Sen
ey Râfizî!
Mânâlarını bilmediğin ve kullanılacak yerlerini tayin etmediğin lâfızlarla
konuşuyorsun. Sen kendi kendine bir şeyler uydurarak müşebbiheden -Allahu âlem-
başkasını değil Bağdad ve Irak'ta bulunan Hanbelileri kasdediyorsun. Bu da
cahilliğinden kaynaklanır.
Çünkü Hanbelilerin Ehl-i Sünet ve'l-Cemaattan
ayrı, başlı başına iddia ettikleri bir fikirleri yoktur.
Onların bütün
dedikleri sair ehl-i sünnet ve'l-Cemaatın dedikleridir.
Ehl-i Sünnet vel-Cemaatın
mezhebi; bilinen eski bir mezheb olup; Ebu Hanife,
Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel -Allah onlardan razı olsun-
yaratılmadan önce vardı.
Bu sahabelerin
Allah Rasulü'nden almış oldukları mezheptir.
Bu mezhebe aykırı
hareket eden ehi-i sünnet ve'l Cemaat yanında bid'atçıdır. (ehl-i bid'atten
sayılır)
Ehl-i Sünnet sahabe
icmâının hüccet (hak) olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ama onlardan sonra
gelenlerin icmaları hususunda ihtilaf etmişlerdir.
(sonrakilerin icmaının tartışılabileceği görüşündedirler.)
İmam
Ahmed bin Hanbel sünnette imam olması ve zorluklara tahammülü hususunda meşhur olmuşsa
bu onun başlı başına bir fikri ortaya koymasından değildir. Aksine sünnete
sarılması, müslümanları ona davet etmesi ve sünnetten ayrılmamak için uğradığı
zorluklara tahammül etmesindendir. Daha önceki imamlar ise bu fitneler doğmadan
önce vefat etmişlerdi.
Hicri
üçüncü asrın başlarında Halife Me'mun ve kardeşi Mu'tasım ve daha
sonra gelen El-Vâsık zamanında sıfatları inkâr eden Cehmiyye
fitnesi zuhur edip, bu sapık mezhep mensupları insanları Allah (c.c.)'ın
sıfatlarını inkâr etmeye çağırınca -ki bu mezhep sonradan râfizîlerin mezhebi
olmuştur- ve bu mezhebe bazı Âmirleri de sokunca Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat
bu durumlarını nazarı dikkate alarak onlara muvafakat etmemişlerdir. Hatta
bunun üzerine ehl-i sünet âlimlerini ölümle tehdit etmişlerdir. Bazılarını
tehdit ederken, fitne çıkarmak için diğer bazılarına mükafaat vadetmişlerdir. Ahmed
b. Hanbel bütün bu musibetlere sabretmiştir. Hatta bir müddet onu
hapsetmişler, sonra onu âlimleriyle münazaraya çağırmışlar, bunun neticesinde
de âlimleri günbegün yenilgiye uğrayarak ondan kaçmışlardır. Onu ilzam edecek
deliller getiremeyince ve İmam Ahmed de onların hatalarını birer birer ortaya
koyunca, Basra ve diğer şehirlerden Ebu İsa Muhammed b. İsa ve benzerleri olan
kelâmcıları çağırdılar. Münazara yalnız mutezilelerle değil, Cehmiyyenin
cinsinden olan Neccariyye, Darariyye ve Murcienin her çeşidiyle
yapılıyordu. Her Mutezile Cehmîdir, fakat her Cehmî, Mutezilî değildir. Ama
Cehmîler daha inkarcıdır. Çünkü isim ve sıfatları da inkâr ediyorlar. Mutezile
ise yalnız sıfatları kabul etmiyorlar. Bişr'ul Müreysî Cehmîlerin büyüklerinden
ve Murcieden sayılırdı. Bununla beraber Mutezilî değildi.
İmam
Ahmed b. Hanbel'in başına gelen bu musibetlerle ilgili olarak bir çok tedkik ve
araştırmalar yapılmıştır. Allah (c.c.) Ahmed (r.a.) ve tabîlerinin şerefini
yüceltsin.
Ama
Râfizî kanaatince onları usûl ve fürûdan çıkaracak şekilde her guruba
saldırarak, yalnız kendi gurubunun hatadan âri olduğunu iddia ediyor. Akıllı
olan bütün müslümanlar, râfizînın gurubundan daha cahil, sapık, yalancı,
bidatçı, her türlü kötülüğe yakın ve her türlü iyilikten de uzak hiçbir gurup
olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun içindir ki El-Eş'arî “El-Mekalat”
adlı eserini te'lif ederken önce bu sapıkların iddialarını zikretmiş, sonra
ehl-i sünnet ve hadis alimlerinin sözleriyle kitabını bitirmiştir. En sonra da
El-Eş' arî; fikrinin ehl-i sünnet ve hadisin fikri olduğunu ayrıca
belirtmiştir.
