Râfizî
şöyle diyor:
“Fatıma,
babasının Fedek arazisini kendisi, ne hibe ettiğini söyleyince, Ebubekir
kendisinden bir şahit getirmesini istemiştir. Fatıma da Ümmü Eymen'i şahit
olarak getirmiş, fakat Ebubekir:
“Bu
kadındır. Şehadeti kabul edilmez” demiş. Halbuki bütün râvîler Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'ın Ümmü Eymen hakkında :
“Ümmü
Eymen cennet ehlinden bir kadındır” dediğini rivayet etmişlerdir. Daha sonra
Fatıma, Ali'yi (r.a.) şahit olarak getirmiş. Ali de Fâtıma'ya şahitlik etti.
Fakat Ebubekir:
“Ali
kocandır. Elbette lehinde şahitlik edecektir” diyerek şahitliğini kabul
etmemiştir. Halbuki bütün hadis âlimleri Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) Ali (r.a.) için:
“Ali
hak ile beraberdir. Hak da Ali'nin bulunduğu yerdedir. Havuzun (mahşerde)
başına gelinceye kadar bu ikisi birbirinden kesinlikle ayrılmayacaklardır.”
dediğini rivayet etmişlerdir. Bunun üzerine Fatıma darılmış ve babasına kavuşup
(vefat edip) Ebubekir'i şikayet edinceye kadar Onunla konuşmayacağını
ahdetmiştir. Yine bütün muhaddisler Rasulullah'ın:
“Ey
Fatıma! Allah senin darıldığına darılır, rıza gösterdiğine de rıza gösterir.”,
“Fatıma benden bir parçadır...” buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Durum böyle
olunca:
“Biz Peygamberler miras bırakmayız...” hadisi sahih olsaydı Ebubekir'in,
Rasululah'ın miras olarak bıraktığı katır, kılıç ve sarığını Ali'ye (r.a.) terketmesi
caiz olmazdı. Nitekim Abbas bunlara sahip çıkmak isteyince Ebubekir, onların
Ali'ye (r.a.) verilmesi için hüküm vermiştir. Bütün bunlardan başka Bahreyn'den
Beytülmâle mal getirildiği sırada Câbir (r.a.), Ebubekir'in (r.a.) yanında
bulunuyordu. Ebubekir, Câbir'den hiçbir delil istemeden Rasulullah'ın Ona
vadettiğini vermiştir.”
Ey
Râfizî!
Bu
iddian râfizîlerin ilk iftiralarından değildir. Eğer Fatıma (r.a.) miras yoluyla Fedek
arazisine talip çıkmışsa hibe iptal olmuştur. Fedek arazîsi Ona hibe edilmişse
miras iptal olmuştur. Eğer bu hibe Rasulullah'ın hastalığı esnasında vuku
bulduğu iddia ediliyorsa, Rasulullah’ın, hastalığı esnasında birisine hakkından
fazlasını tavsiye etmekten münezzehtir. Yok eğer sıhhati zamanında Fedek
arazisini hibe etmişse bu hibenin o zaman teslim edilmiş olması şarttır. Aksi
takdirde hibe eden, sözle hibesini yapar, fakat kendisine hibe edilen zâta o
hibeyi teslim almazsa cumhuru ulemaya göre bu hibe bâtıldır.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Fedek arazisini Fâtıma'ya hibe ettikten sonra bu
durumun ehl-i beyt ve müslümanların indinde meşhur olmayıp yalnız Ümmü Eymen ve
Ali (r.a.) tarafından bilinmiş olması nasıl mümkün olabilir?
Bu iddia olsa olsa Fâtıma'ya isnad edilmiş bir iftiradır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
miras bırakmışsa Onun hanımları ile amcası da bu malda müşterektirler.
Binalenaleyh ne bir kadın ve ne de bir tek erkeğin onların aleyhinde şehâdette
bulunması kitap ve sünnete göre mümkün olmadığı hususunda bütün müslümanlar
ittifak etmişlerdir. Evet hibe gibi konularda bir şahit ve hibeyi isteyenden de
yemin gerekir.
Erkeğin
hanımına yapacağı şahitlik konusunda da âlimlerin iki meşhur görüşü vardır.
Ahmed'den rivayet edilen bu görüşlerden birincisine
göre erkeğin hanımı için yaptığı şahitliğin kabul edilemiyeceği
istikametindedir. Ebu Hanife, Mâlik, Leys b. Sa'd, Evzâî, İshak ve
başkaları da bu görüştedirler.
İkinci
görüşe göre
şahitlik kabul edilir. Şafiî, Ebu Sevr ve İbn-i Münzir bu görüştedirler.
Bununla beraber yalnız kocanın şehadeti kafi değildir. İmamın (Halife), bir
erkek ve bir kadının şehadetiyle hüküm vermesi caiz olmadığı hususunda
müslümanlar ittifak halindedirler. Kaldı ki, ekseriyet yalnız kocanın
şehâdetini kabul etmemektedirler.
