Çeviren: Abdi Keskinsoy
Konuların Tasnif ve Tanzim Yöntemi
Samed Kavramı ile İlgili Görüşler
Samed Kelimesiyle İlgili Hadisler
Ehadiyet ve Samedıyet Kavramlar
Yaratılış Olgusu ve Hz. İsa’nın (a.s) Yaratılması
Hz. Havvâ ve Hz. Mesîh'in Yaratılışı
Yahudi ve Hristiyanların Allah Hakkında Söyledikleri
Sözler
Hıristiyanların Allan İnançlarının
Hıristiyanların Ulûhiyet Anlayışlarının Eleştirisi
Kur'an ve Sünnet Işığında Kelamcılann Eleştirisi
Bu Görüşü Savunan Grupların Eleştirisi
Cisim Kavramı ve Bu Kavram Üzerine Kelamcılar ve Sünnet
Ehli Âlimler Arasındaki Tartışmalar
Cisim Kelimesinin Sözlük Anlamı
"Tehayyüz" Kavramı Üzerine Yapılan Tartışmalar
İlk Neden (İllet-i Ûlâ) Kavramı
Yeniden Cihet ve Tehayyüz Kavramları
Allah'ın Dünya Semasına İnmesi
Kelâm İnşâî ve İhbârî Olmak Üzere İkiye Ayrılır
Allah'ın Sıfatları ve îstivâ Meselesi
Tevil Meselesi ile İlgili Âl-i îmrân 7. Ayetinin Nüzul
Sebebi
Kıır'an'da Geçen Biz Anlamındaki
Selef Ulemasının Muhkem ve Müteşabih
Mezarların Kutsallaştırılmalarının Tarihçesi
Hz. Muhammed İle İbrahim’in Halil Olma Durumları
Allah Rasûlü'nün Kan Aldırması (Hacamat)
Fıtır Sadakasının Belirlenmesi
Sahabenin Kullandığı Savaş Malzemeleri
Rasûlüllah’ın Müellefe-i Kulûb'a
Ganimetten ve Zekat'tan Pay Vermesi
Rasûlüllah'ın Güneşin Doğma ve Batma Zamanlarında Namaz
Kılmayı Yasaklaması
Şeyhülislâm,
Takiyüddin, Rehber, alimler alimi, mücahid, öncü; bilgide, ileri görüşlülükte,
hükümleri bilmede, meseleleri ortaya çıkarmada, zühdde, takvada, ibadetlere devamlılıkta,
Allah'a dayanmada, toplumun ıslahına verdiği önemde zamanının biricik alimi
Ahmed b. Abdülhalim b. Abdüsselâm b. Abdullah îbn Teymiye el-Harrânî,
ed-Dımeşkî Hicrî 661 yılında Harran'da doğdu. 667'de yaşadığı yörenin Tatarlar
(Moğollar) tarafından işgal edilmesi nedeniyle, henüz altı yaşında iken babası
İle birlikte Dımaşk'a (bugünkü Şam) hicret etti. Bu işgal olayı ve olayın
gerçekleşmesi sırasında müslümanların topraklarının gasbedilmesi, kanlarının
dökülmesi, namus ve şereflerinin ayaklar altına alınması, henüz çocuk yaştaki
îbn Teymiye üzerinde olumsuz etkiler, ömrü boyunca izlerini belleğinden
silemeyeceği acı anılar bırakmıştı. Hayatının daha sonraki yıllarını, islâm ümmetinin
toplumsal yapısının çürümesine ve çöküntüye uğramasına neden olan etkenleri
tesbit yolunda harcaması ve insan gücünü aşan ıstıraplara göğüs germesi belki
de sırf bu yüzden.
îbn Teymiye yaşı
ilerledikçe bir yandan okuyup öğrenme etkinliğini sürdürüyor bir yandan da
islâm ülkelerinde olup biten hadiseleri, müslümanların duçar oldukları siyasal
bozulmaları,
ihlas ve tevhid
ahlâkî ve dinî
yozlaşmaları bizzat gözlemliyordu. Müslümanların geri kalışlarının düşmanlarına
karşı koyma ve ülkelerini savunma hususunda güçsüz düşmelerinin başlıca
nedeninin Rasûlül-lah'ın (s.a) kendilerine emanet ettiği "Sırât-ı
müstakîm"den sapmaları olduğunu erken yaşta idrak etmişti. İşte bu
nedenle o, tüm müslümanların düşüncelerini egemenlikleri altına almış olan
bid'atçılarla hurâfecilerin yalanlarını, hilelerini ortaya çıkarıp onlara
karşı çetin bir savaş vermeye karar vermişti. Bu arada aynı dönemde, bütün bir
İslâm aleminde terör estiren, İslâm ümmetini kasıp kavuran Tatarlara karşı
savaşabilmek için maddi ve manevi güç hazırlama işini de ihmal etmemişti. Bu
hususta kendisinin kayda değer pek çok kahramanlık örnekleri vardır ki
bunlardan yeri geldiğinde bahsedilecektir.
Ibn Teymiye aklî ve
naklî ilimlerde, hiçbir insanın ulaşamayacağı denli geniş bir bilgi birikimi edinmeyi
başarmış ve sahasında, derinliği kolaylıkla tesbit edilmeyecek bir ilim
deryası haline gelmişti.
Hayatı boyunca
özellikle Kur'an okumayı, manası üzerinde uzun uzadıya durmayı, düşünmeyi
aralıksız sürdürmüş, ve bu alanda bir fâninin ulaşabileceği en üst düzeye
ulaşmıştı. Nitekim bu konuda da kendisi "Bugüne dek yüzyirmt kadar tefsir
gözden geçirdim. Bunlarda kaydedilen sağlam görüşlerin nerdeyse tamamım
hafızamda taşıyabiliyorum." demiştir. Ibn Teymiye'nin Kur'an sahasında
sahip olduğu bu engin bilgi birikimi, tefsircile-rin görüşleri hakkında
konuşmasını ve onların Kur'an ve sahih hadislere ters düşen görüşlerini
eleştirmesini sağlıyordu. Ibn Teymiye Kur'an'ın herhangi bir ayeti üzerinde
öylesine geniş açıklamalarda bulunuyordu ki, bunlara başka kaynaklarda rastlamak
mümkün değildir. Tek bir ayetin yorumlanması bir iki haftayı alıyor hatta daha
da fazla sürüyordu. Bu sırada o, ayetin en güzel manalarını birbir sıralıyor,
diğer İnsanlara saklı kalan inceliklerini ortaya çıkarıyor, hiç kimsenin aklına
gelmeyen nükteleri birer birer tesbit ediyordu ve bütün bu bulgularını da
tatlı,
vr'dellifıv bayatı ve
eserleri
kolay bir anlatımla;
ikna edici ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir üslupla ifade ediyordu.
Şeyhülislam Ibn
Teymiye savunduğu tezi kanıtlamak için ilk önce Kur'an'a başvuruyor, işlediği
konu ile alakalı ayetlerin tümünü teker teker sıralıyordu. Kur'an'm bir
konudaki ayetlerini ayıklama ve bunları ilgili oldukları konularda delil
getirme hususunda, hiç kimsenin başaramayacağı bir hıza sahipti; ki bunun
birçok örneğini, bu kitabında gözlemlemek mümkündür. Üstadın, Kur'an'la olan
bu sıkı ilişkisi ömrünün sonuna dek sürmüştü. Nitekim Şeyh, son nefesini
verdiği hapishanede, bu hususta şunları söylemiştir.
Cenâb-ı Hak bu
zindanda bu kez bana Kur'an'm manaları ve ilmin esasları ile ilgili -pek çok
alimin elde etmeyi umduğu- birçok şeyin sırrını açtı. Şimdi, zamanımın çoğunu
Kur'an'm manalarından başka şeyleri incelemek için harcadığımdan dolayı
pişmanlık duyuyo-
Hadis sahasındaki İlmi
ve kudreti, Kur'an alanındakinden daha az değildi. Sözgelişi birçok ilim
ehlinin güç yetiremediği sayıda hadis metnini ezberlemişti. Bir tartışma
sırasında, tartışılan konu İle ilgili hadisleri, kaynaklarıyla birlikte
getiriyor, sahihlik ve zayıflık derecelerini bütün detaylarıyla açıklıyordu.
Kısacası o, aynı zamanda devrinde hiçbir ilim adamının ulaşamadığı derecede
büyük bir hadis alimiydi. Bu özelliğinden ötürü, yaşadığı dönemde hakkında
söylenen "îbn Teymiye'nin bilmediği bir hadis, hadis değildir" sözü
bir gerçeği yansıtmaktadır.
Fıkıhtaki ve mezheb
imamlarının görüşleri hakkındaki (mez-hebler tarihi alanında) bilgisi de aynı
derecede idi. Bu konularda da yaşadığı çağda dengi yoktu.
