بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Umumi tevbe

 

Bütün bu hakikatler açıklığa kavuştuktan sonra denilebilir ki;

Kim umumî (kayıtsız şartsız tüm günahlarını kastederek) olarak tevbe ederse, bu tevbe o kimsenin bütün günahlarının bağışlanmasını gerektirir.

Günahlarını açıkça belirtmezse ancak bu belirsizlik söz konusu umumî tevbe ile çelişirse, bu durumda tevbeyi belirli kılmak gerekir. Bu, şunun gibidir:

Bazı günahlar vardır ki, tevbe eden kimse bu günahı tevbesinde belirtmezse, o günahı işleme istenci (iradesi) güçlü olduğu ya da o yaptığının çirkin bir eylem değil, güzel bir eylem olduğuna inandığı için, o günahtan tevbe etmiş olmaz. Şayet o günahı belirttiği halde ondan tevbe etmezse, bu belirleme tevbe kapsamına girmez. Ama tevbe sırasında günahı olduğu gibi belirtip dile getirirse, o günahtan tevbe etmiş olur. Çünkü umumî olarak yapılan tevbe o günahı da kapsamış olur böylelikle.

" Mutlak tevbe" kavramına gelince:

Yani kayıt ve şarta bağlamadan yapılan tevbe türü, kısaca yapılan bir tevbe türüdür. Bütün günahlardan tevbeyi içermez.

Mutlak ifade biçiminde olduğu gibi bu tevbe türü, bütün günah türlerinin bu tevbe kapsamına girmesini gerekli kılmadığı gibi, o günahların o kapsama girmesini de engellemez. Ne ki böyle bir tevbe, bütün günahların bağışlanmasına neden olacağı gibi belirli günahların bağışlanmasına da neden olabilir. Her iki durumun vukuu da mümkündür. Umumî tevbe bunun tersinedir. Çünkü umumî tevbe (günahların tümüne birden tevbe etmek) bütün günahların affedilmesini gerekli kılar.

Gerçi insanların çoğu, tevbe sırasında çirkinlikle nitelenen günahlardan bir kısmını ya da dil ve el ile yapılan haksızlıklardan bazısını belirtir. İmanın bölümlerinden ve hakikatlerin açıktan ve gizliden yerine getirmesi emredilen fiillerden bazısını terketmesi insana, bazı çirkin eylemleri işlemekten daha büyük zarar verir. Çünkü, kulun gerçek mü'min olmasını sağlayan iman hakikatlerinden Allah'ın emrettiği fiiller bazı görünür günahları terketmekten daha yararlı olur. Allah'ı ve Resûlü'nü sevmek gibi. Bu, fiilen yapılan iyiliklerin hepsinden daha büyük değerdedir.

Nitekim Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında içki içen bir adam, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın huzuruna getirildiğinde, içki içmesi nedeniyle Resûlullah ona had uyguladı; gerektiği kadar sopa attırdı. Bu suçu birkaç kez işleyince o kimseyi yine Resûlullah'ın huzuruna getirdiler. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da yine dövülmesini buyurdu. Bu sırada adamın birisi suçluya lanet etti. Bunu duyan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

" Ona lanet etme, çünkü o, Allah ve Resulünü sever."  (Buhari Kitâb'ül-Hudûd, c. VIII, s. 14)        

Görüldüğü gibi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) söz konusu kimse içki içmeye devam etmesine rağmen ve içki konusunda on sınıf insanı lanetlediği halde, Allah'ı ve Resûlü'nü sevdiği için ona lanet edilmesini yasaklamıştır. Halbuki şu hadisinde on sınıf insana içki nedeniyle lanet etmiştir.

" İçkiye, onu sıkana, sıktırana, içene, içenlere hizmet edene, taşıyana, kendisine taşınana, satana, satın alana ve ondan kazanılan parayı yiyene lanet olsun." (Ebû Dâvud, c. IV, s. 81-82; H. No 3674; İbn Mâce, c. II, s. 1121; H. No 3380; El-Hâkim, el-Müstedrek, c. II, s. 32)

Burada lanet kavramı mutlak (kayıtsız) kullanılmıştır. Kendisine lanet edilmesinden korktuğu için bu lanetin edilmesine mâni olan engelin yerine konulacak belirli bir laneti gerekli kılmaz.

