Râfizî:
“Ali b. Musa
insanların en zahidi ve en âlimi idi” diyor.
Bu sözüne karşı da
şöyle diyoruz:
Hüseyin'in
(r.a.) torunlarının mübtelâ olduğu en büyük musibet, râfizîlerin onların
etrafında fırkalaşarak kendilerini ta'zim etmeleri, propaganda ve aşırılıklarla
onları ileriye sürmeleridir. Ali b. Musa, kadri yüce bir insan idi.
Zamanında ondan daha âlim olan Şafiî ve bazı zatlar bulunuyordu. Ma'ruf
el-Kerhî ve Ebu Süleyman ed-Dârânî de onun zamanında yaşamış ve
ondan daha zâhid olan iki zattır. Râfizîler ise, dedelerinden nakletmiş diye Ali
b. Musa'ya dayandırarak çeşitli eserleri te'lif edip uydurmuşlardır.
Daha
sonra Râfizî:
“Cumhur-u fukaha Ondan ilim nakletmişlerdir” diyor.
Bu
ise bir iftiradır. Ancak âlimlerden bazıları ondan ilim nakletmişlerdir. Ebu's-Salt
el-Herevî gibi. Sözlerine daha birçok şeyler ekleyen Râfizî:
“Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Fâtıma namusunu korumuştur. Allah da ateşi
soyuna haram kılmıştır, buyurmuşlardır.” diyor. Bu iddiası da yalandır. Çünkü
namuslarını koruyan kadınların sayısını Allah (c.c.)'tan başkası bilemez. Bu
gibi kimselerin soyunda iyi ve kötü kişiler de vardır. Binaenaleyh Fâtıma'nın
üstünlüğü yalnız namusunu korumasıyla değildir. Ondan sonra râfizîler, ehli
sünnetten oldukları için Fâtıma'nın evladından bir çoğunu fâsıklık ve
kâfirlikle itham etmişlerdir. Râfizîlerin Zeyd b. Ali'yi reddederek ona karşı
mücadele etmeleri gibi.
Râfizî daha sonra Mehdî'den bahsederek
onun Muhammed el-Muntazar olduğunu iddia etmiştir. Bu iddiasına karşı da
şöyle diyoruz:
İbn-i
Cerir, İbn-i Kani' ve başkaları, Hasan b. Ali el-Askerî'nin çocuğu olmadığını
söylemişlerdir. İmâmîler ise Hasan b. Ali el-Askerî'nin çocuğu olduğunu
ve bu çocuk iki üç veya beş yaşında iken Samarra'da Sirdâb (mağara)'a girdiğini
iddia ediyorlar. Gerçekten bu çocuk mevcud olsaydı Allah (c.c.)'ın hükmüne göre
annesinin veya başkasının terbiyesi altında kalması, malının da onu koruyacak
kişinin zimmetinde bulunması gerekirdi. Malına el konulan ve terbiyeye müstahak
olan bir kimse ümmete nasıl imam olabilir?
Bunun
varlığını veya yokluğunu farzetsek bile insanlar ne dünya ve din ve ne de ilim
hususunda ondan istifade etmedikleri gibi, onunla hiçbir maslahat ve güzellik
de meydana gelmiş değildir. “İnsanların zulmünden dolayı gizlenmiştir”
denilecek olursa “Dedelerinin zamanında da zulüm olmasına rağmen onlar
gizlenmemişlerdir” denilir. Sonra ona inananlar mağaranın ağzını
kapatmışlardır. Neden bir kere olsa dahi onlarla buluşmadı?
Halbuki O, içinde
taraftarları olan bir bölgeye yerleşebilirdi. Yok hükmünde olan kişi ile, uzun
bekleme, devamlı hasret, üzüntü ve muhal olan bir şeyi talep etmekten başka
hiçbir maslahat meydana gelmemiştir. Çünkü bunlar dörtyüz elli seneden
beri bunun çıkışına dua etmelerine rağmen duaları kabul edilmemiştir.
(Eserin yazıldığı tarihe itibar edilmiştir. Müellifin vefatından bugüne kadar
677 sene geçmiştir)
Râfizî, daha sonra İbn-i Ömer'in rivayet
ettiği ve:
“Âhir zamanda soyumdan bir adam çıkacaktır...”
mealinde olan uzun hadisi zikrediyor.
Buna karşı da şöyle deriz:
Bu
hadis aleyhinizde bir delildir. Çünkü hadisteki “Onun
ismi ismime, babasının ismi de babamın ismine benzer” sözü, çıkacak
olan bu kişinin Muhammed b. Abdullah olup, Muhammed b. Hasan olmamasını
gerektiriyor. Üstelik Ali'den (r.a.) rivayet edildiğine göre âhir zamanda
çıkacak bu ikisinin Hüseyin'in soyundan değil, Hasan'ın soyundan olacaktır.
|