İbn Teymiye o
dönemdeki alimlerin gelenek haline getirdiği gibi belirli bir mezheb imamına
bağlanmamış, kitab ve sünnetten getirilen sağlam deliller üzerine bina edilmiş
görüşlere uyarak bunlarla fetva vermiştir. Bunu yaparken de hiçbir kınayıcının
kınamasından korkmamıştır.
Usûl'üd-din fakâid) konusuna;
ıhla s ve tcvhid
Haricîlerin,
Râfızîlcrİn, Mû'tezilc ve diğer bid'atçı sapık fırkaların görüşleri hakkındaki
malumatına ve bu görüşleri çürütme yöntemlerine gelince; bu alanda da karşısına
çıkma cesaretini gösterecek kimse yoktu.
Bu ilmî gücünün
yanısıra üstad güzel bir ahlaka, dürüst ve düzgün bir yaşantıya İleri derecede
cesarete ve dünyadan el etek çekmiş zâhid bir kişiliğe sahipti. Nitekim hayat
hikayesini yazan ünlü biyografi alimi Zehebî kendisini şöyle tan mı la m ıştır.
"Daima hakkı söyleyen, münkerden (şeriatın ve insan vicdanının
hoş-görmediği flitlerden) sakındıran, sert mizaçlı, atak ve hiç kimseye boyun
eğmeyen bir kişiliğe sahipti".
Yine Zehebî onun hayat
hikayesini tüm ayrıntıları ile anlatmakta yetersiz kaldığını i tirat ile
sözlerini şöyle sürdürmüştür:
İbn Teymiye; benim
gibi aciz birisinin bayatı hakkında ortaya koyduğu vasıflardan çok daha büyük
bir kişiliktir. Eğer Rükün ve Makam (Kabe'de bulunan mekan) arasında yemin
edecek olsaydım "Ben bu gözlerle, onun gibi birini görmedim; kendisine
benzeyen bir başka kimseye daha rastlamadım.11 diye yemin ederdim.
İbn Teymiye okuyup
öğrendiklerini kavradığı ve tesbit ettiği tüm bilgileri mutlaka insanlara
aktarır ve anlatırdı. Bu amaçla birçok faydalı kitap ve risale kaleme aldı.
Ancak tüm aktîvitesini ilim ve fetva alanında kitaplar yazmaya, risaleler
tasnif etmeye hasretme m iştir. Bütün bu çalışmalarının yanısıra Moğollara karşı
verilen savaşa bizzat katılmış, sultanları ve emirleri onlara karşı cihada,
İslâm'ın şeref ve haysiyetini savunmaya teşvik etmişti. Bu amaçla Şam'dan
Mısır'a gitmiş ve ender rastlanan bir yüreklilikle Mısır'da ikamet etmekte
olan sultanın karşısına çıkarak ona "Şam yöresinde yaşayan ve yönetimi
altında bulunan halka gereken desteği verme hususunda ihmalkar davranması
halinde, Allah'ın, yerine bu Vecîbeyi ifa edecek bir başkasını getireceğini ve
Cenabı Hakk'ın bu konuda "Eğer yüz çevirecek olursanız, (Allah) yerinize
başka bir toplum getirir de, onlar sizin gibi olmazlar" (Muhammed, 47/38)
buyurduğunu söylemiştir. ibn Teymiye'nin bu nasihati üzerine sultan ordusuyla
birlikte Şam'a sefere çıkmıştır. Onun bu cesareti tüm Mısır uleması -ki
bunlardan birisi de şeyh ibn Gükayk el-îd idi- parmak ısırmıştı. O Allah'a en
mükemmel manada İman etmiş, yalnızca O'na güvenip dayanmıştı; çünkü Allah'tan
başkasından, ancak "sadece O'ndan korkmayı şi'âr edinenler"
korkmazlardı.
İbn Teymiye'nin ne
derece güçlü bir imana sahip olduğunu gösteren bir diğer örnek de -adından
kralların dahi çekindiği-Tatar pâdişâhının karşısına çıkarak diplomatik bir
ciddiyetle konuşması ve ona açık bir dille öğüt vererek müslümanlara işkence
etmekten vazgeçip güzel nasihatlarda bulunmasını tavsiye etmesidir. Nitekim
üstadın bu öğütleri kralın üzerinde olumlu etkiler bırakmıştı.
Cephelerde
mücahidlerle birlikte olur, maneviyatlarını yüceltmek ve cihada teşvik etmek
için onlara Kur'an'dan ayetler okur, va'z ve nasihatlerde bulunurdu.
Yine hakkı korkusuzca
haykırdığının bir diğer delili de müs-lüman olduklarını açıkça ifade
etmedikleri, islâm ümmetinin halifesine de doğrudan başkaldırmadıkları ve
halifeye bir süre itaatten sonra başkaldırmış olmadıkları halde Tatarlarla
(Moğol) yapılan savaşın hangi kategoride değerlendirilmesi gerektiğine dair
sorulan bir soruya verdiği şu cevaptır.
Tatarlar, emirlik
hussunda kendilerini daha layık görerek Muâviye ile Hz. Ali'ye başkaidıran
"Hâriciler" gibidirler; zira Hâriciler hakkı üstün tutma hususunda,
kendilerini diğer miislümanlardan daha layık görüyorlar, başkaldırdannı zulüm
ve isyan oiarak tanımlayan müsİümanlan eleştiriyorlardı. 'latadarsa şu an
onlardan kat kat büyük zulüm ve isyan içinde bulunmaktadırlar.
İbn Teymiye yine bu
bağlamda müslümanlara "Beni o tarafta (Tatarlar içerisinde) gördüğünüz de
başımın üzerinde Kur'an-ı Kerim dahi taşısam öldürmekten çekinmeyin!"
demiştir.
Üstadın tahrİfçilerin
sınır tanımayan isteklerine, bid'atçılarm sapıklıklarına karşı islâm'ın
yüceliğini savunma konusunda verdiği savaşa gelince, bu hususta kendilerinden
sonra gelecekler için parlak bir numune olmuş, benliğini yeni baştan dinî bir
ıslahtan geçirmeyi amaçlayan herkesin uyması gereken örnek bir tavır
sergilemiştir. Islâmî öğretileri bulanıklaştıran sûfîlerle mezarcılardan
(ölülerden şefaat bekleyenler) oluşan bid'atçılara, dünyevî çıkar uğruna İslâmî
kavramları saptıranlara karşı çetin bir mücadele başlatmış, her türlü sapmanın
karşısına tek başına dikilip, iddia ve iftiraları çürütmüş, sığındıkları
kaleleri ve surları yerle bir etmişti. Başlarını sokacakları sığmak bulmayıp
bütün hile ve tuzaklarının açığa çıktığını gören bİd'atçılar, son çare olarak
devrin padişahına ve yargıçlarına sığınarak onları İbn Teymi-ye'ye karşı
kışkırtmak zorunda kaldılar. Üstad onların bu çabaları yüzünden büyük
sıkıntılara uğradı, işkencelerden geçti Şam ve Kâhire'de birçok kez hapse
atıldı. Ancak bütün bu olumsuzluklar aktivitesi üzerinde menfi bir etki
yapmamış, onu hakkı açıkça haykırmaktan alıkoymamış ti.
Nitekim bir keresinde
Şam'da bulunan kral vekili, "Ahmediye fakirleri" diye adlandırılan
grup hakkında kendisiyle pazarlığa girmişti. îbn Teymiye kralın vekili
aracılığıyla kendilerini eleştirmekten vazgeçmesini ve durumlarını
onaylamasını isteyen bu gruba şu cevabı vermiştir:
Böyle birşey
kesinlikle mümkün değildir. Müslümanım diyen herkesin söz ve eylem olarak
mutlaka Kitap ve sünnet çatısı altına girmesi gerekir. Bu iki kaynağın
sınırları dışına kim çıkarsa, reddedilmelidir.
Bütün bu bid'atçı ve
hurafeperest gruplar fırsat buldukça onun karşısında bİraraya geliyor, avam ve
havastan tüm insanları ona karşı kışkırtıyor bir sürü hile ve tuzaklar kuruyor
hatta öldürme girişiminde bulunuyorlardı. O ise bütün bu yapılanlar
karşısında, insanların en yüce şahsiyetlisi, en yumuşak huylusu olmayı ve
peygamberlerin serdarı Hz. Muhammed'e (a,s) uymayı şiar edinmişti. Üstün
geldiği ve kendilerini yenilgiye uğrattığı her seferinde onları affeder,
kusurlarını görmezlikten gelir ve bağışlardı.
Nitekim Kral Nasır bir
keresinde, aleyhinde konuşan kadıları sürgüne göndermeyi veya boyunlarını
vurmayı önererek şöyle demişti:
"Daha önce onlar
sana karşı çıkıyor, aleyhine mücadele veriyorlar, sana sıkıntı
çektiriyorlardı, Şimdi dilersen onları sürgüne göndereyim ya da boyunlarını
vurayım".