"Genel anlamda tekfir" ve "genel anlamda tehdit" etme olayı da bunun gibidir.

Bu nedenle kitab ve sünnette yer alan mutlak mânâda tehdit konusunda engellerin tamamen ortadan kalkıp şartların sabit olması şart kılınmıştır.

Bu nedenle bütün müslüman âlimlerin ittifakıyla günahlardan tevbe eden kimse o tehdite dahil değildir; bunun gibi kötülüklerini silen iyilikleri olan kimse, kendisine şefaat edilen ve Allah tarafından bağışlanan kimse de bu mutlak tehdite muhatap değildir.

Çünkü tevbe:

Kötülükleri silen iyilikler, keffâret yerine geçecek belâlar nedeniyle,cezası cehenneme düşmek olan günahlar ortadan kalkar. (Bunların hepsi dünyevî cezalardır)

Aynı şey berzah âleminde yaşanacak şiddetli hayatta, kıyamette arasat meydanında meydana gelir.

Aynı şekilde mü'min kimsenin duâsıyla da günahları yüzünden çarptırılacağı ceza ortadan kalkar:

Resûlullah'a salat ve selâm getirme, şefaat edenin kendi yolunda gidene şefaat etmesi, şefaatçıların efendisinin bizzat şefaat etmesi ile gerçekleştirilir bu durum.

Bu durumda, hangi günahtan tevbe edilirse, o günahın gerekli kıldığı ilâhî ceza da ortadan kalkar. Kişi tevbe etmediği sürece, tevbe edilmeyen günahlar için konulan hüküm o kimse için uygulanır. Günah yüzünden bir zorluk meydana geldiği zaman, o günahı işleyen kimse, bir kısmından tevbe etmesi halinde, tevbe ettiği ölçüde o zorluk hafifletilir. Kendisinden tevbe edilmeyen günah ve umumî tevbe eden kimsenin durumu bunun tersinedir.

Kaldı ki insanlar çoğu durumlarda, çok muhtaç olmalarına rağmen umumî (tüm günahlarına) tevbe etmezler. Halbuki her durumda kulun tevbe etmesi vâcibtir. Çünkü o, yapılması Allah tarafından emredilen bir işi terketme ya da sakıncalı bir işi yapma konusunda sınırlan aşarak sürekli yanlış içine düşer. Bu yüzden kulun her zaman tevbe etmesi gerekir.

En doğrusunu Allah bilir.

 

Şu soruya gelince: Gerçek kurtuluş, gerçek özgürlüğün, yaratıklardan birşey ummayı tamamen kesmenin ardından gelmesinin nedeni nedir. Kalbin onlarla tamamen ilişkisini kesip yalnızca Allah'a bağlamanın gerekçesi nedir?

Bu soruya kısaca şöyle cevap verilebilir:

Bunun başlıca nedeni ulûhiyyet ve rubûbiyet noktasında tevhidi (bu niteliklerin yalnızca Allah'a ait olduğu hususu) gerçekleştirmektir.

" Rubûbiyetin tevhidi " Allah'tan başka yaratıcının olmadığı, ondan bağımsız hiç kimsenin hiçbir işi yapamayacağı, aksine onun dilediğinin olacağı, dilemediğinin olmayacağı gerçeğini idrâk etmek ve kabul etmektir.

Nitekim Allah'ın dışındaki her varlık bir neden belirlediği zaman ona yardımcı olacak ya da onu o işi gerçekleştirmekten engelleyen bir ortak mutlaka gereklidir. Allah'ın dışındaki bir canlıdan herhangi bir işi yapması istendiği zaman, ondan bağımsız olarak ve kendi başına takdir edemeyeceği bir iş istenmiş olur.

