Râfizî
şöyle diyor:
“Kemâlde
zirveye çıkan bu ma'sum imamlar, diğer imamlar gibi mal-mülk, içki içme gibi
her türlü kötü masiyet ve isyanlarla meşgul olmamışlardır.
İmâmîler:
Allah,
bizimle onların arasında hüküm verecektir. O hakemlerin en hayırlısıdır,
demişlerdir. Bir âlimin şu sözleri ne kadar güzeldir!
Kendine
bir mezheb seçmek istersen
İnsanların
haber naklindeki durumlarını da biliyorsan,
Şafiî
ve Mâlikin sözlerini bırak.
Ahmed'in
ve Ka'bu'l Ahbarın sözlerini de,
Öyle
insanlara yönel ki Onların söz ve nakilleri “Ceddimiz, Cibrilden, O da Allah
(c.c.)'tan rivayet etmiştir” şeklindedir”
Ey
Râfizî!
Bu
iddiana birkaç yönden cevab vereceğiz:
Birincisi:
Mezkûr imamlarda zikredilen
ma'sumiyet iddiası hakkında hiçbir delil zikredilmiş değildir.
Ancak râfizîler,
teklif etme konusunda bir lütuf ve maslahat olsun diye Allah (c.c.)'ın insanlar
için ma'sum bir imamı tayin etmesi gerekir, demişlerdir. Hüccet diye ileri
sürdükleri onların bu iddialarının birkaç yönden çürük olduğu anlaşılmıştı.
Bu
yönlerin en basiti mezkûr lütuf ve maslahatın mevcut olmayıp olmasıdır. Zaten
kendisiyle lütuf ve maslahatın hâsıl olduğu hiçbir ma'sum imam yoktur.
İkincisi:
“Bu ma'sum imamlardan her biri
kemâlde zirveye çıkmışlardır” sözü tamamen delilden yoksundur.
İlimsiz bir
sözü söylemek, başkasının da aynısını iddia etmesine yardımcı olur.
Bir kimse, ashab, tabiîn ve diğer müslüman imamların her iki Askerî'den daha çok âlim ve
dinde kemâlin zirvesine ulaştıklarını ileri sürerse,
elbette bu daha çok takdire şayan olur. Âlimlerin naklettikleri
malumatı mütâlâa eden kimse, dört halife ve onlardan, sonra gelen imamların
ilmî ve dînî konulardaki mütevâtir faziletlerinin her iki Hasan el-Askerî'nin
faziletlerinden daha çok olduklarını müşahade edecektir.
Üçüncüsü:
Râfizî “Bu
imamlar” sözüyle ma'sumiyetlerini ileri sürdüğü imamların güç ve kuvvet
sahipleri olduklarını kasdediyorsa, bu açık bir yalandır.
Onlar dahi bunu iddia
etmiyorlar. Aksine onlar, zâlimlere karşı âciz ve mağlup olduklarını ve Ali'den
(r.a.) başka hiç birisinin imameti elde edemediğini söylüyorlar. Buna rağmen
birçok işler Ali'ye (r.a.) bile zor gelmişti. Ümmetin yarısından azı veya çoğu
da ona biat etmemişti. Üstelik bir çokları ona karşı gelmiş, o da onlara karşı
savaş ilân etmiştir. Ümmetten bir çokları da ona karşı gelmedikleri gibi onun
yanında da savaşmamışlardır. Bunlar arasında Ali'nin (r.a.) beraberinde olmayan
yüce zatlar da bulunuyordu. Daha önce Ali (r.a.) ile beraber olup da bilâhare
savaştan çekilenler de onunla beraber çarpışanlardan daha üstün idiler.
Râfizî “Bu imamlar...” sözüyle mezkûr
zatların ilim ve din ehli olduklarını, binaenaleyh onların imamete müstehak
bulunduklarını kasdediyorsa ve bu iddia doğru ise, bu durumları, onların imam
olmalarını ve ümmetin de kendilerine itaat etmelerini vacip kılmaz. Mescid
imametine veya kadılığa lâyık olan bir kimsenin liyâkati, kendisini imam veya
kadı yapamadığı gibi.
