrını kutsasın, diye dua edilir ve üzerine
mutlaka bir türbe inşa edilir.
Etrafımda ilk zamanlarda yığılan insanların çoğu, işte böyle
inanışlara sahip idiler. Onlara göre ben değilsem de atalarım ve aile
büyüklerimiz, Siirt’te yaşıyorken her gün beş vakit namazlarını Mekke’de
Mescid’ül-Haram’da kılıyorlardı. «Kore ve Kıbrıs savaşlarında
ordumuza onlar zafer kazandırmıştı» (!)
Saymakla bitmeyen bu inanışlara elbette ki ben hiçbir zaman
katılmamıştım, katılamazdım da... Çünkü bu, her şeyden önce yıllarca okuduğum
Fizikteki, kimyadaki, matematikteki, biyolojideki, astronomideki ve onların
tümünü kapsayan Kur’andaki gerçekleri yadsımak ve tabiatıyla kendi kendimi
inkâr etmek demekti. Onun için bu inanışları hiçbir zaman içimden onaylamamış,
onları kötü, çirkin ve çok tehlikeli bulmuştum. Fakat bu yanlışları nasıl
düzeltecektim? Bu, âdeta güç yetmez bir işti. Çünkü karşımda «Öteki İslâm»
diyebileceğim bambaşka bir din vardı. Bu din, Ünlü Araşıtırmacı-Akademisyen Prof.
Dr. Ahmat Yaşar Ocak’ın tabiriyle «Müslümanlık»’tı. Karşımda,
İslâm’la temelde hiç çakışmayan bu dinin fanatik bağlıları vardı. Dolayısıyla
omuzuma, çok ağır bir sorumluluk yüklenmişti. Bu, aynen bir Hıristiyan’a, bir
Yahudi’ye, bir Mecusi’ye İslâm’ın mesajını yöneltme sorumluluguydu… Fakat
Müritlerime gerçek İslâm’ı nasıl anlatacak hatta bu ince meseleyi onlara nasıl
çıtlatacaktım.
İşim çok zordu. Fakat her şeyden önce benim de yanlışlıklarım,
hem de büyük yanlışlıklarım vardı. Üstelik bunların henüz farkında da değildim.
Çünkü bütün bu hurafelere, bu mitolojiye inanmadığım halde tarikat denen
teşkilatın ve onun beslendiği tasavvuf felsefesinin İslâm’a ait olduğunu
sanıyordum. İşte yanlışlığın en büyüğü buradaydı. Hatta mürit cemaatleri
arasında yaygın olan bütün o hurafelerin kaynağı da hiç kuşkusuz buydu. Çünkü
yüzyıllar önce tasavvuf kuluçkaya yatmış, tarikatları peydahlamıştı. Tabiatıyla
tarikatlar tasavvufun sakat ve hastalıklı civcivleriydi. Cemaatimin ve
tarikatçıların çoğunun inandığı hurafeler de bu civcivlerin pisliğinden başka
bir şey değildi. Bunu ben yıllar sonra ancak anlayabilecektim ve tabiatıyla
zaman kaybedecektim. Üstelik bu kalabalığın çok azını ancak kurtarabilecektim.
Cemaatimi ben de çok seviyordum. Onların bağlılıklarına ve
içtenliklerine cevap vermek, onlarla birlikte aydın bir dünyaya açılmak için
elbette ki can atıyordum. Bunu her şeyden önce bir vefa borcu sayıyordum. Çünkü
bu insanların ataları da benim atalarıma hürmet etmiş, onları çok sevmişlerdi.
Bu bağlılığı kuşaklar boyu sürdürmüşlerdi. Bunu bilmezlikten gelemezdim. Bu
duygularla onların hem aydınlanmasını hem de kalkınmasını candan istiyordum. Bu
ise hiç kolay değildi. Çünkü onlar da zaman zaman beni kendi karanlık
dünyalarının içine çekiyorlardı. Bu yüzden göz açıp kapayıncaya kadar beş çocuk
sahibi oldum. Çünkü onlara göre «mübarek neslimiz çoğalıp yeryüzünü
aydınlatmalıydı; ailemizde her zaman beş on tane beşik şeyhi yedekte
bulunmalıydı». Çünkü tarikat ekolojisinin dengelerini korumak ancak bu
yolla mümkün olabilirdi. Onlar için ümmet değil, cemaat önemliydi ve cemaatin
başında her zaman bir «Şeyh Efendi» bulunmalıydı.
Bereket versin İstanbul’daki öbür Nakşibendî şeyhleri gibi
günün her saatinde Müritlerin göz hapsinde değildim. Öbür şeyhler buna mahkûm
idiler. Bu düzen hâlâ devam etmektedir. Bir Nakşibendî şeyhi asla özgür değil,
tam tersine müritlerinin tutsağıdır. Püskülleri dökülebilir diye korkusundan
evinin bitişiğindeki bakkala bile hayatında bir kez uğramaz, uğrayamaz. Hatta
taşradan gelip adresini soran müritlerine bakkal; «Efendi Hazretleri yirmi
yıldır şu konakta otururlar, ben de bir iki kez onu otomobilden inerken
kalabalık arasında görmüştüm» şeklinde bilgi vermeye çalışır.
«Şeyh Efendi», böyle yaşamak zorundadır. Çünkü o herkes gibi
sokağa çıkmayı bir kez bile göze alsa, ya yardakçıları tarafından «Efendi
Hazretleri bugün yalnız çıkmaya tenezzül buyurdular; bunun mutlaka bir hikmeti
vardır», deyip gözleri boyamaya, beyinleri yıkamaya çalışacaklardır; Çünkü
«Efendi Hazretleri»’nin saltanatı ondan çok, üzerine at sineği gibi konmuş bir
avuç dalkavuğun işine yaramaktadır; ya da «Efendi Hazretleri» göze aldığı böyle
bir «zıpırlığın kurbanı olacak», arkasından teneke çalınacaktır. Ancak bu
ikinci ihtimal daima çok zayıftır. Çünkü imdada koşan evliyalar onu her zaman
kurtaracaklardır!
Bizim cemaatimizde işte böyle bir göz hapsi yoktu. Doğu
şeyhleri içinde bizim aile büyüklerimiz daima dışarıda mürit kalabalığı
arasında yaşamış, onlarla hayatı paylaşmışlardır. Bu gelenek şimdi de aynen
sürmektedir. Müritlerimizle birlikte olmak, onların bize karşı olan sevgi ve
saygısını hiçbir zaman azaltmamış, sekteye uğratmamıştır. Hazinoğulları
Ailesi tarafından Nakşibendîliğin kalesinde açılan gediklerden biri de budur.
Ben işte bu gedikten çıkmayı –Allah’ın izniyle- başarabildiğim için
zamanı gelince kalenin bana ait olan burcunu fethedebildim. Darısı başka
şeyhlerin başına!
Herkes gibi Ben de Hayata Atılıyorum
İstanbul’a yerleştiğimiz ilk günlerde
maddi bakımdan çok sıkıntılıydık. Cebim tamtakırdı. Tatvan’dan sadece
bir bavul kitapla gelmiştim. Onları da eşim sevmiyordu! Üstelik ilk çocuğumuzu
bekliyorduk. Çok iyi hatırlıyorum, cebimde sadece 125 «Türk Lirası» (yani
125 Türkiye lirası) vardı. Bu parayla o günlerde sıradan birinin ancak
giyebileceği sadece iki çift ayakkabı alınabilirdi. Onun için mutlaka bir geçim yolu bulmalıydım.
Hayata atılıp statümü ve onurumu zedelemeyecek bir işte çalışmalıydım. Bu
konuda bulunabilecek bir olanak hakkında cemaatimden herhangi bir yardım
isteyemezdim. Bunu yaparsam hem saygınlığım gölgelenmiş olacak, hem de etrafıma
muhtaç olduğum şeklinde bir izlenim uyandıracaktım. Bu ise doğru değildi. Öbür
şeyhlerin aksine bizim aile geleneğimizde bu yoktu. Eskiden beri kendi
yağımızda kavrulmuş, kendi olanaklarımızla geçinmiştik.
Evet işsizdim ve için için düşünüyordum.
Bir ara eşim rahatsızlandı. Kriz şeklinde şiddetli öksürük nöbetleri
geçiriyordu. Griptir, belki birkaç gün içinde geçer diye avunup sabrediyorduk.
Fakat geçmedi. Öksürük bir hafta boyunca şiddetinden bir şey kaybetmeyince
benim de huzurum iyiden iyiye bozuldu. Onun her öksürüğü yüreğime hançer gibi
saplanıyordu. Eşim, hayat yoldaşım, tek teselli kaynağımdı. Henüz çok gençti ve
çarpıcı güzelliğiyle benim her bakışımı okşayan bir cennet hurisi gibiydi.
Üstelik bir bebek de taşıyordu. Hastalıktan, gıdasızlıktan ve can sıkıntısından
sebep güzelliğini ve sağlığını yitirir diye kaygılanıyordum.
Acaba muayene ve ilaç parası ne kadar
tutacaktı? Doktorla pazarlık olmazdı. Hiçbir sosyal güvenliğimiz de yoktu.
Yaşayan bilir, çaresizlik çok zordur. Hele başkasına derdini anlatamayan insan
için çok daha zordur. Bizimkisi işte öyleydi. Biz şeyh ailesiydik, değil
müritlerimize, hiç kimseye el avuç açamaz, ihtiyaçtan bile asla söz edemezdik.
Gerekirse açımızdan ölünceye kadar tok gözükmek zorundaydık. Gerçi ben daha
«Beşik şeyhi» idim. Henüz tasavvuf terbiyesi almış, posta oturmuş değildim.
Ama, ha! desem bir saat içinde başıma bin kişi toplayabilecek muhite sahiptim.
Fakat ailenin adını taşıyorduk. Sıfatımıza toz konduramazdık.
Bizim kalabalık ziyaretçilerimiz olurdu.
Ben icazetle irşâd makamına getirilinceye kadar ziyaretçilerimiz için herhangi
bir gün belirlemiş değildim. Onun için hemen her saatte gelen gidenimiz olurdu.
Gündüz daha çok kadınlar gelir, bizim harem kısmına doluşurlardı. Akşamları da
erkekler beni ziyaret ederdi. Bir gün eşimi ziyaret eden bayanlardan görgülü
biri, onun rahatsızlığına çok üzülmüş ve hemen bir doktor çağırmak istemiş,
«Efendi Hazretlerinden izin alalım» demiş. Bana haber verdiler.
Doktor çağrılırsa fazla para alır;
muayenehanesi yakında bulunan bir doktora biz gidelim, dedim. Bayan bana,
«Efendi Hazretleri, önemli değil gereken
yapılacak, ama mutlaka gidelim derseniz emriniz olur», diye cevap verdi.
Rahatladım, çünkü param yetmez ise telafi edinceye kadar en azından yanımda
artık biri vardı. Hemen birkaç dakika içinde hazırlandık ve doktora gittik.
Eşimin, bu ilk kez doktora gidişiydi. Gerek Onun için, hatta gerek ailemiz için
bu, tarihi bir gün sayılır. Ne yazık ki Onun ilk reçetesini saklayamamışız!
Gittiğimiz doktor kimdi, tahmin edebilir
misiniz? Bu soruyu, 1960’lı yılların İstanbul’unda yaşayan, özellikle Fatih’te
oturan «dindar» takımdan o günleri hatırlayanlara sormak istiyorum. Çünkü bu
takımın hemen hepsi Merhum Dahiliye Uzmanı, Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’u
tanır. Onunla ilk tanışmamız, işte bu ilgiyle gerçekleşti. Muayenehanesine
girer girmez, o zeki gözleriyle –hastamızın rahatsızlığından önce-
kişiliğimizi ve sosyal yerimizi hemen teşhis etti. Çünkü O da çok yönlü bir
kişiliğe sahipti. Türkiye’de güncel dille akaid konusunda ilk eser veren Amentü
Şerhi’nin Yazarı Numan Kurtulmuş’un oğluydu. İlim Yayma Cemiyeti’nin
üyelerindendi. Hayırsever, meslektaşlarından daha kültürlü ve sevecendi. Bize
ilgi ve saygı gösterdi. Bizi Onunla tanıştıran bayan arkadaşımız, muayene
ücreti için cüzdanını açmak isterken, «ücrete gerek olmadığını» söyleyerek Ona
teşekkür etti. Ayrıca, bizi tanıştırdığı için Ona bir kez daha teşekkür
ettikten sonra bana;
«- Hocam, sağlık içinde yaşamanızı
diliyorum ama, gerektiğinde derhal beni haberdar ederseniz memnun olurum», diye
de ilave etti ve adresimi aldı.
O zamanlar evimizde telefon yoktu. Birkaç
gün sonra kapı çalındı. Bir delikanlı Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş Bey’in
selamını getirmişti. Beni rica ediyordu. Uğradım. Yine çok sıcak karşıladı.
Hocam, İmam-Hatip Lisesi imtihanlarına
dışarıdan giriyorum. Biraz hazırlanmak istiyorum; birkaç hafta bana yardımcı
olabilir misiniz, diye kendisinden bir teklif aldım. Bu hayırlı bir başlangıç
oldu diye içimden çok sevindim.
Bir yaz boyu haftada üç gün birer saat
ders yapıyorduk. Arapça metinler kitabını artık çok iyi bir şekilde okuyor ve
anlıyordu. Nitekim sınavlarını başarıyla verdi. O günün parasıyla cebime,
haftada (sanırım içinde 200 lira bulunan) bir zarf koyuyor, beni kapıya kadar
da uğurluyordu. Babasının adını verdiği, oğlu Dr. Numan Kurtulmuş Bey, o
zamanlar küçüktü; tahmin ediyorum ilkokul öğrencisiydi.
Doktor’un bana verdiği bu ders ücretleri,
hayatımda çalışarak kazandığım ilk paradır. Onu rahmetle saygıyla ve dualarla
anıyorum. Üzgünüm ki vefat ettiği günlerde ben yurtdışındaydım. Onun için
cenazesinde bulunamadım.
Bu hayırlı insanın yine bir gün
yanındaydım. Derslerimizin son haftasındaydık. Telefonu çaldı. -Ders
sırasında telefonun çalmasından hiç hoşlanmazdı. Çünkü dersimizi bölüyor,
konsantrasyonumuzu bozuyordu. Doktor, aynı zamanda hastalarına da bu saatlerde
randevu vermezdi-. Ahizeyi aldı, muhatabıyla biraz konuştular. Sonra
gülerek aynen şunları söyledi:
- Sabri Bey, büyük tevafuk! İstediğiniz
vasıftaki eleman aslında hazır; kendisine teklif edelim, kabul ederse
görüşürsünüz, dedi ve telefonu kapattı.
Bu sözlerden sonra Doktor gülerek bana,
«-Hocam, size bir iş teklifini nakletmek
istiyorum. Bana telefon eden zat, Ülker Bisküvilerinin sahibi Sabri Bey’di.
Arap ülkelerine ihracat yapmak istiyor ve bu işi üstlenecek bir dış pazarlama
müdürü arıyor. Ben sizi uygun gördüm, ne dersiniz», dedi. Sevindim, kendisine
teşekkür ettim ve görüşebileceğimi söyledim.
Hemen randevu alındı. Ertesi gün de Sabri
Ülker Bey’le kısa bir mülakat yaptık. İlk kez bir firmada, hem de
Türkiye’nin tanınmış şirketlerinden birinde, gailesi ve sorumluluğu büyük bir
görev üstlenerek çalışacaktım. Bu, aslında benim için o gün çok büyük bir
şanstı. Ancak İtiraf etmeliyim ki bu görevin tam anlamıyla üstesinden
gelebilmek için ne yabancı dil bilmek ne de geniş bir kültüre sahip olmak
yetmiyordu. Aynı zamanda ekonomiyi, ticareti, piyasayı, özellikle -yaşamı
boyunca sırf parayla haşır neşir olan- insanların psikolojisini de çok iyi
bilmek gerekiyordu. Bu konularda oldukça deneyimsizdim. Fakat hemen kolları
sıvayıp işe başladım.
Ayda bin lira maaşla çalışıyordum. Bu çok
iyi bir paraydı. Türkiye’de enflasyon çok düşüktü. Bu sözcük hemen hiç telaffuz
bile edilmezdi. Onun için bu para bize bol bol yetiyor artıyordu bile... O
zamanlar kimsenin Dolarla Markla pek işi yoktu. Çünkü kapalı ekonomi sistemi
hüküm sürüyordu. Vatandaşlar kambiyo yasasının korkusuyla ceplerinde birkaç
sent bile taşımaya cesaret edemiyorlardı. Döviz sadece bankalarda, turistlerde
ve karaborsacılarda bulunurdu.
Birkaç kez Kuvey’te gidip geldim.
Birbuçuk yıl kadar bu şirkette çalıştım. Ticaret, piyasa ve insan ilişkileri
konularında epeyce deneyimler kazandım. Özellikle Sabri Bey’in zaman
zaman beni odasına çağırarak verdiği değerli bilgilerle ufuk kazandım. Bu
satırların çiziklendiği saatlerde, Sabri Ülker Bey henüz yaşamaktadır.
Ama artık yaşlı ve hastadır. Alanında önemli bir bilgi birikimine sahip olan bu
zat, becerikli, başarılı, imanlı, hayırsever ve nitelikli bir işadamıdır. Ona
şifalar ve uzun ömürler diliyor, minnettarlık duyuyorum. Çünkü O benim dünya
görüşümde devrim yaratmış bir hocamdır. Onun bana kazandırdığı bilgi ve
deneyim, Eğitim gördüğüm okullardaki bilgilerimi en iyi şekilde tamamlamıştır.
Ülker’de çalışırken bir akşam eve
dönüşümde cemaatimden biri, beni paslanmaz mutfak eşyası üreten bir
fabrikatörle tanıştırmak istediğini, daha doğrusu bu fabrikatörün beni
duyduğunu, benimle tanışmak istediğini söyledi. Kabul ettim ve verdiğim saatte
kendisini karşıladım. Genç, güleç yüzlü, az konuşan, yakışıklı sempatik
biriydi. Muhitimin insanları, bana duydukları aşırı sevgi ve hayranlığın etkisi
altında çok kere başka çevrelerdeki tanıdıklarına hakkımdaki izlenimlerini
anlatırlarmış. Onlarda da merak uyanır beni ziyaret etmek isterlermiş. Bu genç
ziyaretçim de beni böyle duymuş.
Ömer Faruk Fırat adındaki
bu genç adam, o akşam bana bir sürpriz yaptı. İş teklifinde bulundu. Firmasını
yönetecektim. Bana Ülker’in verdiği paranın birbuçuk misli kadar maaş
vereceğini söyledi. Nasıl oldu bilmiyorum. Hiç fazla düşünmeden teklifini kabul
ettim ve bir süre de bu firmada çalıştım. Fabrikanın Tahtakale-Mercandaki satış
bürosunda görevimi yapıyordum. Burası çok daha farklı bir alandı. Bir anda
yığınlarca çeşit çeşit bisküvilerin arasından sıyrılıp çıkmış, paslanmaz
çelikten üretilen çatal, kaşık, bıçak, kepçe, tabak ve tencere gibi mutfak
eşyasının arasına gömülmüştüm.
Bu ürünleri ve piyasasını tanıyıncaya
kadar bir süre daha geçti. Bu değişiklik, parasal yönden o gün için bana belki
geçici bir avantaj sağlamıştı; fakat bir önceki işimle ilgili olarak da mesleki
istikrar ve deneyim kazanma fırsatını kaçırmıştım.
Aslında bu tercihin iç dünyamda bir nedeni
vardı. Hep liderliği oynamış bir ailenin çocuğu olarak kalabalık bir yerde
ikinci ve üçüncü kategoriden sayılmak beni rahatsız ediyordu. Yani mesele hep
para değildi. Ülker Gıda Sanayii bir kışla gibiydi. İnsan kaynıyordu. Bu
kalabalık kadro içinde ben kayıptım ve sanki sıradan biri gibiydim. Dış
pazarlama elemanı olarak da birilerinin emrindeydim. Bu düşük statü,
muhitimdeki statümle çatışıyordu. Aralarında bir eşitlik ve denge yoktu.
Aslında ben hiçbir yerde anlamsız bir saygınlık aramadım. Yaşamım boyunca
ünlenme hastalığına karşı gerçek bir savaş verdim. O günlerde de öyleydim. Çok
şükür saygıya doygun olduğumuz için bir büyüklük ya da küçüklük kompleksi içine
hiçbir zaman girmedim. Fakat Ülker’de böyle bir durum gördüm. Belki de acele
ettim ve yaptığım tercihte yanıldım. Buna asla üzülmedim. Çünkü hemen her
dönemde, yüzbinlerce insanın işsiz kaldığı Türkiye’de ben hayata atıldıktan
sonra hiçbir zaman iş aramadım, hiç kimseden iş istemedim ve hiç işsiz de
kalmadım.
Şeyhlik Postuna Nasıl Oturdum
Ben böyle işime gidip gelirken, akşamları
ziyaretçilerimle de meşgul oluyordum. Çok kere onların sorunlarıyla uğraşıyor
geç vakitlere kadar uykusuz da kalıyordum. Bir ara cemaatimin içinde sivrilmiş
uyanık birkaç kişinin bazı isteklerine muhatap oldum. Beni her ziyaret
edişlerinde neden müritlere el vermediğimi, yani onları neden tarikata
almadığımı, neden «Hatm-i Hâcegân» denen ayini düzenlemek, müritlere «râbıta»
yaptırmak ve onlara «vird» vermek gibi şeyler yapmadığımı soruyorlardı.
Bu istekler gerçekten beni meşgul etti. Çünkü biz, görünürde Nakşibendî idik ve
öyle de inanıyorduk; yani hem aile hem de muhit olarak bir tarikatın
mensuplarıydık; bağlı olduğumuz tarikatın da çeşitli kuralları ve disiplinleri
vardı. Ben de bu tarikata, ailemiz kanalıyla gönül vermiş bir kalabalığın sözde
şeyhi idim. Peki neden bu kuralları uygulamıyorduk? Neden her Nakşibendî
cemaati gibi biz de belli gün ve saatlerde toplanıp ayin, zikir ve toplantılar
yapmıyorduk. Evet, cemaatimin sözcüleri haklı idiler. Biz bu tarikatın gerçek
mensupları isek kurallarını da uygulamalıydık.
Fakat düşündüm, başta babam olmak üzere
aile büyüklerimiz genelde böyle şeyler yapmazlardı. Onların hemen hepsi de
kendi medreselerinde birer akademisyen; cemaatleri arasında da birer ahlâkçı,
eğitimci ve nasihatçı idiler. Düzeyleri yükselmiş olan öğrencilere bizzat
kendileri ders verir, bölge halkının uzlaşmazlıklarında arabuluculuk yapar ve
toplum ahlâkının korunmasında yapıcı roller oynarlardı. Halbuki onları da halk
birer Nakşibendî şeyhi olarak tanıyor, yöremizin aşiretleri, kendilerini bizim
ailemizin müritleri olarak görüyorlardı. Yine düşündüm ve kendi kendime sordum;
Madem ki cemaatimin sözcüleri benden bir Nakşibendî şeyhi gibi davranmamı
istiyorlar, öyle ise önce ben bu konuda gerekli eğitimi görmeli ve yetkiyi
almalıyım. Çünkü –daha önce de söylediğim gibi- ben henüz «beşik
şeyhi» idim.
Bunun anlamını birçok kimse bilmez. Hatta
mürit kalabalıkları içindeki eğitimsiz, kültürsüz birçok kimse bile bu deyimi
hiç duymamış olabilir. Ama Doğu’da, Nakşibendî Kürtlerden her mürit, kendi
şeyhinin kutsal bir kişiliğe sahip bulunduğuna, bu nedenle onun yeni doğmuş
erkek çocuğunun da şeyh olduğuna inanır. Bu sebepledir ki, şeyhlerin çocukları
henüz çok küçük yaşlarda bile örneğin; Şeyh Ahmet, Şeh Hasan, Şeyh Hüseyin…
şeklinde anılırlar. Ancak şeyhin oğulları, özel bir tarikat eğitiminden geçip,
hiyerarşik düzen içinde yerlerini almadıkları sürece «Beşik Şeyhi»
sayılırlar ve Nakşibendî kalabalıkları içinde topluluküstü statülerini
korurlar. Hatta erkek çocuklardan en yaraşır olanı, babasının veliahdı olarak
ölümünden sonra yerine geçer. Türkiye’nin batısındaki Nakşibendî cemaatleri
arasında bu gelenek yoktur.
İşte ben de böyle bir avantaja sahiptim.
Etrafımdaki topluluğu yönlendirmeye çalıştıklarını sandığım bu birkaç önde
gelen müridimin, bana yönelttikleri soru dikkatimi çekti. Bu sorunun iç yüzünü
keşfetmiştim. Onlar İstanbul’da bizden çok daha kalabalık olan ve şeyhlerini
ünlendirmiş bulunan cemaatleri kıskanıyor, bizim de çekicilik kazanmamızı
istiyorlardı. Bütün tarikatçı cemaatlerden her birinin başında, -bu
kompleksten yola çıkarak öbür topluluklarla rekabete girişen- klikler
vardır. Çünkü cemaat üyelerinin sayısı arttıkça bu kliklerin çok yönlü fırsat
ve imkanları da o sayıya paralel oranda büyür. Yani işin içinde bugünkü tabirle
«rant» vardır.
Tabiatıyla topluluğun, her şeyden önce
şeyhini ünlendirmesi ve cazibesini artırması gerekir. Bu konuda ilk yapılacak
şey «Efendi Hazretleri»’ni uçurmaktır. Hemen kollar sıvanır; cemaatin şairleri,
edipleri ve propagandistleri faaliyete geçerler. «Şeyh Efendi» hakkında hemen
bir kerametler örgüsü hazırlarlar. «Şeyh uçmaz, mürit uçurur» derler ya, işte
benimkiler de beni uçurmak istiyorlardı. Böyle bir hazırlığın içindeydiler.
Bu ilgiyle hemen söylemeliyim ki
Nakşibendî cemaatlerinin başında bulunan şeyhler, işte bu kliklerin birer
kuklasıdırlar. Bunun istisnası çok azdır. Paraların ve oyların hesabını bunlar
yapar; «Efendi Hazretleri» adına siyasi parti liderleriyle bunlar pazarlık
eder; gecekondu ve çingene mahallelerinde «Gavs Hazretleri»’nin kerametlerini
anlatıp mürit avlayacak propagandacıları bunlar hazırlar ve görevlendirir;
muhitlerini genişletmek için büyük şehirlerin kenarında bulunan boş arazileri
çevirip yeni müritleri buralara yerleştirmek, bu alanlarda camiler inşa etmek,
cami bitişiklerinde kurs, medrese ve külliyeler kurarak çevreyi kontrol altına
almak gibi işleri hep bu klikler organize ederler.
Bazı cemaatlerde bu üst topluluk,
başlarında bulunan şeyhin bile beynini yıkayarak onu kendi gözünde bir süpermen
haline getirirler. Çünkü bu suretle onu iplerinde oynatıp daha büyük avantajlar
elde edebilirler. Beyni bu suretle yıkanmış birçok tarikat şeyhi vardır. Bunu
kanıtlayan bazı olayları bizzat saptayabildim. Ancak müteahhitlik yapan bir
arkadaşımın, yıllar sonra bana bu konuda naklettiği bir anısını hiç unutamam ve
hatırladıkça da gülmekten kendimi alamam.
Nazım adındaki bu dostumuzu, bir
gün tarikatçı arkadaşlarından biri, Ankara’da oturan şeyhi ile tanıştırmak
istemiş; ancak birlikte gidememişler; tavsiye ve tarif üzerine yalnız gitmiş.
Bu sırada yaşadıklarını bana aynen şöyle anlattı:
«Ziyaret ettiğim Şeyh Efendi, aynı zamanda
bir tıp doktoru idi. Bu yüzden sevindim. Çünkü içimden, bu zat aydın biridir;
dolayısıyla seviyeli biriyle görüşmüş olacağım diye düşündüm. Nihayet gidip
ziyaret ettim. Daha adımı söyleyip kendimi takdim etmeme bile fırsat vermeden:
Bir mürşitten el aldın mı diye bana
tepeden bir soru yöneltti. Tabiatıyla bu adamın ne boş bir teneke olduğunu
hemen anladım ve onu gırgıra almak için:
Evet Efendim, el aldım; büyük bir mürşidim
var; bu mübarek zatın adı Gazabullah Nazım Efendi Hazretleridir, diye cevap
verdim. Doktor başını önüne eğerek gözünü yumdu; bir iki dakika kadar hindi
gibi düşündükten sonra gözünü açıp bana
Evet, gerçekten şeyhin çok büyük bir
mertebeye sahiptir. Onunla manevi alemde hep görüşürüm, diye bir lâf etti. Bunu
duyunca adamın ne büyük bir şarlatan olduğunu daha iyi anladım ve hemen oradan
ayrıldım.»
***
İşte şanslı olduğum bir nokta da bu tür
dolaplar hakkında ta o günlerde bilgi sahibi olmamdı. Cemaat içinde sırf yarar
ve fırsat peşinde olan insanlara, ayrıca düzenin adamlarına ve istihbaratçılara
karşı dikkatli bulunmanın bir şeyh için en önemli noktalardan olduğu hakkında
ben vaktiyle «büyüklerin öğütlerini» dinlemiştim! Ancak zihnimdeki bazı
yanlışlar hâlâ duruyordu. Çeşitli tereddütlerime rağmen «büyüklerin» yerini
doldurmalı, onların mesleğini devam ettirmeliydim. Bunun ise yolu «Tasavvuf
Terbiyesi»’nden geçiyordu. Benim, «Seyr-u Sülûk» denen özel bir
eğitimden geçmem gerekiyordu.
Bu eğitim şekli belli kurallara dayanır.
Bu kuralları her kes Nakşibendî kaynaklarından okuyup öğrenebilir. Bunun hiçbir
gizli yanı eskiden de yoktu, şimdi de yoktur. Ben bunları yıllar sonra «Tarikatta
Râbıta ve Nakşibendîlik» adı altında kaleme aldığım bir çalışmamda oldukça
ayrıntılı biçimde ve akademik kurallar çerçevesinde açıkladım. Fakat bu eğitimin
uygulaması yarı gizlidir. Ancak süresi, kişiden kişiye değişir. İşin içinde
başaramamak da vardır. İnisiyatif tamamen eğitimi yaptıran Şeyhe aittir. Seyr-u
Sülûk denilen bu eğitimle ilgili tüm ilişkiler, şeyh ile şeyh adayı
arasında sınırlıdır; hiç kimsenin denetim ve itirazına açık değildir.
Şunu da ilâve etmek gerekir ki esasen o
günler, etrafımda oluşan kalabalık, benim şahsi müritlerim değildiler. Bunlar
Doğu’da bizim muhitimizin insanları idiler ve ailemize gönül bağı ile bağlı
idiler. Son yıllarda İstanbul’a kalabalıklar halinde göçmüş, Fatih ve Vefa
semtlerine tıkışıp burada garibanlaşmışlardı. Onları kendi anlayış, inanış ve
göreneklerine uygun biçimde motive edecek, ailemizden bir lidere ihtiyaç
duyuyorlardı. Onun için etrafıma kümelenmişlerdi. Aslında tarikatın dolambaçlı
ve çetrefil kurallarından da haberleri yoktu. Fakat onları yönlendirmeye
çalışan bir grup, İstanbul’da başka cemaatlerin içine dalıp çıkıyor, oralarda
tarikatın disiplinlerini ve protokollerini öğreniyorlardı. Bu kuralların, benim
tarafımdan niçin uygulanmadığına şaşıyor, ya da bizim de ağırlık kazanmamız
için böyle istiyorlardı. Birkaç kez tekrarlanınca, tabiatıyla bende de
psikolojik olarak bu isteklere cevap verme eğilimi doğdu.
Bu durumda ben, bu eğitimi bana
verebilecek bir şahsiyete baş vurmalıydım. Peki bu zat kim olabilirdi. Epeyce
düşündüm. Babamdan alamazdım. Çünkü babam böyle şeylerle hiç uğraşmamıştı. O,
sade bir ahlâkçı ve bir halk eğitimcisiydi. Ailemizin büyükleri ve ünlüleri
arasında da Nakşibendîliğin protokollerine bağlı olarak şeyhlik mesleğini icra
eden bir tek kişi bile yoktu. Buna rağmen yine de birer Nakşibendî şeyhi olarak
tanınıyorlardı!. Doğu’daki Kürt şeyhlerine ise baş vurmayı hiç düşünmedim.
Çünkü bunların çoğu gerçekte şişirilmiş birer molla idiler. Yozlaşmış köhne
medreselerde On yıl kadar sırf Arap dil grameri okur, yine de bir bedevi ile
anlaşabilecek kadar Arapça üç beş düzgün cümle bile kuramazlardı. İslâm’a
ilişkin bilgileri de son derece sığdı. Sırf Şâfiî fıkhı konusunda –yüzyıllar
önce yazılmış, bugünün ihtiyaçlarına asla cevap veremeyen- birkaç kitap
okurlardı. Görgü ve kültürden de oldukça yoksun idiler.
Sayıları artık üçü beşi geçmeyen bu
medreselerden henüz bitkisel hayata girmemiş bir tanesi de Siirt’in Tillo
ilçesinde bulunmaktadır. Araştırmacıların ve ilim adamlarının sırf ibret için
gidip bir kez bu medresenin içine girmelerini, orada kitabın üzerine kurbağalar
gibi yüzükoyun abanmış sözde öğrenci geçinen zavallıları ve onlara ders veren
insanı seyretmelerini, öneririm. Hoca, önünde yere serdiği kitabı cümle cümle
okur, onu izleyen öğrenci de her cümlenin sonunda «beli» diye bir laf eder. Saatlerce
bu, böyle sürüp gider... Bu laf, Arapça «elbette öyledir» cümlesinin
karşılığı olan «Belâ» sözcüğünden bozulmadır. Öğrenci, hocasının ne
dediğini anlar mı anlamaz mı, hiç önemli değil. Ama o yine de hep «beli»
deyip durur. Kürtler ve Güneydoğulu Araplar, bu lâfı «evet» anlamında
kullanırlar. Oysa erbabı çok iyi bilir ki bu kullanım bile yanlıştır. Çünkü «Belâ»
sözcüğü ile Arapça’da ancak «öyle değil mi?» anlamını taşıyan özel
sorular yanıtlanabilir. Onbeş yirmi yıl kadar bu şekilde, sözde eğitim gören bu
adamlar, bir mektup yazmasını bile öğrenemezler. Bu medreselerde, matematik,
fizik, kimya, biyoloji, ekonomi, felsefe, pedagoji, psikoloji ve
astronomi gibi bilim dallarından bir şey okumak ve okutmak şöyle dursun,
bunlar hakkında bir tek kelime bile edilmez!
Sözde mürşit olmuş koca koca kavuklu
Nakşibendî mollaları, işte bu medreselerde okumuş ve birer «Büyük Âlim»
olmuşlardır(!) Oysa gidip bir kez de onları yerlerinde seyredin, camilerin
içinde pis pis sigara içer, parmaklarıyla burunlarını karıştırırlar. Şimdi de
değişen bir şey yok. Kişilik, bilgi ve ihtisastan pek uzak bulunan bu şahıslar,
heybet ve ünlerini, etraflarını saran binlerce eğitimsiz insanın oluşturduğu
kuru kalabalığa ve körü körüne bu kalabalıkların onlara gösterdiği bağlılığa
borçludurlar. Son zamanlarda İstanbul’a yerleşmiş bir Kürt mollasının oğlu
tarafından «Doğuda Nakşibendî Aristokrasisi» şeklinde abartılan
kitlenin, aslında aristokrat bir özelliği eskiden de yoktu, şimdi de yoktur.
İnsanlık kalitesi düşük bu şeyh-mürit
kalabalığının İki tarafı, vaktiyle işte bu şekilde birbirini tamamlıyordu.
İstanbul’daki Türk kökenli şeyhler de gözümü doldurmuyorlardı. Onların da
kişilik ve bilgileri hakkında bazı ipuçlarını öğrenmiştim. Bu konuda bizzat
saptadığım bir gerçek bana çok şey anlatıyordu. Bu olay benim önemli
anılarımdandır. İlginizi çekeceğine inanıyorum.
Yıl 1971. Son zamanlarda epeyce ünlenen
bir Nakşibendî şeyhi ile arada bir görüşürdüm. O günlerde henüz pek meşhur
değildi. Ama yine de epeyce müritleri vardı. Benim Cemaatimden biri, Onun
imamlık ettiği camiye bir gün uğrayıp peşinde namaz kılmış. Namazdan sonra Şeyh
Efendi beni sormuş, bana ihtiyacı olduğunu söylemiş ve hemen adamlarına
emretmiş;
«- Selâm ve hürmetlerimi tebliğ edin, bizi
şereflendirirlerse çok memnun olacağım», demiş.
Bana haber verdiler ve özel bir arabayla
beni aldılar. Görevli olduğu camiin imam odasında kendisini ziyaret ettim. Çok
sevindi. Yanında, tahminen beş altı yakın müridi de vardı. Yarım saat kadar
sohbet ettik. O sırada yeleğinin iç cebinden bir zarf çıkararak bana uzattı.
«- Bunu lütfen okur musunuz?», dedi.
Zarfı açtım; daktilo ile yazılmış birkaç
satır Arapça yazı vardı. Şeyh Efendi’ye Bağdat’tan gönderilmiş bir mektuptu bu…
İstanbul’u ziyaret etmiş ve bir hafta önce ülkesine dönmüş olan Iraklı bir
şahıs tarafından gönderilmişti. Arap ülkelerinde bir ilkokul mezununun bile
rahatça okuyup anlayabileceği basitlikteki bu mektubu Şeyh Efendi okuyup
anlayamamıştı! Oysa mektubu gönderen
şahıs, hiç de önemli bir şey yazmamıştı. Sadece İstanbul’a ve özellikle
camilerine olan hayranlığını, şeyhin ve müritlerinin ona gösterdikleri ilgi ve
konukseverliği anlatıyor memnuniyetini dile getiriyordu. Üstelik mektup yazı
makinesiyle hazırlanmıştı ve çok açıktı. Buna rağmen muhitinde «Çok Alim» diye
bilinen Şeyh Efendi bu mektubu –büyük ihtimalle- çözememişti.
Şaşırdım ama beni şaşırtan şey, sadece
bununla sınırlı kalmadı. Ben, Şeyh Efendiyi müritleri karşısında küçük
düşürmemek için –mektubu açıp satırlarına şöyle birkaç saniye göz
gezdirdikten sonra- önce tercüme etmeden yüksek sesle bir çırpıda okudum.
Fakat Şeyh efendi gülümseyerek;
«- Muhterem! Manasını da söyle ki
arkadaşlar da anlasın!», diye espriyle karışık bir ifade kullanarak tercümesini
istedi. Yeniden okudum ve Türkçe’ye çevirdim. Çok memnun oldu. Müritlerine
dönerek aynen şunları söyledi:
«- Bu genç kardeşim, Sülâle-i
Tahire’dendir. (yani Hz. Peygamber’in soyundandır) Bunlar çok edip ve beliğ
olurlar. Bakınız ne güzel tercüme etti ve sayesinde Arap kardeşimizin meramını
anlamış olduk.»
Bu zat, Nakşibendî Şeyhleri arasında -ahlak
bakımından- tanıdığım en seviyeli insandır. O gün hiç çekinmeden
müritlerinin karşısında birkaç satırlık mektubu bana tercüme ettirmesi beni bir
yandan çok şaşırtmış ama bir gerçeği de kanıtlamıştı: Dürüsttü ve alçak
gönüllüydü. Fakat benim o günlerde inandığım yanlışlara O, yaşamı boyunca
inanmakta devam etti. Belki de engeli bilgisizlikti. Gerçi hidayetin sırları
bilgiye değil, ilâhî tevfike bağlıdır, ama hidayet için bilgi de çok kere
gereklidir. Bu konuda -materyalistlerin «fenomenler» dediği- hikmetler
vardır. Ama İslâm’ın gerçeklerini ve bu gerçeklerle taban tabana aykırı olan
tasavvuf ve tarikatların içyüzünü bilgi olmadan anlamak güçtü.
Bu şeyhi, yıllar sonra ziyaret etmek
istedim. Elimi kolumu sallayarak Onun bulunduğu yere, yalnız başıma gittim.
Benim etrafımda artık o geçmiş günlerin kalabalığı yoktu. Ama Onun etrafı,
eskiye göre çok daha kalabalıktı. Cami ile onun makam odası olarak kullandığı
bölme arasındaki sofa hınca hınç insan doluydu. Hepsi de onu ziyaret etmek,
mübarek ellerinden öpüp dualarını almak ve muratlarına ermek istiyorlardı. Bir
zamanlar bizim de sofalarımız, salonlarımız böyle dolup taşardı. Patronlar
bile, teşrifatçılar aracılığıyla -ancak protokol kurallarına uyarak-
yüzümüzü görebilirlerdi. Fakat çok şükür ki sokakta dolaşan insanlardan daha
üstün olmadığımızı anlama rüştüne Allah’ın izniyle çok geçmeden erdik. Ondan
sonra da yaşamı sevdik, ona aşık olduk ve özgürlüğümüze kavuştuk.
Şeyh Efendi’nin makam odasının kapısında
bekleyen molla kıyafetli genç koruma görevlisine, Şeyh Efendi’yi ziyaret etmek
istediğimi söyledim. Bunun hemen mümkün olmadığını, bana ancak iki hafta sonraya
randevu verebileceğini ifade etti. hiç oralı bile olmadım. Çekip gittim. Çünkü
ben sadece dünyanın şöyle bir manzarasını seyretmek, birkaç yıl önceki
vaziyetlerle o günü karşılaştırmak istemiştim. Meğer dünya ne çabuk da
değişiyormuş!
İşte böyle bir değişime tanık olacağımı
hiç tahmin bile edemediğim eski günlerde, cemaatimin sözcüleri benim için böyle
havalı saltanatlı bir liderlik hayalini besliyorlardı. Bunun üzerine ben de bir
mürşit arayışı içine girmiştim. Biraz önce sözünü ettiğim Şeyh Efendi’yi ve
İstanbul’daki birkaç benzerini ziyaret ettikten sonra onlardan da umudumu
kestim. Ama mutlaka icazetli bir şeyh olmalıydım.
Derken bir gün Siirt’te nesli
tükenmiş olan kuşaktan biri aklıma geldi. Bu zat, hem ailemizin vaktiyle
medreselerinde okumuş yetişmiş bir aydındı; hem de aile büyüklerimizden
birçoğunun da aynı zamanda hocasıydı. Siirt’in tanınmış ünlü Arap
eşrafındandı. Fakat «medreseliler» olarak bilinen şeyh ve molla takımından
başka kimse artık onu tanımıyordu. Çünkü hem çok yaşlı olduğu için pek dışarıya
çıkamıyordu; hem de bir akademisyen ve yazar olarak bölgemizde Onunla hayatı
paylaşacak kimse artık kalmamıştı. İşte şimdi mürşidimi bulmuştum.
Ashaptan, Halid bin Velid’in
soyundan geldiği söylenen Şeyh Süleyman el-Halidî el-Makhzûmî adındaki
bu çok yaşlı zata hemen başvurdum. İsteğimi sevinç içinde kabul etti, hatta
beni mahcup bırakacak şekilde saygı gösterdi. Ancak –biraz sonra anlatacağım
gibi- bana, pek alışılmamış çok ilginç bir eğitim biçimi önerdi. Ben,
Nakşibendîlikte uygulanan –mahzende aylarca çile, ya da cami içinde itikâf
ve inziva- gibi klasik seyr-u sülûk şekillerinden hiç biriyle
eğitilmeyecektim. Görevim şuydu: halk arasında pek itibarı olmayan meşru bir iş
edinecektim. Bu işte kimse ile ortak olmayacaktım; para da kazanmaya
çalışacaktım. Hiç kimseyi incitmeyecek, muhataplarımı daima memnun etmeye
çalışacaktım. Azimete sarılıp farzlarımı ve sünnetlerimi titizlikle yerine
getirecektim. Ancak ser verip hiç kimseye sır vermeyecektim. Çilede
bulunduğumdan hiç kimsenin haberi olmayacaktı. Bu eğitim için bana bir buçuk
yıl süre verildi. Daha sonra hakkımda istihbarat yapılacak, başarılı olmuşsam
bana icazet verilecek ve halife olacaktım. Yani şeyhlik makamına
oturabilecektim. Artık ben de şeyh adaylarını yetiştirip onları bu makama oturtma
yetkisini alabilecektim. Bu talimatları aldığımda başımdan aşağıya buzlu bir su
dökülmüş gibi oldu. Ok yaydan çıkmıştı. Hemen başlayacaktım ama ne yapacak,
hangi mesleği seçecektim? Bunu yaparken muhitimde nasıl karşılanacaktım; niye,
niçin diyenlere ne diyecektim? Üstelik bu sırrı eşimden ve cemaatimden nasıl
saklayacaktım? Bunlar, hiç kuşkusuz çok zor şeylerdi. Ancak başka çare de
yoktu.
O sıralarda sürücü belgesi almak için
girişimlerde bulunuyordum. Ehliyetimi alınca hemen mesleğimi seçtim. Bir
kamyonet aldım ve o zamanlar İstanbul’da Eminönü ile Unkapanı
arasında bulunan Sebze-Meyve Hali’nin önüne gidip buraları avucunun içine almış
olan Doğulu hamalların kolbaşıyla tanıştım. Onun yardımıyla buradan her gün
manavlara yük taşıyacak, çilemi çekecektim. İşin en korkunç yanı ise bu piyasa,
cemaatimin ve beni tanıyanların en yoğun oldukları yerlerdi. Fakat bunu iyice
göze almıştım ve süreç de başlamıştı; zaman işliyordu.
Hamalbaşıyla tokalaşırken Ona Kürtçe hitap
ettim. Kendimi tanıtınca toparlandı. Saygı dolu bakışlarla beni süzüyor,
sözlerimi pür dikkat dinliyordu. İsteğimi anlatınca adamcağız afalladı. Tam o
sırada beni tanıyan birkaç kişi daha yanımıza geldiler başlarında köylü
kasketleri vardı. Şapkalarının siperlerini arkaya çevirdiler. Bunun anlamı, el
öpmeye hazırlanmaktı. Çünkü siperler arkaya çevrilmediği zaman el öpülürken
şapka düşüyor komik durumlar oluyordu. Bunlar Doğu’dan kalma adetlerimiz ve
alışkanlıklarımızdı. Çelişkiler içinde yüzüyor, üstelik bunları da hiç
göremiyorduk.
Yeni gelenlerle hal hatır faslı bitince
hamalbaşı hayret içinde bana,
«- Keko Kurban! Nasıl olur, sana yakışır
mı?», diyerek önce itiraza benzer kopuk kopuk sorularla benim tuhaf isteğimi
anlamaya çalıştı. Yanımızdakiler de böyle bir iş yapmak istediğimi anladılar.
Yüz ifadeleri hemen değişti. Üzülmüşlerdi. Paraya ihtiyacım olursa kendileri de
dahil, anında yüzlerce insanın imdadıma koşacağını söylediler. Hepsi telaş ve
üzüntü içindeydiler. O gün işlerin hemen hemen bittiği çok uygun bir saatte
uğramıştım. Hamalbaşı bana;
«- Keko Kurban! hele şöyle bir oturalım,
senin bir derdin var», diyerek bitişikteki küçük kahvenin önünde bizi oturttu.
Bir anda etrafımıza, bağlılarımızdan beş on kişi kadar tanıdık Kürt
hemşehrilerim toplandılar. Epeyce sohbet ettik. Hep ben konuşuyordum. Nihayet
zihinlerindeki soru işaretlerini, sır vermeden bir saat içinde büyük bir
ustalıkla yok etmeyi başardım. Artık ertesi gün kamyonetimle bu duraktan yük
taşımaya gelebilecektim ve de öyle oldu.
Hemen yeni işime başladım. Kısa zamanda da
ortama uydum ve alıştım. Bazen ben de yük sahiplerine yardım ediyor, onlarla
birlikte ufak tefek sandıkları, çuvalları ve kolileri yüklüyor ve indiriyordum.
Üstüm başım biraz pejmürdeydi. Eskiden giydiğim o temiz ütülü elbiselerim artık
gardıroptan pek çıkmıyordu. Cemaatimin tümü bu durumu öğrendi. Bunun bir
ihtiyaçtan mı doğduğu çok soruldu ve çok konuşuldu. Sanırım çok da dedikodu
konusu oldu. Ben dişimi sıkıyor, sorulara esnek cevaplar buluyordum. Birkaç ay
içinde muhitim de buna alıştı. Fakat çok şeyler de bu arada değişti. Tam bir
devrim yaşadım. Muhitim içinde bu işe anlam vermeyen birçok kimsenin gözünde
itibarımı kaybettiğimi gördüm. Ama her şeye rağmen bu işte bir sır var deyip,
beni hoş karşılayan canfeda müritlerim de yok değildi. Benden soğuyanların
çoğunu bu sadık arkadaşlarım fazla zaman geçmeden ikna edip onları bize yeniden
kazandırdılar. İşin en zor tarafı eşimin bu yüzden ilk günlerde duyduğu
şiddetli huzursuzluktu.
Fakat çok geçmeden evimize bir bolluk
girdi. Gerçi, önceleri Ülker’de ve Fırat Madeni Eşya Sanayii’nde aldığım
maaşlar bize yetiyordu, ama hiç para biriktiremiyorduk. Kamyonetimin neredeyse
tamamını borçla almıştım. Bu kez durum farklıydı. Senetlerimi rahatlıkla
ödüyor, ferah yaşıyor, para bile biriktirebiliyordum. Bu durum yüzümüzü
güldürüyordu. Eşimin de huzursuzluğu gittikçe azalıyor, artık işimi
küçümsemiyordu. Bu ferahlığı ve bolluğu ise Tarikatın bereketinden ve Şeyh
Efendimizin himmetinden biliyorduk. Bu inancımızla Allah’a kafa tuttuğumuzun
ise hiç mi hiç farkında değildik!
İlginçtir ki bu büyük yanlışın içinde bazı
doğrularla tanışıyordum. Yeni işim, insanların düzeylerini, dertlerini,
meraklarını, ahlâklarını, daha iyi tanımamı, toplumun tabakalarını,
ihtilaflarını, zevklerini, mantığını, dünya görüşünü keşfetmemi sağladı. Keza
bu toplumun gerçekten bir parçası olup olmadığımı; arasında yaşadığım
insanlarla maddi ve manevi planda neler paylaştığımı ya da paylaşabileceğimi
bana öğretti. Meğer böyle bir mesleğe, böyle bir alanda çalışmaya, böyle bir
çile çekmeğe benim çok ihtiyacım varmış. Ama bunu çok sonraları daha iyi
anladım. Hiçbir şeyh çocuğu bu şekilde çile çekerek posta oturmamıştır. Ve
tabiatıyla hiçbir şeyh çocuğu bu toplumun sosyolojisini uygulamalı olarak benim
kadar keşfedememiştir. Eğer bu birbuçuk yıllık eğitimi o günlerde görmemiş
olsaydım, yirmi sekiz yıl sonra yazdığım «Öteki Türkiye’den Son Manzaralar»
adlı çalışmamı –büyük olasılıkla- kaleme alamayacaktım. Çünkü bu
birikime sahip olamayacaktım. Gelecek kuşaklara önemli bir tarih belgeseli
olarak bırakmak istediğim bu çalışma, henüz basılmış değildir. Çünkü hiçbir
yayınevi bu çalışmamı yayınlamak istememektedir! Fakat disketlerde ve CD’lerde
muhafaza altına alınmıştır.
Çilemi bitirdiğim günler, binbir yanlış
uğrunda bir doğruyu yakalamıştım. Ama bu, çok önemli bir doğruydu. İnsan
olmayı, acımayı, acı duyanları anlamayı, alın teriyle helâlinden kazanmayı
öğrenmiştim. Bu doğruyu, Nakşibendîliğin bana kazandırdığına bugün inanmıyorum.
Evet, o doğruya giden kapının anahtarını Şeyhim bana vermişti; ama o anahtar
Nakşibendîliğe değil, İslâm’a aitti. İşte doğrularla yanlışlar, bal ile zehir
birbirine böyle karışmıştı. Güzelle çirkin böylesine sarmaş dolaştı... Onun
için de doğruları ayıklamak ve onları ait oldukları kaynaklara mal etmek de çok
zordu.
Artık posta oturmak üzereydim. Bir
Nakşibendî şeyhi olacaktım. Ama hiçbir Nakşibendî şeyhine benzemiyordum. Bu
çileden sonra da benzememiştim ve asla benzemeyecektim. Çünkü makama oturduktan
sonra tarikatın kurallarını her şeyhten daha disiplinli şekilde uygulamaya
azmetmiştim. Her konuda zaten çok titizdim. Bu konu ise nazikti. İnsanlarla
artık «gönül ikliminde» yaşayacaktık bu iklimi bozanlara göz yummamam
gerekirdi. Çünkü «sâdâtın ervahını» (yani efendilerimizin ruhlarını)
ancak bu şekilde hoşnut etmek mümkündü. Allah’ı memnun etmekse ne haddimize! O
günlerde Allah ile aramızda tam otuz tane adam vardı. Bu konuyu, ayrıntılarıyla
anlamak isteyenler –yıllar sonra kaleme aldığım- «Tarikatta Râbıta ve
Nakşibendîlik» adlı çalışmamı okumalıdırlar.
***
Posta oturdum. İlk günler sevinçliydim.
İcazet aldığım duyulur duyulmaz her şey yine –sil baştan- değişti. Artık
programlı bir irşâd hayatı başladı. Bu kez ancak belli gün ve saatlerde
cemaatle bir araya gelebiliyorduk. Bu sefer daha az konuşuyor, daha yumuşak,
daha dikkatli hitap ediyordum. Benim için çok kısa da olsa kapalı bir hayat
başladı. Çünkü İşgal ettiğim makamın heybet ve onurunu titizlikle korumalıydım.
Bu dönemde cemaatin davranışı da değişti. Daha disiplinli bir hale geldiler.
Bana olan bağlılıkları oldukça güçlendi. Artık «Hatm-i Hacegan» ayinleri
düzenliyor, müritlere «râbıta» yaptırıyordum; onlara, günün belli
saatlerinde tekrarlamaları için virdler ve zikirler
veriyordum. Müritlerimden sigarayı
bırakanların sayısı gittikçe artıyor, ticaretle uğraşanları, ölçü ve
tartılarına dikkat ediyorlardı.
Evet posta oturdum, ama Nakşibendîlik
adına her seferinde neyi deştiysem, neyi yokladıysam altında hep İslâm’dan
başka şeyler buldum. Bu ise gün geçtikçe bende kuşkular uyandırdı. Benim için
öngörülen tasavvuf terbiyesi ve çile şekli bile Nakşibendîlerinkine
benzemiyordu. Belki de şeyhim büyük bir ustalıkla ve bilinçli olarak beni
İslâm’a doğru yönlendirmiş, tevhidi yakalamama gizlice yardım etmişti! Ne çare
ki onu çok çabuk kaybettim ve bu konularda eğer var idiyse birtakım sırlı
bilgileri alamadım.
Zihnime yağmur gibi sorular yağıyordu.
Oysa Nakşibendîlikte hemen hemen soru diye bir şey yoktur. Kesin bir teslimiyet
ve bağlılık vardır. Bunu Kürtçe bir söylem, çok çarpıcı bir şekilde
vurgulamaktadır: «Şeyh bu kafir, mirid peyra!». Yani Şeyh, İslâm’dan
çıkıp kâfir bile olsa mürit de ona uymalıdır! Evet aynen böyle... Ama ben,
makama henüz yeni geçmiş bulunduğum günlerde bakınız kendime neler soruyordum:
1.
Her şeyden önce bizim ailede yetişen ünlü
şeyhler neden «Hatm-i hacegân» ayini düzenlemiyor, müritlere «râbıta»
yaptırmıyor, beşbinlik virdler çektirmiyorlardı?
2.
Ben, yaklaşık birbuçuk milyon kadar
bağlısı bulunan önemli şeyh ailelerinden biri içinde yetiştiğim halde neden bu
tarikatın onbir kuralını yirmi dört yaşına kadar bilmiyordum? Neden bunları
öğrenememiştim? Bana yirmi yıla yakın eğitim yaptıran aile neden bir kez bile
bu kadar önemli bir konuda bilgi vermemişti?
3.
Bu kurallar, İslâm’ın iki temel kaynağı
olan Kur’an ve Sünnette nereye dayanıyorlardı?
Bunlar gibi daha birçok soru vardı. Ancak
cevapları yoktu. Bu ise bana müthiş bir sıkıntı veriyordu.
