Râfizi'nin
“Ehl-i Sünnet Allah (c.c.)'ın adalet ve hikmetine inanmadılar” sözü, Ehli- Sünnetten nakledilen bâtıl bir iddia olduğu iki yönden, anlaşılmaktadır.
Birincisi, Nazariyecilerin bir çoğu Nassı
inkâr etmelerine rağmen Allah (c.c.)'ın adaletli ve işlerinin bir hikmete mebnî olduğuna inanmalarıdır.
İkincisi,
Bütün Ehl-i Sünnet arasında “Allah
hikmetli iş yapmaz, kötü iş de işler” diyen yoktur. Müslümanlar arasında
böyle bir iddiada bulunanın cezası ancak ölümdür.
Haddi zatında kader meselesinin temelinde ihtilaf
vardır. Mutezilenin kabul ettiği görüşler üzerinde imamiyyenin son imamları,
sahabe tabiîn ve Ehl-i beytin bir çokları ihtilaf
etmemişler, Allah (c.c.)'ın adaleti ve hikmetinin tefsirinde ve tenzih edilmesi
gereken zulüm konusunda münakaşa etmişlerdir. Allah (c.c.)'ın fiil ve hükümleri
konusunda bazıları şöyle derler:
Allah
(c.c.)
zulmetmez. Zâtı için
zulüm, zıd iki şeyin bir araya gelmesi gibi muhaldir. Olması mümkün olan bir
şeyin yapılması zulüm değildir. Bunlara göre Allah (c.c.) itaat edenleri
cezalandırır, âsileri de mükafatlandırırsa bu zulüm
değildir. Çünkü zulüm bir kimsenin sahip olmadığı şeyde tasarruf etmesidir. Halbuki her şey Allah (c.c.)'ındır. Yukarıdaki görüşler kadere
inanan bir çok kelamcılar ile bir kısım fakihlerindir.
Bazıları da şöyle diyor:
Allah (c.c.)'ın zulmetmesi mümkündür. Fakat âdil olduğu için
zulmetmez. Adaleti ile zatını övmüştür.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki Allah, insanlara hiç bir
şekilde
zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 10/44)
Şüphesiz ki övgü yapılabilen bir kötülüğün ve fakat
yapılmayıp terkedilmesine karşı yapılır Bunlar:
“Her kim de mü'min olarak salih
ameller işlerse artık o, ne bir zulümden korkar ne çiğnenmeden
(Hakkının zayi olmasından)”.
(Tâha, 20/112),
“...Kullar arasında adaletle hüküm
verilmektedir, hem onlara asla zulmedilmez.”
(Zümer, 39/69)
“Benim katımda söz değiştirilmez ve
ben bunlara zulmeden değilim.”
(Kaf, 50/29)
Âyetlerini delil getirerek Allah (c.c.)'ın olması
mümkün olmayan değil, mümkün olan bir işten dolayı zatını övdüğünü söylüyorlar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) den bir rivayetle Cenâb-ı
Allah bir
Hadisi Kudsîde de şöyle buyuruyor:
“Ey kullarım ben zulmü
zâtıma haram kıldım.”
(Müslîm Birr: 55)
Allah
(c.c.)
zulmü zâtına haram
kılarken rahmeti de vacip kılmıştır.
“...O, kendi üstüne rahmeti yazdı...” (En'am,
6/12) buyuruyor.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurur:
“Allah mahlûkâtı yarattıktan sonra, yanında ve arşın üstünde
bulunan bir kitapta şöyle yazdı: “Muhakkak rahmetim, gazabımı kuşatmıştır.” (Buhari Tevhid: 15, 22,
28, 55, Bedu'l-Hak: 1, Müslim, Tevbe: 14/6, Ahmed: 2/242, 258, 260)
Dolayısıyla Allah
(c.c.), nefsine vacip veya haram kıldığı
şeyi yapar. Yapmıyacağı bir şeyi de kendisine ne vacip ne de haram kılar. Bu
görüş de ehl-i sünetin cumhuru ile kaderi isbat eden hadis, fıkıh, kelam ve
tasavvuf ehlinin görüşüdür. Bunların görüşlerinden de anlaşıldığı gibi Allah
(c.c.)'ın
adalet ve ihsanını kabul edenler tâ kendileridir. Kaderiyeciler gibi; Kebire işleyenin imanı gitmiştir,
demezler. Aslında bu, Allah (c.c.)'ın kendisinden tenzih ettiği zulmü O'na isnad eden
kaderiyenin görüşüdür.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Kim de zerre miktarı bir kötülük
işlerse onun cezasını görecektir.”