Yine kişinin komutanlığa lâyık olması onun komutan
olmasını gerektirmez.
Namazın da imamete lâyık olanın arkasında değil, bilfiil
imam olanın arkasında kılındığı taktirde cemaatle kılınmış olduğu tahakkuk
eder.
İşte bunun gibi, insanlar arasındaki problemleri çözebilecek kimse devlet
reisliğine lâyık olan değil, bizzat güç ve kuvvet sahibi olan idarecidir.
Aynı şekilde askerler
de komutanlığa lâyık olan kimseyle beraber değil, aksine bizzat başkalarına
tayin edilmiş komutanlarıyla birlikte savaşırlar.
Hülasa bütün bu işler güç ve kuvvete bağlıdır.
Devlet reisliğini yapacak kadar güç ve
kuvvet sahibi olmayan kimse bunu yapamaz. Bu kuvvet bilahare kendisine
verildiği takdirde idareciliği yapmağa gücü olacağı farzedilse dahi önemli olan
reisliği anındaki güç ve kuvvetidir. Gücün kendisine verilmesi gerekir veya
meşrudur gibi iddialar reisliğini gerçekleştirmez.
İmam (Devlet
reisi) fiilen yetkili olan kimse demektir. Halbuki Ali'den (r.a.) başka
masum diye iddia ettikleri diğer bütün imamlarında bu sıfat yoktur. Daha önce de
bütün bunları açıklamıştık.
Dördüncüsü:
Siz liyâkatten neyi
kasdediyorsunuz? denilir. Eğer İmamet Kureyşin değil de kendi imamlarınıza
aittir, diyorsanız bu bâtıldır.
Çünkü imametin Kureyş'e ait bir hak olduğu
hususunda hadislerden nass vardır. Yok eğer imamlarınızdan her birinin hilâfete
layık olduğunu söylüyorsanız Kureyş'ten bir çok kişi de bu liyâkata
müşterektir.
Beşincisi:
İmam, kendisine tabî olunan
zattır.
Bu da iki şekilde olur:
1
- Âlim
olduğu için dîni ve ilmî konularda kendisine başvurulur. Bu imam, Allah
(c.c.)'ın emirlerini iyi bildiği için, kendisine başvuranlar istekleriyle Ona
itaat ederler. Velev ki onları zorla itaat ettirmekten âciz olsun,
2
- Bu imam,
öyle bir güç ve kuvvete sahiptir ki, isteyerek veya istemiyerek tabileri ona
itaat etmek zorundadırlar. Çünkü O, başkalarını itaat etmeye mecbur kılmaya
muktedirdir.
“Ey
inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan idarecilere
itaat edin”
(Nisa: 4/59)
Ayetindeki
“Sizden olan idareciler” ibaresi;
- harb erkânı gibi
güç ve kuvvet sahibi olan kimseler şeklinde tefsir edilmiştir.
- İlim ve takva
sahibi olanlar şeklinde de tefsir edilmiştir ki, her iki tefsir de doğrudur.
Mezkûr
her iki vasıf râşid halifeler hakkında en mütekâmil bir şekilde mevcut idi.
Biri diğerinden üstün olmasına rağmen, her dördü de ilim, adalet, siyâset ve
kuvvet sahibi idiler. Bu hususlarda Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.),
Osman (r.a.) ve Ali'den (r.a.) üstündürler.
Onlardan
sonra Ömer b. Abdülaziz'den başka hiç kimse bu sıfatlarda kemâle
ulaşamamıştır.
Fakat bazı kişiler ilim ve takva hususunda güç ve kuvvet sahibi
olan kimselerden daha ileri olabilirler. Ali'den (r.a.) başka mevzu bahis olan
on imamın güç ve kuvvet sahibi oldukları kasdediliyorsa, bu yanlıştır.
Kendileri de böyle bir şey iddia etmemişlerdir.