Üstad, kralın bu
teklifini geri çevirerek "Bunları öldürecek olursan onlar gibisini
bulamazsın." demiştir.
Buna karşılık kral
sözlerini yineleyerek "Ama onlar sana işkence ediyor ve tekrar tekrar
senin öldürülmeni istiyorlar." dediğinde verdiği cevap şu olmuştur:
"Bana işkence
eden kimse güvenlik içindedir; ama kim Allah ve Rasûlü'ne İşkence ederse, Allah
ondan intikamını alır. Ayrıca ben kendim için bir başkasından yardım talebinde
bulunmam".
Görüldüğü gibi sultan
kendisine böyle bir öneride bulunmasına rağmen o yine hasımlarına karşı
yumuşak davranmış, suçlarını görmezlikten gelmiştir.
Üstadın bu konudaki
tutumunu, karşıtlarından birisi olan kadı İbn Mahîûf el-Mâlikfnin, hakkında
söylediği şu sözler daha iyi açıklamaktadır:
Doğrusunu söylemek
gerekirse îbn Teymiye gibi birine rastlamış değilim. Biz sürekli üzerine
saldırıyor ama kendisine bir türlü güç yetİremiyorduk. O daima bize galip
geliyordu. Buna rağmen hatalarımızı yüzümüze vurmuyor, bizimle polemiğe
girmeye tenezzül etmiyordu.
İşte sözler, üstadın
şahsiyetinin yüksekliğini, güçlü olmasına rağmen yumuşak davranma ve
bağışlamada ulaştığı derecenin kemalini gözler önüne sermektedir. Gerçi bu
itirafta bulunan zat, Mısır ulemasından biri İdi. Şam'daki meslektaşları ise bu
itirafla-n okumadıklarından sultanın huzurunda ona karşı dolaplar çevirme, söz
taşıma etkinliklerini sürdürüyorlardı. Bu yüzden de üstad yine hapse
atılıyordu. Ama o yazılar yazmak ve fetvalar vermek suretiyle cihadını burada
da sürdürüyor, bid'atçıların başlarına bombalar yağdırmaya devam ediyordu. Bu
şekilde de başa çıkamayınca, son çavc olarak tüm yazı malzemelerine el koyup
yazı yazmasını engellemeyi buldular. Üstad vefatına dek (Hicrî, 728)
hapishanede bu hal üzere kaldı. Allah'ın rahmeti ve rızası onun üzerine olsun;
Allah, onu razı olduğu yurtta yerleştirsin! Amin![1]
Üstada yapılan cenaze
merasimi sadakatinin ve bıraktığı emanetin en büyük tanığı idi; çünkü ondan
Önce hiç kimsenin cenazesinde bu kadar insan toplanmamıştı. Çevre kentlerde
yaşayan tüm insanlar akın akm cenazesine koşmuştu. Cenazesine gelip de
ağlamayan tek bir kimse yoktu.
Ahmet b. Hanbel ne
kadar doğru söylemişti:
"Bİd'atçılara
deyinki: "Bizimle sizin aranızdaki ayrılığın göstergesi cenaze m er as im
ler im izdir."; çünkü bir bid'atçı öldüğünde ölümün farkına bile varmaz.
Sünneti ihya uğrunda cihad eden bîr mücahid'in vefatının açtığı boşluk ise tüm
dünyada hissedilir.
İbn Kayyım üstad
Şeyhülislâm îbn Teymiye'nin şöyle dediğini naklediyor;
Düşmanlarım bana ne
yapabilirler ki; ben cennetimi ve gülistanımı yüreğimde taşıyorum, nereye
gitsem sürekli benimle birliktedir; benden bir an olsun ayrılmaz. Benim
hapsedilmem halvet, öldürülmem şehâdet, sürgün edilmemse seyahattir.
Yine İbn Kayyım üstadı
hakkında şöyle diyor:
Allah da bilir ki;
sürekli karalama, saldırı ve tehdit altında bulunmalara, hapse atılmalara
rağmen ondan daha huzurlu bir hayat yaşayanı görmedim. O her türlü olumsuzluk
ortasında bile insanların en hoş yaşayanı, yürekçe en geniş ve en ferah olanı,
kalb yönünden en güçlüsü, kişilik açısından ise en tutarlısı idi. Sahip olduğu
bu nimetlerin parıltısı yüzüne yansırdı. Biz, şiddetli korkuya kapıldığımızda,
şüphe ve endişeler taralından istila edilip de yeryüzü başımıza dar geldiğinde
hep ona koşardık. Onu görür görmez tüm dert ve sıkıntılarımız gider; sıkılma
ferahlığa, zayıflık güçlülüğe, şüphe ise yakın ve itmi'nana dönüştürdü. Cenâb-ı
Hak ne kadar doğru buyurmuştur:
Dikkat edin! Allah'ın
dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de!
Onlar ki inandılar ve
muttaki oldular.
Dünya hayatında da
ahirette de müjde onlara! Allah'ın kelimeleri değişmez. İşte bu, büyük
kurtuluştur. (Yûnus, 10/62-64)[2]
1- Zehebî,
Tezkirat'ül-Huffâz, c. IV, S. 1496, Haydarâbâd, 1970.
2- Safdî,
el-Vâfi bil-Vefeyât, c. VII, s.15-33, Viesbaden, 1982.
3- îbn Şâkir
el-Kütbi, Fevât cl-Vefeyât, c. I, s. 73-80, Dar'ü- Sâdır, Beyrut, 1973.
4- tbn
Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihâye, c. XIV, s. 135-139, Mektebet'ül-Ârif, Beyrut,
1977.
5- İbn
Receb, Zeyl-i Tabakât'ül-Hanâbile, c.II, s. 387-408; Matbaat'üs-Sünnet'ül-Mu-
.hammediye,1372
(Hicri].
6- İbn AbcT ül-Hâdî el-Hanbelî, d-Ukûd-üd'Düıriye min Menâkıb-ı Şeyhülislâm
Ahmed İbn Teymiye;
Matbaat'ül-Medenî, 1983.
7- Hafız Ebû
Hafs el-Bezzâr, el-A'lâm'üi-Aliyye fî-Menâkıb-ı Şeyhülislâm İbn Teymi-
ye.
Okuyucularımıza
sunduğumuz "İhlâs Suresi Tefsin" üs-tad îbn Teyraiye'nİn en önemli
eserlerinden ve ilminin enginliğini gösteren en iyi delillerden biridir. Eser
aynı zamanda malumatının genişliğinin akiî ve naklî İlimlerdeki derinliğin de
en güzel tanıkların dan dır. Kitab ve sünnetten çokça deli! getirilmesi üstâdm
felsefecilerle kelâmcıların iddialarını bizzat kendi yöntemleriyle çürütme
hususunda gösterdiği başarı sayesinde eser alanında tek olma niteliği
taşımaktadır.
Aslında biz bu kitabı
Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım el-Asımî en-Necdî el-Hanbeli'nin "Mecmû'u
Fetâvâ-yi Şeyh'ül-Islâm Ahmcd îbn Teymiye" hazırladığı derlemeden aldık.
Ancak esere, "Kul Hüvallâhu Ehâd Suresinin Fazileti Hakkında Sorulan
Soruya Üstadın Verdiği Cevap" bölümünü de ekledik. Zira üstadın bu konuda
"Kul Hüvallâhü Ehad Suresinin Kur'an'm Üçte Şirine Denk Olması Hususunda
İlim ve İman Ehlinin Verdiği Cevap" adını verdiği ve fetvalarının
toplandığı derlemede de yer alan bağımsız bir risalesi vardır. Bu risale Hicrî
1322 yılında Mısır'da Takaddüm Matbaa sı'nd a, Şeyh Muhammed Şükrü ei-Alûsi
nüshasından "Kul Hüvallâhu Ehad'm Kur'an'm Üçte Birine Denk Olduğuna Dair
RahmâıVın Elçisinin Verdiği Haberin Hakikati Hakkında İman Ehlinin Verdiği
Cevapla İlgili Kitab" adıyla bağımsız olarak da basılmıştır.[3]
Müellif, eserine
"samed" kelimesinin içerdiği manalardan söze-derek başlamış. Tabcrî
ve Râzî gibi ünlü tefsircilerin eserlerinde, bu kavramla ilgili olarak
kaydedilen görüşleri aktarmış ve ünlü dilbilimcilerle sözlük bilimcilerinin
görüşlerini de tanık olarak zikretmiştir. Ardından "ehadiyet"
(teklik) ve "samediyet" kavramlarının açıklanmasına ve yaratılmış
hiçbir varlığın, hiçbir açıdan Allah'a denk olamayacağının isbatı konusuna
girmiştir.