Râfizînin “Bütün muhaddisler, Rasulullah'ın:
“Ümmü Eymen cennet ehlinden bir kadındır.” hadisini rivayet etmişlerdir”
şeklindeki iddiası, bir câhilin lehine getirmek istediği ve fakat aleyhinde
olan bir iddiadır.
“Ümmü
Eymen bir kadındır, şehadeti kabul edilmez (kâfi değil)” sözünü Haccac,
Muhtar b. Ebi Ubeyde ve emsalleri dahi söylemiş olsalar doğru konuşmuş
sayılırlar. Çünkü bir müddeînin zahiren başkasına ait olan bir mala talip
olması durumunda kadının şehadeti kabul edilmez. Kaldı ki böyle bir söz
Ebubekir'den (r.a.) rivayet edildiğine göre nasıl doğru olmasın?
“Ümmü
Eymen cennet ehlinden bir kadındır” şeklinde rivayet edilen hadise gelince,
İslâmî eserlerin hiç birisinde böyle bir şeyin mevcudiyetini bilmiyoruz.
Âlimlerden hiçbir âlim de onu rivayet etmiş değildir.
Ümmü Eymen ise, Ümmü
Üsame b. Zeyd'dir. Rasulullah'ın dadısı idi. Muhacir hanımlarından olup
hürmeti hak etmiştir. Lâkin rivayet Rasulullah'a ve ilim ehline yalan isnad
etmekle olmaz.
“Bütün
muhaddisler Onu rivayet etmişlerdir” ifadesi ancak mütevatir olan haberlerde
mümkündür. Rasulullah'ın miras bırakmadığına dair hadisi ashabın ileri
gelenleri tarafından rivayet edilmesine rağmen onu inkâr edip, Ümmü Seleme'den
bahseden hadis hakkında da:
“Bütün
muhaddisler Onu rivayet etmişlerdir” diyen kimse, insanların en câhili ve hakkı
inkâr edenin tâ kendisidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü
Eymen'in cennet ehlinden olduğuna dair haber verdiğini takdir etsek dahi, bu
haber yine Rasulullah'ın başkası hakkında:
“Cennet
ehlindendir” diye haber vermesi gibidir. O, on zât'ın cennet ehlinden
olduklarını haber vermiştir. Hatta bir hadislerinde:
“Ağaç altında (Rasulullah'a)
biat edenlerden hiçbiri cehenneme girmeyecektir” buyurmuşlardır.
(Müslim İman: 175, Tirmizi Menakıb: 57-58)
Bu
hadis Buhari'de olup hadis âlimleri tarafından rivayet edilmiştir. Cennetle
müjdelenenlerle ilgili hadis de sünen kitaplarında mevcud olup, Abdurrahman
b. Avf ve Saîd b. Zeyd'den rivayet edilmiştir. Binaenaleyh bu hadisler
hadis âlimleri nezdinde malumdurlar. Ama bu râfizîler, Rasulullah'ın cennetle
müjdeledikleri zatları tekzib ediyor ve iddialarınca cennetle müjdelenen bir
kadının şehadetini kabul etmediklerini iddia ederek onları tenkid ediyorlar.
Bunların cehaletinden ve inadından daha büyük cehalet ve inad var mıdır?
Sonra
kişinin cennet ehlinden olması şahitliğinin kabul edilmesinin vacip olduğuna
delâlet etmez. Çünkü hata etmesi caizdir.
Bunun içindir ki, Hatice, Fâtıma,
Aişe ve Onlardan başka cennet ehlinden oldukları bilinen hatunlardan her
birinin başlı başına şehadeti Kur'an'ın nassına göre erkeğin yarım şehadetine
tekabül eder.
Kadının mirastaki
payı da erkek payının yarısına, diyeti de erkek diyetinin yarım diyetine tekabül
eder.
Bütün
bu hükümlerde müslümanlar ittifak etmişlerdir. Kadının cennet ehlinden olması
da şehadetinin kabulünü vacip kılmaz. Çünkü Onun yanılması caizdir.
Yine bir
insanın önceden yalan söyleyip, bilâhare tevbe ederek cennete girmesi de
mümkündür.
Râfizînin; “Ali (r.a.), Fâtıma'ya şahitlik
etti. Fakat Fatıma'nın kocasıdır diye Ebubekir, Ali'nin şehadetini reddetti”
şeklindeki iddiası yalandır.
Doğru kabul edilse de bu söze Ebubekir (r.a.) için
hiçbir kusur yoktur. Çünkü Çumhur-u ulemaya göre kocanın hanımı için yaptığı
şahitlik merduttur. Kocanın şahitliğini kabul edenler dahi ikinci bir erkeğin
veya iki kadının daha şehâdette bulunmaları halinde kabul ediyorlar. Müddeînin
yemini olmadan bir tek erkek ile bir tek kadının şehadetiyle hükmetmek ise caiz
değildir.
