Ey
Râfizî!
“Müşebbihe” lâfzına gelince, kimin hakkında
kullanmak istersen kullan.
Şüphesiz ki Ehl-i Sünnet Allah (c.c.)'ı yaratıklara
benzemekten tenzih ediyorlar.
Müşebbihe, Allah (c.c.)'ın sıfatlarını
yarattıklarının sıfatlarına benzetirler.
Ehl-i
Sünnet ise;
Allah (c.c.)'ı kendisinin veya Rasûlu'nun tavsif ettiği gibi tavsif ederler.
(vasıflandırırlar).
Onlar bu tavsifi yaparken tahrif yapmadıkları gibi, te'vile giderek sıfatları
ta'til etmezler. Keyfiyete ve benzetmeye yanaşmazlar. Belki temsilsiz ve
ta'tilsiz isbat ederler.
Allah (c.c):
“Onun
misli gibi (ona
benzer) hiçbir şey yoktur, O Semî'dir. Basîr'dir” (Şûra: 26/11)
Ayetiyle
Allah (c.c.)'ı yaratıklara benzetmeye ve sıfatlarını ta'til etmeye kakışanları
reddetmiştir.
Ehl-i
sünnet; Allah (c.c.)'ı mutlak olarak yatma, uyuklama, unutma, acizlik ve bilmemezlik gibi noksan sıfatlardan tenzih ederler. O'nu kitap ve sünnette
sabit olan kemâl sıfatlarla tavsif ederler.
Ne var ki sıfatları inkâr edenler,
sıfatları isbat edenleri “Müşebbihe” ye benzetmekle itham ediyorlar.
Hatta Bâtınîler daha aşırı giderek Allah (c.c.)'ı güzel isimleriyle temsiye
eden herkesi Müşebbihe'den sayarak şöyle derler:
“Kim
Allah (c.c.)'a Hayy, Alim derse O'nu canlı ve âlim varlıklara, kim Semi',
Basir derse O'nu insana, kim Rauf, Rahim derse O'nu peygambere
benzetmiştir.”
Daha ileri giden bâtınîler:
Biz
Allah (c.c.)'a “El-Mevcud” demeyiz. Bunu dersek O'nu varolma açısından
diğer varlıklara benzetmiş oluruz, diyorlar. Yine bunlar Allah (c.c.)'a ma'dum,
Hayy ve Meyyit de demediklerini ayrıca ifade ediyorlar.
Batınîlere
şu cevap verilir:
Siz
Allah (c.c.)'ı varlığı mümkün olmayan bir şeye benzetiyorsunuz. Hatta
yokluğunu iddia ediyorsunuz, iki zıddın bir araya gelmesi mümkün olmadığı gibi,
ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Böylelikle “Vâcib'ul Vücud” u, “Mumteniu'l-Vücuda”
dönüştürmüş oluyorsunuz.
“Biz
ne şunu deriz ve ne de bunu” diyenlere deriz ki:
Sizin bu hakikat dışı
iddialarınız gerçekleri iptal edemez. Belki sizin bu iddialarınız bir nevi
safsatadır. “Ne mevcuddur” ne “Ma'dum” dur. diyenler safsatanın
kendisini iddia etmişlerdir.
Safsata
üç çeşittir.
-
Birincisi hakikatleri inkâr,
-
İkincisi onun hakkında fikir beyanında bulunmama,
-
Üçüncüsü onları insanların zanlarına terketmektir.
Bazıları
da dördüncü safsata çeşidinin, âlemin durmadan hakikatini değiştirdiğini iddia
etmektir, demişlerdir.
