Râfizî
şöyle diyor:
“Ehl-i
sünnetin çoğu, Allah (c.c.)'ın kötüyü ve küfrü yarattığını, bütün bunların
O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldiklerini, kulun bu hususta tesiri
olmadığını ve Allah (c.c.)'ın kâfirden taat değil ma'siyet istediğini
söylüyorlar.”
Ey
Râfizî!
Daha
önce belirttiğimiz gibi kader, hidayet ve dalâlet meseleleri imameti
ilgilendirmezler. Neden bunları tekrar ortaya atıyorsun?
Gerçek olan şu ki, râfizîlerden bir bölüm kaderin gereği olarak Ebu Bekir ve Ömer'in imametini
kabul ederken, diğer bir kısım râfizîler de bunun aksini iddia etmişlerdir. Bu
iki görüş sahipleri asla bir noktada birleşmemişlerdir. Üstelik ehl-i beytten
kadere iman ve sıfatları kabul ettikleri hususunda sayılamayacak kadar
rivayetler vardır. Lakin son râfizîler, cehmiyye görüşlerini ve kaderi inkarı
râfizîliklerine eklediler. İbnul Mutahhar gibi.
Râfizî
şöyle diyor:
“Ehl-i
sünnet: Kulun küfür ve ma'siyetlerde rolü yoktur, diyorlar.”
Ey
Râfizî!
Senin
bu naklin de batıldır. Çünkü Kadere inanan bütün müslümanlar kulun kendi
fiilini yine kendisinin yaptığını ve Onun bir güç ve kuvveti olduğunu kabul
ederler. Bunun yanında sebeplerin tesirini de inkar etmezler. Onlar şöyle
derler:
Allah
(c.c), rüzgârlardan bulutu yaratmış, yağmuru bulutlardan indirmiş ve nebatatı
da yağmurlarla bitirmiştir. Yani sebep ve müsebbibi de yaratan Allah'tır.
Ancak
Eş'ari:
Kulun
fiilini Allah (c.c) yaratır. Kulun yaptığı fiil kendisinin olmayıp onun ancak
fiilinde kesbi vardır, diyor.
Râfizî
şöyle diyor:
“Ehl-i
Sünnet; Allah (c.c) kafirden ma'siyet ister, diyorlar.”
Ey
Râfizî!
Ehl-i
Sünnetin çoğunluğu irade, mahabbet ve rıza'yı birbirinden ayırarak şöyle
diyorlar:
Allah
ma'siyetleri yaratırsa da onları sevmez ve onlara rıza göstermez. Aksine onlara
buğzeder.
Tahkik
ehli “irade” nin Kur'anda iki manaya geldiğini, birini kaderi (kevni),
diğerinin de şer'î olduğunu söylerler.
Şer'î
irade
yalnız mahabbeti ve rıza'yı kapsar, Kaderi (kevni) irade ise
bütün havadisi içine alır. Binaenaleyh Allah (c.c.)'ın dilediği olur,
dilemediği de olmaz.
Allah
(c.c), şöyle buyurur:
“Allah
kimi doğru yola koymak isterse Onun kalbini İslâmiyet'e açar, kimi de saptırmak
isterse, göğe yükseltiyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar...” (En'am:
6/125),
“...Allah
sizi azdırmak isterse...”
(Hud: 11/34)
Buradaki
irade saptırma ve azdırmaya taalluk etmiştir. Şer'î iradeye misal olarak Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Allah
size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul
etmek ister...” (Nisa: 26);
“...Altları
sizi zorlamak istemez...”
(Maide: 6),
“...Ey
Peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak
ister.” (Ahzab: 33)
İşte
bu irade diğerinden ayrı bir irade şeklidir.
Rafizi
şöyle diyor:
“Yukardaki
söz kabul edildiği taktirde çirkin şeyler ortaya çıkar. Mesela Allah (c.c.)
bütün zâlimlerden daha zalim kabul edilmiş olur. Çünkü Allah kâfire küfrü
mukadder etmesine ve iman etmesi için onda hiçbir kudret yaratmamasına rağmen
onu küfründen dolayı cezalandırır.”
Ey
Râfizî!
Daha
önce belirttiğimiz gibi Cumhur “Zulüm” kelimesinin tefsirinde iki görüş
ileriye sürerek ihtilaf etmişlerdir.
Birincisi: Allah (c.c.) için zulüm mümkün
değildir, istikametindedir. Eş'ari, Kadı Ebubekr, Ebui Meali, Kadı Ebu Ya'le
ve İbnu'z-Zâğûnî bu görüştedirler. Onlar şöyle diyorlar:
“Allah
(c.c.) yalan söylemeye, zulmetmeye ve kötülük yapmaya muktedir değildir. Onu
bunlardan biri ile tavsif etmek caiz değildir.”
