بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Fazilette son döneme bakılır

 

Bazı kimseler, İslâm üzere doğup hiçbir zaman küfre düşmeyen bir kimsenin, kâfir iken müslüman olan kimseden daha üstün olduğunu sanır; oysa bu tamamen yanlış bir sanıdır.

Çünkü önemli olan, dikkate alınması gereken nokta sonuç (akibet) noktasıdır; bu iki insandan hangisi son dönemlerinde takvada daha ileri bir noktaya erişmiş ise en faziletli kimse odur.

Çünkü biz şunu gayet iyi biliyoruz ki: küfürden sonra Allah'a ve Resûlü'ne iman eden ensâr ve muhacirden ilk dönem müslümanları, daha sonra İslâm üzere doğan kendi çocuklarından ve diğer müslümanlardan daha faziletli idiler.

Çünkü şu bir gerçektir k: şerri (kötülüğü) tadarak kendi deneyimi ile onu tanıyıp daha sonra hayrı (iyiliği) tadarak yine kendi deneyimiyle onu tanıyan kimse, bizzat kendi çabasıyla iyiliği yakaladığı ve onu tanıdığı için onu daha bir sıcak duygularla sever;

Öte yandan kötülüğü de bizzat kendi deneyimleriyle tanıdığı ve tattığı için, kötülüğü bilmeyen onu tatmayan kimseden daha fazla ondan tiksinir ve nefret eder. Şöyle demek mümkün:

İyilikten başka bir şeyi tatmayan ve tanımayan kimse daha sonra bir kötülükle karşı karşıya kaldığı zaman belki de onun kötü olduğunu anlayamaz. Bu nedenle ya bilmeyerek o kötülüğün içine düşer yada o kötülüğü tanıyan kimsenin, o kötülüğü yadırgayıp ondan tiksinerek kaçındığı gibi yadırgayamaz, tiksinemez.

Bu nedenle Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) şöyle buyurmuştur:

"Cahiliyeyi tanımayan kimselerin yüzünden, İslâm'ın  ilk dönemdeki safiyeti, sadeliği, halka halka bozulmaya uğrayacaktır."

Yine Ömer (r.a.) aynı bağlamda şöyle diyor:

"İslâm'ın yetkinliği marufu emretmek, münkerden yasaklamakla sağlanır; bunun tamamlanması ise ancak Allah yolunda cihâd etmekle mümkündür. Kim onun dışındaki kavramları tanımadan yalnızca marufu tanımakla işe başlarsa münkerin mahiyeti, niteliği, özellikleri ve doğurduğu zararlar hakkında bilgisi olmaz. Bu bilgisizliği nedeniyle, münker ehliyle nasıl mücadele edeceğini de bilemez; tutarlı bir strateji belirleyemez. Bu nedenle bir kimse, sakınmak, ehlini ondan men etmek ve onlarla mücadele etmek gibi iyi niyet taşıdığı zaman kötülüğü ve onun belirgin özelliklerini bilmesi (tanıması), onun hakkında bilgisiz olmasından çok daha hayırlıdır."

Bu yüzdendir ki sahabe -Allah hepsinden razı olsun- iyiliği (hayrı) ve kötülüğü (şerri) bütün boyutlarıyla bildikleri, İslâm'ın, imanın ve sâlih amelin ne denli güzel, küfür ve Allah'a başkaldırı (isyan)ın ne denli çirkin bir durum olduğunu bilmeleri nedeniyle iyiliği tam anlamıyla sevip kötülükten tiksindikleri için iman ve cihâd yönünden kendilerinden sonra gelen kuşaklardan daha yüce kişiliklere sahip idiler. Yine bu realiteden ötürü fakirliğin, hastalığın ve korkunun acısını tadan kimse, zenginliğe, sağlığa ve güvenliğe, onları tatmayan kimseden, daha tutkuludurlar.

Bu nedenle ünlü Arab şair el-Bihterî:

"Karşıtlık, kendi karşıtı olan nesnenin güzelliğini açığa çıkarır." (Bu şiir El-Bihterî'ye aittir. Başlangıç dizesi şöyledir: "İki karşıtlık, bir güzellik için bir araya gelirler") der.

