Râfizî
şöyle diyor:
“Mezhebimize
uymanın vacip oluşu, mezheplerin en haklısı, doğrusu, bâtıl inançlardan ârî
olanı, Allah (c.c.)'ı, Rasûlü'nü ve kendilerini tavsiye ettiği kimselerin
şanını en çok yücelten bir mezhep olmasındandır. Biz Allah (c.c.)'ın Ezeli
olduğuna, cisim olmadığına, hiçbir mekânda bulunmadığına -mekânı olsaydı
sonradan olması gerekirdi - inanırız.”
Râfizî
bir müddet devam ettikten sonra:
“Allah
(c.c.) ne hisle müşahede edilir ve ne de bir yerdedir. Emir ve nehiyleri
sonradan olmadır. Çünkü ma'dumun emir ve nehiy ile teklifi mümkün değildir.
İmamlar -Şiilerin on iki imamı - peygamberler gibi küçük ve büyük günahlardan
ma'sumdurlar. Onlar şeriatı cedleri olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'dan alarak, indî görüşlere, kıyas ve istihsana iltifat etmemişlerdir.”
diyor.
Ey
Râfizî!
Senin
bu anlattıklarının imametle hiçbir alakası yoktur. İmamiyyeden olup da bu
iddianı inkar eden de vardır. Çünkü bu iddiana göre imamın tayini aklen olması
gerekir. Halbuki sizce imamın tayini naklî delillere göre yapılır. Sonra bu
sözlerindeki hak olanı ehl-i sünnet zaten kabul ediyor. Batıl olan da haliyle
merdûttur.
Aslında sözlerinin ekserisi Cehmiyye ve Mu'tezile mezhebinin
görüşleridir.
Sözlerinden Allah (c.c.)'ın ilim, kudret, hayat ve kelam
sıfatlarının olmadığını, birşeye razı olma veya olmama durumunda olmayıp bir
şeyi sevmediği gibi ona buğz da etmediği anlaşılmaktadır.
Ehl-i
Sünnet ise;
Allah
(c.c.)'ın bizzat kendi zâtı için sıfat isbat ettiğini kabul edip, O'nun hiçbir
yaratılmışa benzemediğine inanırlar.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“O'nun
misli gibi (O'na
benzer) hiçbir şey yoktur. O, Semî' dir. -Bütün söylenenleri işitir,
Basîr'dir -Bütün yapılanları görür.”
(Şûra: 11)
Bu
âyet-i kerîme, Allah (c.c.)'ı yaratıklara benzeten Müşebbihe ve işitme,
görme gibi sıfatları olmadığını iddia eden Muattıla'ya reddir.
Evet,
Allah (c.c.) sıfatlarıyla kullara benzemekten münezzehtir. Eğer Cenâb-ı Allah
(c.c.)'ın Müsemmâsında vücud, ilim ve kudret sıfatları birleşiyorsa bundan
zihnî bir vücud meydana gelir. Yoksa iddia edildiği gibi hâriçte görünen bir
vücud meydana gelmez. Bazı insanlar vardır ki, bu sayılan sıfatların bir
Müsemmâda -ismin delalet ettiği varlık- toplanmasıyla Allah için meydana
gelecek vücudun insanın vücuduna benzeyeceği vehmine kapılıyorlar. Ve
zannediyorlar ki, “Vücud” lâfzı iştirak içindir. Bunlar akıllı
olduklarını da iddia ediyorlar. Hadd-i zâtında bu isimler umumî manâya geldikleri
için kısımlara ayrılırlar. “Vücud” da böyledir. Vâcib, mümkün, ezelî ve
fânî vücudlar vardır.
Müşterek lâfız “El-Müşteri” lafzı gibidir. Bu
lâfızla hem yıldız, hem de müşteri (alıcı) anlaşılır. Ama “Müşterî”
lâfzı açıklanmak istenildiğinde “Şu” veya “Bu” kastedilir
denilmesi gerekir.
