TEKFÎR KAVRAMI HAKKINDA ÇOK
YÖNLÜ BİR İNCELEME
İÇİNDEKİLER:
-----------------------------------------------------
Giriş
Tekfîr kavramı, neden Türkiye’de
algılanamamaktadır?
Tekfîrin Tarihçesi
Tekfîrin Nedenleri
-----------------------------------------------------------
GİRİŞ
Tekfîr sözcüğü, sıkça kullanılmıyor ve toplum tarafından
bilinmiyor olmasına rağmen, «İslâm Dünyası»‘nın
birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de bazı kişi ve gruplar, başka kişi ve
gruplar tarafından kâfirlikle suçlanmaktadırlar. Yani –kitâbî tabirle-
tekfîr edilmektedirler. Her ne kadar bu ülkede milyonlarca insan, tekfîrin
kitâbî olarak ne demek olduğunu bilmiyor ise de, bu sözcüğün, en azından şu
anlama geldiğini bilmek zorundadırlar:
Söylediği bir söz, ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, birinin
İslâm Dini’nden çıktığını söylemeğe ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeğe TEKFÎR denir.
İslâm hukukunda tekfîr ne demektir ve hükmü nedir? Bu kakarı kim verebilir,
böyle bir suçu kim cezalandırabilir, tekfîr edilen kişiye karşı ne yapılabilir?
Bu konudaki bilgiler, ileride «Tekfîrin Fıkhî Boyutu» başlığı altında sunulacaktır.
Böyle bir hüküm, bilimsel
dayanaktan yoksun olduğu zaman sürprizler kimseyi şaşırtmamalıdır. Evet,
meselenin bu kadarını herkes hiç değilse kendi onuru, geleceği ve güvenliği
açısından bilmek zorundadır. Fakat şu ince noktayı bilmek de etik bakımdan yine zorunludur; Tekfîr konusunda (yetkili
merciin değil), herhangi bir kimsenin -İslâmî
yandaşlık adına tekfîre yüklediği anlam bakımından- verdiği hüküm tartışma
konusu olabilir. Çünkü tekfîr, iki ağzı keskin bir kılıç gibidir, kullanıldığı
olayda suçu kılıca mı, yoksa onu kullanana mı yüklemekte yanlış yapanlar en az
tekfîrci kadar sorumlu olurlar! Aynı şekilde tekfîr edilen kişi eğer gerçekten
bu suçu hak etmemişse tekfîr eden kimse yine büyük bir sorumluluk yüklenmiş
olur. Onun için bu konuda şu önemli noktaya çok dikkat etmek lâzımdır;
İslâm’a asla değil, tekfîr
suçlamasına sırf bilgisizlikten dolayı hedef olan kişi de değil, bilakis (ehliyetsiz
ve yetkisiz olarak) genelleme yapmak suretiyle isabetsiz tekfîr
suçlamasında bulunan kişi veya kişilere sorumluluğu yüklemek, ahlâkî bir
davranış olarak şarttır.
Tekfîr aracını kullanan
kişinin bilgi, yetki ve ehliyetine göre bu konuda her şeyin değişebileceğini
ise hiç hatırdan çıkarmamak gerekir!
Bu
meselede her kiki tarafın da bilgili olma zorunluluğu vardır. Çünkü tekfîr gibi
ağır bir suçlamaya hedef olan kişi, suçunu reddedip sırf Mü’min
ve Müslim olduğunu savunması yeterli değildir. Keza onun tekfirciyi
önemsememesi de yanlıştır. Bilakis en azından uğrayabileceği bir saldırıya
karşı tedbirli olması bakımından bilgi büyük önem taşır.
Sebebine
gelince; bu ülkede birçok kimse, şu veya bu gerekçe ile başkalarını İslâm’dan
çıkmış olarak suçlayabilmekte, bunu bazen açıkça yaparken, bazen de
gizlemektedirler.
Üstelik böyle bir hükme
varma yetkisini de kendilerinde aramamaktadırlar. Bu ise çok büyük sosyolojik
ve siyasal sorunlara, din ve düşünce karmaşasına, teröre ve anarşiye yol
açabilir. Bu bir yana, insanların kutsal değerlerini çiğneyerek onların hem
kişilik haklarına tecavüz eden, hem aynı zamanda inançlı insanları tahrik
ederek ortalığı karıştırmak isteyenlerin sayısı, günümüzde tekfircilerden
yüzlerce kat fazladır. Üstelik bunlar devlete ve topluma da egemendirler.
Bilgisizlik
ve sorumsuzluk arenasına dönüşmüş olan Türkiye’de İnsanlar, kurumlar ve
örgütler sırf İslâm’ı küçümsemek, onun değerlerini aşağılamak, ya da onu
büsbütün yok saymak niyetiyle birçok gerçeği görmezlikten geldikleri sürece
tekfîr mekanizması -başka yerlerde olduğu gibi- bu ülkede de acımasızca
işleyecektir. Özellikle fanatik bazı şahıs ve gruplar bunu bir fırsat olarak
kullanacaklardır.
Doğrusunu
söylemek gerekirse tekfîrin en tehlikeli türü, -aslında başka argümanlarla-
bizzat karşıt laikçi gruplar tarafından zaten kullanılmaktadır. Birçok laikçi
kişi ve gruplar, günümüzde birbirini döneklikle suçlamaktadırlar. Bu da aslında
bir tekfîr türüdür. Bir laikçi, farklı görüşlerinden, tutum ve davranışlarından
dolayı, başka bir laikçiye göre kâfir sayılmaktadır. Ancak laikçiler bu tabiri
kullanmazlar. Çünkü «tekfîr» İslâmî bir terimdir. Onlar, daha çok «devrimlere
ihanet», «döneklik», «bölücülük»
ve «ayırımcılık» gibi tabirlerle birbirlerini suçlarlar; Kulaklar İslâmî terimlere alışır diye tekfîr kelimesini kullanmaktan özellikle kaçınırlar!
Örneğin
yıllardır PKK ile kapışan Egemen Türk
lâikçileri, bu örgütün bağlılarını açıkça «kâfir» diye suçlamamışlardır. Bu örgütün mensupları da
düşmanlarına açıkça «kâfir»
diyerek saldırmamışlardır. Oysa her iki kesim de kendi vicdanına göre
karşısındaki cepheyi daima «kâfir»
olarak görmüştür. Bunun çok güçlü kanıtları vardır. her iki taraf da fırsat
buldukça (laikliğe rağmen) ajanlarını Kürt halkı arasına salarak düşmanını
kafirlikle suçlamıştır. Ama bunu hep gizli yapmışlardır!
Bu
lâikçi grupların neden olduğu tehlikeler, akıttıkları kanlar ve söndürdükleri
ocaklar, en bilgisiz ve en fanatik bir mü’minin
tekfîr yoluyla girişebileceği bir saldırıdan çok daha yıkıcı sonuçlar
doğurmuştur. Çünkü devletin gücü, bunlardan bir grubun elindedir. «Milli Türk
Dini»’nin
temsilcileri, uygulayıcıları ve misyonerleri bunlardır. Devlet törenleri olarak
topluma dayatılan bu dinin farzlarını hiç kimse terk edemez. Örneğin İstiklâl
marşı okunurken hiç kimse oturamaz ve kımıldayamaz. Keza iktidarlar belli
günlerde «Milli Türk Dini»’nin tapınağına giderek orada ibadet etmek ve Türk Tanrısına
dilekçe yazıp dua etmek zorundadırlar. Aksi halde bir darbe ile yönetimden
hemen uzaklaştırılabilirler! Bu dinin en ufak ibadetlerinden birini terk etmeyi
göze alanlar hemen yaka paça mahkemelere celp edilir ve acımasızca
cezalandırılırlar. Bu dinin fanatiklerine göre, başta mü’minler
olmak üzere onlarla işbirliği içinde olmayan tarikatçılar da kâfirdir. Onun
için, (İslâmî açıdan değil) siyasal açıdan
tekfîrin en tehlikeli türü budur.
Tabiatıyla
bu yüzden birçok sosyal ve siyasi proplemin temel
faktörü olarak TEKFÎR,
başka argümanlarla da olsa bundan sonra yıkıcı etkilerini daha da artıracaktır.
Özellikle iş eğer inada binecek olursa bu etkiler daha derin ve silinmez izler
bırakabilecektir. Örneğin bir kimse, -İslâmî
anlamda- tekfîr ettiği kişiye karşı en azından şu çekincelere sahip
olacaktır:
-
Evlenme
teklifini ret edecektir.
-
Arkasında
namaz kılmayacaktır,
-
Kestiğini
ve pişirdiğini yemeyecektir,
-
Onunla
alışverişte bulunmayacak, hatta mümkünse onunla yüz yüze gelmeği bile
istemeyecektir,
-
Ona
oy vermeyecektir,
-
Ona
borç vermeyecek, ona en hayati anlarda bile hiçbir yardımda bulunmayacak,
onunla hiçbir zaman
herhangi
bir işbirliğinde bulunmayacaktır.
Bir
toplumun çözülmesi ve erimesi için bunlardan daha tehlikeli sebepler bulunamaz.
Bugünün Türkiyesi’nde tekfîr ya da bu anlamdaki bir
tutum nedeniyle sözü edilen çekinceler yaygınlaşma eğilimindedir. Nitekim
egemen laikçi azınlık, yıllardır «yeşil sermaye»
olarak tekfîr ettiği tarikatçılara
ait kuruluşları boykot etmiş, bu yüzden birçok sektör Türkiye dışına taşınmış,
bu olay Türkiye’ye milyarlarca dolara mal olmuştur!
Mistik
cemaatler ve çeşitli örgütler arasında da eskiden beri (vicdanî meseleler
dolayısıyla) çekişmeler devam etmektedir. Bu kavgalarda, cephelerden biri
ötekisini kâfirlikle suçlamaktan çekinmemektedir. Örneğin bir Nakşibendi
cemaatinin şeyhi olan Ömer Öngüt, yine bir Nakşibendi cemaati olan, Süleymancılar aleyhinde yazdığı bir kitaba şu adı vermiştir: «Dinleri
Süleymancılık, İmanları Para, Has Huyları Gasp, Meslekleri de Dilencilik olan
Süleymancıların İçyüzü». Evet yanlış
okumuyorsunuz. Bu sözler bir kitabın adıdır. Yazarı bir Nakşibendi şeyhidir ve
aleyhinde yazdığı cemaat de yeni Nakşibendi’dir. Bu kitabın içeriğini okursanız
hayretten diliniz damağınıza yapışır. Çünkü bir Nakşibendi grubunun şeyhi,
başka bir Nakşibendi grubunun şeyhi için bakınız ne sözler sarf ediyor. Ömer Öngüt, bu kitapta
Süleymancıların şeyhi olan Kemal kaçar
için şu ağır hakaretleri kullanmaktadır:
«(...) İsim isim
bu sözlerden anlaşılıyor ki, Süleymancılar bu kıpkızıl kâfiri putlaştırmışlar
ve hâşâ Allahlaştırmışlar»[1].
Ömer Öngüt, meslektaşı Kemal Kaçar için yine şunları söylüyor:
«Ve fakat Süleymancılar Onu
putlaştırdılar. Sevdiklerinden değil, Onun ismini alet ederek kurdukları dini
sağlamlaştırmak için putlaştırdılar, imanları da para oldu. Allah-u Teâlâ onları İslâm dininden çıkardı ve attı»[2].
Bu
şahıs, yukarıda adı geçen kitabın başka sayfalarında da şu sözleri
kullanmaktadır:
«Süleymancıları Allah-u Teâlâ’nın dinden çıkardığını, İslâm dini ile hiçbir
ilgileri olmadığını, Âyet-i kerime ve Hadis-i şeriflerle ispat ediyorum»[3]
«Bunlara karşı savaş açtığımız için
bu sahte dini çökertmeye gayret ediyoruz»[4].
«Bu kâfirler, bu münafık güruh,
karşılarında bir İslâm topluluğu olduğunu bilemediler. Yoldukları kazlar gibi
zannettiler»[5].
Ömer Öngüt’ün sözleri bu minval üzere devam edip gidiyor. Buna
benzer birçok örnekler daha vardır. Türkiye’de birbirini kâfirlikle suçlayan
şahıs ve gruplar o kadar çoğalmıştır ki bunların sayısını bile tespit etmek
güçtür.
Öte
yandan tekfîr edilmeyi, (yani
İslâm dışı sayılmayı) hiç önemsemeyen, hatta bunu bir nimet gibi
karşılayarak sırf mü’minleri çatlatmak için elinden
geleni geri bırakmayan küçük sürüler de vardır. İşte esas ortalığı kızıştıracak
olan sebep, ipini koparmış bu azınlığın, çeşitli kışkırtıcı tutum ve
davranışları yüzünden ortaya çıkabilir! Onun için insan ilişkileri, bundan
böyle, çok daha belirgin bir tırmanışla gerginleşebilecektir. İhtimaller bunu
hissedilmektedir. Eğer tekfîr suçlamaları ve bunların alacağı tepkiler
gelişerek yaygınlaşacak olursa başta mü’min azınlık
olmak üzere toplumun birçok kesimi, patlak verecek olaylarda meçhul güçler
tarafından aktör olarak seçilebileceklerdir.
Şimdiye
kadar sağcı ile solcu, Sünni ile Alevî, lâikçi ile tarikatçı kesimler arasında
sahnelenen kavgalar gösteriyor ki, bu senaryoları hazırlayan güçlerin ilk
hedefleri gerçekleşmiştir. Yani Türkiye’yi daha büyük hadiselere sahne olacak
hale getirmiştir. Çünkü yıllardır kışkırtılan terör, yaygınlaştırılan kavram
kargaşası, düşünce kaosu ve din anarşisiyle toplumun ideolojik kesimlere
ayrışması tam anlamıyla sağlanmıştır. Bu sonuç emperyalizmin ve Siyonizm’in
önemli bir kazanımıdır. Bundan sonra, özellikle «Ortadoğu projesi» hesabına yeni bir süreç başlatılacaktır. Durum öyle
gösteriyor ki bu süreç, «Tekfîr senaryolarıyla» işletilecektir. Çünkü bir önceki süreçte, lâikçi
kesim o derece azmanlaşmış, o derece saldırganlaşmıştır ki, bu cepheyi
oluşturan azınlık, mü’min kişiyi tiksindirecek, onu
kışkırtacak, hatta onu çileden çıkaracak her yola baş vurmaktan, her fırsatı
kullanmaktan çekinmeyecektir. Örneğin, son yıllarda heykelli, marşlı ve
çelenkli cami açılışları yapılmakta, bu suretle toplumun nabzı yoklanmaktadır!
Eğer yakın gelecekte, camilerin mihraplarına birer heykel koyup mü’minleri bu heykeller karşısında secdeye kapanmaya
zorlarlarsa buna hiç şaşmamak gerekir. Bundan daha beterini bile yapabilirler.
İşte tekfîr mekanizmasını aşamalarla bu şekilde işletmeyi deneyeceklerdir.
Türbancıları kışkırtmakla bunu başaramadılar. Şimdi daha başka provokasyonlara
başvurarak Tekfîr senaryolarını sahnelemeye kalkışacaklardır.
***
Tekfîr
Kavramı, Neden Türkiye’de Algılanamamaktadır?
Tekfîr
sözcüğü İslâm’da Fıkıh Ana Bilim dalına ait önemli bir terimdir. Ancak
tartışmalara konu olduğu zaman bazen
Bu
münasebetle belirtmek lâzımdır ki, İslâm dünyasında zaten genel anlamda yaygın
bir bilgisizlik vardır. Tekfîr konusundaki bilgisizlik de esasen bu büyük
sorunun binlerce parçasından
İşte
tekfîr kavramının, nasıl algılandığı, ya da yeteri kadar algılanıp
algılanmadığı meselesi burada ön plana çıkmaktadır. Özellikle şu nokta çok
ilginçtir: Türkiye’de terör ve anarşi konusunda kalın kalın
kitaplar yazan meşhur olmuş! (ya da meşhur edilmiş) nice yazarlar vardır ki, bu
kelimeyi bir kez bile kullanmamışlardır. Çünkü Türkiyeli «sosyologlar», «siyasi
analistler» ve «siyaset bilimciler» arasında kaç
kişinin bu kavram hakkında üç beş satırlık bilgiye sahip olduğu bile meçhuldür.
Bu da iki gerçeği çarpıcı biçimde ortaya çıkarmaktadır.
Birincisi; sözde İslâm’a mensup olduğu ileri sürülen bu toplum
tarafından yetiştirilmiş «aydınların», İslâm’ı ne kadar tanıdıkları gerçeğidir.