Onların bu husustaki delilleri,
Allah (c.c.)'ın yalan söyleyenin, zulmedenin ve kötülük işleyenin
zemmedilmesiyle ilgili olarak hükümler koymasıdır. Bu zatların sözlerine gelince
şöyle deriz:
Aslında
zemme mucip olan sebep kişinin başkasının malıyla tasarruf etmesi veya emre
itaatsizlikte bulunmasıdır. Halbuki bir başkasının Allah (c.c.)'a emretmesi
veya Allah (c.c.)'ın bir başkasının malında tasarrufta bulunması diye bir şey
yoktur. Çünkü her şey Allah (c.c.)'ındır.
İyas
b. Muaviye el-Muzeni
(Bu zat 44-121 yılları
arasında yaşamıştır. Fesahat ehlinin lideri sayılır. Kesicin zeka ve Kuvvetli
aklından dolayı darb-ı mesellerle anılır. Ömer b. Abdülazizin emri ile
Basra valiliğini yapmıştır.)
şöyle diyor:
“Aklımı
kullanarak yalnız kaderiyecilerle münakaşa ettim. Onlara:
“Zulüm
nedir?” diye sorunca:
“İnsanın
kendisine has olmayan şeylerde tasarruf etmesidir”dediler. Ben de onlara:
“Her
şey Allah (c.c.)'ındır, dedim.”
İkinci
görüş şöyledir: Allah zulüm yapabilecek güçtedir, fakat O, zulümden münezzehtir. Bir
insanı başka bir insanın günahıyla cezalandırılması gibi.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“İnanmış
olarak yararlı işler işleyen kimse, haksızlıktan ve hakkının yeneceğinden
korkmaz.” (Tâ-Hâ: 20/112)
Bir
insanın kendi isteğiyle yaptığı günahları ile, isteğinin dışında yaptığı
günahlardan dolayı cezalandırılması arasındaki fark, akl-i selîm ile
bilinmektedir, diyen bu ikinci görüş sahipleri sözlerine şöyle devam ediyorlar:
Günahlara
karşı kaderle çıkmak aklen batıldır. Zalim başkasına karşı “Kader böyleydi”
deyip zulmünü müdafaa etmeye kalkışırsa, Ona zulmedecek bir başka zâlim de aynı
sözle karşı çıkıp kendini savunacaktır.
Binaenaleyh
günahlara karşı kaderle çıkmak bütün din âlimleri ve akıl sahiplerine göre
bâtıldır.
Yapılan
günahı kadere yükleyenler ancak nefsi arzularına tâbi olanlardır. Bu gibi
kimselere şöyle demek gerekir:
Sen
taatte kaderi, ma'siyette de Cebrîsin. Yani hangi mezheb nefsi arzularına
uyarsa ona uyuyorsun!
Eğer
günahlar kadere yüklenseydi, herhangi bir kimsenin diğerini kusurlu görmesi
doğru bir şey olmazdı. Aynı şekilde hiç kimse suçluyu tecziye edemezdi. Böyle
bir inanç bir takım câhil ve avam tabakasından olan kişilerde olur. Bunlar her
şeyi kadere yükleyerek iyiliği emretmekten ve kötülüklerden sakındırmaktan yüz
çevirirler. Emirleri terketmek ve mahzuru işlemek hususunda -kader böyledir
deyip- hiç kimse mazur sayılamaz. Aslında bu gibi kimseler kaderi tamamen inkar
edenlerden daha tehlikelidir. Hatta bunun içindir ki, yani ma'siyetlere karşı
kaderin mazeret olarak gösterilmesini kabul etmeyen bir cemaat kaderci
(kaderi inkar eden) likle itham edilmiştir.
Ahmed
b. Hanbel'e;
İbn-i Ebi Zı'b kaderi miydi? demeleri üzerine Ahmed b. Hanbel
şöyle dedi:
“İnsanlar,
masiyet işleyene karşı gelen herkese kaderiyeci diyorlar.”
İşte
bundan dolayıdır ki, her şeyi kadere yükleyenler, kötülüğü menetmeye çalışanlar
karşısına şiddetle çıkarak şöyle derler:
“Kötülüklere
mübtela olan bu kimseler kaderlerinden dolayı bunu yaparlar.”
Bu
sözü söyleyene de şöyle deriz:
Kötülüklere
karşı gelmek de Allah (c.c.)'ın kaderi iledir. Böylece sen kendi iddianı yine
kendi sözünle geçersiz kıldın. Kaderiyecilerin bazı cahil üstadları da şöyle
derler:
Ben
kendisine isyan edilen Allah (c.c.)'a inanmıyorum, yetmiş Peygamber öldürsem de
günahkâr olmam.