Râfizî'nin: “Bütün muhaddisler, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'ın:
“Ali
hakla beraberdir. Ali neredeyse hak da oradadır. Havuz (Mahşerde) başına
gelinceye kadar ikisi birbirinden ayrılmazlar.” buyurduğunu rivayet
etmişlerdir” şeklindeki iddiası en büyük yalanlardandır. Çünkü bu hadisi ne
sahih ve ne de zaif bir senedle hiç kimse Rasulullah'dan rivayet etmemiştir.
Hal böyle iken nasıl “Bütün muhaddisler rivayet etmişlerdir” denilebilir?
Onlardan hiç birisi rivayet etmediği halde,
bütün ashab ve âlimler rivayet etmişlerdir, diyen kimseden daha yalancı var
mıdır?
Eğer bir kısmı rivayet etmişlerdir, dolayısıyla sahih olabilir deseydi
belki mümkün olurdu. Fakat bu haber kesinlikle yalandır. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem), birçok yönden bu haberden münezzehtir. Evvela, havuzun
başına bir çok kimse gelecektir. Hak ise havuzun başına gelecek şahıslardan bir
şahıs değildir. Sonra şahısla beraber olan hak onun sıfatıdır. Ondan ayrı bir
şey değildir. Yani şahıs olamaz. Bütün bunlardan başka mutlak hak yalnız
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraberdir. Eğer Ali (r.a.) nerede
ise hak orada olsaydı. Onun da Rasulullah gibi masum olması gerekirdi.
Râfizîler câhil oldukları için bunu iddia ediyorlar. Ama Ali'nin (r.a.),
Ebubekir (r.a.), Ömer (r.a.), Osman (r.a.) ve başkalarından masumlukta -ki
hiçbirisi masum değildir - evlâ olmadığını bilenler râfizîlerin bu iddialarının
yalan olduğunu gayet iyi biliyorlar.
Ali'nin
(r.a.) fetvaları da Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (r.a.) fetvaları
gibidir. Fetvalarında onlardan daha isabetli olmadığı gibi, tercih edilen
fetvalarda da onlardan ileri değildir. Rasulullah'ın Ona karşı olan rıza ve
övgüsü de diğer halifelere karşı olan rıza ve övgüsünden büyük değildir. Hatta
birisi, Rasulullah'ın Osman'a (r.a.) itab ettiği bilinmemesine karşılık Ali'ye
(r.a.) bazı yerlerde itab etmiştir, derse uzak görülmez. Nitekim Ali (r.a.),
Ebu Cehl'in kızıyla evlenmek istediğinde, Fâtıma Onu Rasulullah'a şikayet
ederek:
Babacığım!
Herkes seni kızlarına darılmış (da onlara bakmıyor) sanıyor. Bak işte Ali, Ebu
Cehl'in kızıyla nişanlanıyor! demiştir. Bunun üzerine Rasulullah kalkarak bir
hutbe irad etti ve şöyle buyurdu:
“Hişam b. Muğire oğulları, kızlarını Ali b. Ebi Tâlib ile
evlendirmeleri için benden izin istediler. Onlara izin vermiyorum. Tekrar
onlara izin vermiyorum. Tekrar onlara izin vermiyorum. Ancak Ali kızımı boşamak
ister ve kızlarıyla evlenirse (olabilir). Muhakkak Fâtıma benden
bir parçadır. Onu üzen beni de üzmüş, ona eziyet veren de bana eziyet
etmiştir.” (Buhari Fedail: 12 , 16 , 29, Cuma: 29, Nikah: 109, Müslim
Fedail: 96, Ebu Davud, Nikah: 13)
Sonra
Abd-i Şems oğullarından olan damadından (Ebü'l
As b. Rebî'dir. Abdi Şems oğullarından olan Ebü'l As; Medine'ye hicret
etmiş, Rasulullah da Zeyneb'i birinci nikâhı ile tekrar Ebü'l As'a vermiştir.
) bahsederek:
“O bana (Zeyneb üzerine evlenmeyeceğine) söz
verdi. Ve bana karşı (verdiği sözde) doğru hareket etti (Yalancı
çıkmadı).”
buyurdu. (Buhari Fedail: 12 , 16 , 29, Cuma: 29,
Nikah: 109, Müslim Fedail: 96, Ebu Davud, Nikah: 13)
Bu
hadis, sahih olup Buhari ve Müslim de mevcuttur.