Nitekim, kuldan kendi istemiyle gerçekleştireceği bir işi yapması istense bile bu işi, Allah'ın kendisine yardımı olmadan gerçekleştirmesi mümkün değildir; insan kesin iradesi ve tam kudretiyle bir işi meydana getirmeye yönelse bile bu böyledir. Çünkü tam kudret (yapabilirlik) ve kesin istem (irade) bulunsa bile dıştan bir takdir edenin mutlaka bulunması gerekir.

Aslında yalnızca Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi, her istediğini gerçekleştirebilmeyi gerektirir. Çünkü yalnızca Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. O'nun dışında hiçbir varlığın tek başına iradesi bir şeyin gerçekleşmesini gerekli kılmaz. Ancak olmasını istediği bir şey, dışarıdan bir takdir edenin takdiriyle olur. Eğer Rab bu hususta ona yardım etmezse kesinlikle yapmak istediğini gerçekleştiremez. Kısaca tek başına kulun iradesi Allah'ın dilemesi olmadan hiçbir şeyi meydana getiremez.

Nitekim Cenâb-ı Hak konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

" Aranızdan müstakim olmak dileyenler için."

" Âlemlerin Rabb'i Allah dilemedikçe siz birşey dileyemezsiniz." (Tekvîr, 81/28-29)

" Dileyen Rabb'ine varan bir yol tutar."

" Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir."

" Dilediğini rahmetine sokar, zâlimlere de acı bir azab vardır." (İnsân, 76/28-31)

" Dileyen onu düşünür, öğüt alır."

" Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. O, takva ve mağfiret ehlidir." (Müddessîr, 74/55-56)

Yaratıktan bir şey uman, elde etmek istediğini kalbi ile o yaratıktan diler.Oysa söz konusu yaratık bu konuda âcizdir. Ayrıca bu davranış Allah'ın kesinlikle bağışlamayacağı şirktir.

Allah'ın kullarına olan ihsanı ve olağanüstü nimeti onların kalbini tevhidden çevirecek, şirki talep etmekten onları engellemesidir.

Ayrıca kul, ulûhiyyet sıfatını yalnızca Allah'a özgü kılmayı başarması, halinde dünya ve âhiret saadetini elde etmiş olur.

Bu durumu gerçekleştiremeyenler hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, otururken, yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını açıp kaldırınca sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte müsriflere, yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir." (Yunus, 10/12)

"Denizde size boğulma korkusuna benzer bir sıkıntı dokunduğu zaman, O'nun dışında bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine Allah'ı ; bırakıp tanımaktan yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür." (İsrâ, 17/67)

Böyle durumlarda insan için Allah'ın birliğine delâlet eden delil hâsıl olur.

Nitekim Cenâb-ı Hak müşriklerin de başlangıçta her şeyin yaratıcısı olarak Allah'ı kabul ettiklerini, ama daha sonra ortak koştuklarını, ortak koşmadan yalnızca O'na ibâdet etmediklerini bildirmektedir:

" De ki: "Biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir?"

" Allah'ındır," diyecekler. O halde düşünüp ilk kez yaratanın ikinci defa yine yaratabileceğini anlamıyor musunuz?" de.

" Yedigöğün Rabbi ve büyük arş'ın Rabbi kimdir? " de.

" Allah'ındır." diyecekler. O halde O'nun azabından korkmuyor musunuz?" de.

"Biliyorsanız söyleyin, her şeyin melekûtu mülkü ve yönetimi elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollanmaya muhtaç olmayan kimdir?" de.

" Herşeyin yönetimi Allah'a aittir," diyecekler.

" O halde nasıl büyüleniyorsunuz? " de. (Mü'minûn, 23/84-89)

" Andolsun onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim sizin yararınıza çalışmak için boyun eğdirdi? " desen:

" Allah", derler. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? " (Ankebût, 29/61)

Kur'ân-ı Kerim'de bu konu ile alâkalı birçok âyet vardır. Allah'ın kullarına sunduğu nimeti tamamlamasının bir diğer göstergesi, onlara bazı zorluklar ve sıkıntılar indirerek onları kendi birliğine sığındırması böylelikle;

- Dini yalnızca O'na özgü/has kılarak ihlâsla sadece O'na duâ etmelerini,

- O'nun dışında hiç kimseden hiçbir şey dilememeleri ve

- Kalplerini yalnızca O'na bağlayıp, O'nun dışında hiç kimseye bağlamamalarını sağlamasıdır.