Artık yavaş yavaş aydınlanıyordum. İtiraf
etmeliyim ki –uzun bir eğitim dönemini yaşamış, çok okumuş ve epeyce seyahat
etmiş olmama rağmen- evrensel gerçekleri ancak 1974 yılından sonra kavrama
fırsatını bulabildim. Bu sıralarda 29 yaşındaydım. Gerçi şükrediyorum ki hiçbir
zaman karanlık bir dünyanın insanı olmadım. Hep aydınlığı, daha çok aydınlığı
arayıp durdum. Kendimi yetiştirmek istiyordum. Bunu, özellikle iki sebepten
dolayı şahsım için kaçınılmaz bir görev biliyordum. Bunlardan biri, İslâm’ın
bilgilenme konusunda Mü’min kişiye yüklediği sorumluluğun her zaman bilincinde
bulunmamdı; ikincisi ise bilgiyi en büyük miras kabul etmiş ve 1500 yıllık
tarihi boyunca âdeta bir ilim kurumu olarak varlığını sürdürmüş olan bir
aileden gelmiş olmamdı.
Bir gün müritlerimden biriyle aramızda
geçen özel bir konuşma, tasavvuf ve tarikatın içyüzünü öğrenmemde, mistik
alemin sırlarına ulaşmamda bir çeşit anahtar oldu. İlk pırıltıyı bu sırada
gördüm. Heyecan ve telaş dolu bu kısa sohbette, konuşulanların, yaşamımın
akışını tamamen değiştiren önemli bir neden oluşturduğunu söyleyebilirim. O
günden sonradır ki vicdanımda çiçekler açılmaya başladı. Hayatımın en önemli
dönemecini hazırlayan bu anıyı, işte şimdi sizinle paylaşmak istiyorum.
Müritlerimle özel toplantılarımız,
yalnızca haftada bir kez yapılırdı. Her Perşembe’yi Cumaya bağlayan gece
toplanırdık. Kural ve gelenek böyle idi. Ben yetki aldıktan sonra artık böyle
kurallara bağlı olarak derslerimizi yapıyorduk. Fakat –bugün artık aramızda
olmayan, adını vermek istemediğim- bu müridim başka bir gün, akşamüzeri
beni ziyaret etti. Bazen böyle sıra dışı ziyaretler olurdu. Beni özleyen, ya da
mahrem bir meselede bana danışmak isteyen arkadaşlar, böyle hafta arasında kısa
ziyaretlerde bulunurlardı.
Bu arkadaşımız karakter olarak çabuk
sinirlenen bir tipti. Misafirlerimi kabul ettiğim salona alındığı sırada da yüz
ifadesinden huzursuz olduğu okunuyordu. İlk hal hatır sorma faslından sonra:
«- Efendi Hazretleri! Sizi üzecek bir
haberim var ve ben sizden bir emir almak üzere geldim», diye
söze başladı.
Ben önce, aleyhimizde bir ihbar var
sanmıştım. Bu gibi sıkıntıları, -çok sık olmamakla beraber- bazen
yaşardık. Ancak özellikle Nakşibendî Tarikatında, Şeyhlik makamına yükselmiş
kişinin çok soğukkanlı olması, telaşını hiçbir zaman sezdirmemesi, -cemaati
üzerindeki heybetini koruması bakımından- önemlidir. Bu konuda çok iyi
eğitildiğim için hemen bir söz manevrası ile önce Onun daha fazla konuşmasını
önlemeye çalıştım. Ancak benim kullandığım kelimeler onun üzerinde, sanki
önceden meseleyi sezinlemiş bulunduğum izlenimini uyandırdı. Bunu, daha sonraki
konuşmalarından anladım. Yarım saat kadar süren sohbetimiz sırasında nihayet bu
arkadaşımızdan öğrendim ki yakınlarından biri, bizim özel ve mahrem surette
icra ettiğimiz «Hatm-i Hâcegân» ayini sırasında yaptığımız «râbıta»’nın
şirk olduğunu söylemiş; bizim bu suretle Allah’a düpedüz ortak koştuğumuzu
ileri sürmüş. Bu müridim de bunun üzerine onun kâfir olduğuna, bize ve
kurallarımıza dil uzatmakla İslâm dininden çıktığına inanmış; işin tehlikeli
yanı ise, o şahsın öldürülmesi gerektiğine de aynı zamanda kendini
inandırmış!.. İşte bunun için benden emir almaya gelmişti!
Bunları duyduğum o an, kaç çeşit tehlike
ile sarılmış bulunduğumu ilk kez biraz tahmin edebildim. Demek ki bana veya
tarikat kurallarına dil uzatan birinin hemen yok edilmesi gerekiyormuş ve ben
emredersem, infaz derhal gerçekleşebilirmiş! Bu korkunç inanış ve niyetten daha
çok beni meşgul eden şey, bu insanların nasıl olur da ellerinde hiçbir kanıt
yokken böylesine karanlık bir düşünceye saplanmış bulunmaları oldu. Evet
tarikat kuralları diye İslâm’a son derece yabancı birçok ayin, «zikir» ve
düşünce içinde bocalıyorduk. Ancak bunların hiç biri, insanı cinayet işlemeye
itecek bir şartlandırma nedenini oluşturmuyordu. Hatta diyebilirim ki tarikat
uygulamaları genelde insanı pasifleştirir. Tarikatçının, esasen saldırgan
olmaması gerekir. Nitekim Vahdet-i vücutçu tarikatlar, insan sevgisini ön plana
çıkarırlar. Çünkü «hayat kavgasının» onlara göre büyük bir anlamı yoktur. Bu
tarikatların -küttürlü şeyhleri- genelde, bir çeşit materyalisttirler.
Sebebi de şudur; vahdet-i vücût felsefesinde Allah kavramı belirsizdir. Bu
inanışa göre; «her şey Allah’ın bir parçasıdır; evren, devridaim olarak
sonsuza dek sürüp gider, ahiret, cennet ve cehennem gibi sanal alemler, sadece
sosyal ve toplumsal disiplini sağlamak için zihinlere yerleştirilmiş
sembollerdir vb...». Bu tarikatlara bağlı derviş ve müritleri ise
pagandırlar. Örneğin Türkiye’de Mevlevîlik, Ticanîlik, Yunusçuluk, Ekberîlik ve
Bektaşîlik, işte böyle bir temele dayanırlar. Bu nedenle –örtülü olarak-
aynı zamanda ibahiyecidirler. İbahiyeciler ise –genel anlamda-
paylaşımcıdırlar! Onun için ilkel bir felsefeden besleniyor olmalarına rağmen
ön plana çıkardıkları sevecenliği empoze etmek bakımından insancıl gibi
davranır ve öyle de algılanırlar. Müzik ve raks gibi şovlarla, Hatm-i Hâcegân,
evrâd ve râbıta gibi çeşitli mistik fantezilerle hümanist ve masum bir görüntü
sergilerler...
Nakşibendîliğe gelince bu tarikat, -henüz
Şamanlığın ve göçebeliğin derin etkilerini yaşadıkları dönemde- Türklerin
kurduğu bir tarikat olduğu için, felsefesi de görüntüsü de ilkeldir. Ayrıca çok
kere tarikatın liderinden habersiz olarak mürit tabakası arasında fısıltı ve
dedikodu yoluyla çok ilginç düşünce ve inanışlar cemaat arasında yerleşir. Öyle
ki birkaç kuşak sonraki şeyhler bile bu yanlışları kolay kolay düzeltemezler!
Bu, özellikle Nakşibendî Tarikatı’nın gerçeklerindendir. Tabiatıyla ben bu
gerçekleri yıllar sonra ancak Allah’ın lütfu ile öğrenebildim.
Nakşibendîliğin öğretisinde mutlak itaat
vardır. «Müridin, aynen yıkayıcıya teslim olmuş teneşir üzerindeki ölü gibi
şeyhine teslim olması şarttır». Bu kural, müride sık sık hatırlatılır ve
telkin edilir. Herhalde bu etkiyle olacak ki yukarıda bahsettiğim müridim,
benim uğrumda kendi kendine her şeyi, hatta cinayet işlemeyi bile göze almıştı.
Materyalistlerin ifadesiyle «Tarih
önünde»; mü’minlerin tabiriyle de «Allah karşısında» duyduğum sorumluluktan
yola çıkarak, o günlerde yaşadığım en önemli mahrem olaylardan birine bu
ilgiyle, –hatırlayabildiğim kadarıyla- dokunacağım. Bu suretle de
Nakşibendîlik tehlikesi başta olmak üzere tarikatçılarla laikçi yobazlar
arasında geçmişten günümüze dek süregelen kanlı kapışmalar hakkında insanları
biraz düşünmeye davet edeceğim. Bunu bir insanlık görevi sayıyorum.
Yukarıda sözünü ettiğim müridimin, benden
bir fetva istemesi olayından çok önce, yanılmıyorsam 1969 yılı Şubat ayıydı.
Bir akşam kapımız çalındı. Evimizde her zaman misafir bulunmasına rağmen o
akşam kimse yoktu. Hanımla yalnız oturuyorduk. Henüz birkaç aylık bebek olan
oğlum Muhammed’le meşguldük. Kapımız çalınınca, genelde gündüzün hizmetlerimize
bakan cemaatten genç biri çıkıp gelenleri karşılar, onları salona alırdı. Bana
da haber verildi. Fakat o akşam bizde kimse yoktu. Kapıya ben çıktım. Karşımda,
tanımadığım sakallı bir delikanlı duruyordu.
Giyiminden ve duruşundan «Tarikat ehli» olduğunu anladım. Bu genç,
benimle görüşmek istiyordu. İçeriye aldım; kendisini tanıtmasını istedim.
Sadece adını söyledikten sonra çok usta bir manevra ile bana, önce sıradan bazı
dini sorular sordu. Meğer bu giriş, bir ısınma ve alıştırma hareketiydi.
Sorularını kendimce yanıtlamaya çalıştım. Fakat ondan sonra adam, ilginç bir
teklifte bulunarak yaklaşık şöyle bir ifade kullandı:
«Efendi Hazretleri! Yarın kâfirler,
Amerikan 6. Filosu’na karşı bir gösteri yapacaklar. Bütün şeyh efendiler,
müritlerini onlara karşı görevlendirmiş bulunuyorlar. Siz de cemaatinize
emrederseniz dinsiz komünistlere yarın bir ders vereceğiz!»
Bu gencin «Kâfirler» dediği takım,
hiç kuşkusuz solculardı. Ve Ona göre de tabiatıyla bütün faşistler, sağcılar,
kapitalistler tarikatçılar, Osmanlıcılar, Nurcular ve statükocular da «Müslümandı»
(!) Fakat ben bu ayırımın felsefesini o günlerde pek iyi bilmiyordum. Çünkü
Türkiye’nin sosyolojisi ve bu sosyolojinin ideolojik yansımaları hakkında
ayrıntılı bilgilere sahip değildim. Onun için temkinli davrandım. Ne diyeyim,
bu garip davet karşısında önce dondum. Çok iyi hatırlıyorum; gözlerimi önümde
bir noktaya dikmiş, uzun uzun düşünmüştüm. Adam benden yanıt bekliyordu, ama
ben kendi sorularıma bile henüz yanıt bulamıyordum!
-
Bu adam kimdi, nereden geliyordu, onu kim
göndermişti?
-
Bana, adını doğru mu söylemişti?
-
Ben o tarihlerde henüz icazetli bir şeyh
değildim; İstanbul’daki şeyhler beni ve cemaatimi acaba tanıyorlar mıydı?
-
Ben, içyüzünü ve sonunu bilmediğim bir
olayın içine neden kendimi ve cemaatimi sokacaktım?!...
-
Komünistler «kâfir» idiler de Amerikalılar
ve Amerikancılar neci idiler?
Bütün bunları düşünüp durdum sonra bu
delikanlıyı savdım. Meseleyi hiç önemsememiştim. Fakat ertesi gün gerçekten
olaylar çıktı. Gazeteler çarşaf gibi yazıyordu. İnsanlar öldürülmüştü; bir sürü
de yaralı vardı.
Bu adamı hayatımda bir daha görmedim.
Fakat derin derin tahminler yaptım, bazı şeyleri araştırdım ve şu kesin
sonuçları daha o günlerde çıkarabildim:
1.
Bu ülkede tarikatçı cemaatlerini kötü ve
tehlikeli amaçlarla kullanmak her zaman mümkündür.
2.
Bu cemaatlerin başındaki adamlar ve onları
ünlendiren klikler, daima istihbarat örgütlerinin tuzağına düşebilir, ya da
onlarla işbirliği yapabilirler.
3.
Resmi ideolojiyi ve onun üzerinde
yapılandırılmış olan «Milli Kadavra Dinini» ayakta tutmak için solcularla
tarikatçılar, gerektiğinde her zaman kapıştırılacaklardır.
Onun için ben hep dikkatli davrandım. «Nakşibendî
ulularına» ve bu tarikatın öğretisine saygılı olduğum günlerde bile bu tarikata
bağlı olanların, gerek bireysel, gerekse toplu olarak -ikna olabilecekleri
bir işaretle- tehlikeli olayların içine derhal sürüklenebileceklerinden
artık kuşku duymadım.
Gelelim, yıllar sonra «râbıtamıza dil
uzatan» yakınını öldürmek için benden fetva isteyen müridimize... Ben bu
arkadaşımızı yatıştırdıktan ve onu savdıktan sonra esasen etrafımda salkım
saçak kümelenmiş yüzlerce sıradan insanın yanlışlarıyla ve hurafeleriyle
uğraşacağıma, önce kendime yardımcı olmam gerektiğini ilk kez bu olaydan sonra
düşünmeye başladım. Dolayısıyla bu olay, benim aydınlanma dönemimin ilk günü
sayılır. O gün benim için bir milâttır. Kurtuluşa, evrenselliğe, doğrulara ve
Kur’an’daki İslâm’a doğru giden yolculuğumun ilk günüdür. Yoksa beni katıksız
tevhide, yaşamım boyunca hiç kimse çağırmamıştır. «Vahhabilerin etkisi altında
Allah’ın birliğine inandığımı» ileri süren ve beni Vahhabilikle suçlayan
zavallılar varmış. Arada bir duyarım. Özellikle cahil ajanlar tarafından
yakalanıp sorgulanan gençlere sorarlarmış:
«- Ferit Aydın’ı tanıyor musunuz; O
Vahhabidir; O’nun kitaplarını okuyor musunuz?»
Bu cahil lâikçilerin nasıl dedektif
olduklarına çok şaşıyorum. Çünkü eğer önce kendileri benim kitaplarımı okumuş
olsalardı, Vahhabilerin de, tarikatçıların da aynen onlar gibi kara cahil
olduklarını benden öğreneceklerdi. Ayrıca bağlısı oldukları «Milli kadavra
Dini»’nin ne menem şey olduğunu da öğreneceklerdi!
Şunu hemen ifade edeyim ki, tevhide dönüşüm
Allah’ın sırf bir lütfudur. Bu kutlu dönüş, işte böyle garip bir olayın
kıvılcımıyla başlamıştır. Dönüş o dönüş...
Evet Nakşibendî Tarikatı’nın ipoteği, bu
olayla birlikte artık üzerimden kalkıyordu. Bundan sonra özgürce inanmanın,
vicdanımda ılık meltemleri esmeye başladı. Önce nefsimi ciddi anlamda bir
muhasebeye çektim. Kendime bir yığın soru yönelttim. Neydim, kimdim, nereden
geliyordum? Bu dünyaya gelmiş olmamdaki gerçek amaç ne olabilirdi; yoksa bu
dünyaya «rabıta» yapmak için mi gelmiştim? Ne demekti râbıta? Bunu kim
icat etmişti? Beni makamına geçirmiş olan kişinin şeklini sabah akşam zihnimde
canlandırmanın İslâm’la, ibadetle, yaşam gerçekleriyle ne ilişkisi vardı? Bunu
İslâm’ın neresine koymak gerekiyordu? Salt bir ibadet havası içinde uygulanmasına
rağmen, Nakşibendî otoriteleri neden râbıtayı bir ibadet olarak niteleme
cesaretini hâlâ gösteremiyorlardı? Hem sonra tasavvuf ve tarikat kavramları
nereden çıkmıştı? Hangi kaynaktan gelip, İslâm’a nasıl bulaşmışlardı? Tasavvuf
ve tarikat, bu ülke insanının yüzde doksanını neden meşgul ediyordu? Bunların
başka işi yok muydu? Devlet bu akımları yasakladığı halde neden iktidarlar
tarikatçı cemaatlerle gizli işbirliği yapıyorlardı? Sözde kanlı bıçaklı olan
laikçilerle Nakşibendîler, nasıl olur da zaman zaman omuz omuza veriyor,
Komünizmle Mücadele Derneklerini kuruyor, Selanik Yahudilerini birlikte
iktidara taşıyorlardı?
Sorular bunlarla da sınırlı değildi. Her
gün, hatta her saat türlü türlü konularda bir soru denizi içinde yüzüyordum.
Ailem, geçmişim, soyum; gerek dünyada, gerekse ülkemin coğrafyasında cereyan
eden çeşitli olaylar ve yaşanan gelişmeler, bunların nedenleri, içinde
yaşadığım toplumun sosyal yapısı, gelenekleri, din ve dünya görüşü, tarihi,
kültürü, bunalımları, özellikle batıl inanışları; başta tarikatçılık olmak
üzere devlet eliyle icat edilen ve topluma dayatılan laikçilik dini,
kadavracılık, kökten putçuluk, sağcılık, solculuk, ayırımcılık, bölücülük,
ırkçılık, Turancılık, Kürtçülük, resmi ideolojinin İslâm düşmanlığı ve daha neler
neler...
Bu soruları ben, kendime yöneltiyordum.
Ama ciddi, bilimsel ve tutarlı cevaplarını da arıyordum. Bu konuda eskiden beri
zaten zihnen hazırdım. Tarikat anlayışının etrafımda ördüğü kalın duvara rağmen
çok şükür düşünme yeteneğimi yitirmemiştim. Aslında her şeyi sorgulamayı,
gerçekleri yakalayıncaya kadar daima güçlü kanıtlara tutunmayı bana vaktiyle
annem ve babam öğütlemiş, bu konuda gereken aşıyı bana yapmışlardı. Onları
rahmetle anıyorum.
Ben bu olaydan sonra çok geçmeden yaşam
tarzımda, düşünce ve inanışlarımda köklü değişimler gerektiğine inandım. Ama
bunlar nasıl gerçekleşecekti? Çünkü bu, o kadar da kolay değildi! Ve çünkü ben,
herkes gibi sokaklarda rahatça gezemiyordum. İstediğim gibi kaldırımlarda
yürüyemiyor, vitrinleri seyredemiyordum. Gerçi ben meslektaşlarım olan öbür
Nakşibendî şeyhleri gibi saltanat içinde yaşamayı hiç düşünmemiştim, ona göre
de bir «tezgâh kurmuş» değildim. Benim yaşamımda, Nakşibendî şeyhlerinkine
benzemeyen farklı ve canlı tablolar vardı. Örneğin özel şirketlerde
çalışıyordum. Oysa şeyhler böyle bir
şeyi göze alamazlar. Çünkü onlar yaşamları boyunca hiç kimseden emir almak
istemezler. Tam tersine emir verme yetkisinin, sırf onlara ait olduğuna
inanırlar. Onlar her zaman saygıdeğer birer «Efendi hazretleridirler.
İnsanlar onların yalnız dualarına değil, himmet ve bereketlerine de
muhtaçtır!». Etrafım, bana da böyle inanıyordu. Belki bir zamanlar ben de
böyle düşünüyordum; ama benim de, cemaatimin de önemli bir farkı vardı. Ben
çalışıyordum. Kimseden hiçbir yardım beklemiyor ve almıyordum. Cemaatim de buna
alışmıştı. Ayrıca hiçbir siyasi partiye oy vermiyor, müritlerimi de bu konuda
yönlendirmiyordum.
Biraz önce de anlattığım gibi, ilk kez
İstanbul’da Ülker Gıda Sanayii’nde hayata atıldım. Sözünü ettiğim
müridimle aramda cereyan eden konuşma tarihinden çok önce Ülker’in
personel kadrosunda yer almıştım. Şirketin Kuveyt’e yaptığı ihracat işlerini
yürütüyordum. Fakat muhit halkım, benim özel işlerimle pek ilgilenmiyordu. Bu
benim için bir avantajdı.
Sayıca kalabalık olmalarına rağmen
cemaatim, genelde eğitimsiz, dünyaya ve çevreye yabancı, kendi içine kapalı bir
topluluktu. Bunların hemen tamamı, -Birinci Dünya Savaşından beri çeşitli
tarihlerde- İstanbul’a gelip yerleşmiş olan Siirt’in, benim gibi
Arap kökenli merkez halkından ve yine o bölgenin Kürtlerinden oluşuyordu. Bu
insanların dünyası oldukça dardır. Son yıllarda yaşanan açılımlara rağmen, bu
muhitte hemen hiçbir değişiklik yaşanmamıştır. Merak eden olursa, gidip
İstanbul’un Fatih Semti’nde «Kadınlar Pazarı» adıyla bilinen,
yere uğrayarak buradaki ilginç tabloları yakından gözleyebilir. Bu acaipliğin
çeşitli nedenleri vardır. Bunların başında, resmi ideoloji doğrutusunda, -Cumhuriyetin
ilânından beri- «Doğu» ve «Güneydoğu»’daki etnik kitlelere uygulanan asimilasyon
politikası gelmektedir. Bu etnik kitlelerden Kürtler, -bugün Türkiye’de 25
milyon gibi kalabalık bir nüfusa sahip oldukları için-, dil ve kültür
özgürlüğü konusunda harcadıkları çabalar, onların lehinde bazı sonuçlar
vermiştir. Fakat Arapların durumu böyle değildir. Dört beş milyon sınırında bir
azınlık oldukları için onların, dil ve kültür özgürlüğü konusunda tamamen
kısıtlı bırakılmaları daha kolay olmuştur.
Bundan başka, çok önemli psikososyal bir
neden daha vardır: Türkiye’deki «Arap kökenli vatandaşlar», dünya tarihinde çok
önemli bir yeri olan dillerinin ve kültürlerinin Türkiye gibi bir ülkede bile
adım başında çok derin izlerine rastlamaktadırlar. Ayrıca, Türkiye’deki
Arapların çoğunluğu eğitimsiz bırakılmış olmasına rağmen, Arap ülkelerinin
hergün dünya gündemini meşgul eden meseleleri, onların kulağını sıyırırken
kökenlerine duydukları özlem refleksiyle az çok uyarı almaktadırlar. Keza,
İbadetler, camiler, ramazanlar, Kur’ânlar, zikirler, salevatlar, dualar, hatta
tabutların üzerindeki örtülerde gördükleri Arapça yazılı âyetler bile, onları
psikolojik olarak bir dereceye kadar doyuma ulaştırmaktadır. Türkiyedeki, ırkçı
ve milliyetçi eğilimlere rağmen bu kültürün, din –aracılığıyla da olsa- yaygın
bulunuyor olması onların yüreğini serinletmektedir. Dolayısıyla daha fazla bir
özgürlük talebinden onları caydırmaktadır. Özellikle hac seyahatleri sırasında
aldıkları izlenimler, onları hiç kuşkusuz başka dunyalara götürmektedir.
Nitekim Siirtli Araplar’ın, günlük yaşamda en çok işledikleri konuların başında
hac seyahati gelmektedir. Öyle ki bu seyahatlede görüp yaşadıklarını dünyanın
en ilginç olaylarıymış gibi uzun uzun anlatıp dururlar. Eğer Siirtli değilseniz
bu içi boş uzun hikâyeleri dinlerken mutlaka bıkar usanırsınız!
Bu
muhitimin insanlarından oluşan cemaatimin bütün inanışları mitolojikti. Evliya
kerametleri; atalarımın ve eski şeyhlerimizin yaşam öyküleri; uydurma hadislere
dayalı koca karı hikâyeleri vs... Dünyaları, bu gibi şeylerden ibaretti.
Kendilerine çok düzeyli bilgiler vermek, dünya ve ahiretlerini aydınlatıcı
öğütlerde bulunmak onlara çok sıkıntı veriyordu. Zavallılar, dünya
gerçeklerinden nefret ediyorlardı. Herhalde bundan olmalı ki benim geçim ve
yaşam konusundaki uğraşılarımla pek ilgilenmek istemiyorlardı. Belki de onlara
göre Allah, Atalarımın ve şeyhlerimin yüzü suyu hürmetine beni geçindiriyor,
bey gibi yaşatıyordu! Müritlerim arasında beni en çok anlayanlar, Türk kökenli
olanlardı. Bunlar daha disiplinli, daha açık düşünceli, aydınlanmaya daha
eğilimli ve aynı zamanda daha görgülü idiler. Ama sayıları çok azdı. Yaşamım,
işim ve geçimimle (yani tarikat dışında kalan uğraşılarımla) ilgili
herhangi bir konuda bunlara danışırdım.
Bu
ilgiyle, birikimlerime ve deneyimlerime dayanarak içtenlikle ve tarafsızca
ifade etmeliyim ki Türkler, dünyanın en meziyetli toplumlarındandır.
Seyahatlerimde, insanlarla çeşitli muamelelerimde değişik toplumlara mensup
insanların sosyal, ahlaki ve psikolojik yönlerini, davranış biçimlerini,
dikkatle izledim. Okumuş ve aydınlanmış Türklerden daha disiplinli, daha
görgülü ve daha çabuk organize olan bir topluluk görmedim. Bu hasletleri
isabetli kullandıkları dönemlerde bu millet önemli başarılar göstermiştir.
Fakat bu meziyetleri kötü şekilde ortaya koydukları zaman da çökmüş, silik
durumlara düşmüşlerdir. Örneğin lidere kesin itaat, Türklerin önemli bir
hasletidir. Fakat bu millet, Türk geçinen Makedon kökenli birkaç yüz Yahudi
ailesine son yüz yıldır teslim olunca bu itaat ve disiplin onları gerçekten
çökertmiş, ülkeyi İsrail’in bir sömürgesi haline getirmiştir. Bir gün uyanacak
olurlarsa bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu elbet anlayacaklardır!!
Siirtli
Araplara gelince bunlar hem anlayış ve gelenek bakımından, hem de din ve inanış
bakımından Anadolu Türklerinden epeyce farklıdırlar. Sözde ortak paydaları
İslâm olsa bile her iki tarafın da (Kur’an’daki) gerçek İslâm’la ilişkileri
semboliktir. Fakat Siirtli Araplar, din kavramını tamamen mistik anlamda
algılarlar. Dolayısıyla dini inanışlarının tümü sofiyânedir. Nakşibendîlik
Siirt’te öyle kemikleşmiştir ki oradaki her türbe, hatta her mezar birer
tanrıdır. Her tarikat şeyhi, insanı tanrıya ulaştıran bir rehberdir, bir
kurtarıcıdır. İşte bu nedenledir ki özellikle Arap kökenli bir müridimin
yanında ne zaman «dünya işleriyle» ilgili bir söz ettiysem onun, konuşmamı çok
tuhaf karşıladığını hissettim. Psikologları ve sosyologları gerçekten meşgul
etmesi gereken bu mesele incelenmeye değer. Esasen tarikatçı olsun ya da
olmasın, bir Siirtli eğer «din adamı» diye gördüğü kişiden; ölü, türbe, mezarlık,
mevlit, tarikat, ayin ve benzeri mistik ve çoğu hurafe şeyler dışında bir tek
söz bile duyacak olsa derhal ondan soğur! Dolayısıyla çevre, ahlâk, insan
ilişkileri, eğitim ve sağlık gibi dünyasal konularda cemaatimi aydınlatmayı çok
istediğim halde bu yüzden yapamıyordum. Son zamanlarda beni derinden düşündüren
sebeplerden biri de bu oldu. Anladım ki tarikat denen karanlık dünyanın içinde
ancak bu tip insanlar yaşayabilir. Allah’ın hidayet nurundan pay alan hiçbir
insan ise bu karanlık dünyanın içinde asla yaşayamaz!
Yıllarca etrafımda salkım saçak kümelenen
bu topluluk, dördüncü atam «Şeyhu’l-Hazîn’in, sivrilmiş ve O’nun makamını
temsil etmeye çalışmış bir mürşit olarak» beni gerçekten sevdi, bağrına
bastı ve baş tacı etti. Bunu inkâr edemem. Ama biz iki tarafın da korkunç
yanlışlarımız vardı. Ben, kendi yanlışlarımı büyük ölçüde Allah’ın izniyle
zamanla düzeltmeyi başardım. Fakat onlar kendi yanlışlarında halâ ısrar
ediyorlar. Benimle yeniden sık sık karşılaşma olanağını bulsalar, eminim ki
yine eskisi gibi:
«- Kurban! Hz. Musa’nın Annesi’nin adı
nedir; Veyselkarani kaç dişini çekmiştir; İsmet İnönü Cenete girecek mi; beni
de sırtına alıp sırat köprüsünün öbür tarafına geçirir misiniz; akli dengesini
bozan oğlumu Şeyhu’l Hazin’in Siirt’teki türbesine götürüp O’nun zincirine
bağlamak istiyorum, bize izin verir misiniz?» gibi
daha nice ilginç sorular soracaklardır.
Bu topluluğa yıllarca katlanarak
aralarında yaşamanın çok ağır bedellerini ödedim. İslâm’ın, bilimin, bilginin
ve uygarlığın nurundan tamamen yoksun bulunan bu hayran ve mürit kalabalığına
tam beş tane kurban verdim! Beş çocuğumun beşi de tarikat ve dedikodu kumkuması
içinde hiçbir kişiliğe sahip olmadan büyüdüler. Bütün tarikat şeyhlerinin
kulağına küpe olsun!!!
Peki bu karanlık tünelin içinden ben nasıl
çıkacaktım; Nasıl kurtulabilecektim?! İşte bu kolay değildi. Hele İstanbul’da
yaşadığım sürece bunu gerçekleştiremezdim. Türkiye’nin başka bir köşesine
göçmek de çözüm değildi. İçinde bulunduğum koşullar buna el vermiyordu. O günkü
psikolojim de buna müsait değildi. Çünkü ben bir hayâl sarayında –belki kral
değildim ama- bir prens sayılırdım.
En az bir buçuk milyon insanın saygı duyduğu bir ailenin sivrilmiş bir
mensubu ve büyüklerinin yerine geçebilmiş sayılı makam varislerinden biriydim.
İstanbul’da başım ağrısa, birkaç saat içinde binlerce kişiyi pek zorlanmadan
bir yere toplayabilecek bir nüfuzum vardı. Ama örneğin Erzurum’da, Konya’da,
Zonguldak’ta ya da Edirne’de kimi bulabilecek, kiminle haşır neşir
olabilecektim? Siyasete atılamazdım. Çünkü hem siyasetten nefret ediyordum, hem
de Türkiye’de kendi inanç ve düşünceme uygun bir siyasi topluluk bulamazdım.
Bugün de bulamıyorum. Onun içindir ki yaşamım boyunca hiçbir siyasi parti
lehinde oy kullanmadım.
Bütün avantajlarıma rağmen özgür olmadığımı
biliyordum. Yalnız yasalar değil, gerek toplumun, gerekse cemaatimin inanış ve
anlayışları da benim özgürlüğümü oldukça sınırlamıştı. İşin kötüsü, Allah’ın ve
vicdanımın istediği gibi inanıp yaşayacak bir özgürlüğe sahip değildim. İşte
asıl ıstırabım bundan kaynaklanıyordu. Onun için hiçbir tarikat şeyhinin,
özellikle hiçbir Nakşibendî şeyhinin kolayca göze alamayacağı bir şeyi göze
aldım. Yurt dışına çıkacaktım. Elbette ki Nakşibendî şeyhleri de yurt dışına
çıkarlar. Ancak onlar yine de saltanatlarını sürerek, yanlarında çömezlerini,
kâhya ve hizmetçilerini, canfedâ müritlerinden bir grubu alarak giderler.
Benimse niyetim başka idi. Ben yalnız çıkacaktım. Çünkü izimi bir süre
kaybetmek cemaatle olan ipimi gevşetmek istiyordum. Tarikattaki yanlışlıkların
keffareti ancak bu şekilde ödenebilirdi. Evet deneyecektim. Denemeye de
değerdi. Bakalım cemaatsiz, kâhyasız, hizmetçisiz ve fedâisiz nasıl
yaşayacaktım! Acaba böyle yaşayabilecek miydim?
Günlerce düşündüm. Çok sıkıntılıydım. 20
yıl İslâm’ı okumuştum: Kur’an, hadis, tefsir, fıkıh, akaid, usûl ve aynı
zamanda pozitif ilimler: matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, felsefe,
mantık, sosyoloji, ekonomi, tarih coğrafya... üstelik İslâmî birikimim, oldukça
güçlü bir Arapça ile sağlam temele dayanıyordu. Arapça hem aile dilim, hem
eğitim dilimdi. Nitekim yıllar sonra öğrendim ki Türkiye’de Arapça’yı yaşam,
bilim ve akademi dili olarak kullananların sayısı 17 kişiyi geçmiyor. Bu konuda
araştırma yapanlar, (doğru ya da yanlış) beni bu 17 kişinin en iyilerinden
saymışlardır. Bunu yıllar sonra duyduğum zaman sevindim ve bu başarıyı hem
Allah’ın büyük nimetlerinden sayarak Ona hamd ettim; hem de beni kıskananların,
«Kerameti kendinden menkul» diye arkamdan dedikodu yapmalarına karşılık
onları çatlatmak için bu nimeti yeniden dile getirmeyi uygun buldum!
1969’dan 1976 yılına kadar şeyhlik
makamında insanlara acaba neler verebilmiştim? Bunu kendime sormaya başladım;
sormak zorundaydım. Çünkü yol eğer yanlışsa, henüz vakit geçmeden yönü
değiştirmek gerekirdi. Gafletten uyanır gibi olduğum günlerde bu soruyu, pek de
geç kalmadan kendime o gün için yöneltmiş bulunmaktan bugün çok memnunum. Yoksa
bu yüzden belki on binlerce beyin daha kirlenebilirdi!
1976 yılının baharında böyle düşünüyordum.
Bir gün Fatih Semtindeki İskender Paşa Camii’nde akademisyen bir
arkadaşıma rastladım. Ona sadece yurtdışına çıkmak istediğimi çıtlattım. Meğer
o da beni ziyaret etmek istiyormuş; hem de yurtdışına beni göndermek üzere...
Hemen meseleyi açtı.
- Ağabeyim Libya’da büyük bir konut
projesi almış; sizin gibi bir elemana ihtiyacı var. Ne dersiniz?
Biraz düşüneyim dedim ama, içimden çoktan
kararımı vermiştim. Bir iki gün içinde de olumlu cevap verdim. Bunun üzerine
bizim evde Libya hazırlıkları başladı.
***
Her
nasıl olduysa Libya, 1975 yılında Türkiye ile ileri derecede ilişkiler kurmaya
başladı. Bu ülke, Albay Muammer Kaddafî’nin, 01 Eylül 1969 günü
gerçekleştirdiği devrimden sonra çok önemli bir dizi gelişmeye sahne oldu.
Bunlardan biri de dış dünya ile, -bu arada Türkiye ile- kurduğu yoğun
ilişkilerdir. Libya’nın Türkiye ile başlattığı ticari ilişkilerin yanı sıra
uygulamaya koyduğu kalkınma hamlesinde Türkiyeli Müteahhitlik şirketlerine iş
vermesi, iki ülke arasındaki iyi ilişkileri kısa zamanda doruğa çıkardı.
1975
yılı başlarından itibaren Libya’ya akın eden Türkiyelilerin sayısı, bir iki yıl
içinde 150 bin kişiyi geçti. 1975-1986 yılları arasında Libya’nın hemen her
bölgesinde Türkiyeli inşaat şirketlerine ait şantiyelere rastlamak mümkündü.
Zaten Libya’nın her tarafına, o yıllarda yabancı şirketlere ait şantiyeler
serpilmişti. Yoğun bir çalışma vardı. Özellikle inşaat alanında büyük
faaliyetler sürüyordu. İnşaat projelerinin çoğu Türkiyeli firmalara verilmişti.
Devâsâ, büyüklükte liman inşaatları, sahilden uzak, iç kesimlerdeki çöllerde
inşa edilen irili ufaklı yerleşim merkezleri, toplu konutlar, hep Türkiyeli
firmalara ihalesiz ve doğrudan teklif yöntemiyle verilmişti.
Ben
ilk kez 02 Mayıs 1976 günü bu ülkeye ayak bastığımda bu faaliyetler daha yeni
başlamıştı. Gençtim, enerjiktim ve yaşama sevinciyle doluydum. Bu ülkeye
gidişim benim için bir bakıma sürpriz oldu. Çünkü cemaatimden uzaklaşmayı
düşünmeye başladığım günlerde yurt dışına çıkmak istiyordum, ama bunun ne zaman
ve nasıl gerçekleşeceğini, hangi ülkeye gideceğimi pek kestiremiyordum.
Yukarıda kısaca değindiğim gibi bir akademisyen arkadaşım bana aniden ciddi bir
teklif yöneltmişti. Her şey böylece çok çabuk gelişti ve birkaç gün sonra
Libya’nın kuş uçmaz kervan geçmez çöllerinden birinin ortasında kendimi
bulacaktım.
Cemaatimle
son toplantımda seyahate çıkacağımı ve bir süre Libya’da kalacağımı açıkladım.
Ancak fazla bilgi vermedim. Yurt dışında ne kadar kalacağım hakkında da
herhangi bir şey söylemedim. Fakat arkadaşlarımın hüzünlendiğini gördüm. Bunun
uzun bir ayrılık olacağını sanki sezinlemişlerdi. Bir iki gün içinde de bütün
muhitim bu haberi aldı. Hareketimden bir gün önce, benim için bir uğurlama
programı hazırlandığını bildirdiler. Cemaatin sözcüsü beni ziyaret ederek,
hemen her seyahatten önce olduğu gibi:
«-
Efende Hazretleri, her şey hazır. Siz avdet edinceye kadar yerine getirmemiz
gereken emirlerinizi öğrenmek istiyoruz» dedi. Bu rutin bir jestti.
Teşekkür ettim ve ertesi gün, bir konvoyla Yeşilköy Hava Limanı’na götürüldüm.
O
gün Patronlar da yolcu idiler. Birlikte uçacaktık. Ancak hiç tahmin
edemedikleri bir sahne ile karşılaşmışlardı. Terminalin içinde, beni uğurlamaya
gelen kalabalığı görünce afallamışlar.
-
Eyvah! Biz bu adamı nasıl çalıştırabiliriz, gibi, kuşku ile karışık espriler
bile yapmışlar. Ben bunları çok sonra öğrendim, ama uçakta saatlerce yaptığımız
sohbet sırasında onların bütün kaygıları hemen dağılmış. Bu arada çok iyi
tanışmış da olduk, Çünkü yolculuğumuz epey uzun sürdü. Nedenine gelince, o
yıllarda henüz Libya ile Türkiye arasında direkt uçak seferleri yoktu. Daha çok
Belgrat üzerinden gidiliyordu. Trablusgarp semalarına
girdiğimizde, geride bıraktığımız canlı ve sıcak saatlerin etkisiyle patronlar
bir hayli rahatlamışlardı. Benimle ilgili endişeleri tamamen yok olmuştu.
Birlikte çalışacağımızdan çok memnun olduklarını sık sık yinelediler. Beni çok
sevdiklerini anladım.
Trablusgarp
havaalanına iner inmez, 35 santigrat derece sıcak ve güneşli bir hava ile
karşılaştım. Bu, İstanbul’da bahar aylarındaki mevsim normallerinin üzerinde
bir ısı derecesiydi. Bu ülkeyi ilk kez ziyaret ediyordum. Terminal binası, Kral
döneminden kalma köhne bir hangar gibiydi. Âdeta bir barakayı andırıyordu.
Giriş işlemlerinden sonra şehre indik ki in cin top oynuyordu. Şirketin, Şehir
merkezinde, Kartaca Caddesi üzerindeki bürosuna gittik. Adını önceden
duyduğum İbrahım Cevahir’i ilk kez burada gördüm. İlk dakikalar soğuk
bakışmalarla geçti. Uçakta birlikte olduğumuz yetkililer bizi tanıştırdılar ve
hemen benden söz açtılar; methiyeler yağdırmaya başladılar. Ben hazırken böyle
şeyler hoşuma gitmez. Nitekim daralmaya başladım. Zaten hava çok sıcaktı,
terledim. Bu bahane ile izin isteyerek lavaboya gittim, elimi yüzümü yıkayıp
biraz serinlendim. Döndüğümde methiyeler bitmişti. İbrahim Cevahir’in
ise yüzünde tebessüm vardı.
Şirketin
o sıralarda uğurlama ve karşılama hizmetlerini yerine getiren elemanı
çağırıldı. Güleç yüzlü tipik bir Karadenizli delikanlı içeri girdi. Bu genç,
çok geçmeden iyi dost olduğumuz Hüseyin Boduroğlu idi. (Ne ilginç ve
ne gariptir ki bu arkadaşın şu anda hayatta mı değil mi ve eğer sağ ise nerede
bulunduğunu bilmiyorum!). Boduroğlu, beni ve İstanbul’dan birlikte
geldiğimiz bir tercümanla birkaç işçiyi alıp aşağıya indik. Garaja gidinceye
kadar aramızda sıcak konuşmalar geçti. Sonra bizi bir taksiye bindirip Zuwara’ya
uğurladı. Bu kasabaya varmak için, Tunus yönüne doğru 160 km. kadar bir
mesafe kat edecektik. Ben şoförün yanındaki koltuğa oturdum. Yol boyunca hemen
hiç konuşmadım. Akdeniz sahiline paralel otobanda orta hızla ilerliyorduk.
Etrafı garip garip seyrederken sık sık dalıyordum. Geride bıraktığım çevrem,
evim, eşim ve çocuklarım gözlerimin önünde canlanıyordu. Ailemden, ülkemden ve
saygın bir mevkiden ayrılmış olmanın verdiği hüzünle karışık bir tedirginlik
vardı içimde...
Zuwara’ya
akşam saatlerinde vardık. Burada da şirketin bir bürosu vardı. Bizi kapıda
kızıl saçlı ve sakallı, güler yüzlü, Karadenizli bir genç daha karşıladı. Zeki
Baştürk diye kendini tanıttı ve bizi içeri aldı. Çok neşeliydi, sürekli
gülüyordu. Kahkahaları âdeta hindi horozunun çıkardığı tuhaf seslere
benziyordu... Üzerime çöken kasvet, bir anda dağıldı. Sohbet etmeye başladık.
Sonra bu gencin İbrahim Cevahir’in yakınlarından biri olduğunu öğrendim.
Zuwara’daki büronun şefiydi.
Fakat
işin garip bir yanı vardı. Doğrusu bu kasabaya gelinceye kadar, nerede
çalışacağımı ve nelerle karşılaşacağımı henüz bilmiyordum. Acaba burada mı
kalacaktım? Yoksa başka bir yere mi gönderilecektim? Gerçi İstanbul’da
yetkililerle çok konuşmuştuk. Ben (tercüman ya da mütercim değil, fakat
tercüme ağırlıklı olarak) şirketin dış ilişkilerini yönetecektim. Nitekim
görevim, kartvizitlerime bazen, «Administrative Counsellor», bazen de «Manager
of Foreign Relations» yazılarak hazırlanıyordu. Ne var ki işin hiç de böyle
gerçekleşmeyeceğini sezer gibi oldum. Benimki tam anlamıyla bir maceraydı.
Evet, duygusal bir kararla sonunu tahmin edemediğim bir maceraya cesurca
atılmıştım. Çünkü kızıl sakallı genç, bizi birkaç saat neşelendirdikten sonra
bana dehşet bir sürpriz yaptı.
«-
Ferit Bey Landrover hazır, El-Wutya’ya gidiyorsunuz!»
Duymuştum
daha önce... Şirketin çölde, El-Wutya diye bilinen bir yerde şantiyesi
vardı. Bu şantiyenin beş kilometre uzağında bulunan Bin Nafi Hava Üssü’nde
çalışan subaylar için 500 adet lojman yapılıyordu. Libya İskân Bakanlığı, bu
projeyi şirketimize direkt teklif usulü ile ihale etmişti. Aslında şirketin
sahipleri de benim gibi tedirgin ve kuşkulu idiler. Onlar da Libya’da iş almış
olmayı bir macera gibi görüyorlardı. Bütün bunları, İstanbul’dan Zuwara’ya
gelinceye kadar öğrenmiştim. Dolayısıyla içimden diyordum ki, benden çok daha
büyük risklere girerek buralara kadar gelmiş olan bu şirketin sahipleri
geleceklerinden emin olmadıklarına göre neden hiçbir parasal riskim olmadığı
halde kaygıya kapılacağım? Yavaş yavaş altında ezilmeye başladığım stresten
kurtulmak için zihnimde işte böyle geçici teselli şekilleri üretiyordum.
Onun
için kızıl sakallı gençle hiç tartışmadım, hiç itiraz etmedim. Hemen jipe
bindim. Çünkü ta baştan beri, zaten bıçak altına yatan kurban gibi
davranmıştım. Yapabilecek bir şey de yoktu. İstanbul’a geri dönmek benim için
korkunç bir yenilgi olurdu. Evet eğer dönersem, tekrar tarikatın batağına gidip
saplanmam söz konusuydu. Bunu göze alamazdım. Belki çok yorulacak, çok
üzülecektim, ama sonunda aydınlık bir dünyaya açılacaktım. İşte bunu hayal
ediyor, bunu düşünüyordum...
Gecenin
ilerleyen saatlerinde yeniden yolcu olacaktık. Bürodan dışarı çıktık.
Bitişiğimizde bir benzin istasyonu vardı. Işıkları büromuzun önünü oldukça
aydınlatıyordu. Her taraf sessizdi. Üçyüz metre ilerideki sahilden gelen
dalgaların gürültüsü sessizliği arada bir yırtıyordu. Halkının tamamı berberî
olan bu kasaba, gecenin erken saatlerinde derin bir uykuya dalmıştı. Hemen
arabaya atladım. Yine şoförün yanındaki koltukta oturuyorum. Tercümanla 3 işçi
de arka koltuğa yerleştiler. Çok geçmeden kasabanın ışıklarını geride bırakmış
koyu bir çöl karanlığına gömülmüştük. Birkaç kilometre sonra asfalt da bitti.
Yer yer kumla örtülmüş arnavut kaldırımına benzeyen bir yola girdik. Farların
aydınlattığı araba izleri üzerinden yolumuza devam ediyoruz. Buradan geçen
yolcuların ve hayvanların kuma saplanmaması için ta Osmanlı döneminde bu taş
döşeli yol yapılmış. Bunları şoförden dinliyoruz. Şoför ise komik mi komik,
tuhaf mı tuhaf. O da Karadenizli. Arabanın camına dolu gibi çarpıp anında
ezilen ceviz büyüklüğündeki siyah böceklerin bıraktığı sümüksü kir izlerini
silmek için sık sık inen bu genç adam, ağza alınmayacak küfürler savuruyor,
gülüyor, espriler yapıyor ve durmadan konuşuyordu. Arada bir bana dönüyor:
«-
Ula memlegette ekmek pulamadunuz mi ha purya gadar keldunuz?!» diye
soruyor. Benden çıt çıkmayınca bu kez de,
«Ula
tiluni mi yuttun yoksa, niye konuşmayisun?!» diye bana kızıyordu. Tabi
benim kim olduğumu bilmiyordu. İşte o dakikalarda anladım ki bir insan, eğer
muhatabına günün birinde «Sen benim kim olduğumu biliyor musun?!»
diye öfkeyle bir soru yöneltiyorsa o, mutlaka Allah’tan başka birilerine
güveniyor demektir. İşte Libya ve gurbet, bu gerçeği daha ilk saatlerde bana
öğretti. Ben, daha dün meşihat postunda saltanatlı bir şeyhtim. Üstelik
Seyittim. İnsanlar elimi öpmek, bana dokunarak mübarek olmak, duamı almak için
kuyruğa giriyorlardı. Benim ayakkabılarım bile onların nazarında kutsaldı. Onların
yanında kim bana «ulan dilini mi yuttun?!» diye küstahlık edebilirdi! Düşündüm,
çok derin düşündüm. Bu son derece ilginç bir sınavdı. Demek ki ben, o
dakikalarda, «Allah’tan başka bir sahip var mı, yok mu?» sorusu ile
karşı karşıya idim. Bunu bir an düşündüm ve toparlandım. Bütün içtenliğimle
Allah’a sığındım. Uslu bir öğrenci gibi etrafı dinlemeye, seyretmeye ve ibret
almaya çalıştım.
Biz yolumuza devam ederken, bazen yolun bir yanından öbür
yanına fırlayan çöl tavşanları, hızla kıvrılarak kenara kaçan yılanlar insanı
ürpertiyordu. Arka koltukta oturan tercümanla işçiler susmuş, âdeta
donmuşlardı.
Çölde
elli kilometre kadar yol almıştık ki uzaktan birkaç ışık pırıltısı gözüktü.
Şoföre sordum:
-
Nedir bu ışıklar?
«- Ha
orasi pizum şantiyedur da, oteki da askeri havaalanidur», dedi ve yine şuradan
buradan o dağınık ve moral bozucu konuşmasını sürdürdü. Ne dediği beni fazla
ilgilendirmiyordu. Zaten ne konuştuğunu da pek hatırlamıyorum. Çünkü dalıp
gerilere gitmiştim. Bazen İstanbul’u, Yeşilköy’deki o muhteşem uğurlamayı,
bazen de patronlarla uçakta yaptığımız uzun sohbeti düşünüyordum. Bunların
hepsi artık geride kalmıştı. Kim bilir daha neler görecek, neler yaşayacaktım.
Ama o geceyi hiç unutamam. Libya’ya 1976-1992 yılları arasında sık sık seyahat
ettim ve ilk gidişimde 14 ay, daha sonraları da 20 gün ila 3 ay sürelerle bu
ülkede kaldım. Orada çok şey yaşadım. Ancak gittiğim o ilk geceyi unutmam
mümkün değil.
Nihayet şantiyeye vardık. Birkaç ahşap baraka, beş on kadar da
çadır vardı. Herkes uyumuştu. Şantiyenin giriş kapısındaki engeli bekçi
kaldırdı, içeri girdik. Jeneratörden çıkan gürültü, gecenin sessizliğini
bozuyordu. Üç beş lambanın aydınlattığı şantiye alanının bir yerinde durduk.
Tedirgin ve yorgundum, ama biraz rahatlamıştım. Çünkü artık meçhul bir yerde
değildim.
Arabadan indik. Üstümüz başımız toz içindeydi. Şoför
barakalardan birine girdi. Biraz sonra pijamalı biriyle beraber dışarı
çıktılar. Kucaklarında bir yığın battaniye vardı. Yüzümüze birer tane
fırlattılar. Sonra anladık ki içeride yer yokmuş. Battaniyeleri kumların
üzerine serip uzandık. Ben baş tarafımda battaniyenin altında kumdan bir tümsek
yapıp kafamı üzerine koydum. Hemen uyumuşum.
Sabahleyin erken uyandım. Kahvaltıda yeni simalarla
karşılaştım. Ekmek dilimleri, zeytin, peynir ve bardaklar bir kalas üzerine
dizilmişti. Belli ki henüz masa bile yoktu ve şantiye çok yeniydi. Şantiye şefi
olduğunu tahmin ettiğim, başında kask bulunan yaşlı biri, baş tarafta
oturuyordu. Evet, Yüksek İnşaat Mühendisi Hüseyin Büyükçelen idi bu...
Adını daha önce öğrenmiştim. Kahvaltı boyunca hep beni süzdü. Yüzünde bir
tuhaflık vardı. Kimse benimle ilgilenmiyordu. Üstelik kahvaltıdan kalkınca
kasklı şahıs bana yaklaştı ve biraz da öfkeli bir sesle, neden şantiye odasına
gelip kendimi tanıtmadığımı sordu. Ona:
- İspat-ı vücut için, kendiliğimden bir gerek görmedim. Çünkü
beni getirenlerin, görevim hakkında size malumat vermiş olmaları gerekir.
Kanaatimce kaide budur. Ayrıca şantiye nizamı benim için çok yeni bir şey.
Üstelik hayatımda ilk kez emir alarak çalışacağım, dedim. Bu biraz soğuk bir
ifadeydi. Fakat baktım şefin gözleri parladı. Kullandığım kelimeler ilgisini
çekmişti. Çünkü yaşlıydı ve gençlerin tersine o henüz Osmanlı kültürüne aşinâ
idi. Özlemini duyduğu bir dille Ona hitap ediyordum. Yumuşadı, birlikte
bürosuna girdik. Beni daha yakından tanımak istedi. Görev dağıtımı yapmak üzere
çıkıp biraz sonra döneceğini, onun için şantiye odasında beklememi söyledi.
Sehpa üzerinde duran eski tarihli bir gazete ile yarım saat kadar oyalandım. Şef
dönünce:
«- Evet şimdi sizden biraz daha bilgi alayım», dedi ve önce
tanışmaya başladık. Kendimi tanıttım. Siirtli olduğumu duyunca hemen sözü aldı
ve bana:
«- Şeyh Muhammed Musa Kâzım Efendi’yi mutlaka tanıyor
olmalısın, çünkü sizin orada bu zat epeyce ünlüdür», deyince gülümsedim.
- Amcam’dır, dedim. İkimiz de bir anda neşelendik. Buzlar
çözülmüştü. Epeyce konuştuk. Siirt’de Botan Barajı’nın inşaatında görev
aldığını, orada kaldığı süre içinde bölge hakkında epeyce bilgilendiğini, bu
arada Musa Kâzım Efen’diyi ziyaret ettiğini, onun bir aydın ve başarılı
bir matematikçi olduğunu anlattı. Çok iyi ahbap olduk.
Bu yaşlı mühendis, hem mesleğinde deneyimliydi, hem de genç
mühendislerden çok daha sosyaldi. Belki yeniler kadar kültürlü değildi, fakat
basiretli ve temkinliydi. Benim şantiyeye gönderilmiş olmamı, şirket
yönetiminin bir gaflet ve hatası olduğunu birkaç kez bana söyledi. Nitekim üç
gün sonra Trablus’taki merkezden gelen kurye, Şantiye Şefine benimle ilgili
yazılı bir talimat getirmişti. O zamanlar merkez büromuzla şantiye arasında
henüz telefon bağlantısı yoktu. Şef beni odasına çağırttı ve;
«- Yanılmamışım, bakınız sizi Trablus’a istiyorlar. Burada
kalmanızı elbette ki çok arzu ederdim. Siz de buraya kısa zamanda alışırdınız.
Fakat sanırım böylesi daha iyi. Çünkü sizin orada yerine getireceğiniz çok
önemli görevler var. Hizmetinizden, önce şantiyemiz yararlanacaktır», şeklinde
beni onurlandıran ve bana moral veren güzel şeyler söyledi. Tabi ki haklıydı.
Çünkü şantiye üretim yapacak ve tabiatıyla istihkaklar gündeme gelecekti.
İstihkak para demekti. İstihkak bedellerini zamanında tahsil edebilmek, her
müteahhitlik firması için hayatî meseledir. İşte Hüseyin Büyükçelen bu
nokta üzerinde duruyordu. Gerçi bu konularla ilgilenecek biri daha vardı şirkette.
Benden önce buraya, cesur ve fetbaz bir Filistinli getirilmişti. Bu kişi ile
henüz tanışmıyordum ve kendisini hiç görmemiştim. Üstelik İnşaat terminolojisi
başta olmak üzere, işletmecilik ve yönetimle ilgili hemen her şeyin
acemisiydim. Yaşlı ve tecrübeli mühendis, bu Filistinli adamı bana defalarca
önemle hatırlattı. Aramızda epeyce özel konuşmalar geçti.
Birkaç saat sonra Trablus’a döndüm. Libko İnşaat Firması’nın
artık merkez bürosunda çalışmaya başladım. Kısa bir süre de Zuwara’daki
Büroda kaldım. Şirket Libya’da düzenini kurma aşamasında idi. Kadrolar henüz
tam anlamıyla kurulmamış, düzen oturmamıştı. Onun için çalışmalarımın, sadece
temel görevimin sınırları içinde kalabilmesine henüz durum elverişli değildi.
Aslında disiplinsizliği yadırgıyordum, ama şimdilik koşullar bunu gerektiriyor
diye kendimi teselli ediyor, katlanmaya çalışıyordum. Zaten bir koşuşturmaca
vardı. Trablus ile Zuwara arasında günaşırı yolculuklarım olurdu. Her
defasında bu iki noktadan birinde bazen iki gün, bazen üç gün, bazen de bir
hafta kadar kalırdım. Zuwara’yı çok sevmiştim. Bir ara, 4 ay kadar
burada kaldım. 1976 yılının yazını burada geçirdiğimi söyleyebilirim.
Biraz önce de söylediğim gibi, bu kasabanın halkı Berberî
idiler. Aralarında hiç yerleşik Arap aile yoktu. Bunları fizik olarak
Araplardan ayırt etmek zordu. Fakat başka bir dil konuşuyorlardı. İlk başlarda
bunu bilmiyordum. Halkın kendi aralarındaki konuşmalarını dinliyor, fakat
hiçbir şey anlayamıyordum. Oysa Arapça’ma güveniyordum. Çünkü Arapça benim hem
aile dilim, hem de eğitim dilimdi. Yirmi yıl kadar bu dille köklü bir eğitim
görmüştüm. Üstelik Câhiliyye şiirlerine, Arap klâsiklerine varıncaya kadar
entellektüellerin zaman zaman takılıp kaldığı metinleri bile rahatlıkla okuyor,
anlıyor ve bir zamanlar da okutuyordum. Peki neden bu kasabada konuşulan dili
anlayamıyordum!
