Râfizî
şöyle diyor:
“Rasulullahın
bütün eshabında bulunan eksikliklere gelince, onların tâbilerinden bu hususta
bir çok haberler gelmiştir ki, hatta El-Kelbî Sahabe kusurları ile ilgili
olarak bir kitap tasnif etmiştir.”
Râfızînin bu iddiasına karşı şöyle diyoruz:
El-Kelbî
ve oğlu Hişam yalancı ve râfizîdirler.
(Daha önce Hişam'la ilgili malumat verilmişti. Babası olan
El-Kelbî hakkında da İbn-i Hibban şöyle diyor: El-Kelbî, Sebeî idi. Onlara göre
Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle
dolduracaktır. Tebuzeki, Hemam'dan El-Kelbî'nin:
“Ben Sebeîyim” dediğini
işittim diyor. Buharî: Ebu'n-Nadr el-Kelbîyi, Yahya ve İbn-i Mehdî
terketmişlerdir, dedikten sonra devamla şöyle diyor:
Ali, Yahyadan O da
Süfyandan naklen Kelbî, Süfyana:
“Ebu Salih'ten sana neyi nakletmişsem
yalandır” demiştir. İbn-i Hibban devamla şöyle diyor:
Kelbî'nin dindeki yeri ve
açık olan yalancılığı meydandadır.
Başka yönlerini anlatmağa gerek yoktur. Kelbî, tefsirinde, Ebu
Salih'ten O da İbn-i Abbastan rivayet ediyor. Halbuki Ebu Salih İbni Abbas'ı
görmediği gibi El-Kelbî de Ebu Salih'ten bir tek harf nakletmemiştir. Bu adamı
kitaplarda zikretmek caiz bile değildir. Artık nasıl olur da ondan delil
getirilir. Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini
okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım. Ebu
Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor:
Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde,
Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn şöyle diyor:
Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor:
Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini
işittim:
Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra
Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı
hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim
dedim ve onu terketim. Ebu Muaviye, Kelbî'nin şöyle dediğini işittim diyor:
“Kimsenin ezberleyemediğini ben ezberledim. Kur'anı altı veya
yedi günde ezberledim. Kimsenin unutmadığını yine ben unuttum, sakalımı tuttum
ve tutamdan fazlasını kesmek isterken alt taraftan keseceğime üst taraftan
kestim.”
İşte bütün bunlar ümmetin bu yalancıdan işittikleridir. Râfizî
İbnul Mutahhar yani kendisine reddiyye yapılan adam, Kelbî'yi ehli sünnet aleyhinde
hüccet (!) olarak saymak ve eserlerini delil göstermek ister ki, O
Rasulullah'tan sonra insanların en hayırlısı olan ashabı sebbetmiştir.)
El-Kelbî'nin
sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili olarak rivayet ettikleri haberler ikiye
ayrılır.
Birincisi: ya hepsi yalandır. Veya haberleri
zemme götürecek kadar tahrif etmiştir. Sahabe hakkında rivayet edilen
eksikliklerin çoğu bu tip haberlerin neticesidir. Bu haberlerin çoğunu da
yalancılıkla tanınan yalancılar naketmişlerdir. Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve
Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî gibi. Bunun içindir ki kendisine reddiye
yapılan râfizî, Hişam el-Kelbî'nin eserleriyle delil getirmeye kalkışıyor.
Halbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu
Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır.
Ahmed b.
Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında şöyle diyor:
“İlim
ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini zannetmiyorum.”
Dârekutnî
onun için “Metruktür.” diyor.
İbn-i Adiy:
“Kendisine
fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası
da yalancıdır,” diyor.
El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de:
“Hişam
yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr şey değildir, yalancı ve
değersizdir.” diyor.
İbni Hibban da şöyle diyor:
“Hişam
el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya koymaya
hacet yoktur.”
İkincisi:
Doğru olan rivayetlerdir. Bu kabil
rivayetlerde ashabın noksanlıklarına dair haberler söz konusu ise ma'zerete
binaen olduğu için kusur olmaktan çıkarlar. Bir müctehid isabet ettiğinde iki,
hata ettiğinde de bir ecir kazandığı gibi.
Hulafâ-i Râşidin hakkında sabit olan
nakillerin hepsi de bu kabildendir. Bu kabilden olup ve muhakkak olarak günah
kabul edilenler hiç bir zaman onların faziletli oluşlarına halel getirmez.
Cennet ehlinden olmadıklarını da göstermez. Çünkü gerçekten günah olan şeylerin
cezası bazı sebeplerden dolayı ahirette affedilebilir. Bu sebeplerden bîri
tevbedir. İmamiyye imamlarının itirafı ile Raşid halifeler bu tip günahlardan
tevbe etmişlerdir. Diğer bir sebep de günahları silen iyiliklerdir. Muhakkak ki
iyilikler kötülükleri silerler.
Allah (c.c.) şöyle
buyurur:
“Eğer
siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer
kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.” (Nisa:
4/31)
Musibetler,
mü'minlerin birbirlerine olan duaları ve peygamberlerinin şefaatları da
günahları affettiren sebeplerdendir. Ümmetten hehangi bir vesile ile cezası
affedilecek hiçbir günah yoktur ki, o günah ashabda olması halinde affedilmesi
daha lâyık olmasın.
Medhe en layık, zemden de en uzak olmayı hakkeden onlardır.
Bu hususta gerek ashab ve gerekse sair ümmet hakkında genel kaide mahiyetinde
bazı maddeleri zikretmeye çalışacağız. Şöyle ki:
Bilerek
ve adaletle, tâli meseleleri onlara kıyas ederek konuşabilmesi için insanda
olması gereken genel prensipler vardır. Bununla beraber insan, talî meselelerin
nasıl meydana geldiğini bilmesi gerekir. Aksi halde onlar hakkında hüküm
vermekten âciz kalır. Böylece esas konuları da bilemeyeceğinden zulmetmeye
kalkışır ve büyük fitnelerin doğmasına sebep olur.
İnsanlar bazan müctehidlerin
yaptıkları ictihadlarından dolayı isabet edip etmediklerinden, sevap alıp
almadıklarından bahsederler.