Böylelikle kullar yalnızca O'na yaslanıp/dayanıp yalnızca O'na güvenme ve yönelme neticesini elde etmiş, imanın lezzetini ve zevkini tatmışlardır.

Şirkten uzak kalma hususu ise; Allah'ın insanlara lütfettiği hastalık, korku ya da kıtlığın giderilmesi, yahut geçim darlığını giderip yerine bolluk meydana getirmesinden çok daha büyük bir nimettir.Çünkü bu sayılanların hepsi kâfirlerin müslümanlardan daha fazlasını elde ettikleri bedensel ve dünyevî nimetlerdir.

Dini yalnızca Allah'a has kılan ihlâslı tevhid ehlinin elde ettiği dünyevî ve uhrevî nimetlere gelince; bunların yüceliğini, sınırlarını sözle anlatmak, erdemlerini akılla belirlemek mümkün değildir. Zira her mü'minin, imanı ölçüsünde bu olağanüstü nimetlerden nasibi vardır. Bundan dolayı geçmiş düşünürlerden bazısı şöyle demiş:

"Ey insanoğlu, Efendinin kapısını ne kadar çok çalarsan ihtiyacın o kadar erken ve o kadar bol karşılanır."

Aynı bağlamda bazı şeyhler de şöyle demişler.

"İsterim ki Allah'a ihtiyacım olsun da O'na duâ edeyim; bu vesile ile bana O'nu bilme ve O'na yakarma lezzetini tadma imkânlarını açsın; bununla beraber nefsimin bu duâ etme eyleminden yüzçevirmesi korkusuyla karşılanmasını dilediğim ihtiyacımın erken verilmesini istemem. Çünkü nefis haz almaktan başka bir amaç gütmez. Hazzı tadınca hemen ondan yüz çevirir."

Yahudilere ait bazı kaynaklarda ise şöyle denilmiştir:

"Ey insanoğlu! Belâ benimle senin aranı birleştirir. Afiyet ve esenlikte olmak ise seninle nefsinin arasını birleştirir."

Bunun benzeri anlamlı (veciz) sözler hayli çoktur. Mü'min kimsenin bunları açık ve gizli duyularla algılayabileceği, tadabileceği kadar mevcuttur. Bu anlattıklarımız hakkında az ya da çok bilgisi deneyimi bulunmayan hiçbir mü'min yoktur. Bunların hepsi tadılmadan bilinmeyen manevî olgular ve manevî lezzetlerdir.

Burada kullanılan "zevk" kavramı, her ne kadar bazıları onu aslında dil ile tatmaya özgü kılınan bir kavram sanıyorsa da kitab ve sünnette kullanılışı, insanın ruhsal yapısına uygun veya ters düşen şeyi duyumsatma hususunda kullanılan bir kavramdan daha genel anlam içerdiğine işaret etmektedir, "ihsas" kavramında olduğu gibi.

Bu kavram da diğeri gibi normalde beş duyu organı ile duyumsanan hususlarda kullanılışından daha kapsamlı bir anlam alanına sahiptir. İşin bir de bâtın (içsel) yönü vardır.

Sözlükte bu kelimenin aslı "ru'yet" (görmek)tir. Şu âyette kullanıldığı gibi:

" Şimdi onlardan hiçbirini görüyor musun? " (Meryem, 19/98)

Öte yandan "zevk" kavramı da Kur'ân-ı Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:

" Bunun üzerine Allah o kente açlık ve korku elbisesini giyme acısını taddırdı." (Nahl, 16/112)

Görüldüğü gibi âyette korku ve açlık tadılan olgular olarak ifade edilmiştir. Ve o kente elbise nisbet edilerek, açlığın ve korkunun giyilmesi anlatımıyla, elbise, onu giyen kişiyi kuşattığı gibi açlığın ve korkunun da o kenti öylece kuşattığı anlatılmıştır.