Eser,
"Kuİhüvallâhu ehad" suresinin tefsiri olarak kaleme alınmış olmakla
birlikte tevhid konusunda, Allah'ın sıfatlarından isbatı vacip olan ve O'nun
hakkında tenzih edilmesi gereken sıfatların neler olduğuna dair başhbaşma bir
kitaptır.[4]
Müellif eserde selefin
yöntemini izlemiştir. Selefin uygulaması şöyle idi: Öncelikle sânı yüce
yaratıcının kendi hakkında bizzat tanımladığı veya seçtiği elçisinin-salât ve
selâm üzerine olsun-sözlerinden tesbit edilen isim ve sıfatlan kullanmaktır.
Kelâm ve felsefecilerin "cevher", "araz",
"cisim", "mürekkeb", "mütehayyiz" vb. kavramlar
hakkında birtakım görüşler vardır; ki bunlar ne kitap ve sünnete ne de sahabe
ile onların yoluna ihsan üzere uyan tabiînin sözlerine dayanır. Bu durumda bu
kavramlar Allah'ın zâtı hakkında isbatlamak veya O'ndan reddetmek (tenzih) bize
düşmez ve böyle bir mecburiyetimiz de yoktur.
Tartışmalar sırasında
görüleceği üzere, "Ihlâs Suresi" tevhidin anlamını, başka ibarelerle
anlatılamayacak kadar önemli ifadelerlc içermekledir. Surede Allah'ın
"ehad" (tek), "samed" (önce-siz ve sonrasız),
"doğmayan ve bir başkasını doğurmayan" olduğu ayrı ayrı belirtilmiş
ve surenin, ümmetler arasında bilinen tüm şirk türlerine karşı bir reddiye
olduğu açıklanmıştır.
Müellif, tezlerini
tartıştığı sırada, sağlam metoddan saparak ı-erçeği (hakkı) Kur'an ve hadisin
dışındaki kaynaklardan tesbite yönelen İslâm alimlerinin hatalarına değinmeden
geçmemiş; şeyhlerden ve evliyalardan yardım dileyip bunları Allah'a ulaşmada
aracı kılarak şirk işleyen bid'atçılara saldırmayı ihmal etmemiş, şeytanın
kendilerini, farkına varmadan şirk bataklığına düşürünceye dek akıllanyla nasıl
oynadığını, onları nasıl ayarttığını açıklamış, bu bağlamda mescidlerle
ziyaret yeri olarak kabul edilen mekanlar ve türbeler arasındaki farkı izah
etmiştir. Bunlardan birincisi yani mescidler, Allah'ın ve Rasûîünün saygı duymayı,
her türlü şirk eyleminden temiz tutmayı emrettiği mekanlardır. Bu nedenledir
ki mezarlıkların (türbelerin) mescid edinilmemesi, kabirler üzerine mescid
yapılmaması gerekir; zira Hz. Peygamber ümmetini bu eylemden özellikle
sakindirmiştır.
Türbelere, bilhassa
yatırlara, şehidlerin ve ünlü şeyhlerin medfun bulunduğu kabirlere gelince,
Kur'an ve sünnette bunlardan bahsedilmediği gibi sahabe de ve onların izinden
giden tabiînde de böyle bir uygulamaya rastlanmamıştır. Onların bu tür yerler
la'zim ettikleri veya buraları kutsadıkları görülmemiştir; zira İslâm, "üç
mescid dışındaki mescidlcre ziyaret amacıyla yolculuk yapmayı" dahi haram
kabul etmiştir ki bunlar Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ile Hz. Peygamber'in
Medine'deki mescididir. Müellif şöyle demektedir: "Kendilerinden birtakım
ilıtiyaç-Innıı giderilmesini istemek, yahut onlara dua etmek ya da aracılıkları
ile Allah'a and içmek veyahut yattıkları mezarların yanında yapılan duaların ve
kılınan namazların, diğer ınescidlerdeyada evlerde kılınanlardan daha makbul
ve faziletli olduğunu kabul etmek... bütün bu eylemler müslümanların ittifakı
ile sapıklık, şirk ve bid'attır".
Üslad kitabın bîr
bölümünde oldukça önemİi bir konu olan "Kur'an'da tefsirini Allah'tan
başka kimsenin ne Resul, ne melekler, ne sahabe ne de alimler bilmediği
ayetler olup olmadığı" meselesini ele almaktadır.
Müellif bu konuya,
Ccnâb-ı Hakk'ın şu ayetinde geçen "te'vil"[5] kavramını irdelemekle başlıyor.
Kalblerinde eğrilik
olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorum yapmak için onun mütcşnbilı ayetlerinin
ardına düşerler. Oysa onun yorumunu (te'vilini) Allah'tan başka kimse bilmez.
İlimde derinleşenler "Ona inandık, hepsi Rabb'İmiz katındadır."
derler, öz akıl sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz. (Âl-i İmrân, 3/7)
Şeyh öncelikle
ulemanın ayette geçen "İllallah" [Allah'tan başka (kimse bilmez)]
kaydı üzerindeki tartışmalarını zikredip ardından "te'vil"
kelimesinin incelenmesine geçmektedir.
Müellif
"te'vil" kavramının seîef ulemasmca başlıca iki anlamda
kullanıldığını söylemektedir:
1- Sözün bizatihi
İzlediği, dışarıda var olan hakikat. Bu gerçekleşen bizzat kendisi ile haber
verilendir. Bu anlamda "te'vil" şu ayette olduğu gibi Kur'an'da
birkaç yerde geçmektedir:
İlle de onun te'vilini
mi gözetiyorlar?! O'nun te'vilinin geleceği (haber verdiği şeylerin
gerçekleşeceği) gün, önceden onu unutmuş olanlar diyecekler ki: "Doğrusu
Rabb'İmizin elçileri hakkı getirmiş. (Araf, 7/53)
Kıyamet günü
gerçekleşecek bu haberler (bilgiler) Kur'an'm va'd, va'îd, cennet, cehennem ve
bunlarla ilişkili olgular hakkında verdiği bilgilerin te'vilidir.
Kur'an'm verdiği
bilgilerin (haberlerin) teViline de geçmiş milletlerin durumlarını anlatan
ayetlerle, gelecekte, kıyamet günü meydana gelecek durumlara ve dirilme
olgusuna dair bilgileri ihtiva eden ayetler gösterilebilir.
2- Tefsir ve
açıklama.
Burada te'vil
kelimesinin -bunların dışında- daha sonra gelen fıkıh, tefsir ve metodoloji
alimlerinin kullandığı üçüncü bir anlamı daha vardır; ki bunun anlamı
"sözcüğü, içerdiği anlamı gerekli kılan bir karine bulunduğu için, tercih
edenden, tercih edilen manaya çevirmektedir" şeklinde saptanmıştır.
Üstad bu son manayı,
selefçe bilinmediği ve kullanılmadığı gerekçesiyle reddetmekte ve dayanak
olarak ilk iki manayı alarak bu konudaki hükmünü, -yukarıda zikredilen-
ayetteki te'vil kelimesinin şu anlama geldiği yönünde vermektedir:
"Te'vil, işlerin neticeleri; sözcüğün medlulünün dışında kalan mevcud
hakikat olup bunu da Allah'ın dışında hiç kimse bilmez. Bu nedenle lafza-, İ
celal (illallah) üzerinde durmak gerekir".
Bazı selef ulemasının
lafza-i celâl (Allah kelimesi) üzerinde değil de "ilimde
derinleşenler" ifadesi üzerinde durdukları rivayetine gelince; bu görüşü
benimseyenlere göre "te'vil" kelimesinin anlamı "tefsir ve
açıkla.na"dır; çünkü, "Kur'an'da ne Cibril'in, ne RasûPün, ne
sahabenin ve ne de ihsan ile onların izinden giden tabiînin anlamını bilmediği
birtakım ayetler vardır" demek açıkça büyüklük taslamak; hakikati, laf
kalabalığı arasında kaynatmaktır. Zira RasûTün (s.a) esas görevi, kendisine
gelen İlahî bilgileri insanlara ulaştırmak ve açıklamaktır. Hal böyle iken
anlamını bilmediği ayetlerin içerdiği bilgileri insanlara nasıl ulaştırıp
açıklayabilir? Bu hususta, Kur'an'da selef ulemasının anlamını açıklama
girişiminde bulunmadığına işaret eden güçlü deliller ve sıhhati kanıtlanmış
görüşler vardır.
Buraya kadar
zikrettiklerimiz, elinizdeki eserde yeraian konulardan sadece birkaçıdır.
Okuyucu diğer örnekleri kitabı okuyunca en sahih kaynağında bulacaktır.
Yukarıda da
değindiğimiz gibi biz bu eseri "Mecmû'u Fetâvâ-yı Şeyhülislâm Ahmed İbn
Teymiye" adlı derlemenin 17. cildinin 214-503. sayfalarından çıkardık.
Ancak baş tarafına, "İhlâs suresinin" fazileti ile alakalı sorulan
soru ve bu soruya verilen cevapla ilgili yedi sayfalık bir bölümü -aynı eserin,
aynı cildinin 206-213. sayfalarından alarak- eklemeyi uygun bulduk.