Yine
bir gece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali (r.a.) ve Fâtıma'yı
ziyarete gitmiş ve:
“Siz namaz kılmaz mısınız?” buyurması üzerine Ali (r.a.):
Ya Rasulullah! Hayatımız Allah (c.c.)'ın yed-i kudretindedir,
bizi uyandırmak isterse uyandırır, demiştir. Bunun üzerine Rasulullah geri
dönmüş ve elini dizine vurarak:
“Umumiyette insanlar, ne de çok cidalci oluyor” buyurmuşlardır.
(Tirmizi Tefsir: Ahzab Suresi)
Netice
olarak Hz, Fâtıma'nın Fedek arazisi ile ilgili meselede yalnız Ali'nin (r.a.) şahitliği
ile hüküm vermek caiz olmadığı gibi, bizzat kendisinin de kendi lehine hüküm
vermesi de caiz değildir.
Râfizînin Fâtıma'dan (r.a.) bahisle Onun
Ebubekir'e darıldığını ve ölünceye kadar Onunla konuşmadığını anlatması da
haddi zâtında bu durum Fâtıma'ya (r.a.) yakışmayan bir durumdur. Bunu delil
olarak ileriye süren ancak câhil olabilir. Her ne kadar bu durumu medih diye
anlatmaya çalışmışsa aksine Fâtıma'ya (r.a.) kusur isnad etmiştir. Çünkü
Ebubekir'in (r.a.) verdiği kararda
darılacak hiçbir şey yoktur. Üstelik Ebubekir (r.a.) ancak hakkın doğrultusunda
hüküm vermiştir. Öyle bir hüküm vermiştir ki müslümanın Onun hilâfına hüküm
vermesi caiz değildir.
Bir kimse, Allah ve Rasulunün emrettikleri şekilde
kendisi hakkında hüküm verilmesini ister, fakat verilen hükmü kabul etmez,
üstelik hükmü verene darılır ve onunla konuşmamağa yemin ederse bu durum hiç
bir zaman o kimseye medih olmaz. Hâkime de zem teşkil etmez. Aksine darılan ve
konuşmayan kişiye medihten ziyade zem olur.
Ama biz biliyoruz ki, Fâtıma (r.a.)
ve daha bir çok ashab hakkında anlatılan bu gibi hadisler yalandır. Bazı
hadisleri de te'vil etmeye çalışmışlardır. Fâtıma (r.a.) ve bazı ashabın
kusurları olmuşsa ma'sum olmayışlarındandır. Onlar Allah (c.c.)'ın dostları ve
cennet ehlinden olmalarına rağmen kusurları olmuş, Allah (c.c.)da onları
atfetmiştir.
Râfizînin, Fâtıma babasına varıp (vefat edip)
Ebubekir'i şikayet edinceye kadar Onunla ve arkadaşıyla (Ömer (r.a.))
konuşmıyacağı hususunda yemin ettiğini zikretmesi aynı şekilde Fâtıma'ya (r.a.)
isnad edilmiş ve ona lâyık olmayan bir haldir. Çünkü esas şikayet Allah
(c.c.)'a yapılır. Nitekim âyet-i kerimede kendisinden bahsedilen sâlih kul
Ya'kub (a.s.):
“Ben
üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açarım” (Yusuf:
12/86) buyurmuşlardır.
Musa
(a.s.)'da duasında şöyle buyuruyor:
“Allah'ım! Hamd sana mahsustur. Hâlimi sana arzediyorum. Yardım sendendir.
Taleb sana yapılır. Sana tevekkül edilir.”
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), İbn-i Abbas'a hitaben:
“Bir şey istersen Allah'tan iste. Yardım dilersen Allah'tan dile” buyurmuş,
“Benden iste ve benden yardım talep et!” buyurmamışlardır.
Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
“Öyleyse
bir işi bitirince diğerine giriş ve ümid edeceğini yalnız Rabbinden iste.” (İnşirah:
94/7-8)
Şu
açık bir gerçektir ki, bir kimse halifeden mal ister, halife de hakketmediği
için talebini reddeder, üstelik halife o malı akraba ve dostlarına da vermez,
aksine onu bütün müslümanlara verdiği halde, malı isteyen o kimse için “Halifeye
darılmış” denecek olursa; bu kişi, halife ona mal vermediği için ondan
darıldığı açıkça ortaya çıkmış olur ki, halife de:
Bu
mal senin değil başkasının hakkıdır, demesine rağmen, O kişinin darılmasında
medih söz konusu olabilir mi?
Gerçekten o kişi mazlum da olsa onun o darılması
ancak dünya içindir. Hem de malı hakketmediği halde (kendisine mal verilen
kimseyi bırakıp) töhmeti âdil hâkime tevcih etmek mümkünmüdür? Üstelik o hâkim:
Malı
Allah için vermiyorum. Çünkü malı müstahakkından alıp ona hakketmeyene vermem
bana helâl değildir, demesine karşılık, malı isteyen de: basit bir pay için
darılmıyorum, demiştir. Böyle bir hâdiseyi Fâtrma'ya (r.a.) isnad edip, onu
menkıbe haline getiren kimseden daha câhil kimse var mıdır?