Üstelik bu aydınlar içinde, daha çocukken gerçek kimliği gizlenip en az on yıl
kadar Kur’ân kurslarına gönderilen ve casus olarak
yetiştirilen «gazeteci-yazarlar» vardır!
İkincisi de; bugünkü siyasi kavgaların hemen tamamını başlatan ilk
temel faktör hakkında bu aydınların, ne kadar (doğru) bilgi sahibi oldukları
gerçeğidir.
Tekfîrden
söz açarken, böylece Türkiye ile İslâm arasında gerçek bir bağ bulunup
bulunmadığı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu bağ, tabiatıyla onun bunun
yorumuna göre değil, İslâm’ın temel kaynaklarındaki kriterlere göre
aranmalıdır. Türkiye’nin bir İslâm ülkesi olduğunu peşin ve hamasi tutumlarla
ileri sürecek olanlara şunu hatırlatmak herhalde çok yerinde olur; Bu ülkede
«sosyologlar», «siyasi analistler» ve «siyaset
bilimciler» şöyle dursun, bir «fıkıh profesörü» bile şimdiye kadar tekfîr
konusunda kapsamlı bir bilimsel çalışma gerçekleştirememiştir. Onun için tekfîr
kavramını, fıkhî boyutları içinde algılayabilen insan
sayısı bu ülkede büyük ihtimalle birkaç on kişiyi geçmez. Ayrıca Türkiye’de
eskiden günümüze dek, olup bitmiş tüm siyasi çekişmeler sırasında karşıt
cephelerin birbirini suçlarken kullandıkları argümanlar çok dakik biçimde
araştırılacak olursa bunlar arasında «tekfîr» sözcüğüne rastlamak olası gözükmemektedir. Oysa
taraflardan biri, öbürünü daima yobaz ve gerici, karşıtı da onu kâfir ve dinsiz
olarak görmüştür. Bunu çok açık söylememiş olsa bile, suçlama şekilleri,
zihindeki bu niyeti genelde deşifre etmiştir. Bu sonuç ise, muhatabını
vicdanında kâfir diye damgalayan cephenin, esasen doğrudan tekfîr kapsamına
giren bir tutum içinde olduğunu hissettirse bile bu kavramın İslâm fıkhındaki
geniş anlamı hakkında onun tam bir bilgi sahibi olduğunu kanıtlamaz.
Bütün bu çelişkiler
gösteriyor ki Türkiye’de birçok olay esasen tekfîrden kaynaklanıyor olmasına
rağmen bu kavram, ne elit tabaka, ne de (onun taban olarak gördüğü) halk
tarafından bilinmektedir. Bu da ayrı bir çelişkidir.
***
Hayat çekişmedir. Tarih
boyunca insanlar, çeşitli nedenlerle birbirlerini suçlamış, çekişmiş ve
savaşmışlardır. Müslümanlar da kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Hz. Peygamber (s)’in vefatından sonra, temel kaynakları
yorumlarken Ashâb, farklı kanaatler ortaya
koymuşlardır. Ancak onlar herhangi bir çıkar için değil, hevâ
ve heveslerine göre de değil, bilakis Allah’ın kitabını ve Rasulullah
(s)’ın Sünnetini ölçü alarak düşüncelerini öne
sürmüşlerdir. Onun için Ashâbın kanaatleri birer içtihattı. İçtihat İslâm’da
bir hukuk kurumudur. Yeterli bilgi, ehliyet ve yetki
sahibi olanlar içtihatta bulunabilirler.
Hz. Peygamber (s)’in, hayatı
boyunca mü’min birine «Ey kâfir!» diye hitap
ettiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. O’nun bütün hadisleri arasında «tekfîr»
kelimesi bir kez bile geçmemektedir. Bu sözcük, Kur’ân-ı
Kerîm’in de hiçbir yerinde geçmemektedir. Şu halde tekfîr kelimesi söz ve
kavram olarak temelde İslâm’a yabancıdır. Fıkıh ana bilim dalının terimleri
arasında bu kelime bulunmamaktadır. Onun için İslâm fıkhında «Riddet» diye bir bap vardır, fakat «Tekfîr» adı
altında bir bap yoktur. Şu var ki mürted olan
kişi zaten tekfîr edilir. Yani kâfir olarak nitelenir. Öyle ise tekfîr,
nedensel olarak söz konusu olabilir. Çünkü tekfîr suçlamaları Hz. Peygamber’in döneminde değil, Onun vefatından epeyce
sonra Hz. Ali’nin devlet başkanlığı
zamanında ortaya çıkmıştır. Bu suçlamalar, -bilindiği kadarıyla- hemen hemen ilk kez Hariciler tarafından bizzat Hz. Ali’ye yöneltilmiştir. Böylece tekfîrin
tarihsel süreci, Haricilik hareketiyle birlikte başladı diyebiliriz.
Bu olay, İslâm Tarihinde
büyük bir önem taşır. Çünkü bu hareketten önce Hz.
Peygamber (s)’in vefatıyla birlikte bazı kabileler devlete vergi (zekât)
vermeyi reddettiler. Devletin vergileri almakta ısrarlı olduğunu görünce, bu
kez baş kaldırdılar ve İslâm’dan çıktıklarını ilân ettiler. Buna rağmen, bu
kabileler «kâfir» değil, «mürted» diye
suçlandılar. Bu iki sözcükten amaçlanan şey, sonuç itibariyle farklı değildir. Mürted de kâfirdir, hatta İslâm’a girip
çıktığı için ağır suçludur ve İslâm hukukuna göre cezası ölümdür. Oysa İslâm’a
girmemiş bulunan kâfir, İslâm devlet statüsüne sahip coğrafya üzerinde, İslâm
yasalarına uyduğu ve namuslu bir vatandaş olarak yaşadığı
sürece, (dünyevi muamele bakımından) suçsuzdur ve özgürdür; inancı
dokunulmazdır; vicdanî durumundan dolayı sorgulanamaz...
Bu tahlilden şu iki sonucu
çıkarabiliyoruz;
Birincisi; irtedâdla
(ya da reddetle) İslâm’dan ayrılmış olan kimse,
tekfîr suçlamasına muhatap olan kimseden, İslâm hukukuna göre farklıdır.
İkincisi ise; İslâm tarihinde riddet hareketi tekfîr hareketinden daha
eskidir.
Bu iki tespite üçüncü
birini de şöyle ekleyebiliriz; Ne Hz. Peygamber (s),
ne de ilk üç halife döneminde Ashaptan hiç biri tekfîr edilmemiştir. Örneğin Hz. Osman Hariç, genelde Ümeyyeoğulları
ailesi –imanlarında samimi olmadıklarına ilişkin- şüphe uyandırıcı
birçok davranışlarda bulunmalarına rağmen, ne Hz.
Peygamber, ne de Ashaptan biri onları tekfîr etmemiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber döneminde, İslâm toplumu içinde üç yüz kadar
münafık bir grup bulunuyordu. Bunların başı olan Abdullah bin Ubey bin selûl’un ve yandaşlarının münafık olduklarını Bizzat Hz. Peygamber kesin olarak biliyordu. Ashâbın büyükleri de
güçlü ihtimalle bu gerçekten haberdar idiler. Buna rağmen hiç kimse münafıkları
tekfîr etmemiştir. Üstelik Hz. Peygamber (s), Abdullah
bin Ubey’in
cenaze namazını bile kıldırmıştır. O Abdullah bin Ubey
ki, Hz. Peygamber’e karşı işlediği ağır suçlara
tarih, belgesel boyutlarıyla çarpıcı şekilde tanıklık etmektedir!
Bütün bunlardan
anlaşılmaktadır ki «İslâm toplumunda» bir Müslümanı
tekfîr etmek oldukça güçtür. Fakat bu noktada halkın gerçek anlamda bir «İslâm
Toplumu» olup olmadığına dikkat etmek gerekir. Çağımızda, «İslâm
Toplumu» olarak nitelenebilecek sosyal bir popülasyon
bulunmadığına göre kapıların, haklı olarak sık sık
tekfîr suçlamasına açılabileceğini de ihtimalden uzak görmemek lâzımdır.
Tekfîrin tarihçesine
baktığımızda, daha çok fanatik tiplerin bu tür suçlamalarda bulunduğunu
görüyoruz. Nitekim böyle bir suçlamanın ünlü hedeflerinden biri, (belki de ilki),
Hz. Ali’dir. Bu ağır suçlama o kadar
talihsiz bir olaydır ki, Hz. Ali’nin canfedâ yandaşları olarak geçinen bugünün Alevileri bile bu
olaydan tamamen habersizdirler. Evet, Tekfîrle belki de ilk kez suçlanmış ve bu
gerekçe ile şehit edilmiş olan zat, Hz. Ali’dir.
Bu kadar ünlü bir şahsiyetin başından ne gibi olaylar geçmiş, bu suçlamaya ve
türlü türlü ihanetlere nasıl uğramış diye bu zat
hakkında efsanelerden öte hiçbir bilgileri bulunmayan milyonlarca Alevi bugün Hz. Ali’nin adını sömürüyor, tekfîrin hukukî
ve tarihi anlamını hiç mi hiç merak etmiyorlar! Bu ilgiyle vurgulamak gerekir
ki, Türkiye’nin, ülke ve toplum olarak içinde yüzdüğü bilgisizlik girdabının
çarpıcı kanıtlarından biri de işte budur.
Ama Aleviler de Sünniler de
bugün çok iyi bilmelidirler ki Tekfîr gibi ağır bir suçlamaya hedef olan Hz. Ali, hiç de bu iki grup gibi fanatik
değildi. O, geniş bilgisiyle yüce ahlâkıyla, kahramanlığıyla, sınırsız
cesaretiyle, Hz Peygamber’in gerçek varisi olarak
daima adaletten ve haktan yana idi. Düşmanlarını gafil avlayabilecek ve onları
tamamen ezerek, toplumu istediği gibi yönetecek dehaya, kahredici güce ve
kolaylıkla baş edilemeyen türlü türlü savaş
stratejilerine sahip olmasına rağmen O, karşıtları gibi kanlı bir diktatör,
saltanatlı bir hükümdar olmak istemiyordu.
Onun için, kendisi hiç
kimseyi tekfîr etmedi. Bilakis, Sıffın
Savaşı sırasında Emevi diktatöründen gelen bir
teklifi, samimi zannederek kabul etti. Bu teklife göre, bir temsilci
gönderecekti; bu zat, Emevi diktatörünün temsilcisi
ile birlikte soruna çözüm bulacaklardı. Fakat tuzak daha önce hazırlanmış, her
şey kitaba uydurulmuştu. Ayrıntıları oldukça dramatik biçimde cereyan eden ve
tarihe «Tahkîm» olayı diye geçen bu hadise epeyce uzundur. Dileyen
güvenilir kaynaklardan bu olayı okuyup öğrenebilir.
Tahkîm senaryosu düşman
tarafından daha önce hazırlandığı ve fiyasko ile bittiği için Hz. Ali, kendi yandaşları karşısında büyük
sorunlar yaşadı. Tahkîm sırasında haklılık payı Emevi
diktatörüne verildiği için, Hz. Ali’nin ordusunda huzursuzluk başladı. Hz.
Ali’nin diplomatlarından Şibs bin Ribî’,
komutanlardan Abdullah
b. Vehb er-Râsibi'yi de yanına alarak
ordunun büyük bir grubunu alıp Harûrâ’ya
çekildi. Böylece Hz. Ali’nin ordusunda
disiplinsizlik baş gösterdi. İsyancıların sayısı 12 bin kişiyi geçiyordu.
Bunlar, Emevi diktatörünün teklifini kabul ettiği ve
tahkîm tuzağına düştüğü için Hz. Ali’yi
küfre girmekle, (yani İslâm’ın dışına çıkarak hâşâ kâfir olmakla)
suçluyorlardı. Bununla yetinmiyor, Onu kâfir olarak suçlamayanın da kâfir
olduğunu ileri sürüyorlardı. Hatta bununla da kalmıyor, Hz.
Ali’nin yandaşlarından kimi bulurlarsa onu (ve kadın çocuk yaşlı hasta
demeden) bütün aile halkını da öldürüyorlardı. İşte bunlara «Haricîler»
denilmiştir. Haricilik, Serkeşlik, itaatsizlik, disiplinlerin dışına
çıkma anlamlarını taşır. Bu hareket, şu veya bu isim altında günümüze kadar
devam etmiştir.
Hariciler, oldukça fanatik
insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken,
onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de
onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zahirine göre hüküm vermek de bu taassubun
nedenleri arasında sayılabilir.
Haricilerdeki ahlâkî
davranışları belirleyen iki önemli özellik vardı; Takva ve Cesaret. O kadar çok
namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Bununla
birlikte ölümden asla korkmazlardı.
Kenetlenmiş binlerce
kişiden meydana gelen bu serkeş, disiplinsiz ve acımasız topluluğu itaate
çağırmak üzere Hz. Ali çok çaba
gösterdi. Onun girişimleri sayesinde sekiz bin kişi kadar bir topluluk,
pişmanlık göstererek teslim oldular. Geriye kalan dört bin kişi ise direndi. Hz. Ali, Nehravan
mevkiinde direnişe geçen bu asiler üzerine yürüyerek hemen hepsini öldürdü.
Ancak ne hariciliğin, ne de tekfîrin kökü kazınamadı. Bu korkunç taklit
günümüze kadar devam etmektedir.
Harici ruhlu insanlar,
birbirlerini bularak zaman zaman yeniden organize
olurlar. Bunların hepsinin de psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar
birbirine oldukça benzemektedir. Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir
yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk bunların başlıca ortak
özellikleridir. Müsait bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her
biri, din adına kanlı birer cellada dönüşebilirler. Örneğin, yakın geçmişte, Awwad Melâz Cemil
adında Filistinli bir diş hekiminin telkinleri altında, İstanbul’da tekfirci
bir grup oluşmuştur. Bunların İlmi hiçbir malzemeleri yoktur. Buna rağmen
saatlerce sert tartışmalara girerler ve hep haklı olduklarına inanırlar.
Tarihte tekfîri bir silah
olarak kullananlar
Şiiler de tarih boyunca
günümüze kadar Hz. Ali’den önceki üç
halifeyi (Hz. Ebubekir’i,
Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı),
devlet başkanlığı makamını zorla ele geçirdikleri suçlamasıyla zalim
saymaktadırlar. Bu üç şahsiyete samimiyetle oy vererek onları devlet başkanı
seçen Ashabın hepsini kâfir saymaktadırlar. Şia’nın ılımlı ve en kalabalık
gruplarından olan bu günün İmâmî-Câferîleri
de aynı görüştedirler. Hatta, adları geçen üç halifeye oy veren Ashabı imansız
saymayanların tümünü de yine kâfir olarak suçlamaktadırlar.
Bu ilgiyle vurgulamak
gerekir ki Şiilikte İslâm’ın birinci ilkesi, devlet başkanlığı makamına sürekli
işlerlik kazındırmaktır. Çünkü İslâm’ın ve Müslümanların devamı bu makama
bağlıdır. Onun için bu makamın işlerliğini sekteye uğratanlar Şiilikte kesinlikle
kâfir sayılırlar. Bu nedenle Şiilik, Haricilik ve Mu’tezililik gibi sönmemiş, bilakis hayatiyetini
devam ettirmiştir.
Ancak Hariciler de zaman zaman yeni isimler altında varlık göstermiş ve tekfîr
mekanizmasını işletmeye çalışmışlardır. Çağımızda Haricilik geleneğini daha çok
Vahhabiler sürdürmektedirler. Bunlar, «İslâm
Dünyası»’nın birçok yerinde elemanları vasıtasıyla
görüşlerini yaymaya çalışırlar.
***
Tekfîr; -başka bir
ifadeyle-, aynı inancı paylaşan kişi ya da gruplardan birinin öbürü
üzerinde giriştiği vicdan baskısına karşı bir savunma sistemidir. Her insan,
inandığı ve kutsal saydığı şeyleri küçümseyen ve aşağılayan kimselere karşı
tepki gösterir. Çoğu kez bu tepkisinde de haklıdır. Onun için İslâm bu tür
davranışları yasaklamıştır. Bir insanın inandığı ve taptığı şeyler ne kadar
akıldışı, ne kadar batıl ve pespaye olursa olsun, mü’min
kişinin bu gibi şeylere sövmesi, yasaklanmıştır. Kur’ân-ı
Kerîm’de bu yasağı koyan âyetin meâli şöyledir;
«Allah’tan başka taptıkları şeylere
sövmeyiniz. Onlar da gerçeği bilmedikleri için, misilleme yaparak Allah’a
söverler»[6].