Yok eğer ilim ve takvada imam
olup ancak başkalarını kendilerine itaat etmeye ilzam edemedikleri kasdediliyorsa bu durum mezkûr sıfatlara sahip olan herkes hakkında söz
konusudur. Ondan sonra bu imamların zamanında ilim ve takvaca onlardan
daha üstün olan âlimler vardı. Başkalarından nakledilmiş ilimler onlardan
nakledilene nisbeten kat kattır. Diğer âlimlerin ümmetteki eseri onların
eserinden daha açıktır. Bu imamların ilki olanlardan -Ali b. Hasan, Cafer,
Ca'fer b. Muhammed gibi - ilmin bir bölümü nakledilmesine karşılık, diğer
âlimlerden çok daha fazlası nakledilmiştir. Bu üç imamdan sonra gelenlerden
cidden çok az ilim nakledilmiştir. Hadis
rivayetinde meşhur olan hadis âlimleri arasında da bunlar zikredilmiş
değillerdir. Onlar için anlatılan güzel menkıbelerin aynısı ümmetten bir
çokları hakkında da vâriddir. Ama ilim ve takvada bütün ümmetten üstündürler...
(Bu son cümle ile mevzu kesilmiştir. Mütercim.)
Yukarda
zikrettiğimiz her iki şıkka göre de ehl-i sünnet, bunların imameti hususunda
münakaşa etmezler.
Ehl-i sünnet, Allah (c.c.)'ın emirlerini emrettiği, Allah
(c.c.)'a çağırdığı ve Allah (c.c.)'ın sevdiğini yaptığı sürece onlardan
herhangi birisine ittiba edilebileceğinde müttefiktirler.
Bu zâtlar, yaptıkları
hayırlar ve kendisine davet ettikleri iyilikler konusunda kendilerine ittiba
edilen imamlardır.
Allah
(c.c), şöyle buyuruyor:
“Sabredip
âyetlerimize kesin olarak inanmalarından ötürü, aralarından onları buyruğumuzla
doğru yola götüren önderler yaptık.”
(Secde: 32/24)
İbrahim
(a.s.)'a da şöyle buyuruyor:
“Seni
insanlara önder kılacağım”
(Bakara: 2/124)
Bu
âyetle İbrahim (a.s.)'i bütün insanlarla çarpışacak kılıç sahibi bir imam
yapmamıştır. Aksine insanlar itaat etsin veya etmesin Ona ittiba etmeyi vacip
kılmıştır. Bu imamlar da onlara benzer imamlar gibi dinde misâl olan zâtlardır.
Ehl-i sünnet, kendilerine uyulması gereken ve şeriatin ona delâlet ettiği hususlarda
mezkûr imamların imametini kabul ediyorlar. Bu hüküm onlar gibi imam olan diğer
zatlar hakkında da mevcuttur.
Ebubekir,
Ömer, Osman, İbn-i Mes'ud, Ubey b. Ka'b, Muaz, Ebu'd'-Derda' ve emsalleri gibi.
İslâmı
ilk kabul eden zâtlar, Said b. Müseyyeb, Süleyman b. Yesar, Ubeydullah b.
Abdullah, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebubekir b. Abdurrahman, Hârice b.
Zeyd gibi.
Medine
fakihleri olan âlimler, Alkame, Esved b. Zeyd, Usame, Muhammed b. Şîrîn,
Hasan Basrî, Salim b. Abdullah b. Ömer, Hişam b. Urve, Abdurrahman b. Kasım,
Zührî, Yahya b. Sâîd el-Ensârî, Ebu'z-Zinâd, Malik, Evzâî, Leys b. Sa'd, Ebu
Hanife, Şafiî, Ahmed, İshak b. İbrahîm ve benzeri zatlar gibi.
Fakat
bunların bir kısmının naklettikleri hadislerle verdikleri fetvalar diğer bazılarınınkine
nazaran daha çok olabilir. Binaenaleyh rivayetleri, fetvaları ve ilmindeki
otoritesi çok olanlar daha ziyade meşhur olurlar. Yoksa hiçbir zaman Ehl-i
sünnet, Yahya b. Saîd, Hişam b. Urve ve Ebu'z-Zinâd'ın Ca'fer b. Muhammed'den
ittibada bulunma hususunda daha lâyık olduklarını söylemezler.