Çok geçmedi, Zuwara Çalışma Bölge Müdürü Abdüsselâm
Biskal’la tanıştım. Onun, yönettiği büro ile Şirketimiz arasında sürekli
temas vardı. Bu zatı çok sevdim. Mazbut, dürüst mert ve güler yüzlü bir Berberî
aydınıydı. Aslında eğitimci olarak yetişmiş, vaktiyle edebiyat öğretmenliği ve
lise müdürlüğü gibi görevler de üstlenmişti. Bu nedenle halk ona saygı
gösteriyor, kendisine «Şeyh» diye hitap ediyorlardı. Konuşmakta oldukları dilin
Berberce olduğunu o bana anlattı. Kendisinden, toplum, bölge ve çevre ile
ilgili çok şeyler öğrendim.
Berberîler daha çok samimi ve cana yakın insanlardı. Onlarla
içli dışlı dost oldum. Düğünlerine bizi davet eder, bazen de bize ziyafetler
düzenlerlerdi. Libya’da, Zuwara gibi başka çöl kasabalarında da kaldım.
Fakat halkı Arap olan öbür yerlerde Berberîlerden gördüğüm sıcak ilgiyi
göremedim. Bu kasabayı hiç unutamam. Orada hiç unutamayacağım çok tatlı
anılarım vardır.
Zuwara,
Libya’nın Tunus sınırına yüz kilometre mesafede bulunan bir sınır kasabasıdır.
Akdeniz sahili üzerinde kurulmuş eski bir köyün, sonradan kente dönüştüğü bir
yerleşim merkezidir. Son yıllarda bu kasabaya transit olarak yeniden yolum
düştü. Epeyce gelişmiş olduğunu gördüm. Eski anılarım yeniden gözlerimin önünde
canlanmaya başladı. Fakat buradaki eski dostlarımı ziyaret edecek fırsatı
bulamadığım için üzüldüm, hüzünlendim. Yıllar ne kadar da çabuk geçiyor... Bir
şeye daha üzülüyorum. Bu kasabanın tarihi hakkında hemen hiçbir şey öğrenememişim.
Çünkü bu konuda kimseye bir şey sorduğumu hatırlamıyorum. Sanırım o zamanlar
biraz çekincem vardı. Çünkü bu ülkeye yeni ayak basmıştım. Toplumun
psikolojisini iyi bilmiyordum. Bazen çok masum bir soru yöneltirsiniz, yanlış
anlaşılır. Özellikle de emperyalizme karşı on yıllarca savaş vermiş ve
bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerde rejimin ve yerli halkın yabancılara
karşı şüpheli tutumunu bazen mazur görmek gerekir. Eğer dikkatli olmazsanız, yönelteceğiniz çok
sıradan bir soru yüzünden bile casus diye damgalanabilir ve başınıza dert
açabilirsiniz! Ben yaşamım boyunca daima muhatabımın inancına, düşüncesine,
davranışlarına ve hatta yüz ifadesine
dikkat ederek onunla iletişim kurmaya çalıştım. Onun için belki bazı konularda
yeterli bilgiler alamadım ama sağlam bir çizgide yolculuğumu sürdürmeyi
başarabildim. Geriye kalan bilgi eksikliğimi de daha sonraları emin yollardan
giderdim.
Sözünü etteğim Abdüsselâm Biskal’dan, kasaba halkının
inanışları ve gelenekleri hakkında bazı şeyler öğrenme imkânını buldum. Bu
konuda zihnimde bazı soru işaretleri vardı. Örneğin bu kasabanın yerlileri,
Libya’nın Arap halkından biraz farklı biçimde namaz kılıyorlardı: niyet
getirirken ellerini kaldırmıyor, imamla birlikte topluca sesli olarak tekbir
getiriyorlardı. Sonra bunların, Araplar gibi
Malikî Mezhebinden değil, ibadıy olduklarını öğrendim. Bu farkı
hiç de önemsemedim. Onlarla gönül rahatlığı içinde haşir neşir oldum,
saflarında namaza durdum, hiçbir kuşku duymadan kestiklerini ve pişirdiklerini
yedim. Berberilerin temizliğe daha fazla dikkat ettiklerini de gördüm.
İbadıy Mezhebi’nin, Haricîliğin devamı olduğunu biliyordum. (Tarihle
ilgilenenler, Hz. Ali düşmanlarına «Haricîler» denildiğini bilirler).
Fakat Berberîler arasında Ali adını taşıyan birçok kimse vardır. Buna şaşıyor,
bir anlam veremiyordum. Çünkü örneğin bugün –Şiiler şöyle dursun- Muaviyeci
Sünnîler arasında bile Muaviye adına hemen hiç rastlanmamaktadır. Bazı
çekinceler, böyle bir sonuç doğurmuştur. Ama Hz. Ali’nin can düşmanı olarak
bilinen ve –Haricîlerin sözde devamı olan- Ibadıy berberiler, nasıl olur
da çocuklarına Ali adını verirlerdi! Bu nokta hep zihnime takılırdı. Bu ilgiyle
bir gün bu topluluğun Hz. Ali hakkındaki kanaatlerini Berberî kökenli bir
avukata sordum. Çünkü Onun da adı Ali idi.
«- Ona karşı hiçbir olumsuz düşüncemiz yoktur», diye kısa bir
yanıt aldım; meseleyi daha fazla da kurcalamadım.
Zuwara,
aynı zamanda Lib’ya’nın limanlarından biridir. Şirketimiz için gerekli olan
birçok inşaat malzemesini bu limana getirtiyorduk. Çünkü burası öbür limanlara
göre şantiyemize en yakın nokta idi. Kereste, karo, çimento, mermer, sıhhi
tesisat, izolasyon malzemeleri, çeşitli hırdavat kalemleri, ekipman ve iş
makineleri gemilerle buraya getiriliyor, buradan da şirkete ait treyler ve
kamyonlarla şantiyeye taşınıyordu. Tabiatıyla bu malzemenin boşaltılması, resmi
işlemlerinin izlenmesi, şantiyeye nakledilmesi benim yönetim ve denetimime
verilmişti. Ayrıca şantiyedeki işçi ve personelimizin çalışma karneleri, Sosyal
Sigorta Kurumu’na kayıtları, oturma ve pasaport işlemleri, genelde benden
geçiyordu. Onun için benim işlerim, şirket kadrosunda çalışan bütün personelin
işlerinden çok daha karmaşık, riskli ve fazlasıyla yoğundu. Başımı kaşıyacak,
dinlenecek vakit bulamıyordum. İleride de bazı ilgilerle bu noktaya dokunacağım
gibi, Libya’daki Türkiyeli Müteahhitlik firmalarının hemen hiç birinde mükemmel
bir çalışma disiplini ve ilkeli bir görev dağılımı yoktu. Hiçbir zaman da
olmadı.
Türkiyeli şirketler için Libya’da geçen 1975, 76 ve 77 yılları
deneyim aşaması sayılır. Türkiyeli müteahhitlik firmaları, kendi alanlarında
işte bu dönemde meslekî tecrübe kazanmışlardır. Sayılı birkaç firma dışında
bugün inşaat alanında sivrilmiş bulunan Türkiyeli şirketlerin çoğu, Libya’daki
yaz boz döneminden sonra ancak bugünkü tutarlı düzeylerine ulaşabilmişlerdir.
Nitekim Libya macerasından sonradır ki bu şirketlerin birçoğu Rusya’da,
Balkanlarda ve hatta Almanya gibi gelişmiş diğer bazı Avrupa ülkelerinde iş
alabilmişlerdir.
Libya’nın iç şartları ve siyasetindeki hızlı değişimler,
elbette ki bu firmaların üzerinde çeşitli etkiler bıraktı. Özellikle 1980’den
sonra Türkiyeli firmalar, Libya’da sıkıntılı bir döneme girdiler. 1983 yılından
sonra da Libya’daki Türkiye iş gücü yavaş yavaş geri çekilmeye başladı.
Libyalılar İtalyan, İngiliz ve Alman işgali döneminden beri
topraklarında çok yabancı görmüşlerdi. Fakat onların yabancılara karşı tutumu,
kesimden kesime farklıydı. Örneğin kaliteli eğitim görmüş Libyalılar,
yabancılarla çok iyi diyalog kuruyorlardı. Yaşlı kuşağın da yabancılara karşı
tutumu olumsuz değildi. Fakat gençler yabancıları sevmiyorlardı. Hatta
yabancının müslüman veya gayrimüslim olması da onlar için pek fark etmiyordu.
Onların bu bakış açısı, hiç kuşkusuz sloganların şekillendirdiği psikolojiden
kaynaklanıyordu. Çünkü Libyalı gençler çok etkili, çok hızlı ve sürekli bir
devrimin kuşağı olarak yetişiyorlardı.
Nitekim devrim yönetiminin, özel eğitim verdirdiği bir okulun cümle
kapısı üzerinde aynen şu ibare vardı: «Fatih’in Tomurcukları ve Arslan
Yavruları».
«Fatih»,
Libya devriminin adıdır. (Orada yıllarca kalan binlerce Türkiyeli, bunu
öğrenememiştir!). (ilk) anlamına da gelen bu sözcük, 1969 yılı Eylül
ayının ilk günü devrim gerçekleştirildiği için, ona bu ad yakıştırılmıştır.
Yoksa bu kelimenin «fetih» kavramıyla bir ilişkisi yoktur. Hele Fatih
Sultan Mehmet’le hiçbir ilgisi yoktur! Onun için Fatih sözcüğü, Libya’da
sırf «Bir Eylül Devrimi» anlamında kullanılmakta ve «Şanlı Fatih
Devrimi» şeklinde ifade edilmektedir. Bununla ilgili bir espriyi
nakletmeden geçemeyeceğim.
Türkiye’den gelenler, Trablus Hava Limanı’nda uçaktan iner
inmez devrimi tanıtan panolar üzerindeki çeşitli yazılarla hemen yüz yüze
gelirlerdi. Bunlardan biri de «El-Fatih’u ebeden» sloganıdır ki «Sonsuza
dek Fatih Devrimi!» anlamını taşır. Tabiatıyla bu yazılar, Türkiyeli birçok
insanı meşgul ediyordu. Özellikle küçükken Kur’an kursuna gönderilmiş Anadolulu
birçok gencin gözü Arap harflerine alışıktı. Bunlar «El-Fatih’u ebeden»
sloganını görür görmez Fatiha okumaya başlarlardı. Uçaktan her inişimde
kuyruktaki yolculardan bazılarının bu panolara bakarken dudaklarının
kıpırdadığını görüyordum. Merakımı yenemiyor, onlara bazen ne okuduklarını
soruyordum. Aldığım cevap hep aynıydı:
- Fatiha okuyorum.
- Peki neden?
- Görmüyor musun! Bak levhaya, «El-Fatiha» yazıyor!
***
Cevahirlerle olan birlikteliğimiz çok sürmedi. Benim ilk Libya
Faslım 1977 yılı ortalarında noktalandı. Artık İstanbul’daydım. Fakat yine
huzursuzdum. Ölücülerle yine zaman zaman yüzyüze geliyor, huzurum kaçıyordu.
İplerin iyice kopması gerekiyordu. Çünkü dünyalarımız çok farklıydı. Ve çünkü
ne kadar put varsa Allah onların tümünü gözümde karartmıştı. Türbeler,
mezarlar, tabutlar, mozoleler, katafalklar, çelenkler, heykeller, mumyalı
tanrılar, tanrılaştırılmış diktatörler, anıtlar, marşlar, mehterler, tuğralar;
laikçiler ve tarikatçılar; sağcılar ve solcular... Türkiye’nin hemen her köşesi
bunlarla vıcık vıcık doluydu. Ülkede bunlardan başka hemen hemen kimse de
yoktu. Üstelik kavga konusuydu putlar ve kavgalıydı bu iki putçu kamp... Her
taraf sloganlarla çınlıyor, sokaklarda otobüs duraklarında insanlar
kurşunlanıyorlardu. Laikçilerin putları ayrı, tarikatçılarınki de ayrıydı.
Fakat bu iki kampın ikisi de putçuydu. Ölü, onlar için her şeydi. Edebiyat,
sanat, gelenek, her şey ölü kokuyordu. Onun için de ölüler uğruna birbirlerini
öldürüyorlardı. Bu manzarayı birinci Libya faslından sonra biraz daha fark
edebilmiştim.
Yine daraldım. Kimseyle hayatı paylaşamıyordum. Çünkü şiddeti
ve ayırımcılığı sevmiyordum; hiç sevmemiştim. Yaşamım boyunca hiç kimseyle
kavga etmemiştim. Onun içindir ki -bütün sorunların diyalogla
çözümlenebileceğine inanan bir insan olarak- o dönemde kimseyi yanımda
bulamadım. Çok yalnızdım. Herkes politize olmuştu. Herkes âdeta bir düşman
arıyordu. Tarikatçılar, Amerikancı-laikçi egemen azınlığın güdümünde «komünist»
avına; Solcular da yine aynı şekilde Amerikancı-Laikçi egemen azınlığın
güdümünde «mürteci» avına çıkmışlardı. Ortamı artık çok iyi teşhis
edebiliyordum. Ortalıkta kızılca yobazlarla yeşilimsi yobazlar arasında kanlı
bir savaş vardı. Bu savaşı körükleyen ve denetleyen güç ile her iki kampı
yöneten ve yönlendiren güç de aynı idi. Bunun kesinliği konusunda hiçbir zaman
kuşkuya düşmedim.
İşte bu sırada bir iş teklifi daha aldım. Bu kez de ECE
İnşaat Firmasından davet gelmişti. Bu adamların yabancısı değildim.
Tekliflerini hiç pazarlık bile etmeden kabul ettim ve böylece benim için İkinci
Libya Faslı başladı.
Libya’da 1969’da gerçekleşen bir Eylül (Thawra al-Fateh
al-Azeema) devrimi yeni bir aşamaya giriyordu. Fakat biz henüz bir şeyin
farkında değildik. Oysa pek yakında Libya’da da Türkiye’de de önemli olaylar
cereyan edecek, iki ülkede de toplumun tüm kesimleri bu olaylardan
etkilenecekti. Nitekim Libya’nın iç dengeleri, 1977 yılı ortalarından itibaren
köklü değişimlere uğradı. Eğitim, sağlık, ekonomi, siyaset ve din gibi temel
alanlar Muammer Kaddafi’nin Yeşil Kitap’taki teorisine uygun
biçimde baştan ayağa yeniden düzenlendi.
Üçüncü Dünya Teorisi olarak nitelendirilen Yeşil Kitap
öğretisi, Libya toplumunun geniş kesimleri tarafından kabul görürken
azınlıktaki elit tarafından tepki gördü. Bu tepkilerin şekilleri ve şiddetleri
çeşitliydi. Biz yabancılar olarak bu gelişmeleri sadece seyrediyorduk.
Tabiatıyla ben yine boş durmuyor, olup bitenlerden dersler ve ibretler
çıkarmaya çalışıyordum. Yerli medyaya ve kamuoyuna pek yansımasa bile toplumun
nabzını bir dereceye kadar anlamak mümkündü. Özellikle ben Arapça bildiğim için
birçok şeyin farkına varabiliyordum.
Tabiatıyla o günler geride kaldı. Ben Libya’da değil, bugün
artık kendi ülkemdeyim. Dolayısıyla o günleri ancak bir anı olarak sunabilirim.
Bunun ötesinde herhangi bir çekincem ya da bir beklentim de elbette ki söz
konusu olamaz. Ama akıl, mantık, ilim ve tarih önünde bir sorumluluğum var, onu
yerine getirmek durumundayım. Şu kadarını söylemem gerekir ki Libya’da yönetime
muhalif olanlar, devrimin getirdiği değişimlerin hemen o gün şokuna girdiler.
Oysa eğer soğukkanlılıklarını korumuş olsalardı Yeni düşüncenin evrenselliğini
çok geçmeden anlayacaklardı. Geçiş döneminin sıkıntılarına, devrimcilerle ve
toplumla birlikte çok kısa bir süre katlanmasını eğer bilselerdi, hem onlar,
hem de Libya böyle bir bütünleşmeden yararlanabilecekti. Ama işte öyle olmadı.
Dolayısıyla Libya, bir yandan Kral döneminin kokuşmuş kalıntılarıyla, bir
yandan yeni muhaliflerle, öbür yandan da gücünü Siyonizm’den ve haçlı
zihniyetinden alan emperyalist Batı’nın saldırılarıyla boğuşmak zorunda kaldı.
O sıralarda Türkiye’de de önemli bir gelişme oldu. 12 Eylül
1980 günü «Netekim Tiyatrosu»’nda bir oyun sahnelendi. Figüranları hala
da oyuna devam ediyorlar. Ben O zamanlar Libya’daydım. Haiti Caddesi’ndeki
büromuza 12 Eylül sabahı geldiğimde bir şeyden haberim yoktu. Arkadaşlarımızdan
Atıl Erman, olayı sabah haberlerinden öğrenmişti. Bana aktarınca
donakaldım. Demek ki gelenek devam ediyordu. «Can Çıkar, Huy Çıkmaz»
derler ya, doğrudur. Bu adamları ancak teneşir temizler, dedim. Uzun uzun
sustuk. O günler işe keyifsiz gelip gidiyorduk. Tabiatıyla biz de
geleceğimizden kaygılanıyorduk. Acaba iki ülke arasındaki ilişkiler bundan
sonra nasıl olacak; Türkiye’nin buradaki işgücü, varlığını yine sürdürebilecek
mi; bu olumsuzluklardan bizler ne kadar etkileneceğiz?... Kafamızdaki sorular böyle zincirleme uzayıp
gidiyordu.
Sonra Libya’da da Türkiye’de de ortalık biraz durulandı.
Türkiye’de Özal Dönemi başladı ve iki ülke ilişkileri, kaldığı yerden
normal seyrine devam etti. hatta daha da iyileşti. Turgut Özal esnekti
ve işini biliyordu. Libyalılara kendini sevdirmişti. Dolayısıyla Türkiye
işgücü, Onun döneminde sıkıntıya girmedi. Ancak Libya sosyalizme geçiş dönemini
yaşıyordu. İç dengeleri henüz oturmadığı için yabancı şirketler, özellikle
bürokratik engeller yüzünden faaliyetlerini çok canlı biçimde
sürdüremiyorlardı.
İstanbul-Trablus arasındaki seyahatlerim bu dönemde oldukça
hızlanmıştı. Libya’da Bakanlıklar, Toplu konut İdaresi, Sosyal Sigortalar,
Bankalar ve çeşitli kuruluşlarla yaptığımız temaslardan dolayı bu dönemde yeni
birçok sima ile daha tanışma imkânım oldu. Bu temaslar sayesinde ufkum daha da
açılıyor, (özellikle lengüistik bakımdan) mesleki bilgilerim de
gelişiyordu.
Libya’da, Türkiyeli Einstein’la Tanıştım
Vaktiyle Cevahirlerde çalışırken tanıştığım bir Türk
Mimar vardı ki ECE’de de yine kader bizi bir araya getirdi. Bu arkadaşı
yaşamım boyunca unutamama imkân yoktur. Bu şahısla tanışmayı, Onunla birlikte
uzun süre çalışmış olmayı, Onun yakınında bulunmayı da ayrı bir şans sayıyorum.
Ama benim bu hayranlık dolu sözlerim, Onun bana maddi imkânlar sağladığı,
sıkıntılı bir anımda bana yardım ettiği, inanç ve düşüncelerimi paylaştığı veya
herhangi bir şekilde bana destek olduğu anlamında asla algılanmamalıdır. Tam
tersine bu şahsın hiçbir yardımını görmediğim gibi, birlikte olduğumuz günlerde benim için sürekli bir stres kaynağı bile
oldu. Huysuzluğu, anî kararları, istikrarsızlığı, sabırsızlığı ve
kompleksleriyle hep beni üzdü ve yordu. Ama ondan çok şey öğrendim.
Tabiatıyla bu ifade size çok ilginç geliyordur. Hatta bu
söylediklerimde bir çelişki bulunduğunu sananlar bile olabilir. Ama hayır; bu,
bir algılama meselesidir. Hem sonra bir şeyin, aynı zamanda beğenilen ve
beğenilmeyen farklı yanları olabilir. Bundan dolayı onu tamamen kabullenmek ya
da tamamen reddetmek mümkün mü? Tabi ki hayır... Burada benim için önemli olan
şey, bu insanın ne kadar nadir bir kişiliğe sahip bulunduğu noktasıdır. Çünkü
bir kimsenin, hayatta ender rastlayabileceği şey, elbette ki onun için çok
önemlidir. Böyle bir şey, ya çok tehlikelidir, ya da çok yararlıdır. Yararlılık
kavramı ise her insana göre farklıdır. Benim için bu insan, son derece yararlı
idi. Çünkü felsefimi, hayata ve olaylara bakış açımı ve dünya görüşümü
belirlemede bu insandan çok yararlandım. Onun her kelimesinden dersler ve
ibretler çıkardım. Mantığın, felsefenin, diyalektiğin esprilerini, Onun kopuk
kopuk, dağınık, düzensiz, fakat dolu dolu sözlerinde buldum. İşte hâlâ arada
bir görüştüğümüz bu şahıs, ender bir kişiliğe sahiptir. Deha derecesindeki
üstün zekâsı, derin düşünme yeteneği, kavrayış hızı ve geniş ufku bakımından
onunla boy ölçüşebilecek birine hayatımda rastlamadım.
Tekrar edeyim ki Ondan çok şey öğrendim. Daha doğrusu, Onu
zihnimde başkalarıyla karşılaştırdığım her defasında, akıllı sanılan nice
aptalların, nice kuş beyinli insanların, nice adam sanılan beşer suretinde
hayvanların bu dünya üzerinde yaşadığını ve hiçbir zaman hak etmedikleri nice
nimet deryalarında yüzdüklerini gördüm. İtiraf etmeliyim ki –geniş akaid
bilgilerine sahip bulunmama rağmen- kader denilen fenomenin iç yüzünü de
ancak bu suretle keşfetme imkanını bulmuş oldum. Bu ise benim için çok büyük
bir kazanımdır.
Hayat okulunda en canlı, en ilginç ve en çarpıcı tabloları,
ancak adını vermek istemediğim bu dahî insan sayesinde seyredebildim. Dinle
imanla hiç ilgisi bulunmayan bu insanın her açıklamasında Kur’an’ın bir
gerçeğini keşfettim. Bu isim, benim yaşam öykümün çözümsüz tek bilmecesi olarak
sonsuza dek gizli kalacaktır. Çünkü bu ismi deşifre etmek sahibini rahatsız
edecektir. Onun için bu hakkı kendimde göremiyorum.
Ben gençliğimde ve öğrencilik yıllarımda Albert Einstein’ı
çok merak ederdim. Çünkü üstün zekâ denince aklıma gelenlerin başında hep bu
isim bulunurdu. İşte şimdi Libya’da Onun bir benzeriyle yüz yüze gelmiştim. O
şimdi ikinci Einstein’dı. Bu şahısla birlikte yıllarca çalıştım.
Birlikte çok yedik içtik; birlikte çok seyahat ettik; ilginç anlar da yaşadık.
Bir gün sofrada yine beraberdik. Aşçı yemeğimizi masaya koymuş,
salondan çıkmıştı. Karşı karşıya oturmuş, baş başa yalnızdık. Hem sohbet
ediyor, hem yemeğimizi yiyorduk. Ben, ikiye bölünmüş limonun yarısını alarak
önümdeki salatanın üzerine sıkmaya başladım. Nasıl olduysa limon, parmaklarımın
arasında kayarak bir anda yüzüme doğru döndü ve olduğu gibi suyu gözlerimin içine fışkırdı. Tabi ben neye
uğradığımı anlayamadım. Bir an apışıp kalmışım. Sonra el yordamıyla masadan
kağıt peçeteler alarak gözlerimi sildim. Bir gözümü zorla açabildim. Einstein
karşımda kıs kıs gülüyordu. Bununla kalmıyor «Oh, oh, oh oldu...» deyip
duruyordu. Gittim yüzümü yıkayıp döndükten sonra, uğradığım bu küçük kaza
üzerine neden bu kadar sevindiğini sordum. Aynen şu cevabı verdi:
«- Büyük olasılıkla, gerekli dikkati göstermedin. Bereket ki
limon sana doğru döndü. Çünkü bana da dönebilirdi. O zaman da sen çok mahcup
olurdun. Haydi beni bir kenara koy; arkadaşımdır, bir kaza oldu diyebilirim.
Fakat çok önemli konukların bulunduğu bir sofrada bu talihsizliği başkalarına
da yaşatabilirdin. Onun için “Bir musibet bin nasihate bedeldir”
demişler; umarım unutulmaz bir ders olmuştur.»
İlginçtir ki bu dahî adamın bizzat kendisi de hayattan pek ders
almıyordu. Çünkü hayatın ona verebileceği hemen hiçbir ders yoktu. Tabi ki
bundan sosyal hayatı kastediyorum. Çünkü bu arkadaşımız her şeye bilimin ve
mantığın gözüyle bakıyordu. Ve çünkü hırsızlık, yolsuzluk, sahtekarlık,
dolandırıcılık, disiplinsizlik, umursamazlık, bozgunculuk, ayırımcılık,
kayırıcılık, hilekârlık, ırkçılık, mezhepçilik ve tarikatçılık ona göre
ahlâksızlıktan çok birer mantıksızlıktı ve bilim dışı birer düşünce ve davranış
biçimiydi. Oysa ben bunları her şeyden önce birer ahlâksızlık örneği olarak
biliyordum.
Onun için ikimizin din ve dünya görüşü arasında çok büyük
farklar vardı. Özel sohbetlerimizde çeşitli felsefî konulara dalıp giderdik.
Uzun uzun, fakat tatlı sona bağlanan bir hava içinde tartışırdık. Tabiatıyla
bunlar iş saatleri dışında olurdu. Bazen gece yarılarına kadar bu
tartışmalarımız sürerdi. Bu sohbetlerden sonra hem çok bilgilenmiş, hem de
oldukça dinlenmiş olarak odama çekilirdim.
Bu arkadaşımızı hemen hemen hiç kimse anlamıyordu. Onlara göre
«Bu adam sosyal değildi». Buna hiç şaşmıyordum. Çünkü bütün dahiler bu felâkete
uğramışlardır. Evet bu musibet Gazalî’nin de, Albert Einstein’ın
da, Tolstoy’un da ve nihayet bu arkadaşımızın da başına gelmişti. Çünkü
insanların çoğu için bilim, akıl ve mantık hiç önemli değil; hatta bazı
başarıların (!) önüne birer engel olarak da çıkabilirler.
***
Libya’da İkinci Fasıl ve O Günlerden Kalma Tatlı Anılar.
O günlerde hayatı birlikte paylaştığımız bazı arkadaşlarımız
bugün artık aramızda değiller. Ne hazin şey değil mi! Bir zamanlar birlikte
yiyip içtiğiniz, yıllarca birlikte çalıştığınız, birlikte gezip dolaştığınız
arkadaşlarınızın bazıları aranızdan ayrılıyor ve bir daha görüşemiyorsunuz.
Buna akıl sır ermiyor. Ama günler geçiyor, bir zaman geliyor ki onları ancak
arada bir hatırlayabiliyorsunuz. Bu da çok ilginç. Çünkü yitirdiklerimizin
hüznü içinde yaşama sevincimizi korumamız olanak dışı. Mademki çark ezelden
böyle kurulmuş, teselli olmak zorundasınız. Dayanacaksınız ve unutacaksınız.
Çünkü bir gün gelecek siz de unutulacaksınız. Unutulmak istemeyenler ise bu
dünyada kendilerini anımsatacak hayırlı bir şey bırakmak durumundadırlar.
Hayatın bu son derece önemli gerçekleri, aslında insana oldukça
yüklü mesajlar vermektedir. Sonsuza dek bir devridâim gibi gözüken sürekli
olaylar, hiç kuşkusuz bir hesaplaşma gününün eninde sonunda gelip çatacağını
çok açık şekilde bize hatırlatmaktadır. Bunun kaydında olmayan milyonlarca
insan gaflet içinde yaşar. Aynı zamanda gerek ölmüşlerini sık sık ananların,
gerekse ölümü, geleceği ve geçmişi hiç umursamayanların çoğu da hayat ve kâinat
olaylarının esrarı üzerinde ciddiyetle durmazlar. İşte bu dünyada hayvanca
yaşamanın bütün pürüzleri bundan kaynaklanmaktadır.
Ben arkadaşlarımı hep anacağım, onları hep özleyeceğim. Çünkü
birlikte çok şey paylaştık. Sadece aynı sofraları, aynı odaları, aynı arabaları
değil, hayalleri, idealleri, güzellikleri, esprileri ve kahkahaları da
paylaştık. Birlikte söyleştik, dolaştık, dalaştık... Bazen birbirimize surat
bile astık, ama yine birbirimize karşı gönül derinliklerindeki sevgiyi ve
bağlılığı hiç tüketmedik. Tükenmiyordu ki ve de tükenmedi..
Yıllarca birlikte, gurbet içinde gurbet yaşamıştık.
Şirketimizin merkez bürosu Başkent Trablus’taydı. Burası hepimizin evi
gibiydi. Trablus’un Dahra Parkı karşısında endamlı bir kuğu gibi
duran binamızda cıvıl cıvıldık. Her sabah bu binanın bütün katlarında bütün
odalarında bir canlılık, bir hayat başlardı. Bambaşkaydı burası. Bütün
çehreler, bütün gözler birer sevinç bahçesi gibiydi. Aynen binamızın önündeki
rengarenk park gibi... Harıl harıl çalışırdık. Sırf para kazanmak için değil,
bir fedakârlık yarışıydı bu. Şirket, her birimizin babasının malı gibiydi.
Böyle düşünmeyenler zaten birkaç gün içinde elenip gidiyor, gerisin geri
Türkiye’ye postalanıyordu. Bütün şirketlerden farklıydık, hem de çok
farklıydık. Sihirli bir el kurmuştu sanki ECE’yi... Öbür Türk
şirketlerinden bizi ziyarete gelenlerin ağzı açık kalıyor; bize katılmaya,
bizimle birlikte çalışmaya can atıyorlardı...
Nasıl oldu bilmiyorum; nazar mı değdi bize, beddua mı aldık, ne
olduysa oldu, o canlılık dolu şirket, o kenetlenmiş kadro üç yıl sonra bir anda
darmadağın oldu. Uğur Usanma, Atıl ve İsmet Erman çifti, Emin
Zorlu, Hayrettin Şulen, Feyzi Öktem, Yalçın Seyhan, Welid
Hüsnü, Talat Ali, Mustafa Arık, Mehmet Ali Aslan, Hüseyin
Üstün, İlder Tokcan, Şefik Sağıroğlu, Prof. Dr. Yusuf Ziya
Kavakçı, İbrahim Sarıca ve daha kimler kimler... Hepsi orayı terk
etmiş gitmişlerdi. ECE İnşaat’ın içi boşalmıştı, canlılığı sönmüş, o
beyaz kuğunun üzerine derin bir hüzün çökmüştü.
Ben de kesin dönüşle İstanbul’a gelmiş, bu kez de şirketin
buradaki bürosunda görev almıştım. Fakat ECE’nin Libya’daki hızı
kesilmiş her gün biraz daha çöküyordu. Bunun çeşitli nedenleri vardı; üzerinde
hiç durmayacağım! Ama Libya’da kazanılan paralarla patron bu kez başka
şirketler kurmuştu. Bunlardan biri, İran’a çok büyük miktarlarda demir ihraç
ediyordu. Profesör Korkut Özal ve Profesör Pertev Bilgen de o
zamanlar işte bu «Batı Pazarlama» adlı şirkette çalışıyorlardı.
İlginçtir, Korkut Özal’la hiç yüz yüze gelmedim. Çünkü O, Batı
Pazarlama’da çok kısa bir süre kaldı; ayrıca ben, Ece’deydim, Şirketin
Zincirlikuyu Miktat Uluünlü Sokağı’ndaki Merkez bürosunda çalışıyordum. Özal
ise patronun, Mecidiyeköy’de, Polat İş Hanı’ndaki Batı Pazarlama bürosunda
çalışıyordu. Fakat Pertev Bilgen’le kısa bir süre çalıştık ve birlikte
İran’a seyahat de yaptık.
1985 yılında görevimden istifa ederek yeni bir iş, yeni bir
başlangıç için hazırlanıyordum ki yine şirketten davet geldi. Personel müdürü
göreviyle yeniden Trablus’a göndermek istiyorlardı beni. Patronu
kıramadım. Herkes vaktiyle bu şirketin pastasını yemiş, ben de birkaç lokma
ekmek parası kazanabilmiştim. Olsun, darılmayacaktım. Bu bir nasip meselesiydi.
Her zaman her şey bekleyebilirsiniz bu vefasız dünyada. Teklifi kabul ettim ve Trablus’a
uçtum.
Oldukça neşesizdim. Uçakta hep Dahra Parkı karşısındaki
beyaz binamızı, her sabah başlayan o zevkli çalışma ortamını, o cıvıltıyı
sürekli anımsayıp durdum. Havaalanından kente doğru yol alırken de otomobilin
içinde hep böyle düşünüyordum. Beni karşılamaya gelen şoförüm, arada bir bahane
bulup beni konuşturmak, Türkiye’den yeni bir haber duymak ve özlem gidermek
için bir şeyler soruyordu. Fakat hevesim yoktu. Kısa kısa cevaplarla
geçiştiriyordum, keyifsizdim.
Nihayet binanın önünde park ettik. Şoför ve hizmet elemanı
çantalarımı odama yerleştirip aşağıya indiler. Bir zamanlar elli kişilik seçkin
personel kadrosundan hiç kimse kalmamıştı burada. Merdivenlerden artık ayak
sesleri gelmiyordu. Her taraf suskun ve mahzundu. Yüreğimin bir anda
boşaldığını hissettim. Yalnızlığın, hüznün, kederin, gamın en acısını işte o
dakikalarda yaşadım.
Üstümü değiştirip biraz dinlendikten sonra büroma indim; ondan sonra
da boşalmış sessiz duran odaları teker
teker gezmeye başladım. Muhasebe bölümü, personel işlemleri bölümü, mimarların
çalıştığı bölüm, satın alma bölümü, gümrük işlemleri bölümü, arşivimiz,
yemekhanemiz ve misafirhanemiz... Hepsi bomboştu. Klasörler, dosyalar, raflar,
masalar, koltuklar, yalınız ve yetim kalmışlardı. Masaların üzerinde duran
kalemlikler boyunlarını bükmüş, sanki için için ağlıyorlardı. Her taraf
yaslıydı. Ben bu manzarayı seyrederken kulaklarım çınlıyor, dizlerimin bağı
çözülüyordu. İş arkadaşlarım, birer birer gözümün önünde canlanıyorlardı.
Giden-Gelen Evrak Defteri, sekreterimiz İsmet Hanım’ın
odasında hâlâ duruyordu. Onu raftan aldım, oturup hasret dolu gözlerle önce
şöyle bir seyrettim; titreyen işaret parmağımla sayfalarını çevirmeye başladım.
İlk sayfada, 13. sırada adım geçiyordu. «Ferit Aydın’a tam Yetki
verilmesi hakkında» diye bir ibare okudum. Bu satırlar İsmet Hanım’a
aitti. 04 Mayıs 1980 tarih ve 0011 sayı altında Genel Müdürlükten bütün
birimlere dağıtılmış olan bu genelgede, benim Ece İnşaat Firmasını her yerde
tam yetki ile temsil edebileceğim hakkında bilgi veriyordu. Gözlerim bir anda
boşaldı. Defteri alıp odama döndüm. Benim şairlik yanım çok zayıftır.
Düşüncelerimi manzum olarak yazmayı pek beceremem. Fakat bu sırada
dudaklarımdan mısralar döküldüğünü fark ettim. Bu hüzün, bu yas, bana ilham
kaynağı olmuştu. Hemen kalemi alıp bu defterin boş duran ilk sayfasına o
mısraları yazmaya başladım. Bu duygu yüklü sözleri unuturum diye
kaygılanıyordum. Yaşamımın en değerli anılarından birini oluşturan bu defteri
sakladım. On ay sonra tekrar kesin dönüşle İstanbul’a geldiğimde, onu yanımda
taşıyıp getirdim. Bu çok değerli hatıranın ilk sayfasına 08 Kasım 1986 günü
yazmış olduğum iki dörtlüğü şimdi sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu
vefakâr defterde neler var bilsen,
Bin
hatıra yatıyor her satırında.
Varsa,
anlatsa dilim dinleyiversen;
Bir
âlem canlanacaktır hatırında.
***
Sen
bakma onun tozlu duran çehresine,
Karalanmışsa
da yüzü aktır aslında;
Destanı
yazılmış emeğin, sinesine;
Bir sevgi denizleşmiş sayfalarında.
***
Bu dizeleri çiziklerken eminim, Abdülhak Hamid’in «Makber»’i
yazdığı sırada yaşadığı ruh halinden çok daha engin duygular içinde yüzüyordum.
Bu iki dörtlüğün altına aynı saatlerde yazdığım satırlar da çok hüzünlüdür. On
altı yıl sonra bugün bile bana aynı hasret ve hüznü yaşatan o satırları da
buraya aktarmak, onları da sizinle paylaşmak istiyorum. İşte o gün yazdıklarım.
«Kaderin, beni 6 yıl sonra Libya’ya tekrar getireceğini kim
tahmin edebilirdi?
Evet tam 6 yıl önce idealist ve enerjik bir grup arkadaşla ECE
İnşaat Firması’nın temelini atmıştık. Gurbet ve mahrumiyete yenilmeden, değme
organizasyorların başaramadığını başarmıştık. Ama defterler zamanla dürülmüş
2-3 yıl içerisinde hepimiz tekrar dağılmıştık.
Ne var ki kaderin rüzgarı gene beni Libya’ya getirdi. Eski
çalıştığım büroya gelince bir zamanların o cıvıl cıvıl manzarası gözlerimin
önünde canlanır gibi oldu. Sonra derin bir üzüntü ve hasret içinde gözlerimden
yaşlar boşalırken bu defteri tozlar içinde bir rafta buldum. Maddi açıdan belki
çok basit bir defter... Şirketin Gelen-Giden Evrak Defteriydi bu... Ancak gene
bu defter, değerli bir geçmişin, zamanla savaşan bir avuç gurbet ve çöl
kahramanının ter, emek ve hizmetlerinin ulvî bir kanıtıydı. Onun için manevi
değeri büyük bir defterdi bu.
Sabır, nezaket, çalışkanlık, ve asalet timsali sekreterimiz
Sayın İsmet Hanım’ın, güzel kalemiyle yazılmış olan bu defteri engin
duygular içinde karıştırırken adımın tam dört kez bu sayfalarda yazılmış olduğunu
gördüm. Bunun üzerine duygularımı yukarıdaki mısralarımla dile getirmeye
çalıştım.
Hasret, gurbet, yalnızlık ve kaderin ne olduğunu, şu anda
yanaklarımdan aşağıya doğru ılık göz yaşlarım süzülürken daha iyi
anlayabiliyorum.»
Evet o dizelerin altına işte bu duygu yüklü satırları yazmışım.
Çünkü 1976 yılından 1986 yılına kadar tam on yıl bu ülkede unutulmaz günler
yaşamıştım. Özellikle Libya’daki hayatımın ikinci faslında gerek mesai
arkadaşlarımla gerekse küçük patronlardan İkinci Einstein ile paylaştığımız
günler, kader birliğimiz ve yaşadığımız anılar asla unutulamayacaktı. Neler
neler yaşadık... Hepsi de yazılmaya, anlatılmaya ve anımsanmaya değer şeylerdi.
Merak ediyorsunuz değil mi? Hiç kaygılanmayın, hepsini sizinle
paylaşacağım. İşte unutulamayan o günler.
Gemide Bir Havari
1980 yılının başlarıydı. İki yıl önce Libko’dan
ayrıldıktan sonra kader beni Einstein’la yeniden bir araya
getirdi. Bu kez ECE’yi Libya’da kurmak için Einstein’la birlikte
zorlu bir mücadele veriyorduk. Ben hep Onun yedeğindeydim. Bu arkadaşım çok
sıkıntılıydı. Esasen yapısı böyle idi. Ona sürekli moral pompalıyordum. İlk
günler, yanında benden başka biri bulunmadığı için birbirimize daha fazla
sokulma ihtiyacını duyuyorduk ki bu durum aramızdaki mesafeyi daha da daraltıyordu.
Gerçi çok samimiydik; birbirimizden gizli saklımız yoktu. Ama o günlerin
şartları bizi birbirimize çok daha yaklaştırmıştı.
Bu becerikli adam Libya’ya, ikinci şansını kullanmaya gelmişti.
Yeniden iş almak istiyordu. Eski ortaklarıyla olan ilişkilerini bir yıl önce
sonlandırmış ama yorulmuştu. Önceleri Libya’ya tekrar gelmeyi düşünmüyordu. Ama
Türkiye’de koşullar zorlaşmış, şirketler, özellikle de inşaat şirketleri ve
müteahhitler sıkıntılı bir döneme girmişlerdi. İşte Einstein’la hep bu
konuları konuşuyorduk. Bazen de espriler yapıyor, efkâr dağıtmaya çalışıyorduk.
İlk günler, otellerde yer bulmak için bir hayli güçlük
çekmiştik. Çünkü o dönemde Libya’da otel sayısı çok azdı. Ve çünkü Libya,
hiçbir zaman o dönemdeki kadar yabancı akınına uğramamış, dolayısıyla ülkede
böyle bir ihtiyaç doğmamıştı. Ama şimdi artık otel bulmak çok güçleşmişti. Bu
nedenle İspanya’dan satın alınan GIRNATA ve TOLETELA adlı iki
lüks yolcu gemisi yüzer otel olarak çalıştırılıyordu. Bu iki gemiyi sıra ile
nöbete sokmuşlardı. Biri sefere çıktığında öbürü otel görevini yapıyordu.
Biz de gemide iki kabin kiralamıştık. Şirketin işlemlerini
tamamlayıp şehirde büro tutuncaya kadar uzun süre burada kaldık. Her sabah
erkenden şehre inip ilgili resmi daireler arasında mekik dokuyor, kuruluş
işlemlerini takip ediyorduk. Alınacak projelerle ilgili olarak yetkililerle toplantılara katılıyor, akşam
olunca gemiye dönüyorduk. Sürekli koşuşturuyor, terliyor ve yoruluyorduk, ama
umutluyduk. Duşumuzu alıp dinlenmeye çekildiğimiz saatlerden, yatma zamanına
kadar birlikte sohbet ediyor hoş vakitler geçiriyorduk.
Einstein’la
bir akşam yine lobide oturmuş dinleniyorduk. Ben bir ara banyo almak üzere
kabinime çıktım. -Daha çok Suudî Arabistan’da ve körfez ülkelerinde giyilen-
beyaz poplinden uzun bir entarim vardı. Banyodan sonra bu entariyi giydim.
Saçlarımı, başımın ortasından bir rastıkla ikiye ayırıp, sakalıma da uzun bir
biçim vererek güzelce taradıktan sonra lobiye indim. Einstein’ın gözü
bana ilişir ilişmez, yüzünde şaşkınlıkla karışık anlamlı bir tebessüm belirdi.
Kaşları yukarı kalktı, o zeki gözleri gülüyordu. Bu arada çevrede oturanların
da dikkatlerini az çekmiş değildim.
Gayet masum bir yüz ifadesi takınarak şaşkın bakışlar arasında Einstein’a
doğru ağır ağır yürüdüm. Birkaç dakikalığına rol yapacak, onu
neşelendirecektim.
Yeniden büyük bir atılımın eşiğindeyken, kritik günler yaşayan
bu şefimin üzerindeki gerilimi biraz olsun hafifletmek için arada bir beceriler
sergilemeyi yararlı buluyordum. Esneklik, kıvraklık, sevecenlik ve beceri, bu
gibi anlarda işe yaramalıydı. Nitekim bu konuda hemen her zaman iyi sonuçlar
alırdım. Lobiye henüz inmeden önce dış görünüş olarak sergileyeceğim ilginç
tablo ile bütünleşecek espriyi de tasarlamıştım. Çok mükemmel bir ruhânînin
ancak lanse edebileceği melekleşmiş bir insan tipi olarak konuşacak, Onun
efkârını dağıtmaya çalışacaktım.
Aslında aldığım çok yönlü kültür, gördüğüm eğitim ve içinde
yetiştiğim renkli çevrelerin bana kazandırdığı birikimle böyle bir kişiliği
canlandırmak benim için hiç de zor değildi... Bir yobazın ruh halini ne kadar
kolay anlayabiliyorsam, Avrupa’da okuyup yetişmiş İsveçli bir hanımefendi ile
evlenmiş ve zaman içinde doğal olarak Batı-Hıristiyanlık değerlerini özümsemiş
olan entelektüel bir Türk’ün ruh halini keşfetmek de benim için zor değildi. Einstein’a,
Hz. İsa’nın bir havarisi gibi görünecektim ve işte öyle yaptım.
Giyim tarzımla, özel surette taranıp hazırlanmış saçım
sakalımla, son derece latif, vakur ve ağır yürüyüşümle, gülümseyerek yaklaştım
ve nazikçe yanına oturdum. Şefim büyülenmişti. Org dinlerken mest olan bu
arkadaşımla, elbette ki bir tarikat şeyhi gibi değil, tam bir monsenyör gibi
konuşmalıydım. Öyle de yaptım. (Kuşku duyan yobazlara hemen söylemeliyim ki teşebbüh
diye bir niyetim yoktu; duygu sömürüsü yapmak ise hiç adetim değildir! Çünkü ne
bende böyle bir bencillik, ne de arkadaşımda sömürülebilecek bir gaflet
vardı.). Uzun uzun sohbet ettik; o gergin yüzü neşelenmiş, berraklaşmıştı.
O geceyi hiç unutamıyorum.
Yıllar geçmiş ve bugün vicdanımla baş başa bulunuyorum. Bütün
içtenliğimle ifade edeyim ki, niyetim yapıcı bir etki uyandırmak, arkadaşıma
moral vermek ve olumlu bir ortam yaratmaktı. Hep de öyle davrandım. Olur olmaz
şeylere hemen sinirlenen, gergin ve hiper tansiyonlu bu arkadaşımı daima idare
ettim. Çünkü O, sıradan biri değil, anlaşılmaz bir dahiydi. Ben Onu anlıyor,
nabzına göre şerbet veriyordum. Nitekim o günkü rolümü de çok iyi oynamış
olmalıyım ki arkadaşım hiç teklemeden, canlı bir zihin ve yüksek bir moralle, o
dönemin usandırıcı sıkıntılarını uzun süre göğüsleyip sorunlarını çözümlemeyi
başardı. Onun, bütün bu incelikleri takdir edebilecek üstün bir görgü ve
anlayışa sahip bulunduğundan kuşku duymuyorum.
***
İyi Geceler, Kısa Boylu Cüceler
1980 yılının ortalarındayız, Genel Müdürümüz Einstein, kadromuzu oluşturmaya
çalışıyordu. O sıralarda henüz altı yedi kişi kadardık.
Ben Müdürümüzle birlikte Trablus’un o gün için en büyük ve en
lüks oteli sayılan Beach (biç) Oteli’nde kalıyorduk. Öbür
arkadaşlarımız ise Bakanlıklar semtinde şirket tarafından kiralanan bir
apartman dairesine yerleştirilmişlerdi. Hem yabancı oldukları için, hem de
dilini bilmedikleri bir ülkede henüz çok yeni oldukları için canları sıkılırdı.
Eğlenecek bir yer de bulamazlardı. Bu arkadaşlarımızı müdürle birlikte bir
akşam ziyaret ettik. Onları neşelendirmek istiyorduk. Bir süre oturduk.
Müdürümüz (Einstein), çok gırgırdı... Ortalık hemen neşelendi. Biraz
sohbet ettik. Neler konuştuğumuzu şu anda pek hatırlayamıyorum. Fakat arada bir
gülüşüyorduk. Derken Müdür birden ayağa kalktı; zaten hep böyle idi; telaşlı,
tez canlı bir tipti...
«- Haydi Ferit gidiyoruz!», dedi.
Arkadaşlarımızdan biri kapıyı açarken öbürleri de bizi
uğurlamak için etrafımıza kümelendiler. Bir yandan memnunluk ve içtenlik, öbür
yandan da özlem ifade eden bakışlarla ayrılmamızı bekliyorlardı. Ben, hep bir
şeyler bulup mutlaka ortalığı neşelendirmeyi severim. İşte o sırada da bir
espri bulmaya çalışıyordum ki hemen çakıverdi. Müdür,
«Haydi çocuklar, iyi geceler!», der demez ben de peşinden,
İyi geceler, kısa boylu cüceler, deyiverdim. Bu sözü, kesinlikle
bir art niyetle söylemiş değildim. Amacım, yine ortalığı neşelendirmekti.
Nitekim bu şiirimsi cümle üzerine ortalık kahkahaya boğuldu. Ben de son anda
arkadaşlarımın yüzündeki buruk ve zoraki tebessümü, içten kaynayan kahkahalarla
gerçek bir neşeye döndürebildiğim için amacıma ulaşmış ve mutlu olmuştum. Ne
var ki Müdür, arada bir,
«- Ferit, sen ne yaman adamsın! Çocuklara hem kısa boylu, hem
de cüce dedin; yani onları çaktırmadan iki kez küçülttün değil mi ?» der, bana
tatlı tatlı takılırdı. İşin ilginç yanı, şirketimizde yıllar boyu kim «iyi
geceler diyip» birinden ayrılmışsa bu espriyi hatırlamış ve kendisini
uğurlayanla birlikte beni anmış, neşeli bir şekilde vedalaşmışlardır. Nitekim
bu haberler hep bana gelirdi. O anı hep birlikte yeniden yaşardık.
***
Palas Pandıras Balkona!
Genel Müdürümüz Einstein’ın kardeşi şirketimizin Cenevre
bürosunu yönetiyordu. Arada bir, eşgüdümü sağlamak için Libya’ya da geliyordu.
Şirketin, kuruluş aşamasında olduğu günlerde daha sık gelir ve bazen iki hafta
kadar Libya’da kaldığı olurdu.
O sıralarda büromuz henüz çok tenha idi. Daha kadromuzu tam
olarak oluşturmamıştık. Genel Müdürümüzün güleç yüzlü kardeşiyle birlikte bazen
akşama kadar büroda oturur, uzun uzun sohbet ederdik. Karşımızdaki binanın
terasına, kurban için çıkarılıp bağlanmış bir koçun, epeyce yükseğe konmuş ot
balyasına tırmana bilmek için arada bir şaha kalkışını seyredip gülüşürdük.
İlk günlerimizde bir ara Onunla birlikte Beach (Biç) Oteli’nde
kaldık ve aynı odayı paylaştık. Bu arkadaşımızın iri yarı bir yapısı vardı,
Izbandut gibiydi. Felâket biçimde horlardı. Ben ise, çıt çıksa hop uyanır, bir
daha da uyuyamam. Böyle de lânet bir uykum var.
1980 yılının Haziran ayıydı. Birlikte kaldığımız ilk akşam «Haydi
iyi geceler» deyip yataklarımıza girdik. Bizim Beyzade henüz islimi
vermeden ben dalıvermişim. Neden sonra arslan kükremesine benzeyen korkunç bir
sesle uyandım. Neye uğradığımı önce tahmin edemedim. Yatağımdan orta yere
aniden fırladım ki ne göreyim; arkadaşımın o kocaman göbeği kompresörle
şişirilmiş büyük bir balon gibi yatağın ortasında bir inip bir kalkıyor. Fakat
bu iri balonun her inişinde öyle müthiş bir gürültü kopuyor ki tahmin
edemezsiniz.
Manzarayı önce büyük bir şaşkınlık içinde birkaç dakika kadar
seyrettim. Sonra dayanamadım, bir kahkaha patlattım ki bitişik odalardan
mutlaka duyulduğunu sanırım. Ancak arkadaşım kendi horlama sesinden benim
kahkahamı duymadı bile... Onun için de körükleri doldurup boşaltmaya devam etti.
Tabi ben, şöyle bir iki dakika durumun kritiğini yaptıktan
sonra anladım ki bu odada uyumam asla mümkün olmadığı gibi oturup sabaha kadar
o gürültüyü de dinleyemezdim. Eh, herhalde kalkıp şarkı söyleyerek eşlik edecek
halim de yoktu. Oturup bir çare düşünmeye koyuldum. Birden yüksek sesle, aynen Archimed
gibi «Buldum!!!» diye bir çığlık atmışım ki arkadaşım uyanır gibi oldu
ve yarı uykulu halde;
«- Neyi buldun?», diye bir şey mırıldandı ve hemen daldı. Benim
sevinciyle çığlık attığım buluş, balkona taşınmaktı. Hemen kalkıp yatağımı
yorganımı toparladım ve balkona geçtim. Koskoca somyayı da taşıyamazdım ya!
Zaten geçecek bir yol bulamadığım için arkadaşımın üzerinden karşıya
atlamıştım. Bereket versin bunu kazasız belâsız başarabilmiştim. Bunu nasıl yapabildim,
inanın hâlâ akıl sır erdirmiş değilim. İşte böyle kendi başıma riskli bir
komedi oynamış, hem oynamış, hem de seyretmiştim.
Ne var ki yeni mekânımda da rahat edemedim ve uyuyamadım. Çünkü
bu kez de solumdaki denizin homurtusu kafama takıldı. Dalgalar sahile vurdukça,
sabaha kadar göz kapaklarım sürekli açılıp kapandı. Üstelik sağımda da ta
odanın içinde uyuyan arkadaşımın korkunç horultusu dışarıya kadar geliyordu.
O gün için bir hayal kırıklığı, bugün içinse tatlı bir anı
olarak o geceyi bir türlü unutamıyorum.
Filozof İbrahim
Şoförlerimizden birine bu lâkabı ben yakıştırmıştım. Nedense
taktığım lâkaplar hem yakışır, hem de şak diye tutardı. Ama bunu yaparken,
onlardan birini yermek, ya da küçük düşürmek gibi bir şey asla aklımın ucundan
geçmemiştir. Amaç, sadece havayı hoş tutmak, zaman zaman gurbetin ve iş
sıkıntılarının meydana getirdiği gerilimi azaltmak ve ortamı neşelendirmekti.
Şoförümüz İbrahim Sarıca’ya «filozof» lâkabını
takmam, mantıklı bir nedene dayanıyordu. Bu arkadaşımız, elli yaşlarında, güler
yüzlü, sevecen ve hoş sohbet bir adamdı. Eğitimli olmamasına rağmen
düşüncelerinde uygar, davranışlarında da nazikti. Emsallerinden epeyce
farklıydı. Temiz ve muntazam giyinir, muhataplarını dikkatle dinler, saygılı ve
kibarca davranırdı. Belli ki kendini yetiştirmişti. Nitekim Onunla daha ilk
karşılaştığım sıralarda, bir gün elinde «Onuncu Köy» diye bir kitap
gördüm. Servis aralarında fırsat buldukça okuyor, zamanını boşa geçirmek
istemiyordu. Fakir Baykurt’un bu romanını okuyup anladığına göre
kültürlü olduğuna kanaat getirdim ve kendimi güven içinde hissettim. Çünkü bizi
oraya buraya taşıyacak bu adamcağıza laf anlatmak kolay olacaktı.
Biliyor olmalısınız; eğitim görmüş bir yobaz, elbette ki çok
daha tehlikelidir. Çünkü bilgi gibi keskin bir silahı var. Fakat yine de onunla
tartışma olanağına sahipsiniz. Ama eğitimsiz insan öyle değil; doğru ya da
yanlış, kimse ile tartışmadan inandığını yapabilir. Onun için eğitimsiz
insandan, oldum olası çok çekinirim. Hele etrafımda dolaşıyorsa....
Bu arkadaşımızın en tatlı tarafı, palavralarla süslü, ilginç ve
akıcı anlatımıydı. Filozof lâkabını işte bundan dolayı hak etmişti. Bizi her
gün yüzlerce kilometrelik mesafelere taşırken anlattığı olaylarla ilgimizi o
kadar çekiyordu ki bu bitmez tükenmez yolları nasıl kat ettiğimizin farkına
varamazdık. Yanıtları ve saplamaları çok ikna ediciydi. Onun için İbrahim
Efendi’nin yapısını bilmeyen Ona hemen inanabilirdi. Ne zaman ünlü bir
adamdan laf açılsa, İbrahim hemen nazikçe bir söz hakkı ister ve «Ben bu zatın
tam yirmi yıl özel şoförlüğünü yaptım» derdi. Böylece bu meşhur adamların
yanında İbrahim Efendi’nin, onbeşer, yirmişer yıl yaptığı hizmetleri
topladığımız zaman bazen 350 yıl gibi büyük sayılar elde ederdik. Ne var ki
filozofumuzun güzel hatırı kırılmasın diye yutkunur, ya da birbirimize bakınıp,
içimizden gizli gizli gülerdik.
