Râfizî şöyle diyor:
“İmamın nass ile tayin edilmesi gerekir. Seçim ile imam
ta'yininin bâtıl olduğunu daha önce açıklamıştık. Çünkü seçimi gerçekleştiren
ümmetin bir bölümü, seçime iştirak etmeyen ümmetin diğer bir bölümünden üstün
değildir. İmam nass ile ta'yin edilmediği taktirde münakaşa ve kargaşa çıkar.
Ali'den başka hiçbir imam icmâ ile tayin edilmediğine göre Ali'nin gerçek imam olduğu ortaya çıkmış oldu.”
Ey Rafızî!
Senin bu iddian her iki halde de batıldır.
Birincisi, Selef ve haleften birçok zatlar Ebu Bekir'in (r.a.), az bir gurup da Hz. Abbas'ın imametinin nass ile sabit olduğunu
söylemişlerdir, icma nerede kaldı?
İkincisi, Nass imamet için ya muteber kabul
edilecek veya edilmeyecek. Muteber kabul edilecekse, Nass Ebubekir (r.a.) hakkındadır,
deriz. Muteber değilse zaten Ebubekir'in (r.a.) imameti ashab'ın icma'ı ile sabittir.
Hepsini bir tarafa bırak! Bir kere siz icma'ı hüccet olarak kabul etmiyorsunuz.
Size göre hüccet ma'sum imamın sözüdür. Dolayısıyla hüküm yine ma'sumiyetini
iddia ettiğiniz zâtın bir nassı söyleyip söylemediğine kaldı. Ali'nin (r.a.) böyle
bir nass'ı dile getirip getirmediği vâki olmadığı gibi ma'sumiyeti de söz
konusu değildir. Sizin bu iddianız ancak kimin uydurduğu belli olmayan birinin
Ali'ye (r.a.) izafeten, “Ben ma'sumum, imameti hususunda nass bulunan kişi benim”
şeklinde söylediği sözden kaynaklanıyor.
Ey Râfizî!
“İmamın ma'sum olması ve hakkında nass bulunması gerekir”
sözünle Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonra halife budur” demesinin şart olduğunu mu?
Yoksa bu söz olmadan imametin tahakkuk etmiyeceğini mi kastediyorsun?
Birincisini söylüyorsan, bu itibarla nass'ın vacip olduğunu kabul etmeyiz.
Zeydîler de bu konuda Ehl-i sünnet vel Cemaat'la beraber olup bu nassı kabul
etmemelerine rağmen onlar -ve biz- Ali'yi (r.a.) hiçbir şekilde itham
etmemişlerdir.
“İmam nass ile tayin edilmediği takdirde münakaşa ve kargaşa
çıkar.” şeklindeki iddiana gelince şöyle diyoruz:
İmamete layık olan kimsenin vasıflarıyla ilgili olarak
rivayet edilen nasslar münakaşa ve münazarayı kesinlikle reddettiği için
kasdedilen şey onlarla tahakkuk eder. Zaten Ebu Bekir (r.a.) bu vasıflara hâiz idi.
Ensardan bir kaç kişi Ebu Bekir'in (r.a.) hilafetinde konuşmuşlarsa O'nun üstün
olmadığını iddia etmemişlerdir. Ancak onlar üstün olan zata Ondan daha aşağı
olanı takdim etmek istemişlerdir.
“Ashab
nefsî arzularına uymuşlardır”
diyecek olursan, nassların delâleti onların nefsi arzularından alıkoymuştur,
deriz.
“Nefsi arzuları olduğu için nasslara muhalefet etmişlerdir”
diyecek olursan, şunu iyi bil ki böyle bir halde de olsa onların gayesi hakkı
bulmaktır, had etmek değildir.
Farzedelim ki, imam ma'sumdur. Ama valileri halktan olup
ma'sum olmadıkları için yine rna'sum'a ihtiyaç duyulacaktır. Ondan sonra
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta iken imamete tayin ettiği kimse, vefatından sonra imamete
layık olduğunu gösteriyor. Kaldı ki biz her iki halde de ma'sumiyeti şart
koşmuyoruz.
Ey Râfizîler!
Siz münakaşa ve kargaşa olmaması için nass'ın varlığını vacip
kıldınız. Halbuki iş tam tersine oldu. Ebu Bekir, Ömer ve Osman
(r.a.) hiçbir fitne ve fesad olmadan hilafete geçmişlerdir. Yalnız Osman'ın (r.a.) son
zamanlarında bazı fesadlar çıkmıştır. Buna karşılık, ma'sumiyetini iddia
ettiğiniz Ali (r.a.) zamanında ise fitneler şiddetlenmiştir. Böylece Onun
zamanında sizin şart koştuğunuzun zıddı meydana gelmiştir. İlk üç halife
zamanında münakaşa ve kargaşa değil, huzur ve sükûn meydana gelmiştir.
Ey Râfizî!
Nass fesadı giderir. Bu da bir kaç şekilde olur :
Birincisi:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) birinin velayetini -imamet- haber vermesi ve Onu medhetmesidir. “O'nu
tayin ediniz” demese de, Ümmet, O zat imam olduğu takdirde durumun medhe medar
olacağını ve kargaşalık çıkmayacağını gayet iyi bilir. Böyle bir haber de Ebu
Bekir (r.a.) hakkında vârid olmuştur.