Râfizînin
“Eser” ehlini ve Allah (c.c.)'ın sıfatlarını isbat edenleri “Müşebbihe”
diye isimlendirmesi, yine onların ilk üç halifenin hilafetini kabul edeni “Nasibi”
diye isimlendirmeleri gibidir.
(Ehlûl Eser: Eser ehli, yani Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'dan sahih olarak gelen hadislere sımsıkı sarılan
kimseler demektir. Çünkü Rasûlullah insanlara iyiliği öğreten öğretmen, Allah
tarafından hak din ile gönderilen bir elçidir. Allah (c.c.)'ın sıfatlarını
olduğu gibi kabul edenlere de “isbat ehli” denilir. Bunlar ğayb ile
ilgili olarak Rasûlullah'tan gelen herşeyi olduğu gibi kabul ederler. Allah
(c.c.)'ın sıfatları gibi. Bu sıfatlara nass'da vârid olduğu şekilde inanırlar.
Onları te'vil etmezler ve değiştirmezler)
Yine
râfizîlerin itikadına göre Ali (r.a.) ilk üç halifeden alâkasını tamamen
kesmediği müddetçe velayet hakkına sahip değildir. Nâsibilik de ehl-i
beyte düşmanlık etmektir.
(Ehl-i beyte en büyük düşmanlık, onlara iftira
ederek, cedleri olan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in risaletine zıt
olan bir mezhebi dinin içine uydurup sokmaktır. Ondan sonra da Muhammed ümmetinden
ve onun mümtaz dostları ve Ali'nin (r.a.) kardeşleri olan Ashab-i Kirama
küfretmek ve hakaret etmektir. İşte bu nevî zulüm eskiden beri Râfizlerde
vardır ve hâlen de devam etmektedir. Zaman geçtikçe de bu yoldaki sapıklıkları
artmaktadır. Bütün bunları bu kitapta görmeniz mümkündür. Hatta “Nehcül
Belâğa” Ali (r.a.) adına ashaba zem eden sözlerle doludur.)
Kitap
ve sünnette ne “Nasibe”, ne “Müşebbihe”, ne “Haşviyye” ve
ne de “Râfizî” kelimeleri vardır. Biz “Râfizîler” diyorsak bu
ismi ta'rif için kullanıyoruz. Nass ile zemmedilen her şeyin bu ismin kapsamına
girdiğini belirtmek için.
Böylece
“Rafızîlik” kelimesi doğruluk ve iyiliği idam eden bu câhillerin işareti
olmuş oldu.
Ey
Râfizî! “Davud
et-Tâî” diye bahsettiğin kimse, aslında bu zât değildir. Belki “Davud
el-Cevâribî”dir.
El-Eş'arî
şöyle diyor
:
Davud
el-Cevâribî ve Mukâtil b. Süleyman:
Allah
(c.c.) için, O cisimdir, cüssedir, uzuvları vardır, insan sûretindedir, et, kan
ve kemikten ibarettir. O -bütün bunlara rağmen- hiçbir şeye benzemez, dediler.
Hişam b. Salim el-Cevâlikî de:
( Şiî âlim ve
liderlerindendir. Daha önce hakkında bilgi verilmiştir.)
Allah
(c.c.) (Hâşâ!) İnsan sûretindedir, diyor. Ama et ve kandan olmasını reddederek,
onun parlayan bir nur ve beş duyu organına sahip olduğunu iddia ediyor.
İşitmesi görmesinden ayrıdır. Diğer organları da böyledir. El, ayak, göz, ağız,
burun ve uzunca bir saçı vardır, diyor.
Dedim
ki: (Ş. İslâm İbn-i Teymiye)
Ey Râfizî!
Eş'arî bu sözleri Mu'tezile
kitaplarından naklediyor. Sözlerinde Mukatil bin Süleyman'a nisbet edilenler
vardır. Bu sözlerde ziyadelikler olduğu kabul edilebilir. Mukatilin bu dereceye
varmasını zannetmiyorum.
Çünkü,
İmam-ı Şafiî şöyle diyor:
Tefsir
yapmak isteyen Mukatil bir Süleyman'a, fıkhı isteyen Ebu Hanife'ye
muhtaçtır.
Davud
et-Tâî ise
fakiri, zâhid, âbid idi.
(Ebu Süleyman Davud b.
Nusayr olup 110 da vefat etmiştir. Fakih, âbid, ve zâhid idi. Ebu Hanife,
Seyri, Şüreyk ve İbn-i ebî Leylâ'nın muasırıdır. Hepsinden ilim almıştır. Onun
hakkında “Eğer bu zat geçmiş ümmetlerden olsaydı Allah ondan bahsedecekti”
denilmiştir. Râfizînin Davut et-Tâî'yi, Davud el-Cevâlikî yerine zikretmesi ne
büyük bir cehalettir!)
O,
bu sapık sözlerden bir şey söylememiş ve bu sapıklığa girmemiştir.
|