FASIL:
Burada
bir başka yol vardır ki hadis ilmi ile ilgili malûmatı olan bu yola
başvurabilir. Çünkü birçok âlimler doğru ve uydurma hadisleri sened yönünden
birbirlerinden ayırmakta mazurdurlar. Ancak yetkili hadis hafızları bu ayırımı yapabilirler.
Münakaşa konusu olan hadisleri yok farzedip, tevatürle bilinen veya akıl, âdet
veya üzerinde ittifak edilmiş nassların delâlet ettiği hususlara müracaat
ederek şöyle diyoruz:
Tevâtüren,
(yani yalan söylemeleri mümkün olmayan zatların ittifakla verdikleri haber)
sabittir ki Ebubekir (r.a.), hilafeti ne Ona rağbet ederek ve ne de korkarak
istemiştir. Onu elde etmek için mal harcamamış, kılıç çekmemiştir. Saltanata
talip olanların yaptığı gibi ona destek olacak büyük bir akraba topluluğu veya köleleri
yoktu. Bana biat ediniz de dememiştir. Aksine Ömer (r.a.) veya Ebu Ubeyde'ye biat
edilmesi için fikir beyanında bulunmuştur. Halife olduktan sonra ona biat
etmeyene eziyet etmediği gibi biata da zorlamamıştır. Sa'd b. Ubade
gibi.
Ebubekir'e (r.a.)
isteyerek biat edenler, Rıdvan ağacı altında Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve
sellem) biat edenlerdir ki
onlar Allah (c.c.)'ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir. Ebu Bekir (r.a.), bu
zatlarla beraber mürteciler, fars ve rumlarla savaşarak İslamı ve müslümanları
zaferde sabit kılmıştır.
Ebubekir (r.a.), normal âdet ve yaşayışının dışında hilafetin
yiyecek ve giyeceğinden istifade etmemiştir. Vefat ettiğinde halife seçildiği
zamandaki durumundan daha fakir olarak hilafetten ayrılmıştır. Kendisine halef
tayin ederken akrabalığı nazari dikkate almayarak ashabın en faziletli olanına
bakmış ve onu yerine tayin etmiştir.
Ashab
da Ebubekir'in (r.a.) tayin ettiği zata cümleten itaat etmişlerdir. O zat da devletler
fethetmiş, kâfirleri yenmiş, münafıkları zelil kılmış, adaleti yaymış, yemede,
içmede ve bütün yaşayışında kendisinden önceki yüce zâtın yolunu takip
etmiştir. Hayatı şehadetle neticeleninceye kadar halifeliği böyle devam
etmiştir. Halifeliği esnasında maddeye bulaşmamış, akrabalarından da hiç birini
görevlendirmemiştir. İnsaflı olan, bu durumu gayet iyi bilir.
Ondan
sonra ashab Osman'a (r.a.) isteyerek biat ettiler. O da vakar, yumuşaklık ve
iyilikle kendisinden öncekilerinin kurduğu hak düzeni devam ettirmiştir. Fakat
Ömer'in (r.a.) gücü, akılları şaşırtan siyaseti, dünyayı dolduran noksansız
adaleti ve ancak câhillerin inkar edebileceği aşırı zühdü onda yoktu.
Bazıları Osman'ın
(r.a.) yumuşaklığından istifade ederek dünyaya açıldılar, zenginleştiler.
Akrabalarını tayin etmesi sebebiyle bazıları Osman (r.a.)'a itiraz ederek ondan
öncekilerinin normal görmediği çeşitli nahoş hareketlerde bulundular.
Bazılarının dünyaya olan aşırı rağbetleri, Allah (c.c.)'a ve halifeye karşı azalan
korkuları, bizzat kendisinin ondan önceki iki halifeye nisbeten zaif olması ve
akrabalarının idarî ve mâlî konuda yaptıkları aksaklıklar, çeşitli fitneleri
tahrike sebep oldu. Bu fitneler öyle ilerledi ki Osman'ın (r.a.) mazlum olarak
öldürülmesine kadar devam etti.
Henüz fitne ortada
iken Ali (r.a.) hilafete geçti. Bazıları Osman'ın (r.a.)