Tekfîr
suçlaması, genelde tahrik ve provokasyonların sonucu olarak ortaya çıktığı
için, çoğu kez haklı gerekçelere dayanabilir. Buna ileride örnek verilecektir.
Böyle durumlarda tepkinin haklılığını inkâr etmek, tepkiyi gösteren kişi ve
grupları suçlamaya, cezalandırmaya, bastırmaya ve ezmeye kalkışmak, bazen toplu
itirazlara, protestolara ve hatta sosyal patlamalara bile neden olabilir.
Örneğin
yıllar önce bir anayasa mahkemesi başkanı, «Allah’ı insanlar yarattı» diyerek,
Hiç
kuşkusuz bu ilginç hadise, Türkiye’de tekfîr eğilimini tetiklemiştir. Çünkü bu
olayın senaryosu önceden büyük bir ustalıkla hazırlanmıştır. Bundan amaç,
iktidara karşı olan zümreyi ayağa kaldırmak, sonra da onları cezalandırmaktı.
Bu örnekte tekfîre neden oluşturan hadise, tamamen bir provokasyondur. Çünkü
milyonlarca insanın duyabileceği şekilde Allah’ı yok saydığını pervasızca
söyleyen bir adamın cenazesi, (hiçbir şey olmamış gibi) bir mü’minin
cenazesi gibi camiye taşınmış, bununla da yetinilmemiş,
ondan sonra da bu adamın sözde namazı, silah zoruyla bir grup insana
kıldırtılmıştır!
Bu
örnekte, inançlı kesime karşı zincirleme olarak birkaç ağır suç birden
işlenmiştir. Birincisinde hiçbir neden, hiçbir mecburiyet ve hiçbir ilgi yokken
adam Allah’ı inkâr ederek toplumun, hatta milyarlarca insanın inancına hakaret
etmiştir. Hız ve iletişim o dönemde sınırlı olduğu için, bu olayı
Tekfîre
neden olmuş çok çarpıcı bir hadise olarak bu meseleye ilişkin şu gerçekleri
ortaya koymak birçok soru işaretini ortadan kaldıracaktır. Bunlardan birincisi
cenaze namazının bir duadan ibaret olduğudur. Bu dua İslâm’da farz-ı kifâye’dir. Öncelikle cenazenin sahipleri bundan sorumludur.
Yani cenazeyi yıkamak, kefenlemek, namazını kılmak ve defnetmek, cenazenin
yakınlarına ait bir görevdir. Bu kimselerden biri veya bir kaçı bu görevi yapar
veya yapmaz, bundan başkaları sorumlu tutulamaz. Eğer hiç kimsesi yoksa «İslâm
devlet mekanizması» bundan
sorumludur. Yine halk sorumlu tutulamaz. Bugün İslâm devleti bulunmadığına göre
hiçbir cenazeden (İslâm’a göre) hiçbir mü’min sorumlu
değildir. Bu mesele tamamen cenazenin ailesini ilgilendirir, ya da laik düzen (İslâm’ı
işe bulaştırmadan) kendi yöntemiyle ölüyü istediği gibi kaldırır.
Biraz
önceki olaya bu açıdan baktığımızda, meselenin önemli yanlarının tamamen örtbas
edildiğini görüyoruz. Her şeyden önce ölen adamın yakınlarından kimsenin bu
cenaze ile ilgilendiği bilinmemektedir. Bu da gösteriyor ki cenazenin sahipleri
senaryo gereği bir kenara çekilmişlerdir. Öyleyse onun sözde cenaze namazına
yakınlarından biri bile katılmamıştır! Şu halde bu adam, Allah’ı açıkça inkâr
etmek suretiyle üstlendiği ilk rolden itibaren cenazesi kaldırılıncaya kadar
senaryoda yer alan bütün olaylar özel olarak tekfîr için hazırlanmıştır. İşte
bu, hiçbir zaman yalanlanamayacak kesin bir sonuçtur.
Tekfîrin
haklılığını inkâr etmek ve tepkiyi gösteren kişiyi ve grupları susturmak, bazen
çok zor olur. Biraz önce sözü edilen örnekte insanlar susturulabilmişlerdir. Ne
var ki bu olayın yankıları ve etkileri daha çok sürecek ve birçok şey, bu
yüzden hep sorgulanacak ve hep tartışılacaktır. Kaldı ki bazen devletler,
hükümetler ve ordular bile vicdan baskısına uğrayanların isyanlarını
bastırmaktan aciz kalırlar. Unutmamak gerekir ki, putperest Roma
İmparatorluğu’nun güçlü orduları bile küçük gruplar halindeki Hıristiyanlarla
baş edememiştir. Hıristiyanlığın ilk bağlıları, heykellere tapmaya zorlandıkça,
canavarların pençelerine atıldıkça Hıristiyanlık daha çok yayıldı. Bu
işkencelerden vazgeçildikten sonra, aralarına Yahudi şarlatanlar sokularak bu
dinin kendi kendine putperestliğe dönüşmesi kolayca sağlanabilmiştir.
Tekfîr
suçlamasına neden oluşturan davranış, her ne kadar vicdan baskısı ise de,
önemle belirtmek gerekir ki tarafların ikisi de (yani suçlayan da suçlanan
da) formalitede aynı din ve inancın mensuplarıdırlar. Onun için yukarıdaki
örnek, tekfîrin nedeni olarak değil, vicdanlara yapılan baskının doğurduğu
sonuçlardan birini betimlemek bakımından değerlendirilmelidir. Çünkü tekfîr de
sonuç itibariyle vicdan baskısına karşı doğan bir tepki türüdür, bir
protestodur...
Tekfîrde
bulunan taraf, ortak dine (ya da ortak inanca) o kadar şiddetle bağlı
olduğunu sanır ki aynı din ve inancın mensuplarından, kutsal değerlere karşı
birinin suç işlediğini gördüğü zaman ona karşı gösterebileceği en uygun tepkiyi
bazen göstermez. Bunun yerine tekfîrcilerin, zaman zaman
şiddete başvurdukları da görülmüştür. Türkiye’de Turan Dursun’un, Mısırda da Vakıflar Bakanı Hasan Zehebî’nin öldürülmesi gibi...
Tekfîrcinin,
muhatabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen
kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. fetvasını çoğu kez kendisi verir,
kendisi uygular. Bazen de beyin yıkayıcı bir «Abi»’nin talimatıyla infazı
gerçekleştirir! Oysa bu davranış genel olarak hem çözüm olmaktan uzaktır, hem
de adına İşlendiği İslâm’ın hükmünden uzaktır. Fakat tekfîrci, (bilerek veya
bilmeyerek, ortak kutsal değerleri pervasızca çiğneyen bir çoğunluğun içinde)
vicdani bakımdan linç edilmiştir. Maddeten olmasa da manen ezilmiştir, vicdanı
korkunç bir bombardımana uğramıştır. Bu yüzden bazen yalnızlığa mahkûm edilir
ya da bizzat kendisi çevreden soyutlanmak zorunda kalır. Çünkü tekfîrin
nedenleri böyle bir çevrede sürekli olarak vardır. Böyle bir çevre içinde ne
kadar sabırlı olursa olsun, samimi bir mü’minin
yaşaması gerçekten imkânsız gibidir. Ortam onun için tam anlamıyla bir
cehennemdir. Böyle hallerde fanatik tipler değil, en sabırlı mü’minler bile çılgına dönebilirler.
Örneğin
bir komşu düşünün ki, her gün şu veya bu bahane ile Allah, peygamber, kitap,
din iman demeden kutsal değerlere söver durur. Hangi ılımlı ve sabırlı dindar
bile böyle birinin komşuluğuna dayanabilir? Bir mü’min
şöyle dursun dindar bir Hıristiyan veya Yahudi bile böyle birinin komşuluğunu
ne kadar çekebilir? Kaldı ki tekfîre neden olan tek şey, kutsal değerlere
sövmekten ibaret de değildir. Tekfîrin sayılamayacak kadar çeşitli nedenleri
vardır.
***
Tekfîr
Arapça bir kelimedir. «fa’aale» babından, «Kaffara» filinin mastarıdır. Çekimi: Kaffara, Yukaffiru Takfîran’dır.
Tekfîr
kelimesi, Arap sözlüğünde birçok farklı anlamlara gelmektedir. Bunları şöyle
sıralayabiliriz;
Birincisi; Takfîru’l-Yemîn’dir. Yani yapılmış gayrimeşru
yemini keffaretlendirmek[8]
demektir. Yalan yere, ya da geçersiz şekilde yapılmış yeminler nedeniyle kişi,
Allah’a karşı yüklendiği sorumluluktan (şeriatın dünya ahkâmına göre) zimmetini
ibra ettirmek için muhtaç olan kimselere belli ödemeler yapar. Bu ödemelerin
miktarları İslâm fıkhında belirtilmiştir. İşte bu ödeme işine Takfîru’l-Yemîn
denir.[9]
İkincisi; Gayrimüslim vatandaşın, başı ile işaret ederek selam
vermesi anlamına gelir.[10]
Üçüncüsü; Gönül alçaklığı göstermek veya muhatap karşısında
küçülmek anlamına gelir.
Dördüncüsü; Müslim kişiyi kâfir diye suçlamak anlamına gelir.
Tekfîr
sözcüğünün ifade ettiği bu dört çeşit anlamdan, konumuzu ilgilendiren
dördüncüsüdür. Onun için incelememizin özünü bu şık oluşturacaktır.
İslâm’a
mensup birini –herhangi bir nedenle- kâfir diye nitelemek, oldukça önemli bir meseledir. Çünkü bu, ağır bir
suçlamadır. Günümüzde yaygınlaşmış olan bu tür suçlama, siyasi bir içerik de
taşımakta, dolayısıyla geniş çevreleri meşgul etmektedir. Taşıdığı önem
bakımından bu konuyu bilimsel kriterlere uygun bir üslup içerisinde işlemek
gerekmektedir. Bu meseleyi ele almak, -öncelikle ifade etmek gerekir ki-
ilmi ehliyet istemektedir. Bununla birlikte, incelemenin ilmi bir metot
çerçevesinde gerçekleştirilmesi lâzımdır. Bu nedenle konunun hem üslubu hem de
özel terminolojisi, aynı zamanda okuyucuların ve dinleyicilerin de İslâmî kültüre sahip bulunmalarını gerektirmektedir.
Kendini
müslim sanan, -ancak İslâm’a bağlılık derecesi, bu
konuya karşı herhangi bir ilgi uyandıramayacak kadar zayıflamış ya da tamamen
yok olmuş- kimselere gelince, bunlar müslim bir
çoğunluk içinde yaşadıkları sürece, istedikleri tutumu sergileme hakkına sahip
değildirler. Özellikle «Müslümanlar» arasında İslâm’ın sınırlarını
zorlayamazlar. Aksi halde, İslâm’ı çağrıştıran her konu gibi tekfîr konusu
onları da kapsayabilir. Bu nedenle «Müslümanların»
çoğunluk olarak yaşadıkları coğrafyalarda, formalite gereği de olsa İslâm’a
mensubiyeti olan herkesin –bütün İslâmî meseleler
hakkında olduğu kadar- tekfîr sorunu hakkında da bilgi sahibi olmaları
lüzumludur. Şu var ki bu önemli mesele hakkında ilmi ehliyete sahip kimseler ancak
gerekli açıklamaları yapabilirler. Aslında doğru olan şey, İslâm alimlerinden
oluşan milletlerarası bir komisyon tarafından bu sorunun tartışılarak sonuca
bağlanmasıdır.
Günümüzde
«İslâm dünyası» tam anlamıyla bir din anarşisi içinde yüzdüğünden, böyle bir
komisyonun şimdilik kurulabileceğini tahmin etmek güçtür. Fakat her önüne
gelenin tekfîr konusu gibi çok önemli meselelerde fetva vermeye ve ahkâm
kesmeye kalkışması bu anarşiyi daha azdıracağından hiç değilse ortalık sükûnet
buluncaya kadar hem radikal kişi ve çevreleri uyarmak, hem de en azından tekfîr
sorunu hakkında kitleleri ansiklopedik sınırlarda aydınlatmak, ilmi
sorumluluğun gereğidir. İşte bu çalışma ile sunulmuş olan bilgiler böyle bir
kaygının ürünüdür.
Bu
münasebetle, kullanılacak terimlerin okuyucu tarafından amaca uygun biçimde
algılanmaları büyük önem taşımaktadır. Örneğin, İslâm ve «Müslümanlık»,
birbirinden tam anlamıyla bağımsız birer din olmalarına rağmen, «İslâm
Dünyası»’da yaşayan toplumların tümü kendilerini İslâm’a mensup milletler
olarak görmektedirler. Onun için bu çalışmada sıklıkla geçecek olan «Müslüman» kelimesi, -zihinleri daha fazla bulandırmamak
amacıyla-, çoğu yerde «müslim» anlamında kullanılacaktır.
***
Tekfîr, klasik fıkıhta genel olarak «riddet» ya da «İrtidâd» babı kapsamında ele alınmıştır. Fakat son zamanlarda
İslâm dünyasında patlak veren bazı siyasi olayların ana sebepleri arasında
gösterilmesi üzerine bu kavramının yeniden ele alınması gerekmektedir.
Tekfîr
suçlamasının, birkaç yıldır sıklaşması üzerine, ilim ve siyaset çevrelerinde
dikkatler bu kavram üzerinde yoğunlaşmıştır. Çünkü bu yaklaşımın şiddet
olaylarına kaynaklık ettiği kanaati yaygınlık kazanmıştır. Ancak bu konuda
şimdiye kadar çok kapsamlı eserlerin verildiği söylenemez. Hatta, uluslar arası
bir ilmi forumda bu kavramın geniş boyutlarda işlendiği hakkında da şimdiye
kadar güvenilir herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.
Kimin,
hangi gerekçe ile tekfîr edilebileceği, hangi inanışın, hangi söz ve davranışın
müslim bir kişiyi İslâm dairesinin dışına
çıkarabileceği meselesi, «tekfîr» adı
altında, tarih boyunca tartışıla gelmiştir. Bu tartışmalar, geçmişte ilmi
forumlarda çok yönlü olarak ele alınmıştır. Onun için Tekfîr, İslâm’da hem akaid, hem de fıkıh ana bilim dallarının konusudur. Bu
münasebetle çok ayrıntılı olmasa da bu sorun, adı geçen her iki yönü bakımından
da bu çalışmada biraz irdelenecektir.
Tekfîrin
fıkhî boyutu, bu çalışmada dört madde içerisinde ele
alınmıştır. Bunlar başlık olarak şöyledir;
1)
Tekfîr
konusundaki klasik mezhebî görüşler
2)
Tekfîr
suçunun oluşması (Tekfîr’in şer’î nedenleri)
3)
Tekfîr
Konusunda Yetkili Merci, İnsan İlişkiler ve Ayrıntılar.
4)
Tekfîrin
Şartları
***
1.
Tekfîr
Konusundaki Klasik Mezhebî Görüşler
Gerek
tekfîr konusunda gerekse itikadî ve amelî bir çok
konuda vasat ümmet görüşünden uzak gruplar sayıca çoktur. Ancak bütün bu
grupların görüşleri, genelde beş ana kategoriye indirgenerek tasnif edilmiştir.
Bunlar; Hariciliğin, Şiiliğin, Mu’tezililiğin, Cehmiyye’nin ve Ehl-i Sünnetin
görüşleridir.
Müslümanlar
arasında tekfîr hakkında epeyce farklı görüşler mevcuttur. Bu farklılıklar çok
eskidir. Bu görüşleri birbirinden ayırabilmek için her şeyden önce Şia, Mu’tezile, Cehmiye (Mürcie,, Cebriye) ve Haricilik gibi radikal akımların inanış biçimleri hakkında
karşılaştırmalı çok geniş bilgilere ihtiyaç vardır. Bu bilgileri elde etmek ise
ancak köklü bir İslâmî eğitimden sonra dinler ve
mezhepler konusunda uzman olmakla mümkündür. Çünkü 1500 yıllık İslâm tarihi
boyunca bu gruplar arasında acı hatıralar bırakan çekişmeler cereyan etmiş ve
tarihte kanlı izler bırakmıştır. Bu fırkalar, ancak son yüzyıllarda durulanmış
ve çoğu elenerek tarihin sahnesinden çekilmişlerdir. Ne yazık ki bu kamplar
arasında (özellikle tekfîr konusunda) Haricilik, yeniden sivrilme eğilimine girmiş, 1700’lü yıllardan
itibaren Arap yarımadasında koparmaya başladığı gürültüyü günümüze kadar devam
ettirmiştir. Aşırı bir Harûrî olan Muhammed bir
Abdilvahhab
adında yarı okumuş bir bedevinin başlattığı bu hareket, günümüzde İslâm diyarının
birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de faaliyet içine girmiştir. Yarı cahil,
âmâ ve psikolojisi bozuk bir adamın yönlendirmesiyle epeyce muhit yapan ve
hatta Avrupa’daki Sünni Türklerden bile taraftar bulan bu akım, saf Kur’ânî tevhid anlayışı üzerinde
tehdit oluşturmaktadır. Selefilik adı altında, «tevhidî bir İslâmî
Hareket» gibi gözükmeye çalışan bu
akım, Türkiye’de, İslâm’la belli bir yaştan sonra ancak tanışma imkânını bulan
gençleri etki altına alarak onları küçük gruplar halinde organize etmeye çalışmaktadır.
