Bu kavramlardan dolayı "İbâdet" olgusu
"Allah" ismi
ile doğrudan bağlantılı kılınmıştır.
" Dileme" eylemi ise "Rab" adıyla
ilişkilendirilmiştir.
Çünkü "İbâdet" mahlûkatın yaratılışının asıl amacıdır.
"Ulûhiyet" asıl amaçtır.
"Rubûbiyet" ise yaratıkların, yaratılıp
geliştirilmelerini, bu nedenle başlangıç durumlarını içerir.
Sözgelimi namaz kılan bir kimse:
"İyyâke
na'budu ve iyyâke nestâîn -yalnız Sana ibâdet ader, yalnız Senden yardım
dileriz" dediği zaman başlangıçta asıl gaye olanı vesileye tercih etmekle işe
başlamıştır. Çünkü;
"İbâdet", ulaşılması gereken asıl gayedir;
"Yardım dileme" ise kişiyi ona ulaştıran bir vesiledir.
Burada asıl hikmet ve temel neden budur.
Amaçlanan illet (nedensellik) ile etken illet
arasındaki fark biliniyor. Bundan dolayı denilmiştir ki:
"Niyetin başlangıcı, eylemin sonunu, azgınlığın başı da
düşüşün, çöküşün sonunu gösterir."
"İllet-i gâiye" tasavvur ve irade de önceden
varolmuştur. Ancak varoluşta sonraya bırakılmıştır.
Sözgelişi mü'min başlangıçta
Allah'a ibâdeti amaçlar. Ancak o bilir ki, bu eylem, amel mabudun yardımı olmadan
gerçekleşmez. Bu nedenle "Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım dileriz"
der.
"İbâdet" eylemi, bu isme bağlandığı için, şanı yüce olan Allah ezan ve
ikâmetin kelimelerinde olduğu gibi, söylenmesi şeriatça emredilen zikirleri bu
adla getirdi:
"Allahü Ekber, Allahü Ekber kelimeleri; yanı sıra kelime-i şehâdet:
Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah;
Teşehhüdde: "ettehiyyat-ü
lillah (Bütün selâmlar Allah'a aittir.)"
Tesbihde: "Sübhânellah";
Tahmîdde:
"Elhamdülillah";
Tehlilde: "Lâ ilahe illallah";
Tekbirde ise: "Allahü Ekber"
kelimeleri gibi; bunların hepsi Allah ismine bağlanmışlardır.
Dilekte bulunma konusuna gelince: bu tür duaların
çoğunda:
"Rab" kelimesi kullanılmıştır:
Meselâ Âdem ve Havva'nın dualarında olduğu gibi:
"Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi
bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, ziyana uğrayanlardan oluruz." (Â'raf,
7/23)
Nuh'un duası şöyle:
" Ey Rabbim! Bilgim olmayan şey hakkında dilekte
bulunmaktan Sana sığınırım." (Hûd, 11/47)
Hz. Musa'nın duası:
" Rabbim! Ben kendime zulmettim; beni mağfiret eyle."
(Kasâs, 28/16)
Hz. Halil (İbrahim)'in duası:
" Rabbimiz! Doğrusu ben çocuklarımdan kimini, namaz
kılabilmeleri için, Senin kutsal evinin yanında, ekin vermez bir vadiye
yerleştirdim." (İbrahim, 14/37)
Hz. Halil'in oğlu İsmail ile birlikte yaptığı duâ:
"Rabbimiz! Yaptıklarımızı bizden kabul et; kuşkusuz
Sen işiten ve bilensin" (Bakara, 2/127)
Şu duâ da bir başka örnek:
" Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver; âhirette de
iyilik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından koru."
(Bakara, 2/201)
Bunun
benzeri dualar, Kur'ân'da hayli çoktur.
İmam Mâlikin şöyle dediği nakledilmiştir:
Bir
kimsenin şu ifadeleri kullanarak duâ etmesi çirkin görülmüş:
"Ya Seyyidî" (Ey
efendim! Ey efendim) ve "Yâ Hannan" (Ey merhametli! Ey merhametli!); ancak
Peygamberlerin duâ biçimiyle duâ etmesi istenmiştir:
"Rabbena! Rabbimiz! Rabbimiz!
Bu bilgi, el-Atebî'nin, el-Atabiye adlı
kitabında nakledilmiştir.
(El-Atebî, Ebû Abdullah, Muhammed b. Ahmed b.