Allah
(c.c.)'ın sıfatlarını isbat edenleri “Müşebbihe” diye onanların
sapıklığı şuradan gelir:
“Teşbih” lâfzı şümullü bir kelimedir. İki
şey yoktur ki aralarında müşterek bir özellik olmasın. Bu müşterek özellik
zihinde olduğu takdirde mutlaka görünüşte de olması şart değildir. Ekser
itibariyle eşyada olan bu benzerliğin az çok farklı olmasıdır. Denilse ki
yaratıklarda şöyle canlı, şöyle bilgili kimseler vardır. Bunların bu durumu:
Hayat
ve ilimde birbirlerinin aynısı veya birinin hayat ve ilmi öbürünün hayat ve
ilminin aynısı olmasını gerektirmez. Hayat ve ilme sahip olan bu iki varlığın
gözler önünde aynı şekilde müşterek olmaları da şart değildir.
Cebriyeci olan
Cehm b. Safvan Allah (c.c.)'ı kullarının sahip olduğu hiçbir sıfatla
tavsif etmemiştir. Ancak Allah (c.c.)'a Kadir ve Halik ismini vermesi cebriyeci
olmasındandır. Çünkü o kul için hiçbir kudret kabul etmiyordu.
Bu
konunun tetkik edilebilmesi için “Teşbih” ve “Temsil” kelimelerinin
mânası üzerinde durmak gerekir. Kur'an-ı Kerim birçok yerlerde teşbih ve
temsili reddetmiştir.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur :
“O'nun
misli gibi (benzeri)
hiçbir şey yoktur.” (Şûra: 26/11),
“Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?”
(Meryem:
19/65)
“Hiçbir
şey de, O'na denk olmamıştır”
(İhlâs: 112/4),
“Artık siz de
Allah'ın eş ve benzeri olmadığını bildiğiniz halde, Allah'a eşler koşmayınız.” (Bakara: 2/22),
“Artık
Allah'a ortaklar koşmayın.”
(Nahl: 74)
“Cisim”,
“cevher”, “Tehayyuz = Bir yer tutma”, “cihet” kelimelerine gelince, Kitap,
Sünnet, Sahabe ve Tabiîn; isbatı ve reddi hakkında konuşmamalarıdır. Bu
kelimelerin mânâsını isbat ve red hususunda ilk konuşanlar Cehmiyye,
Mu'tezile, Mücessime, Râfiziyye ve Mubtedi'e'dir.
Yukarıdaki
kelimeleri reddedenler bu arada Allah ve Rasûlunun isbat ettikleri İlim,
Kudret, İrade gibi sıfatları ile bir şeyi sevmesini, ona rıza göstermesini
ve yaratıklara nazaran yüksekliğini de inkâr etmişlerdir. Bunlara göre Allah ne
görülür, ne Kur'ân ve ne de başka bir şeyle konuşur.
Yukarıdaki
kelimeleri isbat edenler ise; Allah ve Rasûlü'nün reddettikleri şeyleri de isbat
etmeye kalkışarak, Allah (c.c.)'ın dünyada göz ile görülebileceğini, onunla
musâfaha ve muânaka edilebileceğini, Arefe gecesi bir deveye binerek indiğini
iddia ediyorlar. Bunlardan bazıları Allah (c.c.)'ın pişmanlık duyduğunu,
ağlayıp üzüldüğünü de söylüyorlar. Bu nitelendirme ise Allah (c.c.)'ı kullara
mahsus sıfatlarla nitelendirme demektir ki, kula has olan her sıfat noksandır.
Allah
(c.c.) onlardan münezzehtir. O Ahaddır -Birdir. Sameddir -
Eksiksizdir.
-
Ahadiyetle benzerliği
reddederken,
-
Samediyyetle
de kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu gösteriyor.
“Cisim” kelimesine gelince, lügatte cisim;
Asmaî, Ebu Zeyd ve başkalarının zikrettiği gibi “beden” mânâsına
gelir.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Sen
o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider”
(Münâfıkûn:
63/4),
“Allah
ona bilgi ile vücud kuvveti bakımından bir üstünlük vermiştir”
(Bakara:
2/247),
“Tûr'a
çıkan Musa' nın arkasından, geride kalan kavmi süs eşyalarından bir buzağı
heykeli yapıp onu ilah edindiler”.