Çağdaş
tekfîrciliğin hemen hemen tek kaynağı olarak bu
hareket gözükmektedir. Onun için önce Hariciliğin, insan fiiline ilişkin
görüşünü özetlemek suretiyle tekfîrin fıkhi boyutuna
girmek daha uygun olacaktır.
Hemen
vurgulamak gerekir ki bu akımın müslim İnsan fiili
hakkındaki görüşü «Vasat Ümmet»
yaklaşımından oldukça farklıdır. Her şeyden önce Kur’ân’da
öğütlenen tolerans Haricilikte yoktur. Onun için bu radikal akımın günümüzdeki
temsilcileri olan Vahhabilerin bütün tavırları,
tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri Nahl Sûresi’nin 125’inci âyet-i kerimesinde tavsiye edilen
hikmetli üsluba tamamen aykırıdır.
Haricilere göre, kebâirden birini işleyen kâfirdir. Alkol kullananlar, zina
edenler, adam öldürenler, hırsızlık yapanlar ve faiz alıp verenler şöyle
dursun, çağdaş hariciliğin temsilcileri olan Vahhabi
hocaları, son yıllarda dünyanın yuvarlak olduğuna inanan ya da çanak anten
kullanan kimsenin de kâfir olduğuna hükmetmişlerdir.
Tekfîr meselesinde Şiiliğe
gelince, biraz önce de ifade edildiği gibi bu Grup, Hz. Ali’den önceki üç halifeyi «devlet başkanlığı makamını
zorla ele geçirdikleri» gerekçesiyle zalim diye suçlamaktadırlar. Bu nedenle
kendilerine samimiyetle oy vererek onları devlet başkanı seçen Ashabın hepsini
kâfir saymaktadırlar. Aynı zamanda onları bugün bile onaylayanları da tekfîr
etmektedirler. Benimsedikleri Takkiye prensibi
nedeniyle bu mesele üzerinde fazla açıklama yapmamalarına karşın birçok Şii
kaynakları bunu kanıtlamaktadır.
Bu özet açıklamadan da
anlaşıldığı gibi, hem Hariciler, hem de Şiiler, kendileri gibi inanmayan bütün
«Müslümanları» en azından tekfîr etmeye eğilimlidirler.
Mu’tezile ve Cehmiyye
mezheplerinin izleri günümüzde çok silik olduğu için tekfîr konusunda bu
gruplara ait görüşleri ortaya koymanın yararı bulunmamaktadır.
Hariciliğin ve Şiiliğin
tekfîrle ilgili görüşlerini böylece çok özet olarak açıkladıktan sonra esas
itibariyle Ehl-i Sünnet camiasının tekfîrle ilgili
görüşlerine geçebiliriz.
İlmi
bir inceleme üslubu içinde bu sorunu irdeleyebilmek için kuşkusuz onu, belli
başlıklar altında ele almak gerekir. Yukarıda tasnifi yapılan bu başlıklar
birbirini tamamlayacak şekilde sıralanmışlardır. Bu başlıkların ikincisinde
konu; Tekfîr suçunun oluşmasıdır. Bu başlık altında tekfîrin şer’î nedenleri
ele alınacaktır.
2.
Tekfîr
Suçunun Oluşması (Tekfîr’in Şer’î Nedenleri)
İslâm
dinine –gerçek anlamda veya formalite gereği- mensup iken, bu dini (Allah
korusun!) bilinçli olarak terk ettiğini, (ister başka bir dine girsin,
ister girmesin) İslâm’dan çıktığını açıkça ifade eden kişiye «mürted» denir.
Böyle bir kimsenin, ayrıca tekfîrle suçlanması Şer’î usulden değildir. Çünkü bu
kimse mürted olmakla
zaten kendi ikrarı ile kâfir olmuştur. Ona ayrıca -münferit olarak- «sen
kâfirsin» ya da «sen küfre
girdin» demenin bir mantığı yoktur.
Dolayısıyla mürted
kişi ile tekfîr suçuna muhatap olan
kişi hakkındaki şer’î hükümler farklıdır. İlk önce bu iki şeyi birbirinden
böylece ayırmak gerekir.
Mürted kişi; (genelde din değiştirerek) küfrün herhangi bir
şeklini kendi hür iradesiyle seçip İslâm’dan çıktığını açıkça ilân eden
kimsedir.
Tekfîre muhatap olan kişi ise, böyle bir tercihi ve bu yönde herhangi bir
girişimi yokken, aynı zamanda İslâmî kimliği örfen devam ediyorken –herhangi bir söz veya davranışı
yüzünden- kâfirlikle suçlanan kimsedir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu iki
kişi arasında çok büyük fark vardır. Bunun içindir ki (nifak, dolaylı şirk
ve zendeka) gibi yorumlanabilecek küfür
şekillerinden biri ile İslâm’dan çıkan kimseye mürted
denmez. Bunlar, -yerine ve şartlarına göre- tekfîr edilir ve kâfir
sayılırlar.
Bilindiği
üzere, başka dinlerde olduğu gibi İslâm’da «Aforoz» diye bir kurum yoktur. Yani hiçbir kimse ve hiçbir
makam, müslim bir kişiyi İslâm dininden çıkarmaya
yetkili değildir. Ancak, –ister gerçek anlamda olsun, ister formalite gereği
olsun- İslâmî kişilik ve kimliğine sahip bulunan
bir kimse, üç ana başlık altında sıralanabilecek ağır suçlardan birini eğer
İslâm’a karşı açıkça işleyecek olursa İslâm devlet makamları, ya da İslâm
alimleri tarafından kâfirlik suçuyla sorgulanabilir. Bu üç ana başlık
şunlardır;
a)
Allah
Teâlâ’yı (hâşâ!) inkâr etmek, Yani Allah’ı yok saymak
veya O’na dil uzatmak, veya Sadece O’na gösterilebilecek bir saygı şekliyle
başka bir şeye de saygı göstermek, ya da O’na doğrudan ortak koşmak;
b)
Ahiret Gününü İnkâr etmek,
c)
İslâm’ın
bütünlüğünü İnkâr edici herhangi bir söz veya davranışta bulunmak...
Bunlar
ana başlıklardır. Yukarıdaki her başlığın altına giren birçok ağır suç vardır.
Bunlar Kur’ân-ı Kerim ve Hz.
Peygamber’in Sünneti esas alınarak özellikle bazı akaid
kitaplarında ayrıntılarıyla sıralanmışlardır. İslâm hukuk kaynaklarında da bu
konuda geniş açıklamalar mevcuttur. Toplumun önemli bir kesimi, yaygın
bilgisizlik yüzünden bu suçlardan haberdar bulunmamaktadır. Bu ise mevcut din
anarşisini azdırmaktadır. Dolayısıyla önce toplumu, inançla ilgili tehlikeler
hakkında bilgilendirmek gerekir. Çünkü Müslüman bir kişi bu suçlardan birini
işlediği zaman İslâm’dan çıkmakla büyük maddi ve manevi zararlara uğrayabilmekte,
ortalığın karışmasına, hatta bazen büyük olayların patlamasına neden
olabilmektedir.
Ne
yazık ki eğitimsiz sürüler şöyle dursun, yüksek öğrenim görmüş birçok kimse
bile bu bilgilere ulaşamamış, ya da ulaşmak istememiştir. Oysa bir toplumun
içinde huzurlu yaşayabilmek için bireyin, (içtenlikle inanmasa ve bağlanmasa
bile) halka ait genel inanış ve kabulleri çok iyi bilmesi gerekir. Aksi
halde bu inanış ve kabullere ters düşerek yıkıcı gelişmelere neden olabilir.
Önemle vurgulamak gerekir ki, bu durum, ehl-i tevhid olan mü’minler için de aynı zamanda söz konusudur. laikçiler,
sosyete kesimi, tarikatçılar ve aleviler gibi çeşitli inanç grupları, yaygın
din olan İslâm’ın kitabî kurallarını, nasıl ki kendi güvenlikleri ve
mutlulukları açısından bilmek zorunda iseler, azınlıktaki mü’minlerin
de «Popüler
Türk Müslümanlığı», Alevilik ve «Milli Türk Dini» hakkında geniş bilgilere sahip olmaları gerekir. Takiyye
yaparak (ya da yapmak zorunda kalarak) iki dinli yaşamak şüphesiz çok büyük
sıkıntılara neden olur. Ayrıca bu üç dinin, (yani popüler Türk
Müslümanlığının, Aleviliğin ve Milli Türk Dini’nin) çatışma alanlarına
girmemek için, Türkiye’de yaşayan mü’minler, kısa
zamanda kendilerini yetiştirerek din sosyolojisi konusunda çok geniş bilgilere
sahip olmalıdırlar. Aksi halde bu üç dinin her birine göre küfür suçunu işlemek
ve kâfirlikle suçlanmak gibi tehlikelerle karşılaşmaları mümkündür!
Bu
tehlike mü’minler için çok büyüktür! Çünkü Türkiye’de
devlet, Milli Türk Dini’ne bağlı
lâikçi fanatiklerin tekelindedir. Bunlar kendi dinlerine göre bir mü’mini en ufak bir gaflet halinde (vatan haini, devrim
düşmanı, gerici, yobaz, çağ dışı, fundamentalist,
köktenci, el-kaideci ve Hizbullahçı) diye
suçlayabilir, onu en ağır cezaya çarptırabilirler! Onlara göre bu nitelikler
birer küfürdür, dolayısıyla gerçek bir mü’min onların
dinine göre kâfirdir!
Fakat
şunu da hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak lâzımdır; gerek tarikatçılar, gerekse
lâikçiler, daima İslâm’ın mensupları olarak gözükürler ve gözükmeye
çalışacaklardır. Tarikatçılar zaten bunda bilinçli olarak ısrar etmektedirler.
Laikçiler ise özellikle sıkıştıkları zaman kimliklerindeki İslâm kelimesine
sığınırlar. Nitekim nüfus kimliğinde «İslâm» yazılı hemen hiçbir mason, hiçbir solcu, hiçbir mooncu, hiçbir laikçi, hiçbir Satanist,
Hiçbir Evranosçu, hiçbir Alevî ve hiçbir mitüdist (yani Milli Türk dini bağlısı), «ben
Müslüman değilim» demez. Bu gruplar
her zaman takiyye yaparak yaşarlar ve Müslüman
gözükürler.
Sosyolojik
manzaranın, görünürde bile bu kadar karmaşık ve tehlikelerle dolu olduğu
Türkiye gibi bir ülkede küfür suçları elbette ki çok yaygın biçimde
işlenmektedir. Öyle ise her şeyden önce bu suçlar hakkında halkı bilgilendirmek
gerekmektedir. Bu amaçla, Müslim iken, bir kimsenin İslâm dininden çıkmasına
neden olan söz ve davranışları yukarıdaki dört ana başlık altında sıralamak
suretiyle bu bilgiler aşağıda verilmiştir.
a)
Allah Teâlâ’yı (hâşâ!) inkâr etmek
Allah
Teâlâ’ya karşı herhangi bir saygısızlık, kişinin
İslâm dininden çıkmasına neden olur. Bu ağır suç, dört şekilde oluşabilir: Kişi
ya Allah’ı tamamen inkar eder; ya O’na herhangi bir şekilde dil uzatır, (buna
ilhâd, bu suçu işleyene de mülhid denir); ya
Sadece O’na gösterilebilecek bir saygı şekliyle başka bir şeye de saygı
gösterir veya O’na doğrudan ortak koşar; (bu suça ise şirk, bunu işleyene de müşrik denir).
Allah’ı
doğrudan ve açık şekilde inkâr etme suçu hemen hemen
işlenmemektedir. Çünkü insan bu çarpıcı gerçeği yok sayarak adeta kendini inkar
etmeye yeltenemez; kendi gözünde bu kadar küçülemez. Fakat Allah Teâlâ’ya çeşitli şekillerde dil uzatanlar vardır. Bunlar
genelde ahlâktan yoksun insanlardır. Yüksek öğrenim görmüş olsalar bile
bilgileri çok sığdır, kalitesizdir. Aşağıdaki söz ve davranışlara benzer
örneklerle bu suçu işleme talihsizliğini yaşarlar.
Bu
suçlar şöyle oluşabilir;
Allah Teâlâ’nın, «kemâl»
sıfatlarından birini inkâr etmek. Meselâ Allah Teâla'nın,
kâinatta cereyan eden bazı olaylardan habersiz olduğunu, ya da olabileceğini;
uyumak, unutmak, bunamak, yorulmak, yıpranmak, aşınmak, eskimek, yaşlanmak,
üzülmek, bunalmak, özenmek, ve bıkmak gibi Zât-ı ilâhiyesi'ne
yakışmayan ve asla kendisi için söz konusu olmayan nitelikleri O'na mal etmek
veya bu yollu düşünceler ileri sürmek...
Bu
inanca birinci derecede bağlı olarak, Melekleri, Peygamberlerden en az birini,
Allah’tan inen kitapları ya da aslî içeriklerinden herhangi bir şeyi inkâr
etmek veya bunlara saygısızlıkta bulunmak da tekfîre muhatap olmak için suç
oluşturabilir.
«Müslüman»
topluluklarda ve tabiatıyla Türkiye toplumunda da Allah Teâlâ’ya,
her ne kadar doğrudan ortak koşarak, şirk suçunu açık şekilde işleyen yok gibi
ise de, -yalnızca O’na gösterilmesi gereken çok özel bir saygı sekliyle-
başka şeylere de saygı gösterilerek oldukça yaygın biçimde ağır şirk suçu
işlenmektedir. Bu suç, «Esas duruş»
diye adlandırılan ayakta, kımıldamadan durum almak ve susarak bir süre öylece
dikilmek suretiyle gerçekleşmektedir. Yeri gelmişken vurgulamak gerekir ki bu
duruş, İslâm’da çok özel üç figürden biridir. Bunlar kıyâm, rükû ve sücuttur. Buradaki kıyâm,
büyüklere saygı amacıyla ayağa kalkmaktan çok farklıdır. Keza askerlikte astın
üste karşı gösterdiği duruş da yine ibadet amaçlı değildir. Fakat kıyâm olarak
bilinen ve heykel, anıt, türbe, tabut, mezar, sanduka, katafalk ve mozole gibi –bilhassa
ölü ile ilgili- şeyler karşısında gösterilen «Esas duruş» temelde ibadet amaçlıdır. İslâm’dan derhal çıkmak
için yeterli bir ağır suçtur. Şirk kategorisine giren bu suç, küfrün dört ana
şeklinden biridir.[11]
Bu duruşun, eski putperest dinlerden kalma bir gelenek olduğu kesin şekilde
bilinmektedir. Dolayısıyla, spekülatif amaçlarla böyle bir figürün seçilmiş
olduğu açıktır. Özellikle bir fanînin anısına veya bir heykel karşısında
insanları bu duruşa zorlamak, Mitüdistlerin niyet ve amaçlarını deşifre etmektedir.
Gayet
iyi bilinmektedir ki, en bilgisiz bir Müslüman bile Allah’tan başkası
karşısında kıyâm’a durarak çok açık şekilde şirk koşmayı kolayca göze almak
istemez; böyle bir duruşla Allah’tan başka hiç kimseye saygı gösterisinde
bulunulamayacağını kestirir. Bu duruş, 1939 yılında tasarımlanan «Milli Türk
Dini»’nin
temel âyin şekli olarak kasıtla seçilmiştir. Ne var ki Müslüman kişiyi bir
heykel veya bir anıt mezar karşısında böyle bir duruş içindeyken huylandırmamak
ve onun şirke karşı refleksini tetiklememek için özellikle devlet törenleri
süsü verilerek bu ibadet biçimi Müslümanlara dayatılmaktadır. Bu suretle hiçbir
«TC» vatandaşının, Allah’a ortak koşmaktan kaçınmasına fırsat bırakılmamıştır!