Geniş bir hayal gücü vardı Filozof İbrahim’in... Bize
anlattığı olayları elbette ki kısmen yaşamış olmalıydı. Ama bunları anlatırken
besbelli aşa su katıyordu. Yani senaryoyu kafasında yeniden düzenliyor,
süslüyor ve galiba ilginç de ilâveler yapıyordu. İbrahim Efendi, kuşku
yok ki düşündüklerini çok ustaca anlatma becerisini sergileyebiliyordu. Çünkü
anlattığı olayların mizansenleri ve argümanları, birbirini o kadar mükemmel tamamlıyordu
ki çoğu gerçek dışı olan bu anlatımları insanın büyük bir zevk ve hayranlık
içinde dinleyesi gelirdi. Filozofumuzun, uzun yıllar boyunca bizi avutan, bazen
bizi neşelendiren, bazen de düşündüren hikâyelerinin uzunluğu, daima yolun
uzunluğu ile doğru orantılı olarak uzar ve kısalırdı. Bununla ne demek
istediğimi anlıyor olmalısınız. Onun anlattığı her hikâye, mutlaka son
durağımızda olağan bir şekilde biterdi. Örneğin yolumuz üç yüz kilometre ise, İbrahim
Efendi’nin anlattığı hikâye de pek tatlı bir akışla tam üç yüzüncü
kilometrede gayet uygun bir şekilde sona ererdi.
Bir keresinde uzun bir yolda yine birlikteydik. Hareketimizden
hemen sonra sıcak havanın etkisiyle olacak, zar zor biraz uyuklamış ve kısa bir
süre sonra da uyanmıştım. Çünkü oldum olası hareket halindeki araç içinde
uyuyamam. Ancak Filozof, benim henüz uykuda olduğumu sanmış olmalı ki su pus
orta gaz gidiyordu. Baktım yol bitecek gibi değil, içimden, bizim filozofu
biraz konuşturayım da üstüme çöken şu miskinlik geçsin diye düşündüm. Ben
hafifçe kımıldamaya başlayınca Filozof uyandığımı anladı. Terimi silip yeni
sabahlamış gibi şöyle bir hoş beş ettikten sonra,
- İbrahim Efendi, sen İstanbul’da hiç taksicilik yaptın
mı diye perdeyi aralayıverdim. Bu kadarı yetmişti. Filozof bir başladı ki Allah
utandırmasın!
Palavra malavra, ama köftehor anlattı mı dinletmesini de
biliyordu. İstanbul’da, Tepebaşı’ndan aldığı bir bayan müşteriyi Aksaray’da
Merhaba Sokağı’na nasıl götürdüğünü, yolda neler konuştuklarını,
birbirlerini nasıl yanlış anladıklarını, aralarında süren tartışmayı öyle
sürükleyici bir üslup içinde anlatıyordu ki saatler boyu onu merak ve hayranlık
içinde dinledim. İnanır mısınız, sözde taksicilik yaptığı yıllarda başından
geçen bu olayı 250 kilometre süren yolculuğumuz boyunca hep anlattı. Dikkat
ettim, fark ediyordum, senaryoyu tam yolculuk süresine sığdırmak için ilginç
mizansenler örüyor ve onları fantezilerle takviye ediyordu. Nihayet olayı öyle
ayarladı, öyle çarpıcı bir akış içinde sonlandırdı ki Trablus’taki merkez büromuzun
önünde park ettiğimiz dakikada son noktayı koydu; hem de olayı birlikte
yaşamışız gibi onu bana zevkle dinlettirdi.
İbrahim Efendi’nin, koleksiyonuna eklediği olaylardan birini de bizzat Onunla
birlikte yaşadık. Buna rağmen sanki dışındaymışız gibi bu hadiseyi bile aranje
ederek bize tekrar takrar anlattı ve o sanal olayı göz göre göre bize yutturdu.
Onu yine de zevkle dinliyorduk. İbrahim Efendi’den dinlediğim, üstelik
bizzat tanık olduğum en ilginç anı da bu oldu.
Evet bu hadiseyi birlikte yaşadık. Genel Müdürümüz Einstein’ın
ve bir ara Libya’ya getirdiği karısının da bulunduğu bir yolculukta dördümüz
beraberdik. Gözün alabildiği kadar dümdüz bir ovayı ortasından bölen tek
şeritli, kıvrımsız bir asfaltta orta derece bir hızla yolumuza devam ediyorduk.
Karşı yönden iki kamyonet geliyordu. Bize iki kilometre kadar yaklaşmışlardı ki
geride bulunan araç, önceleri düzgün bir doğrultuda yoluna devam ederken,
önündeki kamyoneti sollar sollamaz anormal bir rotada seyretmeye başladı. Sebep
neydi bilemiyorum ama araç, (S) gibi kıvrımlar yaparak hızla bize yaklaşıyordu.
Bazen sağ şarampolden sol şarampole kadar gezerek bize doğru ilerleyen bu
kamyonetle kafa kafaya gelmemek için çare düşünür gibi bir halimiz vardı.
İçimizdeki panik, her birimizin yüzünden okunuyordu. Şoförümüz İbrahim
Efendi, koltuğunda doğrulmuş, hamle yapmaya hazırlanır gibi direksiyon
simidini elleriyle daha güçlü bir şekilde kavramıştı. Genel Müdürümüz Einstein
da sigarasını izmarit kutusuna bastırarak söndürdü. Hepimiz tetikteydik ve bu serseri
kamyoneti kazasız belâsız nasıl geçebileceğimizi düşünüp duruyorduk. Şoke
olmuştuk.
Derken kamyonet paldır küldür yoldan saparak yeni sürülmüş bir
tarlaya girdikten yirmi otuz metre sonra stop etti. Hepimiz! Önce bir oh! çekip
rahatladık. Fakat İbrahim Efendi hemen yolun kenarında park ederek
arabadan hızla indi. Nereye niçin gitmek istediğini sormamıza bile fırsat
bırakmadan, tarlanın ortasında durmakta olan kamyonete doğru tin tin koştu ve
şoför kabinine yaklaşarak şöyle bir bakındıktan hemen sonra da dönüverdi.
Kamyonetin yanında topu topuna bir dakika bile durmamıştı. Bunun kesinliğinden
şu ana kadar hiçbir kuşkum yoktur. Arabanın içinde biz üç kişi onu
seyrediyorduk. Ancak olayın en ilginç yanı da bundan sonra başladı. Çünkü İbrahim
Efendi, -en çok bir dakika, belki de otuz saniye kadar süren o kısacık
zaman kesiti içinde kazazede arabaya bir göz atmakla- olay hakkında acaba
ne öğrenebilmişti? Biz bunu merak ediyorduk! Filozof İbrahim Efendi’nin,
işte bu bir dakikalık süre içerisinde sözde saptayabildiği şeylerin özeti
şuydu:
Kamyonetin şoför kabininde iki kişi vardı. «Bunlar bacanak
imişler!» İbrahim efendi önce bunu öğrenmiş (!) Araç sahibinin bacanağı,
yakında sürücü belgesi alacakmış. Dolayısıyla böyle bir yolculuktan ve (Tarhuna
ile Binvelid arasındaki) bu tenha yoldan yararlanarak biraz
alıştırma yapmak istemiş. Yola çıkınca direksiyona geçmeye heveslenmiş;
bacanağı da onu kırmak istememiş ve yer değiştirmişler. Bir süre yol aldıktan
sonra acemi bacanak telaşlanıp paniğe kapılmış. Önündeki kamyoneti sollamak
isterken de bocalamış. Bunun üzerine kaygılanan araç sahibi, rotayı düzeltmek
için yandaki koltuktan müdahale etmeye başlamış. Böylece direksiyona asılan iki
bacanaktan biri sağa, öbürü de sola doğru simidi çekiştirince araç işte bu şekilde
bir o yana bir buyana zikzak yapmaya başlamış. Bizimle kafa kafaya gelip kaza
yapacaklarından korkmuşlar. Onun için son çare olarak araç sahibi direksiyonu
iyice sağa kırıp arabayı yoldan çıkarmış.
İbrahim Efendi’nin naklettiğine göre aracın sahibi, ancak böyle zekice bir
müdahale yaparak düşük bir banketten tarlaya çıkmak suretiyle kaza yapmaktan
kurtulabilmişti. Onun için de kendisini kutlamış, «geçmiş olsun» dileğinde
bulunmuştu. Filozof İbrahim Efendi hiç Arapça bilmediği halde ve sadece
bir dakikalık süre içinde bütün bunları öğrenebilmişti!!! Çok küçük bir özetini
okuduğunuz bu olayı o gün Filozof, elli kilometrelik yol boyunca göz göre göre
bize tatlı tatlı üfledi; biz de kuzu kuzu dinledik. Onu dinlemekten başka çare
de yoktu. İnanınız, üçümüz de büyülenmiştik. Çünkü çok güzel anlatıyor ve
yakıştırıyordu. Üstelik eğleniyor, neşeleniyor ve dinleniyorduk.
Trablus’a
vardık, şirketin bürosuna girip biraz dinlendikten sonra Genel Müdürümüz yeni
kendine gelmiş gibi;
«- Ferit be! İbrahim’in, demin yolda bize uzun uzun
anlattıkları doğru muydu? Peki bunları o Arap çocuklardan nasıl anlayabildi?»,
diye şaşkınlığını ifade etmiş, bunun üzerine gülüşmüştük.
***
Libya’da
Çok Şey Öğrendim
Hani derler ya «Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir?». Bu,
gerçekten pek önemli bir sorudur. Cevabı içinde olan uyarıcı bir mesaj da
taşır. Ben de hayatımda epeyce seyahatlerde bulundum. Bu gezilerin, daha sonra
çok yararını gördüm. Yalnız Libya’ya
değil, Ortadoğu’nun birçok ülkesine, kısmen Uzakdoğu’ya ve Avrupa’ya yaptığım
seyahatlerin, benim için birer şans kaynağı olduklarını söyleyebilirim.
Seyahatlerim, maddi herhangi bir kazanca yönelik değildi. Onun için, ufkumun
açılmasında bu gezilerin çok büyük katkısı oldu. Çünkü para kazanmak için
seyahat eden insanın amacı sınırlıdır. Bu amaçla gezen insan hep kaygılıdır;
nasıl para kazanacağının hesabı içinde saatleri geçer. Ama bilgilenmek,
çevreyi, dünyayı ve hayatı daha iyi tanımak için gezen insan genelde rahattır;
çünkü daha özgürce düşünür; onun saptayacağı gerçekler, üreteceği düşünceler
başkalarını da aydınlatacağı için insancıldır.
Gerek bu geziler sırasında, gerekse Libya’da yıllarca kaldığım
değişik süreler içinde öğrendiklerim, vaktiyle İstanbul’un Sebze-Meyve Hali
karşısında çektiğim çile, (gördüğüm gizli tasavvuf eğitimi) sırasındaki
gözlemlerimi tamamlamış oldu. Evet Libya’da yeni yeni şeyler öğrendim.
Bunların hepsi de bana çok yaradı. Şimdi merakınızı gidermek için; bu ülkede
neler gördüm, neler yaşadım, neler öğrendim, onları anlatayım.
Libya’ya asla parasızlıktan dolayı, ya da para kazanmak için
gitmedim. Her şeyden önce bunu vurgulamalıyım. Çünkü Libya’ya gittiğim
günlerde, kendime ait bir dairem ve bir arabam vardı. Üstelik alın teriyle
helâlinden kazandığım altmış bin lira kadar da bir nakdi birikime sahiptim. Bu
parayla o gün iyi bir daire alınabilirdi; ya da bir iş için sermaye
yapılabilirdi. Libya’da kaldığım ilk yıl içinde bazı kayıplarım bile oldu.
Örneğin kimseye muhtaç olmadan bol bol harcamak üzere eve bıraktığım altmış bir
lira paranın önemli bir kısmını eşim, -gelip borçtan dert yanan bazı tanıdık
kadınlara- sözde ödünç vermişti. Bunları sonradan tahsil edemedik. Üstelik,
ilk seyahatimden ancak ön dört ay sonra yıpranmış ve yorulmuş olarak döndüm.
Önce de anlattığım gibi ben, içinde bulunduğum tarikatın
karanlık tünelinden çıkıp kurtulmak istiyordum. Bu ancak yurtdışına gitmekle
mümkündü. Onun için 02 Mayıs. 1976 günü İstanbul’dan Belgrat’a gitmek üzere
içinde bulunduğum uçak pistten havalanırken hiçbir yolcunun benim kadar
sevindiğini tahmin edemem. O gün derin bir nefes almıştım. Bu sadece
İstanbul’dan Libya’ya değil, aynı zamanda şirkten imana bir yolculuktu. Artık,
ölülerin, mezarların türbelerin, çelenklerin, -cenazelere üşüşen-
iskatçı haşerelerin, heykellerin, mozolelerin, katafalkların, padişah ve
diktatör putlarının tıkış tıkış olduğu karanlık bir tünelden kurtuluyordum.
Tevhidin ferah ve parlak aydınlığına doğru uçuyordum.
Libya, tabiatıyla bir Vahhabi ülkesi değil. Dolayısıyla
Libyalılar, ona buna rasgele küfür ve şirk damgasını basan insanlar da
değiller. Fakat Türkiye’deki gibi dağa taşa kurda kuşa türbeye, heykele,
ölülere ve diktatörlere tapan insan da yok orada... Çok mutedil, fakat samimi
ve güçlü bir imân anlayışını Libya insanında görmek mümkündür. Bu ülkede
öğrendiğim ilk şey bu oldu ve çok dikkatimi çekti.
Gittiğim her yerde daima ufkumu açacak, kişiliğime olumlu
katkısı olacak kaliteli bilgiler edinmek istedim. Beni uğraştıracak, başıma
dert açacak hiçbir bilgi kaynağıyla ilgilenmedim. Bu sebepledir ki ne
Türkiye’de ne de yabancı ülkelerde siyasi bir meseleden dolayı sorun yaşamadım.
Libya’da işverenle yabancı işçi arasında düzenlenen sözleşmenin
bir maddesinde «işçi, siyasetle ilgilenmeyeceğine ilişkin taahhütte bulunur».
İşte ben bu taahhüde daima bağlılık gösterdim. Orada çok hareketli siyasi
havalar vardı. Ama ben bu atmosferin daima dışında kaldım.
Benim çok önemli bir avantajım vardı. Arapça biliyordum. Bu
ülke insanı ile çok rahat anlaşabiliyordum. Halkla temas kurmak, onlarla
konuşup anlaşmak, oturup sohbet etmek bana İstanbul’da ne kadar kolaysa
Trablus’ta ya da Libya’nın herhangi bir yerinde de aynen o kadar kolaydı. Zaten
bunun için oradaydım. Bu ise bana güven veriyordu. Üstelik ben ilk zamanlarda
gramer ve edebiyat kurallarına oldukça dikkat ederek konuşurdum. Bu, ise sık
sık esprili diyaloglara yol açıyor ve havayı yumuşatıyordu. Tabi bu tür
iletişim, işlerimizi de kolaylaştırıyordu. Araplar da tıpkı Türkler, Kürtler ve
İranlılar gibi duygusal insanlardır. Bir fıkra, bir anekdot, bir espri hemen
havayı değiştirebiliyordu. Bu milletlerin ortak yanları ve paylaştıkları
değerler sayılamayacak kadar çoktur. Tahmin edemeyeceğiniz zenginlikte İslâmî
temele dayanan bir ortak kültüre sahiptir bu uluslar... Bu noktanın, elbette ki
arka planına burada girmek istemem ama, şu kadarını söyleyeyim ki bu dört
milletin çocukları örneğin Nasrettin Hocayı; İslâm mimarisini; -selamlaşmada,
hapşıran birine sağlık dilemede, din ve ibadet konularında- sayamayacağınız
kadar deyimleri, terimleri, nükteleri, anlayış ve zevkleri paylaşırlar. İşte
ben bütün bunları saptama olanağını orada buldum. Libya benim için bir
üniversite kampusu gibiydi. Bu ülkenin kentlerinde, yollarında, cadde ve
sokaklarında bile o kadar yararlı çok şey öğrenebildim ki bunları özetlemeye
kalksam yetiştiremem. Bu ülkede kentli köylü, zengin yoksul, her tabakadan
insanla yüz yüze geldim. Bakanlar, üst düzey bürokratlar, Öğretim üyeleri,
avukatlar, her statüden memurlar, şoförler, esnaf ve bedeviler; kiminle
karşılaştıysam ondan mutlaka bana yarayacak bir şey öğrendiğimi söyleyebilirim.
Cadde ve sokaklarında gezerken, resmi dairelerinde bir işlem takip ederken, bir
nakliyeci ile pazarlık yaparken bile öğrenebildiklerim bana öyle bir birikim
kazandırdı ki bu ülkede mükemmel bir sosyoloji, geniş bir ilahiyat ve lengüistik
ihtisası yapmış kadar kazanımlar elde ettiğimi söylersem, meseleyi hiç de
abartmış olmam.
Libya’da çalışan Türklerin ve tabiatıyla Arap olmayan
yabancıların en büyük sorunu dil farkından kaynaklanıyordu. İşte Libya’da
üstlendiğim rolün önemi bu alanda ön plana çıkıyordu. Dolayısıyla iletişim
konusunda çeşitli hizmetler verirken çok önemli gerçekleri de
saptayabiliyordum.
Karşılıklı görüşmelerde şiveden aksana, seçilecek deyim ve
sözcüklere, üsluba ve ses tonuna kadar çeşitli lengüistik özelliklerin her biri
son derece önemlidir. Özellikle Türkler, Araplar ve Farslar gibi Doğulu
milletler arasında, bunlar çok daha büyük önem taşır. Hangi ülkede olursanız
olunuz, muhatabınız kim olursa olsun, yalnızca duruş pozisyonunuz, giyim
tarzınız, yüz ifadeniz ve el hareketleriniz gibi davranış biçimlerinin değil,
bununla birlikte konuşma tarzı, seçilen kelimeler, ifade ve üslup gibi
hususların da etkileri küçümsenemez.
Libya’ya ilk gittiğimde, halkın dilini biliyor olmakla birlikte
sırf onlara özgü çeşitli dil ve anlatım özellikleri hakkında hiç bilgim yoktu.
İlginçtir ki daha önce ziyaret etmiş, hatta bazılarında yıllarca kalmış olduğum
Arap ülkelerinde de Libyalılara hiç rastlamamıştım. Belki birçok kimse bilmez; onun için şunu
açıklamakta yarar vardır; her Arap ülkesinin ayrı bir mahalli aksanı ve şivesi
bulunur. Yerel şiveyle konuşmazsanız onlara fizik olarak benzeseniz bile
yabancı olduğunuz hemen fark edilir. Şu var ki bütün Araplar, bu şiveler arası
farklara rağmen hiçbir sorunla karşılaşmadan birbirlerini rahatça anlarlar.
Meselâ bir Mısırlı, bir Suriyeli, bir Ürdünlü, bir Yemenli bir Libyalı ve bir
Tunuslu kendi aralarında rahatça konuşup anlaşabilirler. Diyalog sırasında,
birbirlerini anlamada hiçbir sorunrla karşılaşmazlar.
Arap sosyolojisini, özellikle dil ve iletişim konularında Türk
sosyolojisiyle karşılaştırdığımızda çok önemli farklar görürüz. Örneğin bütün
dünya Arapları aynı alfabeyi ve aynı yazın dilini kullanırlar. Arap liderleri
siyasi forumlarda bir araya geldiklerinde yerine göre bu ortak dili de
kullanırlar; özel sohbet şeklinde geçen karşılıklı konuşmalarda her kes kendi
şivesiyle konuşarak da yine anlaşabilirler. Oysa Türk aleminde böyle bir
homojenlik yoktur. Bugün Türk dünyası ortak bir alfabeye ve ortak bir milli
dile sahip değildir. Onun için örneğin, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan
ve Özbekistan gibi ülkelerin devlet başkanları ya da diplomatları, Türkiyeli
meslektaşlarıyla bir araya geldiklerinde ancak tercüman aracılığıyla
anlaşabilmektedirler. Sanırım kamuoyunu bu noktada maniple etmekten kaçınmak
için Türki Cumhuriyetlerin devlet adamlarıyla Türkiye’li siyaset ve devlet
adamları arasında geçen konuşmalar mahalli televizyonlardan yansıtılmamaktadır;
yansıtılmak da istenmemektedir. Hatta bundan öyle kaçınılmaktadır ki bu, sözde
Türk liderler arasında tercümanlık eden şahıslara doğru kamera, eğer kazara
yönelecek olursa sihirli bir elin onu derhal başka bir yöne çevirdiğine tanık
olursunuz!
Elbette ki benim de konuştuğum mahalli bir şive vardı. Siirt’li
olduğum için bizim yörede konuşulan şiveye dilim alışkındır. Bu şive Irak ve
Suriye’de yaygın olan şivelerden de farklıdır. Nitekim Suriye Arapça’sının
etkisi altında bulunan Mardinlilerin kullandığı birçok kelime bizde farklı
telaffuz edilir.
Ama ben Libya’da ne Siirt’in mahalli şivesini, ne de burada
konuşulan kelimeleri kullanabilirdim. Çünkü Siirt Arapça’sı bugün artık Arapça
olmaktan çıkmıştır. Üç beş molladan başka hiçbir Siirtli, Arapça bir kelime
bile okuyup yazamaz. Burnunun dibindeki Irak ve Suriye’de yayınlanan yüzlerce
yayından değil bir gazeteyi, bir çocuk hikâyesini bile bir Siirtli, okumasını
beceremez. Hatta çok ilginçtir ki Siirt’e atanan Türk kökenli Müftüler ve din
adamları aracılığıyla ancak bugün Siirtli Araplar Kur’an’ı anlayabiliyorlar!
Son elli yıl boyunca, içine hızla doluşan yığınlarca Kürtçe ve Türkçe
kelimelerden dolayı bu yöresel dil artık Arapça olmaktan çıkmıştır. Bunun
sebepleri üzerinde duracak değilim!
Onun için eğitimim sırasında öğrendiğim ve başarıyla
kullandığım gramatik Arapça’yı Libya’da kullanıyordum. Benim kullandığım
Arapça’ya «Millî Arapça» veya daha doğrusu «Edebî Arapça» demek
gerekir. Bu ise tüm Arap ülkelerinin ortak basın, yayın, bilim, kültür, eğitim
ve akademi dilidir. Onlar bu dile «El-Fushâ» derler. İlk başlarda sırf
bu dille konuşurken muhataplarımla duygusal ve eğlenceli anlar yaşadığım çok
oldu. Sebebi şuydu: onlar kendi mahalli şiveleriyle konuşuyorlardı; bense
kurallı konuşuyordum. Entelektüel bir toplantı dışında Araplar kurallı
konuşmaya alışık olmadıkları için beni dinlerken sanırım kendilerini bir
konferans salonunda, bir hatip ya da bir spiker karşısında görür gibi
olurlardı. Ben konuşmaya başlarken her defasında gülümsediklerini fark ederdim.
Hatta bir keresinde kendisiyle sert tartıştığım bir muhatabım bana;
Gerçekten beni öfkelendirecek şeyler söylediniz; ama yine de
sizi zevkle dinliyorum. Çünkü aynen bir spiker gibi konuşuyorsunuz, demişti.
Dolayısıyla benim bu anlatım tarzım, çok kere işlerimi
kolaylaştırıyordu. Hem etrafımdaki elektrikli havayı dağıtmaya, hem takip
ettiğim işi kısa yoldan sonuçlandırmaya yarıyordu. Çünkü onlara göre bir
yabancı, saygı duydukları dillerini kusursuz konuşuyor demekti . Bu ise onları
gururlandırıyor, göğüslerini kabartıyordu.
Libya’da elde ettiğim en büyük kazanım, mesleki terminoloji
alanında gerçekleşti. Evet çok iyi Arapça biliyordum, ama itiraf etmeliyim ki
bu konuda önceden sahip bulunduğum bilgiler din, edebiyat, felsefe ve sosyoloji
alanlarıyla sınırlıydı. Mesleki terimler konusunda ise çok büyük eksiklerim
vardı. Oysa büyük bir müteahhitlik firmasının dış ilişkilerine bakıyordum.
Şirketimiz, başta İskân Bakanlığı olmak üzere çeşitli kuruluşlarla sözleşme
yaparak büyük konut projeleri almıştı. Bu işler ise çok yönlü, çok kapsamlı ve
çok uğraştırıcıydı.
Bir yandan bürokratik işlemler sırasında önüme çıkan çeşitli
yeni terimler, öbür yandan şirketimizin aslî işi olan İnşaat ve malzemeleriyle
ilgili kalabalık terminoloji, ilk günlerde beni tam anlamıyla köşeye
sıkıştırdı. Örneğin teminat mektubu, finansman, istihkak, fiyat ve birim
cetveli, muhabir banka, konfirmasyon, altyapı, sosyal tesisler, toprak analizi,
toplu konut, kalkınma planı, sigorta poliçesi, yükleme emri, para deklarasyonu,
komisyon, sigorta primi ve daha neler neler... Bunların Arapçasını nasıl ve
nerede öğrenecektim?! Evet, yirmi yıl Arapça okumuştum. Arapça hem aile dilim,
hem eğitim dilimdi. Ama ben bunları Türkiye’de, hatta yıllarca kaldığım başka
bir Arap ülkesinde bile nasıl öğrenebilirdim ki! Çünkü seçtiğim iki branşın da
sıra kitaplarında, bu terimlerin hiç biri yer almıyordu. Örneğin «istihkak»
kelimesi Arapça idi. Ancak bu kelimeyi Türkler yanlış seçmişlerdi. Türk
sözlüğünde, piyango bileti çeker gibi böyle kafadan çekilmiş yüzlerce Arapça
kelime var. Bunları ben nasıl kullanabilirdim? Türkler Arap sözlüğünden
keyiflerince seçip aldıkları binlerce kelimeye, yine keyiflerince birer anlam
yüklemişler. Ben bunların biraz farkındaydım. Nitekim zamanla öğrendim ki
Türkiye’de müteahhidin üretim karşılığı olan alacağına «istihkak»
deniyormuş. Oysa bunun yerine Araplar «mustakhlas» kelimesini
kullanıyorlar.
Bilirsiniz, inşaata ait malzeme kalemleri çok kalabalıktır. Ne
var ki bunların içinde bazılarının, ne Türkçe, ne de Arapça adlarını yaşamım
boyunca bir kez bile duymamıştım. Allâme bile olsanız, yabancısı olduğunuz
mesleğin terminolojini kapsamlı olarak bilemezsiniz. Haydi çivinin, menteşenin,
temelin, çerçevenin, kapı kolunun, demirin kerestenin adını bilebilirsiniz;
fakat şartnamelerde, fiyat birim cetvellerinde, raporlarda ve proje
taslaklarında, yabancısı olduğum o kadar çok isim, terim, deyim ve anlatım
kalıpları vardı ki bunları önceden bilmeme zaten imkân yoktu. Üstelik bu
konudaki eksikliklerimi giderirken danışabileceğim birini de bulamazdım. Hiçbir
zaman da bulamadım. Aksine Türk şirketlerinden bana terminoloji konusunda
sürekli danışmaya gelirlerdi. İlk zamanlarda böyle sıkıntılı bir durumdaydım.
Bazen tam anlamıyla çaresizlik içinde kalıyordum. Ama yaşamı seven, hayatın hep
güzelliklerini seyretmeye alışmış olan canlı ruhsal yapım, durmak, usanmak
bilmeyen zihnim ve serin yüreğim için bu bir sıkıntı kaynağı olmamalıydı. Kendi
yağımda kavrulacak, ama bir handikap karşısında yenilgiyi kabul etmeyecek, her
zaman çareler üretecektim. Öyle de oldu.
Kısa zamanda temel malzemelerim olan çeşitli lügat ve
ansiklopediler tedarik ettim. Rehberler, broşürler, formlar, deklarasyonlar,
panolar, trafik işaret levhaları, çok amaçlı uyarı levhaları, prospektüsler,
çizelgeler, şemalar ve istatistikler gibi kaynaklardan elde ettiğim,
sembolleri, formülleri, deyim ve tabirleri elden geldiğince en kapsamlı biçimde
ve çok kısa zamanda topladım. Onları gerek alfabetik, gerekse konularına göre
kategorisel biçimde tasnif ettim. Böylece kendim için bir bilgi bankası kurdum.
Ayrıca Türkçe-İngilizce-Arapça-Fransızca arası
karşılık taramalarıyla çözümler buldum. Çok geçmeden de bunları gerek yazılı,
gerekse sözlü anlatımlarda başarıyla kullanarak büyük bir performans
sergiledim. Öyle ki muhatabımız olan kuruluşların yetkilileriyle zaman zaman
yaptığımız toplantılar sırasında bir tutanak, bir rapor ya da bir sözleşme
düzenlenecek ise bunda benim katkım çok olurdu. Ortak çabalarımızla gereken
metni hazırlarken genelde benim önerdiğim anlatım kalıpları kabul
edilirdi. Bu toplantılardan sonra da
Libyalı muhataplarımızın takdirini kazanırdım.
Nitekim bu sayededir ki iş görüşmeleri sırasında bazen
tartışmalar sertleşince ben esnek bir manevra ile havayı değiştirir âdeta bir
katalizör görevi yapardım. Çünkü amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemekti. Bu
durumları da az yaşamazdık. Bu konuda bir anımı nakledeyim.
Libya’ya daha yeni gitmiştim. Cevahirlerle birlikteydim.
Libyalı bir nakliye taşeronu, kamyonlarıyla bizim şantiyemize mıcır taşıtıyor,
belli sürelerle de gelip ücretlerini tahsil ediyordu. Yine alacakları
birikmişti. Fakat şirketimizde bir para sıkıntısı yaşanıyordu. Adamcağız bir
gün gelmiş bu sorunun çözümü için patronla görüşüyordu. İbrahim Cevahir
Beni istedi. Odasına girdim, ikisinin de suratı asık duruyorlardı. Sorun nedir,
daha bilmiyorum. Cevahir hemen bana döndü ve aynen şunları söyledi:
«- Te gi ona! (yani ona de ki) tuttuğum kibi oni ha şu bençereden atarum
tişari!»
Yerimde siz olsaydınız, bu cümleyi (Başbakanın akrabası olan)
bir Libyalıya -hem de Libya’da- tercüme etmeyi acaba göze alabilir
miydiniz? Belki diyeceksiniz ki, elçiye zeval olmaz, tabi ki aynen iletilir.
Sanırım bu doğru değildir. Nitekim ben de tercüme etmedim. Tam tersine
Ona;
- İbrahim Bey, «bir hafta sonra buyurun gelin ödeyelim» dedi,
diye çevirdim ve adamı hemen oradan güzel bir şekilde savdım.
Tabi Cevahir, öfkesi yatışınca bana sordu;
«- Ula Hoça! Sen ne tedun da adam ha oyle sessuz çegup kitti?» diye sorunca hemen cevabı
yapıştırdım:
- İbrrahim Bey! Allah Aşkına bir Libyalı, Türkiye’de gelip sana
karşı aynen bu sözleri sarf etse ne yaparsın, dedim.
Yemin etti ve
« - Orya heman keberdurum oni», dedi. (yani, onu oracıkta hemen
gebertirim.)
İşte bir tehlikeyi Allah’ın lütfu ile bu şekilde önlemeyi
başarmıştım. Nitekim İbrahim Cevahir, bu olay üzerine beni çok sevdi,
bana hep güvendi ve ne yapıp etti bir hafta sonra bu adamcağıza alacaklarından
bir miktarını ödedi. Öbür kısmı için de süre aldık ve nihayet mesele tatlıya
bağlanarak olaysız sona erdi.
***
Evet Libya’da çok şey öğrendim. Bunlardan biri de kendi
toplumumu keşfetmek oldu. İçtenlikle söylemeliyim ki algılama, tepki, zevk,
dinsel anlayış, yabancıya ve dünyaya bakış gibi çeşitli psikososyal yönlerden
Türkiyeli insanı Libya’da daha net biçimde tanıyabildim.
Gerek birinci fasıl, gerekse ikinci fasıl Libya hayatımda saptayabildiğim
önemli gerçeklerin başında Türkiyeli şirketlere ait şantiyelerde yaşanan
ideolojik grevler oldu. Libya iş yasalarına göre grev de lokavt da yasaktı.
Dolayısıyla bu gibi girişimlerde bulunan yabancılar, eğer tüm uzlaştırma
çabalarına rağmen direnirlerse genelde sınır dışı edilmek gibi bir sonuçla
karşılaşırlardı. Ancak Libya’da sosyalist bir düzen egemen olduğu için işçi
haklarının çiğnenmemesi konusunda büyük ölçüde duyarlılık gösterilirdi. Fakat
Türkiyeli işçilerin bu konuda karşılaştığı iki büyük sorun vardı. Bunlardan
biri; işçilerle işçi haklarını koruyan kurumlar arasındaki çok nedenli
iletişimsizlikti. İlginçtir ki o günler, Türkiyelilere ait şantiyelerinde hemen
hiç kimse bu önemli sorunun farkında değildi. Bu ise hiç kuşkusuz taraflar
arasındaki dil ve kültür farklarından kaynaklanıyordu. Türkiye ve Libya
Halkları arasında her ne kadar «çok güçlü tarihi ve kültürel bağlar» varsa da
önemli anlayış farkları da vardır.
Türkiyeli işçiler, Her şeyden önce Libya’nın yeni yönetim şekli
hakkında doğru bilgilere sahip değillerdi. Dolayısıyla şantiyeleri ele geçiren,
aralarındaki Marksist militanlar, İslâm’a duydukları derin hınç ve düşmanlıktan
sebep Libya’nın yönetim biçimini –aynen Türkiye’deki yobaz laikçilerin
üslubunu kullanarak- anlatmaya çalışıyorlardı. Yeraltı örgütleriyle
irtibatlı olan bu militanlar, Libya’daki rejimi, -yeşile boyanmış- sahte
bir sosyalizm olarak niteliyor; onun, -bu isim altında İslâm’ı kamufle ederek hayata geçirmek için-
kurulmuş hileli ve gerici bir sömürü düzeni olduğunu ileri sürüyorlardı.
Bu iletişimsizliğin büyük nedenlerinden biri de Türkiyelilere
ait şantiyelerin, kentlerden uzak bölgelerde ve çöllerde olmasıydı. Tel
örgülerle çevrili olan bu çöl şantiyeleri, aynen birer esir kampı gibiydi.
Çünkü İstanbul’dan Trablus Havaalanına getirilen işçiler, servis otobüsleriyle
doğruca şantiyelere taşınıyorlardı. Bunların çoğu, aylarca, hatta yıllarca
Libya’da bir kasabaya bile uğrama olanağını bulamadan kesin dönüşle tekrar
Türkiye’ye yolcu olacakları gün, yine servisle Trablus Hava Limanına getirilip
İstanbul’a postalanıyorlardı. Bu zavallı insanlar, dara düştüklerinde
dertlerini kime anlatacaklardı?!
Kentlere yakın küçük şantiyelerde ve Türk şirketlerinin
bürolarında çalışan işçi ve personel, ancak Uzlaştırma Komisyonuna (Hay’at
Al-Tawfeeq=Hey’et-üt-Tevfik) başvurma olanağına sahip
bulunuyorlardı. Şikâyetlerini bildirdiklerinde ilgi görür ve haklarına
kavuşurlardı. Fakat bunların hem sayıları son derece azdı, hem de işveren ne
yapıp yapar bir bahane bularak iş sözleşmelerini feshedip onları Türkiye’ye
postalardı. Ayrıca bunlar hak ararlarken hemen her zaman dil engeline de
takılırlardı. Çünkü bu işçilere şikâyetlerini iletmede yardımcı olabilecek hiç
kimse bulunmazdı. Tıpkı lânetlenmiş gibi ortada kalırlardı. Sebebine gelince,
Türkiyelilere ait şirketlerde çalışan tercüman ve mütercimler patronların
maaşlı elemanları idiler. Bunlar, işçi-işveren anlaşmazlıklarında Uzlaştırma
Komisyonu ve mahkemeler huzurunda daima işveren tarafını tutmak zorunda idiler.
Aksi halde hemen ekmeklerinden olur, kovulan işçilerle birlikte Türkiye’ye
postalanabilirlerdi! Libya’da serbest çalışan tercüman bulmak da hemen hemen
mümkün değildi. Trablus’ta Libyalılardan birine ait bir tercüme bürosu vardı.
Fakat bu zat hem Türkçe bilmezdi, hem de sözlü Tercüme ile meşgul olmaz, sadece
literatür çevirirdi. Onun için Türkiyeli işçiler Libya makamlarına dert
anlatmak konusunda çok kere çaresiz kalırlardı.
Ben, daima dış ilişkiler müdürü olarak hizmet verdiğim için,
işçi-işveren ihtilafları benim alanımın dışında kalırdı. Ama yukarıda sözünü
ettiğim türden olayları da duyardım.
Bu ilgiyle dil sorununa ilişkin olarak saptadığım birçok
gerçekler de oldu. Bu konu beni çok yakından meşgul ediyordu. Çünkü gerek
Türkiyelilerle Libyalılar arasında sık sık tanık olduğum iletişim sıkıntısı,
gerek oldukça sık rastlanan tercüme yanlışlıkları ve bu hataların yol açtığı
çok yönlü sorunlar, özellikle Türkçe’den Arapça’ya yapılan tercüme üzerinde
zamanla dikkatimi yoğunlaştırdı. Libya’da faaliyet gösteren Türkiyeli
Şirketlerin sayısı 1982’de yüzü aşınca bu firmalarda tercüme görevini yapan
şahısların eğitim düzeyleri, gerek Türkçe gerekse Arapça konusunda ne derece
bilgi sahibi oldukları, aralarında «bilingual» niteliğini taşıyan
birinin bulunup bulunmadığına ilişkin bazı araştırmalar yaptım ve ilginç
sonuçlar elde ettim.
Evet, bu şirketlerin hepsinde de sözde tercümanlar ve
mütercimler vardı. Fakat ne yazık ki bir iki kişi hariç, bu adamcağızların çoğu
sadece birer ayakçı idiler. Hiç biri de tercüme mesleğinde formasyon almış
değildi. Öyle ki «Tercüman» ile «Mütercim» kavramları arasındaki
farkı bile anlayamıyor, bilemiyorlardı! Bizim Mardin ve Hatay
illerinden getirtilmiş olan bu zavallı ayakçıların çoğu, üstelik eğitimsiz
idiler. Kendi ana dillerinde okuma yazma bile bilmiyorlardı; Türkçeleri de
sakattı. Bunların bir kısmı da Kerkük Türkmenlerinden oluşuyordu. Ayrıca
Türkiye’de yüksek öğrenim görürken o dönemde sürpriz olarak ortaya çıkan bu
fırsattan yararlananmak için kayıtlarını dondurarak para kazanmak üzere
Libya’ya kapağı atmış Arap kökenli öğrenciler de vardı. Bunların hepsinin de
dönüşü olmayan birçok yanlışlıkları oldu. Firmalarla mahalli makamlar
arasındaki iletişimi sözde sağlamaya çalışan bu ayakçılar, hiç kuşku duymuyorum
ki genelde bilmeyerek ilişkilerde yıkıcı roller oynadılar.
Bu ilgiyle Türkiye’ye döndükten sonra özellikle İlahiyat ve
filoloji öğrencileri üzerinde yaptığım araştırmalar çok daha ilginç sonuçlar
elde etmemi sağladı. Bu konularda akademik çalışmalar yaptım ve onları
kitaplaştırdım. İleride bu çalışmalarımdan biraz söz edeceğim.
***
Libya’da, Arap-Türk ilişkileri hakkında da önemli şeyler
öğrendim. Bunların başında, -Türkiye ve Türkler hakkındaki tutumları
bakımından- Arap Dünyasının iki farklı kanattan oluştuğu noktası gelmektedir.
Birinci kanat, «Al-Maşrıq’ul Arabî» diye adlandırılan (Yemen, Uman,
Muskat, Suudi Arabistan, Ürdün, Filistin, Körfez Ülkeleri, Irak, Suriye ve
Lübnan) gibi Doğu Araplarıdır; ikinci kanat ise «Al-Magrib’ul-Arabî»
diye adlandırılan (Sudan, Libya, Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya) gibi Batı
Araplarıdır. Mısır, Doğu ile Batı Arapları arasında bir rezistans ülke gibidir.
Bu iki kanadın, -yalnızca Türkiye ve Türkler hakkında değil-,
başta siyaset ve düşünce olmak üzere başka birçok önemli konularda da genel
olarak tutum ve görüşleri farklıdır. Doğulu Araplar daha radikal düşüncelere
sahiptirler ve daha sert yöntemlere başvururlar. Batılı Araplar (Kuzey Afrika
Arapları) ise daha uzlaşmacıdırlar. Türkler bu bölgede ilgi görürler ve
sevilirler. Onun içindir ki Libya’da yerli halk ile temas kurabilen
Türkiyeliler kısa süre içinde onlarla kaynaşma olanağını buldular. Aralarında
ileri derecede dostluklar kuruldu. Fakat ne yazık ki bu noktada da yine iki
büyük engel ortaya çıktı ve bu ilişkilerin yaygınlaşmasını sekteye uğrattı.
Birincisi dil sorunu idi. İkincisi ise galiba siyasi bir hile idi.
1975 yılında Libya, Türkiyeli Müteahhitlere kaplarını açınca (ne
derece doğrudur bilmeyiz) derler ki; hemen derin devlet devreye girdi ve
Türkiyeli Şirketlerin kurucu ve yöneticilerinden başka kimsenin Libya’da yerli
halkla doğrudan temas kurmaması için «önlemler» aldı! O günlerin manzarasına
bakarsanız bu iddiayı doğrulayan kanıtlar bulursunuz. Kimisi de der ki,
(toplumda birtakım sosyal ve kültürel sorunlar yaşanmaması için) bunu Libya
istemişti. Bu açıdan iki taraf da memnun kaldılar. Çünkü üç beş evlilikten öte
bir sosyal yakınlaşma olmadı. On beş yıl kadar Türkiyelilerin yoğun olarak
yaşadığı Libya’da taraflar arasında çok nadir bir iki basit çekişmeden başka
hoş olmayan hemen hiçbir olay da yaşanmadı.
Bu çok doğaldı. Çünkü iki tarafın ortak değerleri o kadar
güçlüdür ki aralarında bir sorun baş gösterdiği zaman hemen bu ortak değerler
gündeme getirilir ve uzlaşma ortamı sağlanırdı. Ben bu ortak değerler üzerinde
pek durmak istemem. Çünkü bunlar, Kur’andaki İslâm’ın, Araplar ve Türkler
tarafından dejenere edilmesiyle peydahlanmış anlayışlardır. Bu konuların, ilim
ve ihtisas erbabı dışında kalan eğitimsiz çoğunlukla paylaşılmasında mahzurlar
olabilir!
Libya halkının dilinde ve geleneklerinde Türklerden kalma
birçok izler bulunmaktadır. Örneğin bazı Türkçe sözcükler, Libya’nın halk
Arapça’sına serpilmiş olarak bu gün bile kullanılmaktadırlar. Beeşe
(Paşa), bey, beyaz
(Piyaz), hafda (hafta), kebeeb (kebap), kundura, kupri
(Köprü), şiyşe (şişe), şişme (çeşme), Tebbe (tepe), terzi,
bunlardan sadece birkaçıdır. Türk sözlüğünde ise bugün hâlâ beş bine yakın
Arapça kelime bulunmaktadır. Kökünü Arapça’dan almakla birlikte Türkler
tarafından kişi adları olarak kullanılan isimlere de (öbür Arap ülkelerinde
olduğu gibi) Libya’da çok rastlanır. Fevzi, Adil, Hüsnü, Enver, Cuma,
Ramazan, Recep, Kemal, ve Murad gibi. Bu adlar her ne kadar Arap
sözlüğünden vaktiyle Türkler tarafından alınmış ve kullanılmış ise de, Osmanlı
yönetiminden önce Araplar tarafından kullanılmamıştır. Bunlara ek olarak
başlangıçta sırf Araplara özgü isimler iken başka milletlerin İslâm’a
girmesinden sonra bütün Müslümanlara birer kültürel değer olarak mal olan; Muhammed,
Ali, Ömer, Osman, Hasan, Hüseyin, Ahmet, Mahmut, Abdullah ve Abdurrahman
gibi adlar da bunlardan sayıldığında ortak öğelerin ne kadar çok olduğunu
tahmin etmek mümkün olur.
Bu nedenle Libyalılarla Türkiyelilerin zaman zaman o kadar çok
yakınlaştıklarını, birbirlerine yardımcı olduklarını görürdüm ki buna çok
şaşardım. Çünkü Araplarla Türklerin arasını açmak, onları birbirine diş bileyen
kanlı bıçaklı düşmanlar haline getirmek için son yüz yıldır içeride ve dışarıda
harcanan çabalar tahmin edemeyeceğiniz kadar çoktur. tabiatıyla bu çabaların sonucu
olarak bazen tatsız şeyler de yaşanırdı.
Örneğin herhangi bir ilgiyle yan yana oturup konuştuğumuz bazı
Libyalı gençler, «siz Türkler, bizi dürt yüz yıl sömürdünüz» diye
birtakım laflar ederlerdi. Bunları çok kere duymazlıktan gelir, karşılık
vermeye bile değmez boş sözler olarak sallar geçerdim. Çünkü ağzımı açacak
olsam Arabına da Türküne de Kürdüne de Farsına da söyleyecek çok şeylerim
vardı!
Sebebine gelince, evrensel düşündüğünüz zaman, kendi dar
dünyasına tutsak düşmüş, kabuğunu kıramamış, hayat ve kâinat olaylarına gözleri
kapalı kalmış insanların, toplulukların hatta milletlerin kısır, bencil ve
karanlık düşünceleri, ideolojileri, politikaları ve kavgaları size komik gelir.
Onun içindir ki genelleme yaparak bütün Arap milletini aşağılayan Bazı
Türklerin öteden beri geveledikleri sözler de bana çok komik gelir. Siz de sık
sık duyuyor olmalısınız «Pis Arap», «Ne Şamı’ın şekeri ne
de Arab’ın Yüzü», «Bunu Yaparsam Arap olayım», «Nerede
Arap Nerede Tambur», «Arap saçı gibi karışmış»... sadece
bunlar mı? Siyah kedi ve köpeklere «Arap» diyeni mi ararsınız;
Çingeneye «kıpti» diyerek hem Mısırlı Arapları hem çingeneleri
aşağılayanları mı ararsınız, Sözde Hz. Muhammed’in «Ben Arabım, ama Arap
benden değil» dediğini ileri sürüp, böylesine korkunç bir iftirada
bulunan ahlâksız insanları mı ararsınız; bunların hepsi bana çok komik geliyor.
Neden, biliyor musunuz? Çünkü bu adamlar, Arap ülkelerinden bir çöpçünün bile
gelip Türkiye’de çalıştığını gösteremezlerken Türkiye’den Arap ülkelerine, -işçisinden
mühendisine, doktorundan tüccarına kadar- milyonlarca Türkün gidip
oralardan ülkesine çuval çuval para getirdiklerini şöyle bir an düşünebilecek
yetenekte olsalar biraz daha dikkatli konuşurlar sanırım!
***
Libya’yı Son zamanlarda Tanıyabildim.
Evet ilginçtir ki on yıl kadar kaldığım Libya’da, son zamanlara
kadar bu ülke hakkındaki bilgilerim çok sığdı. Bunun önemli iki nedeni vardı.
Birincisi, şirketteki işlerimin yoğunluğu idi. Bu nedenle daha çok üst düzey
Libyalı bürokratlarla ancak iş toplantılarında karşı karşıya gelebiliyordum. Bu
toplantılar, çok sıcak ve dostane geçtiği halde yine de resmiyetin o soğuk
duvarlarını delip bu şahsiyetlerden birine sokularak özel şeyler konuşacak
fırsat ve münasebeti yakalayamıyordum. Onlardan birinde de pek böyle bir eğilim
bulamadım. Belki başka sebepleri de vardı! Çünkü Arapça’yı çok iyi kullandığım
ve bütün kültürel değerlerinde ve zevklerinde onlara katıldığım için, çok kere
sevindiklerine bana gıptayla baktıklarına tanık olurdum. Hatta hemen her
karşılaşmadan sonra beni kutlarlardı. Buna rağmen içlerinden hiç biri ile
süreklilik kazanan bir dostluğum asla olmadı.
İkinci sebep de sanırım benim aşırı derecede tedbirli davranmam
oldu. Çünkü ne de olsa bu ülkenin yabancısıydım. Bir vatandaş ile kuracağım çok
sıcak ilişkiler yanlış değerlendirilebilir ve aleyhimde sonuçlar verebilir diye
çekiniyordum. Yani ben de onlara fazla yaklaşmıyordum, yaklaşmak da
istemiyordum. Daha çok onlardan bir jest, bir davet bekliyordum. Bendeki bu
psikolojinin haklı gerekçeleri de vardı. Tanınmış bir aileden gelmek ve
vaktiyle bir cemaatin başında bulunmuş olmaktan dolayı kendi ülkemde bile
istihbaratçıların, ajanların, ispiyoncuların ve dedikoducuların daima
nefeslerini ensemde hissetmiştim. Bereket ki bana hiçbir zaman takabilecek bir
kulp bulamamışlardı. Şimdi bir şanssızlık yaşamamak için yabancı sıfatını
taşıdığım bu ülkede çok daha dikkatli olmam gerektiğine inanıyordum. Onun için
ileri derecede çekingen davranıyordum.
Sanırım böyle davranmakta da biraz haklıydım. Çünkü zaman zaman
bazı tuhaf şeyler olurdu. Örneğin bulunmam gereken bir toplantıya eğer
götürülmemişsem orada birtakım özel şeylerin konuşulduğunu bir şekilde
öğrenirdim!!! Bu ilişkiler içinde bulunmadığımdan memnun olurdum. Demek ki bu
gibi toplantılarda «bitirilen işler hakkında!» bazı şeyler öğrenmek ve
tarafların örtülü ilişkilerine tanık olmak bana yakıştırılmıyordu! Evet, iki
tarafın da bana yakıştıramayacağı ilişkiler sırasında hazır bulunmam elbette ki
doğru olamazdı. İster bana güvenmemiş olsunlar, ister beni kirli işlere
bulaştırmak istememiş olsunlar, ben onların bu davranışlarını bana saygı
göstermiş gibi değerlendirirdim.
Libya’da şirketimizin birçok şantiyesi vardı. Bunlar, aynı
bölgenin içindeydiler, fakat aralarındaki mesafeler pek de kısa sayılmazdı. Sirt,
Bukrein (Ebu Qurayn), Bunjim (Ebu Nujeym), Qaddahiyye, ve Wadi
Bey’den başka yerlerde de küçük çalışma yerlerimiz vardı. Merkez Büromuz
ise Trablus’ta idi. Bu şantiyeleri Einstein’la birlikte sık sık ziyaret
eder, buralarda bazen bir iki gün kalırdık. Dolayısıyla şantiye hayatını da
yakından görme fırsatını buldum. Tel örgülerle çevrilmiş geniş bir alan içinde
bir taraftan kazılmış temeller, yer yer subasmana kadar dökülmüş onlarca
tabliyeler, birkaç kata kadar yükselmiş binalar, yeni yeni siteler, camiler
yollar, kanalizasyon şebekeleri, her tarafta çalışan makine sesleri, kocaman
jeneratörün çöl semalarını çınlatan dev gürültüsü, silolar, mıcır üretim
ünitesi, silobaslar, betoniyerler, ağır iş makineleri, Mack kamyonlarından
oluşan nakliye filosu, tamirhaneler, hangarlar, malzeme ve yedek parça
depoları, her şantiyenin genel manzarasını oluşturuyordu. Fakat bunlar son
derece düzenliydi. Şantiyelerimiz, çalışma disiplini bakımından çarpıcı birer
örnek idiler.
İşçiler vardiyalarla çalışırlardı. Büyük şantiyelerimizde gece
gündüz yirmi dört saat faaliyet vardı. Bunların hemen tamamı «Karadeniz
Uşağı» idiler. Şantiye alanı içine karınca gibi yayılır, arı gibi
çalışırlardı. Bıkmak usanmak bilmeyen bu Karadenizli gençlerin yaptığı işler
çok çeşitli ve çok zordu. Hafriyat, kalıp ve demir işleri, beton ve briket
dökümü, sıva, karo, mermer ve fayans döşeme, su ve elektrik tesisatı, kapılar,
pencereler, mutfak dolapları, korkuluklar, boya, badana ve zor sayılabilecek
kadar ince işler ve baş döndürücü ayrıntılar hep bu gençler tarafından
hazırlanır, yapılır, takılır ve son şeklini alırdı. Ayrıca şantiyelerimizin tam
teşkilâtlı marangozhanelerinde inşaatın, kapı ve pencere gibi ahşap donanımları
dışında mobilya da imal edilirdi. Bütün bu çalışmalar da yine Karadenizli mahir
ustalar tarafından sürdürülürdü. Şirketimizle Libya Devleti arasında akdedilmiş
sözleşmelerde bu gibi lüks işler bulunmamasına rağmen, yetkili merciler
tarafından herhangi bir itiraz ya da yasaklama ile karşılaşmazdık. Gerek iklim
ve coğrafi şartlar, gerek gurbet hayatının doğurduğu stres, gerekse işlerin
ağırlığı ve riskleri bu gençleri oldukça sarsar ve hırpalardı. Fakat bu yorucu
işlere rağmen hepsinin de yüzü gülerdi. Aynı yörenin insanları olarak kalabalık
sayıda bir arada bulunuyor olmak, bir ölçüde onları teselli ediyordu. Bu
sıkıntıları ve gurbet acısını dindiren başka bir sebep de kazandıkları para
idi. Bunun, gerçekten fazlasını da hak ediyorlardı.
Şantiyeye uğradığım her defasında bu güleç yüzlerle
karşılaşırdım. İçim ferahlar, açılırdım. Buralar birer Küçük Türkiye gibiydi.
Akşam olunca işçi barakaları arasından Karadeniz türküleri ve kemençe sesleri
yükselmeye başlardı. Ben de gidip onları zevkle izler, onlarla özlem
giderirdim. Benim personelden ve şirketin ekâbirlerinden bir farkım da buydu.
Dinlenme saatlerinde işçilerin kümelendiği yerlere gider onlarla oturur,
dertlerini dinlerdim. Her birinin kendine göre ufak tefek şikâyetleri vardı.
Kimisi, gönderdiği havalenin ailesine ulaşmamış olmasından, kimisi bir sağlık
sorunundan yakınırdı. Elimden gelen yardımı esirgemez, sıkıntılarını onlarla
paylaşmaya çalışırdım. Beni çok sever özlerlerdi. Çay, süt ve meşrubat ikram
eder, bana yağmur gibi sorular yöneltirlerdi. O kadar çok şey sorarlardı ki
hepsine nasıl cevap yetiştireceğim diye şaşırırdım.
Sorularının büyük bir kısmı da dini konularla ilgiliydi. Bu
yüzden de sıkışırdım. Çünkü her dini soru, basit bir «ilmihal sorusu» değildir.
İslâm bütün dinlerden farklı olarak bir yönetim ve yaşam düzeni olduğu için,
dinsel (mistik ve ruhânî) sanılan bir çok konu İslâm’a göre dünyasaldır. Bu
yüzden de her sorunun çok yönlü yanıtları vardır. Bunları her zaman herkesle
konuşup tartışamazsınız. Özellikle de İslâm kültüründen yoksun, gelenekçi
kalabalıkların karşısında son derece dikkatli olmak gerekir. Yoksa kafaları
karıştırabilirsiniz; sonra da işin içinden çıkamazsınız! Belli ki işçilerimiz,
bir mahalle imamının, ya da bir Türk ilahiyatçısının ağzıyla –alışık
oldukları bir üslup içinde- konuşmamı herhalde bekliyorlardı. Oysa ben
tarikatçılardan, mezhepçilerden, dincilerden, dindarlardan, hatta onların
karşıtları olan laikçi yobazlardan yeni yeni kurtulmuştum. Çölün ortasında
böyle bir çamurun içine yeniden girmem, çok büyük bir tedbirsizlik olurdu. O
yüzden ben bu gençleri dilimin döndüğü kadar şaşırtmadan, kafalarını
karıştırmadan ikna etmeye çalışır, meselenin içinden ustaca sıyrılırdım.
İşte böyle, hep işimle ilgiliydim ve şirketin ilişkileri
dışında kimse ile temas kurmazdım. Bu nedenle de Libya’nın Tarihi, siyasal,
sosyal ve kültürel yönleriyle son zamanlara kadar ilgilenmedim. İlgilenmeye
başladığım günlerde de bu konulara sadece bir akademik araştırmacı olarak
yaklaştım. Öyle ki 1981 yılında Dr. Abdülhamit Harrama adında Libyalı
bir akademisyenle tanıştığımda, «Bunca yıldır buradasınız, sizi nasıl tanıma
fırsatımız olmadı!» diye şaşkınlığını ifade etmiş, hayıflanmıştı. Bu
tevafukun getirdiği dostluk ilgisiyle bana yönelttiği teklif üzerine uzun bir
makale hazırladım. Bu makale, «The İslâmic Call» Derneğinin 1981 yılı
bülteninde yayınlandı. Fakat Libya’da yaşayan hiç bir Türkün bu makaleyi
okuduğunu, hatta böyle bir şeyden haberdar olduğunu sanmıyorum. Çünkü –ne
ilginçtir ki- Türkleri en az ilgilendiren şey bilgidir.
