Râfizîlerin:
“Allah
(c.c.)'ın ayrı ayrı zât ve sıfatları varsa, mürekkeb olur... Mürekkeb
de parçalara muhtaçtır. Parçaları da ondan başka şeylerdir.” demelerine
gelince, şöyle diyoruz:
“Başkası” lâfzı mücmel olup açıklanması
gerekir. “İki ayrı şey” denildiğinde iki mâna anlaşılır.
Birincisi, ayrı ayrı olan iki şeyin zaman ve
mekanla birbirlerinden ayrılmaları veya birleşmeleri mümkün olmasıdır.
İkincisi, bu iki şeyden herbirisinin
diğerinden ayrı başka bir şey olmaması veya birini bilmemenin yanında yalnız
diğerinin bilinmesidir. Bu görüşler en çok mutezile ve benzerlerinin
görüşleridir.
Selef
ise -İmam
Ahmed ve başkası gibiler- “Başkası” lafzıyla her ikisi de anlaşılır,
dedikleri için, bu manâları mutlak olarak kabul etmiyerek, “Allah (c.c.)'ın
ilmi Ondan başkasıdır veya Allah, ilminden ayrıdır”, fikrine kapılmazlar.
Binaenaleyh
Selef; Allah ilimdir veya ilim Allah (c.c.)'tan başka bir şeydir, demezler.
Çünkü, Cehmiye (fırkası) Allah (c.c.)'tan başka her şey mahlûktur. Kelamı da
Ondan başkası olduğuna göre O da mahluktur, derler. Halbuki Hadiste, Allah
(c.c.)'ın izzet ve azameti gibi sıfatlarıyla da yemin etmenin caiz olduğu sabit
olmuştur.
Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'tan başkasıyla yemin eden, Allah'a ortak
koşmuştur.”
(Tirmizi Nüzur: 9,Nesai Eyman: 4,İbn Mace Keffaret:
2)
buyurmuştur
ki bundan da sıfatların Allah (c.c.)'tan başkasının ismi altına giremiyeceği
kesinlikle anlaşılmaktadır.
“Başkası” lafzıyla O şeyin bizzat kendisi
olmadığı isteniyorsa, şüphesiz ki ilim Âlimin, kelâm da, Mütekellimin kendisi
değildir. Böylece mürekkebin kapsadığı çeşitli manâlar anlaşılmış olduktan
sonra, “Âlim varsa, zât ve ilimden mürekkebtir” denilse, bu sözden zat
ve ilm'in ayrı iki şey olup sonradan birleştikleri anlaşılmadığı gibi, birinin
diğerinden ayrılmasının caiz olduğu da anlaşılmaz...
Belki
bu sözden âlim varsa, orada birbirinden ayrılmayan zat ve ilim vardır,
anlaşılır.
Yaratıcının
kendi sıfatlarını gerektirmesi hiçbir müsbet delili ortadan kaldırmadığı gibi,
bu gerektirme, muhtaçlık olarak da isimlendirilemez.
Aynı
şekilde mevsufun sıfatları ondan “cüz” olarak isimlendirilmesi
lügatlarda dahi yoktur. Bu isimlendirme iddiacıların istilahında vardır.
Felsefecilerin ve onlara uyanların korkutmalarına hayret edilecek bir durum
yoktur.
Çokluk
olmasın diye Allah (c.c.)'ın eşyaya ve değişkenlik olmasın diye Allah (c.c.)'ın
cüziyata taalluk eden ilmini inkâr edenler, “Teksir” (Çoğaltma) ve
“Teğayyür” (Başkalaşma, değişme) lâfızlarıyla muhatabı korkutuyorlar. Evet
bu iki lâfız mücmel ve nekra oldukları için ilâhın bir kaç tane olması ve
insanın değişmesi ile güneşin sarararak renk değiştirmesi gibi, Rabb'in de
değişebileceği şüphesini veriyorlar. Muhatab, felsefecilerin Allah (c.c.) bir
şeyi yarattığında, kulunun duasına icabet ettiğinde, yarattığı bir şeyi
gördüğünde ve Musa (a.s.) ile konuştuğunda O'nun değiştiğini iddia ettiklerini
de bilemez. Allah (c.c.)'ın sıfatlarını inkâr eden bu fırkalar, başkalarının da
itiraf ettiği gibi hiçbir delile dayanmadan inkâr ediyorlar. Halbuki şer'î ve
aklî deliller bu sıfatların varlığını gerektirirler.