Arap edebiyatının diğer çok önemli bir şairi olan Ebû Tayyib el-Mütenebbî ise şöyle diyor bir şiirinde:

"Nesneler (şeyler) karşıtlarıyla belirginleşir ortaya çıkarlar." (Ebû't-Tâyyib, el-Mütenebbî, Divan, c. 1, s. 22)

Öte yandan aynı konu ile alâkalı, Hz. Ömer'in şöyle bir sözü var:

"Ben aldatıcı bir kimse değilim. Bu nedenle hiçbir aldatıcı beni aldatamaz."

Gerçi övgüye lâyık, temiz kalp sahibi kimse kötülüğü değil iyiliği ister. Bunun en iyi bir şekilde olması ancak iyilik ve kötülüğün bütün boyutlarıyla bilinmesiyle mümkündür. Ama kötülüğü tanımayan bir kimse bu noktada eksikliği yüzünden, takdire şayan bir kimse değildir.

Aslında amaç burada bütün bunları söylerken her küfrün ve isyanın tadını tadan kimsenin, bu bilgisi nedeniyle, onu tatmayan ve bilmeyen kimseden mutlak anlamda küfrü ve isyanı daha iyi bildiği ve onlardan daha fazla tiksinip kaçındığını anlatmak değildir.

Çünkü burada tam bir uyum mümkün değildir. Sözgelimi bazan doktor hastalığı hastadan çok daha iyi bilir. Bunun gibi peygamberler de -salat ve selâm üzerlerine- dinlerin uzmanları oldukları için, diğer insanların tattığı gibi kötülüğü tatmasalar da, kalpleri nelerin düzelttiğini, nelerin bozduğunu diğer insanlardan çok daha iyi bilirler.

Burada asıl anlatılmak istenen şudur:

Bazı insanlar, kötülüğü tadarak öğrenir. Bu öğrenme eyleminden öznel bir deneyim meydana gelir. Bu deneyim sonucunda söz konusu kişi o kötülükten nefret eder, buna karşılık diğer bazı insanların tattığı halde elde edemedikleri bir sevgi ile iyiliği sever ve ona sımsıkı yapışırlar.

Sözgelimi başlangıçta müşrik hıristiyan veya yahudi olan bir takım insanlar vardır, bunlar şüphelerden, bozuk düşüncelerden, zulüm ve kötülükten ne tür bir küfür olgusu meydana geldiğini gayet iyi bilirler. Daha sonra Cenâb-ı Hak kalplerini İslâm'a açtığında İslâm'ın güzelliğini öğrenip tanırlar. Bu tanıma ve kavrama, çoğu kez İslâm'a daha çok gönül vermelerine; İslâm'ın ve küfrün gerçek anlamda hakikatinden habersiz bazı kimselerden daha çok küfürden nefret etmelerine neden olur. Çünkü gerçek anlamda İslâm'ın ve küfrün hakikatini bilmeyen kimse, bazan şu hakikate bazan bu hakikate karşı çıkmaktan ya da şunun övülmesi ötekinin yerilmesinde başkalarını taklid etmekten kurtulamaz.

Bu hakikati, şöyle bir örnekle daha iyi açıklamamız mümkündür:

Açlığın acısını tadan bir kimse, daha sonra, doymanın zevkini tadar, hastalığın acısını tadan bir kimse bunun ardından sıhhat ve afiyetin lezzetini tadar; ya da korkunun acısını tadan bir kimse ardından güvenliğe kavuşmanın mutluluğunu tadar. Şimdi böylesi olumsuzlukların acısını tadan bir kimsenin sıhhate, güvenliğe ve tokluğa duyduğu sevgi, buna karşın, açlıktan, hastalıktan ve korkuya kapılmaktan duyduğu nefret, bu belâlara uğrayıp bunların hakikatini bilmeyen kimseden elbette çok daha büyük olur.