İşte biz, bu
hususta faydalı genel kaideleri zikretmeğe çalışacağız.
Birincisi:
Her insanın her meselede ictihad
ederek hakkı bilmesi mümkün müdür?
Bununla beraber ictihad eder ve bütün gücünü
harcadıktan sonra mutlak hakkı bulmaz fakat kanaatimce -hak olmayan bir şeye-
şu haktır derse cezaya müstahak olur mu, olmaz mı? İşte bu meselelerin aslı
budur. Âlimlerin bu hususta üç görüşü vardır. Her görüşün de savunucuları
mevcuttur.
1
- Bu görüşe
göre Allah (c.c.) her mesele hususunda bir ölçü koymuştur. Bu ölçüyü bilen
gücünü kullanarak ictihad ettiği takdirde hakkı bulur. Böyle olmasına; rağmen
ister aslî ister ferî meselede olsun tefrite kapılmasındandır. Bu görüş
kaderiyye ve mutezilenin görüşü olmakla bazı kelam ehli de bunu
savunmaktadırlar.
2
- Delillere
göre hareket eden müctehid asıl meselede hakkı bilmesi mümkündür. Bazan da
bilmeyebilir. Fakat âciz kaldığında Allah (c.c), dilerse onu cezaya çarptırır,
dilerse çarptırmaz. Bu görüş de Cehmiyye, Eş'ariyye ve dört mezhebe uyan birçok
fakihin görüşüdür.
3
- Her
ictihad edenin hakkı bulması mümkün değildir. Cezaya da ancak bir emri terkeden
ve bir yasağı işleyen müstahak olur. Bu görüş de fakih imamların ve diğer
fakihlerin, Selefin ve cumhuru müsliminin görüşüdür. Bu görüş aynı zamanda
diğer iki görüşe nazaran sevab olanı içine almıştır.
İkincisi:
Bu mesele, “Allah, ahirette ancak
emredileni yapmayıp yasak olara da işleyerek ona isyan edeni cezaya çarptırır.”
diyenlerin sözleriyle ilgilidir.
Esas olan, selef ve cumhurun da kabul ettiği Cenab-ı Allah (c.c.)'ın hiç kimseye gücünden fazlasını emretmemesidir. Bir şeyin vacip
olabilmesi için yapılmasına gücün yetmesi şart olduğu gibi, ceza da açık bir
delilden sonra emrin terkedilmesi veya yasağın yapılmasından sonra tahakkuk
eder.
Daha
önce âlimlerin- ceza ve mükafaat ile ilgili durumlarını, kötülük işleyenin on
kadar vesile ile cehennem cezasından kurtulabileceğine dair bilgi vermiştik.
Müctehidler, günah işleyenler ve diğer bütün ümmet hakkında bu durumlar söz
konusu olursa, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı hakkında
durum acaba nasıl olur?
Ashabtan sonra gelen müctehidlerden ve günahkârlardan
bazı vesilelerle cezalar düşerse, muhacir ve ensar hakkında durum nasıl
otacaktır? Elbetteki müsbet olacaktır.
İşte
bu mevzuyu genişleterek şöyle diyoruz:
Râfizînin
ve başkalarının, halifeleri ve diğer ashabı zemmetmeleri eşya hakkındaki
konuşmaları babından olmuştur. Halbuki burada Allah (c.c.)'ın hukukunu ilgilendiren
taraf vardır. Onlara dost olmak; düşman olmak veya onları sevmek ve sevmemek
gibi.
Aynı zamanda bu kabil konuşmalar da beşeriyetin hukukuna taalluk eden
taraflar da vardır. Malum olduğu gibi biz sahâbîden daha aşağı olan kullar,
âlimler ve şeyhler hakkında bile konuşacak olursak, bu konuşmanın delilli ve
adalete uygun olması, delilsiz ve zulmen olmaması gerekir.
Çünkü adalet her
halde ve herkes için vaciptir. Zulüm de hiçbir zaman ve hiçbir kimseye mubah
kılınmamıştır ve kesinlikle haramdır.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Bir
topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin. Adalet yapın ki, o
takvaya en çok yakın olandır.” (Mâide: 5/8).
Allah (c.c.)'ın emrettiği adalet, sahibini
kendisine buğzeden kimseye zulmetmekten alıkoyuyorsa;
te'vil, şüphe veya mücerred bir nefis arzusu ile müslümana buğzetmek nasıl
olur? Elbette ki müslümana zulmetmemek onun hakkında adaletli davranmak daha
evlâdır.
Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in ashabı ise, kendilerine sözde ve fiilde
adaletli davranılması gereken kişilerin en lâyığıdırlar.
Adalet,
yeryüzündeki bütün insanların övdükleri, sevdikleri ona sahip çıkanların da
sevilmelerine vesile olan iyi bir şeydir.
Zulüm
ise kötülenmesi ve onu yapanların da zemmedilmeleri üzerine ittifak edilmiş bir
şeydir. Maksat olan her zaman ve mekanda herkesin ve herkes için adaletle
hükmetmenin vacip olmasıdır.
Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'e indirilen kitapla hükmetmek adelettir.
Hem de adaletin en
mükemmeli ve en iyisidir.
Onunla hükmetmek
Peygambere ve Ona inananlara da farzdır.
Allah
ve Rasulünün hükmüne boyun eğmeyen kâfirdir.
Adalet;
itikadi ve ameli, ümmetin ihtilaf ettiği her hususta uyulması gereken bir
vecibedir.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Ey
iman edenler! Allaha itaat edin. Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine de
itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe
gerçekten iman etmişseniz onu Allah’a ve Rasulüne
(Kitaba ve Sünnete)
götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir.”
(Nisa: 4/59).
Ümmet
arasında müşterek olan konularda ancak kitap ve sünnet hüküm verebilir.
Böyle
konularda Emîr, Şeyh ve Kral mücerred görüşleriyle insanları bağlayamazlar.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Hâkimler üç çeşittir. İkisi cehennemde, biri cennettedir. Kim
hakkı bilir ve onunla hükmedrese cennettedir. Kim ki hakkı bilir hilafına
hükmederse cehennemdedir. Kim ki bilmeden hükmederse o da cehennemdedir. Kim ki
bilerek ve adaletle hükmeder, ictihad edip isabet ederse iki sevab kazanır.