"İhîâs Suresi
Tefsiri" daha Önce de birkaç kez bağımsız olarak
basılmıştır. Hicri
1323 yılında Matbaa-yı Hüseyniye'de (Mısır)
yapılan ilk baskısına
şöyle bir not düşülmüştür:
Bu nüsha, İraklı nuislümanlann
yegane başvuru kaynağı faziletli iistâd AH'ısİ-zade Secici Mahmûd Şükrü Efendi
-Allah yaşamıyla o mı faydalandırsın- hu/urunda okunmuş; es-Seyid Mııhammcd
Bedreddîn Hhu "Firâs en-Nâ'sanî cl-Halebi tarafından düzeltilmiştir.
H. 1352 yılında Müniriye
Matbaa idaresi sahibi Şeyh Mu-hammed Münir tarafından yapılan ikinci baskının
kapağına şu kayıt düşülmüştür.
1352 yılında, esas
alınan baskısı tashih edilmek suretiyle ilk kez basılmıştır.
Oysa kitabın bu
baskısında ne aslına başvurulmuş ne de tashih edilmiştir. Sözkonusu birinci
baskı hataları, kelime ve cümle düşükleri İle ve aynı harflerle yeniden
basılmıştır.
Eser birkaç baskı daha
yapmışsa da bunları görme imkanı bulamadık.
Üstad Muhammed Ebû
Zehra "İbn Teymiye" adlı kitabında
yalnızca sözünü ettiğimiz
iki baskıyı zikretmiştir.
"Ihlâs Suresi
Tefsiri" adlı bu eseri yayımlamamızın nedeni herşeyden önce bu surenin
İslâm'ın temeli olan tevhid olgusunun temel ilkelerini içermesi bu
özelliğinden dolayı da Kur'an'ın üçte birine denk olmasıdır. Müellifi
Şeyhülislâm İbn Teymi-ye'nin selefi düşüncenin lideri konumunda bulunması,
düşünsel donukluk ve körü körüne laklid çağında İslâm'ın iki temel kaynağı
olan Kur'an ve sünnete yeniden dönüş çağrısının bayraktarlığını yapmış olması
da bunda etkili olmuştur. Bu hareketimizle "Dâru's-Selcfiye" olarak
temci ilkemizin "kişisel görüş ve isteklere bağımlı olmaksızın hayalın
her alanında kitap ve sünneti sağlam bir zemine yerleştirmek" olduğunu
okuyucularımıza duyurmaktayız.
Eserİ yayıma
hazırlarken, imkanlar ölçüsünde elde edebildiğimiz nüshaları asılları ile
karşılaştırıp tashih ettik. Farklılıkları ve yanlışlıkları dipnotlarda
belirttik. Ayrıca kullanılan hadisleri, sahabe ve tabiîn sözlerini sahihlik ve
zayıflık dereceleri ile birlikte dipnotlara çıkardık. Kavilerin hayat
hîkayelerini öğrenmeyi arzulayanlar için, ulaşabildiğimiz kadarıyla
biyografilerini kısaca zikrettik. Hadislerin tahririnde altı temel kaynak hadis
kitabı (kütüb-İ sîtte) ile İmam Ahmed'in Müsned'ini kullandık,
Okuyucu, üstadın -az
da olsa- bu kitabında hadis ve sahabe sözlerinin sıhhat derecelerine işaret
ettiğini, zaman zaman zayıf, hatta bazı âlimlerin mevzu saydığı hadisleri
kullandığını gözlemleyecektir. Bunun gibi İbn Teymiye bazan da hadislerin
metinlerini ulemanın önemsediği Buhârî ve Müslim'den değil İmam Ahmed'in
Müsned'inden almıştır. Bu ayrıntılara da dipnotta işaret etmişizdir.
Çalışmamızı kabul
etmesi, tüm müslümanlara faydalı ve kerîm zâtının rızasına vesile kılması
umuduyla şâm yüce Allah'a dua ederiz.
Dualarımızın sonu "Alemlerin
Rabb'i Allah'a hamdol-sunF'dm. (Fatiha, 1/1)
Allah'ın salât ve
selâmı yüce nebisi üzerine olsun![6]
Abdülâlî
Abdülhamîd
Dâr'üs-Selefîye
İlmî Araştırma
ve
İnceleme Bölümü Başkam
Bombay-Hindistan
Müslümanların müftüsü
Takıyüddin Ebu'I-Abbâs Ah-med b. Abdülhalim b. Abdüsselâm ibn Teymiye'ye -Allah
ondan razı olsun- şöyle bir soru soruldu: "Alimlerin ileri gelenleri Hz.
Peygamber'in -Allah'ın selamı üzerine olsun-İhlâs Suresi ile ilgili olarak
söyledikleri "Kur'an'm üçte birine denktir." hadisi hakkında ne
buyurmuşlardır? Kur'an'ın harfleri çok, Ihlâs Suresi'ninki ise az olmasına
rağmen böyle bir oranlama nasıl yapılabiliyor? Bunu bize yeterli bir biçimde
açıklasınlar ve bu hususta -eğer Allah dilerse- ilahi ecre ulaşmalarına vesüe
olacak bir fetva versinler".
Üstad -Allah
kendisinden razı olsun- bu soruyu şu şekilde cevaplamışlardır: Hamd Allah'a
aittir.
îhlâs Suresi'nin
faziletine ve Kur'an'm üçte birine denk olduğuna dair Rasûlüllah'tan (s.a.v)
gelen hadis, hadis-i şeriflerin en sahihlerinden ve en meşhui'larmdandır.
Nitekim Dârekutnî gibi bazı hadis tesbitçileri bu konuda "Allah
Rasûlü'nden surelerin fazileti hakkında gelen hadisler içerisinde Ihlâs
Suresi'nin faziletine ilişkin daha sahihi yoktur." demişlerdir.
Rasûlüllah'ın bu
konudaki hadisleri şu sözlerle nakledilmiştir:1
İhlâs Suresi
Kıır'an'ın üçte birine denktir.
İhlâs Surcsi'ni bir
kez okuyan Kur'an in üçte birisini, üç kez okuyan
da tamamını okumuş
gibidir.2
Konu ile ilgili bir
diğer örnek de şudur:
Hz. Peygamber bir
keresinde ashabına "Önümde toplanın ki size Kur'an'm üçle birini
okuyayım." dediler. Bu buyruk üzerine müslümanlar gelip toplandığında
İhlâs Surcsi'ni okuyarak "Bu sure Kur'an'm üçte birine denktir."3
buyurdular.
Konunun açıklanmasına
gelince; bir grup alim konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır.
Anlamı itibari ile
Kur'an, üçte birlik üç ayrı bölümden müteşekkildir. Üçte biri levhid, üçte
biri kıssalar, üçte biri de emir ve yasaklar konusuna ayrılmıştır. İhlâs Suresi
Rahmân'ın niteliği ve tanımıdır; bu nedenle de Kıır'an'ın üçte birlik bölümünü
içerir. Sebebine gelince Kur'an şanı yüce Allah'ın kelâmıdır; kelam ise ya
dilek (inşâ) ya da haber vermektir (ihbar); İnşâ (dilek) da emir veya yasak ya
da cevap ve benzeri yargı bildiren kiplerdir.
Öte yandan ihbar
(haber verme) kipi de ya yaratıcı (halik) ya daya-ratılan (mahluk) hakkında
bilgi vermektir. Yaratıcı hakkında haber vermek de tevhîd, Allah'ın isim ve
sıfatlara ve bunların kapsadığı kavramlara ilişkin bilgi vermektedir.
Yaratıklar hakkında
bilgi veren konular ise kıssalardır. Bunlarda da ya geçmişte olup bitmiş veya
gelecekte oiacak olaylar hakkında bilgi verilir. Geçmişle olup bitmiş olaylar
kapsamına peygamberler, ümmetleri ve onları yalanlayanlar, gelecekte olacak
olaylar kapsamına ise cennet, cehennem, mükafat, ıızab gibi kavramlar hakkında
verilen bilgiler girer. Alimler "Bu olgular dikkate alındığında İhlâs
Suresi üçte birlik manasını içeren tevhid konusunu İşlemesi dolayısıyla
Kur'an'm üçte birine denk düşer." demişlerdir.
Geriye
"Harflerinin azlığına rağmen Ihlâs Suresi Kur'an'm üçte birine denk
düştüğüne göre Kur'an'm diğer bölümlerine karşılık yalnızca bu sure ile
yetinilebilİr mi? sorusu kalmaktadır.
Bu soruya şöyle bir
cevap verilebilir: "Hz. Peygamber -salât ve selam üzerine olsun-
"İhlâs Suresi, Kur'an'm üçte birine denktir." buyurmuşlardır. Hadiste
gelen "adi" kavramı "...Ya da o kofta re te denk oruç
olarak..." (Ivlâide, 5/95) ayetinde geçtiği gibi türdeş olmayan şeyler
için kullanılır. Görüldüğü üzere ayette oruç keffa-rete denk kılınmak suretiyle
ikisi aynı cins durumuna getirilmiştir.