öldürülmesinde ihmalkâr davrandığı, bazıları da kanının akıtılmasında kendisinin
sebep olduğunu ileri sürerek Ali'yi (r.a.) itham etmişlerdir. Fakat Allah (c.c),
Ali'nin (r.a.) Osman'ın (r.a.) kanından uzak olduğunu çok iyi biliyor. Kaldı ki
Osman'ın (r.a.)ı öldürülmesine rıza göstermediği ve bu konuda âsîlere yardımcı
olmadığı bizzat Ali (r.a.)'den bilindiği sabittir. Buna rağmen bir çoklarının
kalbleri ona karşı saflaşmamış, kendisi de bunları yenemediği için itaat
etmemişlerdir. Oğlu Hasan (r.a.), babasına kendisine karşı gelenlerle savaşmamayı
tavsiye etmesine rağmen Ali (r.a.) de fikrinden vazgeçmemişse; neticede itaat
edeceklerini ve ümmetin birleşeceğini zannettiği içindir. Fakat maalesef durum
o şekilde tecelli etmedi. Daha çok şiddetlenerek tefrika büyüdü. Hatta “kendi
ordusundan bin kişi ayaklanarak (hâşâ!) onu tekfir ettiler ve onunla savaştılar.
Allah, Ali'yi (r.a.) tekfir edenlerin belâsını versin!
Sonunda
Ali (r.a.), ona karşı gelenlerle savaş yapmaktan vazgeçti. Ali (r.a.) (r.a.),
hilafetleri peygamberlik hilafeti olan dört halifenin sonuncusu idi. (Allah
cümlesinden razı olsun)
Ali
(r.a.)'den sonra idare Muaviye'nin (r.a.) eline geçti ki, meliklerin ilki oldu.
Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonra hilafet ancak otuz sene devam edecektir. Ondan
sonra imaret olacaktır.” buyurmuşlardır.
(Ebu Davud Sünnet: 8, Tirmizi, Fitan: 48, Ahmed: 4/273,
5/44, 50, 404)
Şüphesiz ki Muaviye (r.a.)'in hal ve gidişi padişahların hal ve gidişinden daha
iyidir.
Râfizî,
Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) zemmederek:
Devlet
reisliğine talip çıktılar, haklara mâni oldular. İmameti hakkında nass bulunan
zat'a zulmettiler, ehl-i beytin mirasını gasbettiler, derse nasibilerden zemmedici
olan kişi de bu ithamların benzerini Ali'ye (r.a.) tevcih ederek:
Devlet
reisliği için kan akıttı ve gayesini gerçekleştiremedi diyecektir. Biz de Ali'yi
(r.a.) bu gibi ithamlara karşı müdafaa edersek -ki ediyoruz- Ebubekir
(r.a.) ve Ömer hakkında ileri sürülen ithamlara karşı onları öncelikle müdafaa
etmemiz gerekir. Çünkü onlar töhmetten daha uzaktırlar. Onlar hiçbir zaman
devlet reisliği için çarpışmamışlardır. Üstelik başta Ali (r.a.) olmak üzere
ashabın ileri gelenleri her ikisine itaat etmişlerdir. Ali'nin (r.a.) hakkın tecellisini
istediğine, yeryüzünde büyüklük ve fesad istemediğine nasıl inancımız varsa,
aynı inancımız Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında da evveliyetle vardır.
Onun
için ey Râfizî! İnadı ve boş sözleri bırak!