İctihad edip de hata ederse bir sevab alır.”
(Buharî
İtisam: 21, Müslim Akdiye: 15, Ebu Davud Akdiye:2, Nesai Ahkam: 2, Kutat: 3, İbn
Mace Ahkam: 3)
Mü'minler
arasında çekişme konusu olan meselede bilerek ve adaletle konuşmak vacip
olunca, bu durum da Allah ve Rasulüne havale edinilmesi istenince elbette ki bu
şekilde bir hareketin sahabe hakkından uygulanmasının şart olduğu daha açıktır.
Râfizîler
ise Ashab konusunda tefrika yoluna sapmışlardır. Bazılarını dost edinirken
diğer bazılarına düşmanlık etmişlerdir. Bütün bunlar Allah ve Rasulünün yasak
ettiği tefrika ve kamplaşmadan kaynaklanmaktadır.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Peygamberlerin
bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek veya hükümlerin bir kısmını
tanımamak suretiyle dinlerini ayrı ayrı fırkalara ayırarak parçalananlar var
ya, senin onlarla hiçbir ilgin yoktur.”
(En'âm: 4/159),
“Ey
mü'minler, kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa
düşen Hıristiyan ve Yahudiler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azap
vardır. Kıyamet gününde bir takım yüzler ak ve bir takım yüzler de kara olacak.
O, vakit, yüzleri; kara olanlara şöyle denecek:
“İmanınızdan
sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezası olarak tadın azabı...” Amma
yüzleri ak olanlar, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar, orada
(cennette) ebedî olarak
kalacaklardır.” (Âl-i İmran: 3/105-107)
İbn-i
Abbas (r.a.):
“Ehl-i
Sünnetin yüzü ak, ehli bidatin ise kara olacaktır” buyuruyor.
Ebu
Hureyre (r.a.)'nın rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurur:
“Allah sizin için üç şeyinizden razı olur.
- Allah'a ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak,
- Topyekûn Allah'ın ipine bağlanıp tefrikaya düşmemek,
- İşlerinizi görmek üzere Allah'ın iş başına getirdiği
kimselerle nasihatleşmek.” (Müslim)
Allah
(c.c.) müslümanın ölüsüne, dirisine zulmetmeyi, kanlarını akıtmayı, mallarını
gasbedip, ırzlarına tecavüz etmeyi haram kılmıştır. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Veda haca hutbesinde şöyle buyurur:
“Bu gününüz, bu anınız ve bu beldeniz
(Mekke) nasıl
mukaddes bir belde ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da mukaddestir.
Tebliğ ettim mi?”
“Ettin!”
“İnsanlar! hazır olan hazır olmayana bunu
bildirsin. Kendisine tebliğ edilen nice insan vardır ki bizzat işitenden daha
anlayışlıdır…” (Buhari, Hacc: 132, Edahi: 5, Tefsir, Tevbe: 8, Bedu'l-Hak: 2,Fiten:
8, İlim: 8, Müslim, Kasame: 29, Ebu Davud, Hacc:63)
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Erkek
mü'minlerle kadın mü'minlere, işlemedikleri bir günahla eziyet edenler
(onlara iftira atanlar), doğrusu
açık bir günah yüklenmişlerdir.”
(Ahzab: 35/58)
Kim
hayatta veya vefat etmiş olan bir mü'mini, onda olmayan bir şey ile eziyet
vermeye kalkışırsa bu âyetin şümulüne girer.
Müctehide gelince içtihadında hata
dahi etse, bir sevabı vardır ve hiçbir günâhı yoktur. Ona birisi eziyet etmeye
kalkışırsa kesbetmediği bir şeyle ona eziyet etmiş sayılır.
Yine günahkâr olan
birisi tevbe ederek veya bir sebebe binaen affedilip günahı kalmadığı halde
başkası ona eziyet etmeğe kalkışırsa haksızlıkla ona eziyet etmiş sayılır.
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Sizden
biriniz diğerinin gıybetini yapmasın” (Hucurat: 49/12)
Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Gıybet, kardeşini hoşlanmadığı bir şekilde anmandır.” Denildi ki:
“Yâ
Rasulullah, dediğim şey kardeşimde varsa?” Rasulullah:
“Dediğin kardeşinde varsa ona gıybet etmişsin, dediklerin onda
yoksa ona iftira etmiş olursun,” buyurdular.”
(Müslim Birr:
20, Ebu Davud, Edeb: 40, Tirmizi, Birr: 23)
Birisi
bir başkasını onda olmayan bir hasletle lekelendirirse ona iftira etmiş
sayılır. Bunun aynısı sahabeye yapılırsa artık nasıl olur! Yine birisi bir
müctehid için:
Gerçeğe
aykırı olarak O, zulmü, Allah ve Rasulüne isyanı kasdederek içtihadını
yapmıştır, diyecek olursa ona iftira etmiştir. Gerçekten bu durum onda varsa
yine ona gıybet etmiş sayılır.
Fakat
bütün bunlara rağmen Allah ve Rasulünün mubah kıldığı nisbette gıybetten mubah
olanı vardır. O da;
- adaleti gerektiren
bir iş için yapılan anlatım,
- müslümanların maslahatı
için gerek duyulan bir durum veya
- müslümanların nasihati için yapılan konuşmalardır.
Mesela:
Bir
mazlumun falan adam beni dövdü, malımı aldı, hakkıma tecavüz etti vs. anlatımda
bulunması gibi. Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Allah
fena sözün açıklanıp söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayanlar müstesnadır.” (Nisa:
4/148).
Bu
âyet bir kavme misafir olmak isteyen ve o kavim tarafından kabul edilmeyen bir
kimse hakkında nazil olmuştur. Çünkü misafiri kabul etmek sahih hadislerin
işaret ettikleri gibi vacibtir. Kavim bunu kabul etmeyince misafirin onlardan
bahsetmesi artık onun hakkı olur.