İkincisi:
İmameti istenen şahsın idaresinin
faydalı ve uygun oluşu ile ilgili haberlerin vârid olması ile olur. Bunlar da
Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in zamanında vuku bulan ve Fars ile Rum (v.s.)
beldelerinin fethiyle ilgili olan haberlerdir.
Üçüncüsü:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) vefatı esnasında
yanına çağırdığı kişinin vefatından sonra kendisine halife olacağına delâlet
eder. Bu da Ebu Bekir (r.a.)'dir. (Malum olduğu üzere Ebubekir'i kendi yerine
cemaata imam olmasını emretmiştir.)
Dördüncüsü:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem), hilafeti tavsiye
etmek üzere yazı yazmak istemesi, sonra “Allah ve mü'minler Ebubekir'den (r.a.)
başkasını istemez” buyurması, bu da haber verdiği gibi tahakkuk etmiştir.
Beşincisi:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) kendisinden sonra
halife olacak bir şahsa iktida etmeleri için emir vermesi.
Altıncısı:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) kendisinden sonra
Hulafâ-i Râşidin'in sünnetlerine ittiba edilmesi için emretmesi ve onların
halifeliklerine muayyen bir müddet ta'yin etmesi. Bu müddetin tayini, O müddet
içinde halife olanların hidayete davet edici râşid halifeler olduğunu bildirir.
Yedincisi:
Kendisinin tercih edilmesin
gerektiren bazı şeylerle bir şahsı tahsis etmesi. Bu da Ebubekir'de (r.a.) mevcuttur.
Sekizincisi:
Nassı terketmek caiz değildir. Caiz
ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nu terketmesi evladır. Çünkü ondan sonra ma'sum yoktur.
Rasulullah'tan
sonra Nass'ın ma'sum kişiden gelmesi söz konusu olmadığı gibi, Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem)
her sözüne ittiba etmenin vacip olduğu nass ile sabittir. Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem)
vefatından sonra bizzat O'na müracaat etmek mümkün olmadığına göre O'nun ma'sum
birisini ta'yin etmesi mümkün değildir. Çünkü o kişi hata edebilir, Onun
içindir ki, “Dînî hususlarda kendilerine müracaat etmek üzere muayyen ve
ma'sum imamlara ihtiyaç vardır” diye iddia etmek Allah (c.c.)'ın peygamberleri
göndermesinin lüzumsuzluğunu kabul etmek demektir.
Hülasa,
yalnız Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ma'sum olduğu için O'nun
sözleri hüccettir. Muayyen ma'sum kişilere ihtiyaç yoktur.
Dokuzuncusu:
Cüzî meseleler hakkında nassların
bulunması mümkün değildir. Ama bütün küllî meseleler hakkında Rasulullah'tan
nassların vârid olduğu sabittir. Rasulullah, muayyen birisini ta'yin ederek
küllî meseleler hakkında hüküm verme hususunda o kişiye itaat edilmesini emretseydi
bu olmazdı. Çünkü Rasulullah bizzat kendisi küllî meseleler hakkında hüküm
getirmiştir. Ta'yin ettiği o kişiye cüzî meselelerde itaat edilmesini
emretmeseydi, hele o cüzî meselelerin küllî meselelere uyup uymadığına
bakılmadan mutlak itaati isteseydi bu da doğru olmazdı. Fakat tayin ettiği
imamın cüzî meselelerdeki hükümleri küllî hükümlere uyduğu takdirde Ona itaat
edilmesini emretmişse bu doğrudur. Her idareci de bu hükme tâbidir. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) muayyen birisini ta'yin etseydi, ondan sonra
gelecek kişiye itaat edilmemesi gerekirdi. Çünkü ikincisi hakkında nass yoktur.
Eğer “Her imam kendisinden sonra geleni ta'yin etmekle bu iş tahakkuk eder”
dersen, bunun mümkün olabilmesi için ikincisinin ma'sum olması gerekir. Halbuki
Rasulullah'tan
(sallallahu aleyhi ve sellem) sonra ma'sum kimse yoktur.
Şu halde râfizîlerin, kayıtsız
şartsız olarak imama itaat edip onun sözlerini kitap ve sünnet ölçülerine
vurmamak şeklindeki iddiaları tamamen bâtıldır.
Ama Allah (c.c.)'ın emrettiği gibi
ihtilaf ettiğimiz konularda kitap ve sünnete müracaat edeceksek -ki edeceğiz- o
zaman muayyen bir imamın nass ile ta'yin edilmesine ihtiyaç yoktur.
Evet,
Allah dinimizi korumuştur ve kıyamete kadar da Onu koruyacaktır.
Bir beşer için Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) her bildiğini bilmesi veya Ona vahiy gelmesi mümkün değildir.
Şu
halde Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen vahyi ancak Rasulullah'tan
(sahih rivayetlerle)
öğrenmek mümkündür.
Başka yola -Ma'sum imama- ihtiyaç yoktur.
|