Râfizînin
“Kendisine işaret edilen mürekkeb cisimdir” diye lügat mânâsına dayanması da
doğru değildir.
Evet
müslümanların cumhuru Allah (c.c.)'ın cisim olmadığı üzerinde ittifak
etmişlerdir. Onlar şöyle diyorlar:
“Allah
cisimdir”
deyip onunla zâtıyla kaim olduğunu, veya “cevherdir” deyip yine onun
zâtiyle kaim olduğunu kasteden kimse lâfızda hata etmiş ise de kastettiği
manâdan dolayı hata etmemiştir.
Fakat
Münferid cevherlerden mürekkebtir derse küfründe tereddüt vardır. Sonra cisim
mürekkeb cevherlerden meydana gelmiştir diyenler O'nu isimlendirmede, ihtilafa
düştüler. Bazıları bu cevher, başkasının inzimamı ile cisim olur.
İbnu'l-Bakillânî ve Ebu Ya'lanın dediği de budur.
Kimine
göre iki, kimine göre üç, dört, altı, sekiz, onaltı, kimine göre de otuzüç
cevherin inzimamıyla cisim teşekkül eder. Binaenaleyh bu cevher lâfzında
luğavî, istilahî, aklî ve şer'î münakaşanın bulunduğu açıkça ortaya çıkmış
olunca vacip olanın kitap ve sünnete uymak olduğu kesinlikle anlaşılmış oldu.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya düşmeyiniz.”
(Âl-i
İmran: 3/103),
“Rabbinizden
size indirilen Kur'ân'a uyun”
(A'raf: 7/3),
“Onlara, Allah'ın indirdiği Kur'âna ve peygamberin hükmüne gelin denildiği zaman
münafıkları görürsün ki senden düşmana bir dönüşle yüz çevirirler.”
(Nisa:
4/61).
İbn-i
Abbas
(r.a.):
“Kur'ani okuyup onunla amel edenin dünyada dalâlete düşmeyeceği,
ahirette de bedbaht olmayacağı hususunda Allah Ona kefil olmuştur.” buyurduktan sonra:
“Her
kim de benim zikrimden (Kur'andan) yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır
ve onu, kıyamet günü kör olarak haşrederiz” (Tâ-ha:
20/124) âyetini okudu.
Onun
için biz, Allah ve Resulünün söz konusu ettikleri sıfatları kabul eder,
yokluğundan bahsettiklerini de inkâr ederiz. İsbat ve inkâr hususunda da lâfzen
ve manen naslara bağlıyız.
Münakaşa
mevzuu olan lafızlara -Cisim, cevher, bir yer tutma, cihet, terkib ve ta'yin-
gelince onları dile getirenin kasdettiği mâna anlaşılmadıkça isbat veya inkâr
mânâsı verilmez.
Bu
lâfızları kullanan kimse isbat ve inkârda nasslara uygun sahih bir mânâ
kasdetmişse, lâfızda kasdettiği sahih manâdan dolayı sevaba nail, mücmel lâfız
kullandığı için de bid'at işlemiş olur ki, azarlanmayı hakketmiş olur. Hasımla
yapılan münakaşada kullanılan lâfızların durumu müstesnadır. Orada da
lâfizların esas manâsına delâlet edecek karineler kullanılmalıdır. Eğer bu
lafızlarla batıl mana kasdediliyorsa, hatta hak ve batıl mânâ kasdedilip bu iki
mânâyı muhataba açıklamak gayesi ile söylemişse bu kullanış da bâtıldır. İki
kişi bir lâfzın manâsı üzerine ittifak eder deliller üzerine münakaşa edecek
olurlarsa bunlardan sevaba en yakın olanı ma'ruf olan lügate en yakın olanıdır.