Bir
ihtiyacı gidermek için gıybet yapılabileceğine bir misal de şudur:
Utbe’nin
kızı Hind Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a:
“Ya
Rasulullah! Ebu Sufyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarıma yetecek kadar
olan nafakayı iyilikle vermiyor. (Ne yapalım?)” demesi üzerine, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem):
“Sana ve çocuğuna yetecek kadarını iyilikle al” buyurdular. (Buharî - Müslim)
Hindin yukardaki ifadesi bir
mazlumun sözleri cinsindendir.
Nasihatla
ilgili mevzuda da şu hadisi misal olarak verebiliriz:
Fâtıma
bint-i Kays (R. Anha):
(Bir
gün) Nebî aleyhisselama geldim. “Ebul Cehm ve Muaviye'den biri beni nikahlamak
istiyor,” dedim. Resul-i Ekrem:
“Muaviye malı olmayan bir fakirdir. Ebul Cehm ise asasını
omuzundan yere koymaz (kadınları çok döver)” buyurdular. (Müslim, Talak: 36, Ebu Davud Talak: 39, 40, Tirmizi,
Nikah: 38, Talak: 5, Nesai Nikah: 21, Talak: 69)
Görülüyor
ki sahabiye kiminle evlenmesinin uygun olacağını istişare ediyor, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)de ona uygun olanı tavsiye ediyor.
Ortaklık
kuracak şahsı sormak da böyledir. Aslında nasihat, istişare olmadan da
yapılması gereken bir şeydir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir
hadislerinde şöyle buyurur:
“Din Nasihattir, Din nasihattir, Din nasihattir,
(üç defa tekrarladı).
Kime Ya Rasulullah dediler? Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'a, Allah'ın kitabına, peygamberine ve müslümanların reislerine ve bütün
müslümanlara buyurdu.”
(Müslim İman: 95, Ebu Davud
Edeb: 67, Nesai, Beyat: 31).
İlim
ehlinin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a yanlış veya yalan rivayet
isnad edenler hakkındaki konuşmaları da gıybet değildir.
Dini bir konuda
yanılan bir kimsenin yanıldığını beyan etmek de bu kabildendir.
Böyle konularda
bilerek, adalet ölçüleri dâhilinde ve nasihati kastederek birisi konuşacak
olursa Allah (c.c.) onun mükâfaatını verir. Hassaten bidata davet eden kişinin
fikirlerini reddederek açıklamada bulunmak bir vecibedir. Böyle bir kimsenin
şerrini insanlardan defetmek, yol kesicinin şerrini defetmekten daha önemlidir.
Bir
müctehidin ilmî bir konuda konuşması diğer müctehidler gibidir. Yani bazan hata
eder, bazan isabet. Bazan her ikisi de hata ederler ve Allah onları affeder.
Bunun misali sahabe arasında
cereyan etmiştir. Onun içindir ki bu müctehidler
arasında çıkan görüş ayrılıklarından dolayı münakaşaya girmekten nehyolunulmuştur.
Bu müctehidler ister sahabi ister başkaları olsun aynıdır.
İki müslüman, iki
müctehidin geçmişte ihtilaf ettikleri ve ilgileri olmayan bir meseleyi alır
münakaşa edecek olurlarsa onların bu husustaki konuşmaları ilimsiz ve adaletsiz
olur. Üstelik haksız olarak onlara eziyet etmiş olurlar. O müctehidlerin hata
ettiklerini bildikleri halde meseleyi zikredecek olurlarsa bunda hiçbir
maslahat yoktur. Bu durumda mezmum olan gıybeti irtikab etmiş olurlar.
Yalnız Ashab-ı Kiram bu hususta başkalarına benzemezler. Onlar bütün müctehidlerden
üstündürler. Başkası hakkında vârid olmayan üstünlükler ashabın bütünü hakkında
vârid olmuştur. Bundan dolayıdır ki o yüce zatlar arasında çıkan ihtilaflardan
dolayı onları zemmetmek, başkaları hakkında yapılan zemden daha hatalı ve
tehlikelidir.
“Siz
de râfizîleri zemmetmekle onların kusurlarını açıklamakla gıybet ediyorsunuz”
denilecek olursa, şu cevabı veririz:
Bizim
bu şekildeki açıklamalarımız, kötü hata ve kusurları yapan şahısların
isimlerini zikretmeden yaptığımız açıklamalardır. Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem)'in böyle kötü halleri lanetle anması çok olmuştur.
Allah (c.c.) şöyle
buyurur:
“Allah'ın
laneti zalimler üzerine olsun! İnsanları Allah yolundan çevirenler ve o yolu
eğri bir hale getirmek isteyenler, işte onlar, ahireti inkar edenlerdir.”
(A'raf:
7/44-45)
Kur'an
ve hadis kötü işler ve onları irtikab edenleri zemmeden delillerle doludur.
Bunun sebebi de başkasının bu fiilleri yapmaması ve onları yapanların da
uğrayacakları akibetin kötü olduğunu açıklamaktır. Sonra masiyetin günah
olduğunu bilen kimse ondan tevbe eder.
Bid'at
ehli ise, böyle değildir. Onlar kendilerinin hak bir davada olduklarını,
-hâriciler ve müslüman cemaata savaş ilan eden nâsibler gibi- zannediyorlar.
Bid'atlar icad ederek onlara uymayanları tekfir ediyorlar. Netice itibariyle
bunların zararı, zulmü haram kabul etmelerine rağmen müslümanlara zulmeden
zalimlerin zararından daha büyüktür.
Râfizîler,
haricilerden daha sapıktırlar. Zira onlar haricilerin tekfir etmedikleri Ebu
Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi zatları tekfir ediyorlar. Rasulullah'a (sallallahu
aleyhi ve sellem) ve ashabına
kimsenin cesaret edemediği bir şekilde iftira ediyorlar. Hariciler ise buna
tevessül etmezler. Üstelik haricîler onlardan daha sadık, cesur ve
fedakârdırlar.
Râfizîler ise yalancı, korkak, hain ve alçaktırlar. Zira onlar müslümanlara karşı kâfirlerden yardım alıyorlar. Tatarların reisi Cengiz Han'ın
müslümanlara karşı kafirlerle ittifak etmesi gibi. İşte râfizîler bununla
işbirliği yapmışlardır.
Cengiz'in torunu Hülâgû ile işbirliği ederek Horasan,
Irak ve Şam'a akınlar etmeleri hiç kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açıktır.