Bazı
insanlar Adem'in (a.s.) Musa'yı (a.s.)
ilzam etmesi, ma'siyetler karşısında kaderle mazeret beyan etmek
babından olduğunu zannediyorlar. Bu cahilliktir. Çünkü peygamberler Allah
(c.c.)'ın emirlerini yapan ve yasaklarından kaçınan en mümtaz kişilerdir.
Onlardan birinin masiyet karşısında kendini kaderle savunması mümkün müdür?
Ondan sonra Âdem hatasından dolayı tevbe etmiş ve tevbesi de kabul edilmiştir.
Eğer kaderle mazeret beyan etmek caiz olsaydı İblis, Firavun v.s. kişiler için
olurdu. Ancak Musa'nın Adem'e olan hitabı. Onun ağaçtan yemesiyle başlarına
gelen musibete sebebiyet verdiği içindir. Onun için Musa (a.s.), Âdem'e (a.s.):
Neden
bizi ve bütün insanları cennetten çıkardın? demiştir.
Hadd-i
zâtında kul yalnız ayıpları ve günâhları işlerken kadere sığınmayacak. O
musibetler ânında kadere sığınacak. Yalnız kadercilerin yaptığı gibi değil,
aksine musibetler ânında sabredecek, ma'siyetleri işlediğinde de tevbe
edecektir.
Allah
(c.c), şöyle buyurur:
“Ey Muhammedi Sabret, Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun
bağışlanmasını dile...”
(Ğafir: 40/55)
Bilindiği
gibi insanın isteğine bağlı olarak gerçekleştirdiği hareketlere ona iyi veya
kötü bir sıfat kazandırır. Ama insanın rengi veya boyu elinde olmadığı için ona
zemmi veya medhi gerektirecek bir sıfat kazandırmaz. İbni- Abbas:
“İyilik kalb içinde nur, yüzde parlaklık, rızık için bolluk,
bedene kuvvet, insanların kalbinde de sevgi doğurur” buyuruyor.
Allah
(c.c.) insanın fiillerini şu veya buna sebep kılar. Zehir içenin hastalanması
veya ölmesi gibi. Ancak zehirin tehlikesi panzehirle defedilir. Tevbe ve sâlih
amellerin günahların affına vesile oldukları gibi.
Ey
Râfizî!
“Kötülüğü
işleyenin fiilini yaratıp sonra da o kişiye cezayı tatbik etmek zulümdür”
diyecek olursan, bu sözün “Zehirin yaratılması ve onunla ölümün meydana gelmesi
zulümdür” şeklindeki iddiana benzer.
Yakîn ifade eden bütün deliller, hadis
olan her şeyin Allah tarafından yaratıldığına delâlet eder. Kulun bütün
fiilleri de havadisten -sonradan olanlar- olduğuna göre Allah (c.c.)'ın
dilediği olur, dilemediği olmaz.
“Fiilin
meydana gelmesi kulun iradesine bağlıdır” denilecek olursa;
İrade de hadistir,
onun gerçekleşebilmesi için bir sebep şarttır, deriz. İstersen, fiil mümkün
olan bir şey olsun. Mutlaka varlığını yokluğuna tercih edecek birisine ihtiyaç
vardır. Kulun fiil karşısındaki durumu da mümkün bir hadistir. Ona da mutlaka
bir yaratıcı ve tercih edici gerekir, diyebilirsin. Her iki hal arasında da, yani
kulun fiilinin hadis olması ile insanın bizzat kendisinin hadis olması arasında
fark yoktur. Çünkü bazı mahlukat diğerleri için tehlike arzeder. Hastalıklar
gibi. Bunda Allah (c.c.)'ın hikmeti vardır.
Kulun
ihtiyarı ile işlediği kötülüklerden dolayı tecziye edilmesi zulüm olmadığına
göre, meydana gelen şeyde Allah (c.c.)'a nisbeten bir hikmet vardır. İşte o
hikmet de hadis olan -yapılan- şeyi güzel gösteriyor. Yapılan şey kula nisbet
edildiğinde de adalet söz konusu olur. Çünkü kul o fiile göre muamele görür.
Hiç bir zaman Allah
(c.c.), kula zulmetmez. Ancak kul kendi nefsine zulmeder. Hâkim hırsızın elini
kesip, çalınan malı sahibine verirse adaletle hükmettiği kabul edilir. Bunun
üzerine hırsız:
Hırsızlık
benim kaderimde vardı, deyip kendini müdafaa ederse, şüphesiz ki, onun bu
mazereti meşru olmadığı gibi, hâkimin onun elini kesmesine de mâni olamaz.