Allah
(c.c.) münafıkları zemmederek şöyle buyuruyor:
“Sadakalar
hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara verilirse hoşnud olurlar,
verilmezse, hemen öfkeleniverirler. Eğer onlar, Allah ve Peygamberinin
kendilerine vermiş oldukları şeylere razı olsalar ve “Allah bize yeter, O ve
Peygamberi bol nimetinden bize verecektir; doğrusu biz Allah'a gönül
bağlayanlardanız.” deselerdi daha hayırlı olurdu.” (Tevbe:
9/58-59)
Bu
âyet-i Kerimede Allah (c.c.) bir kavim zikretmiştir ki, Onlara mal verildiğinde
memnuniyetlerini, verilmediğinde de memnuniyetsizliklerini izhar ediyorlar. Bu
özelliklerinden dolayı da onları zemmetmiştir. Fâtıma'yı (r.a.) buna benzer bir
hususiyetle medheden Onu zemmetmiş sayılmaz mı?
Râfizîler, hakikatleri görebilenlerin yanında
gizli olmayan kusurları ehi-i beyte yapıştırmışlardır.
Birisi: “Fâtıma, hakkından başkasını
istememiştir” diyecek olursa, bu söz bir başkasının “Ebubekir, yahudi ve
nasrani de olsa hiç kimsenin hakkını yemez. Nasıl olur da bütün kadınların
efendiyesi olan Fatıma'nın hakkına mâni olur?” sözüden evlâ değildir. Kaldı ki
Allah ve Resulü, Ebubekir'in bütün malını Allah yolunda infak ettiğine şahitlik
etmişlerdir. Böyle bir zat'ın halkın hakkına mâni olması mümkün müdür?
Bir
defasında Fâtıma, Rasulullah'dan mal istemişti de Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) Ona mal vermemişti. Bu hadise Ali (r.a.)'den mervî olup sahihaynda
mevcuttur. Şöyle ki:
Fâtıma,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan bir hizmetçi istemişti. O da Ona
hizmetçi vermemiş ancak kendisine bir kaç kelime (Tesbih) öğretmiştir. Mademki
Fatıma'nın Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) vermekle mükellef
olmadığı ve hatta isteyip de kendisine vermediği şeyi istemesi caizdir.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifesi olan Ebubekir'den aynı
şeyi isteyip de, Ebubekir'in Ona icabet etmemesi de caizdir. Buradan da
kendisine verilmesi, vacip olmayan bir şeyi istemesinden dolayı Fâtıma'nın
ma'sum olmadığı anlaşılmış oldu.
Ebubekir'in,
Fâtıma'ya mal yermesi vacip olmadığına göre, vacip olmayan bir şeyi
terketmesinden dolayı zemmedilemez. Velevki verilecek bir şey mubah olsun.
Fakat istenilen malın verilmesi mubah olmadığını takdir edecek olursak,
Ebubekir Onu vermediği için medhedilmesi gerekir. Bütün bunlara rağmen ne
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında ve ne de vefatından sonra
Ebubekir'in herhangi birisinin hakkını yediği asla vâki değildir.
Râfizînin:
“Fâtıma, geceleyin defnedilmesini
ve onlardan (Ebubekir ve etrafındakiler) hiçbirisinin cenaze namazını kılmaması
için tavsiye etmişti...” şeklindeki iddiası da yukardaki iddialar gibi
asılsızdır.
Bu cahilden başka hiç kimse mezkûr iddiayı Fâtıma'ya isnad etmediği
gibi, ancak câhil olan ve Fâtıma'ya lâyık olmayan bazı şeyleri ona nisbet
edebilenler bunu ileriye sürebilirler. Bu iddia doğru olsa da övülecek hayırlı
bir iş değildir. Çünkü müslümanın kıldığı cenaze namazı, müteveffaya ulaşan bir
sevaptır. Sonra insanların en kötüsü dahi olsa, insanların en faziletlilerine
cenaze namazı kılarsa onun bu namazı kesinlikle ona zarar vermez. İşte
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın cenaze namazı...
İyiler,
tacirler ve münafıklar da namazını kılmışlardır. Ama onların namazı kendisine
fayda vermemişse de, asla ona zarar vermemiştir. Yine Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem), ümmetinde münafıkların da bulunduğunu bilmesine rağmen
ümmetinden hiç birini kendisine salât ve selam getirmekten alıkoymamıştır.
Aksine O, hepsinin kendisine salât ve selam getirmelerini emretmiştir. Hal böyle
iken Fâtıma'ya (r.a.) nisbetle yukarda zikrettiğimiz Râfizînin iddiası
Fâtıma'ya (r.a.) medih olması mümkün müdür?