(Zilzâl, 99/8)
Kim ki: “Allah (c.c.)'ın hidayeti kâfire değil yalnız mü'mine tahsis etmesi zulümdür.” diye inanırsa bu itikad iki açıdan
yanlıştır.
Birincisi; bu bir tercihtir. Çünkü Allah şöyle
buyurur :
“Eğer
(imanınızda)
sâdık kimseler iseniz
sizi
imana hidayet
ettiği için
Allah sizi (kendisine)
minnetkar kılar."
(Hucurat: 49/17),
“Peygamberleri onlara dediler ki: Evet,
biz de sizin gibi ancak bir insanız; fakat Allah, Peygamberlik nimetini
kullarından dilediği kimseye ihsan eder. Allah'ın izni olmadıkça da (isteğiniz üzere) size bir mucize
getirecek değiliz. Ve mü'minler ancak Allah'a tevekkül etmelidirler.” (İbrahim: 11)
İkincisi;
Allah (c.c.) cezayı ancak mustahakkına (hak edene) verir. Hiçbir
zaman iyi adamı cezalandırmaz. Onun için O'ndan gelen bir nimet O'nun
iyiliğinden; gelen her belâ da adaletinin tecellisindendir, denilir. Yine bunun
içindir ki Allah (c.c.) insanları günahlarıyla cezalandıracağını, onlara verdiği
nimetlerin kendisinden bir iyilik olduğunu haber veriyor.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurur:
“Kimin başına bir
iyilik gelirse Allah'a hamd etsin, kim de bir kötülüğe duçar olursa nefsinden
başkasını kınamasın.”
(Buhari)
Allah c.c. şöyle buyurur:
“Sana gelen her iyilik Allah'ın lütfudur.”
(Nisa: 4/79)
Yani kavuştuğun iyilikler, zaferler, rızıklar;
bunlar, Allahın sana bahşettiği nimetlerdir. Sevmediğin şeylerin başına gelmesi
de işlediğin günahların neticesidir. Burada söz konusu olan iyilik ve
kötülükler, nimetler ve belâlardır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“... Onları hem nimetle, hem de
musibetle imtihan ettik ki, gerçeğe dönsünler.”
(A'raf:
7/168),
“Sana bir iyilik (ganimet ve zafer)
gelirse fenalarını gider...” (Tevbe: 9/50),
“Size bir iyilik dokunursa onları
üzer ve kederlendirir. Başınıza bir felaket gelirse, onunla ferahlanır ve
sevinç duyarlar...”
(Âl-i İmran:
3/120)
Müslümanlar Allah (c.c.)'ın hikmet sahibi olduğu konusunda
ittifak etmişlerdir. Bir kısmı bunun manası Allah (c.c.)'ın kullarının neyi ve ne
şekilde yapacaklarını bilmesi ve istediği istikamette yapılmasını istemesidir,
diyorlar. Ehli Sünnetin Cumhuruna göre bunun mânâsı,
Allah (c.c.)'ın yarattıkları şeyleri bir hikmete mebnî (dayalı) olarak yaratmış olmasıdır.
Çünkü Hikmet, mutlak dilemekten ibaret değildir. Böyle olsaydı dileyebilen
herkesin Hakim olması gerekirdi. Bilindiği gibi irade
iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Hikmet ise Allah (c.c.)'ın yaratmasındaki
neticenin medhe medar olmasıdır.Tabiî ki, bu meselenin
imametle hiçbir ilgisi yoktur.
