Şu soruya gelince: Gerçek kurtuluş, gerçek
özgürlüğün, yaratıklardan birşey ummayı tamamen kesmenin ardından gelmesinin
nedeni nedir. Kalbin onlarla tamamen ilişkisini kesip yalnızca Allah'a
bağlamanın gerekçesi nedir?
Bu soruya kısaca şöyle cevap verilebilir:
Bunun başlıca nedeni ulûhiyyet ve rubûbiyet
noktasında tevhidi (bu niteliklerin yalnızca Allah'a ait olduğu hususu)
gerçekleştirmektir.
" Rubûbiyetin tevhidi " Allah'tan başka
yaratıcının olmadığı, ondan bağımsız hiç kimsenin hiçbir işi yapamayacağı,
aksine onun dilediğinin olacağı, dilemediğinin olmayacağı gerçeğini idrâk etmek
ve kabul etmektir.
Nitekim Allah'ın dışındaki her varlık bir neden
belirlediği zaman ona yardımcı olacak ya da onu o işi gerçekleştirmekten
engelleyen bir ortak mutlaka gereklidir. Allah'ın dışındaki bir canlıdan
herhangi bir işi yapması istendiği zaman, ondan bağımsız olarak ve kendi başına
takdir edemeyeceği bir iş istenmiş olur.
Nitekim, kuldan kendi istemiyle gerçekleştireceği
bir işi yapması istense bile bu işi, Allah'ın kendisine yardımı olmadan
gerçekleştirmesi mümkün değildir; insan kesin iradesi ve tam kudretiyle bir işi
meydana getirmeye yönelse bile bu böyledir. Çünkü tam kudret (yapabilirlik) ve
kesin istem (irade) bulunsa bile dıştan bir takdir edenin mutlaka bulunması
gerekir.
Aslında yalnızca Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi, her
istediğini gerçekleştirebilmeyi gerektirir. Çünkü yalnızca Allah'ın dilediği
olur, dilemediği olmaz. O'nun dışında hiçbir varlığın tek başına iradesi bir
şeyin gerçekleşmesini gerekli kılmaz. Ancak olmasını istediği bir şey, dışarıdan
bir takdir edenin takdiriyle olur. Eğer Rab bu hususta ona yardım etmezse
kesinlikle yapmak istediğini gerçekleştiremez. Kısaca tek başına kulun iradesi
Allah'ın dilemesi olmadan hiçbir şeyi meydana getiremez.
Nitekim Cenâb-ı Hak konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
" Aranızdan müstakim olmak dileyenler için."
" Âlemlerin Rabb'i Allah dilemedikçe siz birşey
dileyemezsiniz."
(Tekvîr, 81/28-29)
" Dileyen Rabb'ine varan bir yol tutar."
" Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.
Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir."
" Dilediğini rahmetine sokar, zâlimlere de acı
bir azab vardır."
(İnsân, 76/28-31)
" Dileyen onu düşünür, öğüt alır."
" Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. O,
takva ve mağfiret ehlidir."
(Müddessîr, 74/55-56)
Yaratıktan bir şey uman, elde etmek istediğini kalbi
ile o yaratıktan diler.Oysa söz konusu yaratık bu konuda âcizdir. Ayrıca bu
davranış Allah'ın kesinlikle bağışlamayacağı şirktir.
Allah'ın kullarına olan ihsanı ve olağanüstü
nimeti onların kalbini tevhidden çevirecek, şirki talep etmekten onları
engellemesidir.
Ayrıca kul, ulûhiyyet sıfatını yalnızca Allah'a
özgü kılmayı başarması, halinde dünya ve âhiret saadetini elde etmiş olur.
Bu durumu gerçekleştiremeyenler hakkında Cenâb-ı Hak
şöyle buyurmaktadır:
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere
yatarken, otururken, yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını açıp
kaldırınca sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi
hareket eder. İşte müsriflere, yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir."
(Yunus, 10/12)
"Denizde size boğulma korkusuna benzer bir
sıkıntı dokunduğu zaman, O'nun dışında bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat O
sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine Allah'ı ; bırakıp tanımaktan yüz
çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür." (İsrâ,
17/67)
Böyle durumlarda insan için Allah'ın birliğine
delâlet
eden delil hâsıl olur.
Nitekim Cenâb-ı Hak müşriklerin de başlangıçta her
şeyin yaratıcısı olarak Allah'ı kabul ettiklerini, ama daha sonra ortak
koştuklarını, ortak koşmadan yalnızca O'na ibâdet etmediklerini bildirmektedir:
" De ki: "Biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar
kimindir?"