(Şii tarihçi Horasanlı Mirza Muhammed “Revdatül Cennât”
adlı kitabının 578'nci sahifesinde Üstadları Nâsir et-Tûsî'nin hayatını
anlatırken bu çirkin manzarayı şöyle anlatıyor: Bu zatın gerçekleştirdiği
işlerden birisi de şudur:
“O, Büyük İran devletinde yüce sultan Hülâgû Hanı
destekleyerek halkı ıslah edip fesadı ortadan kaldırmak için ordusuna katılıp
onunla Bağdad'a gelmiştir. Abbasileri ortadan kaldırarak zulümü yok etmiştir.
Büyük katliamları gerçekleştirerek nehirler misali kötü kanlarını akıtmıştır.
Kanlarını Dicleye akıtıp cehenneme göndermiştir.”
Görülüyor ki, Râfizî Naşir
et-Tûsî'nin katil Hülâgû ile Bağdad'a gelip kan dökmesini bir ıslahat hareketi
olarak kabul ediyor. O gün için İslâm âleminin en büyük merkezi olan Bağdat'ta
katliamın bir irşad ve islah olduğunu iddia ediyor. Râfizî tarihçi Horasanlı
Muhammed Bakır bu hareketle iftihar ediyor. Bu vahşi olayda vefat eden
müslümanların cehennem ehli olduklarını utanmadan dile getiriyor. Bununla da
Hülâgû ve Râfizi olan Mürşidinin de cennet ehli olduklarını ifade ediyor.
Şeyhül-İslâm İbn-i Teymiyye de Râfizî tarihçinin bu iddiaya sahip
olduğunu tasdik ediyor. Allah adaletiyle onlara muamelede bulunsun. )
Râfizîler,
Irak ve Horasan'da Hülâgû'nun güçlü yardımcıları idiler. Bağdad'da halifenin
veziri de İbnu'l-Alkamî adında bir şiî idi. Durmadan halifeye tuzak
kurmaya çalışıyor, müslüman askerlerinin erzakını kesmeye uğraşıyor.
Müslümanları Hülâgû ile çarpışmaktan alıkoyuyor, öyle ki Hülâgû'nun
askerleriyle Bağdad'a girip on milyon müslümanın öldürülmesine sebep olmuştur.
İslâm
tarihinde kâfir tatarların yaptıkları katliamdan daha büyük bir katliam
görülmüş değildir. Hâşimileri öldürmüşler, Abbasî olan ve olmayanların
hanımlarını köleleştirmelerdir. Kâfirleri müslümanlara karşı kışkırtanlar
hiçbir zaman Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ehline dost olmaları mümkün değildir. Onlar,
Haccac'ın eşrafı öldürdüğünü iddia ederek ona da iftira ediyorlar. Halbuki
Haccac, zulüm ve gaddarlığıyla beraber hiçbir haşimiyi öldürmemiştir. O
hâşimîlerin dışında arapların eşraflarından bir çoğunu öldürmüştür. Üstelik
Haccac hâşimiyyeden olan Abdullah b. Ca'fer'in kızıyla da evlenmiştir. Bundan
dolayı emevîler, Haccac'ın mezkur hâşimiyyeye lâyık olmadığını dile getirerek
onları birbirlerinden ayırmışlardır.
(Muhammed b. Ahmed El-Bağdadî olup El-Alkamî olarak
tanınır. Şiî ediplerindendir. Ehli Sünnet ona karşı müsamaha gösterdikleri için
Abbasî devletine vezir olmuş ve ondört sene bu vazifeyi deruhte etmiştir.
Öyleki son Abbasi halifesi Musta'sım ona güvenmiş ve devlet işlerini ona tevdi
etmiştir. Hülâgû ordusu İran'a girince El-Alkamî ona haber göndererek
Bağdad'a doğru gelmesini istemiştir. Alkamî, Abbasî devleti ortadan kalkınca
Hülâgû tarafından kendisinin bir şiî halife olarak tayin edileceğini umuyordu.
Neticede Hülâgû tatar ve aptallardan 200.000 (ikiyüzbin) kişilik bir ordu ile
Bağdad'a yürüyor, Musta'sime karşı İbnul Alkamî'yi destekliyor. Nihayet
Hülâgûnun ordusu Bağdadin doğu ve batısına girince Alkamî, Hülâgû ile sulh
yapmak üzere halifeden izin istiyor. Hülâgû'nun askerleriyle konuştuktan sonra
kendisinin de Abbasîlere karşı olduğunu söylüyor. Ve geri dönerek halifeye
Hülâgû'nun kendi kızını halifenin oğlu Ebubekir'e (r.a.) vermek istediğini, böylece
halife Selçuklularla nasıl idiyse Hülâgû ile de öyle olmasını istediğini
bildiriyor. Evlilik akdinin icrası için halifeyi, oğlunu, alimlerle devletin
ileri gelenlerini Hülâgû'nun ordu karargahına davet edince Hülâgû bunların
hepsini kılıçtan geçiriyor. Artık Abbasi devleti başsız kalınca tatarlar
Bağdad'a girerek katliama girişiyorlar. Bu cürüm 40 gün devam ediyor. Rivayete
göre Hülâgû 1 Milyon 800 bin kişiyi saydırmıştır. Ki bunlar saydırılmayanlardan
çok daha azdırlar. Takyuddin b. Ebil-Yusr bu vahşi hareketi şu şiiriyle dile
getiriyor:
- Ey Bağdadi ziyaret edenler, artık bu diyarı ziyaret etmeyin.
- Çünkü ne Bağdad kalmıştır ne de devleti,
- Halifeliğin tacı ve ilmin merkezi harabeye dönüşmüştür.
- Tatarlar nice kadınları köleleştirmiş ve bütün malları
gasbetmiştir.
- Nice boyunları kılıçlar kesmiş, ve kadınları seffahlar
çekince şöyle
- Kalbimi ateş sardı, bir rüzgâr da onu daha da
alevlendirdi.
Yine de Alkamî'nin ümitleri gerçekleşmedi. Râfizîlere hilafet
verilmedi. Hülâgû onu ve adamlarını hakir görmüştür. Hatta Alkamî:
“Durum
istediğimin aksi oldu,” demiştir.