Ehli sünnetin cumhuru Allah (c.c.)'ın işlerinin hikmetli ve bir
sebebe mebnî (binaen) olduğuna inanırlar. Ehli
sünnetten bunu kabul etmeyenler ise iki delil ile davalarını ispat
etmeye çalışırlar.
Birincisi: İllet kabul edilirse bu durum
teselsülü (peşpeşelik) gerektirir. Çünkü Allah (c.c.) işi bir sebebe binaen
yaptığını farzedersek, o sebep de hadis olup bir başka sebebe muhtaç olur. Eğer
her hadis için illet kabul edilecekse, hadis olan Allah (c.c.)'ın işleri için illete
gerek yoktur.
İkincisi: Kim ki, bir sebebe binaen bir iş
yaparsa o sebebe muhtaç olur. Çünkü sebebin varlığı yokluğundan daha iyi
olmasaydı sebep olmazdı. Başkalarıyla tamamlanan ise bizâtihî
noksandır. Bu da Allah
(c.c.)
için câiz değildir.
İlletin gerekli olduğunu iddia edenler de kendi
aralarında ihtilaf ediyorlar.Onlar şöyle diyorlar:
Allah
(c.c.)
sever ve rıza gösterir. Bu umûmî olan mutlak
dilemekten daha hastır.
Mutezile ve Eş'ârilerin çoğu ise: Sevgi rıza ve irade
aynı mânâya gelir diyorlar.
Ehli sünnetin Cumhuru da şöyle diyorlar: Allah (c.c.) küfrü sevmediği gibi ona
rıza da göstermez. Ancak diğer yaratılmışların bir hikmete mebni olarak Allah
(c.c.)'ın iradesi çerçevesinde olduğu gibi küfür de O'nun yaratmasıyla olur.
Allah (c.c.)'ın hoşuna gitmese de küfür hikmetten hali değildir. Aksine yarattıkları
şeylerde Allah
(c.c.) için bizce bilinmeyen bir çok hikmetler
mevcuttur.
“Allah (c.c.)'ın yarattığı her işte sebep olursa teselsül
meydana gelir” diyenlere de Ehli sünnetin Cumhuru iki
cevap veriyor.
Birincisi:
Bu teselsül geçmişte değil
istikbalde, yapılacak işlerde oluyor. Binaenaleyh Allah (c.c.) bir işi
yarattıktan sonra o işin hikmeti anlaşılmış olur. Bu hikmetten başka hikmet
aranırsa istikbalde teselsül meydana gelir ki, bu da Cumhura göre caizdir.
Çünkü cennetin nimeti ve cehennemin azabı içlerinde cereyan eden yeni yeni
hâdiseler olmasına rağmen devamlıdır. Fakat Cehm b. Safvan bunu inkar ederek, cennet ve cehennemin ebedi olmadıklarını ileri
sürüyor.
Aynı ekolden olan Ebul Huzeyl el-Allâf'da
cennet ve cehennem ehlinin hareketleri kesilerek durgun bir halde yaşarlar.
Onlara göre mazideki hadiselerde de teselsül mümkün değildir.
Bu hususta da müslümanların iki görüşü vardır.
Bazıları, Ondan başka her şey sonradan olmakla beraber Allah (c.c.), istediği zaman
konuşur ve yaratır. Alemde Ondan başka ezeli bir şey
yoktur. Filozofların dediği gibi, felekler de ezelî değildir. Hem de
Filozoflara göre Allah (c.c.) feleklerin varlığı için tam bir illettir. Bu ise
tamamen sapıklıktır.
(Cehm b. Safvan Rasib oğullarındandır.
Rasib oğulları da Hazrec kabilesindendirler. Küfede büyümüştür. Çok güzel
konuşan ve ilimde rakibi olmayan bir âlim idi. Küfede zındıklarla işbirliği
yaptı. Allah (c.c.)'ın, sıfatlarını inkâr edecek kadar onu sapıttırdılar. Cehm b.