Yine
onlar, Zührî, Yahya b. Ebubekir, Hammad b. Ebi Seleme, Süleyman b. Yesar ve
Mansur b. Mu'temir'in ittiba konusunda Ebu Ca'fer el-Bâkır'dan daha
lâyık olduklarını iddia etmezler. Yine Ehl-i Sünnet, Kasım b. Muhammed, Urve
b. Zübeyr ve Salim b, Abdullah'ın ittiba mevzuunda Ali b. Hüseyin'den
daha lâyık bulunduklarını ileri sürmezler. Aksine ehl-i sünnet, yukarda
saydığımız zâtlardan herbirinin, sâdık bir kimsenin kendilerinden rivayet
ettiği konularda, güvenilir âlimler olduklarını söylerler. Ancak bunlardan
biri, bir fetva verir diğeri de ona itiraz ederse vuku bulan bu ihtilaf Allah
ve Resulünün emrettiği gibi Allah (c.c.)'ın kitabına ve Rasûlullah'ın sünnetine
havale edilir. Bu zatlar arasında Allah ve Resulünün malûm olan hükmü böyledir.
Müslümanlar asr-ı saadette ve râşid halifeler zamanında da bu yolu
izlemişlerdir.
Altıncısı:
Râfizînin: “Ma'sum imamlar, diğer
imamlar gibi mal-mülk ve masiyetlerle meşgul olmamışlardır” sözü tamamen
yalanladır. Eğer Râfizî bu sözüyle ehl-i sünnet:
Allah
(c.c.)'a yaptıkları isyanda Emîrlere uyulur, dediklerini kasdediyorsa bu iddia
ehl-i sünnete yapılan bir iftiradır.
Çünkü ehli sünnet indinde ilim ve
takvaları ile bilinen âlimler:
Allah (c.c.)'a isyan eden hiç kimseye ittiba
edilemiyeceği ve böyle bir şahsın imam olarak kabul edilemiyeceği hususunda
ittifak halindedirler.
Eğer
Râfizî bu sözüyle ehl-i sünnetin Allah (c.c.)'a itaat hususunda bu gibi
Emirlerin yardımını talep ettiklerini ve yaptıkları doğru işlerde onlara yardımcı
olduklarını kasdediyorsa ona şöyle denilir:
Ehl-i
sünnetin bu itibarla onları imam kabul etmeleri mahzurlu ise râfizîler bu
hususlara daha çok girmişlerdir. Üstelik onlar, isteklerinin yerine getirilmesi
için kâfir ve fâsıklardan yardım talep ederek onlarla işbirliği yapmışlardır.
Bu durum her zaman ve mekânda açıkça görülmüştür. Bunlar kâfir moğolları,
fâsıkları ve cahilleri de lider olarak seçmişlerdir.
Yedincisi:
Râfizînin, kitabında isimlerini
zikrederek masumiyetlerini iddia ettiği imamlara gelince onlar imametin
gayelerini gerçekleştirecek güç ve kuvvete sahip değillerdir. (Ali'nin (r.a.) istisna
edildiğini daha önce zikretmiştik) Yapılması mutlaka gerekli olan Allah
(c.c.)'a itaat hususunda onlara uymak kâfi değildir.
Bunların güç ve
tasarrufları olmadığına göre, arkalarında cemaatle namazın ve cumanın
kılınması, cihâdda ve hacda komutan ve emîr olmaları, onlar vasıtası ile
hadlerin tadbik edilip, davaların halledilmesi, kişinin başkaları yanında veya
beytülmâlde olan hukukunu bunlar vasıtası ile talep etmesi ve onlarla yol
emniyetinin korunması mümkün değildir.
Bütün
bu işler onları yaptıracak güçlü bir kişiye muhtaçtır. Bu işleri
gerçekleştirecek güçlü bir kimsenin de mutlaka yardımcıları olması gerekir.
Râfizînin zikrettiği bu imamların, mezkûr işleri gerçekleştirmeğe yetecek kadar
güçleri yoktur. Aksine bunlardan başkaları yukarıdaki işleri gerçekleştirecek
güçte idiler. Söz konusu olan işlerin gerçekleştirilmesini, âciz olan bir
imamdan talep eden kimse, câhil ve haksızdır. Onları gerçekleştirmeğe gücü
yeten bir imamdan isteyen kimse de, hidayete ve hakka erişmiş kimsedir. Bu
kimse, din ve dünyasının maslahatını tahsil ederken, birincisinin ise onları
elde etmesi mümkün değildir.