(A'raf: 7/148)
Bineanaleyh
cisimle kesafet, cüsse anlaşılmış oluyor. Bu şundan daha cüsselidir denilir.
Ancak zamanla kelâm âlimleri İstılahında cismin mânâsı umumîleşerek -Araplar
cisim dememelerine rağmen- onlar havaya da cisim adını verdiler. Akabinde
bunlar arasında neye cisim denilebileceği hususunda ihtilaflar meydana geldi.
Kimine
göre cisim sonu olan cevherlerden mürekkep bir şeydir. Çoğunluk bunu söylüyor.
Buna Cevher-i Ferd de denir.
Kimine
göre madde ve şekilden meydana gelmiştir. Felsefecilerin bazısı buna kaildir.
Kimine
göre ne bundan ne de ondan mürekkeptir. Hişâmiyye, Neccâriyye, Kerrâmiyye
v.b. dedikleri gibi.
Bunların
bu fikirlerinin bir çok kitaplarda yeri yoktur. Doğrusu cisim Cenab-ı Allah
(c.c.)'ın yarattığı hayvanat, nebatat, maden gibi gözle görülen şeylere itlâk
olunur ki cisme, cevher-i ferd diyenlerin görüşü bu istikamettedir.
İkinci
görüşe göre cevher sabit olup ancak şekil ve sıfatları değişir. Bunlara göre
bir hakikat başka bir hakikata dönüşmediği gibi bir cins başka bir cinse de
dönüşmez. Belki cevher olduğu gibi kalır. Fakat Allah (c. c.) o cevherin
şeklini değiştiriyor. Bir çokları da cisimlerin ayrı bir cisme veya bir cinsin
başka bir cinse dönüşmesi mümkün değildir, derler. Bu da fakih ve tabiblerin
görüşüdür.
Yukarıda
beyan ettiğim görüşlere sahip olanların -bildiğim kadariyle- ittifak ettikleri
bir nokta vardır. O da cismin kendisine işaret edilebilen bir şey olmasıdır.
Akılcılar
da, kendi nefsiyle kaim, kendisine işaret edilemeyen ve görünmeyen bir mevcudun
varlığı hususunda üç görüşe ayrılarak ihtilafa düştüler.
Birinci
görüşe göre; böyle
bir varlık mümkün değildir.
İkincisine
göre
varlığı ve yokluğu mümkün olan yaratıklar için bu mümkün değildir.
Üçüncü
görüşte olanlar, bu durum mümkün ve vacip olan her iki varlık hakkında da söz konusudur
derler. Bu görüş de bazı felsefecilerin görüşüdür. Bu görüşü iddia edenler,
görüşlerine:
“El-Mucerredat
Ve'l-Mufârakat” adını vermişlerdir. Akılcıların çoğunluğu şunu demektedir:
Bizatihi
var olan kendisine işaret edilemeyen ve görünmesi mümkün olmayan varlığın
mevcudiyeti gözler önünde açık değil de zihinlerde vardır. Bunun delili de
insanın vücudundan ayrılan ruhudur.
Felsefecilere
göre melekler mücerred akıl ve ruhlardır. Onlar aklî cevherlerdir.
Müslümanlar
ve dinler tarihiyle ilgilenen bir çoklarına göre melekler nurdan
yaratılmışlardır. Sahih Hadiste de bu şekilde sabittir. Allah (c.c.) melekler
hakkında şöyle buyurur:
“Dediler
ki: “Rahman olan Allah” çocuk edindi (melekler Allah (c.c.)'ın kızlarıdır), dendi” Allah
bundan münezzehtir. Doğrusu melekler ikram olunmuş kullardır” (Enbiya: 21/26)
Allah
(c.c.), daha birçok yerde meleklerden bahsederken bu felsefeciler; Cibril
(a.s.)'in akl-ı faal veya peygamberin nefsinde hayâl ettiği bir şekildir,
dedikten sonra, Allah (c.c.)'ın kelamı da uykuda iken insanın nefsinde doğan
bir şey olduğunu sözlerine ilave ederler. Tabiî ki Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'ın getirdiğini (Kur'an-ı Kerim ve Hadisler) bilen kimse,
bunların sapıklığını ve müşriklerden daha fazla imandan uzak olduklarını anlar.