" Allah'ındır," diyecekler. O halde düşünüp ilk
kez yaratanın ikinci defa yine yaratabileceğini anlamıyor musunuz?" de.
" Yedigöğün Rabbi ve büyük
arş'ın Rabbi kimdir? " de.
" Allah'ındır." diyecekler. O halde O'nun
azabından korkmuyor musunuz?" de.
"Biliyorsanız söyleyin, her şeyin melekûtu mülkü
ve yönetimi elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollanmaya
muhtaç olmayan kimdir?" de.
" Herşeyin yönetimi Allah'a aittir," diyecekler.
" O halde nasıl büyüleniyorsunuz? " de.
(Mü'minûn, 23/84-89)
" Andolsun onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı,
güneşi ve ayı kim sizin yararınıza çalışmak için boyun eğdirdi? " desen:
" Allah", derler. O halde nasıl
döndürülüyorsunuz? "
(Ankebût, 29/61)
Kur'ân-ı Kerim'de bu konu ile alâkalı birçok âyet
vardır. Allah'ın kullarına sunduğu nimeti tamamlamasının bir diğer göstergesi,
onlara bazı zorluklar ve sıkıntılar indirerek onları kendi birliğine
sığındırması böylelikle;
- Dini yalnızca O'na özgü/has
kılarak ihlâsla sadece O'na duâ etmelerini,
- O'nun dışında hiç kimseden
hiçbir şey dilememeleri ve
- Kalplerini yalnızca O'na
bağlayıp, O'nun dışında hiç kimseye bağlamamalarını sağlamasıdır.
Böylelikle kullar yalnızca O'na yaslanıp/dayanıp
yalnızca O'na güvenme ve yönelme neticesini elde etmiş, imanın lezzetini ve
zevkini tatmışlardır.
Şirkten uzak kalma hususu ise; Allah'ın
insanlara lütfettiği hastalık, korku ya da kıtlığın giderilmesi, yahut geçim
darlığını giderip yerine bolluk meydana getirmesinden çok daha büyük bir
nimettir.Çünkü bu sayılanların hepsi kâfirlerin müslümanlardan daha fazlasını
elde ettikleri bedensel ve dünyevî nimetlerdir.
Dini yalnızca Allah'a has kılan ihlâslı tevhid
ehlinin elde ettiği dünyevî ve uhrevî nimetlere gelince; bunların
yüceliğini, sınırlarını sözle anlatmak, erdemlerini akılla belirlemek mümkün
değildir. Zira her mü'minin, imanı ölçüsünde bu olağanüstü nimetlerden nasibi
vardır. Bundan dolayı geçmiş düşünürlerden bazısı şöyle demiş:
"Ey insanoğlu, Efendinin kapısını ne kadar çok
çalarsan ihtiyacın o kadar erken ve o kadar bol karşılanır."
Aynı bağlamda bazı şeyhler de şöyle demişler.
"İsterim ki Allah'a ihtiyacım olsun da O'na duâ
edeyim; bu vesile ile bana O'nu bilme ve O'na yakarma lezzetini tadma
imkânlarını açsın; bununla beraber nefsimin bu duâ etme eyleminden yüzçevirmesi
korkusuyla karşılanmasını dilediğim ihtiyacımın erken verilmesini istemem. Çünkü
nefis haz almaktan başka bir amaç gütmez. Hazzı tadınca hemen ondan yüz
çevirir."
Yahudilere ait bazı kaynaklarda ise şöyle
denilmiştir:
"Ey insanoğlu! Belâ benimle senin aranı birleştirir.
Afiyet ve esenlikte olmak ise seninle nefsinin arasını birleştirir."
Bunun benzeri anlamlı (veciz) sözler hayli çoktur.
Mü'min kimsenin bunları açık ve gizli duyularla algılayabileceği, tadabileceği
kadar mevcuttur. Bu anlattıklarımız hakkında az ya da çok bilgisi deneyimi
bulunmayan hiçbir mü'min yoktur. Bunların hepsi tadılmadan bilinmeyen manevî
olgular ve manevî lezzetlerdir.
Burada kullanılan "zevk" kavramı, her ne
kadar bazıları onu aslında dil ile tatmaya özgü kılınan bir kavram sanıyorsa da
kitab ve sünnette kullanılışı, insanın ruhsal yapısına uygun veya ters düşen
şeyi duyumsatma hususunda kullanılan bir kavramdan daha genel anlam içerdiğine
işaret etmektedir,
"ihsas" kavramında olduğu gibi.
Bu kavram da diğeri gibi normalde beş duyu organı
ile duyumsanan hususlarda kullanılışından daha kapsamlı bir anlam alanına
sahiptir. İşin bir de bâtın (içsel) yönü vardır.