Bu
suç, tekfîr için kesin olarak konu oluşturur
b)
Ahiret Gününü İnkâr etmek,
Öldükten
sonra dirilmeyi, hesap vermeyi, Cenneti ve Cehennemi inkar etmek de İslâm
dininden çıkmak için yeterli bir suçtur ve tekfîre konu oluşturur.
c)
İslâm’ın bütünlüğünü İnkâr edici herhangi bir söz veya davranışta bulunmak...
İslâm’ın
bütünlüğünü yok sayma anlamına gelen ve İslâm dininden çıkmaya neden olan
suçlar zor sayılacak kadar çoktur. Toplumda en fazla işlenen suçlar bunlardır.
Bu kategoriye giren bütün suçları kapsayıcı tanım ise kısaca şudur; Kur’ân ve Sünnetle sabit bulunan gerçek,
bâtıl, emir, yasak, helal ve haramlardan en az birini yok saymak... Ancak burada çok dikkat
edilmesi gereken ince bir nokta vardır; Suç olduğuna inanarak suçu işlemek
ayrı, suç olmadığına inanarak suçu işlemek de tamamen ayrı bir sonuç doğurur.
Örneğin
hayatında hiç alkollü madde içmemiş bir kimse bile bu maddeyi içmenin eğer
İslâm’da yasak olmadığını ileri sürerse derhal İslâm dininden çıkar ve tekfîrle
suçlanır. Buna karşın –sürekli alkol almaktan dolayı- hayatı boyunca hiç
ayık kalmamış bir kimse bile bunun suç olduğuna inanıyorsa o kimse her şeye
rağmen Müslümandır ve tekfîr edilemez.
Bu
genel kuraldan hareketle, örneğin; leş, kan ve domuz eti yemek, faiz alıp
vermek, nikahsız olarak cinsel ilişkide bulunmak, dünya Müslümanları aleyhinde
Yahudi, Hıristiyan ve başka küfür güçleriyle işbirliği yapmak, mürted bir kimseye veya Müslümanların geneli tarafından
tekfîr edilmiş kişiye oy vermek gibi suçların suç olamayacağını ileri süren bir
kişi, (bu suçların hiç birini işlememiş olsa bile) İslâm dininden çıkmış
olur; bu nedenle -İslâm’ın bütünlüğüne saygısızlık ettiği için- de
tekfîr suçlamasına muhatap olur.
Yukarıda
altı suç örneği sayılmıştır. Birer ağır suç olduklarına inanarak, bunlardan ilk
beşini –ya da onlardan herhangi birini- işleyen kimse kâfir olmaz,
tekfir edilemez. Fakat İslam ve dünya müslümanları
aleyhinde düşmanla işbirliği eden kişi, bunun suç olduğuna inansın veya
inanmasın İslam’dan çıkar ve tekfire muhatap olur.
3.
Tekfîr
Konusunda Yetkili Merci, İnsan İlişkiler ve Ayrıntılar.
Tekfîrle ilgili
soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm
Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi
hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak İslâm devletinin yalnızca
güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar
kullanamazlar. Günümüz dünyasında bir İslâm devleti bulunmadığına göre bu
konuda fazla bir şey söylemek gereksizdir.
Ancak irtidad
veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır!!! Bu nedenle Kur’ân’ın
bütünlüğüne inanan (mü’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması
gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar
dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden
çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr
suçlaması, dâru’l-Harp ve Cumanın kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.
Çünkü bu sorunlar, esasen,
–Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay din ile İslâm arasındaki çatışmalardan
kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, Popüler Türk Müslümanlığı, Alevilik ve
İdeolojik Milli Türk Dini’dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında
adeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç
dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç
anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, (helâl, haram, farz, vacip, sünnet, gayb, vahy, şirk, -şer’î anlamda- küfür, ilhâd,
nifak, zendeka ve bid’at) gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist,
bir mitüdist,
bir Alevi, bir tarikatçı,
hatta ortodoks bir Hanefist ne bilir? Türkilye’deki
sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a
ait bu gibi terimleri bir kez bile duymamış olabilirler. Bu olasılık çok
büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bunlar yönetmektedir. Halbuki mü’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister
istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgilerin çoğu zararlı olmasına
rağmen okullarda zorla okutulmakta ve mü’min
ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri not ve diploma için öğrenmek
mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mü’minler, bu
büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din
hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de
mü’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o
bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din
haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik,
Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu
sayede İslam’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilan etmek zorunda
kalmışlardır.
Bilgisiz sürüler
tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları
arasında, mü’min kişi üç şeyden birini seçmek
zorundadır.
1)
Ya takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir
ve bu suretle İslam’dan çıkacaktır;
2)
Ya
toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
3)
Veya
öbür dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini
savunmak zorunda kalacaktır. Üstelik bu üç tercihten hiç biri, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan
kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.
Bu nedenle şirk suçunun
çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye gibi ülkelerde mü’min
kişi ne yapmalıdır, nasıl yaşamalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır
ve tabiatıyla bu yüzden onu bunu sık sık kâfirlikle
suçlamaması için nasıl bir çözüm bulmalıdır, gibi sorular oldukça büyük önem
taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî
değerleri çiğneyerek dinden çıkarken başkalarını da ilgilendiren hukuki birçok
sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde
başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, «herkes
inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dini baskıda
bulunamaz, bakın işte camiler açık herkes serbestçe ibadetini yapıyor» gibi
açıklaması mümkün olmayan mazeretlere sığınarak mevcut tecavüzleri örtbas
edemez. «TC» yasaları da bu konularda mü’minlerin
uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya
en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. bu gerçeği
karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.
Ancak bu konudaki
örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın gerçek ile bâtılı, yasaklı ile yasal olanı
birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min
kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu
ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük kısmı da işte
buradan kaynaklanmaktadır!
Meselâ İslâm, alkollü içki
içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen
kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, (alkollü
içki içmek suç değildir) diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış
olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz.
Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyal bir boyutu
daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir
«vatandaş» mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu
sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak
kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu
hakaretleri pervasızca savurabilir: «Ben özgürüm, burası Türkiye, Alkollü içki içmek neden
yasak olsun, kim bunları söylüyor, bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek
kafaları ezmek lâzımdır, bunlar hangi çağda yaşıyor?...»
Görüldüğü üzere, durup
dururken her gün binlerce kez söylenen bu sözlerde, İslâm’ın bütünlüğüne inanan
insanlara karşı çok ağır suçlar vardır ve bu tür sözleri sarf eden insan
kesinlikle mü’min değildir, İslâm’la hiçbir ilişkisi
yoktur. Üstelik bu çelişki karşısında Müslüman kişinin alabileceği hemen hiçbir
tedbir de yoktur, inandığı değerleri koruyabilecek hiçbir imkana sahip
değildir. Çünkü Müslümana göre bu sözleri ve
benzerlerini sarf eden insan mürted olmuştur. Müslümanın ise –dininin gereği olarak- mürted olmuş kimseye karşı birtakım önlemler alması gerekmektedir.
Her şeyden önce bu mütecaviz insanların suç işlediklerini kanıtlayabilecek
imkanı yoktur. Çünkü yasalar mürted kişiden yanadır
ve zaten bu amaçla hazırlanmışlardır. Dolayısıyla bu sözleri söyleyen insanın –mevcut
kanunlara göre- hiçbir cezası yoktur. Ayrıca hukuku bu şekilde çiğnenen
Müslüman kişi, mürted insanla ilişkisini hemen kesmek
zorundadır. Bu ise Müslüman kişinin daha büyük sorunlarla karşılaşmasını
sonuçlandırmaktadır.
Buna benzer bazı örnekler
daha vermek, konuyu aydınlatmak bakımından yararlı olacaktır. Çünkü İslâm’ın bu
çok önemli hükümleri hakkında toplum hemen hiçbir bilgiye sahip değildir.
Bilindiği üzere, adam
öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü
içki içmek, faizle muamelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi
olmak, (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek)
namaz kılmamak, Ramazan orucunu mazeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât
vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır
suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfri suçlar
hariç) bunların herhangi birini veya bir kaçını işlemekle Müslüman kişi (genel
kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiç
birini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak
olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.
Bugün, Türkiyeli insanın,
sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz,
sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki bunlar, aynı zamanda İslâm’a
ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise
hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik yasalar bu sözleri ve davranışları suç
saymamaktadır. Peki böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek,
nasıl koruyabilecektir. Örneğin binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça
tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki
bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki
örnekler çok çarpıcıdır.
1) «”İslâm
hoşgörülü bir din midir?” gibi bir soruyu tartışmanın anlamı yok. Yahudilik de
Hıristiyanlık da, İslâm da elbet bağnazlığa elverişli dinlerdir».[12]
Yazar bunu hiç olmasa söyleme cesaretini bulmuştur. Bugün Türkiye’de böyle
inanan fakat kanaatini açıklamak istemeyen milyonlarca insan daha yaşamaktadır.
Peki, bunlara Müslüman demek mümkün müdür? Üstelik bu adamlar Türkiye’de en üst
mevkileri işgal ettiklerine göre Müslümanlar bu insanların yönetimi altında
güven ve huzur içinde yaşayabilirler mi? Bu soruları kim yanıtlayacak, bu
sorunları kim çözebilecektir?
2) Çok usta bir yazar olan Orhan Hançerlioğlu, Kur’ân hakkındaki kanaatini oldukça temkinli bir ifadeyle
açıklamaya çalışırken bile bu kitabın Allah’tan inen bir vahiy olduğuna inanmadığını
hissettirmektedir. Hançerlioğlu’nun sözleri aynen
şöyledir;
«Kur’ân Arapça’nın Mudar adı verilen Hicaz lehçesiyle yazılmıştır ve seksen
altısı Mekke’de, yirmi sekizi Medine’de meydana getirilen yüz on dört sûreden
ibarettir. Vaız, nasihat ve telkin sûreleri Mekke’de,
Şeriat ve devlet sûreleri Medine’de meydana gelmiştir. Kur’ân’ın
tamamlanışı yirmi üç yıl sürmüştür. Çeşitli zamanlarda meydana getirilen
sûreler, değişen gereklere göre çelişik yargıları kapsamaktaydılar. Bunlar
Halife Osman zamanında ayıklanarak Kur’ân’a kesin
biçimi verilmiştir»[13]
Yazar, bütün laikçilerden
ve mitüdistlerden farklı olarak bu sözlerinde İslâm’a
ve mü’minlere kasıtlı bir hakarette bunmamış gibidir.
O,
3) Humeyni ve Erbakan’ın
demeçlerinden şeyhülislâmların fetvalarına, şeyhlerin icat ettiği dinlerden
Alevi inançlarına, Cahiliye geleneklerinden
Tarikatlara kadar İslâm’ın özüyle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi bulunmayan
yüzlerce insanı, düşünceyi, geleneği ve bunlar arasındaki çatışmaları İslâm’ın
birer parçası gibi görerek ilginç bir zihin ve zihniyet örneğini sergileyen
İsmet Zeki Eyüboğlu adında bir kişi, böyle bir kafa yapısıyla Kur’ân-ı Kerimi şu sözlerle eleştirmektedir:
«Kur’ânda böylesi
aykırılıklara, ayrılıklara uygun yorum olanakları varsa onun bütüncüllüğü,
evrenselliği ve kesinliği nerede kaldı?»[14]
Bu sözler Kur’ân’a kesinlikle inanmayan, bilakis onu sorgulayan bir
insanın ifadesidir. Bunda hiçbir kuşku yoktur.
Yazılı birer belge
oldukları için, bu örneklerin yüzlercesini nakletmek mümkündür. Bunlara ek
olarak her gün yüz binlerce insan bu ülkede bilerek veya bilmeyerek, öyle
sözler söylemekte ve öyle davranışlar göstermektedir ki bu insanların İslâm’la
hiçbir bağları bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Bu tespit, Türkiye’nin
sosyolojik bir gerçeğidir ve bundan çok önemli sonuçlar çıkmaktadır. Konumuzla
ilgili olarak, bu gerçeğin doğurduğu iki sonuç üzerinde durmak büyük önem
taşır.
Birinci sonuç şudur; Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik
doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında
Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak
payda bulunmamaktadır. Bu kamplar her ne kadar sayıca çok iseler de, genelde
dört dinsel kesim olarak belirgin çizgilerle birbirlerinden ayrılmışlardır.
Bunlar,
1)
Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’minler,
2)
Popülist
Müslümanlar (Bütün tarikatçılar)
3)
Aleviler
4)
Mitüdistler (Milli Türk dininin Bağlıları)’dır.
Bu ilginç tablo ne yazık
ki Türkiye’de ciddiye alınmamaktadır. Çünkü Türkiye halkı bir bilgi toplumu
değildir. Hiçbir Türk sosyologu şu dakikaya kadar din sosyolojisi adına
herhangi bir eser vermemiştir. Onun için yukarıda sunulan tablonun topluma ve
devlete hangi mesajları verdiği de şimdilik kesin çizgileriyle bilinmemektedir.
Ünlü Türk sosyologu Prof Dr. Baykan Sezen, bu tabloyu, yıllar önce adeta görmüşçesine şunları
söylemektedir;
«Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, o günkü ortam içinde
genel olarak dine, özel olarak İslâmiyet’e karşı takınılmış tutumun etkileri
bugün de duyulmaktadır. Konumuz üzerinde en basit araştırmalar bile henüz
yurdumuzda yapılmamıştır. Din sosyolojisinde terminoloji bile Türkiye’de henüz
saptanmış değildir. Yine İslâmiyet’te çeşitli kavramların hangi anlamda
oldukları üzerinde bir oybirliği ve açıklık yoktur».[15]
Ünlü bir Türk ilim
adamının tespiti bu olduğuna göre, Türkiye’de din sosyolojisinin yansıttığı
yukarıdaki birinci sonuç üzerinde herhangi bir şey söylemeğe artık ne gerek
vardır, ne de zaten ortam buna elvermektedir. Çünkü eğer ortam ve koşullar
müsait olsaydı mutlaka ilim çevreleri bu konuyu geniş boyutlarıyla ele
alacaklardı.
Bu ilginç sosyolojik
gerçeğin, doğurduğu ikinci sonuç
ise, Türkiye’deki mü’min azınlığı çok yakından
ilgilendiren insan ilişkileridir. Konumuzun ana temasını oluşturan tekfîr
sorunu da bu ilişkilerin bir parçasıdır. Fakat bu sorunu, bilimsel dille
anlatmanın bugünkü ortamda hemen hemen imkânsız
olduğunu öncelikle belirtmek gerekir. Bunun gibi daha birçok sorunun çözümsüz
kalmış bulunmasındaki en büyük neden ise Türkçe’dir. Evet, değme kimsenin
aklına bile gelmeyen bu mesele, Türkiye’deki hemen bütün yıkıcı faktörlerin
temelinde bulunmaktadır. Çünkü halk artık üç yüz beş yüz kelime ile birbirini
zor anlamaya çalışmaktadır. Onun için ilmî boyutu olan bir konuyu topluma
anlatabilmek artık çok güçtür.
Tekfîr sorunu da, işte
böyle bir konudur; İslâm hukuku, Sosyoloji, Din, Felsefe, Toplum
psikolojisi, Akaid ve aynı zamanda bu bilim dallarına ait kronolojik gelişmeleri, diyalektiği
ve terminolojiyi çok iyi bilmeyi gerektirmektedir. Türkiye’de bu
dalların tümünden haberdar bir uzman bulmak adeta mucizeyken toplumu bu sorun
hakkında çok basit düzeylerde bile aydınlatmanın mümkün olmadığı açıktır. Onun
içindir ki karşıt kamplar birbirinin kutsal değerlerini çiğnemekten ve
birbirine saldırmaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. Çünkü birbirinin
dilinden anlamamaktadırlar. Kuşku yok ki bu gibi durumlarda çözüm daima
şiddette aranır.
Örneğin laikçiler ve
tarikatçılar, Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’minlerin sayıca azlığını ve tabiatıyla siyasal ve
ekonomik açıdan güçsüzlüklerini fırsat bilerek onlara her münasebette
saldırmaktan çekinmemektedirler. Hatta, saldıracak hiçbir neden bulamadıkları
zaman, onları çatlatmak ve olay çıkarmak için provokasyona başvurmaktadırlar.