Halbuki "acı duyma" olgusu bunun tersinedir. Çünkü acı insanın bütün algılama alanlarını kuşatmayı yalnızca bazı yerlere özgü kalır. Şu âyetler buna örnektir.

" Siz, acı azabı tadacaksınız." (Saffât, 38)

" Tat, çünkü sen kendince üstündün, şerefliydin." (Duhân, 44/49)

" O gün yüzükoyun ateşe sürüklenecekler "cehennemin dokunuşunu tadın."diye." (Kamer, 54/48)

" Orada ölümü tadmazlar." (Duhân, 44/57)

" Orada ne bir serinlik, ne içilecek bir şey tadmazlar."

" Yalnızca kaynar su ve irin." (Nebe, 78/24-25)

"Belki dönüp yola gelirler diye, mutlaka onlara o büyük azabdan ayrı olarak, yakın azabı da tattıracağız." (Secde, 32/21)

Öte yandan aynı kavramla alâkalı olarak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın Rablığına, İslâm'ın din olmasına ve Muhammed'in Nebîliğine razı olup kabul eden kimse imanın lezzetini tatmıştır."

Bunun dışında "zevk" kavramının insan psikolojisine uygun ve ters düşen konularda kullanıldığı da bir hayli çoktur. Şu hadiste olduğu gibi.

"Şu üç özellik kendisinde bulunan kimse imanın lezzetini yüreğinde bulur."

Bu hadise önceki sayfalarda değinilmişti.

Mü'min bir kimsenin imanın lezzetini yüreğinde bulması ve imanın lezzetini tatması gibi deyimleri, bu vecd halini elde eden kimseler ancak anlayabilir.

Bu zevki tadan kimseler birbirleri arasında farklı derecelerdedirler.

Bu zevki "iman ehli" olan kimseler;

- Ancak kalplerini tevhidi bir tecdidden geçirip Allah'ı birlediklerinde,

- Şirkten arınmış ve ihlâs ile dini yalnız O'na özgü kılarak başkasına değil sırf ona yöneldiklerinde,

- Bir şeyi ancak O'nun için sevdiklerinde,

- Yalnız O'na güvenip O'na bağlandıklarında;

- Yalnız O'nun için dost olup O'nun için düşman olduklarında,

- Başkasından değil sadece O'ndan dilediklerinde,

- O'nun dışında hiç kimseden bir şey ummayıp yalnızca O'ndan umduklarında,

- Sadece ve sadece O'ndan korktuklarında elde ederler.

Bütün bunların yanı sıra bu kimselerin yapması gereken diğer görevler de vardır. Şöyle ki:

- Yalnızca O'na ibâdet eder yalnızca O'ndan yardım dilerler.

- Halk arasında Hak ile olurlar;

- Halkın yanında tutku ve dizginlenemeyen arzularına yenik düşmezler;

- Allah'ın iradesinde kendi iradelerini ifna (yok) ederler;

- O'nun sevgisinde erirler.

- O'nun korkusu karşısında başka korkuları yok eder, O'ndan ummanın karşısında başkasından umma duygusunu izâle ederler;

- O'na duâ etmenin yanı sıra bir başkasına duâ etmezler...

Bütün bu olgular, ancak nasibi olan kimselerce denenir, tadılır ve öylece anlaşılır. Herkes nasibi ölçüsünde bunları anlar.

Mü'min olupta gücü nisbetinde bu olgulardan pay almayan hiç bir kimse yoktur.

İşte Allah'ın kendisi ile Resuller gönderdiği adına kitaplar indirdiği -ki Kur'an bunların zirvesidir- İslam'ın hakikatı budur.

En iyisini ve en doğrusunu bilen şanı yüce Allah'tır.

 

İÇİNDEKİLER

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM