Râfizî
şöyle diyor:
“Âişe,
Rasulullah'ın sırrını ifşa etmiştir.”
Râfizî
şu ayeti kasdediyor:
“Peygamber,
eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. O, bunu peygamberin diğer bir
eşine haber verince, Allah da durumu Peygambere bildirmiş, O da bir kısmının
yüzüne vurmuş bir kısmının yüzüne vurmaktan geri durmuştu...”
(Tahrîm:
66/3)
Sahihte
sabit olduğu gibi Rasulullah'ın bu zevceleri “Âişe ve Hafsâ”dır.
Râfizî
devamla şöyle diyor:
“Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Aişe'ye:
“Sen
Ali'ye karşı savaşacaksın ve Sen Ona karşı zâlimsin.” buyurmuşlardır. Âişe,
Allah'u Teala'nın:
“Evlerinizde
oturun” (Ahzab: 33/33) mealindeki emrine muhalefet ederek,
müslümanlar Osman'ın katline icma ettiler diye Ali'ye karşı büyük bir ordu ile
savaşmıştır. Her zaman Ali için:
Onu
öldürünüz, derdi. Talha, Zübeyr ve onbinlerce müslüman nasıl Aişe ile beraber
olup Ali'ye (r.a.) karşı savaşmayı caiz gördüler?
Bunlar Rasulullah'ın huzuruna
nasıl çıkacaklar?
Halbuki bize göre bir kişi bir başkasının hanımıyla konuşur,
onu evinden çıkarır ve onunla sefere çıkarsa insanlar arasında kadının kocasına
en şiddetli düşman o kimse olacaktır. Talha, Zübeyr ve diğer müslümanlar nasıl
oldu da Aişe'ye itaat ettiler?
Öte yandan Ebubekir'den hakkını talep etmeğe
kalktığında onlardan hiçbiri Rasulullah'ın kızına yardımcı olmadı.”
Ey
Râfizî!
Ehl-i
sünnet adaletli davranırlar. Onların sözleri adalete uygun olup, aralarında
tenakuz yoktur.
Râfizîier ve bid'at ehli ise nefsi arzularına uyarlar ve
sözlerinde de tenakuza düşerler. Şöyle ki:
Bütün
ehl-i sünnete göre Bedir savaşına katılanlar cennet ehlindendir. Mü'minlerin valideleri
de (Rasulullah'ın bütün hanımları) cennet ehlindendirler. Bunun için de hata ve
günahlardan arınmış olmalarını şart koşmamışlardır.
Ehl-i sünnet, bu yüce
zatların hata işlemelerini, küçük veya büyük günah işleyip ondan tevbe
etmelerini caiz görmüşlerdir. Bu hususta ittifak halindedirler. İşlenen
günahtan tevbe edilmese de küçük günahlar büyük günahlardan sakınılmakla
affedilirler.
Ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre
büyük günahlar da büyük sevablar
ve musibetlerle imha edilirler. Temel görüşleri bu istikamette olan ehl-i
sünnet:
Ashab'a nisbet edilen seyyiât'ın büyük bir kısmı yalandır. Bir kısmında da ictihad
etmişlerdir. Fakat insanların büyük bir kısmı onların ictihadlarını
anlamamışlardır. Yaptıkları ictihadlarda günah işlemiş oldukları takdir
edilse de, bu günah ya tevbe ile ya günahları imha eden bir iyilikle veya
günahlara keffaret olan çeşitli musibetlerle affolunmuştur. Nitekim cennet
ehlinden oldukları (Bilhassa cennetle müjdelenenlerden olan Talha ve Zübeyr)
hususunda delil vârid olmuştur.
Binâenaleyh
cehennemi gerektirecek bir şeyi işlemeleri imkansızdır.
“Onlardan biri
cehennemi gerektirecek bir durum üzerine vefat etmediğine göre, cennet ehlinden
olmadıkları hususunda onlara dil uzatılamaz” diyorlar.
Biz de onların cennet
ehlinden olduklarını böylece bilmiş olduk.
Bu
durumu hiçbir mü'min için ileriye sürmemiz caiz değildir. Hatta cehennemi gerektirecek
bir husus kendisinden sâdır olmadığı müddetçe de hiç bir mü'mine
cehennemliktir, diyemeyiz. Böyle bir şeyi mü'minlerin en faziletlileri olan
zatlar hakkında iddia etmek nasıl caiz olabilir?!