Ahmed b. Abdulaziz b. Utbe b. Humeyd b. Atebe b. Ebû Süfyân, el-Emevî el-Süfyânî
el-Kurtubî, el-Mâlikî, (255 h).Endülüs fıkıhçılarından olan bu âlimin "El-Atabiye"
adlı kitabı vardır. Bazı yolculuklara çıktı ve Sahnun'dan ilim aldı. Fıkhı
meseleleri ezberler ve onları bir araya getirirdi. Hadislerin tahriç edilmesini,
âyetlerin iniş nedenini oldukça iyi bilirdi. Ancak rivayetlerinin birçoğu
nakledilmiştir. Bkz. Tarîh-i Utema-il-Endülüs, c. II, s. 6-7; es-Siyer, c. XII,
s. 335-336; El-Vâft, c. II, s. 30; Tertîb'ul-Medârik, c. III, s. 144-146; Ed-Dibâc'ül-Mezheb,
s. 238)
Ülûl elbâb (arınıp saflaşmış öz akıl
sahipleri) ile ilgili olarak şöyle buyuruyor Cenâb-ı Hak:
"Onlar ayakta, oturarak ve yanlan üzerine yatarken
Allah 'ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.
"Rabbimiz, bunları boşuna yaratmadın derler.
Senin şanın yücedir. Bizi ateş azabından koru." (Al-i İmrân, 3/191)
Kulun kalbinden Allah'tan birşey dileme duygusu
(niyeti) geçtiği zaman, Allah'ın Rab ismiyle dilekte bulunması onun bu niyetine
uygun düşer.
Şayet Rab ismini içerdiğinden Allah adıyla
dilekte bulunursa bu da güzel olur.
Ama kalbinden ibâdet etme niyeti geçtiği zaman,
Allah ismi, bu eylemi,ameli için en uygun olandır. Bunun yanı sıra Allah'ı
övmeye başladığı zaman yine Allah adını anar.
Ancak kul duâ etmeyi amaçladığında, Allah'ın Rab
adını kullanarak duâ yapar.
Yunus (a.s.)'un şu duasında olduğu gibi:
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي
كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
"Senden başka ibadete layık ilâh yoktur; Senin şanın yücedir; ben
zâlimlerden oldum." (Enbiyâ, 21/87)
Âdem (a.s.)'in duası:
"Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi
mağfiret etmezsen ve bize merhamet etmezsen o zaman ziyana uğrayanlardan
oluruz." (Â'raf, 7/23)
Hz. Yunus (a.s.) kavmine kızıp gitmişti. Bununla
ilgili olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi Yunus
gibi olma." (Kalem, 68/48)
"Yunus, Rabbinden izinsiz
olarak kavminden ayrıldığı için kendi kendisini kınarken (denize attılar)
balık onu yuttu." (Saffât,
377142)
Hz. Yunus (a.s.) kınanmasını gerektiren bir eylemde
bulunmuştu. Bu nedenle onun durumuna uygun düşen, günahtan bağışlanması için; istiğfar, Rabbine sena
(övgü); O'ndan başka ilâhın olmadığını, ibâdet edilmeye
ondan başkasının lâyık olmadığını, hevâya uyulmaması gerektiği, hevâya uymanın,
tek olan Allah'a ibâdeti zayıflattığını itiraf etmekle işe başlaması uygun
düşerdi.
Rivayet edildiğine göre, ilâhî azab Hz. Yunus
(a.s.)'un kavmini kuşatmıştı. Fakat bir hikmet gereği onları kuşatan bu azap
üzerlerinden kaldırıldı. Halbuki Yunus (a.s.) peygamber onları, yaptıklarının
yüzünden, Allah'ın azabının kendilerine gelmesi ile korkutmuştu. Azabın onlardan
kaldırılması nedeniyle, kendisini yalancılıkla suçlayacaklarından korkup
öfkelenmişti.
Bunun üzerine Hz. Yunus (a.s.), Allah'ın Kur'ân'da
olayla ilgili anlattıklarını yapmıştı ve "
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ Lâ ilahe illa ente" ifadesiyle
başlayan duayı yapmıştı.
İşte bu kelâm ("lâ ilahe illâ ente") Allah'ın dışında
kalan bütün varlıkları "ulûhiyet" sıfatından uzaklaştırmayı içerir.
Bu söz ister
nefsin kendi hevâsından, ister yaratığa itaatten, isterse başka bir amelden
sadır olsun, bütün bu durumlar kelâmın içerdiği anlamı değiştirmez.
Bu nedenle Yunus (a.s.) söz konusu kelâmın ardından
şöyle demişti:
"Senin şanın yücedir; ben zâlimlerden oldum."
Kulun bu kelâmı, söylenme amacına uygun olmayan
yerde kullanması güzel değildir.