Kuşkusuz cennetteki
mükafatlar farklı çeşitliliktedir. Kul bunların herbirisİndcn yiyecek, içecek
olarak yararlanıp tad alabileceği gibi kimisinden de evlilik ve koklama
biçiminde yararlanacaktır. Bunların hcpsİ sevab karşılığı elde edilen ilahi
mükafatlar olup en yücesi de kuşkusuz Allah'ın cemâlini görmektir. Dünyanın
hallerinin çeşitlilik arzetmesi nedeniyle, buraya gelen canlılar bunların
tümüne muhtaçtır, bunlardan bir kısmı, biçimce daha büyük olan diğer kısımlara
denk düşer. Mesela bin dinar, hacimce kendisinden çok daha büyük olan gümüş,
yiyecek, giyecek vb. nesnelere denktir. Sonra eline bir parça altın geçen kimse
de o bin dinara denk düşen bir parasal değere sahip olur; bu altın sayesinde
ihtiyaç duyduğu diğer mai türlerinden müstağni olamıyorsa da sonuç değişmez;
çünkü eşitlik türde ve nitelikte değil ölçüdedir. İhlâs Suresi'nin okunmasından
edilen sevabda da durum bunun gibidir, sevab noktasında Kur'an'm üçte birine denk
düşse bile bu durum tür ve nitelikte onun gibi olmasını gerektirmez; zira
Kur'an'm geri kalan bölümlerinde kulların ihtiyaç duydukları emir, yasak, va'd,
va'ıd, inzâr gibi konular işlenmektedir. Bu yüzden insanlar Kur'an'm İhlâs
Suresi dışında kalan kısımlarına da muhtaçtırlar. Bu sure "Kur'an'm üçte
birine denk düşse bile, onun sevabından yararlanma, insanları, Kur'an'm diğer
kısımlarından yararlanmaktan müstağni kılmaz.
Bu mesele "Kur'an
ayetlerinin kendi içlerinde birbirinden üstün ve bir kısmının diğer kısmından
daha faziletli olup olamayacağı" esası üzerine kurulmuştur.
Bu hususta, son dönem
(müteahhirîn) ulemasının yaygınlık kazanmış iki görüşü vardır: Bunlardan bir
kısmı "Kur'an ayetleri (sureleri) kendi içerisinde birbirinden üstün
olamaz; çünkü lamamı Allah'ın kelâmıdır.
Kelâm ise O'nun sıfatıdır. Allah'ın sıfatları da birbirinden üstün
olamaz, özellikle de kadimliğine (önceliği) hükmedildikten sonra; çünkü kadim
olan kavramlar arasında üstünlükten sözedilemez" derler.
Sözkonusu ilim adamları
"Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayeti neshetmez
(yürürlükten kaldırmaz) ya da onu unutturmayız" (Bakara, 2/106) ayeü
hakkında da aynı yorumu yapmakta ve ayette geçen "hayr" kelimesi
kulların yararlanmaları ve sevab kazanmaları gibi bir ayetten bir başka ayete
dönmektir demektedirler.
Diğer bazı alimlerin
konuya ilişkin görüşleri ise şöyledir. Kur'an'm bir kısmı bir kısmından daha
faziletlidir. Selef ve halef ulemasının çoğunun görüşü de bu yöndedir; çünkü
Rasûlüİlah -salât ve selam üzerine olsun- bir sahih hadislerinde "Fatiha
suresi'nin benzeri bir sure ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne de Zebur ve
Kur'an'da indirilmiştir."4 buyurmuşlardır.
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber hadis-i şerifte Fatiha Sure-si'nin benzeri bir surenin olabilme ihtimalini
dahi tamamen reddetmiştir. Buna göre "Kur'an'm tamamı'nın birbirinin
benzeri" olduğu nasıl söylenebilir? Yine sahih olarak nakledilen bir hadiste
Allah Rasûiü Ubeyy b. Ka'b'a; "Ey Ebu'l-Münzir! Allah'ın ki-tabı'ndaki en
yüce ayetin hangisi olduğunu biliyor musun?" diye sorarlar. Ka'b'm
"Ayet'el-Kürsî" olduğunu söylemesi üzerine de onun göğsüne vurarak
"İlim Ebu'l-Münzir'i doyurup ıslah etsin!"5 buyururlar.
Hz. Peygamber bu
hadisi ile Ayet'el-Kürsî'nin Kur'an'm en yüce ayeti olduğunu açıklamaktadır; ki
buda bazı Kur'an ayetlerinin diğer bazılarından daha üstün olduğunu
göstermektedir.
Aynı şekilde Kur'an
Allah'ın kelâmıdır; kelâm İse söyleyenin saygınlığı oranında saygınlık kazanır.
Bunun bir bildiri ya da emir olması farketmez; zira haberin saygınlığı muhbirin
ve kendisi hakkında haber verilen varlığınkiyle doğru orantılıdır; emir âmirin
ve kendisi ile emredilen şeyin şerefi nisbetindc şeref kazanır. Buna göre
Kur'an'm tümü, Allah'ın onunla konuşması nedeniyle ortak bir değere sahiptir;
ancak bir kısmmda Cenab-ı Hak bizzat kendi zâtı hakkında, bir kısmında
yarattıkları hakkında bilgi vermekte; bir bölümünde iman etmeyi emrederken bir
bölümünde kullarını şirkten sakındırmaktadır; yine aynı Kur'an'm bazı
yerlerinde insanlara borçlarım yazmaları buyurulurken bazı yerlerinde ribâ
(faiz) yasaklanmakladır..
Biz biliyoruz ki Allah
Teâlâ'nm zâtı hakkında bügi verdiği ih-]âs gibi sure ve ayetler fazilet
yönünden mahlukata ilişkin sure -Tebbet vb.- ve ayetlerden kullarına imam
emredip onları şirke düşmekten sakındırdığı ayetler, borcun yazılmasını
emrettiği, rİ-bâyı yasakladığı ayetlerden daha yüce konumdadırlar. Aynı şekilde
kulların sözleri de kendi içlerinde ortak olup tek bir kişinin söylediği söz
gibidir. Ancak daha sonra içerdikleri konulara göre bazıları diğerlerine
nisbetle değer kazanır. Sözgelişi kulun, kendisiyle Rabb'ini zikredip
emri-bi'1-ma'ruf ve nehyi-ani'l münker yaptığı sözleri, değer açısından,
Allah'ın kullarına mubahı emredip sakıncalı olandan sakmdırmaya yönelik
olandan daha üstündür.
Burada birinci hükmü
veren kimse hataya düşmüştür; çünkü o yalnızca kelamın bir yönüne yani sözün,
"kendisi ile söylenilen" yönüne bakıp, "kendisi hakkında
konuşulan" diğer yönünü görmezlikten gelmektedir, Oysa kelâmın birbirine
olan üstünlükleri ile benzeşen yönlerinin ortaya çıkması, ancak her iki yönünde
bulunmasına bağlıdır.
Alimler sözlerini
şöyle sürdürmektedirler: Kelâm'm kendi bünyesinde bir üstünlük bulunmamasına
rağmen birbirine üstünlük olgusunu salt sevabın çokluğuna çeviren kimse, kendi
aralarında birinin diğerinden daha meziyetli kılmmadığı, nitelik yönünden
birbirine denk iki amelden birinin sevabının diğerin-kınden kat kat üstün
olduğunu söyleyen kimse konumundadır. Uıneğİn aynı zaman ve mekanda her ikisine
karşı da aynı niyetin beslendiği, erdem yönünden birinin diğerinden
ayırtedilmedİği, açısından birbirine denk iki kişiye yapılan aynı miktardaki
sadakadan biri diğerinden nasıl daha üstün olabilir? Sonra se-vab (mükafat) ve
azab (ceza) arasındaki üstünlük farkı da, bazı amellerin hayır ve şer konusunda
diğerlerinden üstün olabileceğine delildir. Bu, amellerin sahip oldukları
çeşitli niteliklerini anlatan görüşle örtüşen bir görüştür; ameller, bunlar
sayesinde sa-lihîik ve güzellik kazandıkları gibi, bozukluk ve çirkinlik de
kazanırlar. Bu meseleye dair başka yerlerde geniş bilgi verilmiştir.
"Allah'ın
sıfatlarının vb. kavramların birbirlerinden üstün nitelikleri yoktur."
görüşü, aleyhine kanıt gösterilemeyen bir görüştür. Ancak buradan hareket
edildiğinde öyle bir tartışma noktasına varılır, ki bir kimse tutup Allah'ın
"rahmet" sıfatını, "gazab" sıfatından daha faziletli
sayabilir? Oysa bu konuda Allah Resulü -salât ve selam üzerine olsun- şöyle
buyurmuşlardır. "Kuşkusuz Allah Teâiâ Arş üzerinde, katında bulundurduğu
bir Kitab'a "Benim rahmetim, gazabıma egemendir." Başka bir
rivayette "Rahmetim, gazabımı geçer" diye yazmıştır".