Onların
zahirî ve bâtinî hallerini, seyyiat ve hasenatını ve ictihatlarını tafsilâtlı
bir şekilde bilmeyebiliriz. Bundan maruz sayılırız. Bu hususta katı olarak
fikir beyan edersek, bilmediğimiz mevzuda fikir beyan etmiş oluruz.
Bir
şeyin hakikatini bilmeden onun hakkında fikir beyan etmek de haramdır.
Bunun
içindir ki ashab arasında vuku bulan münakaşalar hususunda susmayı tercih
etmek, hakikati iyice bilmeden fikir beyan etmekten hayırlıdır. Çünkü bu
konularda yapılan konuşmaların çoğu bilmeden yapılan konuşmalardır. Bu ise
haramdır. Kaldı ki bu meselelerde konuşurken malum olan hakka karşı gelmek gibi
havaî bir durum varsa konuşmanın haram olmaması nasıl mümkün olabilir?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuşlardır:
“Kadılar üç (çeşit) tür :
İkisi ateşte biri de cennettedir. Hakkı öğrenip ona göre hüküm
veren kişi cennettedir. Hakkı öğrenip onun hilâfına hüküm veren ile insanlar
arasında cahilane hüküm veren kimse de cehenemdedir.”
(Ebu Davud Akdiye: 2)
Az
veya çok olsun mal hususunda iki kişinin arasında hüküm vermenin hükmü böyle
ise, birçok hususlarda ashab arasında hüküm vermenin hükmü nasıl olacaktır?
Ashab
arasındaki ihtilaflarda cahilane veya bilinenin hilâfına konuşan kimse mutlaka
cezaya müstahaktır.
Allah
rızası için değil de, sırf nefsî bir arzu için konuşan da aynı akıbete müstahaktır.
Kim
ehl-i sünnetin yolunu tutarsa konuşması istikamete girer ve ehl-i hak ile ehl-i
i'tidâlden olur.
Aksi
halde cehalete duçar olur. Bütün konuşmalarında tenakuza düşer ve neticede bu
sapıkların, haline benzer bir hâle mübtelâ olur.
Râfizînin: “Aişe, Rasulullah'ın sırrını ifşa
etmiştir.” şeklindeki sözüne gelince şöyle diyoruz:
Evvela;
Şüphesiz ki Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
“Peygamber,
eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. O, bunu Peygamberin diğer bir
eşine haber verince, Allah da Peygambere durumu bildirmiş, O da bir kısmının
yüzüne vurmuş bir kısmının yüzüne vurmaktan geri durmuştu. Eşine, gizlice
söylediği şeyi başkasına nakletmiş olduğunu bildirince, eşi: “Bunu sana kim
haber verdi?” demiş, O da: “Bana, her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan
Allah haber verdi.” demişti.”
(Tahrîm: 66/3)
Sahihte
de Ömer'den (r.a.) rivayet edildiği gibi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) bu zevceleri Âişe ve Hafsâ'dır. Ama râfizîler hatalardan bahsetmiş olan
âyet-i kerimeleri kasdederek onları çeşitli şekillerde yorumlamışlardır.
Ehl-i
sünnet ise, hatâ sahiplerinin hatâlarından dolayı tevbe ettiklerini, bunun
içinde Allah (c.c.) Onların makamlarını yücelttiğini söylüyorlar.
Saniyen:
Mezkûr âyette Âişe ve Hafsâ'nın hata işledikleri söz konusu olsa dahi, onlar
hatalarından tevbe etmişlerdir.
“Ey
Peygamberin eşleri! Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz,
kaymış olan kalbleriniz düzelmiş olur.” (Tahrîm:
66/4) âyetinden de anlaşıldığı gibi Allah (c.c.) onları tevbeye davet
etmiştir.
Binaenaleyh
tevbe etmemeleri düşünülemez. Kaldı ki onların yüce makamlara sahip oldukları
sabit olmuştur. Çünkü onlar Peygamber Efendimizin cennetteki hanımlarıdır.
Allah (c.c), onları dünya ve zînetleri ile; Allah, Resulullah ve Ahiret gününün
saadeti arasında muhayyer kıldığında onlar Allah (c.c.)'ı Resulünü ve Ahiret
saadetini tercih etmişlerdir. Bunun içindir ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) O ezvâc-ı tâhirâtın üstünde evlenmeyi kendine haram kılmıştır. Bilâhare
bunun mubah olduğunu söyleyenler de olmuştur. Nihayet Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde onlar hayatta idiler. Ve Kur'an'ın nassı ile
mü'minlerin valideleridir. Zaten daha önce, işlenen günahların tevbe, iyilik ve
çeşitli musibetlerle affedildiklerini açıklamıştır.