Hz. Âdem (a.s.)'e gelince o, ilk önce günahını
itiraf ederek şöyle demişti:
"Biz zulmettik" Çünkü Hz. Âdem bu sözü
söylediğinde, Allah bu emri kendisine verdiği için, "ulûhiyet" konusunda onunla
tartışan, çelişen hiç kimse yoktu. Olsa olsa şeytanın kendilerine söylediğini
doğru sanmış olabilirlerdi:
"(Şeytan onlara): "Elbette ben size öğüt
verenlerdenim" diye yemin etti."
"Böylece onları kandırarak aşağı sarkıttı."
(Â'raf,
21-22)
Şeytan onların ikisine (Hz. Âdem ve Havva) açıktan
nasihat ederek onları kandırmayı başarmıştı. Onların bu açık-nasihat karşısında
kandırıldıklarını kabul etmeleri, şöyle duâ etmelerine uygun düşmektedir:
"Rabbimiz biz kendimize zulmettik."
Çünkü şeytanın nasihatine kanma olayı ulûhiyete gölge düşürecek hevâ ve hevesten değil, bir eksiklikten meydana
gelmişti. Bu nedenle her ikisi de bu tür tuzaklara bir daha düşmemek, bu tür
aldatmacalara bir kez daha kanmamak için bilgilerini terbiyelerini geliştirip
mükelleştirmeye muhtaç idiler. Onların her ikisi de bu ihtiyaçlarını, O'ndan
başka ihtiyaçlarını hiç kimsenin karşılayamayacağını bildikleri Rableri olan
Allah'a sunmuş, O'nu, buna şahid tutmuşlardı.
Zünnûn (Yunus Peygamber) ise, kavminin
kurtarılmasını uygun görmeyerek öfkeye kapılmış, bu hareketi ulûhiyet hakkındaki
bilgilerinin ve kavrayışının eksik olduğu neticesini doğurmuş olduğuna bizzat
tanık olmuştu.
Ayrıca burada Hz. Yunus'un başka bir şey sevmesinden ötürü
eyleminde bir çelişki meydana gelmişti. Bu çelişkiden kurtulmak, Allah için
sevmenin ve Allah'ın ulûhiyetini dile getirmeyi engelleyen bütün duygulardan
soyutlanmak için "
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ
Lâ ilahe illa ente -Senden başka ibadete layık hiç
bir ilâh yoktur-" demesi gerekiyordu.
Nitekim o da bunu söylemişti.
Çünkü bir kulun: "
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ
Lâ ilahe illâ ente -Senden başka
ibadete layık hiç bir ilâh yoktur-" demesi, onun hevâsını
ilah edinme duygusunu ve yanılgısını yok eder.
Nitekim bu konu ile
ilgili olarak Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Gök kubbe altında Allah katında istenen günahların
en büyüğü, peşi sıra gidilen hevâyı put edinip ona tapmaktır."
(Taberânî, el-Kebîr, Ebû Ümâme'den, Heysemî, El-Hasen
b. Dînar'm Metruk-ul-Hadis (Rivayet ettiği hadisler kabul edilmeyen) birisi
olduğunu söylemiştir. Bkz. Mecma'uz-Zevâid, c. 1, s. 18)
Yunus (a.s.) Peygamber yukarıda söylediği kelimeyi
söylemekle ulûhiyet sıfatını yalnızca Allah'a ait kılmayı gerçekleştirmeyi,
O'ndan başka bir varlığa O'na eş koşması anlamına gelen hevâsına uyma
çelişkisini tamamen yok etmeyi en mükemmel noktasına ulaştırmıştır.
"
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ Lâ ilahe
illâ ente -Senden başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur-" ilkesini gerçekleştirdiği andan itibaren, hak olan
"ulûhiyet"
anlayışına başka bir şeyi katıştırma ve onu bozma istenci (iradesi) kalmamış,
aksine dini tamamen Allah'a özgü kılan, Allah'ın en ihlâslı kullarından birisi
olmuştu.
Bu durum, aynı halin arız olduğu kimsede de meydana
gelir. Bu nedenle Allah'ın yaratması ve emretmesinde O'na karşı çıkma, kadere
öfkelenme, O'nun hikmeti ve rahmeti hususunda vesveseye düşme türü duyguların
izleri benliğinde kalır.
İşte kul bu tür olumsuz duygulardan, düşüncelerden ve
onlardan mütevellid eylemlerden kurtulabilmek için benliğinden iki şeyi silmeye
muhtaçtır:
1 - Bozuk düşünceler ve görüşler;
2 - Bozuk hevâ ve hevesler.
Bunları yok etmeyi başarınca kul anlar ki hikmet ve
adalet kulun bilgi ve hikmetinin gerekli kıldığı şeyler değil Allah'ın bilgisi
ve hikmetinin gerekli kıldığı şeylerdir.