Sözlükte bu kelimenin aslı "ru'yet"
(görmek)tir. Şu âyette kullanıldığı gibi:
" Şimdi onlardan hiçbirini görüyor musun? "
(Meryem, 19/98)
Öte yandan "zevk" kavramı da Kur'ân-ı
Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:
" Bunun üzerine Allah o kente açlık ve korku
elbisesini giyme acısını taddırdı."
(Nahl, 16/112)
Görüldüğü gibi âyette korku ve açlık tadılan olgular
olarak ifade edilmiştir. Ve o kente elbise nisbet edilerek, açlığın ve korkunun
giyilmesi anlatımıyla, elbise, onu giyen kişiyi kuşattığı gibi açlığın ve
korkunun da o kenti öylece kuşattığı anlatılmıştır.
Halbuki
"acı duyma" olgusu bunun tersinedir. Çünkü acı insanın bütün algılama
alanlarını kuşatmayı yalnızca bazı yerlere özgü kalır. Şu âyetler buna örnektir.
" Siz, acı azabı tadacaksınız."
(Saffât, 38)
" Tat, çünkü sen kendince üstündün, şerefliydin."
(Duhân, 44/49)
" O gün yüzükoyun ateşe sürüklenecekler
"cehennemin dokunuşunu tadın."diye." (Kamer, 54/48)
" Orada ölümü tadmazlar."
(Duhân, 44/57)
" Orada ne bir serinlik, ne içilecek bir şey
tadmazlar."
" Yalnızca kaynar su ve
irin." (Nebe, 78/24-25)
"Belki
dönüp yola gelirler diye, mutlaka onlara o büyük azabdan ayrı olarak, yakın
azabı da tattıracağız."
(Secde, 32/21)
Öte yandan aynı kavramla alâkalı olarak Resûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın Rablığına, İslâm'ın din
olmasına ve Muhammed'in Nebîliğine razı olup kabul eden kimse imanın lezzetini
tatmıştır."
Bunun dışında "zevk" kavramının insan
psikolojisine uygun ve ters düşen konularda kullanıldığı da bir hayli çoktur. Şu
hadiste olduğu gibi.
"Şu üç özellik kendisinde bulunan
kimse imanın lezzetini yüreğinde bulur."
Bu hadise önceki sayfalarda değinilmişti.
Mü'min bir kimsenin imanın lezzetini yüreğinde
bulması ve imanın lezzetini tatması gibi deyimleri, bu vecd halini elde eden
kimseler ancak anlayabilir.
Bu zevki tadan kimseler birbirleri arasında farklı
derecelerdedirler.
Bu zevki
"iman ehli" olan kimseler;
- Ancak kalplerini tevhidi bir tecdidden geçirip
Allah'ı birlediklerinde,
- Şirkten arınmış ve ihlâs ile dini yalnız O'na özgü
kılarak başkasına değil sırf ona yöneldiklerinde,
- Bir şeyi ancak O'nun için sevdiklerinde,
- Yalnız O'na güvenip O'na bağlandıklarında;
- Yalnız O'nun için dost olup O'nun için düşman
olduklarında,
- Başkasından değil sadece O'ndan dilediklerinde,
- O'nun dışında hiç kimseden bir şey ummayıp
yalnızca O'ndan umduklarında,
- Sadece ve sadece O'ndan korktuklarında elde
ederler.
Bütün bunların yanı sıra bu kimselerin yapması
gereken diğer görevler de vardır. Şöyle ki:
- Yalnızca O'na ibâdet eder yalnızca O'ndan yardım
dilerler.
- Halk arasında Hak ile olurlar;
- Halkın yanında tutku ve dizginlenemeyen arzularına
yenik düşmezler;
- Allah'ın iradesinde kendi iradelerini ifna (yok)
ederler;
- O'nun sevgisinde erirler.
- O'nun korkusu karşısında başka korkuları yok eder,
O'ndan ummanın karşısında başkasından umma duygusunu izâle ederler;
- O'na duâ etmenin yanı sıra bir başkasına duâ
etmezler...
Bütün bu olgular, ancak nasibi olan kimselerce
denenir, tadılır ve öylece anlaşılır. Herkes nasibi ölçüsünde bunları anlar.
Mü'min olupta gücü nisbetinde
bu olgulardan pay almayan hiç bir kimse yoktur.
İşte Allah'ın kendisi ile
Resuller gönderdiği adına kitaplar indirdiği -ki Kur'an bunların zirvesidir-
İslam'ın hakikatı budur.
En iyisini ve en doğrusunu
bilen şanı yüce Allah'tır.
|