Aynı
şekilde Allah (c.c.) kıyamet gününde zâlimi cezalandıracağında adaleti tatbik
edecektir. Zalimin, sen zulmü bana takdir ettin, şeklindeki sözü hiçbir zaman o
zâlim için mazeret olamaz. Buna rağmen Allah her şeyin yaratıcısı olduğuna göre
bunda hikmet vardır. Onun içindir ki, bu hikmetten dolayı Allah (c.c.)'ın
yarattığı şeyler güzeldir.
Allah
(c.c.)'ın yaratması ve takdiri, Onun emir ve yasaklarına benzemez.
Emir ve
yasaklarının gayesi; insanlara faydalı ve zararlı olanı açıklamaktır. Doktorun
hastaya faydalı olanı tavsiye etmesi ve ona zararlı şeylerden koruması gibi.
Allah
(c.c.) peygamberleri vasıtasıyla insanlara bahtiyar ve bedbahtların yolunu açıklamış
ve saadete götürecek yolda yürümeyi, şakavete götürecek yoldan da uzak durmayı
emretmiştir.
Allah
(c.c.)'ın takdiri ve yaratması ise; hem kendisine hem de mahlûkatına bağlı bir
konudur. Allah (c.c.)'ın yarattığı şeyde mutlaka bir hikmet vardır. Bu hikmetin
zımnında bazıları için zarar bulunsa da hikmet, Allah (c.c.)'a ve bütün
mahlûkatına mutaalliktir. Allah (c.c.)'ın yağmuru yağdırması gibi. Şüphesiz ki
bu yağmurda rahmet ve hikmet vardır. Ancak bazıları için zararlı olabilir.
Evlerin yıkılması, yolcuların seferden geri kalması veya bazılarının işlerine
gidememesi gibi.
Aynı
şekilde Allah (c.c), peygamberleri insanlara rahmet ve bir hikmete mebni olarak
gönderiyor. Fakat bu peygamberlerin gönderilmesinde bazı kavimler için
-inanmayan- ezâ vardır. Diktatörlüklerinin sona ermesi gibi.
Onun
içindir ki; Allah (c.c.) küfrü kâfire takdir etmişse bunda bir hikmet vardır.
Kâfir, Allah (c.c.)'ın ona bahşettiği ihtiyarı - cüzî irade- ile küfrü seçmiş,
Allah (c.c.) da O'na hakkettiği ceza ile tecziye etmiş ve edecektir de. Bu
tecziyede mutlaka bir hikmet ve avamın maslahatı vardır.
Allah
(c.c.)'ın fiillerini kulların fiillerine kıyas etmek tamamen yanlıştır. Çünkü
patron işçisine bir şeyi emrederse, patronun o şeye olan ihtiyacındandır. İşçi
onu yapar, patronu da onu mükafaatlandırırsa bu durum karşılıklı menfaat babına
girer. Hiçbir zaman patron o işin yaratıcısı değildir. Allah (c.c.) ise
kullarından tamamen müstağnidir.
Allah
(c.c.) kullarına faydalı olanı emretmiş, zararlı olanı da yasaklamıştır. Bu
emir ve yasaklama öğretici ve irşad edicidir. Eğer faydalı olan işte onlara
yardım ederse haliyle nimeti tamamlanmıştır. Yok eğer kuluna yardım etmez, kul
da kötülük işlerse bunda da ayrı bir hikmet vardır. Kulun yaptığı iş günahı
gerektiriyorsa, yine kulun o işi yapmasındandır. Çünkü kulun fiilleri ona ya
günah veya sevab kazandıracak niteliktedir. İşte bu kazandırma Allah (c.c.)'ın
kaza ve kaderi iledir. Burada hiçbir çelişki yoktur.
Şimdi
sözü bu küllî hikmete çeviriyoruz. Külli hikmetin bilinmesi insanlara gerekli
değildir. Allah (c.c.)'ın hikmetini, rahmetini ve kudretini bilen kimse için
teslimiyet kâfidir. İnsanların çoğu bu hikmeti bildikleri takdirde zararlı
çıkacakları malumdur. Çünkü Allah (c.c.)'ın hikmeti akıllardan çok çok daha
büyüktür!
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Ey
inananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın...” (Mâide: 5/101)
Aslında
Allah (c.c.)'ın fiillerinin gayesi ve hikmeti meselesi, dini meselelerin en
büyüğüdür.
Kaderiyye fırkasının sapıtması, onların
Allah (c.c.)'ın fiillerini kulların fiillerine kıyas etmelerinden ileri
gelmiştir.
Cebriyecilerin Allah (c.c.)'ın fiillerinde
hikmeti olduğunu kabul etmeyip, Onu zulümden tenzih etmemelerinden dolayı
sapıttıkları gibi.
|