Bunu
ancak câhil olan iddia edebilir. Bir müslüman kalkıp da, müslümanların cenaze
namazını kılmamaları için vasiyet ederse onun vasiyeti yerine getirilmez. Çünkü
müslümanların kılacakları cenaze namazı her halükârda o müslümana rahmettir.
Yine bir kişi kendisine zulmetmiş olan zâlimin, kendi cenaze namazını kılmaması
için tavsiye etmesi o kişi için bir iyilik kabul edilemez. Bu tavsiyesinden dolayı
da medhedilmez. Böyle bir durumu Allah ve Resulü de emretmiş değildir.
Binaenaleyh bu gibi vasiyetleri yapmış diye Fâtrma'yı (r.a.) medh ve ta'zim
etmek isteyen kimse, şunu iyi bilsin ki bunda hiçbir medih yoktur. Aksine medih
bunun hilâfındadır. Kitap, sünnet ve icma buna delâlet etmektedirler.
Râfizînin:
“Bütün muhaddisler, Rasulullah'ın
Fâtıma'ya:
“Ey
Fâtıma! Allah (c.c.) senin darıldığına (şeye) darılır, rıza gösterdiğine de
rıza gösterir.” dediğini rivayet etmişlerdir.” şeklindeki iddiası da yalandır.
Muhaddisler, böyle bir şeyi Rasulullah'dan rivayet etmemişlerdir. Güvenilir
hadis kitaplarında da böyle bir şey yoktur. Sahih veya hasen de olsa isnadı
bilinmemektedir. Biz, Fâtıma'nın cennetlik olduğuna ve Allah (c.c.)'ın ondan
razı bulunduğuna şahitlik etmişsek, aynı şekilde Allah Tealâ'nın Ebubekir,
Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Saîd ve Abdurrahman b. Avf'dan da razı olup, onların
cennetlik olduklarına da şahitlik etmişizdir. Allah (c.c.) bazı yerlerde o yüce
zatlardan razı olduğunu da beyan etmiştir.
Nitekim bir âyet-i
kerimede şöyle buyuruyor:
“İyilik
yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan
Allah hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnuddurlar.”
(Tevbe:
9/100).
“Hakîkaten
Allah ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit, o müminlerden razı
oldu.” (Feth: 48/18)
Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) vefat ederken onlardan hoşnud olarak ayrıldığı da
tesbit edilmiştir. Allah ve Resulünün kendisinden razı oldukları zât'a kim
buğzederse etsin asla ona zarar vermez.
Allah
(c.c.)'ın kendisinden hoşnud olduğu zâtın rızası da Allah (c.c.)'ın rızasına
muvafık olur.
O
zat, Allah (c.c.)'ın hükmü ile Allah (c.c.)'tan hoşnud olup, Onun hükmü de
Allah (c.c.)'ın rızasına muvafık olur.
Binaenaleyh
böyle bir zatın hükmüne razı olanlar onun gazablandığı meselede gazablanırlar.
Çünkü başkasının gazabına rıza gösteren, onun gazablandığı şeye de gazablanması
gerekir.
Aynı
şekilde Allah (c.c.), o yüce zatlardan hoşnud olmuşsa onların gazabına da rıza
göstermiştir.
Râfizînin:
“Bütün muhaddisler, Rasulullah'ın:
“Muhakkak Fâtıma benden bir uzuvdur. Ona eziyet eden bana eziyet etmiş, bana
eziyet eden de Allah (c.c.)'a eziyet etmiş gibidir, buyurduğunu rivayet
etmişlerdir.” İddiasına
gelince şöyle diyoruz:
Hiç
kimse mezkûr hadisi bu lafızlarla rivayet etmemiştir. Aksine Ali (r.a.) Ebu
Cehl'in kızını zevce olarak almak istediğinde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) ayağa kalkmış ve bir hutbe irad ederek şöyle buyurmuştur:
“Hişam b. Mugire oğulları, kızlarını Ali b. Ebi Talib'e
nikahlamak üzere izin istemişlerdir. Oysa ben izin vermiyorum. Tekrar izin
vermiyorum.
Tekrar izin vermiyorum. Muhakkak ki Fâtıma, benden bir uzuvdur.
Onu üzen beni üzmüş, Ona eziyet eden bana eziyet etmiştir. Ancak Ebu Talib'in
oğlu, kızımı boşamak ve kızlarını nikahlamak isterse
(o müstesnadır).”
Daha
sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Abd-i Şems oğullarından olan
damadından bahsederek:
“O, bana (Zeyneb üzerine evlenmiyeceğine) söz
verdi. Ve bana karşı (verdiği sözde) doğru hareket etti. Ben ne bir
haramı helâl ve ne de helâli haram kılmış değilim. Fakat Rasulullah'ın kızı ile
Allah düşmanının kızı ebediyyen bir erkeğin yanında bir araya gelemezler.” buyurmuşlardır.