“El
- Muteheyyiz”
lafzına gelince, bunun lügatteki manâsı:
Başkasının
tarafına geçmektir. Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“...
Veya başka birliğe katılıp savaşmak...” (Enfal: 8/16)
Bu
mânâda kullanıldığı takdirde “Mutehayyiz” in bir sınırla çevrilmiş
olması şarttır. Allah (c.c.)'ı ise yaratıklarından hiçbir şey çevreleyemez.
Binaenaleyh bu kelimenin lügat manasını Allah (c.c.) için kullanmak doğru
değildir. Kelamcıların istilahındaki “Mutehayyiz” kelimesinin mânâsı ise
daha kapsamlıdır. Onlar her cismi mutehayyiz kabul ederler. Cisim ise onlara
göre kendisine işaret edilen her varlıktır.
Gökler,
arz ve içindekiler istilahlarına göre lügatte “Mutehayyiz” sayılırlar.
Onlar bazen “Mutehayyiz” ile ma'dum olan birşeyi kastediyorlar. Mekân
ise mevcut bir şey olup ma'dum mutehayyiz'in dışında kalır. Bütün cisimler
mevcut bir şeyde değildir. Allah (c.c), yukarıdaki manadan da anlaşıldığı gibi
mutehayyiz bir yerde değildir.
Fahretidin
er-Razi “Hayyiz”i = (Bir yerde mekan tutan) bazan
mevcud bazan da ma'dum kabul eder. Akıl ve nakille biliniyor ki, Allah (c.c.)
yaratıklarından ayrıdır. Çünkü O göklerin ve yerin, yaratılışından önce de
vardı. Onları yarattıktan sonra, onlara dahil olmuş veya onlar varlığına dahil
olmuşlardır, denilemez. Her iki hal de de Allah için bu durum caiz değildir.
Böylece Allah (c.c.)'ın yaratıklardan ayrı olduğu belirlenmiş oldu.
Sıfatları
kabul etmeyenler, Allah (c.c.)'ın yaratıklarından ayrı olmayıp onların
dahilinde de değildir diyorlar. Bu da aklen mümkün değildir. Öte yandan da bu
hüküm aklî değil vehmî olduğunu iddia ediyorlar. Ondan sonra da tenakuza
düşerek şöyle söylüyorlar:
Allah
arşın üstüne olsaydı cisim olması gerekirdi. Çünkü Arştan ayrı olması şarttır.
Onlara şöyle cevap verilir:
Aklın
gereği olarak bilinir ki, mevcud âlemin dışında olan ve cisim olmayan bir
varlığı isbat etmek, kendi zâtıyla kaim olan bir varlığın yarattığı alemin
içinde veya dışında olmadığını isbat etmekten daha kolaydır.
“Cihet” lâfzından da yüce âlemler gibi
mevcud bir şey kasdedilir. Felekler gibi Alemin ötesi gibi gayr-ı mevcud olan
bir şey de kasdedilir. İkinci mânâ kasdedildiği zaman her cisim bir cihettedir
denilebilir. Birinci mânâ kasdedildiğinde bir cismin bir başka cisimde olması mümteni'
olur. Kim ki “Allah bir cihettedir” deyip bununla mevcud olanı
kasdederse, Allah (c.c.)'tan başkası onun yarattığı olup ve bir cihette = yerde
olduğu için, bu sözü söyleyen hata işlemiştir. Yok eğer bu sözüyle alemin
ötesini kasdedip, “Allah, âlemin üstündedir” derse isabet etmiştir.
Âlemin üstünde Allah (c.c.)'tan başka mevcud olmadığına göre Allah (c.c.)
mevcudların hiç birisinde yer almamış demektir.