İkinci
yol şudur:
Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra müslümanların gayeleri mutlak
olarak hakka tâbi olmak idi. Zira o zaman haktan geri dönme hususunda hiçbir
niyetleri yoktu. Halbuki böyle bir şey yapmak isteselerdi buna güçleri de
vardı. Kişi hakka gelir ve kudreti olmasına rağmen bu yoldan sarf-ı nazar
etmezse gayenin tahakkuku vacip olur. Bundan da anlaşılmış oldu ki o günkü
müslümanlar, kendilerinden sonra gelen bütün müslümanlardan hayırlıdır. Onlar,
yaptıkları her hususta hakka tabî olmuşlardır. Çünkü onlar ümmetlerin en
mümtazıdırlar. Allah (c.c), dini onlara ikmal etmiş, nimetini üzerlerine
tamamlamıştır. Onlar, korkarak veya rağbet ederek değil, dini bir görev
bildikleri için Ebubekir'e (r.a.) biat etmişlerdir. Eğer hissi davransalardı
halifeliğe Ali (r.a.) veya Abbas'ı (r.a.) tercih edeceklerdi. Çünkü Haşim oğulları
şeref bakımından Teym oğullarından üstündür. Hatta Ebubekir'in babası Ebu
Kuhâfe'ye -Mekke'de kalıyordu ve oldukça ihtiyar idi-:
Oğlun
hilafet makamına geçti, denilince Ebu Kuhafe:
Umeyye,
Hâşim ve Manzum oğulları razı oldular mı? sorusunu sordu. Evet denilmesi
üzerine hayret ederek:
“Bu
Allah (c.c.)'ın fazlıdır, onu dilediğine verir,” dedi. Çünkü Ebu Kuhâfe, Teym
oğulları'nın kabilelerin en zâifi olduğunu, İslâm’ın da neseb yönünden değil
takvadaki üstünlükten dolayı tercihte bulunduğunu gayet iyi biliyordu.
Üçüncüsü:
Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in:
“Bu ümmetin en hayırlısı benim muâsırlarımdır, yani ashabtır.
Sonra onları takib edenler ve tekrar onları takib edenlerdir.” buyurduğu tevatüren sabittir.
Ashab
ile tabiîn'in hallerini iyice düşünen kimse, bu iki neslin arasındaki farkı
gayet iyi anlayacaktır. Eğer ashab-ı kiram inad ederek ve hakkı bir kenara
iterek, hakkında nass bulunan zatın hakkını inkar etmişler, ehl-i beyti
miraslarından menetmişler, fâsık ve zâlime biat ederek, âlim ve âdili
terketmişlerse onlar mahlûkâtın en kötüsü ve bu ümmet de insanlar için
çıkarılmış en kötü ümmettir. (Tabiî ki ashab hakkında böyle birşey düşünmek
asla mümkün değildir.)
Dördüncüsü:
Yine
tevatüren sabittir ki Ebubekir, Ömer ve Osman (Allah cümlesinden razı olsun), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile özel olarak ilgilenmişler, Onun
sohbetlerine bizzat katılmışlar ve onunla sıhriyyet kurmuşlardır.
Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem)
onları zemmettiği veya onlara karşı hiddetlendiği asla vâki değildir. Aksine
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları medhetmiş ve övmüştür.
Buna göre ortada
iki şık vardır:
- Ya bu zâtlar açıktan ve gizliden Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)
karşı doğru ve samîmi idiler veya
- (haşa!) Rasulullah, bilerek veya bilmeyerek
onlara müdâhene etmiştir.
Her iki şıktan hangisi kabul edilirse edilsin durum Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında yapılan en büyük iftira olur.
Eğer bu zâtların bilâhare
istikametten ayrıldıkları ileri sürülürse, Allah, Rasulünü ümmetin ileri gelenleri
hakkındaki beyanlarında yardımsız bıraktığını kabul etmek olur. İstikbalde vuku
bulacak hâdiselerden haber veren zat bu durumu nasıl bilemedi?!
Evet bu
iddialar Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yapılan en büyük
tecavüzlerdendir.
