Burada "
لاَ
إِلَهَ إِلاَّ
أَنتَ Lâ ilahe illâ ente -Senden başka ibadete layık
hiç bir ilah yoktur" diyen kimsenin asıl
amacı şudur:
Ulûhiyet sıfatının yalnızca Allah'a özgü / has kılınması.
Bu aynı zamanda, ulûhiyetin söz ve amel ile Allah'a ait olduğunu tasdik
(ikrar) etmeyi de
içerir.
Nitekim yukarıda da değindiğimiz gibi Arap müşrikleri Allah'ın herşeyin
Rabbi olduğunu kabul ediyorlar, ancak onunla beraber başka ilahlar ediniyorlar,
böylelikle "ulûhiyet" sıfatını yalnızca Allah'a ait kılmıyorlardı.
Çünkü ulûhiyeti yalnızca Allah'a ait kılma;
O'ndan başkasına ibâdet etmemeyi ve O'ndan başkasından hiçbir şey dilememeyi
gerekli kılar.
Şu âyette ifade edildiği gibi:
"Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım
dileriz." (Fatiha, 5)
İnsan, bazan yalnız Allah'tan dilemeyi ve O'na
tevekkül etmeyi amaç edinir. Ancak bu dilekte bulunduğu işler Allah'ın
sevmediği, belki de çirkin gördüğü ve yasakladığı işler olabilir. Bu durumda
olan kimse yalnız Allah'tan dileme ve yalnız O'na dayanma hususunda hâlis
niyetli olsa bile, O'na kullukta ve itaatta gerçek anlamda hâlis değildir.
Allah'ın ve Resûlü'nün emrine aykırı hareketlerde
bulunan mükaşefecilerin bozuk yönelimlerde bulunanların çoğunun durumu budur.
Nitekim onların çoğu, Allah'tan kendilerine yardımda bulunmasını isterler,
ancak, bu dilekleri, Allah'ın ve Resûlü'nün emrine uygun olmadığı için, dünyada
paylarına düşen nasipleri meydana gelir. Ancak sonları kötü olur.
Nitekim bu tür
durumlarla ilgili, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Denizde boğulma korkusu gibi bir sıkıntı dokunduğu
zaman O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat o sizi kurtarıp karaya
çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür. "
(İsrâ, 17/67)
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere
yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını açıp
kaldırınca sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi
hareket eder. İşte israfçılara, yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir."
(Yunus, 10/12)
Diğer bir grup insan ise;
Allah'a ve Resûl'e itaati
amaçlar fakat gerçek anlamda O'na dayanıp güvenmez ve O'ndan yardım istemez. Bu
sınıfa giren kimseler hüsnü niyetlerine ve itaatlerine karşılık sevap alırlar.
Ancak amaçlarında tek başlarına kalırlar. Çünkü yalnız Allah'tan yardım dileme
ve yalnızca Allah'a güvenip bağlanmayı gerektiği gibi realize edememiş,
gerçekleştirememişlerdir. Bu
durumdaki kimselerden bazıları zayıflık ve dirençsizlik belâsına düçâr olurken,
diğerleri ise ucûba (kendini beğenmeye) düşmekle cezalandırılırlar.
Şayet hayır
olarak elde etmek istediğini gerçekleştiremezse bu onun zayıflığından
kaynaklanır; bazen de korkaklığa, dirençsizliğe düşer. Şayet maksadı meydana
gelirse, kendisine ve gücüne bakar bunun sonucunda kendini beğenme ve kendinden
memnun olma (ucûb) hâsıl olur. Halinden memnun, amacının meydana geldiği
sanısına kapılırsa bir başına kalır. Şu âyette buyurulduğu gibi.
"Hani o gün çokluğunuz sizi böbürlendirmiş
(ucûba
düşürmüş, kendinizi beğendirmiş) ti. Fakat size hiçbir yararda sağlamamıştı.
Bütün genişliğine rağmen, yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozularak
arkanızı dönüp kaçmaya başlamıştınız."
"Sonra Allah, Resûlü'nün ve mü'minlerin
üzerine güven veren rahmetini -sekineyi- indirdi; sizin görmediğiniz askerler
indirdi ve kâfirleri azaba çarptırdı (bozguna uğrattı) işte kâfirlerin
cezası budur!"
"Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin
tevbesini kabul eder. Allah bağışlayan esirgeyendir."
(Tevbe, 9/25-27)
|