Sekizincisi:
Râfizînin bütün halifelerin içki
ve masiyetlerle meşgul olduklarını iddia etmesi, onlara yapılan açık bir
iftiradır.
Bu
hususta nakledilen hikayeler yalanlarla doludur. Bu halifeler arasında Ömer
b. Abdülaziz ve el-Muhtedî billâh gibi âdil ve zâhid halifelerin bulunduğu
açıkça bilinmektedir. Bazıları kendilerinden tevbe ettikleri çeşitli günahlara
mübtelâ olmuşlar. Ancak, günahlarını silecek sevapları da işlemişlerdir. Hatta
günahlara keffaret olacak musibetlere duçar olmalarına rağmen
Umeyye ve Abbasî oğulları halifelerinin bir çokları, Ömer b. Abdülaziz ve
el-Muhtedî billâh'in nail oldukları yüceliğe lâyık olmamışlardır. Bu,
bilinen bir gerçektir.
Hülasa
olarak hükümdarların birçok iyilikleri ve kötülükleri vardır. Bunlardan her
birisinde, müslümanlardan hiç birinde olmayan maziyetler bulunsa bile, hiçbir müslümanın
sahip olmadığı iyilikleri de vardır. İyilikleri emretmeleri, kötülüklerden
sakındırmaları, cezaları tatbik edip, düşmana karşı cihadda bulunmaları, birçok
hakları sahiplerine ulaştırmaları, zulmün bir çoğuna mâni olup, adaletin çoğunu
tatbik etmeleri gibi.
Vakıa
biz bütün hükümdarların ma'siyetlerden arınmış olduklarını söylemiyoruz. Lakin
bazı müslümanlarda ve hatta hükümdarlarında zülüm ve ma'siyetin bulunması, aynı
zülüm ve ma'siyeti bütün müslümanların ve bütün idarecilerinin yapmış olduklarını
ve Allah (c.c.)'a itaat teşkil eden konularda da hepsinin müşterek olduğunu
asla kabul etmiyoruz.
Ehl-i
sünnet, ma'siyet teşkil edecek hususlarda değil, ancak Allah (c.c.)'a itaat
ettikleri takdirde idarecilere muvafakat edilmesini emrediyorlar.
Bir
kimsenin, Allah (c.c.)'a itaat ettiği hususlarda hükümdara uyup, ma'siyet
teşkil eden hususlarda da ondan ayrılmasında onun için hiçbir zarar yoktur.
Bir
kimsenin hacılarla hac edip, vakfede bulunarak tavaf etmesi, o hacılar arasında
bulunan zâlim ve günahkârların bu kişinin ibadetine zarar vermemesi de
böyledir.
Bir
kimsenin, aralarında günahkârların da bulunduğu cuma, cemaat ve ilim
meclislerine katılması ve onlarla savaşması ile, onların bu hallerinin
kendisine zarar veremiyeceği de bu kabildendir.
Müslümanların
idarecileri de bu hükümdedirler. Şöyleki:
Onlar,
Allah'a itaat olarak yaptıkları işlerde kendilerine uyulur. Fakat ma'siyetlerde asla onlara uyulmaz.
Ehl-i
beytin başkalarına karşı olan tavırları da böyleydi. Ashab-ı Kiramdan, ilim ve
takva ehlinden uzak kalmaksızın bu hususlarda ehl-i beyte ittiba edenler
gerçekten onlara tabî olanlardan sayılırlar.
Ama
râfizîler hiç de öyle değildirler. Bu sapıklar, kâfir ve münafıklarla işbirliği
yaparak ashab-ı kirama düşmanlık ediyorlar.
Dokuzuncusu:
Güçlü imam
vasıtasıyla müslümanların bir çok maslahatları yoluna girer, diyoruz.
-
Çünkü böyle bir imamın varlığı ile yollar emniyette olur.
-
Cezalar tatbik edilip, zulümler ortadan kaldırılır.