Libya ile ilgili olarak öğrendiğim şeyler, her gün dolaştığım
yollarında, cadde ve sokaklarında, gördüklerimle; yerli medyadan ve zaman zaman
satın aldığım tek tük kitaplardan okuduklarımla sınırlıydı. O kadarla da kaldı.
Sözünü ettiğim bu doğal haber kaynakları, aslında mahalli dili bilen her insan
için yeterlidir. Çünkü eğer gazeteci veya araştırmacı değilseniz. Bu
kaynaklardan, yabancılığınızı giderecek çok şey öğrenebilirsiniz. Ayrıca Trablus
Fuarına uğradığım sıralarda, ülkenin turizm ve folkloru ile ilgili epeyce
bröşür almıştım. Bunlar da çok yararlı oldu. Onun için Libya ile Türkiye
arasında on yıldan fazla zaman içinde sık sık seyahat etmiş çok iyi Arapça
bilen biri olarak bu ülke hakkında malumat sahibi olduğumu söyleyebilirim.
Bunları da sizinle paylaşmak isterim.
Kapladığı alanın genişliği bakımından Afrika’nın dördüncü büyük
ülkesi olan Libya’nın yüzölçümü 1 775 000 Kilometrekaredir. Bu devasa
büyüklükteki alanın ekili bölümü eskiden sadece %1 idi. Bunun dışında kalan
kısmın %8’i otlak, geriye kalanı ise çöldü. Bir Eylül devriminden sonra
küçümsenemeyecek miktarda toprak ıslah edilmiş, büyük alanlar tarıma elverişli
hale getirilmiştir. Fakat arazinin, -sahilden uzak olan- içerideki büyük
kısmı yine de çöldür. Yeşil alanlar Akdeniz sahiline paralel olarak uzanan
yerlerdir. Tunus-Libya Sınır kapısı Ra’s el-Ejdir’den başlayarak,
Libya-Mısır sınırı İmsaid’e kadar uzanan, ülkenin Akdeniz üzerindeki
sahilinin uzunluğu 1900 Kilometredir. Bu sahil üzerinde, eni yer yer yüz
kilometreyi bulan arazi üzerinde zeytinlikler, bağlar, meyve bahçeleri ve ekili
araziler uzar gider.
Şantiyelerimizin hepsi de işte bu sahil bandı üzerinde
bulunuyordu ve Trablus ile Bingazi arasında bir alana serpilmişti. Trablus’tan
En uzak noktada bulunan şantiyelerimiz, son dönemde stratejik bir önem kazanan Sirt
kenti içinde bulunuyordu. Bunların en büyüğü Sirt’in Sapkha Mahallesi’ndeki
700 konutluk yerleşim projesiydi. İkinci şantiyemiz de Sahildeki sitelerdi.
Burası sonraları Başkent haline getirilince, Bakanlıklar bizim yaptığımız
sitelere nakledildiler. Ancak kentin altyapı projesine başlamak üzereyken ECE
İnşaat firması maalesef çökünce bu işler başka şirketlere verildi.
Trablus’tan kalkıp en uzak noktadaki şantiyelerimize varıncaya
kadar 513 kilometre mesafe kat ederdik. Sahil boyu izlediğimiz otoban üzerinde
birçok kentin yakınından geçerdik. Bunlar Garabolli, Khoms, Zeliten,
Misurata, Tavurga, ve Buqrain idi. Bu güzergah üzerinde, Khoms
yakınlarında bulunan Fenikelilerden kalma Leptis Magna harabeleri,
araştırmacıları ve geçmişi merak eden her insan için zengin bir tarih hazinesi
olarak durmaktadır. Ben bu güzergâh üzerinde yaptığım her yolculukta bu tarihi
kenti ziyarette bulunur, o göz kamaştırıcı eserlerin arasında uzun uzun turlar
atar, etrafı ibret ve hayranlık içerisinde saatlerce seyrederdim.
Bu tarihi kentin bir eşi de Sabrata Harabeler’idir. Trablus’tan
Zuwara’ya giderken yolun sağında ve sahil üzerindedir. Harabelerin
bulunduğu sahil noktasından iki kilometre kadar içeride, aynı adı taşıyan şirin
bir kasaba bulunmaktadır. Vaktiyle birinci Libya faslına rastlayan günlerimde
buraya da sık sık uğrardım. İkinci Libya Faslı sırasında da şirketimiz, baharın
tatlı günlerinde personel için piknik gezileri tertip eder, arkadaşlarla
topluca buraya gelirdik; gün boyu eğlenir, unutulmaz saatler yaşardık. Nitekim
yine buraya düzenlediğimiz bir gezi sırasında Erol adındaki bir şoförümüzü
tutan gülme krizi dakikalarca sürmüştü. Her birimizin üzerinde değişik bir etki
bırakan bu ilginç olayı halâ bütün canlılığıyla hatırlıyorum.
1976 yılında, Einstein’ımız, bu harabelerin tam
hizasında otoban üzerinde bir trafik kazası geçirmiş, Zawiye
Hastanesinde tedavi görmüştü. Bu tarihi kenti her düşündüğümde, Einstein’ı
da bu ilgi ile hatırlardım. Zaman zaman birlikte o noktadan geçtikçe de eski
günlerimizi konuşur, anılarımızı yenilerdik. Bir keresinde birlikte bu tarihi
kenti ziyaret ettik. Bütün heybetiyle karşımda duran Amphitheatre
binasını uzun uzun seyrettim. Yine zihnim binlerce yıl ötesine kadar gitti.
Derin derin düşündüm. Teknolojiden daha eser yokken; yani elektrik, makine,
motorlu taşıt araçları ve telli telsiz haberleşme araçları hiç yokken insanlar,
hayranlık uyandıran bu heybetli eserleri nasıl inşa ettiler? O burçlar, o
mermer direkler, o göz nuru ve el emeğiyle oyulmuş yontulmuş cilalanmış türlü
türlü süslerle bezenmiş mermer sütun başlıkları ve direkler; bunları düşünen,
dizayn eden ve gerçekleştiren dehalar, zevkler, hayaller ve umutlar... Bütün
bunlar beni derinden düşündürüyordu. Sonra forumları, tapınakları ve Hadriyan
Hamamlarını gezdik.
Nihayet bir yere geldik. Aklım bazı şeylere takıldı. Burası,
büyük kısmı yıkılmış yarım daire şeklinde duvarla çevrili, yaklaşık otuz
metrekare genişliğinde bir mekândı. Bir cephesi ise düz, muntazam bir duvar
olarak ayakta duruyordu. İçeride yarım daire şeklindeki duvar boyu, yan yana
dizili bulunan, tuvalet menfezlerine benzer delikler gördüm. Evet, bunlar
tuvalet delikleri olmalıydı. Ben bunları incelerken meğer Einstein, beni
dikkatle izliyormuş. Başımı kaldırıp yüzüne baktım, alay eder gibi,
«- Ne bakıyorsun?», dedi. Hemen anlamıştı. İçimden geçenleri sanki okuyordu. Tabi
O Avrupa’da okumuş bir mimardı, üstelik bir dahiydi. Ne soracağımı da hemen
hemen biliyordu. Beni hayret içinde görmüştü. Dayanamadı, bir tek soru
yöneltmeme bile fırsat vermeden oracıkta birkaç dakika içinde ilginç birtakım
açıklamalar yaptı.
Evet burası kentin genel tuvaletiydi. Demek ki binlerce yıl
önce de şehircilik anlayışı vardı. Elektrik, teknoloji, gelişmiş taşıt ve
haberleşme araçları hiç yoktu ama İnsanlar (Pi sayısını) bile henüz
keşfetmemişken toplu yaşamın bütün gereklerini ve ihtiyaçlarını o günlerde de
hesaplamış, hesaplayabilmiş, bize bugün bile parmak ısırtacak eserler ortaya
koymuşlardı.
Fakat o gün, oracıkta öğrendiğim çok ilginç bir şey oldu. Yan
yana dizili olarak gördüğüm o tuvalet delikleri arasındaki mesafeler yirmi
beşer cm. den daha azdı. Bu ne anlama geliyordu biliyor musunuz? Demek ki bu
delikler arasında kesinlikle duvar bulunmuyordu. İnsanlar o devirde buraya
girer, alt elbiselerini hemen indirir, belki de orada bulunanları selamlar ve
yan yana oturarak ihtiyaçlarını giderirlerdi. Daha açıkçası, aralarında hiçbir
duvar, hiçbir perde bulunmadan yan yana oturup çişlerini, dışkılarını ve
gazlarını çıkarır, birbirlerinin (günümüzde saklanan) organlarını
seyreder ve konuşup tartışırlardı!
İlk bakışta buranın bir umumi tuvalet olduğunu keşfetmiş olmam Einstein’a
ilginç gelmiş, zekâmı beğenmişti. Ancak bu ayrıntıları bilmiyordum. O beni
aydınlattı. Dönüşte yol boyunca da buradaki tarihi eserler üzerinde epeyce
sohbet etmiş, binlerce yıl önce yaşamış olan insanların düşünce biçimleri,
yaşam tarzları, kültür ve uygarlık düzeyleri, duyguları ve inanış biçimleri
üzerinde epeyce beyin jimnastiği yapmıştık. Derin düşünceleriyle, ilginç izah
tarzlarıyla, olağanüstü algılama hızıyla, şaşırtıcı mantık kuramlarıyla, hatta zaafları
ve fobileriyle beni hayatta en çok etkileyen bu insan, belleğimde silinmeyecek
izler bırakmıştır.
Sezebildiğim kadarıyla yaşlanma ve ölüm korkusu, bu arkadaşımın
ağır basan kaygıları arasında geliyordu. Ölümden her söz edildiğinde irkilir,
yüz ifadesi oldukça değişirdi. Ben de konuyu hemen değiştirir, daha fazla
ıstırap çekmesine engel olurdum. Vakıa ölümden korkmayan kimse yoktur. Hiç
unutmam bir gün televizyon seyrediyordum; kanalın muhabiri, Aziz Nesin’e
mikrofonu uzattı ve ona şu soruyu yöneltti:
1.
Ölümden korkuyor musunuz? Nesin, espri ile karışık şu
ilginç yanıtı verdi:
2.
Ölümden korkmuyorum demek, ben biraz hayvanım, demektir!
Bunun üzerine ben önce katıla katıla gülmüş, daha sonra da
derin derin düşünmüştüm. Hatırladıkça yine hem gülüyor, hem düşünüyorum. Çünkü
ölüm, insanları için için meşgul eder. Kimse ölüm hakkında uzun uzun konuşmaz
ama insanlar ondan çok korkarlar. Bana kalsa, insanoğlunun tarih boyunca sanat
ve eğlence adına icat ettiği her şey, (müzik, dans, spor, yarışlar, festivaller,
faşingler ve çeşitli törenler) ona ölümü unutturma amacını taşır. Ben de
çocukluğumda ve gençliğimde ölümden korkardım. Fakat kişiliğim oturdukça ve
ahirete olan imanım derinleştikçe bu korku hafifledi. Daha doğrusu, Allah’ın
hoşnutluğunu kazanıp kazanmama kaygısına dönüştü. Ne var ki arkadaşım Einstein’ın
Allah, imân ve ahiret gibi kavramlarla pek ilgisi yoktu.
İmanî ve felsefi görüşlerimiz arasındaki derin uçurumlara
rağmen Einstein ile her zaman çok düzeyli tartıştık. Tekrar etmeliyim ki
ondan çok şey öğrendim ve bu insana çok şey borçlu olduğuma inanıyorum.
***
Istırap İzleri
Yaşamım boyunca hep özel sektörde çalışmış olmam, bana daha
hareketli ve daha diri bir ruh ve beden kazandırmıştır. Bunu büyük bir nimet
olarak görüyor ve bundan dolayı da Allah’a şükrediyorum.
Devlet sektörü, sanırım böyle değildir. Orada, «salla
başını al maaşını» felsefesi daha çok geçerlidir. Özel sektöre gelince
durum oldukça farklıdır. Çünkü büyük ya da küçük olsun, eğer özel bir işletmede
çalışıyorsanız çok daha titizce izlenir ve denetlenirsiniz. Ve çünkü özel
işletmenin sahibi zarar ederse bir daha ayakları üzerinde duramayacak şekilde
çökebilir, devlete benzemez. Ayrıca özel işletmenin başındaki kimse gerçek
kişidir; devlet ise tüzel kişidir. Gerçek kişi, plan ve programlarını bizzat
kendisi yapar; ya da çok titiz bir şekilde izleyerek ve denetleyerek yaptırır.
Ama tüzel kişinin plan ve programları daima başkaları tarafından yapılır. Onun
için ikisi arasında uzun uzun anlatılacak çok büyük farklar vardır. Özellikle
de gerçek kişinin çalıştırdığı elemanın mümkün olduğunca yararlı hizmetler
vermesi için işletmeciliğin bütün kuralları titizce uygulamaya çalışılır.
Dolayısıyla eğer kaytarır, işi savsaklar, ciddiyetinizi bozarsanız çok geçmeden
sepetlenirsiniz. Patronun babasının oğlu bile olsanız böyle bir zihniyet
taşıdığız sürece her an kovulmak gibi bir akıbetle yüz yüze gelebilirsiniz.
Benim karakterimde böyle bir zihniyetin yeri olmadığı için
hizmet verdiğim her yerde daima sevildim, takdir gördüm ve kutlandım. Para
kazandırdım ama buna karşılık haklarım çok yendi. Orayı dilerseniz hiç
kurcalamayalım. Fakat başkalarına ders olsun diye –deneyimlerime dayanarak-
genç, enerjik, nitelikli dürüst ve inançlı elemanlara ıstırabımın izlerini
anlatırken ayrıca şöyle bir uyarıda da bulunmak isterim:
Çalıştığınız her yerde, emeklerinize ve başarılarınıza
sahiplenecek, onları kendilerine mal etmeye çalışacak sinsi asalaklar mutlaka
vardır. Unutmayınız ki balın bulunduğu her yerde sinek de bulunur. Arı da sinek
gibi bir böcektir fakat balı üreten odur. Sinek ise balı kirletir. Çünkü gider
pisliğe konar, sonra gelip onu balınıza bulaştırır. İş yerlerinde bulunan insan
kılığındaki sineklerin şerrinden korunmak, gerçekten güçtür. Çünkü yerine göre
gelip önce sizinkini yalarlar, ondan sonra da gidip patronunkini yalarlar.
Patronunkinden umdukları tadı alırlarsa bu kez gelip size ve sizinkine
tükürürler! Emeklerinizin ve başarılarınızın inkâr edilmemesi için bu
yalayıcılara karşı daima dikkatli olmak zorundasınız.
Çalışma hayatında genç istidatların ruhunu söndürecek,
umutlarını kıracak, hatta yaşamlarını karartacak bir tehlike daha vardır ki o
da yobazın yapacağı manevi işkencelerdir. Örneğin vicdan sömürüsüne
kapalısınız. Düşüncelerinizde aklın, naklin, mantığın ve bilimin ölçülerine
bağlısınız. Bu durumda tekkeci, tarikatçı, takkeci, Tespihçi, türbeci üfürükçü
bir yobazın hışmına uğrayabilirsiniz. O, size hep bir zındık, bir kâfir gözüyle
baktığı için her fırsatta şeyhinin kerametlerinden, menkıbelerinden, içinde
bulunduğu acayip kılık kıyafetin hikmetlerinden dem vurup kafanızı daima
şişirmeye çalışacak, sözde sizi «ıslah» etmeye uğraşacaktır. Onun amacı, sizi
«hidayete erdirmektir» (?!); kendisi ise, «dalâlet içinde» yuvarlanıp
gittiğinin farkında bile değildir!
Ancak unutmayınız ki iki türlü yobaz vardır. Birincisini
tanıttım. Bu örneğin şerrinden korunmak çok zor değildir. Çünkü bu kategoriye
giren yobaz kitleler Türkiye’de çoğunluğu oluşturmalarına rağmen ikinci sınıf
vatandaş durumundadırlar ve sindirilmişlerdir. Dolayısıyla korkaktırlar. Fakat
onları ve ülkenin tümünü ele geçirmiş bir yobaz azınlık daha vardır ki bunların
tehlikesi çok daha büyüktür. Laikçi, anıtçı, mumyacı, çelenkçi, heykelci ve
leşçi olan bu yobazlardan biri eğer çalıştığınız şirkette ya da bölümde bir soğana
bile baş olabilmişse işiniz biraz zordur. Çünkü O dış görünüşü bakımından
çağdaştır (!) Ünlü markalardan seçtiği kravatıyla pahalı, ütülü cafcaflı
kıyafetiyle, mest edici parfümüyle, parçaladığı lügatiyle epeyce
imrendiricidir. Ya da kıçına geçirdiği «blue-jean»iyle, çenesindeki keçi
sakalıyla, kulağındaki küpesiyle, jöleli saçlarıyla, o bir enteldir,
sanatçıdır, ya da «aydın»dır (!) Üstelik yasalar da ondan yanadır!!! İşte bu
adam, beynindeki heykellerden her gün bir kaçını çıkarıp başınıza balyoz gibi
indirebilir; travma geçirmenize neden olabilir. Onun örümcek dolu kafasındaki
tanrıların hiç biri, gerçekte Allah’ın yarattığı bir eşek kadar bile bu dünyada
işe yaramadığı halde onların büyüklüğünden, kahramanlıklarından, ne kadar yüce
olduklarından (!) her gün, her fırsatta laf açarak, nutuklar atarak,
hokkabazlıklar yaparak beyninizi yıkamaya, imanınızı gölgelemeye, vicdanınızı
karartmaya, -elinden gelirse- sizi kışkırtıp suçlu duruma düşürmeye
uğraşır durur; ta ki sizi bıktırıp çileden çıkarıncaya kadar. Bu iki sınıf
yobazın tehlikelerine karşı son derece uyanık olunuz ve unutmayınız ki Turan
Dursun’un tırlatmasına neden olanlar, Abdurrahman Dürre’yi çileden
çıkaranlar, Edip Yüksel’in beynini sulandıranlar, Evranosoğlu’nu
zındıklaştıranlar ve Hasan Mezarcı’yı tımarhanelik edenler, işte bu
mezarcı iki yobaz takımdır! Bu iki tür mürteci yobazın manevi işkencelerine
daima uygun çareler bulmaya çalışınız. İlmin, İslâm’ın ve aklın çareleri
tükenmez.
Ben de iş hayatım boyunca bu iki tip yobazın arasında sıkışıp
kaldım. Libya’ya gidince Tarikatçı yobazından bir dereceye kadar kurtulmuştum.
Fakat bu kez de bir sürü laikçi yobazın arasına düştüm. Çenemdeki bir tutam
kıla gözleri takıldıkça sinirlenir, kırmızı bez görmüş İspanyol boğası gibi
kızarıp bozarırlardı. Acaba ne yapalım da bu adamı biraz daha ezelim? Ne
diyelim de onun vicdanını bugün de biraz daha örseleyelim? Putumuzun neyini
bugün –hiçbir ilgi yokken- ballandıra ballandıra anlatalım da sırf bu
adamı şu çölün ortasında çatlatalım, diye soru bulmakta âdeta yarışır
gibiydiler. Beni aşağılayıcı gözlerle süzüp durularken bütün bunları
hissederdim. Bir hınç kaynardı, bir öfke fokurdardı içlerinde. Eğer isteseydim
hiçbir putoşa kıçının kılı kadar önem vermeyen Libyalı istihbaratçılara
onları teslim edebilirdim. Putun ne olduğunu onlara anlatırlardı! Fakat buna
hiçbir zaman tenezzül etmedim.
Putoş
deyince, yıllar sonra 09 Nisan 2003 günü Bağdat’ta, paldır küldür yıkılıp yerle
bir edilen Saddam’ın heykeli gözümün önünde canlandı. O anı hiç
unutamam. Keyifle ve ibretle seyretmiştim. O sırada şu sözcükleri
mırıldanıyordum: «Allah’ın ne kadar da azametli bir otoritesi var, bir
zalimi başka bir zalime musallat ediyor ve domuzu köpeğe boğduruyor! Hiç kuşku
duymuyorum ki bütün putoşlar er veya geç, günün birinde bu sonla karşılaşırlar;
putoşçular istemese de...»
Zaman zaman putları -işte böyle yerle bir edildiği için-,
putçular sürgit streslidirler. Onun için eften püften bahane bulup mutlaka
birine çatmak isterler. Libya’da bulunduğum yıllar önce bir gün işte bunlardan
biri bana zakkum gibi acı bir soru yöneltmişti. Kalabalığın içinde ağzını
köpürterek havlar gibi aynen şöyle demişti;
- Hoca! Sen hiç domuz eti yedin mi?
Evet, aynen böyle havlar gibi konuşuyordu. Hiçbir ilgi de yoktu
onun bana böyle bir soru yöneltmesi için... Ama laikçi kaşınıyordu. Belki hiç
karşılık vermeye tenezzül etmemem gerekirdi. Çünkü küçükken annemden duymuştum;
bana bir keresinde şu öğütte bulunmuştu: «Oğlum hiç kimseye hakarette
bulunma, hele birinin saygı duyduğu şeye asla sövme. O da tutar senin saygı
duyduğun değerlere söver. Üstelik, saygıya yaraşmayan kendi kutsalının öcünü,
senin saygıdeğer kutsalına sövmekle alır! Sonunda da dönüp sana şöyle der:
“Sövme alçak babamı, söverim paşa babanı”»
Yıllar sonra Kur’an-ı Kerim’de annemi doğrulayan âyetler
bulmuş, hayret etmiştim. Evet, Nisa Suresi’nin 140. ve En’am Suresi’nin
108. âyetleri annemi doğruluyorlardı. Fakat ben bu laikçi yobazın «alçak
babasına» sövmemiştim ki. Durup dururken o bana hakaret etmişti. Dolayısıyla
annemin öğütlerini o anda hatırlamam için bir neden yoktu. Bir anda beynime kan
sıçramış gibi oldu. Kendime hakim olamadım, ağır biçimde tahrik olmuştum.
Laikçiye çok çirkin bir karşılık verdim. Ona bir soru sordum. Ne dedim bilir
misiniz?
3.
Sen de Ananı hiç ......tin mi?!!!!
Laikçi kazığa oturmuş, «yanıtını» almıştı. Bereket sustu.
Bunların sürekli havlayan tipleri de vardır. Siz taşladıkça o daha çok havlar
ve daha çok saldırır. Sonunda yorulan siz olursunuz. Unutmayınız ki köpeğin
kudurmuşu, ayının kudurmuşundan daha beterdir!
Yalnızca çalışma hayatımda değil, çocukluğumda, öğrencilik
günlerimde, seyahatlerim sırasında ve -İstanbul’a taşındıktan sonra-
komşularımızın bize karşı zaman zaman sergiledikleri tutumda da birçok kez
yüreğim dağlanmış manevi işkenceler yaşadım. Doğuda, vaktiyle halkının tamamı
Kürtlerden oluşan bir çevre içinde yaşarken -Arap bir aile olduğumuz için-
hiç kimse bizi küçümsemezdi. Esasen Arap, Kürt Türk ayırımı diye bir zihniyet
yoktu Kürtler arasında... Oysa biz İstanbul’a taşındıktan sonra, hele
çocuklarımız büyüyünce çevremizden zaman zaman ilginç tepkilerle karşılaştık.
Fatih gibi sözde çoğu «dindar» ve «muhafazakâr» bir çevrede bile
çocuklarımızın, mahalledeki yaşıtları tarafından «Arap Arap, eski çorap!»
diye alaya alındıklarını sık sık duyardık. Demek ki bu masum çocukları böyle
etkilemiş olan anne ve babalar vardı. Bu sadece bizi üzmekle kalmıyor, aynı
zamanda çocuklarımızın geleceği hakkında derin derin düşünmemize de yol
açıyordu. Bu ayırımcılığı yapanlar kimlerden ve nereden güç alıyorlardı? Bu çok
önemli bir soruydu. Önce bunun yanıtını bulmak gerekiyordu. Tarikatçıların
uğradığı baskılar bile, -onların, yanlış yollarla da olsa- biraz İslâm’a
bulaştıklarından kaynaklanmıyor muydu; ve İslâm’ın dili olan Arapça’ya
(yanlış şekillerle de olsa) ilgi duydukları için onlar da aynen bizim gibi
manevi işkencelere uğramıyorlar mıydı? İşte yanıt bulunmuştu. Demek ki suçumuz
Arap ve Mü’min olmaktı!!! Ama biz daima sağduyumuzla hareket ettik. Biliyorduk
ki bu ülkede sadece ırkçılar, tarikatçılar, laikçiler ve Mitüdistler yaşamıyor;
küçük bir azınlık bile olsalar Türk kökenli çok sammi mü’minler de
yaşıyorlardı. Onlar bizim kardeşlerimizdi. Nitekim bu değerli insanlarla her
karşılaştığımızda ıstıraplarımız birazcık diniyordu. Çünkü onlar da aynen bizim
gibi baskı altında yaşıyorlardı. Hem de bizzat soydaşları tarafından reva
görülen aşağılayıcı muamelelere maruz kalarak...
Bu gerçeği anladıktan sonra, tek çarenin «develeri gütmek»
olduğunu kararlaştırdım. Açık söylemem gerekir; ailece çok istekli olmamıza
rağmen –ezilecekleri kaygısıyla- çocuklarımıza Kur’an okutmadık; evde
mümkün olduğunca Arapça konuşmadık. Aynı zamanda ailemden kimseyi ne Libya’ya
ne de herhangi bir Arap ülkesine hiç mi hiç götürmedim. Çünkü öküzün altında
buzağı arayanlar olabilirdi! Dolayısıyla çocuklarımız Arapça’yı öğrenemediler. Tarikatçılık,
ırkçı-Hanefîst Sünnîlik, Mitüdizm, laikçilik, Şâfiîzm,
Vahhabilik ve Alevîlik gibi bozuk inanış biçimlerinin etkilerini
yaşamamaları için onlara Kur’an ve Sünnet ışığında gerçek İslâm’ı evde
öğretmeğe çalıştık. Böylece onları Amerikancı Sünnîlerle, Solcu Alevîlerin
şerrinden uzak tutmayı başarabildik, ancak –bu binbir surat ülkenin
şartlarında- hem çok sıkıntı çektik, hem de bu çocuklar son derece
yalnızlık hissettiler. Artık kimseye güven duyguları kalmadı.
Bir nebze anlattığım bu ıstırapları çok çektim. Ama hayat
güzeldi. Yaşamaya değerdi. Çifte yobazın arasında sıkışıp kahretmenin hiçbir
alemi yoktu. Onun için hep teselli olmaya çalıştım ve tedbirli davrandım. Benim
teselli kaynağım çok güçlüydü. Himayesine sığınmış bulunduğum biricik güç, Yüce
Rabb’imdi. Kâinatın yegâne yaratıcısı, tek, eşsiz, başlangıçsız, sonsuz,
ölümsüz, ihtiyaçsız ve egemenliği sınırsız olan Allah’ın korumasını daima
üzerimde hissettim. Namlunun ağzında yaşadığım günler de oldu, ama bu duygumu
ve bu inancımı asla yitirmedim. Bu kesin, köklü ve güçlü imanımın ve duygumun
belki de ödülü olarak Allah Teâlâ beni yobazların şerrinden her zaman korudu.
Onlardan biriyle aramda sorun çıktığında hiçbir zaman beni savunacak bir müridin,
bir dalkavuğun, bir yalayıcının yanımda olmasını beklemedim. Onun için Allah’ın
lütfuyla her zaman başarılı oldum.
Bu iki mürteci zümre hakkında yıllarca süren gözlemlerim ve
edindiğim belgesel izlenimler, Türkiye’deki bütün olumsuzlukların kaynağı olan
tutuculuğun nedenlerini yakalamamı sağladı. Özellikle Mitüdizm’in (Milli
Türk Dini’nin) içyüzünü, kadavracı ve laikçi öğretisini belgesel olarak öğrenme
olanağını buldum. Dolayısıyla benim bu konudaki birikimim, onlardan çektiğim
manevi işkencelere ve ıstıraplara değdi.
Bu ilgiyle saptadığım gerçekleri belgesel ve çarpıcı bir anlatımla «Öteki
Türkiye’den Son Manzaralar» adı altında kitaplaştırdım. Bununla büyük
teselli buldum.
Libya’dan döndükten sonra çeşitli yobaz kalabalıklar üzerinde
araştırmalar yaptım. Sağcısından solcusuna, liberalinden devletçisine,
hümanistinden ırkçısına, lâikçisinden tarikatçısına, masonundan satanistine
kadar her birinin kafasındaki örümceklerin cinsini tanıdım. Zavallıydılar;
aslında onları küçümsemiyor, onlara acıyorum. Sarıklı cübbeli, bodurlu, yakası
yağlı, kulağı kir dolu sofular; türbelerin, sandukaların etrafında kendinden
geçmiş dua eden dindonoşlar; Şişli’de, Teşvikiye’de cenaze alkışlayan
«kafakağıdı müslümanoşları», mozoleci, katafalkçı laikçiler; mevlitçiler,
ıskatçılar, çuvala girip ant içen masonikler... Bu kategorilerin hepsinin de
hastalığı aynı mikroptan kaynaklanıyordu. Hepsi de Allah’tan başka şeylere
tapıyorlardı. Hepsi de boşlukta yüzüyorlardı. Samimi bir materyalist kadar bile
düşünemiyorlardı. Onun için birbirlerinin yakasına düşmüşlerdi. Hiç birinin de
öbüründen farkı yoktu.
Yaşamım boyunca iş ortamında her zaman bu kategorilerden
insanlarla birlikte çalışmak zorunda kaldım. Nadiren düzeyli bir mü’min kişiye,
ya da haddini bilen kültürlü geniş ufuklu bir materyaliste rastladım. Bu iki
kategori insanla oturup rahatça tartışabilirsiniz. Ama heykeletapar bir
laikçiyle ya da şeyhetapar bir tarikatçıyla akıl ve mantık dairesinde asla
tartışamazsınız. Bunların arasında uzun yıllar büyük bir ıstırap içinde
yaşadım. Onlarca yıl süren o yoğun işler, o koşuşturmalar beni asla yormadı,
beni hiç usandırmadı. Fakat yobazların, mürtecilerin manevi işkencesi beni
sürekli incitti, yüreğimin içinde acı veren izler bıraktı. Her şeye rağmen bu
sınavda iki başarı kazandım. Bunlardan biri şirkin ne mendebur bir hastalık
olduğunu öğrendim. İkincisi de -özellikle İkinci Fasıl Libya dönemimde-,
birlikte çalıştığım kadro elemanlarıyla öyle esnek ve kıvrak bir strateji
anlayışı içinde çalıştım ki onlardan bu hastalığa yakalanmış birileri var
idiyse de hemen hemen farkına varamadım. Çünkü artık bağışıklık
kazanmıştım.
Libya’dan Dönüyorum
İkinci Libya Faslım 1986 yılı sonlarında noktalandı. Ben yine
Türkiye’ye döndüm. Yeni bir iş, yeni bir hayat için birtakım programlar
yapıyordum. Tabi ki evde oturamazdım. Canlılığımdan ve enerjimden hiçbir şey
yitirmiş değildim. Üstelik yenilenmiş, deneyimler kazanmıştım. Fakat bu kez
Türkiye eskimişti...
Evet, sokaklarda, otobüs duraklarında artık insanlar makineli
tüfeklerle taranmıyor, kalabalıklar her gün meydanlara dökülüp gösteri
yapmıyorlardı. Duvarlara, vaktiyle karşıt kampların yazıp çizdiği sloganlar da
gri boyalarla sıvanmıştı. Türkiye’ye makyaj yapılmıştı. Bu makyaj, duvarları
değil, gözleri boyamıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin yorgun yüzünü örtemiyordu.
Başka bir devir başlamış, Türkiye 12 Eylül dönemine girmişti.
İstanbul’un Fatih Semti’nden Ankara’ya bir tarikat köprüsü kurulmuştu. Fatih’in
Kıztaşı semtinde entelektüel Nakşibendîlerden oluşturulan kadrolar Ankara’da
işbaşına gelmişlerdi. Bu sırada Özalizm’in hem doktrini hazırlanıyor,
hem aynı zamanda yıldırım hızıyla uygulamaya konuyordu. Türkiye gerçekten
başkalaşmış, görünürde gençleşmiş, liberalleşmişti. Artık «Serbest Piyasa
Ekonomisi» vardı; Dolar vardı, Mark vardı... 163., 141. ve 142. ceza maddeleri
kaldırılmış «özgürlükler genişletilmişti». Yani artık magandalar cep
telefonuyla uçakların içinde bağıra
bağıra konuşarak hava atabilecek, gazlarını bile parfüm niyetine sosyetiklerin
burunlarına boşaltabileceklerdi! Türkiye hipnoza girmişti ve beş on yıl sonra
nasıl uyanacağını o günlerde pek tahmin edemiyordu.
İşte bu dönemde Türkiye’ye sözde kesin dönüşle gelmiştim ki
Şirketten yine davet aldım. Libya’da çöken ECE, yeniden dirilmek için
başka bir yol deniyordu. Bu şirkette emeklerim, hizmetlerim ve başarılarım
vardı. Beni elbette ki kara kaşım kara gözüm için çağırmıyorlardı. ECE,
bu kez ESKA ile flörte girmişti. Amaç belliydi. Eska’nın arkasında
siyasal bir güç vardı; papatyalar vardı! Benden ve bunlardan yararlanarak
Ezrail’e meydan okumak istiyordu.
Ben bu daveti almadan kısa bir süre önce Prof. Dr. Yusuf
Ziya Kavakçı aracılığıyla bir vakıftan da davet almış, burada fiilen işe de
başlamıştım. Çeşitli fakültelere devam eden üniversite öğrencilerine burada
ders veriyordum. Hayatımın en ilginç günlerinden bir kısmını da işte bu vakıfta
geçirdim. Hem bir yandan ECE-ASKA İnşaat konsorsiyumunun danışmanlığını
yapıyordum, hem aynı zamanda bu vakıftaki derslerime devam ediyordum. İlginç
günler yaşadım dedim ya, bunun ilginçliği neresinde diyeceksiniz. Acele
etmeyin, yeteri kadar anlatacağım.
Seyahatlerim sık dönüşlerle sürmüş olsa bile on beş yıl gibi küçümsenemeyecek
bir süre boyunca Türkiye’nin doğal atmosferinden uzakta kamış olmaktan dolayı
ülkemdeki birçok gerçeğin içyüzünü, sokaktaki vatandaş kadar bile net olarak
bilemiyordum. Bunu içtenlikle söylüyorum. Özellikle de yetmişli yıllarda yaygın
olan anarşinin ve kamplar savaşının gençliği tamamen değiştirdiğini, onu kısmen
Batı düşüncesinin, kısmen de Marksist düşüncenin potasında erittiğini
sanıyordum. Meğer öyle değilmiş.
Ben hayatta nereye gittiysem oraya her şeyden önce bir sosyolog
gözüyle bakmaya alıştım. Çünkü çevrenizin sosyolojisini eğer bilmezseniz orada
rahat yaşama olanağını bulamazsınız. Ve çünkü dünyanın neresinde bulunuyor
olursanız olunuz, arasında yaşadığınız insanların eğer, psikolojisini
keşfetmezseniz, nelerden hoşlanıp nelerden nefret ettiklerini öğrenmezseniz,
dolayısıyla –hayatı her bakımdan onlarla paylaşmasanız bile- zevklerine,
düşüncelerine, inanışlarına ters düşmekten sakınmazsanız, mutlaka başınıza dert
açarsınız.
Onun için çevremi çok iyi tanımalıydım. Önceleri konuştuğum her
kelimeye dikkat ederek ilişkilerimi sürdürdüm. Haksız değildim. On beş yıl
dışarıda kalmıştım. Üstelik her taraf istihbaratçı kaynıyor diye duyardım.
Arapça öğrettiğime göre çok daha dikkatli olmalıydım. Çünkü Arapça öğretmek ya
da öğrenmek eroin satmak kadar tehlikeliydi! Bir şanssızlık yaşamak istemezdim.
Ben Türkiye’ye daha yeni gelmiş ve bu işe de yeni başlamıştım. Ders verdiğim
öğrencilerimin hepsi de Lise kültürü almış gençlerdi. Ama onları yakından
tanımıyor, aileleriyle tanışmıyordum.
Fakat Vakfa alınmaları sırasında onlarla yaptığım mülakat, bana
çok yönlü, önemli ipuçları verdi. Edirne’den Karsa kadar, Türkiye’nin hemen her
yerinden gelmiş olan bu gençlerin inanışları ve dünya görüşleri arasında hemen
hiçbir fark yoktu. Beni şaşırtan en çarpıcı gerçeklerden biri bu oldu. Evet
bunlar rasgele bize gelmiş değillerdi. Bu gençler, daha çok «muhafazakâr»
diye niteleyebileceğimiz ailelerin çocuklarıydı. Hangi kapıyı çalacaklarını iyi
biliyorlardı ve bize bilinçli olarak gelmişlerdi. Ama hepsi de inanç ve düşünce
bakımından tornadan çıkmış gibi idiler.
Öğrencilerimi seçerken bir endişem vardı. Acaba aralarında
tarikat tuzağına düşmüş biri, ya da suret-i haktan gözüken gizli bir laikçi,
bunların arasında bir gün karşıma çıkacak mıydı? İki yıl kadar süren
birlikteliğimiz sırasında bu kaygımı doğrulayan hemen hiçbir şanssızlıkla
karşılaşmadım. Tarikatçı bir tek öğrenci bulunduğunu sonra fark ettik. O da
kısa bir süre sonra ayrıldı.
Bu gençlere Arapça olarak: tarih, coğrafya, sosyoloji, mantık,
felsefe sağlık ve genel kültür konularında çeşitli dersler veriyordum. Ancak
Türkiye’nin hemen bütün gerçeklerini de onların üzerinde sürdürdüğüm gözlemler
yardımıyla öğrenmeye çalışıyordum. Onlar benim laboratuarımdaki asistanlarım
gibiydiler. Onları çok sevdim; onlara yüreğimi, beynimi verdim; onları
Kur’ân’ın, aklın ve bilimin ışığında aydınlatmaya çalıştım… Arada bir seyahate
çıkardım; vedalaşırken buruk buruk bakışırdık, gözlerimiz dolardı.
Havalandıktan sonra bulutların üzerinde onlara dua eder, dönüşümde de sevinsin,
moral bulsunlar diye bunu onlara anlatırdım. Duyunca neşelenir, sevinçten âdeta
uçar gibi olurlardı. Seyahatten her dönüşümde yurdun odaları, salonu cıvıl
cıvıl olurdu. Artık alışmışlardı beni yolcu ettikleri her defasında bir istekleri vardı: «Bize, yine bulutların
üstünde dua et, olur mu Hocam!». Hüzünle karışık gülümsemeli çehrelerle beni
uğurlamak isteyen bu temiz yürekli gençlere veda ederken, istediklerini mutlaka
yerine getireceğime söz verir, sözümü yerine getirirdim. Onları, yüreğimin
derinliklerinde dünyanın birçok yerine taşıdım. Bu gençlere sadece kitapların,
sayfaların ve satırların kalıpları içindeki standart şeyleri değil, aynı
zamanda sevgiyi ama gerçek sevgiyi, insan sevgisini, doğa sevgisini ve yaşama
sevincini de aşıladım.
Onlarla birlikte ben de, yeniden bir gurbet yaşıyordum. Evet,
İstanbul’daydım; evimin bulunduğu kentteydim; fakat evimde değildim. Bu
çocuklarla o kadar kaynaşmıştım ki Vakıfta bana tahsis edilen lojmandan artık
ayrılmıyordum. Onlar gündüz fakültelere dağılırlarken ben de kendilerine
çeşitli dersler hazırlamaya koyulurdum. Burası benim için tam bir ihtisas okulu
haline geldi. O zamana kadar hiç ders vermemiştim. Hatta başarılı olup
olamayacağım konusunda, ilk başlarda tereddüt bile ediyordum. Fakat
öğreticilikte bu suretle âdeta bir formasyon kazandım. Ayrıca Türkiye’nin
sosyolojisi üzerinde yoğunlaştım. Ülkemi yeni keşfetme olanağını bulmuştum.
Doğup büyüdüğüm vatanımı âdeta baştan tanımaya çalışıyor, yeni şeyler
öğreniyordum.
Öğrencilerimin çok geçmeden ufukları genişledi. Çünkü çok yönlü
birer kişilik kazanabilmeleri için kaliteli bilgi ve birikime sahip olmaları
konusunda onları sürekli yüreklendirirdim. Bu etkiyle merakları arttı. Nitekim
her birinin dolabında ders kitaplarının yanı sıra çeşitli yayınlar da bulunmaya
başladı. Onları bana getirip gösterirlerdi; inceler, hayranlık duyardım. Çünkü
merak güzel şeydir. Başınızı derde sokmayacak her şeyi öğrenmenin genelde
yararı vardır. Onun için önce okulda başarılı olmayı, ondan sonra arta kalan
zamanlarını yararlı bilgi için kullanmayı onlara öğütlerdim. Kaliteli bilgi
almış, nitelikli birer insan olarak yetişmelerini çok istedim. Sağlık, ahlâk ve
moral bakımından da şanslıydılar. Saplantıları yoktu. Hiçbir konuda fanatik
değillerdi. (Irkçı-Osmanlıcı-Muaviyeci-Hanefîst) Türk Sünnîliğinin aşırı
etkileri de yoktu bu çocukların üzerinde. Yaşlı ve orta kuşaktan daha kolay
İslâmlaşabilirlerdi. Bu vasıfları bana hep umut verdi.
Fakat çok geçmeden onlardan ayrıldım, ayrılmak zorunda kaldım.
Çünkü Vakfın kurucuları tarikatçı idiler. Bu değerli gençlerin hemen hepsi de
yüksek öğrenimlerini tamamlayıp hayata atıldılar. Hepsi de başarılı oldular.
Bunda az çok emeğim bulunduğu için sevinçliyim. Ama onları Kur’an’daki gerçek
İslâm’la yeterince tanıştırabilme fırsatını ne yazık ki bulamadım.
Bu vakıfta verdiğim değerli emeklerden birinin telef olmasına
çok üzüldüm. İbn Teymiyye’nin ünlü öğrencilerinden İbn Qayyım
El-Cewziyye’ye ait «Hidaye’tul-Hayârâ» adlı eseri bir yıl boyunca
Türkçe’ye aktarıp tamamladım. Bu tercüme hemen yayınlanacaktı. Fakat bir süre
sonra, -sözde bazı taşınmalar sırasında- kaybolduğunu bana haber verdiler
(!) Türkiye halkının bir bilgi toplumu olmadığını öteden beri bilirdim. Ancak
bu olaydan sonra saptadığım bir dizi gerçek, bu kanaatin doğru olduğunu
kanıtladı.
Bu vakıfta karşılaştığım bütün olumsuzluklara rağmen beni
sevindiren ve teselli eden bazı güzel şeyler de oldu. Bunların başında iki
öğrencimin gazeteci olarak yetişmesidir. Bunlardan biri Nedim Odabaş,
öbürü de Şükrü Kamber’dir. Bu iki harika çocuğun ve benzerlerinin önünde
elbette ki çok büyük engeller vardır. Türkiye’de Masonlara, siyonistlere ve
onlara uşaklık eden ırkçı ve laikçi haşerelere eğer kuyruk olmazsanız, onlara
yaltaklık etmezseniz bu mesleklerde asla yükselemez, cevherinizi ortaya
seremezsiniz! Ama ben bu iki değerli öğrencimin, meslektaşları arasında layık
oldukları yere kısa zamanda gelebileceklerine bütün kalbimle inanıyor ve onlara
dua ediyorum.
Bir yandan bu vakıftaki hizmetlerim devam ederken öbür yandan
da ECE-ESKA İnşaat Konsorsiyomu’ndaki görevimi sürdürüyordum. Arada bir
Patronlardan Selim Edes’le Trablus’a gidiyor orada iş görüşmelerinde
bulunuyorduk. Libya’da bir süre önce çökmüş ve işlerini yarıda bırakıp çekilmiş
Türk şirketlerinden kalma birçok inşaatlar vardı. Bunlar depremden geriye
kalmış birer harabe manzarasını andırıyorlardı. Libya hükümeti bunları
tamamlatmak istiyordu. Ayrıca başka yeni projeler de vardı. Biz, Afenko
adında Libyalı bir şirketin daveti üzerine gidiyor, bu firmanın yetkilileriyle
sık sık görüşüyorduk. Taraflar arasında düzenlenen ön protokole ait metnin
hazırlanmasında Afenko’nun hukuk müşaviri ile birlikte çalıştım.
Sözleşme, artık imza aşamasına gelmişti ki ESKA birden çöktü. Şirket,
kısa zamanda el değiştirdi. Ben de çok geçmeden ayrıldım. ESKA’nın
durumunu artık medya’dan izliyordum. Selim Edes zor günler yaşıyordu.
Bir ara tutuklandı ve sonrası malum...
Ne ilginç değil mi?! Yakınında bulunduğum adamlar meğer tekin
değillermiş! İyi ki bu yüzden bir şanssızlık yaşamamışım. Bu adamların izini
süren medya ifritleri bize de o günlerde kafayı takabilirlerdi. Mesele haber
yaratmak değil mi! Oysa bu adamların, perde arkasında ne yaptıkları hakkında
hiçbir şey bilmiyordum. Nitekim kanlı hesaplaşmalarını medyadan öğrenince
parmaklarımı ısırmış, bana bir şanssızlık yaşatmadığı için Allah’a
şükretmiştim.
ESKA’dan
ayrıldıktan kısa bir süre sonra Vakıftaki görevimi de bıraktım; fakat
öğrencilerimin çoğu ile hâlâ görüşüyorum. Onların başarılarını mutluluklarını
gördükçe seviniyorum. Özellikle bir gazetenin köşe yazarlarından olan Nedim
Odabaş büyük bir vefa örneği vererek, fırsat buldukça beni arıyor. 1987 ve
88 yılları da böylece geride kalmış oldu.
Çok kısa bir süre sonra, Marmara Üniversitesi Öğretim
Üyelerinden Prof. Dr. Ali Özek Bey’in teklifi üzerine bu kez de İslâmî
İlimler Araştırma Vakfı’nda danışman olarak görev aldım. Buradaki
çalışmalarım 1990-91 yıllarına rastlamaktadır. İlginç bir çalışma sistemi vardı
bu vakfın... Aynı sistem halen de devam etmektedir. Vakıf önce istişareler
sonucu felsefî, ahlâkî ve sosyal bir konu saptamakta, bunu milletlerarası bir
konferans çerçevesinde bilimsel tartışmaya açmakta, dünyanın birçok
üniversitelerinden ilim adamlarını davet ederek, yaptıkları konuşma metinlerini
ve verdikleri tebliğleri kitaplaştırmaktadır. Bu vakfın şimdiye kadar
kitaplaştırdığı konular 33’ü bulmuştur.
Özel sohbetler şeklinde icra edilen istişarelerde, toplumun ve
ümmetin manevi sıkıntılarını gidermeye çabalarken İslâmî ilimler Vakfı’nın,
evrensel düşünme eksenine bağlı eğiliminin güçlendirilmesine katkıda bulunmak
için fırsat buldukça rolümü üstlenmeye çalıştım. Bu kuruluşta çalışmak çok hoşuma
gidiyordu. Çünkü konularımızın tümü eğitici ve bilimseldi. Ancak ben burada bir
şey üretemiyordum. Oysa artık kağıda dökecek çok şeyim vardı.
İşte bu sırada bir ilâhiyât doktorunun bana yönelttiği teklif
üzerine, İlmî araştırmalar yapmak üzere yeni bir vakıf kuracaktık. Teklifini
hemen kabul ettim ve 1992 yılında bu vakfı kurduk. Yaşamım boyunca üyeliğini
kabul ettiğim tek kuruluş budur. Bu Vakfın dışında, ne Türkiye’de ne de başka
bir ülkede hiçbir derneğe, hiçbir vakfa, hiçbir siyasi partiye ve teşkilata üye
olmadım. Hiç geçerli oy kullanmadım. Nitekim 2003 yılında bu vakıftaki kaydımı
da sildirdim.
Bu vakfı kurduğumuz şahısla zaman zaman oturup sohbet etmiş,
toplumumuzun çok önemli bir sorununu saptamıştık. Bu sorun tarikatçılıktı.
Türkiye’de çeşitli toplum hastalıklarını kendine dert edinmiş insanlar elbette
ki vardır. Ama tarikatçılık sorunu üzerine eğilen hiçbir kişi ve kuruluş yoktu.
Bu kanserin artık masaya yatırılması gerekirdi. Ancak bu o kadar da kolay
değildi. Bu girişimin çok büyük riskleri ve ağır bedelleri vardı. Çünkü
Nakşibendîlik ve Nurculuk Türkiye’yi ahtapot gibi sarmıştı. İslam'a bürünmeye
çalışarak İslam'ın altını oymak için türemiş olan bu iki dinin baş aktörleri,
seksenli yıllardan itibaren egemen laikçi azınlıkla anlaşarak daha yıkıcı
etkiler uyandırmaya başladılar. Dolayısıyla bunlara karşı mücadeleye kalkışmak
kendi ipimizi çekmek anlamına gelirdi.
Ama çok büyük bir avantajımız vardı. Ben vaktiyle ünlü bir
ailenin çocuğu olarak kalabalık bir Nakşibendî cemaatinin liderliğine, babadan
kalma verasetle getirilmiştim. Üstelik entelektüel düzey bakımından bu
tarikatın bütün cemaatlerinin başında bulanan kimselerle ilim platformlarında
hesaplaşabilecek birikme de sahiptim. Nitekim zamanla gerçekler bunu kanıtladı.
Çünkü yayınladığım «Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik» adlı çalışma,
binlerce nüsha olarak ikinci baskısını da neredeyse tüketmek üzere olmasına
rağmen tarikatçı odaklarından hiçbir ses çıkmadı. Bu çalışmayı yayınladığım
tarihten beri, yaklaşık on yıl kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen, onlardan
hiç kimse en ufak bir reddiye bile yazmaya cesaret edemedi. Hatta yakınım olan
bir şeyh, bu çalışmamın genişletilmiş Arapçasını (daha yayınlanmadan) ele
geçirmiş, 700 sayfalık bu kitabı bir gecede okumuş, küplere binmişti. Yıllarca
müderrislik etmiş olan bu zat bile birkaç satır reddiye yazmaktan aciz kaldı ve
nihayet 2006 yılının kışında bu hasret içinde öldü!
Yeni arkadaşımla İşte bu gerçekleri tahmin ettiğimiz için
Nihayet kesin kararımızı verdik ve yola çıktık. Ancak Vakıfta çok planlı ve
disiplinli bir ilmi çalışma ortamını oluşturamadık. Sanırım bunun iki engeli
vardı. Birincisi etrafımıza hemen kümelenen kalabalığın bizi çok meşgul etmesi
oldu. Bu insanlar esasen sahip bulundukları fıtri iç temizlik sayesinde
Allah’ın lütfu ile gerçeklerin kokusunu almış bize koşmuşlardı. Ama bu kez ben
onlara yetemiyordum ve dağılıyordum. Çünkü ben bir vaaz hocası değildim. Bu iş,
ne benim mesleğimdi, ne de böyle bir niyetim vardı. Üstelik vakfımız da bir
fetvahane değildi. Ama ben bunu kimseye anlatamıyordum. Oldum olası çay ve
portakal sohbetlerini de sevmiyordum.
Evet işte birinci engel bu idi. İkinci engel de benim
boyunduruk tanımayan ve hep yalnız çalışmak isteyen ruhsal yapım oldu. en ufak
bir tıkırtı bile benim konsantrasyonumu alt üst etmeye yeter. Böyle bir
yaradılışım var. Düşünsel çalışmalarımı daima yalnız ve sessiz bir yerde yapmak
isterim. Başka çarem de yoktur. Çünkü zihnim derhal dağılır ve kolay kolay da
onu toparlayamam. Bir mesele üzerinde tam yoğunlaşmışken dışarıdan duyduğum bir
klakson sesi bile benim asabımı bozmaya yeter. Hayatım boyunca bu sorun beni
hep meşgul etti. Ama yine de hayatı çok sevdim. Ona olan aşkımdan hiçbir şey
yitirmedim. Onu, sırf zinde bir ruh ve bedenle kucaklayabilmek için uyanır
uyanmaz her sabah spor yaptım. Yeri gelince bu konuda da sizi aydınlatacağım.
Yaşam Pişirdi Beni
Yukarıdan beri izlediğiniz gibi yaşam işte beni bu kazanlarda
sürekli pişirip durdu. Sözünü ettiğim vakfa da 1994 yılı başlarında veda ederek
İstanbul-Küçükyalı’daki evime kapandıktan sonra ancak birikimlerimi
kağıt üzerine dökme olanağını bulabildim. Biraz sonra bunların içerikleri
hakkında size özet bilgiler vereceğim. Gerek insanlık, gerekse arasında
yaşadığım toplum hakkında neler düşündüğümü; sevgi, saygı, barış ve mutluluk
dolu bir dünyaya hangi yollardan ulaşılabileceğine inandığımı; kaygılarımı,
temennilerimi, hayallerimi ve ideallerimi, dâvâmı, felsefemi ve düşüncelerimi,
çilelerimi, mücadelelerimi ve dünya görüşümü bu kitaplarda bir nebze dile
getirdim. Zevklerimi ve hobilerimi, sevinçlerimi ve acılarımı da size ayrıca anlatmaya çalışacağım Ancak
zaman bana yetmedi ve yetmemektedir. Hayatım boyunca hiç tatil yapmadım;
bunalmadıkça da tatili düşünmüyorum. Çünkü o kadar çok şey düşünüyorum ki sıra
tatili düşünmeye gelmiyor.
Örneğin, insanlar neden çatışır? Neden gerçeği kabul etmek
zordur? Fanatizm nedir, nasıl oluşur; insanlar fanatik mi doğarlar; tutuculuğun
sebepleri nelerdir; bu hastalığa çare bulunabilir mi? Neden insanların çoğu şu
veya bu şekilde ölü bedene taparlar? Yozlaşma nedir, değerler nasıl aşınır?
Toplumlar nasıl yok olur? Bunlar, gerçekten tartışılmaya, üzerinde kafa yormaya
değer konulardır.
Özellikle bir toplumun zaman içinde tarih sahnesinden nasıl
çekildiği noktası zihnimi daima kurcalamış beni derin derin düşündürmüştür.
Örneğin Sümerler, Akadlar, Fenikeliler, Kartacalılar nasıl yok oldular? Büyük
Roma İmparatorluğunu yer mi yuttu? Mayalar, Atlantisler, İnkalar, Dilmonlar
nerelere gittiler? Oysa geride bıraktığım yaklaşık altmış yıl içinde, çevremde
bile neler değişmedi! Evet, çevremde o kadar çok şeyin değiştiğini gördüm ki eğer doğduğum yıllarda bu çevre içinde
ölenler yeniden dirilecek olsalar görecekleri yeni dünyayı büyük bir şaşkınlık
içinde seyredeceklerdir. Hatta olabilir ki dördüncü kuşak torunlarıyla ancak
tercüman aracılığıyla anlaşabileceklerdir. Fakat sanıyorum ki özellikle
Türkiye’de yaşanan bu hızlı başkalaşma doğal bir değişim değil, tam aksine
ülkeyi ve toplumu meçhul yönlere sürükleyen korkunç bir yozlaşma ve aşınmadır.
Düşüncelerimin olgunlaştığı günlerden beri bunlara benzer
birçok olaylar ve kavramlar beni daima meşgul etmiştir. Örneğin canlılar
arasında süregelen çatışma gerçeğinin temelindeki sebepler genel olarak kişisel
çıkara bağlanır ve ona bağlı olarak da savunma ile açıklanır. Oysa kişisel
çıkar anlayışının ilkel olduğunu hemen herkes teslim etmektedir. Peki, -akıl
ve zekâ gibi iki üstün meziyete sahip bulunan- İnsanoğlu bu ilkelliğe,
neden var olduğu günden şimdiye kadar hâlâ bir çözüm bulamamıştır? Günümüzde
artık barışın çarpıcılığı ve zorunluluğu konusunda yeterli bilgi ve bilince de
sahip bulunmasına rağmen, neden hâlâ insanlar çatışmak için âdeta bahane
aramaktadırlar?
Keza, uygarlık ne demektir; bu kavram bize neyi anlatmaktadır?
