Râfizî
şöyle diyor:
“Ehl-i
Sünnetten bazıları taassubta çok ileri giderek Yezidi'n imametini kabul
etmişlerdir. Halbuki Yezid Hüseyn'i (r.a.) öldürmüş, hanımlarını esir etmiş ve
Zeynel Abidin'i (r.a.) bağlamıştır.”
Ey
Râfizî!
Biz
ehl-i sünnet olarak; Yezid'in hülafa-i râşidinden olduğuna asla inanmıyoruz.
Ancak kürtlerden bazı câhiller bunu iddia etmişlerdir. Bazıları da daha aşırı
giderek Peygamber demişlerdir. Bunlar da Ali'nin (r.a.) ulûhiyyetini iddia eden
şialar gibidirler. Ümeyye oğullarına tâbi olanlardan bazıları da, halife
vasıtasıyla iyiliklerin kabul edildiğini, kötülüklerin affedildiğini
söylemişlerdir. Buna rağmen bunların sapıklığı, Muntazar'ın ma'sum olduğunu ve bin-dörtyüzelli
seneden beri mağarada saklı olduğunu iddia edenlerden daha azdır. Çünkü
muntazam ma'dumdur. (Şeyhül İslâm İbni Teymiyye bu eseri H.
710 dan sonra te'lif etmiştir. )
Murcie,Tevhid'e inanıldıktan sonra, kişiye
hiçbir günah zarar veremiyeceğini iddia ediyorlar. Bizler ise, Nübüvvetin
hilafeti otuz sene olup, ondan sonrası saltanat olduğuna inanıyoruz. Nitekim
hadiste de öyledir.
Eğer
Yezid'in imameti ile onun saltanatının Abbasî ve Mervânîlerden emsali olanlar
gibi güçlü ve kuvvetli olduğunu kasdediyorsan bu doğrudur.
Yezid, Mekke dışında
diğer bütün İslâm âlemine hükmetmiştir. Mekke'ye de İbnü’z Zübeyr hükmetmiş,
Yezid'e biat etmemiş ve Yezid ölünceye kadar da kendisine biat edilmesi için
çağrıda bulunmamıştır. Yezid ve başkasının imam olması manası onun
güçlü, ta'yin ve azle yetkili olması, cezaî müeyyideleri tatbik etmesi,
kafirlere karşı cihad edip ganimetleri bölüştürmesi demektirki bu durum malûm
ve mütevâtir olup inkarı mümkün değildir.
İşte Yezid'in imameti de bu
mânâdadır. İmam'ın cemaata namaz kıldırdığı gibi. Cemaata namaz kıldıran bir
imamı gördüğümüzde Ona “İmam” deriz. Bu bilinen bir durumdur ki, bunu
inkar etmek mümkün değildir.
Yezid'in iyi, kötü, itaatkâr veya isyankâr olması
ise ayrı bir konudur. Ehl-i sünnet birinin imametine inanırsa, Yezid,
Abdülmelik veya Mansur gibi, yukarıda bahsettiğimiz şekilde onları tanırlar, Bu
konuda münakaşaya giren kimse, Ebubekir,Ömer ve Osman'ın (r.a.) imameti
ile Kisra, Kayser ve Necâşî'nin saltanatında da münakaşaya girişiyor demektir.
İmamlardan
herhangi birinin ma'sum olmasına gelince, hiçbir âlim buna inanmaz. İmamın her haliyle âdil ve
her emrine itaat etmenin vacip olması da söz konusu değildir.
Ehl-i Sünnet
velcemaata göre; Allah (c.c.)'a tâat kabilinden olan amellerde bu imamlara
uyulur.
Meselâ;
Onların arkasında Cuma ve bayram namazlarını kılarız. Çünkü bu namazlar
arkalarında kılınmazsa ihmal edilebilir. Kâfirlere karşı onlarla cihad eder,
Kabe'yi onlarla ziyaret ve hacc ederiz. İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak
ve cezaları tatbik etmek için onlardan yardım talep ederiz. Farzedelim ki
imamlar günahkârdırlar. Buna rağmen kişinin onlarla haccetmesi veya cihad
etmesi o kişiye hiçbir zarar vermez. İyilikte ve takvada onlara yardımcı
olunur. Kötülük ve isyanda ise onlara yardım edilmez. Ama, idareci kötülük ve
isyanda çok ileri gidiyorsa -Yezid, Abdülmelik ve Mansur gibi- ortada iki yol
var.