- Bu
imam vasıtası ile düşmana karşı cihad ilan edilir.
-
Yine mevcud olan bu imamla, ma'dum olup hakikati olmayan imam vasıtasıyla
yerine getirilecek hukukların en doğrusu ve en hayırlısı yerine getirilir.
Râfizîler,
ma'sum bir imama davet ettiklerini söylüyorlar ama, bâtında ma'dûm zahirde de
nankör ve zâlim imamlardan başka imamları yoktur. (Hâşimî
olan Abbasi halifelere karşı putperest moğollarla Şiilerin işbirliği yaptıkları
gibi. )
Ehl-i
sünnetin imamları ise kusurlarına rağmen Râfizîlerin zahirde bulunan ve
kendilerine dayandıkları liderlerinden ve hatta aslı olmayan ma'dûm
imamlarından da daha iyidirler. Ama başta Ali (r.a.) olmak üzere mevcudiyetleri
kat'î olan diğer imamları ehl-i sünnet tarafından da imametleri kabul edilen
zâtlardır. Ehl-i sünnet, bunlara ve onlar gibi imam olan diğer zatlara da uyar.
Ehl-i
sünnetin kendilerine ittiba ettikleri imamlar ile gene ehl-i sünnetin
imametlerini kabul ettikleri diğer imamlara tâbi olanlar, yalnız şiîler indinde
imametleri kabul edilen zâtlara tâbi olanlardan daha hayırlıdırlar.
Çünkü
ilim; rivayet ve dirayettir.
Bir
görüşte ittifak eden âlimlerin fazla olması, o görüşü kendisine ittiba olunmaya
daha çok lâyık kılar.
Şiilerde
bulunan hiçbir iyilik ve hayır yoktur ki ehl-i sünnet ona ortak olmasın. Ama
ehl-i sünette bulunan iyilik ve hayırlara şiîler ortak değildir.
Onuncusu:
Ehl-i
sünnetten olan herkes, imâmînin iddialarına karşı daha kuvvetli delillerle
çıkabilir. Saîd b. Museyyib, Alkame, Esved, Hasan Basrî, Ata b. Ebî Rebah,
Muhammed b. Sîrîn, Mekhûl, Kasım b. Muhammed, Urve b. Zübeyr, Salim b. Abdullah
gibi zatlar dinî hususlarda imam oldukları gibi, Ali b. Hüseyin, Ca'fer b.
Muhammed gibi zatlar da ehl-i sünnet indinde imamdırlar. Şiîlerin, âlim ve
zâhid olup da ittiba ettikleri hiçbir zat yoktur ki ehl-i sünnet de ona tabî
olmasınlar. Bundan fazla olarak ehl-i sünet, âlim ve zâhid olan daha birçok
zatlara da ittiba etmişlerdir. Ehl-i sünnet ma'siyeti olan birini imam
yapmışlarsa, Şiîlerin mutlaka ondan daha şerli olanını imam yaptıkları
muhakkaktır.
Onbirincisi:
İmamîler: “Allah bizimle ehli
sünnet arasında hüküm verecektir. Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
diyorlar.
İmamîlere
şöyle denilir:
Muhakkak
ki Allah beyan buyurduğu açık delillerle sizinle ehl-i sünet arasında hakemdir.
Ehl-i sünnetin ortaya koydukları hüccetlerle fiilen ve lisânen sizden üstün
oldukları muhakkaktır. Bu durum, tıpkı Allah-u Tealanın, Peygamberinin dinini
(İslâmı) sâir dinlere üstün kıldığı gibidir.
Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
“Bütün
dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur'ân ve hak din
ile gönderen O'dur. Şâhid olarak Allah yeter.” (Feth: 48/28)
Allah
dinini sâir dinlere karşı ancak ehl-i sünnet vasıtasıyla üstün
kılmıştır.
Nitekim
İslâm dini, ilk üç râşid halifeler zamanında hiçbir dine nasip olmayan bir
şekilde kıtalara yayılarak üstün gelmiştir. Ali (r.a.) ilk müslümanlardan ve
dört râşid halifelerden olmasına rağmen, Onun zamanında zuhur eden fitneleri
bastırmak istemesi yüzünden İslâm dini pek yayılmamıştır. Üstelik Onun
zamanında taraftarları arasında da ihtilaf vukubulmuş, düşmanları olan
kâfirler, hıristiyanlar ve mecûsîler bile Şam ve İran civarındaki İslâm
topraklarına göz dikmişlerdir.
