Birçok insan "riya" ile "ucûb"
kavramlarını aynı
kavramlar sanır. Oysa bunlar birbirinden farklı kavramlardır. Sözgelişi:
"Riya",
yaratıkla Allah'a ortak koşma kapsamına dahil bir "şirk" çeşididir,
"Ucûb" ise,
kişinin kendi nefsi ile Allah'a ortak koşması demektir; "müstekbirlerin" durumu
böyledir.
Mürâî (gösteriş için ibâdet eden kimse):
"
إِيَّاكَ نَعْبُدُ iyyake
na'budu" (yalnız Sana ibâdet ederiz) ilkesini gerçekleştirememiştir.
Ucûb eden
kimse ise:
"
وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
ve iyyâ ke'nestaîn" (yalnızca Senden yardım dileriz) ilkesine
hakikat kazandıramamıştır.
Kim "
إِيَّاكَ نَعْبُدُ
iyyake na'budu" ilkesini gerçekleştirmeyi
başarırsa "riyâ" dan kurtulur.
Öte yandan kim de "
وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ve iyyâke nestaîn" ilkesini
pratiğe geçirebilir (onunla amel eder) se o da "ucûb" sınırlarından çıkar.
Nitekim bir hadis-i
şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Üç şey insanı helake sürükleyen özelliklerdendir:
-
İtaat edilen cimrilik,
- Peşisıra gidilen dizginlenemeyen arzular (hevâ)
ve
- Kişinin kendini beğenmesi"
(Hadis, Enes, Abdullah b. Abbas, Ebû Hüreyre,
Abdullah b. Ebu Evfâ ve Abdullah b. Ömer'den rivayet edilmiştir. Beyhâkî
Şu'ab'ul-İman, şube: II, El-Albanî "Sahiha" adlı kitabında bu hadisten söz
etmiştir, s. 1802)
Bu özelliklerin ve bu özellikleri kendi benliğinde
taşıyan kimselerin böylesine kötü olarak tanımlanması, o kimsenin ibâdetlerinin
Allah için olmadığı, Allah'tan yardım dilemediklerinden dolayı değil; Aksine
O'ndan başkasına kulluk etmeleri ve O'ndan başkasından yardım dilemeleridir. İki
nedenden dolayı böyle hareket eden kimseler müşrikler sınıfındadırlar.
Şeytanî durumlar gösteren, yalan söyleme, facirlik
yapma şeytanların sevdiği dualarla ona duâ etme,
şeytanların
itaat ettikleri işleri yapmaya kesin karar verme
gibi şeytanların sevdikleri işleri sevenler de, şeytanları
Allah'a eş koşan müşriklerdendir.
Başka yerlerde bu konular hakkında
daha detaylı malûmat verilmiştir.
Bu sınıfa dahil müşrikler evliyanın kerametinden
olduğunu sandıkları bazı olağanüstülükler gösterebilme yeteneğini elde ederler.
Bütün bu olağanüstülükler büyücüler ve kâhinler (falcılar)ın özelliklerindendir.
Bu yüzden Kur'ân kaynaklı iman ile nefsânî ve şeytanî özellikler taşıyan iman
arasındaki nüansı belirlememiz gerekir.
Bunların dışında kalan dördüncü bir grup vardır ki
bunlar dinin sadece Allah'a ait olduğunu kabul eden (dinlerini Allah'a has
kılan), yalnızca O'na kulluk eden ve yalnızca O'na bağlanıp O'na güvenen ve
dayanan "tevhid ehli" olan kimselerdir.
Sıkıntıya düşen Hz. Yunus'un "
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ
Lâ ilahe illa ente
= Senden başka ibadete layık ilâh yoktur" sözü bu konunun iki türünden birisini hatıra
getirmektedir.
Cenâb-ı Hak kime nimetini tamamlamışsa o kimse iki
türünde de tevhidi gerçekleştirmiş olur.
Çünkü sıkıntıya düşen bir kimsenin yalvarıp
yakarması, içinde bulunduğu zor durumun giderilip, ondan kaynaklanacak yararı
elde etme noktasında odaklaştırmıştır. Bu yüzden:
"Lâ ilâhe İllallah -Allah'tan başka ibadete
layık ilah yoktur-" derken,
"Senden başka sıkıntıyı kaldıracak yoktur" bilinciyle söyler; nimet, başkası
değil yalnızca Senden nimet gelir.
