بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Buradaki amaç nedir?

 

Burada asıl amaç, "İman" kelimesinin yalnız bazı haberlerde kullanıldığı ve bu kelimenin "emn" (güvenlik) kelimesinden alındığıdır. Bunun gibi "ikrar" kelimesi de "kar" kelimesinden alınmıştır. Zira mü'min güvenlik içerisinde olan kimse demektir.

Bunun gibi "mukîr" de ikrar eden kimse demektir.

Bu yüzden bir amelin kalpten kaynaklanması için, o amelin doğruluğunun kalp tarafından tasdik edilmesi gerekir.

Bir kimse Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu bildiğinde, bu bilgisini O'nu sevme, O'na saygı duyma duygularıyla birleştirmeyerek, O'na buğzeder, O'nu kıskanır ve O'na uymayı kendine yediremezse, o kimse O'na iman etmiş değil, aksine O'nu inkâr etmiştir.

İblis'in, Fir'avn'ın, Peygamberi çocukları gibi tanıdıkları halde O'nu inkâr eden kitab ehlinin küfürleri de bu kabildendir. Çünkü İblis ne verilen haberi ne de haberi vereni yalanlamıştı. Sadece Rabb'inin buyruğunu yerine getirmeyi kendisine yedirememişti. Nitekim Fir'avn ve kavmi hakkında da Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve kendini büyük görme yüzünden onları inkâr ettiler." (Neml, 27/14)

Mûsâ da Fir'avn'a şöyle demişti:

"Mûsâ dedi ki: "(Ey Fir'avn) Bunları, ancak göklerin ve yerin Rabb'inin, deliller olarak insanlara indirdiğini pekâlâ bildin." (İsrâ, 17/102)

Diğer bir âyette ise şöyle buyurulmuş:

"Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146)

Yalnızca kalbin hakkı bilmesi, şayet o bilgiyi, hak bilgisinin gereğince, yine kalpten gelen amel ile birleştiremezse, kalbi ile o hak bilgiyi sevmez ve ona uymazsa, bu bilgi sahibine hiçbir yarar sağlamaz.

Bilâkis, Allah'ın kıyamet gününde ilmi ile amel etmeyen âlimleri çarptıracağı insanların en çetin azab görenlerinden olacaktır.

Bu nedenledir ki Cenâb-ı Resul (s.a.v.) şöyle duâ etmiştir:

"Allah'ım yararsız bilgiden / ilimden , doymayan nefisten, kabul görmeyen duadan ve korkmayan kalpten sana sığınırım."

(Müslim, Kitab-üz-Zikir, c. III, s. 2088; Zeyd b. Erkam'dan; Beyhâkî aynı hadisi Enes'ten rivayet etmiştir. Şu'ab-ül-İman, 18. bölüm)

Ne var ki Cehmiye ekolüne mensub olan kimseler, salt kalbin hakkı bilmesini ve o bilginin doğruluğunu tasdik etmesini "İman" olarak tanımlamışlardır. Şeriat bir kimsenin mü'min olmadığına işaret ederse bu, o kimsenin kalben hak bilgisine sahip olmadığına işaret eder. Bu sanı, şeriatçe ve akılca cehaletin en büyüğüdür.

Bu düşüncenin gerçek anlamdaki ifadesi, mü'minle kâfirin bir olduğunu gerekli kılar.

Bu nedenledir ki, Vek'î b. El-Cerrâh, Ahmed b. Hanbel ve diğer önde gelen ilim adamları, bu düşünceleri yüzünden "Cehmiye" ekolüne mensup kişileri kâfir kabul etmişlerdir.

Biliyoruz ki, gerçeği bildiği halde, başka bir maksatla o gerçeği yadırgayan; gerçeğin karşısında kendini büyük gören her insanın onun bilgisine sahip olmadığı düşünülemez.

Bu açıklamalar sonucunda imanın "kalbin tasdiki ve ameli" olarak tanımlanması kesin bir gerekliliktir.