Sonra Alkamî pisipisine ölmüştür. İslâm devletinde müslümanların başına tatar putperestleri
tarafından getirilen bu büyük belâyı râfizî şair ve tarihçisinin berbat bir dille
dile getirmesi onların kâfirlerle işbirliği yaptıklarını ilan etmektedir.
Şeyhul
islâm İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi onlar İslâm cemaatinin düşmanıdırlar.
)
Râfizîlerden
bazıları ibadet ve zühde düşkün olmalarına rağmen, heva ve heveslerine düşkün
olan diğer fırkalara bu hususta da yetişememektedirler. Meselâ, Mutezile
onlardan daha akıllı, bilgili ve dindardırlar. Onlarda yalan ve ahlâksızlık
râfizîlere göre çok daha azdır.
Şiîlerden olan Zeydîler de râfizîlerden daha
iyi; doğruluk, adalet ve ilme daha yakındırlar. Yine heva ve heveslerine tabî
olan guruplar arasında hâricilerden daha gerçekçi ve âbid kimse yoktur. Hatta
daha önce zikredildiği gibi müslüman cemaatlara düşmanlık yapıp onları tekfir
etmelerine rağmen ehl-i sünnet onlara karşı adaletli ve insaflı davranıyor ve
onlara kesinlikle zulmetmiyorlar. Çünkü zulüm mutlak olarak haramdır. Daha
doğrusu ehl-i sünnet, râfizîlerin bir gurubunun diğer guruba karşı olan
tutumlarından daha adil ve gerçekçidir. Kendileri de bunu itiraf ederek şöyle
diyorlar:
“Siz
bir kısmımızın diğer bir kısmımıza karşı olan tutumundan daha insaflısınız.”
Bu
sapık fırkaların birbirlerine karşı olan insafsızca tutumları cehalet ve zulme
dayalı bir temel üzerine birleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Onlar diğer
müslümanlara zulmetmekte müşterek davrandıkları için yol kesiciler
hükmündedirler. Bütün bunlara rağmen şüphesiz ki adaletli ve bilgili bir
müslüman, onlara karşı kendilerinin dahi birbirlerine göstermedikleri ölçüde
insaflı davranır.
Zira Hâriciler; cemaat ehlini, mutezilenin çoğu kendilerine
karşı çıkanları, Râfizîler ve diğer bid'at ehli fırkalar da bir görüş uydurarak
ona uymayanları tekfir ediyorlar. Bu üç guruptan tekfir etmiyenler ise
karşılarındakileri fâsıklıkla damgalıyorlar.
Ehl-i sünnet ise; Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in Allah'dan getirdiği mutlak hakka uyarak, kendilerine
muhalefet edenleri hiçbir zaman tekfir etmezler. Onlar hakkı en iyi bir şekilde
biien, yaratıklara en merhametli davrananlardır.
Allah
(c.c.) onları şöyle nitelendiriyor:
“Siz
insanlar için gönderilen en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i
İmran: 3/110).
Ebu
Hureyre (r.a.) şöyle der:
“Sizler
insanlara karşı en iyi davrananlarsınız.” Özellikle ehl-i sünnet müslümanların en seçkinleri ve
insanlara karşı en iyi davrananlardır.
Şam
civarında büyük bir dağ vardır.
(Cerd ve Kesrevan dağıdır. Bu dağda yaşayan
binlerce râfizî ve beraberlerindekiler Gâzân'ın tatarlarla Şam'a hücum etme
fırsatını bekliyorlardı. Bu hücum, tahakkuk edince râfizîler kötü niyet ve
sapık inançlarını ilan ederek onları koruyan askerleri ve onlardan olmayan
halka karşı düşmanın yapamayacağı tavrı takındılar. Onlara hücum ederek
mallarını gasbettiler. Silahlarını ve atlarını ellerinden aldıktan sonra da
birçoklarını öldürdüler. Allah (c.c.) Şam'ı tatar belasından kurtarıp durum
sakinleşince o gün Şam'ın bağlı bulunduğu Mısır sultanlığı adına Cemaleddin
Ekveş el-Efram bir ordu ile Cerd ve Kesrevan dağlarına yürüdü. Bu orduya Şeyhul
İslâm ibn-i Teymiyye ve beraberinde birçok gönüllü de katıldı Dağda
yaşıyanlar râfizîler İbn-i Teymiyye'ye gelerek tevbe ettiler.
Askerlerden aldıkları at ve silahlarla halkın mallarını iade eden isyancılar
böylece devlete boyun eğerek Allah (c.c.)'ın hükmünü kabul ettiler. Bu hadise H. 699
da vuku bulmuştur. )
Bu
dağda binlerce rafizî yaşıyordu. Bunlar halkın kanını akıtıyor, mallarını
gasbediyorlardı. Müslümanlar Gâzân zamanında yenilgiye uğrayınca Şam
askerlerinin silah ve atlarını gasbedip onları Kıbrıs kâfirlerine satmaya
başladılar. Müslümanlar için diğer düşmanlardan daha zararlı olan râfizîlerin
liderlerinden biri, hıristiyan bayrağını taşıdığında ona “Müslümanlar mı,
hıristiyanlar mı daha iyidir?” diye sordular. Bu da hıristiyanlar daha iyidir,
cevabını verdi. Kıyamet gününde kiminle haşrolunacaksın? demeleri üzerine de,
hıristiyanlarla cevabını verdi. Râfizîler, bir kısım İslâm beldelerini de
hıristiyanlara teslim etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen bazı devlet adamları
râfizîlerle savaş hususunda bana soru sorup, İstişare etmeleri üzerine
kendilerine müsbet yönden cevab verdim. Sonra onlara doğru gittik. Onlardan bir
gurup yanıma geldi. Aramızda çeşitli konularda münakaşa ve münazaralar geçti.
Müslümanlar, topraklarını fethedip onlara hâkim olunca onları öldürmekten
alıkoydum.. Ama bir araya gelmemeleri için râfizîleri İslâm beldelerinin
çeşitli yerlerine dağıttık. Aslında râfizîlerin zemmi, yalan ve cahillikleriyle
ilgili olarak şu kitapta zikrettiklerim çok azdır. Onlar daha aşırıdırlar.