Uygarlık teknoloji mi, kalkınma mı, yoksa insanlaşmak mıdır? Genelde bilgili,
kültürlü, düzeyli ve düzenli; kurallara uyan ve her bakımdan olgunlaşmış olan
insana uygar demeğe alışmışız; kaba, şiddet yanlısı, bencil ve her bakımdan
ilkel davranışlara sahip olan kimselere de bu niteliği yakıştırmıyoruz. Peki bu
çirkin niteliklere sahip bulunmalarına rağmen, –sırf, teknoloji alanında ve
silah yarışında üstünlük kazanmış ve kalkınmış bulundukları için- bazı
toplumları ya da yönetimleri neden uygar gibi görmeye kendimizi zorluyoruz?
Örneğin, Amerika uygar bir ülke midir? Amerikan halkı uygar bir
toplum mudur? Evet diyenlere bir sorumuz var: Peki neden bu «Uygar Ülke»
1948’de Hiroşima kenti üzerine atom bombası atarak otuz saniye içinde 125 bin
silahsız sivil insanı öldürdü –ki aralarında binlerce bebek, çocuk, hasta ve
yaşlı da vardı- ?! Hani, Amerika özgürlükler diyarıydı ve hani Amerika’da
bunu sembolize eden «Hürriyet heykeli» bile vardı (?!). Türkiye’de
milyonlarca insanın sempati beslediği Amerika eğer gerçekten uygar bir ülke ise
neden şiddete baş vurarak bütün dünya üzerinde bir hegemonya kurmak
istemektedir? Amerika’nın, dünyada estirdiği terörle şimdiye kadar öldürdüğü
insan sayısı birkaç milyonu geçmiş ve tarih bunları yazmıştır. Evet Amerika’nın
bomba yağdırdığı Japonya, Vietnam, Dominik, Şili, Panama, Küba, Irak, Sudan,
Somali, İran, Libya ve Afganistan’da bir buçuk milyondan fazla insan
hayatını kaybetmiştir. İsrail’i dinazorlaştıran ve ona Filistin
toprakları üzerinde her gün cinayet işleten, yine Amerika’dır. Bu çarpıcı gerçekler
ortadayken, hâlâ, «Amerika bizim dostumuz ve müttefikimizdir»
diyen insanların neden yüzleri biraz olsun kızarmamaktadır?!
İsrail, Filistin’de 1948 yılından
bugüne kadar bir milyona yakın insan öldürdü. Bu cinayetler Türkiye de dahil,
bütün dünyanın gözleri önünde işlendi. Ne yazık ki bu canavarı durdurmak için
şimdiye kadar hiç kimse somut, ciddi ve samimi bir adım atmadı. Acıyanlar
sadece ağladılar ve ağıt yakabildiler.
Ben de bir insan olarak, bir mü’min
olarak ancak bunu yapabildim. İsrail tarafından öldürülen Filistinli çocukların
cesetlerini bir gece yarısı ekranda seyrederken gözyaşlarına boğuldum ve
dudaklarından şu mısralar döküldü:
Bugün kanımda dolaşıyorsun,
kızıl gelinliğinle,
Hani kar beyazdın bir zamanlar nazlı karanfilim!
Yoksa küs müsün bana?
Oysa uğurumsun sen, kaderimsin.
***
Aslında bahtın ak senin,
Ama benim yüzüm kara...
Mahcubum sana,
Sen hüznümsün kederimsin.
***
Kucağında soluklandı bir zaman,
Vahyin serinliğiyle peygamberler.
Diyarın mis kokuyordu İsra gecesi,
Rüzgarın amber...
Kar beyaz gelinliğinle karşıladın o Şanlı
Yolcu’yu
Ne muhteşemdi o şenlik,
Dillere destan oldu yüzyıllar boyu.
***
Hatırlarsın Beyaz Karanfilim!
Şölenlerinde tanıştım ulu dostlarınla,
Bir zamanlar savururken, yılanları yutan
asayı,
Sen ağırlamak için bekliyordun,
Otağında Musa’yı.
O dururken namaza, dua ederken Tûr’da,
Sen allı pulluydun.
Hele Ömer’in ordusunu selamlarken,
Oldukça gururluydun.
***
Ne oldu da bugün üzgünsün?!
Yoksa ılık gölgelerinde haramiler mi gezer?
Kanıma dokunuyor, ne olur, dokundurma
eteklerine,
O çıfıt çıfıt elleri!
Çünkü sen benim ak namusum,
İmanımın ateşi, dizlerimin ferisin.
***
Gelinciğim, Nazlı Aksam!
Allah’ıma tapmak için,
Sana dönerdim önceleri.
Kâbe’ye döndüm diye mi küstün bana?
Sen benim sönmeyen aşkım,
İlk kıblagâhım, dinim minbedisin!
***
Yoluna kimler baş koymadı ki;
Beyaz karanfilim!!!
Türkmenin, Arabın, Acemin, Çerkezin,
Lazın,
Zazanın ve Kürdün,
Sel gibi akan gözyaşlarında hep sen
köpürdün.
Çünkü çok cilveli, çok işvelisin!
***
Hani aktı, kar beyazdı gelinliğin,
Ufuklarında göklere yükselirken Muhammed;
Düğün mü var yoksa bugün,
Bürünmüşsün kızıllara?
***
Nazlı Karanfilim!
Söyler misin neden ağlar Ümmetimin
yaşlıları?
Yoksa namahrem eli mi değdi eteklerine?
Neden susar Ümmetimin gençleri?
Kirli ayaklar basarken çiçeklerine?
***
Üzülme kızıl karanfilim,
Ne olursun, ve üzme beni!
Bak binlerce minik el alkışlamakta seni.
Allah şahidim olsun, sapanlar ve taşlar...
Bir gün gelecek güleceksin,
Şenliğe dönüşecek intifadalar.
İnan bitecektir bir gün bu gurbet,
Ve seni hasretle kucaklayacaktır ümmet.
***
Hiç kuşku duymuyorum ki sadece
müminler değil, milyonlarca insaflı gayri müslim de mazlum ve mağdur Filistin
halkı için gözyaşı dökmektedir. Ama neden bir balinanın hayatı tehlikeye girdi
diye âdeta bütün dünya ayağa kalkarken süper güçler bu zulüm ve cinayetlere dur
demiyor, üstelik zulmü destekliyorlar? Neden Amerika bir yandan Afganistan’ı ve
Irak’ı sudan gerekçelerle işgal ediyor, öte yandan İsrail canavarını bütün
gücüyle destekliyor?
Evet birçok kimsenin de kafasını
kurcalayan bu ve benzer soruları sık sık kendime yönelttim ve bunlara doğru
yanıtlar aradım. Çünkü hayatın kazanında pişen her insan bu soruları kendine
yöneltmek durumundadır. Ve çünkü hepimiz bu dünyada yaşıyoruz. Bu küçük
gezegeni bir cennete çevirip içinde hep birlikte mutlu yaşamak da elimizdedir;
onu terörle, şiddetle, savaşlarla, bir kan gölüne, bir cehenneme çevirip uzayın
boşluğu içinde fokurdayan bir cadı kazanı haline getirmek de yine elimizdedir.
Bu sorular, felsefeme geniş
boyutlar kazandırdı; beni daima derin derin düşündürdü. Düşünmek Türkiye’de çok
tehlikeliydi. Hâlâ da öyledir. Fakat eğer düşünce üzerindeki baskılar Avrupa
birliği sayesinde (ve hatta biraz önce hakkındaki birçok gerçeği kaydettiğimiz
Amarika sayesinde) biraz hafifletilirse beyinler bundan sonra çiçek
açabilecektir. Evet düşünmek, Türkiye’de –şu satırların arada bir
güncelleştirildiği 2006 yılı baharına kadar- henüz tehlike olmaktan çıkmış
değildir. Pek iyi bilmiyorum ama şu söylediklerim bile belki tehlikelidir! Ama
ben beynimi durduramıyorum ki... Çünkü istesem de aptallaşamam. Allah beni
böyle yaratmış. Dünya yuvarlaktır ve dönüyor. Gerçekleri görüyorum ve görmek
zorundayım. Suç sayılsa da sayılmasa da bunu bir şans sayıyorum.
İşin aslına bakarsanız düşünmek insanı mutlu etmez. Aksine daha
çok kaygılandırır. Hele kendinizden başka kimseleri, başka milletleri,
canlıları ve çevreyi, geleceği ve sorunlarını da eğer düşünüyorsanız;
insanların dertlerini dert edinmişseniz, zulme ve işkenceye uğrayanları
duyduğunuzda içiniz cız ediyor, perişan insan ve hayvanları gördüğünüzde
gözleriniz doluyorsa; açlar, yoksullar, yetim çocuklar, yaşlılar, hastalar,
özürlüler, felakete ve soykırıma uğrayanlar, zevk ve eğlence için öldürülen hayvanlar
eğer kafanıza takılıyorsa, gülden, bülbülden müzikten, şiirden ve edebiyattan
bir şeyler anlıyorsanız; gerçek bir dost ve gönüldaş iseniz; ne pahasına olursa
olsun hakkın ve haklının yanında yerinizi alıyorsanız; -Alevînin de Sünnînin de
yapmacık öğütlerine ihtiyaç duymadan- düşünmek, hem de çok düşünmek
zorundasınız.
Fakat benim şöyle özel bir durumum oldu. Çok düşünmüş ve bir
deve yükü kadar da yazmış olmama rağmen düşüncelerimi genelde kimseyle
paylaşamadım. Çünkü uzun yıllar gurbette yaşamış, üstelik kalabalık kadrolar
içinde deyim yerinde ise «herşeyci» olmuştum. Libya’da çalıştığım
şirketin, tam anlamıyla Marko Paşa’sı haline gelmiştim. Gelen soruyor,
giden soruyor; mimarından kalıpçısına, demircisinden sıvacısına, şoföründen
aşçısına herkesin bin bir derdi vardı ve bunlar dertlerini gidip ilgili
makamlara anlatamazlardı. Konuşamaz, dilekçe yazamaz; hatta kızıp öfkelenseler
bile muhataplarına kalayı basıp bir parça rahatlayamazlardı. Tercümanlarımız da
çok kere onların dertlerine derman olamazlardı. Nitekim bunlardan biri yarı
deli, fıttırığın tekiydi. Bir diğeri de çok dindardı; öbür dünyaya dalar
giderdi. Birkaç tane de ayakçı vardı. Bunların da Arapça’ları yeterli değildi.
Bütün bunlar beni düşündürüyordu. Bunlar benim işim değildi, ama gözümün önünde
olup bitenlere tanık oluyor, üzülüyordum.
Ben teselliyi yine hayatı sevmekte buldum. Çünkü o, üzse de
bana yine çok şeyler öğretiyordu. Sevmeyi, acımayı ve –insanın mumla
arandığı şu devirde- gerçek anlamda insan olmayı bana öğretiyordu. Birçok
sorunun yanıtını, işte böyle pişerek bulabildim. Hâlâ yoğun biçimde
«düşünüyorum, çünkü varım». Buna da çok seviniyorum.
Kanaatimce iki türlü düşünme tarzı vardır: Bunlardan biri,
insan gibi düşünmek; öbürü de hindi gibi düşünmektir. Böyle düşünenlere, ben
yeni bir isim buldum: dindonoş! Neden dindonoş? Onu da siz bulun ama
burada size bir Arap atasözünü hatırlatmak istiyorum: «El-Esma, tenzil’u
min’es-sema». Yani, isimler gökten iner. Yorumu yine size
bırakıyorum.
İnsan gibi düşünmek, insancıl düşünmek ve bütün insanları
düşünebilmek elbette ki her kafanın kârı değildir. Öyle insanlar vardır ki
işkembelerinden ve uçkurlarından başka bir şey düşünmezler. Ne yazık ki
çoğunluk bunlardan oluşur. Oysa eşekler bundan daha alâsını becerirler; hem de
istediklerini yaparken ücret bile ödemeden!
Buna şaşmıyorum. Cemaatlerin, toplulukların, ulusların ve
devletlerin genelde bu tip insanlar tarafından yönetildiklerine çok şaşıyorum.
Onları seçenlere ya da onlara katlananlara daha çok şaşıyorum. Aslında bu büyük
kalabalıkları suçlamak içimden gelmiyor. Çünkü insanlar aptal değildir, büyük
kesimi aptallaştırılsa da...
Tiyatrocular, aptallaştırılmış kalabalıkları sık sık uyarmaya,
uyandırmaya çalışırlar. Türkiye’de tiyatrocular, toplumu din adamlarından daha
çok uyarmaktadırlar. Türkiye’de «din»in bir işe yaramadığını da bu
suretle öğrenmiş bulundum. Buna ise hiç mi hiç şaşmıyorum. Çünkü «dinadamı»nın
kendisi uyuyor, başkasını nasıl, uyaracak, nasıl uyandırabilecektir?!
«Kendisi muhtac-ı himmet bir dede,
Nerde kaldı gayrıya himmet ede!»
Eğer hayat beni pişirmeseydi bütün bu gerçekleri öğrenemezdim;
kafayı her şeye takıp on yıl içerisinde otuz tane kitap yazamazdım. Şaşmadığım
şeylerden biri de yazıp çizdiklerimden halkımın cahilleri değil okumuşlarının
bile hâlâ habersiz olduklarıdır. Öğrencilerim de buna dahildir!!! Evet buna hiç mi hiç şaşmıyorum. Çünkü bu
gerçeği saptamış olmakla, esasen arasında yaşadığım halkın bilgiyle ne derece
ilgili olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Toplumumu tanımak, benim için en önemli
bilgilerin başında gelir. Çünkü bu toplumun, gerçekten organik bir parçası olup
olmadığımı ancak bu suretle saptama olanağını elde edebilirim. Keza halkımın
bilime, uygarlığa, özgürlüğe ve evrenselliğe ne kadar önem verdiğini yine ancak
bu şekilde öğrenebilir ve onlara yönelik gözlemlerimi, kanaat ve temennilerimi
ortaya koyabilirim.
Yaşam beni o kadar pişirdi ki sonunda bunu da başardım.
Halkımın kesinlikle bir bilgi toplumu olmadığını saptamış oldum. Bu nedenle de
bir önlem almak istiyorum. Evet, yıllardır yazıp çizdiklerimin; -önemli
birçok gerçeğin netlik kazanması uğrunda yıllarca emek vererek- akademik ve
belgesel bir üslupla hazırladığım; -henüz yayınlanmamış olan çalışmalarımın bir
kazaya uğramaması için önlem almak istiyorum.
Şimdiye kadar İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Dışında
Türkiye’de hemen hiçbir ilim çevresiyle temasım olmadı. İlahiyatçılardan başka
ilim adamlarıyla da tanışma fırsatını bulamadım. Ancak onların dışında bazı
şahsiyetleri uzaktan izledim. Bunlardan birkaçının adını şuracıkta anacağım.
Tahminime göre, biri hariç, öbürleri pagan olmalarına rağmen, -dürüst
olduklarına inandığım için- kendilerine güveniyor, şimdiye dek yazıp
çizdiklerimi onlara emanet ediyorum. Bunlar:
Prof. Dr. Doğu Ergil,
Prof. Dr. Mete Tunçay,
Prof. Dr. Mehmet Altan,
Prof. Dr. Nilüfer Göle
Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak ve
Araştırmacı-Yazar Alev Alatlı’dır.
Şimdi bütün endişem, bildiklerim arasında insanlara yararlı
olabilecek bir düşünceyi açıklamadan bu dünyadan göçüp gitmektir. İşte bu hırsla kaleme sarıldığım 1994
yılından beri yazıp çizdiklerimin teker teker özeti.
Evvelâ şunu açıklamam gerekir ki 1994 yılından önce sırf ekmek
parası için yazıp çiziyor, çeviriler gerçekleştiriyordum. Bunlar çalıştığım
şirketlerin işleriydi. Protokoller, sözleşmeler, şartnameler, raporlar,
kanunlar, mimari kritikler, bilançolar, istihkaklar, fiyat ve birim cetvelleri,
konşimentolar, manifestolar, yükleme poliçeleri, menşe şahadetnameleri,
proforma faturalar, akreditifler, teminat mektupları, tutanaklar ve daha
neler neler... Bunların önemli olan kısımlarını bizzat ben çeviriyor, geriye
kalanlarını da tercümanlarımıza çevirtiyordum. Muhatap kuruluşlar nezdinde
Şirket adına çeşitli girişimlerde bulunuyor, yetkililerle toplantılara
katılıyordum. Danışman olarak yönetim kuruluna düşüncelerimi sunuyor,
tavsiyelerde bulunuyordum. Zaman zaman bu sayede, çalıştığım şirket büyük
avantajlar elde etti.
Nitekim bir keresinde Libya İskân Bakanlığı ile yaptığımız bir
sözleşme taslağında; «Birim fiyatlarına zam yapıldığı taktirde, Bakanlık
zamlı fiyatları uygulayabilir», şeklinde bir madde vardı. Bu taslağı
inceledim ve Yönetim Kurulu üyelerine bir öneride bulundum. Dedim ki;
taslaktaki bu maddede (olabilirlik) ifade eden Arapça «Yecuz’u» gibi bir
sözcük bulunmaktadır. Yalnızca bu kelime, (Şirket bu zammı kesinlikle hak eder)
mealini verecek olan «Yahiqq’u» sözcüğü ile eğer değiştirilecek olursa
biz, her halükârda zamdan yararlanabileceğiz. Fakat biz bu maddeyi Bakanlık
ilgilileriyle eğer tartışacak olursak onu asla onlara kabul ettiremeyiz. Onun
için taslaktaki bu kelimeyi, önerdiğim bu sözcükle değiştirip önlerine koyalım.
Bu bir hile değildir. Çünkü gizli bir şey yapmıyoruz ve çünkü eğer farkına
varıp onu tartışma konusu yaparlarsa tartışırız; yok eğer (zaten taslak
Bakanlık tarafından hazırlanmıştır; muhatap şirkete, incelenmek üzere
verilmiştir) diyerek onaylayacak olurlarsa iş oldu bittiye gelecek ve esasen
bilinçli olarak açık bırakılmış olan bu kapıdan biz yararlanmış olacağız.
Sonuçta da öyle oldu. Bakanlık Müsteşarı, sözleşmeyi tekrar okumadan bir
çırpıda imzaladı. Bir süre sonra işin farkına varıp biraz ekşidiler. Ama fazla
bir tatsızlık yaşanmadan mesele unutuldu. Fakat bir süre sonra kararlaştırılan
zamdan şirketimiz büyük paralar vurdu. Öbür Türk şirketlerinin yöneticileri buna
hem şaştılar, hem onlara da akıl vermediğimiz için yakındılar.
Hayatta hayıflandığım bir husus vardır ki o da bilimsel
araştırmalarımın önemli bir kısmını sadece Türkçe kaleme almış olmaktır. Bu
ifadeyle yanlış anlaşılmak istemem. Onun için hemen eklemeliyim ki bu
sözlerimi, acele edip Türkçe’ye karşı olumsuz düşündüğüm şeklinde yorumlayanlar
büyük günah kazanacaklardır! Böyle bir düşüncem olamaz. Çünkü Türkçe bir dil
olarak zaten saygın ve dokunulmazdır. Ayrıca Türkçe’ye bu ülkede milyonlarca
ırkçıdan daha çok sahip çıktığımı bütün eserlerim kanıtlamaktadır. Putçu
olmadığım için elbette ve çok şükür ki onlarla aramda derin bir uçurum vardır,
ama putçu olmamak Türkçe’yi sevmemek anlamına gelmez. Aslına da bakılırsa
Türkçe, onlardan çok benim dilimdir. Fakat ne yazık ki Türkçe eserler, tıpkı
Sırpça ya da afrika dilleri gibi bilim dünyasında kale alınmamaktadır. Elden ne
gelir, bazı dillerin kaderi böyledir.
Özel sektördeki işim sırasında yirmi yıl kadar süren çeviri
pratiklerim, tabiatıyla çok yararlı oldu. Çünkü bu sayede geniş bir meslek
kültürü ve deneyimler kazandım. Bu formasyon sayesindedir ki, Türkiye’ye
döndükten sonra ülke ve dünya gerçekleriyle daha yakından ilgilendim;
kaygılarım arttı; sayılamayacak kadar siyasal, sosyal, ekonomik ahlâkî ve
toplumsal gerçekler ve sorunlar saptadım. Bunlara kayıtsız kalmayı, yalnızca
bir laubalilik değil, aynı zamanda ilme ve insanlığa ihanet etmek gibi gördüm.
Onun için zaman kaybetmeden yazmaya başladım. Bilimsel çerçevede inceleme ve
araştırmalarım halen bütün hızıyla sürmektedir.
İşte Yazıp çizdiklerim
Libya’dan dönünce dikkatim ilkin Türkiye’deki tercüme
faaliyetleri üzerinde yoğunlaştı. Çünkü bu alan, yaşamım boyunca sık sık beni
ilgilendirmiş; çeviri, zaman zaman karşıma çıkmıştı. Libya’dan kesin gibi
döndüğüm 1986 yılından önce de tercüme mesleği beni meşgul etmişti.
Şirketimizin mütercimleri sık sık bana danışır, ilginç şeyler sorar, gerçekten
zor çevrilebilecek terim, tabir ve kalıpların çözümünde benden yardım
isterlerdi. Bütün bunlar beni tercüme konusu üzerinde derin derin
düşündürüyordu. Özellikle de Türkçe’den yabancı dile tercüme yapmanın Türkiyeli
insan için ne kadar sıkıntı verici bir iş olduğunu çok geçmeden anladım.
1980’li yıllarda Türkiye’de özellikle «İslâmcı» kesimin giriştiği yoğun bir
çeviri hamlesi vardı. Eline kalemi alan, -ben ehil miyim, değil miyim diye
düşünmeden- bu meydanda at oynatıyordu. Arapça’dan Türkçe’ye yüzlerce eser
sözde çevrildi. Bu çevirilerdeki sırf teknik hatalar bile kafa karıştırıcı idi.
Meselenin etik ve düşünsel boyutları ise korkunçtu. Bu konuda işlenen
yanlışlıklar, -hiç kuşku duymuyorum ki- geri dönüşü olmayan yıkıcı
etkiler bırakmıştır.
Libya’dan her dönüşümde, işte bu manzarayı gördükçe üzülüyor,
bu sorumsuzluğa karşı kişisel olarak neler yapabilirim diye düşünüp duruyordum.
Fırsat buldukça oraya bura çiziklediğim, çeviri tekniklerine ilişkin çeşitli
notlarımı, -başımı kaşıyacak zaman bile bulamadığım 1984 yılında- bir
araya getirdim. Yaşamımın en hareketli döneminde kaçamaklarla bunu başardım ama
hemen de yayınlayamadım. Onları «Tercüme Sanatının Gerçekleri»
adı altında düzene koyup, İstanbu’la döndüğüm 1986 yılında ancak
yayınlayabildim.
Bu kitap benim, yazar sıfatıyla telif olarak kaleme aldığım ilk
eserimdir. Türcüme sanatında elbette ki acemi değildim. bu kitaptaki birikimim
söylediklerimi kanıtlamaya yeterlidir. Fakat bir öz eleştiri olarak içtenlikle
söylemeliyim ki telif sanatında, o tarihlerde henüz çok acemiydim. Bunu fark
eden de oldu. etmeyen de... Bir ara duydum ki, «muhafazakâr» bir gazetenin köşe
yazarlarından biri, beni, bu kitaptaki bazı açıklamalarımdan sebep biraz diline
dolamış. Her şeye rağmen kitap, genelde kabul gördü. Ama ben kitabı
beğenmemiştim. Sonraları onu toparlayıp ikinci baskısını yapmaya da zaman
bulamadım.
Ne yazık ki bu kitap, kıtıpiyos bir yayıncının eline düşmüş ve
perişan olmuştu. Benden kaynaklanan kusurlarına ek olarak bu zavallı adamın
elinde de epeyce hırpalanmış bir görünüm içinde yayınlanmıştı.
Beni bu çalışmaya iten sebep, hiç kuşkusuz yine sorumluluk
duygusu oldu. Bilimin ve ahlâkın sınırlarını pervasızca çiğneyen ehliyetsiz,
beceriksiz ve fırsatçı kimseleri uyarmaktı amacım... Üstelik tercüme gibi
değerli ve nadir bir sanatın teknikleri hakkında o tarihlerde bilinmeyen
şeyleri açıklamak, insanları bilgi ve deneyimlerimden yararlandırmak kutlanacak
şeydi. Çünkü çeviri, Türkiye için gerçekten çok yeni ve çok önemli bir alandı.
Ne yazık ki hiç kimse bu çabaların farkında olmadı. Ya da farkında olundu, ama
yobazlık ruhu kabarıp gözlere perde çekti, zihinleri kararttı. Nitekim
üniversitelerden, sözde ilim irfan yuvalarından ve yazar çizerlerden hiçbir ses
çıkmadı. Çünkü sahnede yine lâikçiler ve tarikatçılar vardı. Ve çünkü bu ülkede
ırkçılık, laikçilik, sağcılık, solculuk ya da tarikatçılık yapmazsanız, hiçbir
zaman yandaş bulamazsınız, iflah edemezsiniz, emeğinizi takdir edecek hiç
kimseye rastlayamazsınız. Sizi hayırlı girişimlerinizde destekleyen asla
bulunmaz. Bu bir yana, emeğinizi ve göz nurunuzu küçümseyen, hatta kötüleyen
bir sürü haşereyi bile karşınızda bulabilirsiniz; suikasta bile kurban
gidebilirsiniz!
Nitekim bu haşere kamplarını harekete geçirebilecek şeyler
vardı kitapta. Örneğin, Türkçe’nin nasıl bir dil olduğu hakkındaki
açıklamalarım, o zamanlar ırkçıların kudurması için yeterliydi. Özellikle
Türkçe’den Arapça’ya çeviri tekniklerine verdiğim ağırlık da herhalde
laikçilerin hoşuna gitmiyordu. Çünkü onlara göre «Arap Dini» olarak
İslâm, bin yıldır Türk’ün başına bela olmuştu. Arapça da bu dinin diliydi.
Dolayısıyla Arapça’dan Türkçe’ye, (özellikle de Türkçe’den Arapça’ya) tercümeyi
dert edinmiş insan gericiydi, İslâmcıydı, yobazdı ve mürteci idi onlara göre.
Ve benim yazıp çizdiklerimden söz etmeye bile tenezzül edilmemeliydi (!)
Ben elbette ki bu lağım böceklerinin, lehimdeki vızıltılarından
gurur duyacak değildim ki suskunluklarından dolayı üzüleyim ya da
kudurmalarından çekineyim. Ben yoluma devam ettim ama bu çalışmamın
yayınlanmasıyla birlikte Türkiye toplumunun psikososyal özelliklerini de yavaş
yavaş öğrenmeye başladım.
***
Kasım 1998 yılında ESKA’da çalışmaya başlarken, Libya’da
kaldığım süre içinde yine boş durmuyor, işten arta kalan zamanımın hemen
tamamını okumakla ve araştırmalarla değerlendiriyordum. Trablus’un Endülüs
Semti’nde kiraladığımız villanın bir bölümünü büro olarak kullanıyor, öbür
bölümünde de oturuyordum. Boş zamanlarımda çıkıp kitapçı dükkanlarını gezer,
gözüme kestirdiğim kitapları satın alırdım. Ancak sekiz ay kadar kısa bir süre,
çalıştığım ESKA firmasında bu suretle kendime bir kütüphane oluşturacak
kadar kitap satın almıştım. Akşam olunca, genelde haberleri izledikten sonra
televizyonu kapatır, kitaplarımla haşir neşir olurdum. Onlardan daha çok keyif
alırdım.
Bu arada tercümenin, Türk-Arap ilişkilerindeki rolü ve etkileri
zihnimi meşgul etti. Bu, tam bana göre bir araştırma konusuydu. Hemen kolları
sıvadım ve bu ana başlık altında aklıma ne geldiyse bu sefer Arapça yazmaya
başladım. İki ay bile geçmemişti ki notlarım küçük bir kitap hacmini kazandı.
Bu notlar uzun süre çantalarımda gezdi. Daha sonra 1990 yılında fırsat bulduğum
bir sırada onları yeniden gözden geçirerek düzene koydum.
Bu çalışmamda tercüme tekniğine hemen hiç girmedim. Çünkü daha
önce «Tercüme Sanatının Gerçekleri» adı altında Türkçe yayınladığım
kitabımda çevirinin bu yanını yeterince işlemiştim. Bu kez de çeviri sırasında,
insan ilişkileri ve psikolojik açıdan yaşanan gerçekleri konu edindim.
Tarihsel Türk-Arap İlişkileri bakımından çeviri, diye
adlandırdığım bu çalışmamda;
·
Türk-Arap ilişkilerinde çevirinin rolü,
·
Türk-Arap ilişkilerinde çevirinin başarı düzeyi,
·
Türkçe ve Arapça arasında çeviri görevini üstlenen mütercimin
insan ilişkileri bakımından karşılaştığı sorunlar,
·
Dil karakteri bakımından Türkçe ile Arapça arasındaki
farklardan kaynaklanan çeviri sorunları,
·
Türk-Arap ilişkilerinde çeviri yapanların düzey farklarından
doğan sorunlar,
·
Türk ve Arap muhatapların izlediği tavırlar bakımından
çevirinin karşılaştığı sorunlar ve
·
Türk-Arap ilişkilerinde sömürü ve bundan doğan sorunlar gibi
çok çeşitli ve önemli meseleleri ele aldım.
Çok yararlı bir araştırma ürünü olan bu kitabım hâlâ
yayınlanmış değildir.
***
Tercüme Sanatının Gerçekleri adı altında telif olarak gerçekleşen ilk çalışmamın
yayınlanmasından beş yıl sonra 1991’de Kahraman Yayınları’nın sahibi iki
genç kardeş, beni bir gün evimde ziyaret ettiler. Bu gençlerin yakın geçmişte
vefat eden babaları Merhum Fethullah Kahraman, benim çok yakın bir
dostum ve hemşehrim idi. Bana bir teklif getirmişlerdi. Riyad’da İmam
Muhammed bin Suud Üniversitesi, öğretim üyelerinden Mahmud Şakir
tarafından kaleme alınan ve İslâm Tarihi adını taşıyan sekiz ciltlik eseri
Türkçe’ye çevirmemi istiyorlardı. Bu teklif boş bir zamanıma rastladı. Eseri
inceledim. Hoşuma gitti. Objektif yazılmıştı. Önemli tarihi gerçeklerin
anlatımında yazarın fazla yorumları yoktu. Pek fazla düşünmeden teklifi kabul
ettim ve beş yıl içerisinde çevirisini gerçekleştirdim.
Kitap, ufak tefek kusurlara rağmen okuyan herkesi tatmin
etmişti. Çünkü çok açık ve arı bir Türkçe ile bu çeviriyi gerçekleştirmiş,
dipnotlarla verdiğim ek bilgiler sayesinde de okuyucunun yolunu epeyce
ışıklandırmıştım. Bu sayededir ki, Harran Üniversitesi öğretim
üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Adnan Demircan Kahraman Yayınevine gönderdiği
bir mektupta «Yayıneviniz ilim çevresinde hassasiyeti ve ciddiyeti ile
bilinen bir kuruluştur» diye sözlerine başlamış, tavsiye ve
eleştirilerini bildirmekle de bu diziye ne kadar ilgi duyduğunu ortaya
koymuştu. Ayrıca bu dizi içinden «Peygamberimizin Hayatı» ve «Hulefa-i
Raşidin» bölümleri, Erzurum Üniversitesi ilahiyat Fakültesi öğretim
Üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Ağırman tarafından beğenilmiş ve
öğrencilere yardımcı kitap olarak tavsiye edilmişti. Fakat yine ırkçılar
sahnedeydi. «Bu kitabın yazarı da mütercimi de yayınlayıcısı da Araptır,
onu okumayın!» dedikoduları yayılmış, kulağıma kadar gelmişti.
Yobazlığın fitne odaklarına rağmen bu kitap hâlâ erbabı
tarafından rağbetle okunmakta ve takdir görmektedir.
***
Sait
ve Metin Kahraman Kardeşler, 1994 yılında da benden bir akaid kitabı
yazmamı istediler. Haklıydılar... Çünkü son zamanlarda bazı odaklar, zihin
bulandırıcı ve saptırıcı birtakım felsefi ve ideolojik düşünceler ortaya atarak
müslümanların vicdanları üzerinde yönlendirici etkiler bırakmak istiyorlardı.
Bu çevrelerin ısrarlı, sinsi ve yıkıcı çabalarına karşı müslümanları uyarmak ve
aydınlatmak, ilme hizmet edenlerin kaçınılmaz görevlerinden biriydi. Bu
noktadan hareketle hemen yazmaya koyuldum. Böyle bir çalışmayı üstlenmemdeki
temel amacım, İslâm’ın ve Kur’ân’ın bir bütün olduğu ilkesini ön plâna çıkarmak
ve bunu zihinlere kazımaktı. Nitekim benden önceki hiçbir akaid yazarı İslâm’ın
ve Kur’an’ın bütünlüğü konusuna gereken önemi vermemiştir. İşte bu açık kapı
yüzündendir ki Tarikatçısından, kökten putçusuna kadar, türlü türlü inanışlara
sahip kimseler kendilerini sözde Müslim sanmış ve İslâm’ı sürekli dejenere
etmeye çalışmışlardır!
Bu çalışmaya dikkat çekici bir isim de verdim: «İslâm’da
İnanç Sistemi». Benden önce imanî konularda eser veren yazarlar,
kitaplarına hep «Akaid» diye standart bir isim vermişlerdir. Ben bu
geleneği bozdum. Çünkü İslâm’ın imân kurumu da aynen onun pratikleri gibi bir
ilkeler zincirinden oluşur. Mümin olabilmenin ve mümin sayılabilmenin çok
önemli kuralları vardır İslâm’da... Müslüman kişi elbette ki insanların vicdanını
araştırmaz ve araştıramaz; fakat onun, ancak ve sırf mümin kimselerle işbirliği
yapabileceği çok önemli yerler ve alanlar vardır. Aslında her topluluk, –güvenliğini
koruyabilmek amacıyla- kendi vicdanî değerlerine göre birtakım tercihler
yapar. Örneğin Türkiye «laik» bir ülke olmasına rağmen, önemli bazı stratejik
yerlerde Türk unsuru dışındaki kimseleri görevlendirmez! Bu konuda izlenecek
tutumun ve belirlenecek tavrın kaynağı vicdandır ve oradaki imandır.
Dolayısıyla mümin kişi İslâm’ın imân sistematiğini ve diyalektiğini çok iyi
bilmesi gerekir. Aksi halde (Türkiye’de) ya Sünnîleşerek veya Alevîleşerek
İslâm’ın özünden uzaklaşabilir! Kitapta bu önemli espri üzerinde gerektiği
kadar durduğuma inanıyorum.
İşte bu kaygı ve sorumlulukla kaleme aldığım «İslâm’da İnanç
Sistemi» adlı kitap, -hiç kuşku duymuyorum ki- alternatif bir akaid
kitabı olarak büyük bir boşluğu doldurmuştur. Ancak bu çalışmayı anlayabilecek
insan sayısının Türkiye’de çok olduğunu sanmıyorum. Çünkü sık tekrarlarla
söylediğim gibi bu halk bir bilgi toplumu değildir.
***
1991 yılında İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda danışman
olarak hizmet verirken, Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Ali Özek’in
ricası üzerine, Vakfa ait «Gençliğin Rûhî ve Manevî Problemleri» adlı
kitabı Arapça’ya çevirmeye başladım ve birkaç ay içinde tercümeyi bitirdim. Bu
tercümenin ham taslağı, Marmara Üniversitesi sözleşmeli öğretim üyelerinden
Mısırlı Prof. Dr. Fethi en-Neklâvî tarafından gözden geçirildi. Ben bu
zatı tanımıyor ve kendisiyle de tanışmıyordum. Evde bulunduğum bir gün benimle
bir telefon teması kurdu ve kendini tanıttıktan sonra bana ilk yönelttiği soru «Arapça’yı
nerede öğrendiniz?» şeklinde oldu. Biraz konuştuk. Hayranlığını ifade
ettikten sonra, mümkün olan en kısa zamanda benimle görüşmek istediğini
söyledi. Nihayet ben kendisini fakültedeki odasında ziyaret ettim. Çok az
miktarda sehven yaptığım yanlışlıkları mahcup bir ifade ile bana gösterdi.
Teşekkür ettim ve onları da vakıfta birkaç saat içinde düzelttim. Ondan sonra
sözde Mısır’da basılmak üzere kitabın bu taslağı benden alındı ve
gönderildi (?) Ama bir daha ne onu, ne de yayınlanmış bir tek nüshasını gördüm.
Kitap ortadan kayboldu. Bu taslağın bir nüshası bende mahfuzdur.
***
1992 yılında yine Prof. Dr. Ali Özek, bana İslâm
Fıkıh Akademisi’ne ait bir bülten verdi. Bunu da Türkçe’ye çevirmemi
istedi. Daha doğrusu bu bülten, İslâm Konferansı Teşkilâtı (IRCİCA)’nın
Türkiye Genel Direktörü Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından
gönderilmişti. 80 sayfadan oluşan bülten, Merkezi Cidde’de bulunan
Akademinin, 1985-88 yıllarında aldığı kararları içeriyordu. Bu bülteni
Türkçe’ye çevirdim ve 25 Nisan 1992 günü IRCİCA’ya gönderdim.
Bana, ilgili makamdan gelen yazılara göre bu eserin Türkiye’de
yayınlanması gerekiyordu. Bu konuda bazı kimselere de talimat ve yetki
verilmişti. Ancak yıllar geçti, bu bültenin yayınlandığını şimdiye kadar duymuş
değilim! Bir ilim hırsızı bu tercümeyi kendilerine mal etmiş olabilir. Nitekim,
akademi terminolojisinde «İntihâl» olarak bilinen ilim hırsızlığı
Türkiye’de son yıllarda yaygınlaşma eğilimini göstermiştir.
***
Birlikte vakıf kurduğumuz şahıs, 1992 yılında bana Arapça bir
kitapçık getirdi ve sen bunu bir incele bakalım, işe önce bununla başlayalım,
dedi. «Sell’ul-Hisâm el-Hindî» adını taşıyan bu kitapçık,1784-1836
yılları arasında yaşamış Dımışk (Şam) Müftüsü İbn Abidin tarafından
kaleme alınmıştır.
Yazar bu kitapçıkta, Halid Bağdadi’ye kafa tutmuş bir
adamı yerden yere vuruyor. Tabi Tarikat çevrelerine yabancı olan ve özellikle
Nakşibendî Tarikatı hakkında yeterli bilgilere sahip bulunmayan kimseler ne bu
kitapçığın adını duymuş ne de yukarıda adları geçen bu iki kişiyi tanımış
olabilirler. Ancak şunu hemen vurgulamak gerekir ki siz bu konuda herhangi bir
bilgiye sahip olmasanız bile bugün Türkiye’de milyonlarca insan Nakşibendî
Tarikatının kucağında yaşamaktadır. Bu adamların sokakta konuşmadığı o kadar
çok ilginç konular ve adlar vardır ki siz istediğiniz kadar «dünyanın ünlü
futbol ve sinema starları»nın adlarını ezberlemekle meşgul olun,
Nakşibendîlerin listesindeki adlar sizinkilerden hem sayıca daha çoktur; hem
daha ünlüdür (!) Üstelik de bunlar kutsaldırlar!!! Onlara karşı gelmiş kimseler
ise lânetlenmiş insanlardır. Onun için –aynı ülkede yaşadığınız- bu
adamlara göre ne kadar cahil olduğunuzu siz tahmin edebilirsiniz!
Dünyalarınız son derece farklı olmasına rağmen yukarıda adını
verdiğim kitapçığın, Nakşibendî şeyhleri tarafından oldukça önemsendiğini size
haber vererek bu adamların nelerle uğraştığı hakkında dikkatinizi biraz
tetiklemek isterim. Çünkü, bu tarikata ilişkin olarak yaptığım önemli
araştırmalardan size biraz sonra epeyce söz edeceğim.
Sözünü ettiğim bu kitapçığı inceledim, ve ona Arapça bir
reddiye yazdım. Sözde bu reddiye Vakfın gerçekleştirdiği ilk araştırma olarak
yayınlanacak ve erbabına ulaştırılacaktı. Çünkü vakfımızı önemli bir amaç için
kurmuştuk: İslâm’ın özgünlüğünü ve bütünlüğünü bozan her çeşit sapkın
düşünce ve inanışları gündeme getirecek ve bilimsel yollarla onları
tartışacaktık. Sonuçlarını da yayınlayacaktık.
Ne yazık ki bunu birlikte sürdüremedik. «Mawqıf’u İbn’i
Abidîn men’es-Sûfiyye’ti wa’t-Tasswwuf» adını verdiğim bu reddiye halen de
basılmış değildir. Örnek nüshası ise bende mahfuzdur.
***
Yaklaşık yirmi yıl boyunca üzerinde araştırmalar yaptığım ve
belgeler topladığım, «Nakşibendîlikte Râbıta» konusunu artık işlemek ve
kitaplaştırmak istiyordum. Kurduğumuz vakfın amaçlarından biri de buydu. Onun
için hemen başladım. Dört yıl süren uğraşılardan sonra onu yayına hazır hale
getirdim. Ancak çalışmalarımı artık Vakıfta değil, evde sürdürüyordum. Bilimsel
ve akademik kurallara bağlı kaldım. Bir kusur işlememek ve çalışmayı
olabildiğince kabul görebilecek nitelikte gerçekleştirmek için tarikatçılarla
tartışmak ve onları da dinlemek istedim. Çünkü ilimde adaletten, dürüstlükten
ve tarafsızlıktan ayrılmamak gerekirdi; muhatapla, -ilmin terazisi olan akıl
ve mantık ölçüleriyle- tartışmak şarttı. Bunu çok iyi biliyordum. İlim ve
kemal erbabının münazaralarında bulunmuş, onlardan feyiz almıştım. İmam
Şâfiî’nin bu konudaki birçok değerli ifadelerini Gazalî’nin Fatiha’tu-Ulum
adlı risalesinde defalarca okumuştum. Bu büyük insan aynen şöyle diyordu: «Tartıştığım
hiçbir kimsenin asla hataya düşmesini istemedim; kiminle tartıştıysam onun
mutlaka başarılı olmasını, Allah’tan ona yardım gelmesini, desteklenmesini ve
korunmasını daima içimden arzu ettim; gerçeğin, benim ya da onun diliyle ortaya
çıkmasına hiç önem vermedim; gerçeği ve belgesel kanıtını ortaya koyduğumda onu
kim kabullendiyse gözümde büyüdü, ona güvendim ve onu sevdim; buna karşın
belgesel kanıta karşı kim ki direndiyse o da gözümden düştü».
Bu gibi durumlarda, kulağımda çınlayan yukarıdaki sözleri asla
unutamazdım. Dolayısıyla bir tarikatçı grubunun içinde yer alan ve kariyer
sahibi olan Mehmet Talu adındaki kişiye yazı göndererek Onu ve şeyhini,
takımıyla birlikte davet ettim ve bu daveti üç kez de yineledim. Bana hiçbir
yanıt vermedi. Bu girişimime tanıklık eden Behlül Düzenli adında genç
bir ilâhiyatçı, aynı zamanda benimle Mehmet Talu arasında kuryelik ve
elçilik yaptı. Fakat bu adamı bir türlü yumuşatamadık. İnadından vazgeçmedi;
bana bir tek kelimeyle dahi yanıt vermedi. Bunun üzerine kitaba son şeklini
verdim. «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik» adını verdiğim bu
çalışmamın, nihayet birinci baskısı EKİN Yayınları tarafından 1996
yılında gerçekleştirildi. Kitap kısa zamanda kapışılarak ilk baskısı tükendi.
Fakat tarikatçılar ve laikçiler yine sahnedeydiler, yine
rollerini üstlenmişlerdi. İleride, dış dünyada ilim çevrelerinin ilgisini
çekeceğinden hiç kuşku duymadığım bu kitabın Türkiye’de araştırmacılara ve
akademisyenlere ulaşmaması için yalnız susmakla yetinmeyen medya şarlatanları,
aynı zamanda laikçi patronlarının emir ve talimatlarına uyarak onu aforoz bile
etmişlerdi. Lâikçi TV. Kanallarında, sık sık düzenlenen sözde «açık
oturumlarda» medyumlara, üfürükçülere, sahte peygamberlere binbir türlü
hokkabazlıklar yaptırılırken İslâm’ın altını oyan tarikatlar hakkında kimseye
tek söz hakkı verilmemektedir. Bu nedenle, ikinci baskısı bile tükenmek üzere
olan «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik» adıl belgesel çalışmamız hiç
bir zaman gündeme getirilmedi. Onun için takiyye yaparak tarikatçıların
arasında yıllarca yaşamış bir laikçi medya casusu (ile okuyucularım) hariç hiç
kimse beni aramadı. Bu münafık adamın, harcadığı bütün çabalara rağmen bir
türlü bana ulaşamadığını sonra duydum. Çünkü temas kurduğu EKİN Yayınları’nın
yetkilileri bu herifi tanıyor, niyetini biliyorlardı. Dolayısıyla bana zararı
dokunabilir diye ona adresimi vermemişlerdi.
Prof Dr. Fuat Köprülü de dahil, Türkiye’de tasavvuf ve
tarikat konularını benim kadar derinlemesine incelemiş, onların kapalı
yönlerini açıklığa kavuşturmuş ve sırlarını ortaya dökebilmiş hiçbir ilim adamı
ve araştırmacı yoktur. Bunu söylerken «Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik»
adlı çalışmamı reklam etmeye ne niyetim var, ne de ihtiyacım... Çünkü 2000’de
ikinci baskısını da yaptı ve amacına
ulaştı. Üstelik tarikatçılara meydan okuyan bu kitaba, en az bir satırla yanıt
verme cesaretini gösterebilecek bir tek adam bile aralarından çıkmadı. Bu
kitabın başarısını ilân eden en büyük kanıt da işte budur!.
***
Evet, yalnızca «Râbıta» konusunu işleyen bu kitap
amacına ulaştı. Fakat «Râbıta», Nakşibendî Tarikatı öğretisinin
ayrıntılarından sadece biridir. Onun için aslında Nakşibendî Tarikatı’nı,
tarihi gelişimiyle, ilham kaynaklarıyla, ünlüleriyle, toplum üzerindeki çok
yönlü etkileriyle bir bütün olarak ele almak gerekirdi. Bu konuda benim birçok
avantajım ve zengin malzemelerim vardı. Ben bu tarikatın içinden gelmiştim.
Ailem bu tarikatın liderliğini yapmıştı. Vaktiyle bu tarikat hakkında
kuşkulanmış, sonra bu mistik akımla bütün ilişkilerimi kesmiş, onu derin derin
sorgulamıştım; tahmin edemeyeceğiniz kadar onu incelemiş ve araştırmıştım.
Elimde bu konuya ilişkin yığınlarca belge ve bilgi vardı. Bu kez Tarikatı çok
kapsamlı ve çok yönlü olarak kaleme alıp kitaplaştırmalıydım.
Fakat düşündüm, özellikle Türkiye’de ve Afganistan’da çok
yaygın bulunan bu tarikattan Arapların pek haberi yoktu. Onun için bu kez
kitabı Arapça yazdım. Büyük boy 700 sayfa tutan bu hacimli çalışmayı 1997
yılında tamamladım. Onu Türkçe’ye çevirecek zaman bulamadım. Kitabı
hantallıktan kurtarmak için yazı puntosunu küçülterek 400 sayfaya indirdim. Bu
çalışmam, son olarak Birleşik Arap Emirlikleri, Eş-Şariqa
(Sharjah) Üniversitesi Öğretim üyelerinden arkadaşım Prof. Dr. Muhammed
Nafi El-Mustafa tarafından gözden geçirildi. Kitap henüz basılmış değildir.
Örnek nüshalarından biri bende mahfuzdur; biri de Türkiye Diyanet Vakfı’na
bağlı İslâm Ansiklopedisi İstanbul Bağlarbaşı Kütüphanesi’ne armağan
edilmiştir.
***
Vaktiyle üniversite öğrencilerine Arapça gramer ve edebiyat
dersleri verirken önemli bazı gerçekler saptamıştım. Bunların başında,
Türkiye’de yüzbinlerce insanın bu dile ilgi gösterdiği, şu veya bu şekilde onu
öğrenmeye çalıştığı ancak hemen hiç kimsenin şimdiye kadar bu alanda başarılı
olmadığıdır. Biraz sonra bu nokta üzerinde duracağım. Ancak tespit ettiğim
gerçekler arasında beni en çok ilgilendiren, hatta şaşırtan şey gramer
kitaplarında zamanlarla ilgili bir mesele oldu.
Bana kalsa Arap dilcileri, bu konuda tarih boyunca bir yanlış
üzerinde ısrar etmişlerdi. Çünkü fiil kiplerinin; Mazi, hal ve istikbal
(yani; geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman) olmak üzere bütün
gramer kitaplarında sadece üç tane olduğu yazılıydı. Acaba neden böyleydi? Ben
Arap diline ait gramer kitaplarında, -zaman bakımından- bu üç kipten
başka fiil kategorilerine hiç rastlamadım. Oysa bütün Avrupa dillerinde onbeş
kadar farklı zamanlar (tense) vardı. Türk dil grameri de bunlara göre
düzenlenmiş ve Türkçe dilbilgisi kitaplarında kipler örneğin: Basit ve Bileşik
Zamanlara; bunlar da çeşitli kısımlara ayrılmaktadır.
İşte bu kaygı ile yola çıkarak Arapça’da zamanları işledim. Bu
konuda küçük bir risale yazdım. Bu risalede onbeş zamanı saptadım. Aslında bir
ilke imza attığımı biliyordum. Fakat borazanı sağırın kulağına üflüyordum.
Çünkü bundan ne Arabın, ne de Acemin haberi vardı. Bu kitapçığın kopyalarından
bir tanesini Libya’da İslâmî İlimler Fakültesi Öğretim üyelerinden dostum Prof.
Dr. Abdühamid el-Harrama’ya postaladım. Adamcağız o kadar çok sevinmiş
ki bana mektubunda yağdırdığı övgüleri buraya aktarırsam yüzüm kızaracak. Ama
hepsi bu kadarla kaldı. Kitapçığı, öğrencilerimden Davut Gürgen
Türkçe’ye de çevirdi. Hem metni hem de tercümesi bende mahfuzdur. 1997 yılında
yazdığım bu kitapçık halâ basılmış değildir.
***
Bilindiği üzere yabancı dil eğitimi Türkiye’nin önemli
sorunlarındandır. Buna, kısa vadede çözüm bulunamayacağı da çok açıktır. Çünkü
Ülkenin bütün sorunları gibi bu problemin de karmaşık nedenleri vardır; üstelik
ırkçılarla Batı hayranları arasında bu mesele, öteden beri sürekli bir kavga
konusudur.
Çeşitli kültürel çalışmalarım sırasında gerek tercümenin zaman
zaman beni meşgul etmesi, gerekse üniversite öğrencilerine verdiğim dil
dersleri ilgisiyle bu sorun üzerinde de epeyce araştırmalarım oldu. Bu konudaki
bilgi ve belgelerim, bir konferansta işlenebilecek ya da bir kitapta
yayımlanabilecek kadar zamanla birikince bir tercih yapmak istedim. Bu konuda
bir konferans denemem zaten vardı. Fanatik dinleyicilerime o sırada hemen
hiçbir şey anlatamamış, onların ilkel tepkileri karşısında hayal kırıklığına
uğramıştım. Şimdi artık bir seçeneğim kalmıştı. Bu bilgi ve belgeleri
kitaplaştırmak...
İşte
ben de onu yaptım. «Türkiye’de Yabancı Dil Sorununa İlişkin Eleştirel Bir
Yaklaşım» başlığı altında konuyu işledim. Ayrıca «Arapça'nın Önemi ve
Türkiye'de karşılaştığı Sorunlar» adı altında bir kitap daha yazdım. Ancak
bu çalışmalarım da henüz basılmış değildir. Örnek nüshalarını şimdilik CD’lerde
saklıyorum.
***
Şunu önemle belirtmek gerekir ki,
Türkiye'de dille ilgili çok ağır sorunlar yaşanmaktadır. O kadar ki, bu ülkenin
hemen her açmazının temelinde bu sorunların mutlaka bir etkisi bulunmaktadır.
Kavram kargaşası ve kültür fukaralığının Türkiye toplumu için ne büyük
dertlere, hatta ne büyük felâketlere kaynaklık ettiğini anlayabilmeniz için
burada gizli bir dünyadan söz edeceğim. Bu nokta oldukça önemlidir. Çünkü
Türkiye'de ne sokakta göze çarpan, ne de medyaya yansıyan bu kapalı dünya,
aslında toplum sosyolojisini önemli derecede yönlendirmektedir. İşte bu dünya
hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olabilmeniz için size şimdi aşağıda «Muhtenem
Gogo Efendi!» başlığı altında birine yazdığım bir mesajımı sunacağım. «Gogo
Efendi» takma adını verdiğim bu adam, birkaç yıl önce bir grup yandaşıyla
birlikte beni evimde ziyaret etti ve bana bir teklifte bulundu. Bu teklife göre
ben uygun bir mekânda belli sayıda ilâhiyat ve filoloji öğrencilerine (özellikle
master ve doktora için hazırlananlara) Arapça olgunlaştırma kursları
verecektim. Ben fahri olarak bu hizmeti sunacaktım, O da arkadaşlarıyla
birlikte bu hizmetin devamı için mütevazı bir katkıda bulunacaktı. Hemen
anlaştık ve işe koyulduk. Fakat unutmadan söyleyeyim; derse başladığımızın
ertesi günü Gogo Efendi, koltuğuna sıkıştırdığı kalın bir kitapla geldi.
Bir hilesi vardı, onu kitaba uyduracaktı! Yumuşak bir ses tonuyla:
- Hocam, ben her gelişinizde
sizden, önce özel bir ders almak istiyorum, dedi.
Ben biraz şaşırdım, ama o dakikalarda
meselenin bizleri nerelere sürükleyeceğini pek tahmin edemedim. Nezaketimi
bozup onu kırmak da istemedim. Çünkü daha yeni tanışıyorduk. Dolayısıyla, Gogo
Efendi'nin özel dersi için her gün bir saat önce derslikte bulundum. Çok
geçmeden öğrendim ki Gogo Efendi'nin hasret kaldığı bir şey varmış;
meğer bıyıkları terlemeye başladığı 1950'li yıllarda Güneydoğu'ya gidip
oralardaki medreselerde «Molla Cami'ye kadar okumuş, fakat molla olamadan
öğrenimini yarıda bırakmak zırunda kalmış; şimdi eksiklerini tamamlamak
istiyormuş!». Vah vah... Anlaşılan, yetmiş yaşından sonra Gogo Efendi
molla olmak istiyordu. Onun için aklını İslam hukukuyla bozmuştu. Treni neden
kaçırdığı da çok geçmeden anlaşıldı: Bu adam, hayatımda (titiz bir araştırmacı
olarak), yakından tanıyabildiğim binlerce insan arasında en aceleci, en
telaşlı, cadı tazanı gibi fokurdayan, zırzop bir insan tipiydi. Lakin «Yiğidi
öldür, ama hakkını yeme», demişler ya, doğrusunu söylemek gerekirse bu adam son
derece iyi niyetli, samimi, mert ve – en önemlisi – doğulu insan tipinin
tam tersine, batıl ve hurafeye, tarikatçılık, laikçilik ve ırkçılık gibi her
türlü yobazlığa karşıydı. Herhalde beni arayıp bulmuş olmasının nedeni de bu
olmalıydı. Ama bu adamcağızın içinde sanki bir cehennem vardı. Yürürken, konuşurken,
yerken, içinken ona yetişebilmek için insanın kendi kıçına bir motor takması
gerekiyordu! Derste tam bir hacıyatmazdı, olur olmaz yerde konuşmamı keser;
münasebetsiz sorular yöneltir; hop oturur hop kalkar; Tek derste, - Anlasın
veya anlamasın - on onbeş sayfa yazıyı
bir çırpıda okur ve bana onaylatmaya çalışır; dersin tadını tuzunu kaçırır;
18-20 yaşlarındaki gençler arasında görüntüyü bözar, disiplini altüst ederdi...
İşte bu zavallı adamcağızın bana çektirdiği işkenceye dört yıl sonra bir nokta
koymak için günün birinde ona, aşağıda size sunacağım mesajı yazmak zorunda
kaldım. Bu mesaj, aynı zamanda Türkiye'nin çehresini küçültülmüş çarpıcı bir
tablo içinde yansıtmaktadır. Bu nedenle de çok önemlidir. Bu mesaj, hem dil
sorunları, hem de Türkiye'da toplum sosyolojisini ilgilendiren can alıcı
gerçekler hakkında önemli ipuçları vermektedir. Mesajı izlemek ve yorumlamak ise
size ait. İşte mesajım:
«Muhterem Gogo Efendi,
22 Şubat 2006 Çarşamba günü
yaptığımız ders sırasında yaşadığım huzursuzluk sebebiyle size aşağıda bazı
bilgiler vermeye çalışacağım. Biraz tafsilata girme ihtiyacını duydum. Bu
yazıyı, acele etmeden, sabırla okumanızı istiyorum.
Kısa Bir Açıklama
Yaklaşık dört yıldır birlikteyiz.