Bunun gibi bid'atçı ve kötü kimselerin arasında yaşayıp daha sonra, Allah'ın hakkı kendisine açıklaması bereketiyle bu hakkı kavrayarak günahlarına içten bir pişmanlıkla tevbe eden; ve Allah yolunda cihâd etmekle rızıklandırılan kimse, içinden geldiği kimselerin durumunu çok daha iyi bilir, onlara denk olmaktan daha çok kaçınır, onlarla yaptığı cihâdı, diğerlerinden daha büyük olur.

Nitekim Nuaym b. Hammad el-Huzaî-Cehmiyelere karşı en çetin mücadeleyi veren âlimdir- Cehmiye ile ilgili mücadelesi hakkında şöyle diyor:

"Onlara karşı en sert mücadeleyi ben veriyorum; çünkü daha önce ben de onlardan birisi idim." (Siyer A'lamûn-Nübelâ, c. X, s. 597; Tarih-u Bağdâd, c. XIII, s. 307)

Öte yandan yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Sonra Rabb'in şunlardan yanadır ki, cehaletle kötülük işlediler, sonra onun ardından tevbe ettiler, uslandılar. Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbette bağışlayan, rahmet edendir." (Nahl, 16/119)

Bu âyet-i kerime daha önce müşrik iken dinlerinden ötürü insanlara işkence edip daha sonra Allah'a tevbe eden ve Allah'ın da tevbelerini kabul ettiği sahabeden bir grup insandır; bunlar daha sonra Allah'a ve Resûlü'ne hicret etmiş, cihâd etmiş ve başlarına gelen belâlara sabretmiş kimselerdir.

Nitekim Ömer b. Hattâb, Halid b. Velid -Allah ikisinden de razı olsun- önceleri insanların İslâm'a karşı düşmanlık eden en azılıları idiler. Fakat müslüman olunca her ikisi de kendilerinden önce müslüman olan kimselerden "iman, sâlih, amel, kâfirlerle cihâd, Allah ve Resûlü'nün dinine yardım konusunda" çok daha ileriye geçtiler.

Sözgelimi Hz. Ömer, iman, ihlâs, sadakat, Allah bilgisi (marifet) ileri görüşlülük (feraset) nûranilikte en mükemmel, nefsin hevâsından en çok uzak duran, Allah'ın dinini hakim kılma hususunda en üstün çabayı gösteren kimse olduğu için, fazilet yönünden Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in dışında, diğer tüm insanlardan ileri geçmişti.

Bu ve diğer örneklerin ortaya çıkardığı gerçek şudur:

Dikkate alınması gereken husus, başlangıç dönemlerindeki eksiklikler değil, sonuçta ulaşılan tekâmül noktasıdır.

İsrâiliyata ait haberlerin birisinde şöyle bir ifade zikredilmektedir:

"Yüce Allah Hz. Davud'a şöyle buyurdu: Günaha gelince biz onu bağışladık; sevgiye gelince artık onda geri dönüş yoktur."

Bu bilginin doğru olduğunu tesbit etseniz bile böyle bir yasa bizim için bir şer'î ölçü olamaz; dinimizi de böyle bir temel üzerine bina etmemiz mümkün değildir. Çünkü Muhammed'in getirdiği dinde tevbe hakkında gelen bilgiler, sağlanan kolaylıklar, bizden önce gelen şeriatların hiçbirisinde gelmemiştir.

Bundan dolayı Nebî (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş:

"Ben rahmet peygamberiyim; ben tevbe peygamberiyim."

(Müslim, c. II, s. 1828; Ebu Mûsâ el-Eş'ârî şöyle diyor: "Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini bize şöyle tanımlıyordu: "Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Mukaffayım, ben Hâşir'im, ben tevbe ve rahmet peygamberiyim"; Ahmed, Müsned, c. V, s. 404; Beyhâkî, Delâıl-ün-Nübüvve, c. 1, s. 157)

O Resul sayesinde, bizden önceki ümmetlerin sırtındaki ağır yükler, boyunlarındaki zincirler bizden kaldırıldı.

 

İÇİNDEKİLER

İKİNCİ BÖLÜM