Kötülükleri beyan edilemiyecek kadar çoktur.
(Yenilgi 699 senesinde vuku bulmuştur. Adı geçen Gâzân
râfizî İbnul-Mutahhar'ın kendisine reddiyye yapılan kitabı takdim etiği
Hüdâbende' nin kardeşidir. Yukardaki dipnotta özetlenen hadisede dikkati çeken
olay şudur:
İbni Teymiyye Şam'a hücum eden Gâzân'ın yanına giderek ona şunu
der:
“Sen müslüman olduğunu iddia ediyorsun. Beraberinde de
müezzinler, kadılar, imamlar vardır. Neden bize savaş açıyorsun? Baban ve deden
(Hülâgû) Kâfir olmalarına rağmen, yapılan anlaşmadan sonra bize savaş
açmadılar. Sen de bizimle anlaşma yaptın ama sözünde durmadın.” Hadiseyi
nakleden Ebu Abdullah el-Bâlisî şöyle der:
“Gâzân ile Şeyhul İslâm arasında sert tartışmalar oldu. Fakat
Şeyhul İslâm hiç çekinmeden konuşuyordu. Neticede Gâzân, oradakilerin hepsine
yemek verdi. İbn-i Teymiyye bu yemekten yemedi. Neden yemediği kendisine
sorulunca, İbn-i Teymiyye şu cevabı verdi:
“Milletin malını gasbederek, ağaçlarını keserek pişirdiğiniz
yemeğinizi nasıl yiyeyim?” Sonra Gâzân İbn-i Teymiyye'den dua taleb etti. İbn-i
Teymiyye de şu duayı yaptı: “Allah'ım şu kulun senin rızan için çarpışıyorsa
onu muzaffer kıl. Değilse onu perişan et.” Gâzân da bu duaya âmin diyordu.
)
Kendisine
reddiye yazdığımız kitabın müellifi İbnul Mutahhar ve benzeri râfizîleri
ümmet-i Muhammediyye'nin selef ve halefine yaptıkları kötülüklerle tanıyoruz.
Onlar geçmiş ve gelecek ümmetlerin efendisi olup peygamberlerden sonra gelen ve
insanlar için örnek olarak çıkarılan Ashab-ı Kiramı kasdederek onlara en ağır
iftiralarda bulunmuşlardır.
Bu gibi râfizî müellifler, heva ve hevesleri peşine
giden râfizîlere ve onların yandaşlarına örnek olmuş ve ashabın iyiliklerini
kötülük diye iddia etmişlerdir.
Allah da biliyor ki İslama müstesib olan bütün
bid'atçılar bid'at ve kötülüklerine rağmen râfizîler onlardan daha cahil,
yalancı ve zâlimdirler.
Hatta küfür, fısık ve isyana en yakın iman
hakikatlerinden de en uzak duran yine bu râfizîlerdir.
Bunlar utanmadan
Allah (c.c.)'ın seçkin kulları olduklarını iddia ediyorlar. Daha ileri giderek
kendilerinin dışında kalan ümmet-i Muhammediyyeyi ya tekfir ediyor veya sapık
olduklarını ileriye sürüyorlar. Yalnız kendilerinin hak üzere olup, asla
batılda birleşmediklerini iddia eden râfizî müellifleri, tâbilerini
insanoğlunun en seçkin insanları olarak kabul etmektedirler.
Bu gibi müellifler
koyunları çok olan bir kimseye benzerler ki, ondan kurban etmek üzere koyun
istendiğinde kör, zaif, topal ve kemiğinde ilik kalmamış bir koyunu vererek
geride kalan iyi koyunlara da domuz deyip onların kurban olmayacaklarını
söyler. Sahih hadiste beyan buyrulduğu üzere Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurur:
“Kim
ki bir mü'mini münafığa karşı korursa, Allah kıyamet gününde o mü’minin
etini cehennem ateşine karşı korur.”
Halbuki
bu rafiziler ya
münafık
veya Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiklerini bilmeyen cahillerdir.
Bunların Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in getirdiklerine karşı olan düşmanlıklarını
ancak cahil ollan kimse bilmeyebilir.
Bu güruhun müellifleri, bunların
söylediklerini yalan bilmelerine rağmen onları müdafaa kabilinden eserler
tasnif etmektedirler. Aslında bu hareketleri râfizîlere lider görünmeleri
içindir. Yoksa kendisine reddiyye yazdığımız kitabın müellifi İbnul-Mutahhar,
bunların yalancı olduklarını mutlaka bilir. Fakat sırf rafiziler ona tâbi
olsunlar diye bu tasniflerini yapıyor.
Hadd-i zâtında rafizilerden biri,
İbnul-Mutahhar'ın söylediklerini batıl bilmesine rağmen, bunların Allah indinde
hak olduklarını iddia ederse yahudi alimlerine benzemiş olur.
Yüce
Allah söz konusu âlimleri şöyle tarif eder:
“Artık
büyük azab o kimseleredir ki, kendi elleriyle Tevrat'ı yazarlar da, sonra biraz
para almak için:
“Bu
Allah tarafındandır” derler. Ellerinin yazdıkları yüzünden büyük azab onlara,
kazanmakta oldukları günah yüzünden yazıklar olsun onlara...”
(Bakara:
2/79)
Tabiî
ki batıl bildikleri bu bilgilere kalben de hak olduklarına inanırlarsa tamamen
sapık olurlar.