Hayırlı bir maksat için sanırım 2002 yılında ilk kez karşılaştık. İlk
sohbetimiz sırasında Arapça üzerinde durdum ve dikkatinizi bu nokta
üzerine çekmeye çalıştım. (Evimden ayrılırken o gün ayrıca –meselenin
önemini kavrayabilmeniz için- size yazılı bir mesaj da verdim. O yazı halen
bende mahfuzdur). O gün ne söylediysem bu gün de aynı şeyleri söylüyorum. Benim
amacımda ve görüşümde hiçbir değeşeklik olmamıştır. O da özetle şudur:
1)
Türkiye'de
büyük bir Arapça boşluğu vardır. Bu lisan, Kur'an'ın dili olduğu için
müslümanlar buna önem vermelidirler. Son yılların karmaşası içinde bu konu
unutulmuş veya kasıtlı olarak toplumun gündeminden çıkarılmıştır.
2)
Asırlardır
bu coğrufya'da Arapça yanlış bir sistemle öğretilmiştir,
3)
Arapça
öğreten hocaların hiç biri bu dili sözlü ve yazılı anlatımda kullanamamaktadır,
4)
Bu
yüzden hem Kur'anî değerler tehilkededir, hem de Ümmetin önemli bir parçası
olan bu ülkedeki toplumun –İslamî
eğitim görmüş kesimi, hatta Arapça'da sözde ihtisas yapmış azınlığın hemen hiç
bir ferdi- ümmetin otak dili olan Arapçayı yazılı ve sözlü anlatımda
kullanamamaktadır, İslam dünyasının öbür unsurlarıyla haberleşmede bu dili
kullanabilen insan sayısı ülkemizde beşi onu geçmemektedir. Bu yüzden Türklerle
Araplar hiçbir konuda ciddi, samimi ve etraflı şekilde iletişim
kuramamaktadırlar.
5)
Bu
durum sonuç olarak dünya müslümanlarının aleyhine işlemektedir. Öyleyse ortada;
özeti bundan ibaret olan çok büyük bir sorun var demektir. Bu sorunun çözümüne
bilgili kültürlü ve varlıklı her mümin katkıda bulunmalıdır.
Bu beş maddelik isteğimi, dört
yıldır halâ anlamış değilsiniz. Çünkü hem çok acele ediyorsunuz, hem kültürel
durumunuz müsait değil, hem de sizin amacınız (baştan beri) başka idi. Evet çok
acele ettiğiniz ve çok telaşlı bir yapıya sahip olduğunuz için size anlatılan
bir şeyi hiçbir zaman anlamak istemediniz ve istemiyorsunuz. Fakat eğer ikna
olur da acele etmezseniz, en çok bir saat kadar sabır gösterip bu yazıyı
düşünürek okursanız, bazı gerçekleri öğrenebilirsiniz. Eğer bu yazıda bazı
noktaları anlamakta güçlük çekerseniz, evnizde kültürlü birinden mutlaka yardım
almanızı öneririm.
Amacanız Başka Bir Şeydi
Evet amacınız başkaydı, fakat
yolunuz Arapçadan geçtiği için çok ince bir hile ile -ikinci dersten
itibaren- Arapça, konumuz olmaktan hemen hemen çıktı. Çünkü sizin
maksadınız 40 yıl önce yarıda kalmış olan tahsilinizi tamamlayıp icazetli bir
Molla olmaktı. Bunu hemen anladım. Fakat belki birgün görüşünüzü
değiştirirsiniz diye hep umutlandım ve bugüne kadar sürüklenip geldik.
Çok Değerli Bir Fırsatı
Kaçırdınız.
2002 Yılında, sayıları bazen otuzu
geçen çok samimi, çok değerli, aydın ve kültürlü bir öğrenci grubu derslerimizi
izlemeye başladı. Bunların hiç biri sizin davetinizle gelmedi, bunların hiç
birini daha önce tanımıyordunuz. Bugün bile iki öğrenciyi bir yere
toplayamazsınız. Ben de onların çok azını tanıyordum. Fakat benim yaptığım
davet ve ilanlarla geldiler. Bizi sevdiler ve saydılar. Derslerimi daima
dikkatle ve saygıyla dinlediler. Hiç biri, ders sırasında benim sözümü kesmedi,
bir soruları olduysa onu not aldılar, dersin sonunda cevabını istediler. Dersin
havasını hiçbir zaman bozmadılar. Çünkü bunların hepsi de eğitimli ve görgülü
idiler. Görgü, ilim talebesi için çok önemli ve lüzumludur. Görgüyü, insan
küçükken aile içinde kazanır. Nitekim onlardan hiç biri, örneğin, metin yazdırdığım
sırada beni durdurup «yetiştiremiyorum» demedi. Dersin havasını hiçbir
zaman bozmadılar, bir eksikleri olduysa daha sonra telafi etmeye çalıştılar.
Siz bu muhteşem menzarayı, bu
güzel topluluğu hiçbir zaman önemsemediniz, onların benden gerektiği kadar
istifade etmesini kesinlikle düşünemediniz. Çünkü acelenizden bunu düşünecek
vaktiniz yoktu. Sizin amacınız birkaç molla kitabını bitirip molla olmaktı. Ama
yine olamadınız. Çünkü sizin çok aceleniz var ve çok eksiğiniz de var. Bu
noktanın üzerinde biraz sonra duracağız.
Öğrencilerim benim sesimden tam
160 kaset doldurmuşlar. Verdiğim yüzlerce ders, şimdi onların bilgisayarlarında
mahfuzdur. Özellikle bu konuda emek sarf eden Dilek Serdar Hanım'ı ve Rahşan
hanım'ı burada saygıyla anıyorum. Hele Dilek Hanım'ın örnek
davranışlarını ve katkılarını buraya sığdırmak mümkün değildir. Bu çok değerli
hanımefendi, bütün ailesini bu ideal uğruna seferber etmiştir. Zekâsı,
kibarlığı, fedakârlğı ve her zaman gösterdiği tevazu ile bu büyük dava uğrunda
unutulmaz emekler vermiştir, çok yorulmuş ve hiç birimizin göze alamayacağı
masraflara girmiştir. Onu burada bir kez daha saygıyla anıyor kendisine,
öğrencilerine ve tüm ailesine dua ediyorum. Rahşan Hanım'ın gayretleri de
övğüye layıktır. Bu değerli öğrencim, derslerde gösterdiği üstün başarıyla bir
yandan arkadaşlarına örnek olurken, verdiğim dersleri belli bir disiplin içinde
tasnif etmek ve onları daha yararlı hale getirmek için her türlü çabayı
sarfetmiş ve etmektedir. Ayrıca Allah'ın ona ihsan ettiği edebi yetenek
sayesinde verdiğim derslerin ilmi potansiyelini çok daha derinden kavrama
imkanını bulmuş ve beni pek iyi anlamıştır. Dolayısıyladır ki Türkiye'de bütün
yayıncıların, eserlerimi basmamak için sergiledikleri haksız ve insafsız
boykottan dolayı o, herkesten daha çok daha fazla üzülmüştür. Ona çok dua
ediyor, kendisini saygıyla anıyorum. Bütün öğrencilerim de beni hayırla
saygıyla ve minnetle anıyorlar. Eğer sizin amacınız ilim olsaydı bu dersleri
derleyerek en az beş ciltlik bir seri haline getirebilirdiniz. Onları
yayınlayıp hem kendiniz istifade edebilir, hem de başkalarına hediye ederek
sevap kazanabilirdiniz. Fakat telaşınız, aceleniz ve özel amacınız bunu
engelledi. Hayatınızın bu son dört yılını çok büyük bir zaman israfı içinde
geçirdiğinizi ve amacınızı asla gerçekleştirememiş olduğunuzu kesinlikle
söyleyebilirim. Bu nedenle çok büyük bir fırsat kaçırdınız. Ömrünüzün belki de
en büyük hatasını işlediniz. Eğer acele etmez ve bu yazıyı derin derin
düşünerek, anlayarak sabırla sonuna kadar okursanız bu büyük fırsatı nasıl
kaçırdığınızı daha iyi anlayacaksınız. Ama her şeyden önce ilim nasıl tahsil
edilir bunu size bir kez daha anlatmalıyım.
İlim Ne zaman ve nasıl Tahsil
edilir.
Derslerimizin bir çoğunda size bu
konu ile ilgili, çok geniş bilgiler verdim. Bunları size bir kez daha burada
özetleyebilirim. Çünkü çok acele ettiğiniz için daha önceki bilgileri
hafızanızda koruyabildiğinizi sanmıyorum.
Öncelikle ilim, çocukluk ve
gençlik çağında tahsil edilebilir. O çağda kazanılan bilgi, mermere işlenen yazı
gibidir; daha sonra öğrenilen şeyler ise buz üzerine yazılan yazı gibidir. Bunu
aklınızdan hiç çıkarmamalısınız. Aksi halde son dör yıl boyunca yaptığınız
yanlışlıkları bundan sonra da yapmak gibi bir risk yaşayabilirsiniz.
Öğrenmenin şartlarına gelince, özü
şudur: öğrenci, okuyarak, yazarak, konuşarak, dersi dinlerken tamamen anlayarak
ve müzakere ederek ancak ilim tahsil edebilir. Aksine, altmış yetmiş yaşından
sonra dilediği kitabı koltuğuna alıp hocanın tek kelime okumasına bile izin
vermeden sayfalar dolusu ibarelerin üzerinden makine gibi geçerek ilim tahsil
etmek sadece bir hayal değil, aynı zamanda ilmi oyuncak haline getirmektir! Bu
son satırları (acele etmeden!) bir kez daha okumanızda yarar vardır.
Neden Bu Kadar Telaşlısınız!?
«Çok eceleci bir ruha sahip
olduğunuzu» defalarca
sizden duydum. Hatta birkaç yıl önce şöyle bir şey anlatmıştınız, demiştiniz
ki: ben küçükken sofraya oturduğumuzda babam elimi tutar ve bana şu tembihte
bulunurdu: «Oğlum bu sofranın tamamı senin, fakat acele etmeden ye!...». Evet
bu ruh haliniz, bizim için hemen her derste büyük bir sıkıntı kaynağı oldu. Şu
soruları acaba kendinize hiç sorma ihtiyacını duydunuz mu:
1)
Ben
neyi kovalıyorum, bu şekilde davranarak, kaçırdığım fırsatları bir daha
yakalayabilir miyim?
2)
Böyle
davranarak, acaba başkalarını rahatsız ediyor muyum?
3)
Kitap
bitirmekle acaba molla olabilir miyim?
4)
Madem
ki hocaya ücretini ben veriyorum, neden ayrıca öğrencelere ders versin, sadece
bana ders verse olmaz mı?
5)
İyi
bildiğim bir ana dilim yok, bu yaşta ne öğrenebilirim, öğreneceklerimle kime ne
kadar fayda verebilirim?
6)
Öğrendiklerimle
toplumun veya ümmetin hangi yanlışlarını düzeltebilirim?
7)
Sık
sık insanların karşısına çıkıp onlarla tartışmak için, bu yanlış sistemle
öğrendiğim parça pörçük, kırık dökük bilgi kırıntılarını malzeme olarak
kullanmam doğru mu?
Bu ve benzeri daha birçok soruyu
eğer cesaretle, soğukkanlılıkla ve açık yüreklilikle kendinize yıllır önce
sorsaydınız, mutlaka cevaplarını bulacaktınız. Fakat şu dört yıl içinde sizden
duyduğum kopuk kopuk anılarınız, izlenimleriniz, fikirleriniz ve müşahede
ettiğim davranışlarınız bütün bu soruları esasen cevaplandırmıştır.
Mesela defalarca, ilkokulu bile
fiilen okumadınızı bana ifade ettiniz. Sanırım İmam-Hatip okulunu hariçten
verdiğinizi söylemiştiniz. Bir süre imamlık da yapmışsınız. Fakat şu dört yıl
içinde, Kur'an-ı Kerim'den birkaç ayet bile sizden dinlemedim. Buna rağmen «Ahkâmu'l-Kur'ân»
gibi çok ağır bir hukuk kitabından (sözde) ders alıyorsunuz! Bunun mantığını
nasıl açıklayabilirsiniz?
İtiraflarınız Çok İlginç
Bir insanın, özel hayatını her
yerde anlatması görgü kurallarına aykırıdır. Kişinin özel hayatı mahrem
kalmalıdır. Çünkü insanın özellikle yaşadığı mahkemelik ve karakolluk olayların
başka yerlerde anlatılması sıkıntı yaratır. Ayrıca, insan zaten çok normal
şeyleri konuşurken bile epeyce açık verir. İlim erbabı, aydın insanlar ve
bilhassa sosyologlar ve araştırmacılar bu gibi açıkları hiç kaçırmazlar, çünkü
onların gerek irşad gerekse araştırmalarında bu açıkların önemi büyüktür. Onlar,
insanların yanlışlıklarını tespit ederek, literatüre geçirmek suretiyle ilmi
hizmetler görürler. Fakat bunları kişilik haklarına aykırı olarak kullanmazlar.
Belki sırf bu bakımdan, özel hayattan bazı kesitleri dile getirmek büyük bir
sorun teşkil etmeyebilir. Çünkü ilim ve irşad ehli, aynı zamanda sır ehlidir.
Bu insanların büyük kısmı, ilim ahlâkına da sahiptirler. Fakat işin yanlış
tarafı bu mahrem olayları öğrenci topluluğu karşısında anlatmaktır. İşte bunu
defalarca yaptınız. Bunun bir gerçek olduğunu hatırlamanız için bazı örnekleri
aşağıya almakta yarar vardır:
«Suudî Arabistan'da
bulunduğunuz yıllarda, Allah'a ve Peygamber'e dil uzatan bir aleviyi nasıl
şikayet ettiğinizi» geçenlerde
ayrıntılı bir şekilde anlattınız. «Bu olay yüzünden çok sıkınlar
çektiğinizi, hatta adresinizi değiştirmek zorunda kaldığınızı, bu yüzden büyük
tehlikeler atlattığnızı» tafsilatıyla anlattınız. Öğrenciler sizi ibretle
dinlediler. Bu hiç hoş olmadı ve size yakışmadı.
Diyebilirsiniz ki, «Dersimizin
konusu çağrışım yaptı, bu ilgiyle böyle bir örnek verdim». İşte bu çok
yanlış bir şeydir. Çünkü dersimizin konusu, İslam Dünyasında yaşanan «Karikatür
Krizi» idi. Bu dersin metni sizde var. Bir kez daha o metni okuyunuz.
Göreceksiniz ki dersimizin başlığı «Hz. Peygamber'in Kişiliğine Hürmet»tir.
Sizin anlattıklarınızla bu dersin hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü, ifadenize
göre: «İşçiler, yılmaz Güney'in rol aldığı bir filmi seyrederlerken onlara
önce siz takılmış, onları eleştirmiş, ya da aşağılamışsınız. Onlar da tepki
göstererek Allah'a ve Peygambe'e dil uzatmışlar. Bunun üzerine hemen karakola
gidip onları şikayet etmişsiniz. Sonra iş büyümüş, zanlı idamla yargılanmış,
siz de yıllarca çok büyük sıkıntılar yaşamışsınız»
Bu davranışınızın doğru olduğuna
belki hâlâ inanıyorsunuz. O sizin bileceğiniz şey. Fakat bu örnekle ilgili
olarak size Kur'ânî bir gerçeği burada hatırlatmak bir vecibedir. Çünkü
kendinizi halâ bir ilim ehli sayıyor olabilirsiniz. Böyle bir yanlışlığın
içinde bocalarken, bu düşüncenizin doğru olup olmadığı hakkında bir nefis
muhasebesi yapmanız bakımından böyle bir hatırlatma büyük önem taşımaktadır.
Allah Teâlâ meâlen şöyle
buyuruyor:
«Allah'tan başkasına tapanların
(putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler...En'am/108».
Biraz önce anlatılanlara bakılırsa
sadece bir yanlış değil, yanlışlar içinde birçok yanlış daha var. Yani
yanlışlar sarmalı içinde kendinizi mahkum etmişsiniz. Beş dakika içinde bize
aktardığınız bu ilginç olay yüzünden kim bilir kaç yıl stres ve baskı altında
yaşadınız. Aileniz, çoluk çocuğunuz bundan kim bilir ne kadar olumsuz
etkilendi. Bunun vebalini nasıl ödeyeceksiniz. Bütün bunları unutarak yeniden
kendi dilinizle gelip bir kez daha öğrencilerimin önünde olayı anlatmanız ne
kadar yanlış! Bunu bütün boyurlarıyla düşünebilecek bir ince ruha sahip
olmanızı çok isterdim.
Nitekim, böyle ince bir ruha sahip
bulunmadığnız için, seviyenize asla uygun olmayan (İslam hukuku) gibi çok
yüksek bir ilim dalında (sözde) öğrenim yapma macerasına birkaç yıldır atılmış
bulunuyorsunuz. Benim çeşitli münasebetlerle çok nazikçe yaptığım uyarıların
hiç biri işe yaramadı ve sizi bir türlü bu yanlışlıktan caydıramadı. Ona da çok
üzülüyorum. Çünkü nasihatlerimin sizde etki yapmaması beni düşündürüyor. Her
şeye rağmen size şu nasihatte bulunabilirim: eğer oturup ilk önce Kur'an-ı
Kerimi okumayı öğrenirseniz, sizin için daha hayırlı olur. Bu iş hiç de zor
değildir. Allah Teâlâ meâlen şöyle buyuruyor:
«Andolsun biz Kur'an'ı öğüt
alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu!?» El-Qamer/18
Büyük ihtimalle siz bu ayetin
farkındasınız, fakat bilincinde değilsiniz. Bilgi ile bilinç arasında çok fark
var, aynı zamanda bilgi ile kültür arasında da çok büyük fark var. Siz bu
farkların da farkında değilsiniz. Bütün yanlışlıklar işte buradan kaynaklanmaktadır.
Bilgi ile kültürü birlikte alamadığınız için, sizde ne -yazık ki- bilinç
ve görgü gelişememiştir. Bunda sizin doğrudan bir kabahatiniz olmayabilir.
Çünkü yine sizin anlattığına göre, «Doğunun ücra bir köyünde doğup büyüdünüz,
Gençliğinizde –özellikle seçim mevsimlerinde- yaptığınız kavgalar ve
köyde yaşadığınız olaylar» bu tespiti kolaylaştırmaktadır.
Kaderiniz çerçevesinde, karşınıza
çıkan bu tür şanssızlıklar elbette ki sizin, düzgün bir Kur'an tahsili
yapmanızı engellemiştir. Fakat ileri yaşlarda bunu telafi edebilirdiniz. Falan
kitap filan kitap yerine, Allah'ın kitabına eğer önem verseydiniz bugün onu çok
güzel bir şekilde tilavet etmek, hatta tefsirlerini de okumak gibi nimetlere
kavuşabilirdiniz. Ama hep yanlış seçim yapmışsınız. Nitekim geçen gün el-A'râf
Suresinin kınkıncı âyetinden bir kesit olan: «Hattâ yelice» kelimelerini;
«Hattâ yeliyce» şeklinde okudunuz. Arapça'da («hadisler» anlamına gelen)
«Ehâdiys» kelimesini halâ «Ehadis» şeklinde seslendiriyorsunuz. Defalarca sizi
ikaz ettiğim halde bunu düzeltemediniz. Bu demektir ki; yıllardır tahsil
yaptığınızı ileri sürmenize rağmen daha telaffuzunuzu bile düzeltmiş
değilsiniz. Yine kendi ifadenizle: «Muhemmed Nafi Bey» de sizi bu konuda
uyarmıştır. Anlaşılan odur ki uyarılar sizi hiç ilgilendirmiyor. Çünkü bakınız Muhemmed
Nafi Bey, bir ilim adamıdır. O sizi Arap dili fonetiği konusunda uyarıyor,
bunu aynı zamanda bana naklediyorsunuz, ama hiç önem vermiyorsunuz. Bağımsız
bir ilim dalı konusu olan fonetik, (hele Kur'an tilavetiyle doğrudan ilişkisi
varken) acaba neden sizi hiç ilgilendirmiyor!? Buna çok şaşırıyorum ama hiçbir
cevap bulamıyorum. Şu var ki böyle bir sorun karşısında çaresiz kalmak, (siz
anlamasanız bile) ilim erbabı için tam anlamıyla bir işkencedir!
Kur'an tahsili yapmadan, köhne
medrese sistemiyle, Arapça bir sürü gereksiz gramer kurallarını ezberleyerek
uzun bir zaman harcamışsınız. Üstelik, yıllarca verdiğiniz emeklere rağmen
Arapça'yı da öğrenememişsiniz. Şimdi de Yüksek islam hukukunu öğrenmek gibi bir
maceraya atılmış bulunuyorsunuz. Bunun doğru olup olmadını bir kez daha
düşünmenizde fayda vardır. Çünkü henüz ilkokul düzeyinde bile bir kültüre sahip
bulunmamanıza rağmen, yüksek islam hukukunu okumak istemenizin temelinde yanlış
düşünceler içinde bocaladığınız açıkça anlaşılmaktadır.
Bunu, yine sizin bizzat dilinizle anlattığınız
olaylara dayanarak söylüyorum. Örneğin, «bir zamanlar Merhum Molla
Sadrettin Efendi'ye gidip onunla tartıştığınızı, bunun üzerine öfkelenerek
sizi evinden kovmak istediğini, siz de ona bir ücret teklif ederek sorunuza
cevap vermeye onu zorladığınızı» anlatmıştınız. Bu anlattıklarınız ise
sizin; ne kadar münakaşayı seven, ne kadar ilimden ve kültürden uzak, kurallara
ne kadar yabancı olduğunuzu kanıtlamaktadır. İşte bu yüzdendir ki (samimi
bir mü'min, temelde çok iyi niyetli, İslam için canını feda etmeye hazır bir
kimse olmanıza rağmen), beni hiç bir zaman anlayamadınız ve anlamaya da
çalışmadınız. Bu tutumunuz İmam Gazali'nin bir sözünü bana hatırlatıyor. Bu
zat, el-Munqizu Mine'd-Dalâl adlı eserinde meâlen şöyle diyor: «Cahil
bir dostun zararı çok büyük olur». Gerçekten de beni anlamamanız bende
büyük üzüntüye sebep olmuştur. Çünkü sizi üzmemek için tam dört yıldır dişimi
sıkarak, adeta kendime karşı savaşarak çok acı bir işkence yaşadım. Bu işkence,
dilerim günahlarıma keffaret olur.
Beni hiç Anlamak İstemediniz ya
da bir türlü anlayamadınız.
Birini anlamak, kişinin muhatabını
anlaması görgü ve kültür bakımından bir yeterlilik meselesidir. Bu yeterliliği
kazanamamış bir insan, istese de muhatabını anlayamaz. Kültür yoksunluğu ve
görgü eksikliği, anlayışı kıtlaştırır. Dostlar arasında cereyan eden
olumsuzlukların büyük kısmı bundan kaynaklanmaktadır. Eğer iki arkadaş para ve
menfaat için değil ama pek gözükmeyen bir sebepten dolayı anlaşamıyorlarsa bu,
mutlaka onlardan birinin kültür ve görgüden yoksun olduğunu kanıtlar.
Ben, oniki bin ciltlik kütüphaneye
sahip, 1500 yıllık köklü geleneği olan şecereli bir ilim ailesinin çocuğu
olarak dünyaya geldim. Bizim çocuklarımız, henüz okula gitmeden, temel bir aile
içi eğitimi görürler. Bu sistem bizde halâ işlemektedir. Şu var ki halkımız bir
bilgi toplumu olmadığı için, zaten gerçek ilim erbabı, ülkemizde çok sıkıntılı
günler yaşar. Dolayısıyla biz de cahil insanların karşısında çok büyük meşakkat
çekeriz. Zaten insanların çoğu bizi anlamakta güçlük çekmektedir. Bu,
Türkiye'nin önemli bir sorunudur. Eğitim düzeyi çok düşüktür. Halkın beyni
reklamlarla, propagandalarla ve siyasi sloganlarla yıkanmıştır. Mezhepçilik,
ırkçılık, tarikatçılık, hurafecilik, laikçilik ve hortumculuk karmaşası içinde
ahlâk çökmüş, ülke, yer altı örgütlerine mafyaya, darbecilere, ırkçılara,
laikçilere ve derin devlet çetelerine teslim olmuştur. Bu toplumun geleceği
karanlıktır. Göreceksiniz, bu toplumun topu, en geç 30 yol sonra
patlayacaktır!!! Onun için İlim ehli, bu ülkede bir azap içinde yaşar. İlim
adamlarından, bir yolunu bulan, ileri ülkelere kaçıyor ve oralarda çok yararlı
hizmetler veriyorlar. İmkansızlık içinde bulunanlar ise burada bir köşede terk
edilmiş birer gariban olarak azap içinde ömürlerini tüketiyor ve sessizce yok
oluyorlar. Onun için biz çok yalnızız. Siz ise yalnız değilsiniz. Siz, birlikte
dernek ya da şirket kuracak, hayatı paylaşacak birçok kimse bulabilirsiniz. Ama
biz bulamayız. Biri bize iltifat ettiği zaman, ona faydalı olmak için çok büyük
fedakârlıklara katlanırız. Örneğin ben haftada oldukça uzun bir mesafe
katederek derslere geliyorum. Ömrünü ilme ve derin araştırmalara adamış, 60
yaşın üzerinde, saygın ve geniş muhite sahip bir insan olarak bunu göze
alabiliyorum. Benim yapabileceğim altarnatifsiz bir çok hizmetten bugün
binlerce insan faydalandırılabilirdi. Ama ne yazık ki böyle bir hizmeti finanse
edecek herhangi bir sponsor ya da kurum bulunmamaktadır. Üstelik kırk yıldır
süren etüd ve araştırma hayatımda gerçekleştirdiğim, yüzden fazla eseri bugün
Türkiye'de hiçbir yayınevi, yayınlamak istememektedir. Bu da Türkiye toplumunun
ilimden, kültürden ve irfanden ne anladığını en azından bana göstermektedir.
Ben bu sonuçtan kendim için hiç üzülmüyorum. Çünkü yazıp çizdiklerim, tespit
ettiğim ve gün yüzüne çıkardığım yüzlerce gerçek, yazdığım kitapların sayfaları
arasında tarihe geçmiştir. Bunların nüshaları kütüphanelerde mahfuzdur. Günün
birinde bunlar mutlaka ortaya çıkarılacak ve bunlara engel olanlar ileride –hiç
şüphe etmiyorum ki- lanetleneceklerdir!
Şimdi tabiatıyla, size naz etmek
ve –hiç değilse siz beni bir şekilde anlamalıydınız- demek için kendimde
bir parça haklılık buluyorum. Çünkü size çok nasihat ettim. Dersler dışındaki
yanlışlarınızı düzeltmeniz için bile nazikçe ve sık aralıklarla sizi hep
uyardım. Ama bunu yaparken çok dikkatli davrandım ve sizi incitmemeye gayret
ettim. Bundan amacım, görgülü insanların yanında küçük düşmemeniz idi. Örneğin;
telefonunuz çaldığında, hep «Alo» diye cevap veriyorsunuz. Üstelik
konuşurken çok acele ediyor, muhatabınıza konuşma fırsatı vermiyorsunuz. Bu
benimle isizin aranızda geçen telefon konuşmalarında da sız sık tekerrür etti.
Nitekim, bana selam verdiğinizde ben selamınıza cevap vermeye çalışırken onu
ağzımdan alıyor ve benim adıma kendinize selam veriyorsunuz! Bu çok tuhaf
davranışınızı ve ecelenizi hiçbir zaman anlayamadım. Buna hiçbir mana
veremedim. Üstelik çok çok üzüldüm. Çünkü size selam vermeme bile fırsat
vermiyorsunuz. Peki size faydalı olabilmem için bana ne zaman fırsat
vereceksiniz!?
Bunları hep küçümsediniz ve basit
şeylermiş gibi algıladınız. Görgüye ve kurallara hiç önem vermediniz. Mesela
telefonunuz çaldığında duyduğunuz ses, aslında; «Beyefendi! Beyefendi!
Beyefendi!» demekte, size seslenmektedir. Bu çağrıya «Alo» demek
görgüye aykırıdır. Şimdiye kadar kimse sizi bu konuda bilgilendirmeye cesaret
etmemiş, ya da edememiş olabilir. Sizi belki incitmemek için uyarmamış
olabilirler. Ama ben bu çağrıya «Efendim!» diye cevap vermenizi hep
istedim. Bunun için çok yumuşak bahaneler arayarak sizi incitmeden nihayet bir
gün çıtlattım. Nitekim, daha yanımda bulunduğunuz bir sırada size gelen bir
telefona ilk kez «Efendim» diye
cevap verdiniz ve ben buna çok sevindim. Bu gibi nasihatlerde benim maddi bir
yararım olmadığı gibi, kayıplarım da olabilir. Ama sırf sizi eğitmek, yanlış
taraflarınızı düzeltmek için çok gayret sarfettim. Size hiçbir zaman «sen»
diye hitap etmedim. Size hep saygı duydum ve iyi örnek olmaya çalıştım. Fakat
ne yazık ki bunu hiç anlamak istemediniz. Çünkü sizde hiç bir değişiklik
görmedim. Nitekim son günlerde yaptığım bir ikaz üzerine tepki gösterdiniz ve «Bu
benden çıkmaz!» diye çok tuhaf bir tabir kullandınız. Yani ben bu huyumu
terk edemem, demek istediniz! Biraz sonra bunun üzerinde de duracağım.
Öğrenci grubu ile birlikte
izlediğiniz derslerimde çok şeyler dinlediniz ve çok şeyler öğrendiniz. Bu
gerçeği zaman zaman bizzat dilinizle ikrar bile ettiniz. Nitekim birgün size
tahtada yazı yazdırırken «zâlike» kelimesinde, zâl'dan sonra bir elif
koydunuz. Bunun yanlış olduğunu söyledim. Hatanızı düzelttikten sonra dediniz
ki: «Bu yaşa gelinceye kadar bunu öğrenememişim!». Bu küçük bir
örnektir. Siz hayatınızda hiçbir yerde duymadığınız ve duyamayacağınız çok
değerli bilgileri derslerimde aldınız ve bunu, çekinmeden de çoğu zaman dile
getirdiniz. Halbuki yıllarca köhne medrese sistemiyle Arap dil grameri okumuş
ve bunu ilim sanmıştınız. Oysa benden öyle şeyler öğrendiniz ki daha önce
bunları medreselerde asla öğrenmiş değildiniz. Sizi okutan insanların
zihniyetini, inançlarını, davranış biçimlerini lütfen bir daha hatırlamaya
çalışınız. Kendi ifadenizle; «ders almak için baş vurduğunuz mollaların
sizi tarikata sokmak için ne gayretler sarfettiklerini» bana bizzat
anlattınız, müritlerinin «pirobaşi» gösterilerinde bulunduklarını bizzat
kendiniz söylediniz. Tabiatıyla kültürden yoksun olduğunuz için şimdi «pirobaşi»'nin
ne olduğunu da bilmiyorsunuz. Bunun
anlamı kendini ateşe atmaktır. Bu bir Hint geleneğidir ve Budizm dininden
alınmadır. Tarikatçılar bunu keramet sayıyorlar! Ayrıca siz, (Doğulu) molla ve
şeyhlerin, camilerin içinde sigara içip satranç oynadıklarını yıllarca
gördünüz. Akıllarınca cüsseli gözükmek
ve göz doldurabilmek için – yazın bile- kalın giyindiklerinden dolayı çok
terler ve pis pis kokarlardı. Burunlarına sık sık parmaklarını sokarak, kurumuş
sümüklerini çıkarıp önlerindeki kül tabaklarına fırlatırlardı. Bunların hepsi
de Nakşibendiydiler. Sözde ruhsata değil azimete bağlıyız diyorlardı! Cahil
sürüler, bunlara evliya diyor, ayaklarını yalıyorlardı. Azimet, Cami gibi
mukaddes bir mekânda sigara içmek ve satranç oynamak mı!? Yoksa Nakşibendiliğin
değiştiğini mi sanıyorsunuz! Onların eski ilkellikleri eğer günümüzde biraz
yontulmuş ise bunu hiç şüphesiz derin devlet sağlamıştır. Çünkü «derin devlet»
bu adamları ancak yontarak kullanmak zorundadır! Bu hikaye uzundur ve konumuzun
dışında kalmaktadır. Siz, bütün bu çelişkilere şahit oldunuz. Bu adamların «Kureyş»
Suresinden «Tebbet» Suresine kadar olan 8 küçük sureden başka Kur'an-ı
Kerim'den hiçbir şey ezberlemediklerini de biliyorsunuz ve buna bir gün bizzat
şahitlik bile ettiniz. Üstelik bu sureleri de tecvid kurallarına uygun olarak
okuyamazlar. Buna rağmen onların etkisinden hiçbir zaman kurtulmadınız, kurtulmaya
da çalışmadınız. Yıllarca bu insanlardan ders aldığınızı söylüyorsunuz. Bu
nasıl bir eğitimdir ki yıllarca okumuşsunuz, fakat oryantalizm ve misyonerlik
kavramlarını ilk kez benim derslerimde öğreniyorsunuz! Bütün bunları bana,
zaman zaman yönelttiğiniz sorulardan çıkarıyorum. Bu nasıl bir eğitimdir ki,
geometrik şekillerin hiç birinin alan ve hacim formüllerini bilmiyorsunuz; fomülleri şöyle dursun, adlarını bile
bilmiyorsunuz. hatta, matematikte X'in ne anlama geldiğini bile
bilmiyorsunuz!!! Bunlar bir yana, sözde ahkâm okuyorsunuz, ama Allah'ın
kitabından, ne müteşabih, ne de ahkam âyetlerinden biri bile doğru dürüst bir
telaffuzla ezberinizde yoktur. Bu, tarife sığmaz bir çelişki değil mi? Acaba
bir gün düşünüp şu sorulardan birini kendinize sordunuz mu?
-
Ben
neden hiç tecvid okumadım?
-
Bana
birgün adamın biri sorsa dese ki: Hocam, idğâm, iqlâb, izhar, ikfâ, işmam
nedir?
-
Mahreçler
kaçtır?
-
Meddi-
vacip ile Meddi caiz arasında ne fark vardır?
Ben bu kişiye ne cevap vebilirim?
Haydi diyelim ki raftan bir kitap indirdiniz ve cevabını oradan bulup verdiniz.
Adam size:
-
Hocam
birkaç ayet okuyup bunlara örnek verir misiniz derse, ne yaparsınız?
İşte bunların hiç birini
düşünmeden ahkâm okumaya kalkışmanız sizi bu günkü duruma düşürmüştür. Sizin
öyle sınır tanımaz bir aceleniz var ki ne yapacağınızı gerçekten şaşırmış
durumdasınız. Çünkü benden okuduğunuz ahkamla yetinmediğinizi, bizzat kendiniz
ağzınızdan kaçırdınız. Gidip ırkçı bir adamdan usul okuyormuşsunuz. Sizi
vakfından kovan bu adamlarla içli dışlı olmaya devam etmeniz hiç şaşırtmıyor
beni. Çünkü geriye kalmış birkaç günlük ömrünüze bu sayede bir kitap daha
yerleştirmek sizin için çok büyük bir marifettir.
Kültürel Bakımdan Ufkunuzun
Darlığı Sorunlarımızı Büyüttü.
Özellikle ilmi ibareleri literatür
diliyle açıklayamamanız, derslerimiz boyunca bize büyük sıkıntılar yaşattı.
Şimdi bu birkaç sayfalık yazıyı bile bu yüzden anlayamayacağınızı sanıyorum ve
büyük kaygı duyuyorum. Yani Türkçeniz sadece zayıf olmakla sınırlı değildir.
Bilakis ilmi meselelerin ele alınışında sizin bir tercümana bile ihtiyacınız
vardır. Ancak tercüman arayacak olsak bile size hangi dilden hangi dile tercüme
yapılacağını kestirmek imkansızdır. Çünkü kendi itirafınızla; Türkçeyi akademik
anlatım dili olarak kullanamıyorsunuz. Bu konudaki yetersizliğinizi şu
maddelerle özetlemek mümkündür:
1)
Kelime
hazineniz yeterli değildir. Arapça ibarenin yüzde doksanını anlıyor olsanız
bile bunu bir türlü Türkçeye çeviremiyorsunuz.
2)
Gerek
Türkçe, gerekse Arapça telaffuzunuz bozuktur. Arapçadaki telaffuz buzukluğunuza
yukarıda birkaç örnekle işaret ettik. Türkçeyi kullanmadaki yetersizliğinize
gelince, bu çok daha büyük bir sorun olarak karşınıza çıkmaktadır. Bu
sorununuzu çözüme kavuşturmak için size yakın geçmişte ev ödevleri verdim. Fakat
çok büyük sıkıntı çektiğinizi bana hem derste ifade ettiniz, hem de telefon
ederek sizi ödevlerden muaf tutmamı istediniz. Önce direndim. Bundan o kadar
çok sıkıntı duyudunuz ki dayanamadınız ve bir süre dinlenmek için Umreye bile
gittiniz. Fakat orada da yine acele ettiniz ve çok büyük bir yanlışk yaptınız.
Bunu da döndükten sonra bizzat itiraf ettiniz. Her gün bir hatim indirmeye
uğraşırken gözlerinizi yordunuz ve hastanelik oldunuz. Halbuki önce Kur'an'ı
Kerim'i kurallarına uygun olarak öğrenseydiniz daha hayırlı olurdu. Tecvidsiz
ve talimsiz Kur'an okumanın ne büyük bir vebal olduğunu bildiğiniz halde bunu
yaptınız. Hatim indirmek yerine bazı münasebetli ayetleri ezberlemeye
çalışsaydınız, hem daha az yorulacaktınız, hem de Kur'ânî bir birikime sahip olurdunuz.
Ancak her şeyden önce Allah'ın kitabını kurallı okumayı öğrenmelisiniz.
3)
Nisbeten
okuyucu sayılabilirsiniz. Önemli miktarda gramer hatası yaparak, Arapça ibareyi
okuyabiliyorsunuz. Fakat Arapça bir ibareyi akademi diliyle yine Arapça ifade
etmek şöyle dursun, onu anlaşılır bir dille Türkçeye aktarmanız çoğu kez
sonuçsuz kalmaktadır.
4)
Arapça
deyim ve terim bilginiz hemen hemen sıfırdır. Nitekim birkaç gün önceki bir
dersimizde geçen; «Le'darabtu ileyhi ekbâde'l-İbili» deyimine ilginç bir anlam
vermiştiniz. Bu münasebetle hemen ilave edelim: Her zaman adetiniz olduğu
üzere, bu ibareyi de okurken o kadar çok acale ettiniz ki onu okumama ve size
yardımcı olmama fırsat vermeden istediğiniz manayı ona yapıştırıverdiniz. Bunda
hiçbir tereddüt eseri göstermediniz. Üstelik alay eder gibi de pişkin pişkin
gülümsediniz. Bu da sizin ilme bakış açınızı ve size bir şeyler öğretmeye
çalışan insana karşı tutumunuzu ortaya koymaktadır!
5)
Yabancı
dil öğrenmeye çalışan birinin mutlaka çok mükemmel bir ana dile ihtiyacı
vardır. Bunun şart olduğunu defalarca söyledim. Ama siz her defasında
geçerliliği olmayan mantığa son derece aykırı bir mazeret ileri sürerek
isteğinizde inat ve ısrar etmeyi sürdürdünüz, yaklaşık bir mealle şöyle
dediniz: Ben ilkokulu bile okumadım, ama imamlık yaptım, cemaate ayet ve hadis
okudum açıkladım. İlmi bir temelden yoksun olan bu tür cevaplarınız çok açık
şekilde kültürel seviyenizi ortaya koymaktadır. Nitekim, ders esnasında, arada
bir kullandığnız argo bir tabir, yetersizliğinizi kanıtlamaktadır. Bu tabir: «gume
gitti» sözüdür. Bunun telaffuzu bile yanlıştır. Doğrusu: «güme gitti»dir.
Halbuki bunun yerine, örneğin anlamsız, ya da geçersiz kaldı diyebilirdiniz.
6)
Öğrencilere
metin yazdırdığm sırada siz sık sık «kavuşturamıyorum» diye hep mazeret
beyan ettiniz. Bu sözünüz, her defasında sınıfta gülüşmelere ve dersin
ciddiyetini bozmaya yol açtı. Ayrıca saygınlığınızı da zedeledi. Bu kelime
yerine eğer «yetiştiremiyorum» deseydiniz belki Türkçeyi daha düzgün
kullanmış olurdunuz fakat yine aynı olumsuzluğa yol açardınız. Halbuki eğer
sabretseydiniz, ve hiçbir şey yazmasaydınız bile o metni dersten sonra bir
arkadaştan ya da benden alabilirdiniz.
7)
Ders
esnasında çok zayıf ilgilere tutunmak suretiyle , bazen oldukça münasebetsiz
sorular sorarak, ya da bitişikteki arkadaşla konuşarak dersin ciddiyetini
bozdunuz. Zaman zaman yaptığım uyarılar hiç fayda vermedi. Son olarak; 22 Şubat
2006 Çarşamba günü yaptığımız ders sırasında ben «İsmu'l-Cem'» konusunda
üç örnek verdim. Arap Türk ve Khayl... Bunların normal nizami çoğul
olmadıklarını, Arap dil kurallarında bu gibi kelimelere: «İsmu'l-Cem'»,
yani «topluluk adı» denildiğini açıkladım. Tam bu sırada siz yanınızdaki
arkadaşa: «Utruku't-Turke ma terekûkum» diye birşeyler fısıldadınız. Sesinizi
duydum ve öğrenciler sesinizi duymasın diye yüksek sesle ve gürültü ile dersi
anlatmaya devam ederek sesinizi boğmaya çalıştım. Bu sözlerin bizim dersimizle
hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak mesele bununla sınırlı değildir. Öküzün altında
buzağı arayan bir insan için bundan daha güzel bir bahane bulunamaz. Bu
sözlerle dersimize, şahsıma ve öğrencilere büyük bir saygısızlık yapılmıştır.
Doğrusu, «buna üzüldüm» demek çok hafif kalır. Sonuç olarak anladım ki
sizi zaptetmek artık mümkün değildir. Bunun üzerine hemen kararımı verdim.
Kararımı aşağıda okuyacaksınız. Ancak bu olaydan sonra, daha önceki
yerlerimizde neden ders yapmamızın engellendiğini şimdi çok daha iyi anlamış
bulunuyorum. Bizzat dilinizle; «Bu benden çıkmaz!» dediğiniz huyunuzun
sizden çıkıp çıkmaması size ait bir sorundur. Ancak bizimle ve (eğer devam
edecek olursa) dersle ilgili olarak bu huyunuza karşı biraz daha tedbirli
olmanızı tavsiye ederim.
Bundan Sonra Ne olacak.
Siz istediğiniz kararı
verebilirsiniz. «Artık ders yok» derseniz, bunu sizden önce ben
söyledim, diyebilirim. Çünkü yukarıda da ifade ettiğim gibi kararımı verdim.
Kararım ise şöyledir.
Kesinlikle artık özel ders yoktur.
Eğer nizami derslerimizin devam etmesini istiyorsanız, bu konuda da şartlarım
vardır. Tahsil, terbiye disiplin ve görgü kurallarına uyulursa devam ederim.
Buna kesin söz verilmezse bu iş burada biter. Şart koştuğum kurallar ise
şöyledir:
1)
Dersimizi
izleyebilecek liyaktta her öğrenciye hizmet veririz.
2)
Sınıfta,
Siyasi bir konu açılamaz.
3)
Sınıfta
Özel hayattan söz edilemez, kimse mahrem hayatından hiçbir şey anlatamaz. Derse
katkı sağlayacak (normal seyahat ve tatil anıları) gibi masum şeyler –izin
almak suretiyle- bundan hariçtir.
4)
Sınıfta
müstehcen bir konu açılamaz, böyle bir konuya ilişkin herhangi bir soru
sorulamaz.
5)
Derslerimizde
tasavvuftan hiçbir şey işlenmez. Bu konuda hiçbir istek kabul edilmez.
6)
İslam
Ümmetinin birlik ve beraberliğini sabote edecek ırkçı, tarikatçı, laikçi,
yıkıcı ve bölücü hiçbir söylem,slogan ve propagandaya müsaade edilmez.
7)
Şirk
sembolleri ve tağutlar lehinde hiçbir söylem kullanılamaz.
8)
Yüce
İslam şeriatı ve Mukaddes-evrensel değerler aleyhinde hiçbir söylem
kullanılamaz.
9)
Hitabet
mahiyetindeki açış konuşmalarım kesilemez, hiç kimse bu sırada bir soru
soramaz. Sorular ders esnasında sorulur. Özel sorular ise not alınarak ders
dışında sorulur.
Size mahsus olarak da ayrıca bir
notum vardır: Derslerimiz dışında, siz başkalarıyla herhangi bir yerde
istediğiniz konuyu işleyip tartışmakta elbette ki hürsünüz. Buna hiçbir insanın
müdahale etmesi söz konusu olamaz. Ancak adımı zikretmenizi ve konu ne olursa
olsun beni referans olarak göstermenizi istemiyorum. Buna da riayet etmenizi
bilhassa rica ediyorum.»
***
«Gogo Efendi»'ye hitaben yazdığımı mesajı okudunuz. Bu
mesajın size çok ilginç geldiğini tahmin ediyorum. Şuna inanmalısınız ki
hayatım boyunca bunun gibi daha birçok engel karşıma çıktı ve hızımı kesmek
istedi. Buna ek olarak, ülkem, toplumum ve dünya insanı için beslediğimim aydın
ve yapıcı düşünce ve tasarılarımda bana bir tek yardım eli bile uzamadı. Çünkü
(İster selefi, ister tarikatçı, ister laikçi ve isterse ırkçı olsun) gogolara
asla teslim olmadım. Onların vakıflarına, derneklerine ve partilerin üye
olmadım. Nezaket gereği bazen davetlerini kabul ettimse de ırkçı, hurafeci ve
gerici düşünce ve inançlarını asla kabul etmedim. Ne çare ki başta dil olmak
üzere eğitim, sağlık, ekonomi, insan ilişkileri, siyaset ve yönetim gibi
yaşamın tüm canlı alanları bu ülkede gogoların egemenliği altındadır.
***
Yaşamın hangi alanında
olursa olsun, verimli bir çalışma ancak sistem ve disiplin sayesinde mümkün
olabilir. Ben hep böyle inandım ve bu doğrultuda tutum sergiledim. Çünkü belli
bir sisteme ve bilimsel kurallara dayanmayan bir faaliyet yüksek verimden
yoksun kalır. Ne yazık ki bu düşüncemden dolayı hep katı kuralcı olarak
algılandım ve genelde yanlış anlaşıldım. Fakat gerçek şudur ki, özellikle zaman
kaybını önleyerek hayatı kolaylaştırmak için eskiden beri ilim adamları hemen
her alanda çeşitli sistemler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu sürekli gayretler
elbette ki insancıl amaçlara dayanmaktadır. Dolayısıyla kutlanmaya ve örnek
alınmaya değer.
Bu ilgiyle hemen belirtmek gerekir ki
insanoğlu beslediği umutların peşinde koşarken eskiden beri çok ağır çileler
çekmiş, amacına daha kısa yoldan ulaşabilmek için de öncelikle yolunu
ışıklandıracak bilgilerin anahtarlarını aramıştır. Çünkü bilgi kaynaklarını
elde etmeden bilgi kümelerine ulaşmak çok zordur. Hatta elde edilebilen bazı
kaynaklardan biri ya da birkaçı yeterli de olmayabilir. Onun için nice değerli
araştırma ve çalışmalar bu yüzden istenen olgunlukta ve belgesel nitelikte
hazırlanamamış, hayırlı amaçlar doğrultusunda harcanan çabalar meyvesini verememiştir.
İnsanoğlunun bu yolda günümüze kadar
aşamalarla elde ettiği deneyimler; (gruplandırılmış bilgilere) ulaşmak
kadar, (gruplandırılmış bilgi kaynaklarına) ulaşmanın da son derece
önemli olduğunu, -hatta ondan daha da önemli olduğunu- ve ancak bu suretle
-en değerli şeylerden biri olan- zamanı öldürmeden başarıya ulaşmanın
mümkün olabileceğini kanıtlamış bulunmaktadır.
Bu bağlamda saptanmış bulunan bir gerçek
vardır; o da şudur: Kümesel altyapı bilgileri, araştırmacının başarıya
ulaşmasını hızlandırmaktadır; zaman kaybını önlemekte, buna bağlı olarak
çalışanı psikolojik açıdan da rahatlatmaktadır. Ancak birleştirilmiş bilgi
kategorilerine ulaşabilmek, onların yine birleştirilmiş ve belli
gruplara ayrılmış kaynaklarını elde etmekle mümkündür. Ne varki
araştırmacıları ve ilim adamlarını bu konuda rahatlatabilecek
sınıflandırılmış kaynak ansiklopedileri henüz yoktur.
Gerçi bu ihtiyacı karşılamak için
özellikle çağımızda, geçmişin ilim ve kültür mirasından, eski kuşakların
deneyim ve birikimlerinden de yararlanmak suretiyle teknoloji ve internet
kullanılarak dünyanın birçok ilim merkezlerinde önemli hacim ve kapsamlarda
bilgi klasmanları kadar bilgi kaynaklarını gruplandırma çalışmaları da
gerçekleştirilmiştir. Fakat özellikle İslâm'î ilimler ve İslâm uygarlığı
alanında bu tür çalışmaların ileri düzeylerde yapıldığını söyleyemeyiz.
Dolayısıyla, çağın teknolojisi ve dev internet
ağları gibi mevcut imkanlara rağmen aynı konuda bol kaynak elde etmek için
araştırmacılar hâlâ büyük çabalar sarf etmekte ve zamana karşı
savaşmaktadırlar. Ben de bu çileyi vaktiyle yaşadım. Aradığım bilgiler şöyle
dursun, onların kaynaklarına bile büyük sıkıntılar çekerek ancak ulaşabildim.
Bazı bilgileri, binlerce kilometre mesafe kat
ederek ancak elde edebildim. Onun için gerçek araştırmacıların başına
sık sık gelen bu işkencenin ne kadar acı olduğunu çok iyi biliyorum.
Özellikle Türkiye, bilimsel ve akademik
çalışma konusunda tam bir mahrumiyet ülkesidir. Çünkü burada yaşayan halklar
bir bilgi toplumu niteliğini kazanamamışlardır. Bunun elbette ki birçok
nedenleri vardır. Bunlardan biri, toplum mozaiğinin sağlam ve özgün bir ortak
kültür mirasına sahip bulunmuyor olmasıdır. İkinci bir neden de bu toplumun, -salt
-bilgi ve bilim dini olan- İslâm’ın özünü hiçbir zaman anlamamış olmasıdır!
Araştırmalarım sırasında yaşadığım büyük
sıkıntılar üzerine özellikle bütüncül kaynak grupları beni meşgul etti. Bir
bütün oluşturan bilgilerden önce, birbirini tamamlayan bilgilere ait
kaynakların da ansiklopedik olarak bir araya getirilmesi gerektiğine inandım.
Bu ise yepyeni bir ansiklopedi anlayışı idi. Ama ben bunu yıllar önce kime
anlatacaktım?! Hâlâ da anlatamıyorum.
İşte bu amaçla (Birleştirilmiş, Bilgi
Kaynakları Bankası) adı altında bir proje geliştirmeye başladım. Ona kısaca
BİBİKABANK adını verdim. O zamanlar internet yoktu. Sadece teorik
bilimlerden seçtiğim yirmi kadar ana konu etrafında bu projeyi önce yalnız
başıma yürütmeye çalıştım. Fakat iki buçuk yılımı bu çalışma ile geçirdikten
sonra anladım ki bu işe ne benim gücüm yeter, ne de ömrüm. Bu bir imkân ve ekip
işiydi. Onun için de bıraktım. Ama götürdüğüm yere kadar bu çalışma, benim öbür
çalışmalarımda çok işe yaradı.
BİBİKABANK da
benim birçok çalışmam gibi şu anda disketlerimde saklı durmaktadır.
***
Bütün bu yazıp çizdiklerim, sokaktaki adamı
ilgilendirmeyebilir. Zaten onu birçok şey daha ilgilendirmemektedir. Sokaktaki
adamın kim olduğunu eğer gerçekten öğrenmek isterseniz er-Râğıb el-Isfahânî’nin
«Tafsıyl’un-Neş’teyn» adlı kitabının ilk birkaç sayfasını okumanızı
öneririm. ama henüz disketlerde ve dağınık kağıt tomarları içinde bulunan bu emeklerin
bazı kuruluşları ilgilendirmesi, hatta onları kaygılandırması gerekir. Evet
benim herhangi bir iddiam yoktur; ama ben Türkiye’nin çocuğuyum ve yılların bir
araştırmacısıyım. Dolayısıyla bilim ve kültür emekçisinin, bu ülkenin
birikimlerine yaptığı katkıyı takdir edebilen Üniversiteler ve ilgili
kuruluşlar emeklerimi taşıyan bu disketleri, bu kağıt tomarlarını araştırarak
onların hiç de boş olmadıklarını öğrenebilir, onları, en azından günün birinde
bir kazaya kurban gitme olasılığına karşı koruma altına alabilirler. Bu görev,
aslında Kültür Bakanlığı’nındır. Ancak resmi ideolojinin
yanlışlıklarından arınamamış kurum ve kuruluşlardan pek umutlu değilim. Çünkü
yarınların kültür mirasına resmi ideolojinin demagogları değil, evrensel
düşünceye ve ilim etiğine saygılı olan çok az sayıdaki insanlar ancak sahip
çıkabilirler.
Bünyesinde kısa sürelerle danışman ve kurucu üye olarak hizmet
verdiğim Vakıflarda da çalışmalarım ve ideallerim hiç kimsenin dikkatini
çekmedi. Bunlar haklıydılar. Çünkü Ortodoks Sünnîliğin cenderesinde karpuz gibi
şekillenmiş «ilâhiyatçı» kafalar, bugünkü dünya gerçeklerini anlayabilecek,
evrenselliği yakalayabilecek kapasiteye sahip değildirler. Biz zaten bir
rastlantı sonucu buluşmuştuk. Bizi namaz buluşturmuştu! Oysa bir kadavracı da
heykel karşısında saygı duruşunda bulunurken kendine göre namaz kılar!
Bu nedenle ben, bu emeklerimin her şeyden önce koruma altına
alınması ve değerlendirilmesi için ilkin yukarıda adlarını verdiğim ilim
adamlarına ve görev yaptıkları ilim kurumlarına bir kez daha hatırlatmada
bulunmayı uygun görüyorum. Ondan sonra da Avrupa’daki ilim çevrelerini ve
bilhassa Hıristiyan oryantalistleri sorumluluk üstlenmeye çağırıyorum.
Öncelikle de İsveç, İsviçre, Belçika ve Hollanda
Hükümetleri başta olmak üzere bu üç ülkedeki ilim adamlarının emeklerime sahip
çıkmalarını istiyorum.
Neden Hıristiyanları yardıma çağırıyor ve onları daha yakın
görüyorum? Bunun, elbette ki çok önemli bir nedeni vardır. Önce şunu
söylemeliyim ki. Yukarıda adlarını andığım dört Hıristiyan ülke, dünyada insan
hak ve özgürlüklerine saygılı olmak konusunda hem çarpıcı örnekler vererek hem
de bütün ülkeleri böyle davranmaya çağırarak adaletin ve insanî faziletlerin
yaşatılması için verilen çabalarda her zaman önde yer almış ve büyük bir performans
göstermişlerdir. Ayrıca, Müslüman geçinen milyonlarca insana da bu arada küçük
bir mesaj vermek bakımından yukarıdaki soruya kısa bir yanıt vermeyi yararlı
buluyorum. Bu yanıtı, Kur’ân-ı Kerim’den, Maide Suresi’nin seksen ikinci
âyetini Türkçe’ye çevirerek vereceğim. İşte âyetin Türkçe açıklaması:
«Bütün insanlar içinde inananlara
en çok düşmanlık besleyenlerin, Yahudiler ve –heykellere saygı göstererek-
Allah’a ortak koşanlar olduğunu kesinlikle göreceksin; ve bütün insanlar içinde
inananlara en çok sevgi gösterenlerin de –biz Hıristiyanız- diyenler olduğunu
göreceksin».
Ben bu kadarla yetinmek istiyorum. Yorum size ait.
***
Anılarımın hepsi değil, sadece bu yazıp çizdiklerim hakkında
özetlemiş bulunduğum satırlar bile eğer size bir şeyler anlatıyorsa sanırım
bundan böyle, tuhaf bulduğunuz her olay karşısında şaşkınlığınızı sadece «Burası
Türkiye» deyip teselli olmakla kalmayacak, aynı zamanda derin derin
düşüneceksiniz ve daha çok şeyler bulacaksınız. İşte eğer bu bilmediklerinizi
merak ediyorsanız, sizin için başka bir kitap daha yazdım. Onu mutlaka
okumalısınız. Ama ne yazık ki o da yine henüz CD’lerin içindedir. Siz yine de
merak etmeyin. Ben adını hemen söyleyeyim: «ÖTEKİ TÜRKİYE’DEN SON
MANZARALAR». Evet kitabın adı bu... Ancak içtenlikle ve açıkça söylemeliyim
ki bu çalışmamı şimdilik yayınlamayı göze alamıyorum. Eziyet ve cefa görür,
yeniden çileler çekerim diye değil, özgürlüğüm kısıtlanır, yazı hayatım sekteye
uğrar diye çekiniyorum!