Sâlisen:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ezvâc-ı tâhirâtı hakkında
zikredilen hataların benzeri cennetle müjdelenen ashab ve ehl-i beytin bir
bölümü hakkında da zikredilmiştir. Nitekim Ali (r.a.), Ebu Cehl'in kızını
Fâtıma'nın (r.a.) üstüne alıp nikahlamak istediğinde Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) ayağa kalkarak şu hitapta bulunmuştur:
“Hişam b. Muğire oğulları, kızlarını Ali b. Ebi. Talib'e
nikahlamak için benden izin istediler. Ben ise onlara izin vermiyorum. İzin
vermiyorum, yine izin vermiyorum. Ancak ibn-i Ebi Tâlib kızımı boşar ve
kızlarını nikahlarsa (olur). Muhakkak Fâtıma benden (ayrılmış)
bir parçadır. Onu sevindiren şey Beni de sevindirir. Ona eza veren her şey de
bana ezâ verir.” (Buhari Fedail: 12 , 16 , 29, Cuma: 29, Nikah: 109, Müslim
Fedail: 96, Ebu Davud, Nikah: 13)
Bunun
için Ali (r.a.) zahiren kıza talip olmaktan vaz geçmekle kalmamış, aksine
kalben de o kızdan vazgeçmiş ve işlediği hatadan dolayı da içten tevbe
etmiştir.
Hüdeybiye'de
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), müşriklerle sulh yaparken buna benzer
bir durum meydana gelmiştir. Şöyle ki:
Sulhtan
sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına:
“Kurbanınızı boğazlayın ve saçınızı kesiniz!” buyurduğunda Ashabdan hiç kimse
ayağa kalkmamıştır. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
kızarak Ümmü Seleme'min yanına girdi. Ümmü Seleme:
Yâ
Rasulullah! Seni kim kızdırdı? Allah onu üzsün! dedi. Rasulullah:
Bana
ne oluyor ki kızmıyayım? Emir vermeme rağmen emrime itaat edilmiyor! buyurdular.
Ümmü Seleme :
Yâ
Rasulallah! Kurbanını getireyim de boğazla. Berbere de söyle saçını kessin,
dedikten sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi ismini
muâhedenâmeden silmek üzere Ali'ye (r.a.) emir vermiş fakat Ali (r.a.):
“Allah
(c.c.)'a yemin ederim ki, isminizi silmem,” buyurmuşlardır. Bunun üzerine
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
bizzat kendisi antlaşma kâğıdını Ali'nin elinden alarak ismini
silmiştir.
Yukarıdaki
hâdiseden de anlaşıldığı gibi biri kalkıp da:
Ali (r.a.)
ve diğer ashabın Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) kızdıracak şekilde
emrine behemahal icabet etmeyip gecikmelerini günah
diye nitelendirecek olursa, Ona verilecek cevap, (r.a.) Aişe'nin sır mevzuunda
günah işlediğini iddia edene verilecek cevabın aynısıdır. Bazı âlimler
Hûdeybiye musâlahasındaki gecikmeyi te'vil ederek şöyle diyorlar:
Ashabın
gecikmelerinin sebebi, durumun değişerek Mekke'ye girme ihtimalini ummalarından
idi. Bazıları da şöyle diyorlar:
Kabul
edilir bir te'villeri olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
kızmazdı. Fakat onlar bu gecikmeden dolayı tevbe etmişlerdir. Kaldı ki
iyilikleri bu gibi hatalarını imha etmiştir. Ali (r.a.) de bu Ashabın arasında
idi. Allah (c.c.) cümlesinden razı olsun.
Râfizînin
hadis diye rivayet ettiği ve “Ali ile savaşacaksın” mealindeki söz ise
yalandır.
Aişe (r.a.) hiçbir zaman savaşmak için çıkmamıştır. O müslümanların
arasını islah etmek için çıkmıştır. O, çıkışında müslümanların maslahatı
bulunduğunu düşünmüştü. Fakat daha sonra çıkmamasının evlâ olduğunu anladı.
Onun içindir ki Âişe (r.a), bu çıkışını her hatırladığında mendili ıslanıncaya
kadar ağlıyordu. Onun gibi diğer bütün ashab-ı kiram da savaşa katıldıkları için
pişman olmuşlardır. Nitekim Talha, Zübeyr ve Ali de pişman olmuşlardır. Allah (c.c.)
cümlesinden razı olsun.
Haddi zâtında Cemel vak'asında onlardan hiçbirinin
savaşmağa niyetleri yoktu. Fakat savaş iradeleri haricinde vuku buldu.
|