Bu düşünce Allah'ın rubûbiyetindeki tekliğini
(rubûbiyetin tevhidini) gerçekleştirmeyi hazırlayan nedenlerdir. Ayrıca dilek;
talep ve Allah'a tevekkül gibi konularda tevhidi yakalamayı sağlar; ayrıca "ulûhiyetin", Allah'ın sevdiği, razı olduğu, yapılmasını buyurduğu
"ulûhiyetin"
açığa çıkarılmasıdır. Bunun ifadesi ise şudur:
Allah'tan başkasına ibâdet
etmemek, O'na kulluğu ancak O'na ve Resûlü'ne itaatle yapmak.
Her kim "
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ Lâ ilahe
illâ ente = Senden başka ibadete layık ilâh yoktur" derken bu bilinçle söylerse işte o gerçekten kulluğunu Allah
için yapmış, yalnızca Ona bağlanmış, O'na güvenip dayanmış ve şu âyette ifade edilen ilâhî buyruğun canlı
örneğini teşkil etmiş olur;
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"O halde O'na ibâdet et ve yalnızca O'na tevekkül
et (güven, bağlan ve dayan)" (Hûd, 11/123)
Diğer bir örnek:
"Yalnızca O'na dayanıp güvendim, ve O'na yöneldim."
"Rabb'inin adını zikret ve benliğini her şeyden
boşaltarak tamamen O'na yönel."
"Doğunun da batının da Rabb'i O'dur, O'ndan başka
ilâh yoktur. Öyleyse yalnızca O'nu vekil edin." (Müzzemmil, 73/8-9)
Şayet kulun elde etmeyi Allah'tan dilediği şey haram
kılınmış bir şey ise, dileği yerine getirilse bile günahkâr olur.
Eğer Allah'a
itaat ve ibâdet etmek üzere O'ndan yardım isteme amacı olmaksızın mübâh olan
bir şeyi isterse ne günahkâr olur ne de sevap elde edebilir.
Bir kul eğer Allah'a ibâdet ve itaat etmek amacıyla
O'ndan yardım isterse bundan dolayı hem sevap hem de ilâhî ecir kazanır.
Bu temel ilke ile hareket ederek kul -peygamber ile
kral- peygamber kavramları arasındaki farkı belirleyebiliriz.
Nitekim bizim
peygamberimiz "kral-peygamber" olmakla, "kul-peygamber" olma arasında serbest
bırakılınca O tercihini "kul-peygamber" olmaktan yana kullanmıştır.
(Beyhâkî, Şu'ab'ul-İman H. No 159)
Zira kul-Resûl demek, kendisine verilen emirden başkasını yapmayan demektir. Bu
nedenle onun yaptıklarının tümü Allah için yapılan ibâdet mahiyetindedir.
Ayrıca
kendisini Resul olarak gönderenin emirlerini tam olarak uygulayan hâlis bir
kuldan başkası değildir.
O nitekim Buhârî'nin kaydettiği bir hadiste bu gerçeği
şu sözleriyle dile getirmiştir:
"Vallahi ben kendimden ne kimseye bir şey verebilirim
ne de verilmesi gereken bir şeyi kimseden engelleyebilirim. Ben yalnızca
kendisine emredilen şeyleri yerli yerine koyan bir taksimciyim, o kadar."
(Buhârî, Kitab'ül-Humus, c. IV, s. 49; Ahmed, el-Müsned,
c. II, s. 482 Ebû Hüreyre'den)
Peygamber (s.a.v.):
"Ben kendimden kimseye ne birşey
verebilirim ne de vermeyebilirim" sözüyle bu noktada, kader ve oluş (kevn)
yönünden Allah'ın tekliğini anlatmak istememiştir. Çünkü bütün yaratıklar bu
hususta onunla ortak özelliğe sahiptir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın kazası ve kaderi
gerekli kılmadan hiç kimse ne birşey verebilme ne de verilmesi gerekeni
engelleyebilme gücüne ve yetkisine sahiptir. Bu sözüyle o sadece şeriat ve din
açısından Allah'ın tek olduğunu anlatmak istemiştir.
Rasûlullah şunu ifade
etmeyi amaçlamış:
Ben sadece vermekle emredildiğim şeyi verir, verilmemesi
emredilen şeyi de vermem. Çünkü verme ve vermeme konularında ben Allah'a itaat
ediciyim.
Nitekim Rasûlullah fey zekât ve savaşta düşmandan kazanılan
ganimetleri, miras bırakılan malları sahiplerine taksim ettiği gibi
paylaştırırdı. Çünkü bu taksimi böyle yapmasını ona bizzat Cenâb-ı Hak
buyurmuştu.
(Fey: Fethedilen
memleketlerden elde edilen mallar)
|