Beşincisi:
Ali (r.a.) ilk
halifeliğe daha lâyıktır, deniliyorsa, Ali'nin (r.a.) hilafetini
gerektiren deliller kuvvetli olmamasına mâni yok, kudret de mevcuttur,
demektir. Çünkü Ali (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) amcazadesi, damadı, soyca üstün, cihadda
en ileri gelenlerdendir. Ashabın ona hiçbir düşmanlıkları da yoktur. Teym ve
Adiy oğullarından hiç kimseyi öldürmemiştir. Aksine Menaf oğulları onlardan
adam öldürmüştür. Akrabaları olduğu Menaf oğulları Ali'ye (r.a.), taraftar olup
hilafetini de istiyorlardı. Ebu Süfyan da onun halife olması için kendisiyle
konuşmuştu. Bütün bunlarla birlikte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem),
Ali'nin (r.a.) hilafeti için bîr nass irad etseydi, bu nass ashab-ı kiramın
Ali'yi (r.a.) halife tayin etmesinde mucip bir âmil olacaktı. Fakat böyle olmayı gerektiren
az bir gurup, buna manî olmuştur deniliyorsa, bu iddia doğru değildir. Çünkü
çoğunluk onu tayin etmeye muktedir idi. Hatta Ensar:
Ali,
Sa'd ve Ebubekir (r.a.)'den hilafete daha lâyıktır deselerdi. Muhacirden hiç kimse ona
karşı gelemezdi. Çoğu da Ali (r.a.) ile beraber olacaktı. Ondan sonra Ebubekir
(r.a.), Ömer'i (r.a.) yerine tayin edince hepsi ona itaat ettiler Fakat Talha
(r.a.):
“Bize taş yürekli ve sert birini tayin ettin. Sen Rabbine ne
diyeceksin?” dedi. Ebu Bekir de:
“Beni oturtunuz. Siz beni, Allah (c.c.)'ın adına dayanarak korkutmak mı
istiyorsunuz?”
“Ey Rabbim! Kullarının işlerini en hayırlılarına (Ömer'e)
tevdi ettim diyeceğim” cevabını verdi.
Bütün
müslümanların Ali (r.a.) ile beraber olduklarını tabedersek, kim ona galip
gelebilir?
Farzedelim ki Ali (r.a.) ile beraber kalktılar fakat muhaliflere karşı
gelmediler, bu sebepten dolayı dedikodu, isyan ve mücadele olmayacak mıydı?
Halbuki Ensar Sa'dın tayin edilmesini arzu ettiklerinde bir sürü münakaşalar
olmuştur. Sa'd (r.a.) sebebiyle bir sürü münakaşa olmuşsa, hakkında
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nassı olan Ali (r.a.) için daha çok münakaşa olması gerekmez miydi?
Ebu
Bekir (r.a.) seçildikten sonra ne Ali (r.a.) ve ne de başkası konuşmayınca ondan sonra
sırasıyla halifeler seçildi. Sıra Ali'ye (r.a.) gelince malum olan olaylar vuku
buldu. Binaenaleyh ashab-ı kiramın Ali (r.a.) için bir şey yapmayıp susmaları onun
halife olmasını gerektiren bir nassın mevcut olmadığını göstermektedir. Bir
mânî'in mevcut olduğunu asla ifade etmez.
Eğer Ali (r.a.) hakkında nass olsaydı
Onu en çok müdafaa edecek olan Ebu Bekir (r.a.) olacaktı. Eğer Ebu Bekir (r.a.),
Ali (r.a.) haklı olduğu halde zülmen ona karşı gelseydi, şeriat ve akıl, bütün ashabın
hakkında nass bulunan Ali (r.a.) ile olmaları için hükmeder, Ebu Bekir'i (r.a.) de
mahkum kılardı.
Ey
Râfizî! Meseleleri tahkik et. Eğri yolda yürümeyi bırak!
Safsata
çeşitlidir:
Birincisi: İnkar ve tekzibtir. Ya bir şeyi
tamamen inkar etmek veya o şey hakkındaki ilmi tekzib etmekle olur.
İkincisi: Şüphe ve bilmemezlikten gelen
safsatadır. Bu yol lâ edriyecilerin (bilinemezcilik) yoludur. Bunlar bir şeye inanmadıkları gibi
onu inkâr etmek te istemezler. Hakikaten onlar bilinen her şeyi yok
addediyorlar.
Üçüncüsü: Hakikatleri şahsî inançlara tabî
tutanların safsatasıdır. Böyleleri şöyle diyorlar:
Bir
kimse âlem ezelidir diyorsa, âlem ezelidir demektir. Kim hadistir diyorsa, âlem
hadistir demektir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve hulafâ-i râşidin
hakkında râfizilerin iftira suretinde ileri sürüp, cumhur-u ulemanın tekzib
ettiği haberler nasıl safsata ise, aynı şekilde Ali (r.a.) üzerine Muaviye'yi
(r.a.)
üstün gösteren rivayetler de safsatadır.
|