Safvan, insanın işlerinde mecbur olup bu işleri icra etmede hiç bir gücü
olmadığını iddia etti. Daha sonra Irak'tan Horasana gidip Haris b. Sureycin
yanında Nasr b. Seyar'a karşı mücadele ederek bu sapık fikirlerini etrafa
yaymıştır.
İbn-i ebi Hatim, Salih b. Ahmed b.
Hanbel'den rivayet ettiğine göre, Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:
“Hişam b. Abdülmelik'in divanında
okuduğuma göre, Hişam Nasr b. Seyar'a yazdığı mektupta O'na şöyle diyor: Senin
civarında dehrîlerden Cehm isminde bir adam parlamıştır. Gücün yeterse Onu
öldür.”
Hadisin taraftarları ile Nasr b. Seyar'm
arasında meydana gelen bir savaşta Haris öldürülmüş, Cehm de esir olarak ele
geçirilmiş. Nasr, kuvvet komutanı Selem b. Ahvaz'a verdiği emirle Cehm'in
öldürülmesini istemiş, O da dinde yaptığı dinsizlik hareketlerinden dolayı
Cehm'i 128 de öldürmüştür. Hafız ez-Zehebi “Mi'zânül İ'tidal” adlı
eserinde şöyle diyor: Sapık ve bid'atçı Cehm b. Safvan, Cehmiyyenin başıdır.
Tabiînin gençleri zamanında helak olmuştur. Hadisten bir şey rivayet ettiğini
bilmiyorum. Aksine büyük bir kötülük ektiğini biliyorum)
(Ebul Huzayl Muhammed b. Huzeyl
b. Abdullah b. Mekhûl (134-228) dür. Abdülkays
oğullarındandır. Basralı mutezilîlerin lideri, mezheblerindeki bidatların
mucididir. Ancak bazı görüşlerde mutezileden ayrılmış ve tek başına kalmıştır.
Mutezileden el Cubaî, Ca'fer b. Harb ve El-Murdar ona karşı gelmişlerdir.
Cennet ve cehennemi inkar ettiği konusunda, Abdülkadir
el-Bağdadi'nin “El farku beynel Firak” adlı eserinin 73. sahifesine
bakınız. Ebul Huzeyl uzun bir ömür yaşamış, sonunda da kör olmuş ve bunamıştır)
İbn-i Teymiyye, reddiyesine devam ederek Râfizîye
şöyle diyor:
“(Ehl-i Sünnet) Allah (c.c.)'ın kötüyü
işleyip, vacip olanı ihmal etmesini caiz gördüler.” sözüne gelince:
Hiçbir Müslüman Allah (c.c.) kötüyü işler, gerekli olanı da ihmal eder demez. Fakat siz kaderi inkâr
edenler, kullara vacip olanı Allah
(c.c.)
için de vacip görüyorsunuz. Kullara haram
olanı da Allah
(c.c.)'a haram kılıyorsunuz. Allah
(c.c.)'ı kullarına mukayese ediyorsunuz.
O'nun işlerini de başkasının işine benzetiyorsunuz. Halbuki,
kadere inanan Ehli Sünet ve Şiilerin bir kısmı Allah
(c.c.), zâtında bize mukayese edilemiyeceği gibi işleri de işlerimize mukayese edilemez. Bize vacip veya haram
olan Ona haram ve vacip değildir. Bizce kötü görünen Onun için de kötü
olmayabilir. Ayrıca Va'dettiği bir şeyi yerine getirmesi yine Va'dinin hükmüyle
vâcibtir...
Allah c.c. şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah va'dinden dönmez.”
(Âl-i İmran 9)
Binaenaleyh Peygamberlerini ve velilerini
cezalandırmaz, belki onları haber verdiği gibi cennetine koyar.” hükümlerinde
müttefiktirler. Fakat iki meselede ihtilaf etmişlerdir.
Birinci mesele: İnsanlar akıllarıyla bazı işlerin
doğruluğunu, Allah (c.c.)'ın fiil sıfatıyla muttasıf olup olmadığını, bazı fiillerin
kötülüğünü ve Allah (c.c.)'ın o fiillerden münezzeh olduğunu bitebilip bilmeme
meselesidir. Bunda da iki görüş vardır.