Bazıları da “Vücud” lâfzını - Mümkün ve vacip
varlıklara delâlet etmesi bakımından- kat'î değil, şüphe üzerine
varlıklara verilecek olursa bu çelişkiden kurtulacaklarını zannediyorlar. Hiç
de böyle değildir. Çünkü “Vücud” isminin birbirinden ayrı olan iki
varlığa ad olarak verilmesi bu iki varlığın aynı olmasını gerektirmez. “Vücud”
lâfzı, hem Halika hem de Mahlûka şâmil olan şümullü bir lâfızdır, diyenler;
Hâlik'ın vücudu, hakikatından ayrı bir şey olduğunu kastediyorlar. Hâlik'ın
hakikati vücudunun kendisidir diyenlere göre “Vücud” lâfzı başkasına da
delalet eden müşterek bir lâfızdır. Çoğu insanların hataya düştükleri nokta
şudur:
Onlara göre umuma
şâmil olan lâfızların delâlet ettiği varlıklar mutlaka gözle görülür olması
gerekir. Aslında bu doğru değildir. Çünkü bazı varlıklar bu kapsamın dışındadır.
Nitekim Allah (c.c.)
bu lafızlarla tesmiye edildiğinde O'nun müsemması O'na yani Allah (c.c.)'a
mahsus olur. Ama aynı lâfızlar kula verilmişse yalnız kula mahsus olur.
“Vücud” lâfzı ile Allah ve kul
müşterek olarak isimlendirildiği için bunların birini diğerinden kendilerine
özel hususiyetlerle yani mâhiyet ve hakikat yönünden belirtilmesi gerekir,
deniliyorsa, buna da şu cevap verilir:
Halik
ve mahlûka verilen ve müşterek isim olan “Vücud”, varlığın hakikatinden,
mâhiyetinden ve zâtından değil, zihinde tasarlanan bir kelime iştirakinden
ibarettir. Esasen yanlışlık “Vücud” kelimesinin mutlak, hakikatinin ise
özel olarak alınmasından kaynaklanır. Halbuki “Vücud” ve “Hakikat”
herbirini ayrı ayrı özel ve genel olarak almak mümkündür. Mutlak olarak
alındığında mutlak varlığa, özel olarak alındığında da özel varlığa delâlet
etmiş olur. İsimlendirme aynı olmasına rağmen isimlendirilen şey muhtelif
olabilir.
Kastedilen
durum şudur:
Allah
(c.c.)'a İsim ve sıfat isbat (isim ve sıfatları kabul etmek) etmek, Halik'ın
yarattıklarının aynısı veya benzeri olmasını gerektirmez. Allah (c.c.) zâtına
gerekli olan kâmil sıfatlarla muttasıftır. O sıfatlar da ezelî ve ebedîdir,
yine bu sıfatlar Muttasıfın varlık ve ezeliyeti ile vardır. Bu haktır. Bunda
hiçbir
sakınca yoktur.
Allah
(c.c.)'ın isimlerini kabul edip sıfatlarını kabullenmemek sofastaîlerin
ve sözün yalnız bâtınî manâsını alan bâtınîlerin işidir.
Cumhuru ulema; bu bölmenin tamamen yanlış ve bidat olduğuna inanır.
Ehl-i Sünnetin hak olan
görüşüne göre Allah (c.c.)'ın madde ile sıfatlandırılmamasıdır.
Hatta ne câhiliyye ve ne de İslâmdan sonraki araplar Allah (c.c.)'ın cisim olduğunu
kesinlikle söylememişlerdir. Allah (c.c.) bu söylentilerden münezzehtir.
(Sofist ekolü felsefî bir görüş sisteminin
adıdır. Yunan çevrelerinde doğmuş olan bu ekol sahiplerine “Sofastaiyye”
denilir. Konuların ince noktalarına dalarak aşırı yanılmalara saparlar. İbn-i
Teymiyye'nin bunlar hakkında açıklamaları vardır.
“Karamita” mezhebi İse
İsmailî ve Şiî çevrelerinde meydana gelen bir sapık ekoldür. Mensuplarına “Karamita”
denir ki, aslında bunlar İsmaili ve Şiîdirler. Nasların açık olan mânâlarını
reddederek onlara batınî manâlar verirler.)
|