Bu da mü’minlerin, tekfîr suçlamasını genelleyerek
bütün toplumu kâfir saymalarına ve bu suretle kendilerini bir çeşit savunmaya
çalışmalarına yol açmaktadır.
Bilgi ve kültür düzeyi
bakımından Türkiye’li mü’minlerin,
orantısal olarak hem Alevilerden, hem tarikatçılardan, hem de laikçilerden
üstün olduklarını söylemek mümkündür. Kamplar arası uzlaşmazlık uçurumunun
derinleşmesinde bu bilgi dengesizliğinin de önemli bir neden olduğu tahmin
edilebilir.
Düşünün ki, kimlik
kartında «İslâm» yazılı bir kişi,
durup dururken şu sözleri sarf eder; «çalışmak da ibadettir, onun için
Namaz kılmaya oruç tutmaya ne gerek var, eskiden insanlar tembel tembel dolaşıyorlardı, Peygamber onları tembellikten
kurtarmak için namaza çağırdı. Ama şimdi zaman değişti, dolayısıyla insan namaz
kılacağına çalışmalıdır»
Bu çeşit sözlerin çok
ender söylendiği sanılmamalıdır. Her gün Türkiye’de binlerce insan, bu tür
sözleri hiç çekinmeden sarf ederek etrafında bulunanları adeta çileden
çıkarmaya uğraşmaktadır. Bu gibi sözlerin gerek insan ilişkileri, gerekse dini
bakımdan ne gibi sonuçlar doğurabileceğini bilenlerin sayısı ise oldukça azdır.
Oysa Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir kimsenin,
İslâm’ın ölçülerine göre bu sözleri kullanan kişiye ilişkin değerlendirmeleri
ve davranışları bakınız nasıl olmalıdır;
Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan MÜ’MİN BİR KİŞİ; -bu gibi sözleri sarf eden, veya Allah’a,
Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan, veya Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan, ya da helâl
şeyi haram, haramı da helal diye niteleyen- BİR KİMSEYİ asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun
böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekanizması
bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve
güvenliği açısından) mü’min kişi, şu önlemleri
almak durumundadır;
1)
Eşi
ise, bu olaydan sonra nikahının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık
karı-koca ilişkisini sürdüremez. (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikahını
yenilemelidir)
2)
Velisi
ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur.
3)
Mü’min kişinin, böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya
bulunmasın, kestiğini yiyemez,
4)
Onunla
herhangi bir ortaklık kuramaz,
5)
Şahitliğini
kabul edemez.
6)
Vasiyetini
yerine getirilemez.
7)
Günahlarının
bağışlanması için Allah’a dua edemez.
8)
Cenazesini
İslâmî usullere göre teşyi edemez.
9)
Onun
mal varlığına varis olup olmayacağı ise oldukça ihtilaflıdır. Bu konuda
uzmanlardan bilgi almak zorundadır.
Bir insanın, görüldüğü
üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz, ya da sergileyeceği bir
davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler
getirebilmektedir.
Bu koşullar ve
doğurabilecekleri sonuçlar
Bu mazeretler neden
yeterli değildir? Çünkü bu mazeretlere sığınanlar örneğin Yahudiler ve
Hıristiyanlar gibi bu tablonun tamamen dışında durmaya razı olmamaktadırlar.
Nitekim Türkiye’de azınlıklardan bir tek kişi bile bugüne kadar bu tür dini
tartışmalara girmemiştir. Çünkü kendilerini bu tablonun dışında
görebilmektedirler. Tabiatıyla bir Yahudi’nin veya bir Hıristiyan’ın İslâm’la
hiçbir bağı olamaz. Dolayısıyla bunların bir mü’minle
dini bakımdan herhangi bir alıp veremedikleri yoktur. Fakat tam tersine bir
Alevi ya da laikçi bir mitüdist, bu tabloda
görünebilmek için elinden ne geliyorsa onu inatla yapmaya çalışmaktadırlar.
Öyle ise çoğunluk arasında ortak bir sorun vardır.
Bu sorun, en kısa tabirle
şudur; Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın
bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri
istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye
çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler.
Tarikatçıların da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip
bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün
oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar.
İşte tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü, (popülist
Türk Sünnileri, tarikatçılar, ırkçılar, Aleviler ve laikçi Mitüdistler)
eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları
haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı
olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda
çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır.
Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan
sonra da bu denemeler devam edecektir. Bahane ve suç adları da hazırdır. «Tekfîrci,
terörist, Hizbullahçı, El-Kaideci...»
Fakat bu yöntem hiçbir
zaman çözüm getirmeyecektir. Çünkü her şeyden önce şiddet çözüm değildir. Bu
gerçek, bilimsel olarak kanıtlanmıştır Taraflardan biri ne kadar güçlü olursa
olsun hasmını yok edinceye kadar yıpranır ve yaşlanır. Koca imparatorluklar, en
güçlü devletler bile küçümsedikleri hasımlar karşısında bu şekilde erimiş ve
yıkılmışlardır. Kaldı ki Türkiye, çoktan beridir zaten dişleri dökülmüş,
saçları ağarmış gibi ortada durmaktadır!
Türkiye’nin bu gerçekleri,
hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Bu noktadan eğer
yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese bu konuda yöneltilecek
insani birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları (TEKFİRİN
ŞARTLARI) kapsamında iletmek
gerekmektedir.
***
Burada,
önce ilgili taraflara önemli mesajlar yöneltilmiştir. Bu mesajlar, tekfîr
sorununa bağlı olarak her iki karşıt kampa yöneliktir. Bunlardan biri, tekfîrci
azınlıktır; ikincisi ise onların
karşısında yer alan karma çoğunluktur. Bu çoğunluğu oluşturan kampları şöyle sıralamak mümkündür. (Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan, fakat strateji ve mücadele
metodu bakımından tekfîrcilerden ayrılan mü’min
azınlık, bütün tarikatçılar, popülist Türk Sünnileri, Aleviler ve laikçi mitüdistler...)
Müslim olduğunu sanan
(veya ileri süren) bir insanı, şer’î bir nedenle kâfir diye suçlamak ve onun
İslâm’dan çıktığına hükmedebilmek için, kişide sekiz niteliğin bulunuyor olması
şarttır. Bunlar; Akıl, bulûğ, iman, ilim,
basiret, ahlâk, yetki ve yöntembilimdir.
Bu vasıflardan yoksun
bulunan insanın, çeşitli nedenlerle onu bunu rasgele kâfirlikle suçlaması çok
yanlıştır ve büyük sorunlar doğurabilir. Bu nedenle kendisi de dahil olmak
üzere, birçok masum insan, sebepsiz yere zarar görebilir. Böyle bir karanlık yolu
seçmeye ve zaten karışık olan ortamı daha çok karıştırmaya ise hiç kimsenin
hakkı yoktur. Çünkü aslında birilerinin çıkıp din adına ahkâm keserek ortaya
bir kıvılcım atmasını altın bir fırsat olarak bekleyen milyonlarca insan bu
ülkede yaşamaktadır. Üstelik çoğunluktaki bu kalabalıktan her kişi, mistik ya
da ideolojik başka bir kampa bağlı olmasına rağmen bu amacı öbür insanlarla
paylaşmaktadır. Bütün tarikatçılar, ırkçı Hanefist
Sünnîler, Aleviler ve lâikçi mitüdistler bu amaçta
ortaktırlar.
Tekfîrcilerin, her şeyden
önce bu dev cephe karşısında hangi bilgi, hangi yetki ve hangi güçle herkese
kâfirlik suçunu yapıştırabileceklerini çok iyi düşünmelidirler!
Görüldüğü üzere bu
noktada, tekfîrciler tamamen haklı bile olsalar, yapabilecekleri hemen hiçbir
şey yoktur. Dolayısıyla bu küçük azınlık, önce haklı olup olmadığını aşağıdaki
şartları inceleyerek sabırla kendine bir test uygulamalıdır. Bu şartları özet
olarak şöyle sıralamak mümkündür;
1) AKIL:
Sorumluluk almak ve
sorumluluk yüklemek için başta İslâm Hukuku olmak üzere bütün dünya hukuk
sistemleri aklın kemalini şart koşmaktadırlar. Tekfir gibi çok önemli bir
meselede de kişinin elbette ki akıllı olması kesin şartlardandır. Hatta bu
konuda aranan akıl standardı da büyük önem taşımaktadır. Psikolojik sorunlar
dolayısıyla, ya da kötü alışkanlıkların bir sonucu olarak veya başka nedenlerle
aşırı duygusallaşmış, muhakeme gücünü yitirmiş, temyiz yeteneğinden yoksun
insanların reşit sayılamayacağı açıktır. Dolayısıyla bu konudaki akıl
standardının bilimsel kriterlere uyması da şarttır.
2) BÜLÛĞ:
Tekfîr için bulûğun şart
olmadığını söyleyen âlimler de vardır. Ancak çoğunluk buluğun şart olduğundan
yanadır.
3) İMAN:
Hiç kuşku yok ki,
başkasını imansızlıkla suçlamak durumunda olan birinin, öncelikle ve mutlaka
kendisinin imanlı olması şarttır. Bunun aksi zaten büyük bir mantıksızlıktır.
İmansız olmasına rağmen sırf bir realiteyi ifade etmek bakımından bilgili ve
birikimli bir kâfir de, İslam’dan çıkmış birinin işlediği suçu dile
getirebilir. Ancak bu, bir tekfir kararı sayılamaz.
4) İLİM:
Başkasını tekfîr edebilmek
için, önemli şartlardan biri de ilimdir. Bir mü’min,
imanında ne kadar samimi olursa olsun, eğer yeterli uzmanlık bilgilerinden
yoksun ise, insanları söz ve davranışlarından dolayı isabetle teşhis edemez. Bu
nedenle tekfîr suçlamasını yöneltecek kişinin en azından aşağıdaki ihtisas
alanlarında çok iyi bir öğrenim görmüş ve kendini kanıtlamış olması gerekir.
-
Arap
dili ve Edebiyatı
-
Tefsir
ve Kur’ân ilimleri,
-
Akaid
ve kelâm,
-
Felsefe
ve diyalektik,
-
Tasavvuf
ve tarikatlar
-
Sünnet,
hadis ve senet
-
Mukayeseli
fıkıh,
-
Usul
ve Mantık,
-
Sosyoloji,
-
Tarih,
Siyer ve Megazî
-
Psikoloji
ve davranış bilimi.
Bütün bunlara ek olarak,
geniş kültür, insan ilişkilerinde deneyim ve İslâm hukukunda ihtisas da
şarttır.
5) BASİRET:
Ne
kadar örtbas edilirse edilsin, Türkiye’de yaygın bir bilgi ve kültür yoksulluğu
vardır. Bu durum, başta Türkçe olmak üzere birçok nedenlerden
kaynaklanmaktadır. Örneğin toplum, zor sayılabilecek kadar mistik ve ideolojik
kamplara bölünmüştür; eski dinlerin birer devamı olan türlü türlü
tarikatlar, dış güçlerin birer karakolu haline gelmiş bulunan dernekler,
vakıflar, yer altı terör örgütleri, ve mafya şebekeleri, Amerikancılar, Avrupa
hayranları, sabetaistler, Aleviler, Sünniler,
Yezidiler, Nusayriler, Bahailer, Nurcular, Satanistler, Uyuşturucu ve silah şebekeleri, misyonerlik
teşkilatları, etnik kitleler, azınlıklar, İsrail’in kurduğu çeşitli istihbarat
örgütleri ve adı duyulmadık daha nice topluluklar...
Basiret
sahibi her insan, önce bu ürkütücü manzarayı dikkatle ve ibretle seyretmelidir.
Ondan sonra da insafa gelerek kendine şu soruları yöneltmelidir?
1)
Bu
karanlık tablo içinde, İslâm gibi yüce, aydınlık ve evrensel bir yaşam düzenini
tam manasıyla anlayabilecek bin kişi bile acaba var mıdır?
2)
Dıştan
gayet sakin gibi gözüken, fakat
Böyle
bir ülkede kişinin işgal ettiği mevkie, sahibi bulunduğu servetlere ve elde
ettiği kariyerlere bakarak ona bilgili, bilinçli, ahlâklı ve sağlıklı bir
insanmış gibi sorumluluk yüklemek
Tekfîr konusunda basiretli
olmanın özeti işte budur.
6)
AHLÂK:
Çok küçük tekfîrci
grupları istisna ederek, dünya Müslümanlarının tümünü veya Türkiye halkının
hepsini birden kâfir ya da müşrik olarak görmek, büyük bir cehaletin, karanlık
bir görüşün ya da psikolojik bir rahatsızlığın sonucu olabilir. Bu, eğer
kasıtla ve inatla yapılırsa bir ahlâk kusurudur.
Genellemeler, çoğu kez bir
kaçışın, bir korku ve paniğin habercisidirler. İlginçtir ki lâikçiler ve
tarikatçılar da aynen çağdaş Hariciler gibi genellemecidirler. Bu fanatik
grupların hepsi de dışlayıcı, bölücü, ve ayırımcıdırlar. Bu tutum elbette ki etik değildir. Farklı argümanlar kullansalar bile bu
grupların hepsi de bir tür tekfîrcidirler. Diyalog kurmayı, soğukkanlılıkla ve
önyargısız tartışmayı beceremeyenler, kurtuluşu inatlaşmada ve acımasızca
suçlamada ararlar. Bu ise ahlâka aykırıdır.
Şu halde İslâm’ı tebliğ
eden, İslâm’a çağrı görevini üstlenen insan, bilgi ve basiretle birlikte, aynı
zamanda ahlâklı olmalıdır. Toplumdan koparak (hicret adı altında) çöllere
çekilen, büyük şehirlerde ise gruplaşarak belli sitelerde yuvalanan insanlar,
daima Haricilere benzetileceklerdir. Hariciler ise ahlâklı değillerdi.
Hakkı ve haklıyı
savunurken inat ve suçlamaya baş vurmak kendinden emin olmamak anlamına gelir.
Bu da bir kişilik kusurudur. Bir yanlışı düzeltmeye çalışırken yanlış yapmak ve
kötü örnek vermek hedefe giden yolu kapatır. Nitekim yıllar önce laikçiler,
bazı zavallı meczup kimseleri para ile kiralayarak onlara heykel kırdırıp
ardından büyük olaylar çıkarır ve ortalığı karıştırırlardı. Laikçi medyası
bütün yayın ve propaganda araçlarıyla günlerce «irtica hortladı, memleket elden
gidiyor, iktidar gaflet içinde, devrimler tehlikede» gibi feryatlarla topluma gözdağı verirlerdi. Bu bir
moda idi. Laikçilerdeki kişilik bozukluğunu ortaya koyan bu ahlaksız denemeler,
PKK’cılar gibi birçok laikçi karşıt gruplara cesaret verdi. Bu kez Türk kökenli
laikçilerle karşılıklı olarak birbirlerine düştüler. On beş yıldır ırkçı
laikler arasında süren bu kan davasında yüz bin kişiden fazla insan öldü. Bu
cinayetler, hiç kuşkusuz ırkçılık şeklinde ortaya çıkan ve bizzat laikçileri
birbirine düşüren bir ahlaksızlığın sonucudur. Dolayısıyla tekfirciler böyle
bir ahlaksızlığa tevessül etmemelidirler.
Hz. Peygamberin savaşım metodunda, (hâşâ) böyle bir
kusur yoktur. O, büyük hedefin gerçekleşmesi için önce bütün barışçıl yolları
kullanmış, müşriklerle yüz yüze gelmiş, büyük bir soğukkanlılıkla dâvâsını her
münasebette ve her platformda anlatmaya çalışmış, buna rağmen çok kere
saygısızlığa ve komplolara hedef olmuştur. Bu durumlarda bile «Allah’ım,
halkımın kusurunu bağışla, onlar gerçeği bilmiyorlar!»[16] diye Rabb’ine yakararak, büyük bir âlicenaplık örneği
vermiştir. Müşriklerin ahlâksız muamelelerine karşı aynı davranışlarla
misillemede bulunmamıştır. Şu halde tekfîre başvurmak zorunda kalabilecek olan mü’min kişi, karşısındaki kâfir ve müşrik cepheye (barış
günlerinde) şantaj yapamaz. Dâru’l-harp’de, Dâru’r-ridde de ve Dâru’ş-şirk’te
yaşıyorsa, bu alanlara özgü, İslâm Hukuku çerçevesinde hayat mücadelesini
sürdürür. İslâm’da çareler tükenmez!