Düşünürlerin
“cism”in hakikati hakkındaki münakaşaları bilindikten sonra şüphesiz
olarak Allah Teâlâ'nın mürekkep, madde veya şekil olmadığı, bölünüp
parçalanmayı kabul etmediği, daha önce ayrı ayrı olup sonradan toplanmış
olmadığı, aksine O Ahad = Bir, Samed = Noksansız, olduğu kesin olarak bilinmiş
oldu. Mürekkeblikten anlaşılan bütün aklî manâlar Allah (c.c.)'ın varlığına
münâfîdir. Fakat felsefeciler daha ileri giderek, madem ki Allah (c.c.)'ın
sıfatları vardır şu halde mürekkebtir, eğer hakikati varsa o hakikat mücerred
varlık değil belki mürekkebtir diyorlar.
Allah
(c.c.)'ın sıfatlarını isbat eden müslümanlar, felsefecilere şu cevabı
veriyorlar:
Münakaşa
“Mürekkeb” lâfzında değildir. Bu “mürekkeb” lâfzı Allah (c.c.)'ın
başkası tarafından terkib edildiğini gerektirir. Halbuki, hiçbir akıllı Allah
(c.c.)'ın mürekkeb olduğunu söylemez.
Zatının
ilim, kudret, hayat gibi kemal sıfatlarını iktiza etmesine gelince; bildiğimiz kadarıyla bundan dolayı
ona mürekkeb denmez. Lügatta da böyle bir şey yoktur.
Mürekkeb; parçaları ayrı ayrı olup sonradan
tamamen veya kısmen birbirine girercesine toplanarak meydana gelen bir şeydir.
Yiyecek, içecek, ilâç, bina, elbise ve süs eşyaları gibi.
Ondan
sonra bütün akılcılar Allah (c.c.) için çeşitli mânâlar isbat etmek
mecburiyetinde kalıyorlar. Mu'tezile, Allah (c.c.)'ın Hayy ve Kadir olduğunu
kabul ediyor. Halbuki O'nun Hayy olmasıyla Kadir olması ayrı ayrı şeylerdir.
Filozoflar ise Allah (c.c.)'ın âkil = idrak eder, Makul - idrak edilir ve akil
- idrak olduğunu söylüyorlar.
Mulhidlerden
Nusayr et-Tûsî
“Şerhul İşârât” adlı eserinde “İlim: ma'lum olandır” der.
Bu
nazariyesinin bâtıl ve mücerret tasvirinden ibaret olduğu seraheten
bilinmektedir. Onların kaçamak yolu yalnız terkib lâfzının manâsındadır.
Mürekkebin
mutlaka onların dediği manâda olmasını gerektiren bir delilleri yoktur. Onların
dayanağı, mürekkebin kendi parçalarına muhtaç olması ve parçalarının ondan
başka bir şey olmasıdır. Buna göre başkasına muhtaç olan varlık da kendi
zâtiyle var olamaz; aksine illetli bir varlık olur. Aslında ileriye sürdükleri
bütün bu deliller illetlidir...
Çünkü
“El-Vâcib” lafzıyla, bir varlığın başkası tarafından değil veya bir
illetten dolayı olmayıp, bizzat kendisiyle var olması anlaşılır. Yine bu
lafızla Allah (c.c.)'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı ve bizzat kendi nefsiyle
kaim olduğu anlaşılmaktadır. Birinci ve ikinci görüşe göre sıfatlar Vâcibul
Vücuddur.
Üçüncü
görüşe göre ise, nitelenen zâtın kendisi Vâcibul Vücuddur. Sıfata Vâcibul Vücud
denemez. Sıfat zâtın kendisinden de ayrılamaz.
|