Kelamcılar
Allah (c.c.)'a verilen isimlerle kulların isimlendirilmesi hususunda münakaşa
ettiler. Mevcud, Hayy, Alîm, Kadîr, gibi. Kelamcıların bazısı bu
isimlendirmenin lâfzî olduğunu, aralarında bulunan bir benzerlikten dolayı
olmadığını söylüyorlar. Bu lafzı isimlendirme meselâ “Vücud” kelimesinde
yapılacak olursa mümkün ve Vâcibül Vücud olan varlıkları başka sıfatlarla
birbirinden ayırmak şarttır. Böylece Vücud ismi için kullanılışına göre “Vacibül
Vücud” ve “Mümkînül Vücud” şeklinde mürekkeb bir ifade şekli ortaya çıkmış olur. Bu görüş Şehristanî,
Razî ve Âmidi gibi müteahhir kelamcıların görüşüdür. Aynı görüşün Eş'arî
ve Ebu'l-Hüseyin el-Basriye ait olduğu söylenmiş ise de bu iddia yanlıştır.
Çünkü bunlar, bir şeyin vücudu o şeyin hakikatidir. Halleri değil demek
suretiyle vücud kelimesi Allah hakkında kullanılınca Vacibül Vücud'a yaratıklar
hakkında kullanılınca da Mümkinül Vücud'a işaret ettiğini ifade etmişlerdir.
Şiî
Ebu Hâşim ve tabileri olan Mu'tezile ise Allah (c.c.)'ın “Vücud” u
hakikatine ziyade edilmiş bir şey olduğunu söylüyorlar.
Batınîlerden
bazısı ile Cehmiyyenin aşırı gidenleri Allah (c.c.)'a nisbet edilen isimlerin
mecazi, kullarda ise hakiki olduklarını iddia ediyor ve “Hayy” sıfatının
da bu kabilden olduğunu söylüyorlar. Ebu'l -Abbas Ennâşii ise bunun aksini
ileri sürmüştür.
İbn-i
Hazm ise
isimlerin mânâ ifade etmediğini iddia ederek mesela “Alîm” ilme, “Kadîr”
kudrete delâlet etmez dedikten sonra, bu kelimelerin mücerred alem olduklarını
ileri sürüyor. Güya teşbihi ortadan kaldırmak için ileri sürülen bu aşırı
fikirler, hadd-i zâtında Allah (c.c.)'ın sıfatları inkâr etmekten başka birşey
değildir. Râzî de aynı şekilde yanılmıştır. Zira o şöyle diyor:
Allah
(c.c.)'a mevcud, mahlûka da mevcud diyecek olursak aralarında müşterek olan ve
hariçte bulunan bir vücud olması gerekir. Çünkü vücud kelimesi her ikisine de
şâmildir. O zaman ikisini birbirinden ayıracak bir özellik bulunması şarttır.
Bu özellik de hakikatin tâ kendisidir. Dolayısı ile müşterek bir vücud ve
onları birbirinden ayıran ıbir hakikat vardır. Aslında bunlar çelişki
içindedirler. Çünkü “Vücud”u vacib ve “mümkün” olmak üzere ikiye
ayırıyorlar. Umumî, küllî isimlerin kısımlara ayrılması, müşterek lâfızların
kısımlara ayrılmasına benzemez. “Süheyl” lâfzının bir yıldıza ve İbn-i
Amr'a delalet ettiği gibi. Çünkü müşterek lâfızlara şu ve bu kısma ayrılır
denmez. Ancak bu müşterek lâfız şu ve bu mânalara şamil olur denir. Bu durum
lügatin gereği olup aklî bir taksim değildir. Aklî taksim ise, umumî lâfzın
ifade ettiği mânânın kısımlara ayrılmasıdır.
Râfizî
ve benzerleri “Müşebbihenin sözü” nden Allah (c.c.)'ın kullara verilen
isimlerle isimlendirmek teşbih sayıldığını kasdediyorlarsa, kendisi -Yani
Râfizî İbn'ul-Mutahhar- ve bütün insanlar Müşebbihedir. Yok eğer Râfizî ve
tabileri Allah (c.c.)'ın sıfatlarını kulların sıfatlarına benzetiyorlarsa
bununla hem sıfatları inkâr ediyorlar, hem de sapıtıyorlar. Bu sapıklık
herkesten daha çok kendilerinde mevcuttur.
|