Selef
“Allah Muhammed'in ashabına af dilemeyi emretti” deyince râfizîler
onlara sebbetmeye başladılar. Halbuki ashab hakkında istiğfarda bulunmak
haktır. Sahih hadiste “Ashabımı sebbetmeyiniz.” buyrulması onlara
sebbetmenin kesin olarak haram olduğunu beyan ediyor. Bununla beraber bütün
mü'minlere istiğfarda bulunmak, onlara hakaret etmemek umumi bir emirdir. Bir
hadis-i şerifte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Müslümana sebbetmek fâsıklık, onu kasden öldürmek ise küfürdür”
(Müslim
İman: 28)
Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
“Ey
iman edenler, bir kavim, diğer bir kavimle alay etmesin, olur ki, alay
edilenler kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Bir takım kadınlar da diğer
kadınlarla eğlenmesin, olur ki eğlenceye almanlar kendilerinden daha hayırlı
olurlar. Hem birbirinizi ayıplamayın ve kötü lakablarla atışmayın. İmandan
sonra fâsıklıkla adlanmak ne kötü isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar
kendilerine zulmedenlerdir.” (Hucurât: 11) diğer
bir ayette yüce Allah şöyle buyurur:
“Onlardan
(Muhacir ve
Ensardan) sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden
evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman; etmiş olanlar için
kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen çok şefkatlisin,
çok merhametlisin” (Haşr: 10)
Bu Ayet-i Kerime ile yaptığı te'vil sünnete
muhalif olsa da iman ile gelip geçmiş bütün ümmetlere af dilemenin caiz ve
makbul olduğu bilinmektedir. Çünkü böyle bir kimse yetmiş iki fırkadan biri
olsa da ettiği iman ile mü'min kardeşlerinin umum dairesine girmiş sayılır.
Hiçbir sapık fırka yoktur ki içinde kâfir olmayanları bulunmasın.
Bunlar azaba
müstahak olan âsî mü'minler gibidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
bunları İslâm dairesinin dışına çıkarmamış ve cehennemde ebedi kalacaklarını da
söylememiştir.
Bu
önemli bir prensiptir. Ona riayet etmek gerekir.
Ehl-i sünnetten olup da râfizî
ve hâricilerde bulunan bazı bidatları irtikab edenler de vardır. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in ashabı, -Ali (r.a.) ve diğerleri- kendileriyle
savaşan haricileri tekfir etmemişlerdir.
Üstelik Haravra 'da
(Küfeye
iki mil uzaklıkta bir kasabadır. )
Ali'ye (r.a.) karşı ayaklanarak taat ve cemaattan ilk
ayrılanlara Ali (r.a.) şöyle der:
“Va'd olsun ki sizi mescitlerimizden ve cihaddan gelen
ganimetlerdeki hakkınızdan alıkoymıyacağız”.
Daha
sonra onlara İbn-i Abbas'ı göndererek yürüdükleri yolun yanlış olduğunu bundan
vazgeçmelerini istedi. İbn-i Abbas'ın onlarla yaptığı münazaralardan sonra
onlardan yarısı kadarı fikirlerinden vazgeçtiler. Geri kalanlarına da savaş
ilan etti. Bütün bunlara rağmen soylarını esir etmemiş, mallarını -bîr koyun da
olsa- almamış, Ashab-ı Kiramın Mürtedler hakkında yaptığı şiddetli muamelenin
aynısını bunlara uygulamamıştır. Museylimetül Kezzab ve benzerlerine yaptıkları
gibi.
Kays
b. Müslim, Târik b. Şihâb'tan naklettiğine göre. Târik şöyle diyor:
“Ali
(r.a.) Nehrevan'da hâricilerin işini bitirdiğinde ben de Onun yanındaydım.
Ali'ye (r.a.) denildi ki:
“Bunlar
müşrik midir?” Ali (r.a.):
“Şirkten
kaçtılar”.
“Münafık
mıdır?”
“Münafıklar
Allah'ı çok az zikrederler.”
“Peki
nedir bunlar?”
“Bunlar
bize isyan eden bir kavimdir. Biz de onlarla savaştık” buyurdular.
Görülüyor
ki, Ali (r.a.) haricilerin kâfir veya münafık olmadıklarını aksine mü'min
olduklarını açıkça beyan etmiştir. Ama bazı alimler, bu görüşte değildirler. Ebu
İshak el-İsferâyînî ve Onun yolunu izleyenler gibi. Bunlar:
“Açıkça
bizi tekfir edenlerden başka hiç kimseyi tekfir etmeyiz. Kafir kılmak onların
değil, yalnız Allah (c.c.)'a mahsus bir haktır. Yine insanın kendisine iftira edene
misliyle muamelede bulunması, akrabasına kötülük ettiği için kendisinin de onun
akrabalarına kötülük etmesi doğru ve hakkı değildir. Böyle bir şey Allah (c.c.)'ın
hukukuna göre haramdır. Hıristiyanlar Peygamberimize sövseler, biz de İsa
(a.s.)'ya sövemeyiz. Râfizîler Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i tekfir ediyorlarsa, bizim de
Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir etmemiz doğru değildir.” diyorlar.
Süfyan,
Ca'fer b. Muhammed O da babası el-Bakır'dan naklettiğine göre Muhammed Bakır şöyle
diyor:
“Ali
(r.a.) Cemel vakasında -yani Siffin gününde- aşırı giden bir kişinin sözlerini
işitince ona şöyle dedi:
“Konuşacaksanız
yalnız doğru olanı dile getiriniz.”
Ortada
bir topluluk vardır iki, kendilerine zulmettiğimizi iddia ediyorlar. Biz de
onların bize zulmettiklerini söylüyoruz. Bundan dolayı da onlara savaş açtık.”
Mekhûl’un rivayet
ettiğine göre, Ali'nin (r.a.) taraftarları, Muaviye (r.a.)'nin
taraftarlarından ölenlerin durumunu sormaları üzerine Ali (r.a.):
“Onlar
mü'mindirler,” cevabını verdi.
Abdul
vâhid b. Ebi Avn şöyle diyor:
Ali
(r.a.), Estere dayalı olduğu bir vaziyette Sıffînde vefat edenlerin yanından
geçti. Hâbis el-Yemanî'yi de vefat edenler arasında gördü. (Bu
zât Habis b. Rabia el-Yemânî'dir. Çok ibadet eden ashabtandır. Muaviye
(r.a.)'nin taraftarlarından olup Sıffînde şehid düşmüştür. )
O
esnada Ester:
Allah'tan
geldik, Allah (c.c.)'a gideceğiz -hayretini izhar ederek- Ey Emirul Mü'minin! İşte
Habis el-Yemanî Muaviye'nin taraftarları arasındadır. Üstünde de Muaviye'nin
alameti vardır. Vallahi ben onu müslüman zannediyordum, demesi üzerine Ali
(r.a.):
“O
şu anda da müslümandır.” buyurdular.
|