Birinci görüşe göre: Akılla iyilik ve kötülük bilinmez.
Bu durum Allah (c.c.) için söz konusu ise zaten kötülük O'nun zatına
mümteni'dir. Yani
uygun değildir. İnsanlar için söz konusu ise bir şeyin iyi veya kötülüğü ancak
dini bir delil ile bilinir. Bu görüşü Eş'arîler ve bir kısım fakihler, ileriye
sürüyorlar. Bunlar bir şeyin dini bir delil ile iyi veya kötü bir sıfatla
nitelendirildikten sonra, ancak akıl onun iyiliğini veya kötülüğünü bilir,
diyorlar. Binaenaleyh hüsün ve kubuh akılla bilinip bilinmediği hususunda
münakaşa etmezler.
İkinci görüşe göre: Akıl ister kullardan, ister
Allah (c.c.)'tan sadr olsun, bütün fiillerin iyi veya kötülüğünü bilir. Bu görüş
Mutezilenin görüşü olduğu gibi, Keramiyenin, Hanefilerin bir çoğu, Mâlikî olan Ebu Bekr el-Ebheri, Hanbelilerden Ebul Hasan
et-Temîmî ile Ebul Hattab'ın da görüşüdür
İkinci Mesele: Allah (c.c.) bir şeyi nefsine vacip veya
haram kılar mı, kılmaz mı meselesidir.
Bir gurup; Allah
(c.c.)'a vacip veya haram olan
bir şey yoktur derken, diğer bir gurup; da Allah(c.c.)'a vacip veya haram olan bir şey
varsa yine kendisi o hükmü vermiştir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Rabiniz size, rahmet ve merhamet
vaad buyurdu.”
(En'âm: 6/54),
“Mü'minlere yardım etmek üzerimize
bir hak oldu.”
(Rum: 30/47).
Kudsî hadiste de:
“Ey kullarım! Ben
zulmü kendime haram kıldım.” (Müslim Birr: 55) buyuruyor.
Ama biz ona herhangi bir şeyi vacip veya haram kılmayız.
Allah (c.c.) için vacip veya haram olan bir şey yoktur,diyenlerin
indinde Allah (c.c.)'ın kötüyü işlemesi veya bir şeyi ihlal etmesi mümteni olduğu
gibi, Allah (c.c.)'ın bizzat koyduğu hükümle onun için vacip ve haram vardır
diyenlerin indinde de Allah, kendisi için vacip kıldığını ihlal etmez.
Dolayısıyla her iki gurup da Allah (c.c.)'ın va'dettiğini bozmayacağında, ittifak
etmişlerdir.
Fakat sen ey Rafizi, arkadaşların gibi bir şeyi zorla iddia
edercesine anlatıyorsun. Ehli sünnetin demediklerini
demiş gibi kabul ediyorsun. Ehli sünnetin “Allah (c.c.)'ın zâtına
bir şey vacip değildir. Ondan kötü bir şey meydana gelmez” sözlerinden
yukarıdaki iddialarını çıkarıyorsun. Yani Allah
(c.c.)
(hâşâ!) sence kötü olanı işler.
Yine ehli sünnet kaderin hak
olduğuna inanarak onu “Allah (c.c.)'ın dilediği olur, dilemediği de olmaz.”
şeklinde tarif ederek hidayetin Allah'tan bir nimet olduğunu açıkça söylüyorlar.
Siz ise zannınızca Allah (c.c.) kendisine vacip olanı
her kul için yaratması vaciptir, bunun zıddı Onun için haramdır diyorsunuz.
Allah (c.c.)'ın
zatına vacip veya haram kılmadığı veya serî bir
delille bilinmeyen bazı şeyleri Allah
(c.c.)'a vacip veya haram kılıyorsunuz.
Dediklerinizi kabul etmeyenler için de; Onlar “Allah vacibi yerine getirmez”
dediklerini iddia ederek, konuyu karıştırıyorsunuz.
|