Burada asıl amaç, "İman" kelimesinin yalnız bazı
haberlerde kullanıldığı ve bu kelimenin "emn" (güvenlik) kelimesinden
alındığıdır. Bunun gibi "ikrar" kelimesi de "kar" kelimesinden alınmıştır. Zira mü'min güvenlik içerisinde olan kimse demektir.
Bunun gibi "mukîr" de ikrar eden kimse
demektir.
Bu yüzden bir amelin kalpten kaynaklanması için, o
amelin doğruluğunun kalp tarafından tasdik edilmesi gerekir.
Bir kimse Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu
bildiğinde, bu bilgisini O'nu sevme, O'na saygı duyma duygularıyla
birleştirmeyerek, O'na buğzeder, O'nu kıskanır ve O'na uymayı kendine
yediremezse, o kimse O'na iman etmiş değil, aksine O'nu inkâr etmiştir.
İblis'in, Fir'avn'ın, Peygamberi çocukları gibi
tanıdıkları halde O'nu inkâr eden kitab ehlinin küfürleri de bu kabildendir.
Çünkü İblis ne verilen haberi ne de haberi vereni yalanlamıştı. Sadece Rabb'inin
buyruğunu yerine getirmeyi kendisine yedirememişti. Nitekim Fir'avn ve kavmi
hakkında da Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği
halde, sırf zulüm ve kendini büyük görme yüzünden onları inkâr ettiler."
(Neml,
27/14)
Mûsâ da Fir'avn'a şöyle demişti:
"Mûsâ dedi ki: "(Ey Fir'avn) Bunları, ancak göklerin
ve yerin Rabb'inin, deliller olarak insanlara indirdiğini pekâlâ bildin."
(İsrâ,
17/102)
Diğer bir âyette ise şöyle buyurulmuş:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu, oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146)
Yalnızca kalbin hakkı bilmesi, şayet o bilgiyi, hak
bilgisinin gereğince, yine kalpten gelen amel ile birleştiremezse, kalbi ile o
hak bilgiyi sevmez ve ona uymazsa, bu bilgi sahibine hiçbir yarar sağlamaz.
Bilâkis, Allah'ın kıyamet gününde ilmi ile amel etmeyen âlimleri çarptıracağı
insanların en çetin azab görenlerinden olacaktır.
Bu nedenledir ki Cenâb-ı Resul
(s.a.v.) şöyle duâ etmiştir:
"Allah'ım yararsız bilgiden
/ ilimden ,
doymayan nefisten, kabul görmeyen duadan ve korkmayan kalpten sana sığınırım."
(Müslim, Kitab-üz-Zikir, c. III, s. 2088; Zeyd b.
Erkam'dan; Beyhâkî aynı hadisi Enes'ten rivayet etmiştir. Şu'ab-ül-İman, 18.
bölüm)
Ne var ki Cehmiye ekolüne mensub olan kimseler,
salt kalbin hakkı bilmesini ve o bilginin doğruluğunu tasdik etmesini "İman"
olarak tanımlamışlardır. Şeriat bir kimsenin mü'min olmadığına işaret ederse bu,
o kimsenin kalben hak bilgisine sahip olmadığına işaret eder. Bu sanı, şeriatçe
ve akılca cehaletin en büyüğüdür.
Bu düşüncenin gerçek anlamdaki ifadesi, mü'minle
kâfirin bir olduğunu gerekli kılar.
Bu nedenledir ki, Vek'î b. El-Cerrâh, Ahmed
b. Hanbel ve diğer önde gelen ilim adamları, bu düşünceleri yüzünden "Cehmiye"
ekolüne mensup kişileri kâfir kabul etmişlerdir.
Biliyoruz ki, gerçeği bildiği halde, başka bir
maksatla o gerçeği yadırgayan; gerçeğin karşısında kendini büyük gören her
insanın onun bilgisine sahip olmadığı düşünülemez.
Bu açıklamalar sonucunda imanın "kalbin tasdiki ve
ameli" olarak tanımlanması kesin bir gerekliliktir.
Nitekim selef ulemâsının görüşü de aynı mânâdadır:
"İman: Söz ve amelden ibarettir."
Bu bilgilerden sonra şunu söyleyebiliriz:
Kalp birşeyin hakikatini tasdik edip, iradeyi içeren
tam bir sevgi ile onu sevdiği zaman, bunun göstergesi olan amellerin tezahür
etmesi gerekir.
Çünkü kesin irade tam kudretle birleştiğinde,
amaçlananın kesinlikle meydana gelmesi gerekir.
Bir eylemin meydana gelmesini olumsuz kılan nedenler
yeterli gücün bulunmaması, ya da yeterli iradenin yokluğundandır. Böylesine
olumsuz bir durum söz konusu değilse, aranılan bu gerekçeler yeterli ölçülerde
mevcutsa, bu, seçme sonucu eylemin meydana gelmesini gerekli kılar.
Sözgelişi kalp tam bir ikrarla Muhammed'in Allah'ın Resulü oluşunu ikrar edip
tam bir sevgi ile O'nu sevdiği halde bu duygu ve düşüncesini dile getirmeye ve
buna şehâdet etmeye gücü yettiği halde bunu sözle ifade etmekten imtina ederse;
ya da dilsizlik vb. fizyolojik eksiklikler nedeniyle, korku vb. nedenlerden
ötürü şehâdet düşüncesini dile getiremiyorsa da o kimse mü'mindir.
Nitekim Ebû Tâlib, Muhammed'in Allah'ın Resulü
olduğunu biliyor ve onu seviyor idi. Ne var ki, Ebû Tâlib'in O'nu sevmesi Allah
için değil aksine yeğeni olduğundan dolayı idi. Muhammedi sevdiğini açıkça ifade
etmesi, O'nun vesilesi ile şeref ve liderlik elde etme amacına dayanıyordu. Yani
onu sevmesinin temeli riyaset sevdasına dayanıyordu. Bu yüzdendir ki, Ebû Tâlib
ölürken şehâdet getirmesi kendisine teklif edildiğinde, bu ikrar sonucunda, asıl
sevdiği dinin yok olacağını gördü. Zira asıl sevdiği din kendisine yeğeninden
daha sevimli olduğu için bu teklifi kabul edip şehâdet ilkesini kabullenemedi.
Şayet onu gerçek anlamda sevseydi, Ebû Bekir'in sevdiği gibi severdi. Nitekim
onun hakkında Cenabı Hak şu âyetleri indirmiştir.
"Ondan uzak tutulur; en takva olan"
"O ki malını Allah rızası için vererek temizlenir"
"Ve onda hiç kimsenin karşılık verilecek bir
nimeti yoktur. (O verdiğini, kendisine yapılan bir iyiliğin karşılığı olarak
vermez. Hiç kimseye borçlu değildir. Verdiğini)"
"Yalnız yüce Rabb'inin rızasına ermek için verir"
"Yakında kendisi de -Allah'ın vereceği nimetle- razı
olacaktır." (Leyl, 92/17-21)
Ebû Tâlib, Ömer, Osman, Ali ve şehâdeti kesin bir
dille dile getiren diğer mü'minlerin sevdiği gibi severdi, şayet gerçekten onu
sevseydi. Bu yüzden onun sevgisi Allah için sevmek kategorisine giren sevgi
türünden değil, Allah ile beraber sevme kategorisine giren ve insanı şirke
düşüren sevgi türünden idi. Bu nedenle Cenâb-ı Hak, Resûl'e yardımcı olma adına
Ebû Tâlib'in yaptıklarını kabul etmemişti. Çünkü o yaptığını Allah için
yapmamıştı. Zira Allah kendi rızasını kazanma amacıyla yapılmayan amelleri kabul
etmez. Sadece kendi rızası aranarak yapılanları kabul eder. En yüce Rabbinin
zâtını isteme amacıyla amel edenin ettiği gibi amel eden bunun tersinedir.
|