Vasıflandırılan varlığın sıfatlarından ilim, irade, kudret, kelâm, rızâ, gazab
vb. sıfatlar birbirlerinden iki yönden üstün kihnabilirler:
1- Allah'ın bazı
sıfatlan, bazılarından ve kendileriyle vasıflanan varlığın yetkinliği
hususunda daha kapsamlıdır. Örneğin biz kulların ilim, kudret ve rahmet gibi
sıfatlarla nitelenmesi, bunların karşıtı sıfatlarla nitelenmesinden daha
üstündür. Ancak şanı yüce Allah bu
sıfatların karşıtı olan sıfatlarla nitelendirilemez. Ccnab-ı Hak ancak kemâl
sıfatlarla vasıfiandırılabilir. Kendileri ile Allah'a dua edilen en güzel adlar
O'na aittir; Allah'a, kendisine ait olan en güzel adların (esmâ'ül-hüsnâ)
dışındaki adlarla dua edilemez. O'nun adlan aynı zamanda sıfatlarını da içerir;
isimlerinden bazısı, bazısından üstün, en mükemmel sıfatlarla vasıflanması
hususunda daha kapsamlıdır. Bu nedenle makbul dualardan sayılan bir duada
"Büyüklerin büyüğü, yücelerin yücesi olan ismin ile senden
dilerini!"6 buyrulur.
Rasûlüllalı (s.a.)
Allah'a, kendisiyle dua edildiğinde mutlaka kabul edeceği en yüce ismi ile dua
ederdi.7 İsim ve sıfatların bir-
birine üstün
kilmabümeleri açıklık kazanmış durumlardandır.
2- Tek bir
sıfat dahi zaman zaman kendi içerisinde birbirine üstün olabilir. Sözgelişi
memur sayesinde emir, bazan diğer bir memur sayesinde olan emirden daha
mükemmel olur. Bunun gibi Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlerinden razı olması,
onların dışındaki insanlardan razı olmasından daha üstün, onlara olan rahmeti
diğer kullarına olan rahmetinden daha değerlidir.
Yine Allah'ın bazı
kulları için konuşması, diğer bazı kulları için konuşmasından daha mükemmeldir.
Bu bağlamda zikredilmesi gereken diğer sıfatlarla isimlerin durumları da böyledir.
Allah'ın isim ve
sıfatlan -Kitab, sünnet ve akılla birlikte icma-ın da işaret ettiği gibi-
çeşitli ve birbirinden üstündür. Allah'ın sıfatlarının birbirinden üstün
olabileceğini kabul etmeyen kişinin tavrı, O'nun sıfatlarının birden fazla
olabileceğini reddeden kimsenin takındığı tavrın bir benzeridir; zira bu tutum
insanı Allah'ın sıfatlanın tamamen reddetmeye götürür. Nitekim Cehmi-ye ekolü
bu gibi saçma iddialar neticesinde "Allah'ın çeşitli cisimlerin toplamı
olan bir tertibden meydana geldiği" görüşüne varmışlardır; ki bu konuları
yeri geldiğinde bütün ayrıntılarıyla açıklayacağız.[7]
Üstada Kur'an okuyan
kimse hakkında "İhlâs Suresi'ni bir kez mi yoksa üç kez mi okumalıdır; bu
hususta uyulması gereken sünnet nedir?" diye soruldu.
İmam'm buna cevabı şu
olmuştur:
Ulemanın da dediği
gibi, Kur'an'da yer alan ayet ve surelere bir eklemede bulunmuş olmak için,
hatim yapılırken İhlâs Suresi'ni bir kez okumak gerekir. Bu sure, Kur'an'ın
tamamına, tek başına ya da bazı sure ve ayetler ile birlikte okunduğu sırada üç
kez okunması halinde denk olur. £n doğrusunu bilen Allah'tır.[8]
1- Ebûd-Derda'mn lıu sözlerle naklettiği hadisi
şu kaynaklar kaydetmiş: Müslim, Sa-
hili, c. 1, s. 556,
Kİinh Misafirlerin Namazı, Dârımİ, Sünen, s. 856 Nesâ-î, "Amei-ül-Yevm
vel-leyle, lı. no:701 Aynı hadisi Ebî Hüreyre'den nakleden hadisçiler için bkz.
Tirmizi, Sönen, Kur'an'm Faziletleri Bölümü, c.V, s. 168, h no: 2899; tbn Mâce,
Sünen, c.UI. s. ! 244, lı. no: 3787; El-Hâkim, c. I, s. 567. İbn Abbas'tan Tir-mizî,
c. V, s. 166, h.no: 2894; E-Hâkim, c. I, S. 566 Aynı hadisi Buhâri, Kur'an'm
Faziletleri Kitabı, c. VI, s. 105'de, Yeminler ve Adaklar Kitabı, c VII, s. 22
l'de.Tev-hid Kitabı c. VIII, s. 164'de Ebû Sâid'den buna benzer sözlerle
kaydetmiş. Yine Bulıârî aynı hadisi, aynı bölümlerde Ebû Said, Katâdc b.
Nüman'dan kaydetmiş. Yani sıra Nesâ-i'de "Amd-ül-yevm vel-leyle, adlı
eserinde 700 noki hadis olarak •zikretmiş. Ebû Sâîd'in rivayet ettiği hadisi
kaydeden diğer kaynaklar şunlar: Ebû Davûd, "Sumen" c. II. s. 152,
h.no: 1461; Nesâ-i, Sünen, c.II.s. 171; Amel-ül-Yevm vel-leyle, lı. no: 69S;
Ahnıed, Müsned, c.III, s. 15-23-35-43; .Mâlik, El, Mııvatt'a, s. 208. Ebû
Eyyüb'den aynı hadisi En-Nesâ-î, El-Müstcbâ, c. II, s. 172'de h. no: s. 686;
Dârimİ, s. 857; Ahmed, c.V, s. 418-43 9 Enes'îen İbn Bâce, Sünen, c.II, s.
1244, h. no: 3788; Ebû Mcsûd el-Ensârî'den ibn Mâce, h. no: 3789; Ahmed Müsned,
c. IV, s. 122; Nesâ-î Amel-ül-Yevm vel-leyle, h.no: 693; Ümm Gülsüm, bint-i
Ukbe b. Ebî Muîd'den Ahmed, c. VI, s. 404; Nesâ-İ, Amel-ül-Yevm vel-leyle, h.
no: 695
2- Süyût-i
Ed-Dücüi-Mensûr, c. VIII, s. 676; Hafız Ebû Muhamnıed es-Semerkandî,
Fedâ-it-ü Kulhüvellahû
ehâd.
3- Müslim, Ebû Hüreyre'den, c. I, s. 557;
Tirmizi, c. V, s. 169, h.no: 2900; Ahmed,
Müsned eh. II, s. 429
4- Mâlik, el-Muvatt'a, s. 83, Amir b.
Kureyz'den; aynı raviden Hâkim, c.I, s. 557;Ah-
med, Sünen, c. V,s.
114; Nesâ-î, c. II, s. 139; Hâkim, c.I, s. 557 Übeyy b. K'ab'dan. Tirmizi, aynı
hadisi Ebû Hüreyre'den rivayet etmiş; Sünen, c. V, s. 155, h.no: 2875.
5- Müslim, Misi fil erin Namazı Kitabı, c.I., s.
556; Ebû Davud, Ebvabul-Vitr, c.II. s.
151, n. no: 1460;
Ahmed. c. V, s. 142; Hâkim, c.III, s. 304.
6- Hadisin kaynağı bulunamadı. Hz. Aişe'den
gelen hadiste Rasûlüliah'ın şöyle dua
ettiğini duyduğu
rivayet edilmekte: "Allah'ım! Dua edildiğinde kesin kabul edeceğin sence
en sevimli, en kutsal en hoş en temiz adınla senden dilerim." İbn Mâce
c.II, s. 1268, ıı. no: 3859; Hadisin senedi üzerinde bazı eleştiriler
yapılmıştır.
7- Enes'ten
gelen bu hadisi şu kaynaklar zikretmiş: Ebû Davud, Sünen; c.II, s. 167, h.
no: 1495; İbn Mâce,
c.II, s. 1268, n. no: 3837; Nesâ-i, s. III, s. 252; Ahmed, c. III, s. 120-158, 245,265; Hâkini, s. 504. Ay m hadisi
Bîireyde'den nakledenler: Tirmi-zî, c.V, s. 515, h.no: 3475; İbn Mâce, h. no:
2856; Ahmed, c.V, s. 349, 350, 360 Hâkim, c.J, s. 504.
Rahman ve Rahîm
Allah'ın adıyla
Şeyhülislâm îbn
Teymiye der kİ:
Ham d Allah'a aittir.
