Râfizî
şöyle diyor:
“Ehl-i
Sünnet İblis'i ve kâfiri ma'siyetlerden, tenzih ettiler.”
Ey
Râfizî!
Bu
sözün tamamen bir iftiradır.
Çünkü ehl-i sünnet âsînin ma'siyetle muttasıf ve
onunla mezmum olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Fiilleri kim
yapmışsa Onun sıfatıdır. Hiçbir zaman o filler onları yaratanın sıfatı
olamazlar.
Kâderî,
bataklığına dalarak sözlerine şöyle devam ediyor:
“(Ehli
sünnet kulların fiilleriyle beraber herşeyi yaratan Allah (c.c.)'dır demekle)
böylece Allah (c.c.)'ın ceza ve mükâfaatına güven kalmaz. Çünkü onlar (ehli-
sünnet âlemde Allah (c.c.)'a yalan isnad etmeyi caiz gördüler de, artık Allah
(c.c.)'ın verdiği haberlerde yalan söylemesi de (Hâşâ!) caiz olmuş oldu.
Binaenaleyh Peygamberleri göndermekteki fayda ortadan kalktı.”
Ey
sapık Kaderci!
“Halik” ile “Fail” (yaratıcı ile yapıcı) arasında fark bulunduğu
bütün akıllılarca malumdur.
Allah
(c.c.), bir kimsede hareket yaratırsa, hareket eden Allah (c.c.) olmadığı gibi,
şimşek için sesi yarattığında da sesi çıkaran Allah (c.c.) değildir. Nasıl ki
hayvan ve bitkilerde yarattığı renkler Allah (c.c.)'ın sıfatı değilse,
başkasında yarattığı ilim ve kudrette Allah (c.c.)'ın sıfatı olamaz. O ses, o
renk ve o ilim ve kudretimde yaratılmışsa. Onun sıfatı olup, fakat Allah
(c.c.)'ın mahlûkudurlar. Buna göre misalleri çoğaltabiliriz.
“Ey
Resulüm, düşmanların gözlerine bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın,
ancak Allah attı...” (Enfâl: 8/17)
âyet-i kerimesine gelince bunun mânâsı şudur:
Sen
attığın zaman hedefi vurmadın. Allah sana hedefi isabet ettirdi. Rasulullah'ın
elinden atılanı düşmana götüren Atıştır. İsabet ettirmek de Allah
(c.c.)'tandır. Bazılarının anladığı gibi Allah (c.c.)'ın atanı ve atmayı
yaratmasından dolayı, hakikatte de atıcının kendisi olması gerekir gibi bir
mânâ anlaşılmaz. Böyle birşey söz konusu olsaydı. Herşeyde işi yapan bizzat
Allah (c.c.) olurdu. O zaman da:
Yürürken
ben yürümedim, Allah (c.c.) yürüdü. Ben binerken kendim binmedim, Allah (c.c.)
bindi vs. demen gerekirdi. Bunun da bâtıl olduğu-zarûreten bilinir. Bunun için
şu rivayet naklediliyor:
Osman
(r.a.) muhasara edilerek taşa tutulduğunda neden beni taşlıyorsunuz demesi
üzerine âsîler “Biz seni taşlamadık, Allah (c.c.) seni taşladı” dediler. Osman
(r.a.):
“Allah
beni taşlasaydı muhakkak isabet ederdi. Fakat siz beni taşlıyorsunuz ki bana
isabet ettiremiyorsunuz.” diye cevap verdi.
Meselenin
diğer bir yönü şudur:
Kaderciler:
“Allah
(c.c), yalancının yalan söyleyeceğini, zâlimin zulüm ve fuhuş işleyeceğini
bilmesine rağmen onlar için kudreti yaratıyor.” diyorlar.
Halbuki bizce malum
olan şu ki, kişi kötülük işler, bir başkası da ona yardımcı olursa, O da aynı
kötülüğü yapmış gibidir. Allah (c.c):
“İyilik
ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Mâide:
5/2) buyuruyor.
Eğer
Kaderciler:
Allah
(c.c.), isyan etsin diye değil de, itaat etsin diye kula kudret vermiştir,
diyecek olurlarsa, onlara şöyle denir:
Eğer
Allah (c.c.), âsinin isyan edeceğini bilmesine rağmen ona kudreti vermişse, bu
durum, bir kimsenin peygamber öldüreceğini bilmesine rağmen bir başkasına
kâfirleri öldürsün diye kılıç vermesine benzer. Bu ise (yani peygamber
öldürmek) bizim için bile doğru değildir. Kaldı ki Allah (c.c.) hakkında hiçbir
zaman için düşünülemez.
Ey
kaderi inkâr eden Râfizî!
Ehl-i
Sünnet hiçbir zaman Allah (c.c.)'ın kadir olduğu şeyin vuku bulabileceğinden
şüphe etmezler. Ancak kendilerine kadir olduğu ve vuku bulmaları mümkün olmalarına
rağmen bazı şeyleri yapmadığını biliyoruz. Allah (c.c), denizi yağa, dağları
inciye çevirmeye kudreti yettiği halde çevirmez. Binaenaleyh Allah Teâlânın
yalandan münezzeh bulunduğu ve yalanın Onun hakkında mümteni' olduğu kesin
olarak anlaşılmış oldu.
Ey
Râfizî!
Biz
ehl-i sünnet Allah (c.c.)'ın kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan
münezzeh olduğunu biliyoruz. Yine biz, hayat, ilim ve kudret sıfatlarının kemâl
sıfatlardan olup Allah (c.c.)'ın bunlara herkesten daha lâyık olduğunu
biliyoruz. Sıddık sıfatı da böyledir. Allah (c.c):
“Allah'tan
daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa: 4/87)
buyuruyor.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) da şöyle buyuruyor:
“Sözlerin en doğru olanı Allah'ın kelâmıdır.”
Allah
(c.c.)'ın kelâmı da, zâtı ile kâimdir. Ehl-i sünnete göre mahlûk değildir.
Kelâm, kemâl sıfatlarından olduğu için Allah (c.c.)'ın onunla muttasıf olması
gerekir. İster bu sıfat meşietine (dileme) ve kudretine taalluk etmeyip,
zatında kâim ve ezeli olan harf veya seslerden ibarettir desinler; ister bu
sıfat (kelâm) Allah (c.c.)'ın dilemesine müteallik olup, bilahare konuştuğunu
veya şu anda da istese konuşabileceğini söylesinler, her iki halde de kelâm
sıfatı Allah (c.c.)'ın kemâl sıfatlarındandır.
Yalan ise noksanlık sıfatıdır. Sağırlık,
dilsizlik ve âmâlık gibi. Allah, bu sıfatları yaratmasına rağmen kendisinde
böyle bir şeyin mevcud olması mümkün olmadığı gibi yalanı da yaratmasına rağmen
onunla asla kâim değildir.
Ehl-i
sünnetin “Allah (c.c.)'ın kelâmı mahlûk değildir” sözlerine karşı “Mahlûktur”
diyorsunuz.
Buna göre sizce Allah kendi kelâmını başkasında yarattığı ve o
kişide kâim olduğu için mahlûktur. Ama yine sizce insanların konuştuğu o kelâm
Allah (c.c.)'ın olmadığı gibi O'nun mahlûku da değildir. Eğer her iki iddianız
da doğru ise, sizin, bu Allah (c.c.)'ın kelâmıdır, bu da kelâmı değildir
demeniz gerekirdi.
|