Birincisi:
İdareciyi kötülüklerinden
alıkoymak için onunla savaşmak vaciptir, deyip savaşmaktır. Bu ise hatalı bir
görüştür. Çünkü kan akıtmaya sebep olur. Bu yoldan hareket ederek güçlü bir
idareciye karşı gelenlerin kötülükleri iyiliklerinden çok olmuştur. Medine'de
Yezid'e karşı gelenlerin yaptığı gibi. (Buhari
ve Müslim'de beyan edildiği gibi Abdullah b. Ömer ve Muhammed b. Ali b. Ebi
Talib de Yezid'e karşı gelinmemesini istemişlerdi. )
Irak'ta
Abdülmelik'e karşı çıkan İbnül Eş'as, Horasan'da babasına karşı çıkan İbnül
Mühelleb, Medine ve Basra'da Mansur'a karşı çıkanlar da aynı akıbete duçar
olmuşlardır.
Tabiî
ki tasvip edilmeyen idarecilere karşı çıkan bu zatların hareketlerinin neticesi
galip veya mağlup olmaktır ama, nihayet mağlup olup, güçleri de tamamen yok
olmuştur. Abdullah b. Ali (El-Abbasi) ve Ebu Müslim birçok kişileri
öldürmelerine rağmen, neticede Ebu Ca'fer Mansur her ikisini de öldürmüştür.
Ehlül Harra, İbnül Eş'as ve İbnül Mühelleb de bozguna uğramışlar, ne dini
ayakta tutabilmişler ve ne de dünyayı.
Allah
(c.c.) hiçbir zaman din ve dünyanın salâhını temin etmeyen bir
işi emretmez. Bu gibi işleri yapanlar Allah (c.c.)'ın takva sahibi ve cennet
ehlinden olan kulları da olsalar Ali (r.a.), Talha, Zübeyr, Aişe (r.a.) ve
bezerlerinden daha üstün değildirler. Buna rağmen bu yüce zatlar yaptıkları çarpışmalardan
dolayı övülmemişlerdir. Halbuki bunlar, Allah (c.c.)'ın, Resulünün ve
diğerlerinin yanında en üstün derecededirler. Ehlül Harre orasında âlim zatlar
olduğu gibi, İbnül Eş'as'ın taraftarları arasında da bir çok âlim zatlar
bulunuyordu.
Hasan
El-Basrî şöyle
diyordu:
“Haccac, Allah (c.c.)'ın belasıdır. Allah (c.c.)'ın belâsını
ellerinizle def etmeyiniz. Ancak itaat edip Allah (c.c.)'a yalvarınız.”
Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
“Doğrusu
biz onları azaba tuttuk da, yine Rablerine karşı boyun eğmediler. Onlar
yalvarmıyorlar.”
(Mü'minûn: 23/76)
Talk
b. Hubeyb:
“Takva
yoluyla fitneden korununuz” deyince;
“Takva'yı
bize açıkla,” dediler. O da şöyle dedi:
“Allah (c.c.)'ın emrettiği şekilde Ona itaat ederek, rahmetini
dilemek ve yasak ettiklerini terkederek azabından korkmaktır.”
İslâmın
üstün simalarından daha birçok kişi, daima müslümanları isyandan, kıtal ve
fitneden alıkoymuşlardır. Abdullah b. Ömer, Said b. Müseyyib, Ali b. Hüseyn
ve başkalarının El-Harra yılında Yezid'e karşı gelmeyi nehyettikleri gibi, Hasan
Basri, Mücahid ve başkaları da İbnül Eş'as'ın olayında müslümanları
fitneden alıkoymuşlardır.
Binaenaleyh
Ehl-i Sünnet; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in fitne ile ilgili
hadislerini de nazar-i dikkate alarak isyanın terkedilmesine karar
vermişlerdir. Bu fikride akaid kitaplarında zikretmişler, yaptıkları
işkencelerden dolayı idarecilere karşı savaşmamayı ve sabretmeyi
emretmişlerdir. Bu gibi idarecilere karşı savaşan birçok ilim adamı olmuşsa da
Ehl-i Sünnet bunu tasvîb etmemişlerdir.
İsyankârlara
karşı olan savaş ile, Emr-i Bilma'ruf ve nehy-ı anilmünker'e müteallik
olan savaş, fitne kıtaline benzetilebilir, fakat aynı değildir. Bunu burada
genişçe anlatmak da yeri değildir.