ÖTEKİ TÜRKİYE’DEN SON MANZARALAR’ı iki bölümde hazırladım. Önce
bugünkü manzaranın geçmişten gelen temel nedenlerini aradım. Tabiatıyla
külüstür bir tarih ve onun sürükleyip getirdiği hurda yığını gibi bir kültür(!)
buldum. İranlı Nizamülmülk’ün Farsça Siyasetnamesi’nden günümüze
kadar yazılmış çizilmiş ne varsa hepsinin altında Arabın ve Latinin alfabesi
var. Sözlükler yabancı kelimelerle tıkış tıkış; Bizans’ın müziğinden,
devşirme Sinan’ın mimarisine, Macar Müteferrika’nın matbaasından,
Hırvat Sokullu ve Arnavut Köprülü Paşaların Siyasetine kadar
hemen her şeyin yabancıya ait olduğunu gördüm. Bu günün manzaraları işte böyle
bir tarih ve kültürden peydahlanmıştır. Yüzyıllarca giydiği milli kıyafetinden
iğrenerek onu bu külüstür tarihin çöplüğüne atan bir toplumun insanlarına
bakıyorum; kimisinin gırtlağında Batı’nın kravatı var, kimisinin ise kıçında
Batı’nın blue-jean’i var; Batının, bir zamanlar buralardan gelip geçen bitli
hippy’si bile bu ülkenin insanlarını oldukça etkiledi. Bu ülkede insanlar
«şeylerini» bile artık «ayak yolunda» değil, «Tuvalette» yapıyorlar!
Sanki düsturları: «Batıncaya kadar, Batıcılığı muhafaza ve müdafaa
etmektir!»
Türkiye’nin bugününü işte böyle bir geçmişten seyrettim ve
korkunç şeyler buldum: Tarikatçılık, laikçilik, kadavracılık, terör, hortum,
Hizbullah, işkence, uyuşturucu ticareti, satanizm, Sünnîlik, Alevîlik,
bürokrasi, rüşvet, operasyonlar ve daha neler neler... Kitabın ikinci bölümünde
de bugün hepimizi meşgul eden işte bu sorunları işledim. Ama gerçekten okumaya
değer.
Bunca şeyi yazıp
çizdiğini ileri süren bu adam acaba nelere inanır, yaşam tarzı nasıldır, amacı
nedir, neye hizmet etmektedir, nasıl bir dünya görüşüne sahiptir, diye hâlâ
merak ediyorsanız, şunu hemen söyleyeyim ki ben ne uzaydan geldim, ne de
şimdiye kadar söylediklerimde herhangi bir kapalılık var. Ama içtenlikle çok
daha yakından tanışmak istiyorsanız bunu asla reddetmeyeceğim; ve işte yaşam
tarzım, felsefem, dünya görüşüm ve inançlarım.
***
Evet, Nasıl Biriyim...
Muhatabı üzerinde, daima çok sakin biri imiş gibi izlenim
bırakan, fakat gerçekte sinirli, dikkatli, titiz, mükemmeliyetçi ve özellikle
kapalı mekânların dışında hareketli bir yapıya sahip bulunduğumu sanıyorum. Ama
yine de her kim beni nasıl tanıyorsa işte aynen öyleyim. Çünkü hep kendimi
oynadım. İnsanlardan elbette ki çok şey öğrendim ve onların etkisini, aklın ve
bilimin sınırlarında taşımayı kabullendim ama, daha önce de söylediğim gibi hiç
kimsenin kişiliğini taklit etmedim. Hakarete uğramadıkça hiç kimsenin
hakkımdaki gözlem ve kanaatlerinden huylanmadım, eleştirilerinden rahatsız
olmadım. Çünkü İyi de kötü de genelde görecelidir. Eşya sadece
siyah ve beyazdan ibaret değildir. Onun için insanlar, gördüklerini kendi öz
kanaatleriyle özgürce değerlendirebilmelidirler. Birinin iyi gördüğü şey, bir
başkasına kötü gözükebilir. Ancak kötüye baskı ve şiddet gözüyle değil, ibret
ve ıslah gözüyle bakanları kutlamak gerekir. Düşmanımız bile olsa, insanlara
eğer böyle bakabilirsek kötüyü iyi, ya da iyiyi kötü görmek gibi tehlikeli bir
kusurdan onları büyük olasılıkla kurtarabiliriz. Bana kalırsa her insanın temel
amacı, yaşamı kolaylaştırmak ve sevdirmek olmalıdır. Bu suretle insanları mutlu
edebilir, düşmanlarımızla dostluk kurabilir, dünyamızı da cennete
çevirebiliriz. Ve tabiatıyla eğer Çevrenizdeki insanlar mutlu olurlarsa, ya da
siz onları mutlu edebilirseniz, kesinlikle inanınız ki siz de onlarla birlikte
mutlu olursunuz.
Sizinle daha iyi tanışmaya çalışırken genel bakımdan kanaat ve
düşüncelerime ilişkin anlayışımı işte böylece özetle açıklamış bulundum.
Kâinata, hayata ve olaylara bakışımı merak ediyorsanız onu da (26 Aralık 1986
günü Trablusgarp’ta birkaç dakika içinde dudaklarımdan dökülen) şu
dizeler içinde size sunabilirim:
Her
şeyin bir aslı var, her şeyin bir kaynağı
Her
şey çok güzel ama, sen görürsün bayağı.
Neyi
alırsan ele, neye bakarsan güzel,
Çünkü
onu yaratan, en üstün, en usta el.
Bir
olay cümbüşü var, ama her şey düzenli;
İtişen
uzlaşanlar, sonuçta her şey denli.
Başlangıçlar
sonuçlar, yalnız birer halkadır;
Bu
halkaları sayma, takılırsın oltadır.
Yumurta
mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan,
Aklından
zorun yoksa, çapraz yap geç ortadan.
Uğraştıkça
daha çok hayrette kalacaksın;
Sen
bir ilmik çözdükçe bin ilmik bulacaksın.
İç
içe işlenmiştir olay, eşya ve sırlar;
Esrarengiz
kalacak geçse bile asırlar.
Enerji
ruh ve zaman... kim çözecek bunları?!
Teoriler
ütopya, yetmez mi bu kadarı?
Renkler,
kokular, tatlar... Neler anlatmaz bize!
İbret
kapanlar için Her biri bir mucize.
Hücre
zerre ve genler, sanat harikaları,
Sağdan
sola dönenler; hiç duydun mu bunları?
Paraleller,
zikzaklar, basit çizgiler değil;
Gönül
gözüyle seyret, kudret önünde eğil.
Ara,
araştır ama, ölçüyü haddi aşma!
«Tabiat
devri daim» dersen işte o saçma.
Birazcık
düşün yeter; gerçeği bulacaksın.
Bak
ne dakik bir düzen, hemen anlayacaksın.
Seyret
şu güzelliği, itiraf et dize gel;
Her
şeyde bir güzellik, çünkü yaratan güzel.
***
Bana göre böyle düşünebilen insan mutluluktan nasip alabilir.
Mutluluktan söz açınca bu kavram aklıma takıldı. Biliyorum, çok esnek ve hemen
her kese göre de değişen bir duygu... Çünkü birinin mutlu olabildiği yerde,
başka biri huzurunu yitirebilir; aynı şekilde birini mutlu eden bir olay, bir
başkasına çok anlamsız gelebilir... «Renkler ve zevkler farklıdır»,
derler ya; bu, doğrudur. Fakat önemli olan; eğer bir şey başkasına göre güzel,
bizim için de gerçekten zararsız ise (bize güzel görünmese de onu, sevdiği
şey ile baş başa bırakıp çekilmek değil, tam tersine ona katlanarak) onu
sevdiği şey ile daha çok mutlu etmek bizim görevlerimizden biri olmalıdır.
Zaman zaman «İnsanlık» diye övdüğümüz o zor kazanılabilen üstün
niteliğin bir parçası da sanırım budur.
Yıllar önce mutluluğun nasıl bir duygu olduğunu merak etmiş,
onu yazdığım bir şiirde kendime sormuşum. O günkü düşüncelerim ve duygularım bu
gün bana bir hayli ilginç geliyor. Dilerseniz oları birlikte paylaşalım. İşte
şiirim ve anlattıklarım:
Bin
bir tanımı varken,
Kimisi
için tükenmez acılar;
Kimisi
için renk renk bir bahar...
Mutluluk
bu mu? Bilmem, bilmem!
Bana
sorma,
Onu
bilgeler de bilmedi.
Kimi
sık dokudu, kimi ince eledi;
Yığın
yığın yazdılar,
İğneyle
kuyu kazıdılar;
Hep
aradılar, araştırdılar onu...
Aramak
ve bir «hiç» aramak!
Mutluluk
budur belki ancak.
Her
şey kaskatı;
Ve
her şey acı; «Bilmem!», demek kadar...
Doğaya
bak, somurtmuş kayalar.
Çehreler
kül rengi dağlar küskün,
Uğuldayan
kentlerde;
Ve
artık solumayan gökdelenlerde,
Fısıldayan
iskeletler var.
Arıyorlar,
onlar da bu «bilinmeyen»i,
Ödüllendirmek
için müjdeleyeni,
Gülücükte,
öpücükte, çiçekte, suda, havada,
Arıyorlar;
tıpkı masallardaki gibi.
Aramak
ve bir «hiç» aramak,
Mutluluk budur belki ancak.
***
Evet, mutluluk için yıllar önce böyle demişim. Bu sözler şu
anda bana ilginç geliyor. Acaba o günlerde biraz karamsar mıydım? Olabilir…
Herkes gibi ben de zaman zaman sevindim, bazen de üzüldüm, hüzünlendim. Ama hep
umutla yaşadım; geleceğe hep umutla baktım; düşlerimi hayra yordum; yüreğimi
müjdeledim; bazen ağlayanlarla birlikte ağladım, onları teselli ettim;
acılarını paylaştım; bunları yaparken de mutlu oldum. Yaşamım boyunca elbette
ki ben de birçok insan gibi çeşitli sorunlarla boğuştum, ama hayata bağlı
kalmayı ve genelde mutlu bir ömür geçirmiş olmayı ben daima geleceğe umutla
baktığıma borçluyum. Evet olumlu beklentilerimle ve güçlü inancımla hep yapıcı
düşünceler üretmeye çalıştım. Bu nedenle de umutlarım hep yeşermeye devam etti
ve hep güzel meyveler verdi.
Hiçbir zaman kara kara düşündüğüm olmamıştır. Arkamda hep büyük
bir gücün varlığını hissettim. Nabzımı yokladım; içimdeki dünyada ferah ferah
dolaştım. Orada birileri vardı; yalnız değildim. bir gün bana sordu:
NE HABER?
- Bana mı soruyorsun?
Karamsarım; öyle sanıyorsun...
Evet karamsarım.
Hava kararır ya bazen, sonra yağmur boşalır;
Sonra pırıl pırıl bir güneş doğar ardından...
İşte yüreğimin dünyası da öyle.
Bazen hüzün bulutları çöker ufuklarıma;
Sonra boşalır pınarlarımdan yaşlar;
Umut aydınlıkları doğar mor dağlarımın ardından.
Evet bazen karamsarım.
Sonra düşünüyorum;
Bakınıyorum, etrafımda yığın yığın duruyor kitaplarım;
Onlar benim en güzel arkadaşlarım;
Pırıl pırıl düşlüyorum; onlarla konuşuyorum;
Renkler gülüyor bana;
Kelebeklere el sallıyorum.
Ve haberlerim güzel;
Düşünüyorum, mutluyum, çünkü varım.
***
Bana ait olan hemen her şey kanıtlıyor ki bütün sıkıntılara,
bütün olumsuzluklara rağmen yaşamım boyunca hep mutluluğu seçmiş, hep onu
yeğlemişim; yaşamı çok sevmişim... Çünkü mutsuz yaşanamaz. Mutsuzluk cehennemin
bu dünyadaki kara simgesidir. Onu hiçbir mümin taşıyamaz. Bütün peygamberler –çektikleri
çilelere rağmen- mutlu yaşamış ve mutlu ölmüşlerdir. Çünkü insanlığa
ölümsüzlüğün şerbetini onlar içirmiş, ebedi mutluluğun müjdesini onlar vermiş,
iksirini onlar sunmuşlardır.
Mutsuzluk, umutsuzluk dünyasının kirli, isli ve paslı
kapısıdır. Oradan içeri girenler, karanlık ve ürpertici bir tünele dalmış
olurlar; çoğu da bu tünelden çıkmayı başaramaz. Çünkü orada fanatizm vardır;
orada ideoloji vardır; orada dayatma vardır; orada kavga vardır; orada
tarikatçılar ve laikçiler vardır; orada sağcılar ve solcular vardır; orada
Satanistler vardır; orada şiddet, şirret, terör ve anarşi vardır; orada
insanlar ölülere, mumyalı tanrılara ve heykellere taparlar... Bu insanların
hepsi de mutsuzdur, umutsuzdur… Gerçekler ve belgeler bunu her zaman
kanıtlamıştır.
Kesinlik derecesinde inanıyorum ki başarılar, mutluluğun
meyveleridir. Mutlu olmayan insanların başarıları ise çok kısa ömürlüdür. Bu
görüşü eğer bir formül olarak kabul edecek olursak, onunla test edilecek her
olaydan, sanırım çok ilginç sonuçlar elde edebiliriz.
Örneğin, suç ve kusur aramaya alışmış bir insan ya da rejim,
daima sıkıntılıdır. Engellerini ve düşmanlarını bizzat kendi elleriyle yaratır;
kapkara hayaller ve çelişkiler içinde yüzer; sloganlarla yaşar.
Gerçekleştirdiği hedefleri alkışlayan eller ise kiralıktır. Zamanı geçince
artık bu ellerden ses çıkmaz olur. Üstelik kıyamete dek onu ve bu elleri
lânetleyen bir dönem başlar. Firavun’un, Nabukadnazar’ın, Neron’un,
ve Haccâc’ın «başarıları» işte aynen böyle bir sonla karşılaşmıştır.
Bugün isteyen herkes onları artık serbestçe lânetleyebilir. Hiçbir ülkenin
yasaları bunu yasaklamaz. Bu adamların, çağımızda da örnekleri var. Ancak
insanlar, korkudan bu zamaneleri şimdilik açıkça lânetlemeyi göze alamaz,
onlara «Deccal» diye müstear adlar takarak tiksintilerini bu şekilde
dile getirmeye çalışırlar!
Mutsuzluğun birer ebedi sembolü haline gelmiş olan bu kara
ünlüler, gelecek kuşaklardan hiç saygı göremezler. Bu da henüz bu dünyada
onlardan alınan bir çeşit intikamdır. Gidip Kahire’yi ziyaret edebilir
ve Furavunların «ehram» denilen devasâ anıt mezarlarını ibretle
seyredebilirsiniz. Turistler hiç heybet duymadan bunların fotoğraflarını
çekiyor, hatta onlarla alay eder gibi yakınlarında tuvaletlerini bile
yapıyorlar! «Ne mutlu Neroncuyum» diyenlerden bugün hiç bir iz yok. Nabukadnazar’ın
«Ya sev, ya terk et!» dediği haşereler bile bugün devlet olabilmiş!
Demek ki dayatmacılığın, işkencenin, şiddetin ve terörün binlerce yıl sonra
bile dikenli tohumları, acı, zehirli ve öldürücü meyvelerini verebilir. Ama
onlar da elbet yakında yok olacak, yerlerinde yeller esecektir.
Mutsuzluğun şu çarpıcı tablosuna bakınız ki: Hiçbir kökten
putçu, -müminlere karşı içindeki düşmanlık yangınını alevlendirebilmek için-
Allah’a alternatif olarak yarattığı tanrısını, Hz. Muhammed’in Ya’fûr
adındaki eşeğinden bile daha fazla ünlendirememiştir! Afrikalı bir devlet
başkanına bu amaçla verilen ödülün ret edilmesi ünlendirmenin zorla mmümkün
olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Bu ise doğanın hoşgörüsüzlükten aldığı
bir intikamdır. Bununla birlikte, yine hiçbir kökten putçu, savaş ilan ettiği
Allah’a ve Hz. Muhammed’e sokakta söverek doğaya karşı misillemede bulunmayı da
göze alamaz. Bu da doğanın ikinci bir intikamıdır!
Heykelperestlerin ve ölülere tapanların ıstırabını benden
dinleyiniz. Çünkü onların içindeki yangını benim kadar keşfetmiş birine az
rastlarsınız. Esasen mutluluğun ne olduğunu da bu sayede çok daha iyi
öğrenebildim. Bana sorarsanız, hayatta mutlu yaşayabilmenin gereklerinden biri
de kâinata, eşyaya ve olaylara evrensel bir düşünce ile yaklaşmaktır. Bunu başarabildiğiniz
zaman, hem sebep-sonuç arasındaki halkaları rahatça izleyebileceğiniz için; hem
de bu sayede –sebepler ve sonuçlar ötesinden tüm kâinata hükmeden ve
halkaların tamamen tükendiği sonsuzluktan kendini hissettiren- en büyük
gücün sınırsız egemenliğini algılama şansına sahip olabileceğiniz için mutlu
olursunuz. Çünkü düşünceniz bu düzeyde olgunlaştığı zaman artık kâinat
kozmolojisinin, anlamsız, rastlantısal ve başıbozuk bir kuru kalabalık
olmadığını kavramış olursunuz; heykel, ölü beden ve mezarların kokuşmuş
karanlık boşlukları sizin için artık bir anlam taşımaz olur. Ancak o zaman, bu
yüce ve kutlu görüşü sizinle paylaşabilecek ve sizi anlayacak insan sayısı
elinizin parmakları kadar azalacaktır. Dolayısıyla tam mutlu olabileceğiniz bir
bilgi, birikim, bilinç ve algılama gücüne ulaştığınız noktada bir sürü okumuş
cahilin, düzgün giyimli, ütülü, kravatlı, losyonlu, cafcaflı magandaların
arasında acayip bir yaratık durumuna düşme tehlikesiyle de karşı karşıya
gelebilirsiniz. İşte bu noktada çok dikkatli olmalısınız. Özellikle bilgi
topluluğu olamamış sürüler arasında çok daha tedbirli olmalısınız.
İçtenlikle söylemeliyim ki bu konuda gösterdiğim aşırı
duyarlılık, bu kez beni zaman zaman mutsuzlukla burun buruna getirdi. Öyle ki
toprağında filizlendiğim ve arasında yaşadığım toplumun gerçekten organik bir
parçası olup olmadığımı bazen düşünüp durdum ve bunu sorguladım. Çünkü
bakıyorum insanlar çeşitli şeyler konuşuyor ve sanki çok şey biliyorlar (!).
Özellikle son zamanlarda din, siyaset, ekonomi, sosyoloji, sağlık, eğitim,
lâiklik, küreselleşme, postmodernizm, bürokrasi, terör, uyuşturucu ticareti,
çevre kirliliği, nükleer denemeler, küresel ısınma, hümanizm, özgürlük, insan
hakları, işkence, ırkçılık, açlık, göç, derin devlet, misyonerlik, feminizm,
modern sanat anlayışı, müzik, spor ve olimpiyatlar gibi nice nice konular
üzerinde fikir yürütüyorlar, kafa patlatıyorlar, ardı ardına toplantılar,
konferanslar, paneller, sempozyumlar, açık oturumlar düzenliyorlar...
Oynayanlar da seyredenler de bir şey yaptıklarını sanıyorlar.
Hiç kuşku duymuyorum ki genel olarak bütün dünyada, özellikle
Türkiye’de yaygın olan çarpık düşünce, çağımızda büyük bir fikir kargaşasına
yol açmıştır. Bu durum ise tabiatıyla insanların diyalog kurma eğilimini
köreltmiş, buna karşın hemen her fırsatta onları güç kullanacak bir psikoloji
içine itmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerini Türkiye’de görüyoruz. Hemen hepsi
de sözde eğitim görmüş, üstelik hepsi de lâikçi olan karşıt kamplar, oturup
meselelerini diyalog yoluyla çözümlemeyi düşünmüyorlar. Tam tersine
birbirlerine karşı silah kullanıyorlar. Onun için okumuş, yontulmuş ve sözde
çoğu üniversite mezunu olan sağcılarla solcuların, yer altı örgütleriyle
yerüstü örgütlerinin nasıl kapıştıklarını bazen şaşkınlık içinde, bazen de
keyifle seyrediyorum.
Evet keyifle seyrediyorum! Neden, biliyor musunuz? Buna
mantıklı bir yanıt vererek önemli bir gerçeği kavramanıza yardımcı olabilmem
için önce bu kör düğüşünün barışa ve mutluluğa olan gizemli katkısından söz
etmeliyim ki bu suretle felsefemin ve dünyaya bakışımın size ilginç gelebilecek
yönlerinden biri hakkında sizi biraz aydınlatmış olayım.
Siz de çok iyi biliyorsunuz ki insan ne horozdur, ne de deve...
Dolayısıyla insanlar ne horozlar gibi dövüşmeli, ne de develer gibi güreşmelidir.
Demek istiyorum ki «cihad», «kahramanlık» ve iç güvenliği koruma
adına sahip bulunduğumuz klasik «yurtseverlik» anlayışları artık
değişmeli, bilimselleşmeli ve evrenselleşmelidir. «İnsan öldürme sanatı» diye şimdiye
kadar bize yutturulmuş hapları artık bağırsaklarımızda saklamakta
direnmemeliyiz; tam tersine onları dübürümüzden çıkarıp tersimizle birlikte
layık oldukları lâğıma dökmenin zamanı artık gelip geçmiştir diye aklımızı
başımıza devşirmeliyiz.
Bunu bir türlü anlamak istemeyenler, hiç kuşkusuz barışın ve
mutluluğun önünde çok büyük bir engel oluşturan mankafalardır. İşte bu
mankafaların birbirini yemesi ilâhî dezenfektasyon sistemlerinden biridir ve
barış ortamının otomatik biçimde oluşmasını çok kere kolaylaştırır. İşte
yukarıda sözünü ettiğim «gizemli katkı» budur. Onun için bu olayları bazen
keyifle seyrederim. Seyrederken de Bakara Suresi’nın 251’inci ve Hacc
Suresi’nin kırkıncı ayetlerini hatırlar, Kur’an’ın azameti karşısında mest
olurum. Onları size de nakledeyim, siz de biraz mest olun!
«Eğer
Allah insanlardan bazılarının kötülüklerini, -öbür bazıları aracılığıyla-
defetmeyecek olsa, yeryüzü fesada boğulacaktır.».
(Bakara/251); «Eğer Allah insanlardan bazılarının kötülüklerini -öbür
bazıları aracılığıyla- defetmeyecek olsa, İçinde Allah adının çokça
zikredildiği manastırlar, kiliseler, namazlar ve camiler perişan edilirdi.».
(Hacc/40)
Kuşku yok ki bütün bu kavgalar, bencilliğin ve doyumsuzluğun
doğurduğu sonuçlardır. Tarih boyunca eğitimciler ve ahlâkçılar bencillikle
savaşmışlardır. Yine de bu mikrobun kökünü kurutmamış, -daha doğrusu-
tamamen kurutmak istememişlerdir. Çünkü insandaki bencillik ruhunu tamamen
söndürürseniz, onun yaşama sevincini büsbütün yok etmiş, onu perişanlığın
pençeleri arasına itmiş olursunuz. Eğer inanmazsanız gidin; parklarda, köprü altlarında, miskin miskin
yatan şarapçılara, alkoliklere ve uyuşturucu bağımlılarına şöyle bir bakınız.
İşte bu insanlar artık hiç bencil değildirler; onların bu yaşamdan hiçbir
beklentileri de yoktur; kazanmak, bir şeye sahip olmak, yükselmek ve yücelmek
adına hiçbir istek ve hareket bulamazsınız onlarda. Çünkü onlar bencilliği
artık üç talâk ile boşamış, tıpkı Sinoplu Diogène (diyojen) gibi
olmuşlardır. Eğer evcilleştirmek için bütün insanları bu duruma sokarsanız,
belki artık kavgalar ve savaşlar sona erecektir, ama korkarım bu kez de
gezegenimiz, bir uyuz hayvanlar karantinasına dönecektir! Unutmamalı ki
birazcık zehre de zaman zaman gereksinim vardır. Çünkü hiçbir şey hikmetsiz
değildir. Zehrin de panzehirin de hikmetleri vardır.
Demek ki bu mendebur mikrobun kökünü tamamen kurutmamalı, ama
onu terbiye edilmelidir. Fakat bunu başarmak, öyle gözüküyor ki çok zordur.
Baksanıza; insanlar, komşular, akrabalar, kabileler ve uluslar
aralıksız şekilde birbirlerine saldırıp duruyorlar. Sanayi devrimi, dev eğitim
kurumları, kültür ve uygarlık, aydınlanma hareketleri, forumlar, antlaşmalar,
mabetler, dinler ve öğütler sanki hiçbir işe yaramıyor; saldırılar, kavgalar ve
savaşlar bir türlü dinmiyor; acıma duygusu, sevgi ve saygı adına ne varsa
kitapların satırları arasında kalıyor. Mülteci ve esir kampları ile
hapishaneler yine tıklım tıklım. Dünyanın birçok ülkesinde hayal bile
edemeyeceğiniz işkence türleri günün yirmidört saatinde uygulanmaktadır!
Yaşamım boyunca bencilliği ve onun gayri meşru çocuğu olan
şiddeti hep kınadım. Ama bir şeye de çok şaştım: dine ve inançlara karşı sözde
tarafsız olduklarını her fırsatta ile süren laikçilerin ne kadar şiddet yanlısı
olduklarını gördüm. Keza dinden, imandan, İslâm’dan, kardeşlikten ve hoşgörüden
dem vuran tarikatçıların da ne kadar şiddete yatkın olduklarını tespit ettim.
Belki de bu nedenledir ki ülkemizin her yanını ne yazık ki daima bir savaş
alanı gibi gördüm. Buna çok şaşıyorum. Çünkü hepimize yetecek kadar nimetlerle
dolu güzel bir dünyamız var, güzel de bir ülkemiz var. Farklılıklarımıza eğer
katlanabilirsek bunun ne kadar büyük bir gerçek olduğunu hepimiz görebiliriz.
Evet, bir nebze olsun felsefemi ve dünya görüşümü bu satırlarda
sizinle paylaştım. Sanırım biraz daha tanışmış olduk. Tahmin ediyorum, yaşam
tarzımı da merak ediyorsunuz. Bu merakınızı da az çok gidermeye çalışacağım.
Size kötü örnek olabilecek herhangi bir yanım çok şükür ki asla yoktur. Ama siz
kendi yaşam tarzınızla benden çok daha isabetli davranıyor olabilirsiniz. O bakımdan
anlatacağım şeyleri bilimin ve aklın terazisinde tarttıktan sonra ancak bir
karara varmanızı öneririm.
Yukarıda mutluluktan epeyce söz etmiştim. Çünkü buna hepimizin
çok ihtiyacı var. Ancak mutlu olabilmenin de belli yolları ve koşulları vardır.
Sizi mutsuzluğa götürecek bir yolu eğer izlerseniz, neden mutlu olamadığınızı
sormakla çok tuhaf duruma düşebilirsiniz. Dolayısıyla böyle bir yanlışa
saplanmamak için önce mutluluğun kaynaklarını, ve yollarını öğrenmeliyiz.
İşte ben önce bunları öğrendim. Daha doğrusu bana öğretildi.
Mutluluğun, belki de tek kaynağının sevgi olduğunu sanıyorum. Onunla, daha çok
küçükken tanıştırıldığımı tahmin ediyordum. Fakat bu düşüncem sonradan değişti.
Sanırım sevgi, her insanın hamurunda zaten vardır. Ama o, daha sonraları ya
gelişir, ya da ne yazık ki körelir. Bendeki sevgi, Annemin ve Babamın sıcak
kollarında hep gelişti. Ben daha çocukken sevgi, o minik yüreğimde renk renk
çiçekler açtı. Onun için yılanları, akrepleri, kertenkele ve kurbağaları da
seviyor, onların da ineklerimiz, atlarımız ve kuzularımız gibi yaşamalarını
istiyordum. Bu nedenle o masum hayvancıkları öldürmeye hazırlanan
arkadaşlarımın, avuçlarına sıkıştırdıkları sopa ve taşları söker alır, onları
engellerdim.
İnsanları, hayvanları, bitkileri, çevreyi ve doğayı sevmek,
doğal bilgi kaynaklarına doğrudan ulaşmayı hızlandıran çok mükemmel bir
duygudur. İşte bu duygu sayesindedir ki kendimi ve yaşamımı da sevmeyi
öğrendim. Bu da ne demek? Acaba canını sevmeyen insan var mıdır, diyeceksiniz. Tabi
ki hayır; ama sevmek başka, sevmesini bilmek de başka şeydir. İşte şimdi onu
size anlatmaya çalışacağım.
Öyle insan vardır ki düzenli ve hesaplı bir yaşam sürdürmez;
bir hayat disiplinine sahip değildir; perişan ve dağınıktır. Bu durum, onun
yoksul ve olanaklardan yoksun olmasından da kaynaklanmamaktadır. İşte böyle bir
insan, kendini mutlaka seviyor olsa bile sevmesini bilmemektedir. Kendine karşı
olan sevgisini kullanamamaktadır. Bu, tabiatıyla eğitim ve bilinç meselesidir.
Bir insan eğer örneğin uykunun, gıdanın, sporun ve dinlenmenin önemini
bilmiyor, bunların sağlık ve mutluluk için ne kadar gerekli olduğunun farkında
bulunmuyorsa, canını ne kadar severse sevsin, vücudunu yorgunluktan,
hastalıklardan ve yaşamın olumsuzluklarından nasıl koruyabilecektir? Ve
tabiatıyla bu insan, değil bir aileyi, bir derneği, bir şirketi ve bir devleti
nasıl yönetebilir?..
Demek ki nedenleri halka halka birbirine bağlayarak mutluluğa
giden yolu bulmaya çalıştığımız zaman ilk halkanın bilgi, bilinç, tedbir ve
hesap olduğunu, sevginin de saygının da uyumun da düzenin ve sağlığın da
yolunun buradan başladığını keşfetmiş oluruz.
Çok şanslıyım ki beni yetiştirenler sayesinde bu yolu pek erken
keşfettim. Daima besin değeri yüksek ve kaliteli gıda almaya, spor yapmaya ve
stresten uzak kalmaya özen gösterdim. Çok iyi dinlendiğimi söyleyemem. Bu
yanlışı bilinçli yaptığım için, yorgunluğumu gidermeyi düşünmek bile beni çoğu
kez dinlendirdi. Evet okurken, yazıp çizerken, izleyip koşuştururken de
dinlendiğime inandım. Bunun çok işe yaradığını sanıyorum. Ama siz yine de
dinlenmeye bir zaman ayırınız.
Mutluluğun ve başarının yolu hiç kuşkusuz, sağlıklı bir
yaşamdan geçer. Sağlığını ihmal eden, ya da sağlıklı yaşamak için gerekli
önlemleri almayan insanlar, hastalıklarla boğuşmaktan ve stres altında
ezilmekten yakalarını kurtaramaz, kendilerine de başkalarına da yararlı
olamazlar. Özellikle yüce idealler taşıyan nitelikli insanlar bu noktada asla
duygusal davranmamalıdırlar. Çünkü insanlık her dönemde bunların düşünce ve
felsefelerinden, görüş ve buluşlarından yararlanmıştır. Bunların sayıca çok,
bünyece sağlam olmaları, insanlık için büyük şanstır.
Bir çok konuda olduğu gibi sağlık konusunda da ilk bilgilerimi
yine anne ve babama borçluyum. Bana aşılamış bulundukları bilinç sayesinde;
sağlıklı yaşamın gerekleri olan gıda, spor, temizlik ve dinlenme konusunda -yaşamımın
her döneminde-, önce zorunlu bilgileri kazanmaya çalıştım. Bu konuda
bilimsel kaynaklardan yararlanmaya özen gösterdim. Dolayısıyla hem kendimi
daima zinde hissettim, hem de gençliğimde geçirdiğim tifodan başka hemen hiçbir
hastalığa yakalanmadım; iki üç kez basit bazı şikâyetlerim hariç, hiçbir
rahatsızlıktan sebep doktora başvurma ihtiyacını da duymadım. Çünkü çeşit
bakımından bol; protein, vitamin ve mineral bakımından zengin gıdalarla
beslenmeye ve spor yapmaya önem verdim. Kirli ortamlardan, zararlı maddelerden
ve Allah’ın yasaklamış olduğu pis yiyecek ve içeceklerin tümünden daima
tiksindim ve uzak durdum. Bu konuda bazen oldukça sıkıntı çektiğimi burada vurgulamak
isterim.
Çalışan bir insan olarak tabiatıyla farklı zevk, inanış ve
düşüncelere sahip insanlar arasında sık sık bulundum. Kader beni bu kimselerle
aynı sofralar üzerinde de bir araya getirdi. şimdi tahmin ediyorum, neler
söyleyeceğimi duyumsar gibisiniz! Nitekim bu söyleyeceklerimi ibretle okumanızı
isterim.
Ben hayatım boyunca hiç kimseyi zevklerinden, farklı düşünce ve
inanışlarından dolayı hor görmedim, kimsenin özel yaşamıyla ilgilenmedim ve bu
konularda asla tartışmadım. Gelin görün ki birlikte çalıştığımız laikçiler, en
ufak bir bahane ile daima benim özel yaşamımı, görüş, düşünce ve inanışlarımı
her fırsatta aşağılamaktan, hatta bana saldırmaktan bile çekinmediler. Sırf bir
mü’min olduğum için bu manevi işkenceleri yaşadım. Üstelik aklın, bilimin ve
evrenselliğin bütün ölçülerine benim söz ve davranışlarım çok daha uygun
olmasına rağmen bu çileleri çektim. Önümdeki salataya necis içkisinden dökerek
sözde şaka yapmak isteyen maganda mı ararsınız, sağ elimle yediğim için
birbirine göz kırparak beni alaya alan medeniyet yalayıcılarını mı ararsınız,
dinlenme saatlerinde spor yaparken «ulaaaa! Bu da spordan anlıyo!!!» diyerek
trene bakar gibi beni izleyen yaratıkları mı ararsınız.... Bunların hepsi de
birer «heykeletapar» laikçiydi. Onların körüklediği stresin altında ezilmekten
Allah’ın lütfu ile daima kurtulmayı başardım. Kaliteli gıda ile beslendim, spor
yaptım, yararlı işlerle uğraştım ve kendimi daima işime kaptırarak bu
haşerelerin bana yakıştırdıklarını unutmaya çalıştım. Böylece hem bedensel, hem
de ruhsal bakımdan diri kaldım ve aynı zamanda onları çatlatmış oldum!. Onlar
ise çöktü. Ara sıra onlardan bazılarına rastlıyorum. Kimisinin üstü pek ama içi
geçmiş; kimisi dert anlatacak birini arıyor, kimisi de kendini alkole vermiş,
«tahtalı köye» gün sayıyor! Ne putları, ne alkolleri, ne makyajları, ne de
lâikçilikleri onları pörsüyüp çürümekten koruyamamış!!! Bu belgesel tablo
gösteriyor ki –Allah’a şükür- doğru yolda olan benim!
Yaşam disiplinim içinde önem verdiğim hareketlilik, diri
kalmamı sağlayan nedenlerin başında gelir. Bunu, özellikle sporun ne büyük bir
nimet olduğuna işaret etmek için söylüyorum. Onu daha gençliğimde fark ettim ve
yaşamım boyunca sporu ihmal etmedim. Ancak benim spor anlayışım, genelinkinden
epeyce farklıdır. Örneğin, seyirci karşısında, karşılıklı grupların yarışarak,
(yani maç oynayarak) sergiledikleri oyunların spor olduğuna inanmıyorum. Bu
çeşit oyunların arka planında, -büyük kısmı cahil, bir kısmı ise
şartlandırılmış- seyirci sürülerinin, iç yüzünü bilmedikleri, tarihi gelişimini
ise hiç bilmedikleri- başka oyunlar vardır! Bu deliğe çomak sokmaya değmez.
Ancak özellikle tekkelerin, stadyumların ve siyasi arenaların, yobazlık üreten
mekânlar olduğu konusunda hiçbir ilim ve akıl erbabının kuşkusu olamaz.
Onun için yaşamım boyunca bir kez olsun herhangi bir stadyuma
çok şükür ayağım girmedi. Ama çok acil nedenlerle bazı günler hariç, hemen her
sabah düzenli ve programlı olarak jimnastik yaptım. Çünkü daha çocuk denecek
yaştayken bile ben, sağlığın ve zindeliğin değerini anlamak için onları
yitirmeyi beklememek gerektiğini kavramıştım. Bu bilince sahip olduğum günden
başlayarak şu dakikalara kadar her gün jimnastik yapmayı bir hayat düsturu
olarak benimsedim. Durağanlığın ve oturma kusurlarının sürekliliğinden kaynaklanan
-tahmin edilmedik- kötü sonuçlarla insanın bir zaman sonra mutlaka
karşılaşacağını daha çocukken biliyordum.
Küçükken pek başarılı olamadığım Fizik dersini bile severdim
ama biyoloji ve sağlık derslerini daha çok severdim. Hücre, kas dokusu, kanın
yapısı, vücudun sistemleri, organların görevleri, metabolizma, beslenme,
gıdaların besin ve kalori değerler, vitaminler, mineraller, çevre ve etkileri,
kalıtım, hastalıklar ve korunma yolları gibi çeşitli konularda edindiğim geniş
bilgilerle arkadaşlarıma daima fark atardım. Onun için okulda arkadaşlarım bana
«İbni Sina» lakabını takmışlardı. Benim, okulda başka bir lakabım daha
vardı «Şeyh Bıtım». Ben bu lakaba çok kızardım. Öbür lakabımı ise sever,
duydukça onur duyardım.
Hareket azlığının gerek doğrudan, gerekse dolaylı olarak ne
kadar sağlıksız bir yaşama, nice hastalıklara, hatta ne büyük bedensel ve
ruhsal yıpranmalara yol açtığı ilim otoriteleri tarafından saptanmıştır.
Oturmalı yaşam nedeniyle bugün kentli insanlar ve özellikle büro personeli
neşesiz, karamsar ve soğuk ruhludur. Bunlar, içinde bulundukları hantallığın ve
ruhsuzluğun etkisiyle büyük sosyal olumsuzluklara da yol açmaktadırlar. Bütün
bu gerçekleri çok erken yaşlarda öğrendim ve kavradım. Onun için de hiçbir
zaman hareketsiz kalmadım.
Beslenmeye gelince bu konuda da küçüklüğümden beri bilinçli
yaşadım. Ancak çocukluğumda ne yazık ki sebze ve meyve bulamazdık. Çünkü
bölgemiz sekiz ay süreyle kar altında kalırdı. Bugünkü gibi asfalt yollar ve
yeterli taşıt araçları da yoktu. Onun için Çukurova gibi bitek bölgelerden
bizim oralara sebze ve meyve kolay kolay ulaştırılamazdı. Biz de ancak yaz
aylarında soframızda yeşillik görebilirdik.
Bu konudaki büyük mahrumiyete rağmen annem ve babam yine de
bazı tedbirler alırlardı. Örneğin güzün bolca satın aldıkları armut ve narları
kilerimizin tavanına asarak, onların uzun süre bozulmadan kalmasını
sağlarlardı. Ayrıca bize küfeler dolusu elma gelirdi. Bunlar çok dayanıklı bir
cinsti. Erkek hizmetçilerimizden biri kilerin bir köşesinde derin ve geniş bir
çukur kazır, oraya elmaları birbirine değmeyecek şekilde yan yana dizer üzerine
bir miktar toprak döktükten sonra aynı şeyi tekrarlayarak tabakalar halinde
koca bir küfe dolusu elmayı bu şekilde toprağa gömerdi. Bu meyveleri seyrek
aralıklarla altı ay gibi bir süre içinde ancak tüketebilirdik. Köyümüzde
hastalanan biri olursa ona da bu meyvelerden gönderilirdi. Çok iyi
hatırlıyorum, köyde bizden başka böyle bir uygulama yapan yoktu. Yıllar sonra
gelenek ve görgü konuları üzerinde zihnim yoğunlaşınca bu örneği sık sık
anımsadım ve büyüklerimi rahmetle andım.
Teknolojinin sağladığı hız ve iletişim; onun da bir sonucu
olarak son yıllarda yaşanan kalkınma ve bolluk sayesinde bu mahrumiyet çok
sürmedi. Onun için kurutulmuş, ya da salamura ve konserve gibi bekletilmiş
yiyecekleri çok nadir olarak kullandım. Daima protein, karbonhidrat, mineral
ve vitaminler bakımından zengin, besin değeri yüksek ve taze gıdalarla
beslenmeyi tercih ettim. Acıkmadan sofraya oturmadım, midemi doldurmadan
sofradan çekildim, bolca su (ya da çay ve meşrubat gibi helâl ve temiz)
sıvı aldım. Çünkü yanlış beslenme nedeniyle dünyada her gün ölen insanların,
trafik kazalarında ve açlıktan ölenlerden binlerce kat daha fazla olduklarını
ta yirmi yaşından beri biliyorum. Tıka basa yiyenler; nişastalı ve şekerli
yiyeceklerle organik yağ ve kırmızı ete düşkün olanlar bence intihar edenlerden
çok farklı değildirler. Neredeyse çocukluğumdan beri sahip olduğum bu basit
bilgiler ve bilinçlenme sayesinde oldukça sağlıklı bir beden ve ruhla yaşadım.
Öğrenim, iş, uğraş ve seyahatlerden kaynaklanan yorgunluklar beni
yıpratmadı.
Sağlık kavramı, gençliğimin ilk yıllarından başlayan ve
gittikçe gelişen yaşam bilincim sayesinde her zaman beni meşgul etmiş,
özellikle Dünya Sağlık Örgutü’nün Anayasasındaki tanımı dikkatimi çekmiştir. Bu
tarif aynın şöyledir :
«Sağlık; yalnızca hastalık ve
sakatlık olmayışı değil, bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden tam bir iyilik
halidir.».
Demek ki örneğin, oturduğunuz apartmanda eğer maganda bir
komşunuz varsa onun, sonuna kadar sesini açtığı televizyonundan, ya da
radyosundan çıkan gürültü sizi rahatsız ettikçe, hasta olmasanız bile,
sağlıklıyım diyemezsiniz. Dolayısıyla ülkemizin sosyolojisine bakarak burada
yaşayan insanların ne kadar sağlıklı olduklarını tahmin edebilirsiniz! Her gün
yüz binlerce benzeri yaşanan bu basit örnek bile uygar bir insanın, Türkiye de
dahil, doğu ülkelerinde huzursuzluğa ne kadar çok uğrayabileceğini
kanıtlamaktadır. Bunu en iyi bilenlerden olduğum için strese karşı daima önlem
almaya çalıştım. Bu konuda en büyük dayanak yüksek moraldir. Moralin kaynağı
ise güçlü bir imandır. Allah’a, Onun kâinat üzerindeki sınırsız gücüne ve
egemenliğine inanabilme şansına eren; ondan başka hiçbir faniye, hiçbir puta,
hiçbir heykele ve kadavraya bel bağlamayan insan, strese karşı mükemmel bir ruh
zindeliği içinde sıkıntılara direnebilir.
İşte ben hep böyle bir inanca sahip oldum. Tarikatçıdan
uzaklaştım; laikçi yobazlarla tartışmaya girmekten daima kaçındım; hem onların
düzeyine düşmemeye dikkat ettim, hem de şerlerinden korunmaya çalıştım.
Türkiye’yi her dönemde savaş alanı haline getiren bu fanatik sürülerin
kötülüklerinden daima Allah’a sığındım. Şükrediyorum ki beni onlardan da
stresten de korudu.
Yaşamı, barışı, karşılıklı sevgi ve saygıyı çok sevdiğim için
varlığın bu çarpıcı güzelliklerini bozan her şeye karşı daima temkinli ve
tedbirli oldum. Çünkü yaşamak ve yaşayabilmek, bir canlı için en değerli
şeydir. Yaşam aziz ve dokunulmaz olmalıdır. İlâhî el ona en doğal biçimde son
verinceye kadar başka hiçbir el onun nazik ve temiz yüzüne bir toz bile
kondurmamalıdır.
İşte ben, yaşama daima böyle baktım ve evrenin bütünlüğü içinde
her şeyin yaşama hizmet ettiğini gördüm. Bu büyük düzenin içinde insan
yaşamının ise çok daha önemli olduğuna inandım. Kâinatın rehberi içinde bu
gerçeği vurgulayan pek önemli bir söz vardır: «Her kim, (can almamış ve
ortalıkta anarşi çıkarmamış) birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi
olur; kim de onu yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur».
(Maide/32).
İnsanları yaşatmak; hayatın ve canlılığın her yerde şen
kalmasına katkıda bulunmak; barışın sürekli tutulmasına, karşılıklı sevgi ve
saygının da yaygınlaştırılmasına bağlıdır. Yaratıcı güç, bu amaç için âlemin
her köşesini çiçek gibi donatmıştır; güçlü-zayıf çatışmasını, yaşama zarar
vermeyecek doğal disiplinlere bağlamıştır; hele insanın mutluluk ve barış
ortamında yaşayabilmesi için dünyanın, hatta uzayın her köşesini türlü türlü
araçlarla takviye ve bu donanımları bir kudret mucizesi olarak dizayn etmiş; hayatın
dinamiklerini akıllara durgunluk verecek incelikte eşgüdüm bağlantılarıyla
işleyen bir mega mekanizma haline getirmiştir. Bununla birlikte kâinatı
fenomenlerle ve hikmetlerle, gizemli bir sahneye dönüştürerek -eşyanın
sırlarını çözmek suretiyle eşsiz zevkler tadabilmesi için- insana, bu sahne
içinde beğenebileceği roller sunmuştur. Bütün bunları takdir ederken de hiçbir
canlının özgürlüğünü kısıtlamamıştır.
İşte ben yaşamımda bu nokta üzerinde çok düşündüm. Kimsenin
özgürlüğüne müdahale etmeden olabildiğince özgürlüğümü kullanmak istedim.
Sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürmüş olmayı bu sayede başardığıma inanıyorum.
Sağlıklı yaşamı, kısaca disiplinli yaşam olarak tanımlamak mümkündür. Faka
bütün bir hayat disiplini, sadece gıda, spor ve dinlenme ile açıklanamaz.
Bununla birlikte o, daha kapsamlı ve daha çok yönlü bir aktivite ve anlayışla
ancak gerçekleşebilir. Örneğin görgü kurallarına uymak, insan ilişkileri
konusunda dikkatli ve duyarlı davranmak, sosyal konularda olduğu kadar ekonomik
konularda da dengeli ve hesaplı hareket etmek bu disiplinin kaçınılmaz
gereklerindendir. Evet, sağlıklı yaşayabilmeniz için bünyenizi ve zihninizi
yormadan, yıpranmadan bütün bu ayrıntılara dikkat etmelisiniz. İşte bu
ilkelerden hareket ederek özellikle hesaplı yaşama o kadar çok dikkat ettim ki
bu noktada öne çıkan titizliğim, evimin ekonomisine ait kayıt defterimin
önsözüne kadar yansıdı. Bahsettiğim bu notlarımın önsözünde, sizi
neşelendireceğine inandığımı satırları sizinle paylaşmak isterim. Altı madde
olarak yıllar önce yazdığım bu satırları aynen sunuyorum:
İnsan hesaplı yaşamak
zorundadır. Çünkü:
1.
Kâinat hesap üzerine kurulmuştur;
2.
Hesabı olmayanın hayatı karanlıktır;
3.
İsrafı, cömertliği ve cimriliği birbirinden ayıran denge ve
ölçü hesapla olur;
4.
Belgesel hesaba dayalı bir yaşam tarzını seçmeyen insan,
istediği kadar dürüst olsun, bir gün hırsız ya da kaçakçı diye suçlanabilir;
5.
Sırf nefis muhasebesi bakımından vicdanını rahatlatmak için
değil, aynı zamanda başkalarının vicdanında da şaibesiz bir yere sahip olabilmek
için hesabı sık dokuyup ince elemek şarttır;
6.
Faizin (yani ribâ’nın) haram olması
gerçeği, adaletin hesapla dağıtıldığını kanıtlamaktadır.
7.
Hesabını pezevenklik üzerine kuran bir devletin,
vatandaşları hesaplarını profesyonel birer orospu olabilmek üzere kurarlar!
8.
Her olayın sebep ve sonucu arasında mutlaka bir hesap
vardır;
9.
Bir gün gelecek herkes Allah’a hesap vermek zorunda
kalacaktır.
İsabetli ve verimli bir yaşam için son derece önemli olan bu ve
benzer birçok evrensel ilkeye yaşamım boyunca inandığım ve uyduğum için bugün
huzurluyum. Bu suretle insan olarak önemli ölçüde rolümü üstlenmiş bulunduğuma
inanıyorum.
İnsanoğlunun bu dünyada oynadığı rol, büyük önem taşır. Çünkü
her insan, geçmişten geleceğe doğru uzayıp giden beşeriyet zincirinin bir
halkasıdır. Dolayısıyla her insanın varlığı çok önemlidir. Bu çarpıcı gerçeğin
farkına varamayanlar, rollerini çok kötü oynamış; gerek kendilerine, gerekse
başkalarına zarar vermişlerdir.
Ben insanlara bu bakımdan çok dikkat ettim. Ahlâk ve anlayışlarını,
inanış ve dünya görüşlerini, davranış biçimlerini, hemcinslerine nasıl
baktıklarını epeyce inceledim. Onlarla bizzat konuşarak, zevklerine,
hobilerine, saplantılarına, zaaflarına, inanış ve düşüncelerine bilimin
ölçüleriyle bakarak bunu yaptım. Tabiatıyla çok ilginç sonuçlar saptadım.
Megalomanlarla, sapıklarla, üfürükçülerle, kompleksli insanlarla, magandalarla,
alkoliklerle, tinerci çocuklarla, tarikatçıların ve laikçilerin en bağnaz
tipleriyle, siyaset ve maç hastalarıyla aşırı zekâdan dengesini yitirmiş
fıttırıklarla röportajlar yaptım. Mitinglerde, konferanslarda ve çeşitli
forumlar sırasında konuşmacıların düşünceleri kadar bu düşüncelerin arka
planında gizli bulunan kişilik ve duygular hakkında da bilgiler edindim. Bazen
hızımı alamadım; görüp duyduklarımı uzun uzun tahlil ettim, yorumladım, hatta
bazen gördüklerimi manzum olarak da tasvir etmeye çalıştım. Örneğin, yıllar
önce bir keresinde kalabalığa hitap eden bir adamı süzüyordum; Onu dinlemek
için değil, ibret almak için gitmiştim! Onu dinleyen topluluğa şöyle bir
baktım; ister istemez şu dizeler dudaklarımdan dökülmeye başladı. Bir kenara
çekilerek onları hemen not etmeye başladım. İşte o sırada yazdıklarım:
Beyaz
saçlı bir herif çıkmıştı kürsüye,
Nutuk
çekmek istiyordu bir sürüye.
Başladı,
kavalını öttürdü ihtiyar;
Zahir,
kendini adam sanıyordu hıyar!
Kader
işte bu, olmuştu bir soğan başı,
Dinliyordu
inekler onu şaşı şaşı...
Kimi
geğiriyor, kimi de esniyordu;
İhtiyarsa
kürsüde ahkâm kesiyordu.
Meydan
onundu ya, nasihat, palavra, cart curt;
Yaşlı
çakal artık olmuştu kürsüde kurt.
Kasılıp
bir göz attıktan sonra kenara,
Ne
derse beğenirsiniz adam, bir ara:
«Hepimiz
Allah’ın çocuklarıyız, yurttaşlar!»
«Birbirinize
kem gözle bakmayınız zinhar!»
İnekler
yutmuştu bu sözü, adamlar asla!
Adam
az idiyse de ineğe kıyasla.
İşte
sorun bu: Ağıla korsan insanı;
Ve
güdecekse onu bir inek çobanı...
***
Bu adamın kim olduğu o kadar önemli değil, çünkü şimdilik resim
yapmakla oyalansa bile bir süre sonra O da işkembe gibi karanlık bir çukuru
boylayacaktır. Ama bir insanın henüz hayattayken üstlendiği rolleri önemsemek
gerekir. Çünkü bu roller iyi oynanırsa iyi ürünler verecektir; kötü oynanırsa,
etkisi oranında yıkıcı sonuçlar doğuracaktır; mutluluk ve barış dolu bir dünya
özlemi karşısında engel oluşturacaktır.
Baştan beri yazdıklarımdan da anlaşıldığı üzere, yaşamım
boyunca çok çeşitli ortamlarda türlü karakter ve düşüncede insanlarla
karşılaştım. Bu arada zaman zaman manevi sıkıntılar da yaşadım. Zaten
sıkıntısız hayat olmaz, sıkıntısız hayatın zevki ve anlamı da yoktur. Fildişi
kulede yaşarsanız, kimseyle hayatı paylaşmazsanız. Bu yüzden varlığınızın
farkına varamayacak bir mutsuzluk yaşarsınız; üstelik bu mutsuzluğun bile
farkına varamazsınız! Onun için bir dereceye kadar çektiğimiz sıkıntılar,
yaşamımızın tuzu, biberi gibidirler. Çok kere onlar, belleklerimizde birer
tatlı anı olarak da kalırlar. Ama sıkıntıları gözümüzde büyütmememiz gerekir.
İşte ben de öyle yaptım. Onları hiçbir zaman gözümde büyütmedim; onların çok
geçici olduğuna kendimi inandırdım. Dolayısıyla da onlara hiç yenilmedim.
Hayatımı karartmak isteyenlere de asla perva etmedim. Çıkar
için onların önünde eğilmedim. Sonunda onların bir kısmı öldü. Cenazelerine
gidip, tabutlarını bir kenardan ibretle seyrettim. Bir keresinde Türkiyeli
Eisntein da bana tanıklık etmişti. Onların bir kısmı da işlerini, para ve
mevkilerini yitirdiler, perişan oldular. Onlardan halâ ortalıkta dolaşıp
yalakalık eden biri varsa ona da elbette ki bir iki öğüdüm olacaktır.
***
Hak Edenlere Bir Çift Sözüm Var
Kitabın
ta başında şunları söylemiştim: -Bu sayfaları, büyük olasılıkla bugün, yarın
ve yıllar sonra da birçok insan okuyacaktır. Uzun yıllar birlikte olduğumuz
birileri, «Acaba benim adım da bu sayfalarda geçiyor mu?» diye merak
edebilir-. İşte böyle düşünebilecek kimselere; kitabı baştan sona kadar
okumadan önce bu bölüme göz gezdirmelerini öğütlemiştim. Şimdi onlara diyorum
ki:
Vaktiyle
şu veya bu şekilde tanıştığım, aynı sınıflarda okuduğumuz, ya da birlikte aynı
iş yerinde çalıştığımız birçok kimsenin adları bu anılarımda geçmemiş olabilir.
Çünkü bu hem kolay değil, hem de gerekli değil. Siz hayatta tanıdığınız herkesi
her zaman hatırlamak zorunda mısınız? Elbet hayır. Fakat yıllarca birlikte olup
silinmez derecede iyi ya da kötü etkilerini gördüğünüz insanları kolay kolay
unutamazsınız. İşte ben de bu gibilerden söz etmek istiyorum. Ancak bunlardan
da yine elenenler oldu. Özellikle sırf çıkarları için bugüne kadar onlarca
yıldır etrafımda tur atıp durmuş biri varsa, adını bu sayfalarda asla
bulamayacaktır. Hele hele benden yararlanmak için yıllardır arkadaş gibi
gözükmüş hiçbir soysuz; şarabı çekip sarhoş olunca ölmüş babasına söven bir
ahmak; «Aman Ferit Beyciğim, şu birkaç satırı tercüme edebilir misiniz; ah
bilgisayarımla yine başım dertte; biraz yardımcı olabilir misiniz...» diye
karşılaştığı hemen her sorun için yalakalık etmiş, arkamda köpek gibi dolaşmış
et kafalı bir yaratık, bu sayfalarda asla adını aramamalıdır!
Sevdiğim yaşamı bu tip
insanlar, çok şükür ki hiçbir zaman bulandıramamış, onu karartmayı çok istemiş
ama başaramamışlardır. Bunlardan söz açmaya tenezzül etmek şöyle dursun, onları
kafama takacak zaman bile bulamıyorum. Herkes gibi elbette ki yorulduğum,
üzüldüğüm, sıkıntılar çektiğim anlar çok olmuştur; fakat yaşam, hemen her zaman
o rengârenk kanatlarıyla beni kucaklamış, bana gülümsemiştir. Bu çok büyük bir
şanstır. Bu şans bana yeter.