Kul bunu anlayınca hevâsı, Allah'ın
kendisine emrettiğine uyar; Allah'ın emri ve hükmüne ters düşen hevâ ve hevesi
olmaz.
Bununla ilgili olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Hayır hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında
çıkan çekişmeli meselelerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme,
içlerinde bir bozukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış
olamazlar." (Nisa, 4/65)
Öte yandan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:
"Canımı elinde tutana yemin olsun ki, sizden
biriniz, hevâsı benim Allah 'tan getirdiklerime tam anlamıyla uyuncaya dek iman
etmiş olamaz." (Begâvi Şerh'üs-Sünne,
c. 1, s. 213)
Diğer bir haberde Hz. Ömer'in Allah Resûlü'ne:
"Ya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'a yemin olsun ki sen bana kendi canımdan daha
sevimlisin." demişti; bunun üzerine Rasûlullah'da Ömer'e:
"Şimdi imanın tamam
oldu ey Ömer!" dediği rivayet edilmiştir.
(Buhârî, Kitâb-ül-Eymen ven-Nüzûr, c. VII, s.
218; Ahmed, el-Müsned, c. IV, s. 336)
Başka bir hadiste şöyle buyurmuş Allah Resulü:
"Sizden birisi, ben kendisine çocuğundan,
ana-babasından ve tüm insanlardan daha sevimli oluncaya dek iman etmiş olamaz."
Bir âyette ise şöyle buyuruyor. Cenâb-ı Hak:
"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından
korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan elçisinden ve O'nun yolunda cihâd etmekten
daha sevgili ise, o halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyin."
(Tevbe,9/24)
İman;
- Kulun Resulü hakem edinip O'nun hükmüne teslim
oluncaya,
- Hevâsı Onun Allah katından getirdiğine uyuncaya,
- Resul ve O'nun
yolunda cihâd, insana nefsi malı ve ailesinden daha sevimli oluncaya dek
meydana gelmediğine göre;
Kulun Allah'ı hakem edinmesi ve
Ona teslim olması nasıl olmalıdır?! Bunu gerçekten iyi düşünmek gerek!
Kimi insan kendi sanısınca bir kavmin azabı hak
ettiğine kanaat getirdiği halde Allah onlara acıyıp onları mağfiret edebilir
bazen. Tabii ki bu durum, söz konusu kimsenin hoşuna gitmez. Bunun böyle olması
ya o görüşte olan kimsenin Allah'ın hükmüyle çelişen, ters düşen bir iradeye
sahip olmasından ya da Allah'ın bilgisine aykırı zanna kapılmasından
kaynaklanır. Halbuki Allah bilen ve hükmedendir.
Sözgelişi sen O'nun her şeyi bildiğini ve her şeye
hükmünü geçirdiğini kavradığın zaman, O'nun yaptığı hiçbir şey karşısında
hoşnutsuzluğa kapılmazsın.
Bu, O'nun emrettiği, yarattığı her hususta böyledir.
Çünkü o bizim hoş görmediğimiz ve bizi öfkelendiren hiçbir şeyi bize
emretmemiştir ve emretmez de.
Yaratıklar tarafından bize O'nun çirkin bulduğu
küfür, fısk ve isyan gibi işler emredilmesi hususuna gelince: Bu noktada bize
gereken, yaratıkların emrine değil O'nun emrine itaat etmektir.
O'nun,
kullarının tevbelerini kabul etmesi, günah ve isyanları yüzünden
çarptırıldıkları azabdan kurtarması meselesi, bize hoş karşılamamızı emretmediği
O'nun kendine özgü yaptığı işlerdendir. Esrarını araştırıp sorgulamak bizim
işimiz değildir. Belki bu yaptıkları bizzat kendi sevdiği işlerdendir. Çünkü o
çok tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever.
Allah'ın bu fiilini hoş
karşılamamak, bir tür O'nun ulûhiyet sıfatına gölge düşüren bir düşünceye uymaktır. Bu durumda olan kimseye gereken:
"
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ
Lâ ilahe illâ ente = Senden başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur." diyerek Allah'ın
"ulûhiyette"
tek olduğu ilkesini yeniden gerçekleştirmektir.
Bizim yapmamız gereken ise:
- O'nun sevdiğini sevmek,
- O'nun razı olduğundan razı olmak,
- O'nun emrettiği ile emretmek,
- O'nun yasakladığından yasaklamaktır. Çünkü O:
"Çok tevbe edenleri ve çok
temizlenenleri sever." (Bakara, 2/222) olduğuna göre bize düşen de onları
sevmek, O'nun olmasını istediği hususlarda, isteğine aykırı, istikamette irade
göstermemektir.
|