7) YETKİ:
İslâm
ilâhî bir disiplin rejimidir. Onun için her önüne gelen, istediği konuda ahkâm
kesemez, fetva veremez, içtihatta bulunamaz, hüküm infaz edemez. Yetkiler İslâm
Hukukunda belirlenmiştir. Ancak bu yetkiler, günümüz koşullarında
kullanılamamaktadır. Hiç kimse İslâm ve ümmet adına bu boşluktan yararlanamaz!
Dünya mü’minlerinin büyük bir kaos içinde dağınık ve
korkunç tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu günümüzün ortamında hiç kimse (yığınlarla
kitap okuduğu gerekçesiyle!) hele tekfîr gibi çok duyarlı bir konuda fetva
vermeye kalkışmamalıdır. Zaten münferit fetvaların umuma dönük hiçbir hükmü
yoktur. Selef döneminden günümüze kadar içtihatlarda, daima cumhurun görüşü
aranmıştır. Saltanat dönemlerinde şeyhülislâmların çok acil durumlarda, ani ve
genel olarak siyasi amaçlarla verdikleri fetvalar, tüm ümmeti bağlayıcı
değildir. Bunlar günlük ihtiyaçlar için, birer karar onayı niteliğinde
düzenlenmişlerdir.
Günümüzde dünya mü’minlerinin hepsini bağlayacak İslâmî
kararlar, mutlaka ümmetin yetkilendirdiği «Şûrâ» tarafından düzenlenmeli ve onaylanmalıdır.[17] Bugünkü İslâm Konferansı Teşkilâtı, Ümmetin seçtiği bir heyet olmadığına göre bu tür
örgütlerin kararları herhalde bağlayıcı olamaz. Çünkü günümüzde Yüksek Ümmet
Şurası mevcut değildir. Yüksek Ümmet
Şûrâsı ve onun yetkilendirdiği
heyetler dışında hiç kimse, geneli bağlayacak bir tekfîr kararı çıkaramaz.
Münferit olaylarda ise,
çevresinde ve ailesi içinde küfür zulmüne uğramış bulunan mü’min
kişi âlim bir şahsiyetin onayını almak suretiyle (eşi, çocuğu, anası,
babası, kardeşi ve yakınları hakkında) tekfîrde bulunarak (hiç kimseye
maddi ve manevi bir zarar vermeden) imanını, canı ve malını kurtarmaya
çalışabilir.
8) YÖNTEM
Burada
yöntemden amaç; -İslâm’a saldırarak, ya da onun bütünlüğüne inanamadığı
yolunda kanaatlerini açıklayarak- kâfir durumuna düşmüş kişi, grup ve
toplumların tehlikelerine karşı inançlarını, özgürlüklerini, mal ve canlarını
koruyabilmek için mü’minlerin izleyeceği güvenli
yoldur. Yöntemden amaç budur. aslî ya da sonradan küfre girmiş şahıs ve
gruplara İslâm’ın mesajlarını vermek ve onları İslâm’a çağırmak için izlenecek
yollar ve uygulanacak yöntem konumuzun tamamen dışında kalmaktadır. Onun için davet ve tebliğ
konusunda bilgi arayanlar, ilgili kaynaklardan yararlanmalıdırlar.
Tekfîrde
izlenecek yöntemin, her yönüyle İslâm hukukuna uyması şarttır. Hukuka aykırı
tekfîr hem geçersiz, hem de tehlikelidir. Ayrıca tekfîr yöntemi, tekfîr hak ve
yetkisine bağlı olarak değişir. Her hâlükârda, bilgi, yetki, tespit ve kanıtlama
şartlarına bağlı olarak tekfîr hakkı doğar. Tekfîr yönteminin kuralları da bu
dört şartın ayrıntıları olarak uygulanırlar. Onun için bu dört şarttan herhangi
birinin eksikliği tekfîr davasını geçersiz kılar.
Ayrıca
usul yönünden, kişi adına ve kamu adına olmak üzere, tekfîr suçlaması iki
farklı davaya konu olabilir. Gerek kamu, gerekse kişi adına açılacak hukuki
mahiyetteki tekfîr davasına bakmaya, (inceleme yapmaya, soruşturma açmaya,
karar vermeye ve hükmü infaz etmeye) yalnızca İslâm Devlet organları
yetkilidir. İrtidad
veya benzeri küfür suçlarından birini işleyerek yakınlarına, muhatap ve
komşularına karşı zararlı bir unsur haline gelmiş olan kâfir kişiye karşı ise (
Tekfîr
konusunda, yöntem bakımından dikkat edilmesi gereken önemli noktaları da şöyle
sıralamak mümkündür:
1)
Gerçek anlamda bir İslâm Ümmeti ve İslâm devleti bulunmadığına göre çağımızda
tekfîr konusunda verilecek bütün kararlar kişiseldir. Bir kişinin ya da grubun
tekfîr kararı (tamamen doğru ve isabetli olsa bile), o kişi ve gruptan
başka hiç kimseyi bağlayıcı değildir.
2)
Bir mü’min, (kararında isabetli bile olsa),
tekfîr ettiği kişi hakkında (ne kendi adına, ne de ümmet adına) hüküm
infaz edemez,
3)
İslâm Ümmeti fiilen yapılanıp kendini dünyaya resmen ilân etmeden önce,
-ilmî derecesi ve sosyal konumu ne olursa olsun- hiçbir şahıs veya grup ne
tekfîr konusunda, ne de hiçbir fıkhî konuda kendini
müçtehit olarak sunamaz. Alimlerin fetvaları
4)
Yer yüzünde Dâru’l-İslâm olarak kesin şekilde tanımlanabilecek belli bir coğrafyanın bulunup
bulunmadığı konusunda dünyadaki bütün ehl-i tevhid ve onların
güvenini kazanmış âlimler, az çok ihtilâf içindedirler. Bu da, dünya İslâm
birliğinin ve Ümmetin, gerçek anlamda mevcut bulunmadığını kanıtlamaktadır. Söz
konusu belirsizliğin doğurduğu bu kesin sonuç, ikinci derecede birtakım
sonuçlar daha doğurmuş ve doğurmaktadır.
Bunlar da yöntem bakımından özet olarak şöyle açıklanabilir;
a)
Ümmet (fiilen) yoktur diye bütün dünya müslümanları
tekfîr edilemez. Buna rağmen, kuşku yoktur ki, bütün müslümanlar
Ümmetin yeniden yapılandırılmasından sorumludurlar ve (bir çeşit “gebermek” anlamına gelen) câhiliye
ölümüyle ölebilecekleri tehdidi altındadırlar.[18]
Ancak bu tehdit, onların tümünün kâfir olduğu anlamına gelmez.
b)
Bir mü’minin ailesi ve yalnızca kendisini
ilgilendiren yakın çevresi içindeki kimselerden birini tekfîr etme sorumluluğu,
öncelikle o mü’minin kendisine aittir. Çünkü
şahısların ona yapacakları uyarılar kesin birer tekfîr kararı sayılamaz.
c)
Tekfîr kararı, tebliğ edildikten sonra muhatap eğer küfründe ısrar edecek
olursa ancak tekfîr geçerli sayılır.
d)
Şahitsiz ve belgesiz tekfîr edilen kişi eğer yanlış anlaşıldığını ileri sürerek
bilinçli şekilde hiç küfre girmediği yolunda kendini savunacak olursa bunu
kanıtlaması için kendisinden ayrıca delil istenemez. Aksine onu tekfîr eden
kişinin pişmanlık duyması, ondan özür dilemesi ve tevbe
etmesi gerekir.
e)
Mü’min iken küfre açıkça girmiş olsa bile mürteddin
ve mürted hükmündeki kişinin, İslâm hukukunda ön
görülen cezası, hiçbir kişi ve örgüt tarafından infaz edilemez. Bu yetki
f)
Dünya müslümanlarının günümüzde uğradığı soykırım,
cinayet, işgal ve tecavüzleri içeride kolaylaştıran iktidarlara, ordulara ve
örgütlere karşı savaş kapsamında verilecek tekfîr kararları, bütün dünyadaki tevhid ehlinin geçici şûrâsı tarafından onaylanmadıkça
meşruluk kazanamaz. Bu gibi olağanüstü ortamlarda İslâm gerilla birlikleri
ancak aralarındaki âlimlere danışarak tekfîr kararları alabilirler.
g)
Gerek İslâm devletinin organları, gerekse münferit olarak kişiler, hiç kimse
hakkında Allah adına tekfîr kararı alamazlar. İslâm devleti, Ümmet adına tekfîr
kararı verebilir ve infaz eder. Kişiler de
h)
Tekfîr, İslâm’da bazen sırf siyasi, bazen sırf hukukî, bazen de hem siyasi, hem
hukuki mahiyeti olan çok yönlü bir meseledir. Tekfîr kararı asla bir aforoz
değildir.
Tekfîr
meselesini ilgilendiren önemli noktalar, usul bakımından yukarıdaki maddeler
içerisinde özetlenmiş olmakla birlikte İslâm içtihat heyetleri bu başlık
altında yeri ve zamanı geldiğinde elbette ki çok daha ayrıntılı bilgiler
verebilirler.
Bu
günler, hiç kuşkusuz dünlerin devamıdır. Bugün yaşadıklarımız, geçmişte
yaşananların birer sonucudur. Bunların nedenleri artık tarih olmuştur. Onun
için bugün yaşadıklarımızın geçmişteki köklerini, nedenlerini ve olup bitiş
seyirlerini bulup incelemedikçe, onları ilim, akıl, mantık ve ahlâk ölçüleri
içinde analiz etmedikçe, bundan sonra ne yapacağımızı bilemeyiz. Tarih okumanın
ve geçmiş hakkında bilgilenmenin yararı işte buradadır. Dolayısıyla
çarpıtılmamış ve yorumlanmamış saf tarihi bilmek, günümüzdeki sorunlara çözüm
bulmak için kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
Tekfîr,
dün olduğu gibi, günümüzün de önemli sorunlarından biridir. İslâm tarihinin her
döneminde tekfîr, hem siyasal, hem
sosyal, hem de ahlâkî bir sorun olarak yaşamı deriden etkilemiştir. Onun için,
bu da dahil, çağımızdaki iç sorunların kaynaklarına ulaşabilmek için müslümanların bin yıllık çöküşünü ve bugünkü duruma
düşmelerini hazırlayan tarihin öteki yüzünü okumakta yarar vardır.
özellikle çeşitli niyetlerle tarihin öteki yüzü şimdiye kadar hep gizli tutulduğu için onları okumak çok daha büyük
önem taşımaktadır.
Önce
şu nokta iyi hatırlanmalıdır ki, müslümanların ilk
kuşağı olan sahâbîler bile daha hayattayken tekfîr
sorunu ortaya çıkmış, hatta bizzat onlar kâfirlikle suçlanmışlardır. Onlardan
sonra da bu ağır suçlama, tarih boyunca günümüze dek sürüp gelmiştir. İslâm
yurdunun hemen her bölgesinde insanlar kâfir, zındık, müşrik, münâfık ve bid’atçi diye birbirlerini sık sık
suçlamışlardır. Mezhepler tarihi konusunda yazılmış birçok eser, bu gerçeğin
birer belgesel kanıtıdır.
Müslümanlar,
bu çok ağır suçu acaba neden birbirlerine sıkça yüklemişlerdir? Kolayca göze
alınamayacak bu suçlamada acaba zorlayıcı sebepler neler olmuş olabilir?
İşte
kendimize yöneltmemiz gereken en önemli soru belki de budur. bu soru, bizim
için çok değerli bir anahtar olabilir. Çünkü eğer böyle bir sorunun cevabını
aramaya çalışırsak,işte o zaman tarihin öteki yüzünü mutlaka okumamız gerekecektir.
Ve
İşte Tarihin Öteki Yüzü!
Özellikle
«Ecdat
tarihi» diye bize her zaman
gururumuzu okşayacak şeyler okutulmuştur. Beriki tarih diye de adlandırabileceğimiz bu sayfalarda hep
fetihlerin, zaferlerin, kahramanlıkların, buluşların ve başarıların parlak
öyküleri yer almaktadır. Bu sayfalarda, saraylar, köşkler, hanlar, hamamlar,
medreseler, köprüler, su bentleri, imaretler, güçlü donanmalar, ilim, adalet,
ahlâk ve dürüstlük örnekleri alabildiğine sergilenmektedir. Kimsenin kimseye
kâfir, zındık, müşrik, münafık ve bid’atçi dediği,
sırf bu yüzden günümüze kadar yüz milyonlarca insanın birbirini nasıl
doğradığı, bu sayfalarda hiç anlatılmamaktadır. Tarihin tespit ettiği bu
gerçekleri acaba sonsuza dek gizlemeye imkân var mıdır?
Suçlama
mekanizmasının bin beş yüz yıl süre ile geniş bir dünya coğrafyasında, İslâm
adına nasıl işlediğini incelemek herhalde çok ilginç olacaktır. İşte sırf bu
ilgiyle, geçmiş zamana, kum tanecikleri gibi serpilmiş olan bu kara noktaların
yalnızca küçük bir kısmını yan yana getirip tabloyu birlikte seyredeceğiz;
1)
Hz. Ali’yi (hâşâ!) kâfirdir diye şehit eden Abdurrahman bin Mulcem, bu korkunç
cinayeti sevgilisiyle cennette buluşmak için işledi.
2)
Hz. Hasan, Maviye lehinde devlet başkanlığından istifa ettikten
sonra, Cuma namazlarını, Muaviye’yi
temsil eden Medine valisi Mervan bin Hakem’in arkasında kılardı. Bu adam minbere çıkıp yaptığı
her konuşmada mutlaka Hz. Ali’ye defalarca ağız dolusu söver, ondan sonra minberden inerdi. Hz. Hasan, hiç
karşılık vermediğinden, çok içerlenirdi. Bir gün korumalarından birini
göndererek ağır sövgülerini bir kez de Onun yüzüne karşı tekrarlamasını emretti.
Bu suretle çok ağır hakarete uğrayan Hz. Hasan, şu cevabı verdi; «Ben ona karşılık verip günahlarından
bir şeyin silinmesini istemiyorum. Eğer söylediklerinde doğru ise Allah
mükâfatını versin; yok eğer değilse onunla kıyamette hesaplaşacağım».[19]
3)
Hz. Peygamber’in vefatı üzerinden henüz elli üç yıl
gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen Yezid, Muslim bin Uqba komutasında,
Medine üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu bütün şehir halkını Harra ovasına
çıkardı. Burada binlerce insanı öldürdüler. Ayrıca her tarafı yakıp yıktılar. Suyutıy’nin tarihinde; «Bine yakın kızın bekâreti bozuldu» şeklinde –dehşetin boyutlarını ortaya koyan-
bir ibare vardır[20]. Bu
soykırım tarihe «Harra Olayı» diye geçmiştir. Aralarında kadınlar, yaşlılar,
hastalar, özürlüler, çocuklar ve Hz. Peygamber’in çok
yakın arkadaşları da vardı. Acaba bu ordudaki askerler ve onlara emir verenler müslüman mı idiler?
4)
Hz. Hüzeyin Şehit edilince, Şimr bin Zilcevşen adında Emevi ordusundan bir asker Onun başını gövdesinden ayırdı.
Sonra bir kalkan içinde Yezid’in ordu komutanı Ubeydullah bin Ziyad’ın önüne kondu. Bu adam Hz. Hüzeyin’in dudaklarını ve göz kapaklarını elinde bulunan bir
çubukla bir süre alaycı bir tavırla ırgalayıp durdu.
5)
Emevi Devletinin üçüncü zorbası, Abdulmelik bin Mervan’ın Irak eyalet valisi Haccac bin Yusuf’u «İslâm Dünyasında» duymayan çok az insan var. Bu
adamın yaptıklarından
6)
Emevi zorbalarının dokuzuncusu olan El-Welîd, bir gün
savaş hazırlığı yaparken sefere çıkmadan önce Kur’an-ı
Kerim’i açıp falına bakmak istedi. Açtığı sayfada karşısına İbrahim Suresinin
on beşinci âyeti çıktı. Bu ayetin Türkçe açıklaması şöyledir; «Peygamberler,
(düşmanlarına karşı Allah'tan) zafer istediler, inatçı zorbaların ise her biri
ise perişan oldu, Peşinden de (o inatçı zorbaya) cehennem vardır; kendisine
irinli su içirilecektir!». Bunun
üzerine El-Welîd, önce «saçma sapan!» diyerek Kur’ân-ı Kerim’le alay etti. Sonra
da büyük bir öfke ile askerlerine «asın şunu!» diye sert bir emir verdi. Ardından da onu ok yağmuruna tutarak
paramparça etti[24]. Bu
olay, kesinlikle gerçektir. Hz. Peygamber’in
vefatından 115 yıl sonra İslâm dünyasının başına geçen ve bir yıl sonra da
bizzat kendi aile halkı tarafından kıstırılarak başı kesilen diktatör El-Welîd, buna
benzer daha nice olaylar yaşamıştır. Dileyen güvenilir kaynaklardan bunları
izleyebilir. İşin ilginç yanı, bu adamın ve ona vaktiyle güvenen on binlerce
insanın müslüman olduğunu sananlar çok olmuştur.