Nitekim selef ulemâsının görüşü de aynı mânâdadır:

"İman: Söz ve amelden ibarettir."

Bu bilgilerden sonra şunu söyleyebiliriz:

Kalp birşeyin hakikatini tasdik edip, iradeyi içeren tam bir sevgi ile onu sevdiği zaman, bunun göstergesi olan amellerin tezahür etmesi gerekir.

Çünkü kesin irade tam kudretle birleştiğinde, amaçlananın kesinlikle meydana gelmesi gerekir.

Bir eylemin meydana gelmesini olumsuz kılan nedenler yeterli gücün bulunmaması, ya da yeterli iradenin yokluğundandır. Böylesine olumsuz bir durum söz konusu değilse, aranılan bu gerekçeler yeterli ölçülerde mevcutsa, bu, seçme sonucu eylemin meydana gelmesini gerekli kılar.

Sözgelişi kalp tam bir ikrarla Muhammed'in Allah'ın Resulü oluşunu ikrar edip tam bir sevgi ile O'nu sevdiği halde bu duygu ve düşüncesini dile getirmeye ve buna şehâdet etmeye gücü yettiği halde bunu sözle ifade etmekten imtina ederse; ya da dilsizlik vb. fizyolojik eksiklikler nedeniyle, korku vb. nedenlerden ötürü şehâdet düşüncesini dile getiremiyorsa da o kimse mü'mindir.

Nitekim Ebû Tâlib, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu biliyor ve onu seviyor idi. Ne var ki, Ebû Tâlib'in O'nu sevmesi Allah için değil aksine yeğeni olduğundan dolayı idi. Muhammedi sevdiğini açıkça ifade etmesi, O'nun vesilesi ile şeref ve liderlik elde etme amacına dayanıyordu. Yani onu sevmesinin temeli riyaset sevdasına dayanıyordu. Bu yüzdendir ki, Ebû Tâlib ölürken şehâdet getirmesi kendisine teklif edildiğinde, bu ikrar sonucunda, asıl sevdiği dinin yok olacağını gördü. Zira asıl sevdiği din kendisine yeğeninden daha sevimli olduğu için bu teklifi kabul edip şehâdet ilkesini kabullenemedi. Şayet onu gerçek anlamda sevseydi, Ebû Bekir'in sevdiği gibi severdi. Nitekim onun hakkında Cenabı Hak şu âyetleri indirmiştir.

"Ondan uzak tutulur; en takva olan"

"O ki malını Allah rızası için vererek temizlenir"

"Ve onda hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur. (O verdiğini, kendisine yapılan bir iyiliğin karşılığı olarak vermez. Hiç kimseye borçlu değildir. Verdiğini)"

"Yalnız yüce Rabb'inin rızasına ermek için verir"

"Yakında kendisi de -Allah'ın vereceği nimetle- razı olacaktır." (Leyl, 92/17-21)

Ebû Tâlib, Ömer, Osman, Ali ve şehâdeti kesin bir dille dile getiren diğer mü'minlerin sevdiği gibi severdi, şayet gerçekten onu sevseydi. Bu yüzden onun sevgisi Allah için sevmek kategorisine giren sevgi türünden değil, Allah ile beraber sevme kategorisine giren ve insanı şirke düşüren sevgi türünden idi. Bu nedenle Cenâb-ı Hak, Resûl'e yardımcı olma adına Ebû Tâlib'in yaptıklarını kabul etmemişti. Çünkü o yaptığını Allah için yapmamıştı. Zira Allah kendi rızasını kazanma amacıyla yapılmayan amelleri kabul etmez. Sadece kendi rızası aranarak yapılanları kabul eder. En yüce Rabbinin zâtını isteme amacıyla amel edenin ettiği gibi amel eden bunun tersinedir.

 

İÇİNDEKİLER

İKİNCİ BÖLÜM