(Buhari Fedail: 12 , 16 , 29, Cuma: 29, Nikah: 109, Müslim
Fedail: 96, Ebu Davud, Nikah: 13)
Bu
hadisi Buhari ve Müslim, Ali b. Hüseyin Zeynülâbidîn ve Misver b. Mahreme'in
rivayetlerinden nakletmişlerdir. Hadisin irad edilmesinin sebebi Ali'nin (r.a.)
Ebu Cehl'in kızını istemesi olmuştur. Bu sebep de hadîs'in metni dahilindedir.
Hadîs'in iradına medar olan sebebi, hadîs'in metninden çıkarmak asla caiz
değildir. Aksine sebebin metne dahil olması ittifakla vaciptir. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) hadisinde :
“Onu üzen beni üzmüş, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir” buyurmuşlardır.
Bilindiği
gibi Ebu Cehl'in kızını Fâtıma'nın üzerine taleb etmek, Fâtıma'yı üzmüş ve ona
eziyet etmiştir. Aynı şey Peygamberi de üzmüş ve Ona eziyet etmiştir. Eğer bu
durum sahibine erişmesi gereken bir tehdid olsaydı, Ali b. Ebi Talib'e ulaşması
gerekirdi. Eğer sahibine ulaşması gereken bir tehdit değilse Ebubekir (r.a),
tehdit hususunda Ali'den daha uzaktır. “Ali (r.a.), tevbe ederek Ebu Cehl'in
kızını istemekten vazgeçmiştir.” denilecek olursa, bu durum Ali'nin (r.a.) masum
olmadığını gerektirir, deriz. Fâtıma'yı üzen ve Ona eziyet veren kimse tevbe
etmekle Onun hatasının yok olması caiz ise, günahtan yok edici iyiliklerle aynı
hatanın affedilmesi de caizdir.
Nitekim
bu hatadan daha büyük olan günahlar, tevbe, iyi amel ve çeşitli musibetlerle
yok olurlar. Sonra Ali'nin (r.a.) bu günahı, Allah (c.c.)'ın ancak tevbe ile
affettiği küfür gibi bir günah değildir. Böyle olsaydı (hâşâ!) Ali (r.a.),
Rasulullah hayatta iken İslâmdan dönmüş olacaktı. Bilindiği gibi Allah (c.c),
Ali'yi (r.a.) böyle bir şeyden tenzih etmiştir. Ali'nin (r.a.), Rasulullah'ın
vefatından sonra irtidat ettiğini söyleyen hâriciler bile hiçbir zaman Onun
Rasulullah'ın hayatında irtidat ettiğini söylememişlerdir. Çünkü Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in hayatında irtidat eden ya tekrar İslâm'a girmiş
veya öldürülmüş olması gerekirdi ki, her ikisi de vâki olmamıştır. Ali'nin (r.a.)
bu hatası şirkten küçük ise gerçekten Allah (c.c):
“Allah
kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine
bağışlar.” (Nisa: 4/116) buyurmuşlardır.
Câhil
râfizîler, Fâtıma'yı üzmenin küfür oduğunu söyler ve bununla Ebubekir'i tekfir
etmeğe kalkışırlarsa Ali'yi de tekfir etmeleri gerekir.
Tabiî ki böyle bir
gereklilik bâtıl olduğu gibi Onun gereği olan tekfir de kesinlikle bâtıldır.
Râfizîler, durmadan Ali'den (r.a.) sâdır olmuş fiillerle Ebubekir, Ömer ve
Osman'ı
(r.a.) ayıblıyor ve hatta tekfir ediyorlar. Eğer Ali (r.a.) bu fiillerden
dolayı me'cûr veya ma'zûr ise şüphesiz ki, onun kardeşleri olan halifeler ondan
daha çok ma'zurdurlar ve daha çok sevaba lâyıktırlar.
Râfizîler,
Fâtıma'ya eziyet etmek, dolayısıyla babasına eziyet olduğu için çok büyük bir
cürümdür, diyorlar. Halbuki her ikisine yapılan ezâ mukayese edilecek olursa
Rasulullah'a karşı yapılan ezadan kaçınmanın daha vacip olduğu ortaya
çıkacaktır. Ebubekir ve Ömer'in durumu da böyledir. Yani Rasulullah'ı üzecek ve
Ona sıkıntı verecek hallerden kesinlikle kaçınmışlardır. Ebubekir ve Ömer
Rasulullah'ın:
“Biz miras bırakmayız. Bizim terkettiğimiz sadakadır” şeklindeki ahdini bildikleri için,
mezkûr emir ve ahde uymadıkları takdirde Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve
sellem) üzmüş ve Ona eziyet etmiş olacaklarını gayet iyi biliyorlardı.