7)
İslâm’da dört yaygın mezhebin imamları ve çoğunluktaki Sünniliğin temsilcileri
olan Malik
bin Enes, Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel ve Muhammed bin İdris, sık sık kâfirlik ve
sapıklık ve serkeşlikle suçlanmışlardır.
Kur’an
ilimleri, Hukuk, dil ve edebiyat, tarih, mantık sosyoloji, tıp astronomi ve
matematik gibi daha bir çok bilim dallarında eşsiz birer uzman olan bu
şahsiyetlerin dördü de öldürülmüştür. İlk ikisi sopayla şehit edilmiştir. Ahmed bir Hanbel uzun süre
karanlık ve rutubetli bir hücrede tutulduğu için bütün eklemleri kireçlenmiş,
salıverildikten kısa bir zaman sonra vefat etmiştir. Muhammed b idris’in de yemeğine zehir konarak şehit edilmiştir. Bunlara
kâfir ve sapık diyenler, bunları şehit edenler, bunların ölüm emrini veren
diktatörler ve onları devlet başkanı sıfatıyla kabul edenler acaba müslüman mı idiler?
8)
Abbasi kuklalarının on beşincisi olan El-Mu’temid Alallah unvanlı Ahmed bin Cafer,
zamanında büyük bir zenci isyanı patlak verdi. Bunlar, Afrika’nın çeşitli
bölgelerinden getirilmiş insanlardı. Yerliler, (İslam hukukunun asla izin
vermediği yollarla) bu insanları aynen hayvanlar gibi alıp satıyor,
çalıştırıyor. Üstelik onlara işkence yapıyor, onları ağır zulüm altında
eziyorlardı. Sayıları yüz binleri aşan bu siyahî proto komünistler, o dönemin zalim burjuvazisine karşı birleşerek Ali bin Ebân liderliğinde
ayaklandılar. Bu adam, etrafındaki canfeda insan
seline ve içinde bulunduğu şartlara bakarak peygamberliğini ilân etti ve
yandaşlarının hepsi bunu onayladı. Yıllarca devleti uğraştırarak korkunç
yıkımlara neden olan bu kalabalıklar ve İslam’dan çıkmaları için onları adetâ
özendiren o dönemin azgın ve zalim halkı acaba müslüman
mı idiler?
9)
Altıncı Emevî Zorbası El-Welîd bin Abdilmelik bin Marwân döneminde Mısır Eyâlet valisi olan Qurra bin Şureyk el-Absî, Kahire’deki
ünlü Amr bin el-As Camiinde defalarca alenî şekilde içkili âlem düzenlemiş, buna
rağmen ne görevden alınmış, ne halktan toplu bir şikayet gelmiş, ne de bu adam
herhangi bir cezaya çarptırılmıştır. Hz. Peygamberin
vefatından yaklaşık 80 yıl sonra böyle bir olayın cereyan etmiş olması ilginç
değil mi?! Günümüzün laikçi ülkelerinden Türkiye, Tunus ve Cezayir’de bile böyle bir şey yapmaya cüret edecek bir
yönetici tasavvur edilemez. Bu Vali başta olmak üzere gerek ona bu görevi
veren, gerekse onu bu vaziyette görüp susan insanlar acaba
10) Bilindiği üzere Kudüs’te bugünkü şekliyle hâlâ ayakta duran el-Aksâ
Camii, Beşinci Emevî
Zorbası Abdulmelik bin Marwân’ın
emriyle yapılmıştır. Fakat bu camiin hangi niyet ve amaçla inşa edildiğini,
günümüzdeki birbuçuk milyar müslümansı
insan arasında belki ancak beş on kişi bilmektedir. Bu diktatör, Emevî Devleti’nin başı iken, Başkent Mekke olmak üzere, meşru bir İslam devleti vardı ve bu
devletin başında Abdullah bin Zübeyr bulunuyordu. Hacca giden Emevi
vatandaşları, hilâfet devletinin sınırları içinde Emevi
yönetimine karşı kışkırtılabilecekleri kaygısıyla bu farzı yerine getirmekten
yıllarca alıkonulmuşlardır. Onun için Mekke’ye gitmek yerine, Emevi vatandaşlarından
İsteyenlerin Kudüs’e
giderek bu farzı yerine getirebileceklerine ilişkin Emevi
vatandaşlarına ayrı bir Kâbe olmak üzere bu Cami inşa edilmiştir! Meselenin
içyüzü budur.
11)
«Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey müteassıp bir Hanefî
idi. Hatta veziri Amîdü’l-Mülk’ün Horasan camilerinde
Râfızîlerle berâber Eş’arîler’e de lânet edilmesi
hakkında ondan mezuniyet aldığını ve Şafiîler aleyhinde pek müteassıp
olduğunu İbnu’l’esîr yazıyor (Tarihü’l-Kâmil
c. 10 s. 11). Alparslan, İmam A’zam’ın Bağdad’daki türbe ve camiinin tamiri ile bir Hanefî
medresesi te’sisine Ebu Sa’id Muhammed b. Mansûr Şeref
el-Mülk el-Hwarzemi’yi me’mur
etmişti. (Schefer Siyâsetnâme
Tercemesi s.2). Nizâmü’l-Mülk’ün
Siyâsetnâmesi’nde Alparslan’ın Şafiî ve bilhassa
Râfızîlere karşı ne kadar şiddetli davrandığını gösteren mühim tafsilât vardır.
(21. ve 42. fasıllara bakınız). Dozy de, Türklerin
Sünnilîlikteki taassuplarını i’tiraf ediyor.»
(Prof.
Dr. Fuad Köprülü. Kaynak: Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar s. 18. Diyanet İşleri Bşk. Yy. 8. Baskı, Ankara-1993)
--------------------------------------------------
Dört
Halifeden sonra gerek Emevîler, gerek Abbasîler,
gerek beylikler, gerekse Selçuklular ve Osmanlılar zamanında girişilen bütün fetih hareketlerindeki temel
amaç, tamamen siyasî ve ekonomiktir. Bu açılımılar sırasında İslâm’ın mesajını
yabancı ülke ve milletlere taşımak ise –adaletin azami derecede gözetildiği
dönemlerde bile- en iyimser ihtimalle ikincil, hatta üçüncül amaç olarak
bir ayrıntıdan öte önem taşımamıştır.
Demek
ki bu zihniyetle yaşamış olan «müslümansı» toplumlar,
tarih boyunca İslâm’ı daima çıkarları için sömürmüşlerdir. Bu toplumlar içinde
her dönemde bütünlüğüne inanmış, eğitimli, ahlaklı ve özverili çok küçük bir
azınlık sayesinde Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm dini sağlam
olarak zamanımıza kadar intikal edebilmiştir. Dolayısıyla 1500 yıldır İslâm’ı
daima çıkar için kullanmış olan milyarlarca insanı mü’min
saymak gerçekle örtüşmemektedir. Şu var ki hiç kimse bu kalabalıkların müslim ve mü’min olmadıklarını
kanıtlayamayacağı için onları tekfîr etme hak ve yetkisine sahip değildir.
Tarih
boyunca fethedilmiş bulunan coğrafyalarda, özellikle Birinci Dünya Savaşından
sonra, İslam’a karşı yıkıcı hareketler patlak vermiştir ki bu olaylar, önemli
bazı gerçeklerin ortaya çıktığını göstermektedir. Bunların başında ise bu
topraklardaki insanların İslam’a karşı takındıkları tavır ve tutumlar
gelmektedir.
==================================================================================
Dipnot
malzemeleri;
حَدَّثَنَا
مُحَمَّدٌ
وَأَحْمَدُ
بْنُ سَعِيدٍ
قَالاَ
حَدَّثَنَا
عُثْمَانُ
بْنُ عُمَرَ
أَخْبَرَنَا
عَلِيُّ بْنُ
الْمُبَارَكِ
عَنْ يَحْيَى
بْنِ أَبِي
كَثِيرٍ عَنْ
أَبِي
سَلَمَةَ
عَنْ أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ
اللَّهُ
عَنْهُ أَنَّ رَسُولَ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
قَالَ إِذَا
قَالَ
الرَّجُلُ لأَخِيهِ
يَا كَافِرُ
فَقَدْ بَاءَ
بِهِ أَحَدُهُمَا
وَقَالَ
عِكْرِمَةُ
بْنُ
عَمَّارٍ
عَنْ يَحْيَى
عَنْ عَبْدِ
اللَّهِ بْنِ
يَزِيدَ
سَمِعَ أَبَا
سَلَمَةَ
سَمِعَ أَبَا
هُرَيْرَةَ عَنْ
النَّبِيِّ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
(البخاري/5638)
------------------------------------------------
حَدَّثَنَا
عَبْدُ السَّلامِ
بْنُ
مُطَهَّرٍ
قَالَ
حَدَّثَنَا عُمَرُ
بْنُ عَلِيٍّ
عَنْ مَعْنِ
بْنِ مُحَمَّدٍ
الْغِفَارِيِّ
عَنْ سَعِيدِ
بْنِ أَبِي
سَعِيدٍ
الْمَقْبُرِيِّ
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ
عَنْ
النَّبِيِّ
صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ إِنَّ
الدِّينَ يُسْرٌ
وَلَنْ يُشَادَّ
الدِّينَ
أَحَدٌ إِلاّ
غَلَبَهُ فَسَدِّدُوا
وَقَارِبُوا
وَأَبْشِرُوا
وَاسْتَعِينُوا
بِالْغَدْوَةِ
وَالرَّوْحَةِ
وَشَيْءٍ
مِنْ
الدُّلْجَةِ
(البخاري،
كتاب
الإيمان/38)
-----------------------------------------------
حَدَّثَنَا
مُسَدَّدٌ
حَدَّثَنَا
عَبْدُ
الْوَارِثِ
عَنْ
الْجَعْدِ
عَنْ أَبِي رَجَاءٍ
عَنْ ابْنِ
عَبَّاسٍ
عَنْ
النَّبِيِّ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ مَنْ
كَرِهَ مِنْ
أَمِيرِهِ
شَيْئًا فَلْيَصْبِرْ
فَإِنَّهُ
مَنْ خَرَجَ
مِنْ السُّلْطَانِ
شِبْرًا
مَاتَ
مِيتَةً
جَاهِلِيَّةً
()
----------------------------
فقد
أخرج مسلم في
صحيحه،
والبيهقي في
السنن الكبرى،
والهيثمي في
مجمع
الزوائد،
وغيرهم عن
النبي ( ص ) أنه
قال: مَنْ مات
وليس في عنقه
بيعة مات ميتة
جاهلية
--------------------------
[1] Adı geçen kitap, s. 42 Hakikat Neşriyat, 5. Baskı, İstanbul-Tarihsiz.
[2] Aynı kitap, s. 24
[3] Aynı kitap, s. 7
[4] Aynı kitap, s. 28
[5] Aynı kitap, s. 44
[6] وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ فَيَسُبُّواْ اللَّهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
En’âm Sûresi, âyet/108
[7] Bu olayı belgeleyen tarihi fotoğraf, Cogito Dergisi’nin 1994 yılında çıkan birinci sayısının onuncu sayfasında yayınlanmıştır. Dileyen bu ibret levhasına bakarak Cenaze namazı sırasında Dönemin Başbakanını ve onun cemaat üzerine saldırttığı generali bir kez daha dikkatle seyrederek önemli dersler çıkarabilir. Özellikle, devleti ele geçirmiş birkaç kişinin, bir cami avlusunda ölü bir bedeni alet ederek ne yapmak istediklerini bir kez daha akıl ve mantık terazisinde tartabilir! Silahsız, suçsuz ve savunmasız bir cami cemaatine karşı bizzat cami avlusunda silahına davranan Generalin yüz ifadesi, bu ülkenin nasıl ve kimler tarafından yönetildiğini de ayrıca çok açık biçimde göstermektedir!
[8] و تَكْفِـيرُ الـيمين: فعل ما يجب بالـحنث فـيها، والاسم الكَفَّارةُ. و التَّكْفِـيرُ فـي الـمعاصي: كالإِحْباطِ فـي الثواب. التهذيب: وسميت الكَفَّاراتُ كفَّاراتٍ لأَنها تُكَفِّرُ الذنوبَ أَي تسترها مثل كَفَّارة الأَيْمان و كَفَّارة الظِّهارِ والقَتْل الـخطإ، وقد بـينها الله تعالـى فـي كتابه وأَمر بها عباده.
[9] Bu konuda fazla bilgi için fıkıh kitaplarında (Bâbu’l-Keffarât) bölümleri incelenmelidir.
[10] التَّكْفِـير: إِيماءُ الذمي برأْسه، لا يقال: سجد فلان لفلان ولكن كَفَّرَ له تَكْفِـيراً. و الكُفْرُ: تعظيم الفارسي لِـمَلكه. و التَّكْفِـيرُ لأَهل الكتاب: أَن يُطَأْطىءَ أَحدُهم رأْسَه لصاحبه كالتسلـيم عندنا، وقد كَفَّر له. و التكفـير: أَن يضع يده أَو يديه علـى صدره
[11] Küfür; Müslüman iken, (kişiyi) dinden çıkaran ağır suçun İslâm literatüründeki adıdır. Beş ana başlık altında incelenir. 1) İrtidâd, 2) Şirk 3) Nifak, 4) Zendeka. Bu başlıklar altına giren çeşitli küfür suçları Akaid ve İslâm Hukuku kaynaklarında ayrıntılı olarak açıklanmışlardır.
[12] Hüseyin Batuhan, Cogito, sayı 1, 1994 3. baskı, s. 133
[13] O. Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, s. 149. Remzi Kitabevi. İstanbul-1983.
[14] İsmet Zeki Eyüboğlu, İslâm’da bölünmeler Çelişmeler, s. 27. Miletos Yayınları. İstanbul-1994
[15] Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 19, 19. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları No. 2797. İstanbul-1981
[16] حَدَّثَنَا عُمَرُ بْنُ حَفْصٍ حَدَّثَنَا أَبِي حَدَّثَنَا الْأَعْمَشُ قَالَ حَدَّثَنِي شَقِيقٌ قَالَ عَبْدُ اللَّهِ كَأَنِّي أَنْظُرُ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَحْكِي نَبِيًّا مِنْ الْأَنْبِيَاءِ ضَرَبَهُ قَوْمُهُ فَأَدْمَوْهُ وَهُوَ يَمْسَحُ الدَّمَ عَنْ وَجْهِهِ وَيَقُولُ اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[17] وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Şûrâ/38)
[18]
Bk. Muslim, Hadis No. 3441, Konu İmara”Seçim”
فقد
أخرج مسلم في
صحيحه،
والبيهقي في
السنن الكبرى،
والهيثمي في
مجمع
الزوائد،
وغيرهم عن
النبي ( ص ) أنه
قال: مَنْ مات
وليس في عنقه
بيعة مات ميتة
جاهلية
[19] İmama Suyutıy, Tarihul’hulefâ, s. 208
[20] Age. s. 228
[21] Age. s. 245
[22] Age. s. 234
[23] Cevat Saydavi, et-Tuğâh s. 60
[24]
كان
الوليد يهمّ
بسفرٍ،
فاستفتح، فخرجتْ
هذه الآيةُ (وَاسْتَفْتَحُواْ
وَخَابَ
كُلُّ
جَبَّارٍ
عَنِيدٍ، مِّن
وَرَآئِهِ
جَهَنَّمُ
وَيُسْقَى
مِن مَّاء
صَدِيدٍ). فقال:
سجعًا سجعًا!
ثم أخذ قوسًا
وجعله غرضًا
يرميه
بالنِّبالِ
حتّى تمزّق.
وقال:
أتوعِدُ
كلَّ جبَّارٍ
عنـيِدٍ *
فها أنا ذا
لجبَّارٌ
عنيدٌ
إذا
لاقَيتَ
رَبَّكَ يومَ
حشرٍ * فقل
ياربِّ
مَزَّقَنيِ
الوليدُ.