Ali'nin
(r.a.) vefatından sonra ise Ehl-i
Sünnetten başka İslâmın onlarla teyid edildiği ilim, takva ve kuvvet sahibi
olan hiç kimsenin varlığı bilinmemektedir.
Râfizlere
gelince,
onlar ya İslâm düşmanlarıyla işbirliği yapmış veya İslâm düşmanı olan iki
guruptan birinin yanında yer almıştır.
Şüphesiz
ki Allah, kıyamet gününde ensar ve muhacir ile onlara düşmanlık eden râfizler
arasında hüküm verecektir. Müslümanlarla kâfirler arasında hüküm vereceği gibi.
Onikincisi:
Ey Râfizler! İddia etiğiniz bu hak yeme işi kimdendir?
Eğer Ali'ye (r.a.) zulmeden (hâşâ!) Ebubekir ve Ömer'dendir, diyorsanız, bu
konuda davacının Ali (r.a.) olduğunu, O’nun da Ebubekir ve Ömer gibi vefat
ettiğini size hatırlatmak istiyoruz.
Binaenaleyh
bu durum ne sizi ve ne de bizi ilgilendirmez. İlgilendiren bir taraf varsa,
hakkı beyan etmek ve hak sahiplerini sevmektir.
Biz,
Ebubekir ve Ömer'in ümmet içerisinde herkesten âdil, zulümden uzak, Ali'nin (r.a.)
de ümmet için kendisinden başka hiçbir imamın olmadığına inanmadığını yani
kendisini tek imam saymadığını yeri gelince en açık hüccetlerle
ispatlayabiliriz.
Eğer
ma'sum imamlarınızın, imamet hakkını yiyen hükümdarlardan yakınıyorsanız, bu
yakınma onların imamete talip olmalarından veya kendilerinin ümmetin ma'sum
imamları olduklarını iddia ettikleri inancından kaynaklanıyor. Fakat her iki
durum da mezkûr imamlara yapılan bir iftiradır. İddialarınız doğru veya yalan
olsun imamlarınızla râşid halifeler birbirlerine karşı davacı iseler mutlaka
Allah (c.c.) aralarında hüküm verecektir.
Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
“De
ki: Ey göklerin, yerin yaratanı, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah!
Kullarının ayrılığa düştükleri şeyler hakkında aralarında sen hükmedeceksin.” (Zümer:
39/46)
Eğer
bu hak yeme işi aralarında mal ve emirlik meselelerinden dolayı ihtilaf çıkan
bazı hükümdarlarla imamlar (Oniki imam) arasında ise, şüphesiz ki Allah, diğer
davacılar arasında hüküm verdiği gibi bunlar arasında da hüküm verecektir.
Kaldı ki bizzat şiîlerin kendi aralarında olan ihtilaf, kendileri ile ehl-i
sünnet arasında bulunan ihtilaftan daha çoktur.
Bizzat
Hâşim oğulları arasında çeşitli muharebeler olduğu gibi. Hasan ve Hüseyin
oğulları arasında da aynısı vuku bulmuştur. Son zamanlarda bazı Hâşim oğulları
ile diğer gruplar arasında vuku bulan savaşlar, ilk devirlerde Ümeyye oğulları
ile Hâşim oğullarından bazıları arasında vuku bulan savaşlardan fazla idi. Bu
savaşlar şeref ve neseb için değil -Haşim oğulları nesebce Ümeyye oğullarından
üstündür - ancak aralarında vuku bular, bazı ihtilaflar sebebiyle vuku
bulmuştur.
Buna
rağmen ümmetin en hayırlı olan nesli Rasulullah devrinde olan nesil, ondan
sonra onları sırası ile takip eden nesillerdir. İyilik, onların devirlerinde
daha fazla olmasına karşılık, kötülük de onlardan sonraki nesillerde daha
çoktur. Hakkı açıkça ortaya koyan apaçık delilleri zikrederek ve hiçbir zâlime
destek olmayan ilim ve takva ehlinde hak yeme işinin mevcudiyetini iddia eden,
mutlaka zâlimlerin en zâlimidir.