Binaenaleyh onlar Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)bu ahdini yerine
getirmişlerdir.
Akıl
sahibi olan herkes gayet iyi biliyor ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), bir hüküm verir, Fâtıma da Ona aykırı bir şey istemeğe kalkışırsa,
Rasulullah'ın hükmüne uymak daha evlâdır.
Çünkü Rasulullah'a itaat etmek vacip
olduğu gibi isyan etmek de haramdır. Kim Rasulullah'a itaat etmekten sıkıntı
duyarsa, Ona eziyet verdiği için hata etmiş sayılır. Kim de Rasulullah'a itaat
ederse şüphesiz ki emirlerine uygun hareket edip Onu hoşnud etmiştir. Fakat
Rasulullah'a itaat olsun diye değil de, herhangi bir maksad İçin Fâtıma'yı üzen
kimsenin durumu böyle değildir. Yani o kişi itaatkâr kabul edilemez.
Binaenaleyh Ebubekir'in herhangi bir maksat için değil de, sırf Rasulullah'a
itaat olsun diye Fâtıma'ya karşı takındığı tavır Ali'nin (r.a.) tavırını (Ebu
Cehl'in kızını istemesi sebebiyle) düşünen kimse Ebubekir'in (r.a.) tavırını
Ali'nin (r.a.) tavırından daha üstün olduğunu gayet iyi anlayacaktır.
Ama her
şeye rağmen Ebubekir ve Ali (Allah her ikisinden de razı olsun) Allah (c.c.)'ın
yüce dostlarından, kurtuluşa eren sâlih kullarından ve cennet pınarlarından
içecek olan ilk müslümanlardandırlar. İşte bunun içindir ki, Ebubekir (r.a.):
“Vallahi Muhammed'in akrabalarına iyilik etmek, kendi
akrabalarıma iyilik etmekten bana daha sevimlidir.”
“Ey insanlar! Siz, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e olan
hürmetinizi, Ehli Beyt'i içinde muhafaza ediniz” buyurmuşlardır.
(Buhârî)
Ebubekir'in
Fâtıma'ya sıkıntı verdiği farzedilmiş olsa dahi, onu hiç bir zaman herhangi bir
şahsî arzu için yapmamıştır. Aksine Allah ve Rasulüne itaat ve hakkı sahibine
(gelirini muhtaçlara dağıtıp) vermek için, Fedek arazisini Fâtıma'ya teslim
etmemiştir.
Halbuki Ali (r.a.)'nin gayesi Fâtıma'nın üzerine evlenmek idi.
Dolayısıyla Fâtıma'ya eziyet olacaktı. Ama Ebubekir'in durumu hiç de öyle
değildi.
Netice olarak Ebubekir, Fâtıma'yı üzmekte Ali
(r.a.)'den daha uzak olduğu anlaşılmış oldu.
Ebubekir
(r.a.), Allah ve Rasulü için hicret eden zatlardan idi. Bu yüce zat, hiçbir
zaman gayesi bir kadını nikahlamak için hicret eden birisine benzetilemez.
Şüphesiz ki Fâtıma'yı inciten şey Rasulullah'ı da incitir. Yeter ki Fâtıma'yı
inciten şey Allah (c.c.)'ın emrine muhalif olmasın.
Çünkü; Allah (c.c.)
bir şeyi
emrettikten sonra kimi incitirse incitsin Rasululah (sallallahu aleyhi ve
sellem) mutlaka onu yerine getirirdi. Bu, mutlaka böyledir.
Bu durum Rasululah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi gibidir:
“Bana itaat eden Allah'a
itaat etmiştir. Emîr'ime isyan eden de bana isyan etmiş gibidir.”
(Buhari Ahkam: 1, Müslim İmaret: 33, Nesai Beyat: 27)
Daha
sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sözlerini şöyle
açıklamışlardır:
“İtaat
iyiliktedir (Şer'î hükümlere uygun).”
Rasulullah'ın:
“Fâtıma'yı inciten beni incitmiştir.” şeklindeki sözleri örfî olan
incitmeye hamdedilmesi evlâdır. Çünkü Rasulullah'ın emirlerine itaat etmek farz
olup onun zıddı büyük bir ma'siyettir. Fakat Fâtıma'yı (r.a.) incitecek bir
şeyin yapılması, Rasulullah'ın emirlerine isyan gibi değildir. Böyle olsaydı
Ali'nin (r.a.) hareketi (Ebu Cehl'in kızını Fatıma'nın üzerine nikahlamak üzere
istemesi) Allah ve Rasulüne isyan olurdu. - Çünkü Fâtıma Ali'nin (r.a.) bu
talebine karşı incinmişti -
Nitekim Rasulullah'ın Emîr'lerine isyan kendisine
isyandır. Rasulullah'a isyan ise Allah (c.c.)'a isyandır.
|