Zaten Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'ın bu husustaki hadislerini iyice düşünen kimse, bu işin en doğrusunun
hadiste açıklandığını anlar. Hatta bunun içindir ki, Hüseyin (r.a.), Irak
ehlinin kendisine yaptıkları davetiye üzerine Irak'a gitmek isteyince, İbn-i
Ömer, İbn-i Abbas ve Ebubekir b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam gibi ileri gelen
din âlimleri, Hüseyin'e (r.a.) Irak'a gitmemesini tavsiye etmişlerdir. Çünkü bu
zatlar, Hüseyin'in (r.a.) şehid edileceğini tahmin etmişlerdi. Hatta bu
âlimlerden biri Hüseyin'e (r.a.):
Allah
seni ölümden korusun, derken; bir diğeri de:
Eğer
çirkin kabul edilmeseydi seni bağlar, Irak'a gitmene mâni olurdum, demiştir.
Tabiî ki bu zatlar Hüseyn'e (r.a.) nasihat etmekle hem Onun hem de
müslümanların maslahatını düşünüyorlardı.
Allah
ve Resulü, fesadı değil islahı emreder. Fakat insanın ictihadı bazan isabet
bazan da hata eder.
Netice
de Hüseyin'e (r.a.) nasihat eden âlimlerin görüşünün isabet ettiği ortaya
çıktı. Çünkü O'nun Irak'a gitmesinde ne dünya ve ne de dinin bir maslahatı
vardı. Aksine zâlim ve isyankârlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın
torununu zülmen şehit ettiler. O'nun şehid edilmesiyle de en büyük fesad zuhur
etmiştir.
Hüseyin
(r.a.) evinde otursaydı, meydana gelecek olan fesad elbette daha az olacaktı.
Üstelik Hüseyn'in (r.a.) niyetinde olan iyiliği celp ve kötülüğü bertaraf etme
arzusu, hiçbir fayda vermedi. Aksine Irak'a gitmekle ve şehid edilmekle
fitneler arttı.
Nasıl
ki Hüseyin'in (r.a.) şehid edilmesi fitnelere sebep olduysa, Osman'ın (r.a.) şehid
edilmesi de fitnelere sebep olmuştu. Bütün bunlar gösteriyor ki, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'ın emrettiği gibi, zâlim idarecilerin zulmüne
karşı sabredip onlarla savaşmamak hem dünya hem ahiret için hayırlıdır.
Bilerek
veya yanılarak buna muhalefet edenin hareketinden fayda değil zarar gelir. Yine
bunun içindir ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hasan'ı (r.a.) medhederek
şöyle buyurmuşlardır:
“Bu benim evladım, Seyyiddir. Allah, istikbalde bunun
vasıtasıyla iki büyük müslüman gurubun arasını islah edecektir”
Rasulullah
hiçbir zaman bir fitnede çarpışan, idarecilere karşı gelen, onlara itaat
etmeyen ve cemaattan ayrılan bir tek kişiyi medhetmemiştir.
Buhari'de
bulunan ve İbn-i Ömer'den rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Konstantiniyye'ye
(İstanbul) savaş açacak ilk ordu
affedilmiştir.”
Konstantiniyye'yi
fethetmek için ilk çıkan ordu, Muaviye'nin (r.a.) techiz edip başına oğlu Yezid'i tayin ettiği
ordudur. Hatta Ebu Eyyüb El-Ensâri gibi ashabın ileri gelenleri de bu
ordunun içindeydi.
Râfizînin, Yezid'e nisbet ettiği, kadınları
câriye tutup onları eğer siz develeri bindirme meselesine gelince:
Bu
da açık yalanlardandır. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ümmeti,
hâşimiyye bir hanımın câriye olarak tutulmasını asla helâl görmez. Hüseyin'e (r.a.)
karşı savaşanlar, saltanatlarının ellerinden gitmesinden korktukları için
savaşmışlardır. Nitekim şehid düşünce iş bitmiş, yakınları da Medine'ye
gönderilmiştir. Fakat râfizîlerin cehaletine ulaşılmaz. Şüphesiz ki Hüseyin'in (r.a.)
şehid edilmesi en büyük günahlardandır. O'nu şehid eden veya öldürülmesine rıza
gösteren dahi cezaya müstahaktır. Buna rağmen O'nun şehâdeti babasının,
kızkardeşinin kocası Ömer'in (r.a.) ve halasının kocası olan Osman'ın (r.a.) şehid
edilmesinden daha büyük değildir.
|