Yine
azıcık aklı olan kimse, Mâlik, Evzâî, Sevrî, Ebu Hanife, Leys b. Sa'd,
Şafiî, Ahmed, İshak ve emsallerini Hâşim b. Hakem, Hâşim b. Salim ve
emsalleri olan râfizîlerin üstadlarına benzetenlerin zâlimlerin en zâlimi
olduklarını gayet iyi bilir.
Yine
râfizî Karâcûkî ve emsalini Ebu Ali el-Cübbâî, kadı Abdulcebbar
ve Ebu'l Hasan el-Basrî'ye benzetenler muhakkak zâlimlerin en
zâlimidirler. Kaldı ki bunlar mu'tezile hocalarıdır.
Hülâsa
râfizîlerden daha zalim daha yalancı ve daha câhil hiçbir gurup yoktur. Buna
rağmen fâfizîlerin üstadları kendi dilleriyle:
“Ey
ehl-i sünnet! Sizde aslet vardır. Eğer size gücümüz yetseydi, sizin bize karşı
yaptığınız (iyi)
muamele gibi size karşı muamelede bulunmazdık” demişlerdir.
Onüçüncüsü:
Daha önce zikrettiğimiz (birinci
maddeden önce) ve Râfizînin onu beğenip delil olarak ileriye sürdüğü şiir bir
câhilin sözüdür.
Zaten
ehl-i sünnet, ehl-i beytin ceddi olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'ın Cibrilden O da Allah (c.c.)'tan aldığı her şeyin doğruluğu hususunda
ittifak halindedirler. Onlar Rasulullah'ın hadislerini kabul ediyor onlara
inanıyorlar. Onlar, Rasulullah'ın ma'sum olduğuna inandıkları için, “Bunları
nereden biliyorsun?” diye Rasulullah'a asla sormazlar. Nitekim Allah
(c.c.):
“O,
kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy
iledir.” (Necm; 53/3-4)
Ehl-i
sünnet mensuplarına bu ismin verilmesi de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'ın sünnetine ittibalarındandır. Lâkin ehl-i sünnet, Rasulullah'dan
gelen hadisleri güvenilir âlimlerden almayı kendilerine metod olarak kabul
etmişlerdir.
İster
Alevîlerin ister başkalarının yanında olsun bu yolla gelen hadisleri almakla
onlardan müstefid olurlar.
Râfizîlerin;
“Ehl-i beytin ceddi Cibril'den O da Allah (c.c.)'tan almıştır” şeklindeki
mücerred sözleri, Rasulullah'ın beyan buyurduklarını kavrayamadıkları müddetçe
neye yarar?
Üstelik
müslümanlar, Mâlik, Şafiî, Ahmed ve diğer zatların sözleriyle amel
ediyorlarsa, bu zatlar, söylediklerini Rasulullah'ın hadislerine isnad
ettikleri içindir. Çünkü bu imamlar, Rasulullah'ın hadislerini en iyi bilen,
binaenaleyh, en doğru ictihad yaparak o hadislere en güzel bir şekilde ittiba
eden zâtlardır. Böyle olmasaydı müslümanların bunları yüceltmelerindeki
maksatları ne olabilirdi?
Bu
zatların rivayet ettikleri hadisleri başkaları da rivayet etmiş, vacip
gördükleri hususları diğer âlimler de vacip görmüşlerdir.
Ehl-i
sünnet, hiçbir zaman bu âlimlerin sözlerini, kendilerine uymak vacip olan
ma'sum sözler olarak kabul etmemişlerdir. Aksine ihtilaf ettikleri konuları
Allah (c.c.)'a ve Resulüne havale etmişlerdir.
Senin
devrindeki tefsir ve hadis âlimlerini düşünecek olursan, hâşim oğullarından
olup da Kur'ânı ezberlemeyen, Kur'ân ve hadisin manalarını bilmeyen çok
kimseler görürsün.
|