O'na hamdeder, yardımı yalnızca O'ndan yardım diler, kendisinden bağışlanma
isteriz. . Benliklerimizin
(nefislerimizin) şerrinden fiillerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız.
Allah kimi hidayet
ederse artık onu sapıtacak yoktur; kimi saptırsa O'nu doğruya götürecek hiçbir
güç yoktur.
Allah'tan başka ilah
olmadığına, ve kendisinin ortağı bulunmadığına şehâdet ederiz. Hz. Muhammed'in
de (s.a) O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederiz".[9]
"De ki: "O
Allah birdir. "Allah sameddir.
"Kendisi
doğurmamıştır ve başkası tarafından doğurulma-m ıştır.
"Ve hiçbir şey
O'nun dengi olmamıştır". (îhlâs Suresi, 112/1-4)[10]
"Samed" ismi
hakkında selef alimlerinin birkaç görüşü vardır, bunların birbirleriyle
çeliştiği sanılırsa da böyle değildir. Doğru olan ve onlardan nakledilen iki
meşhur görüş vardır.
1- Samed: Kendisinde hiçbir boşluk olmayan
şeydir;
2- Bütün ihtiyaçların giderilmesi hususunda
kendisine başvurulan efendidir.
Bunlardan birincisi
sahabe İle tabiînden çoğunun ve sözlük-bilimcilerden bir grubun görüşüdür.
İkincisi ise selef ve
daha sonra gelen İslâm ulemasından bir grup ile lugatçılardan çoğunun
benimsediği görüştür.
Güvenilir tefsir ve
hadis kaynaklarında selef ulemâsından bu iki manayı destekler mahiyette
-dayanaklarıyla birlikte- bazı görüşler nakledilmiştir.
"Samed"
kelimesinin, "kendisinde boşluk bulunmayan şey." olarak tefsir
edilmesi ma'rûf ve mevkuf olarak İbn Mes'ûd'dan1 gelmiştir.
Öte yandan aynı görüş
İbn Abbâs, Hasan-ı Basıl, Mücâhid Sa'îd b. Cübeyr, İkrime, Dahhâk, Süddî ve
Katâde'den de nakledilmiştir. Bu anlama yakın bir görüş de Saîd b.
el-Müseyyeb'den nakledilmiş. Sözgelişi o bu konuda şöyle diyor:
Samed kendisinde
lüzumsuz fazlalık olmayan varlıktır.
İbn Mes'ud da aynı
şekilde "samed"in "kendisinde lüzumsuz fazlalık bulunmayan
varlık" demek olduğunu söylemiştir.
Samed kavramını Şa'bî
"birşey yeyip içmeyen varlık" olarak tanımlarken Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî ile İkrime "kendinden birşey çıkmayan varlık" şeklinde
açıklamışlardır.
Mcysere samed kelimesi
için "hakkında susulan kimse" demiştir.
İbn Kııteybe'nin
yorumuna göre kelimedeki dal harfi tâ harfinden dönüştürülmüştür.
Ben derim ki: Burada
herhangi bir dönüştürme sözkonusu değildir. Böyle bir anlamın çıkarılması ancak
türetilme açısından olabilir. înşâallah bu hususu kelimenin türetilİşini
işlerken açıklayacağız.
İmam Ahmed'in ve diğer
hadis alimlerinin Übeyy b. Ka'b'dan naklettikleri bir hadise göre îhlâs suresi
müşriklerin Rasûlüliah'a "Bize Rabb'ini tanımla!" demeleri üzerine
nazil olmuştur. Arkasından Hz. Peygamber (sn) sure ile ilgili olarak şu yorumu
yapmışlardır:
Samed, kendisi
doğurmayan, bir başkası tarafından doğrulmayan varlık demektir; çünkü bir
canlıdan doğan varlık bir süre sonrs mutlaka ölecek, her ölen varlık ise
arkasında miras bırakacaktır. Oysa Allah ne ölür ne de kendisine mirasçı bu ki
mır.2
Samed kelimesinin
"ihtiyaçların giderilmesinde kendisine başvurulan efendi" olarak
)orumlanmasma gelince; bu görüş de merfû3 ve mevkuf olarak ibn Abbas'dan
nakledilmiştir. Bu, aynı zamanda el-Vâlibî tarafından da -yine İbn Abbas'dan-
nakledilen görüştür. Buna göre samed; "sevk ve idare:.:'idc mükemmel
efen-di"diı\
Öte yandan Şakîkb.
Seleme'dcn şu meşhur yorum aktarılmıştır:
Samed 'sevk ve idarede
son noktaya ulaşan efendi' demektir.
Ebû İshâk el-Kûfî,
tkrime'den "Samed; üzerinde hiçbir varlığın olmadığı kimsedir"
tanımını rivayet etmiştir. Ayrıca bu görüş Iiz, Alî'den de nakledilmiştir.
Ka'b'ül-Ahbâr'dan
nakledilen yorum ise şöyledir:
Samed,
'yaratıklarından hiçbirisinin kendisine denk olmadığı zât' demektir.
Nakledilen diğer
yorumları şöylece sıralayabiliriz: es-Süddî:
"Arzulara ulaşmada amaçlanan, felaket sırasında kendisinden
vardım dilenen".
Ebû Hüreyre:
"Kendisi hiç kimseye muhtaç olmadığı halde her-şeyin varlığını kendisine
borçlu olduğu zât'.
Sa'îd b. Cübeyr:
"Felaketlerin kendisine zarar veremediği varlık".
Mukâtii b. Hayvan
"Kendisinde hiçbir eksiklik bulunmayan".
ibn Keysân:
"Sahip olduğu niteliklerle başka hiç kimsenin nite-lenemediği kişi']
Dilbilimci Ebû Bekr
el-Enbârî de "Sözlükbilimcİler arasında samed kelimesinin üzerinde başka
hiçbir varlığın bulunmadığı ihtiyaçlarının giderilmesinde ve işlerin
görülmesinde tüm insanların kendisine başvurduğu zat" anlamına geldiği
hususunda ihtilaf yoktur" demektedir.
Ünlü dilbilimcilerden
Zeccâc ise "Bütün idarelerin kendisinde son bulduğu, herşeyin kendisine
yonelip (kasd) ona dayandığı güç" manasında olduğunu söylemektedir.
Bazı lugatçıların
yorumu ise şöyledir:
"Samed;
İhtiyaçların giderilmesi hususunda yalnızca zâtına yönelin e (kasdedüen)
varlıktır".
Cevherî'nİn açıklaması
da "Samed -harekeli olarak- efendi demektir; çünkü ihtiyaçların
giderilmesinde kendisine başvurulur" şeklindedir.
Hutâbî İse "En
doğrusu samed, ihtiyaçların karşılanmasında kendisine dayanılan kimse'dİr;
kelimenin türeiilİş biçimi de bu görüşün doğruluğuna şahitlik etmektedir; zira
sam edin aslı, kasıttır. Bu nedenle de samed denilince bütün işlerin oluşunda
kendisine güvenilip dayanılan ve ihtiyaçlar karşısında yönelmen varlık demektir"
yorumunu yapmıştır.
Katâde'nin tanımı da
"yarattıklarından sonraya kalan var-hk"tır.
Mücâhid ile Ma'mer de
samed kavramını "sürekli olan varlık" diye tanımlamışlardır.
Mürre el-Hamedânî de
Samed, "Hiçbir zaman yok olmayan; dilediği gibi hükmeden, dilediğini
yapan; hükmünün arkasına düşüp onu geri çevirecek, kazasını ter yüz edecek hiç
kimse olmayan kişidir" der.
İbn Atâ'ya göre samed
"oluştan ve bozulmadan (kevn ü fesad) uzak olan"ân:
Samed;
"Etkinliklerinden ötürü kendisinde hiçbir etki (eser) meydana gelmeyen
varlık" diye de tanımlayan İbn Atâ bu görüşü İle "Bize hiçbir
yorgunluk dokunmadı." (Kâf, 50/38) ayetine işaret etmek istemiştir.
Hüseyin b. Fadl:
"Hiçbir şeye bağımlı olmayan Öncesiz varlık".
Muhammed b. Ali
el-Hakem et-Tİrmizî: "Adetsiz ilk, süresiz bakî, varlığını dayanaksız
devam ettiren".
Yine: "Samed;
gözlerin kendisini algılayamadığı düşüncelerin varlığını kap sayamadığı,
ölçülerin niceliğini tanımlamaya ulaşamadığı; yanında herşeyin bir ölçü İle
bulunduğu varlıktır".
Bir görüşe göre de
samed "tasvirçilerin benzetmelerinden yüce olan zat'\\x.
Kelime ile ilgili
olarak yapılan diğer açıklamalar ise şunlardır;
"Kendi zâtından
parçalanmayı veya te'lifi (bireşimi) reddeden varlıktır"; kİ bu
kelâmcıların görüşüdür.
"Samed,
akılların, keyfiyetini kavramakta yetersiz/aciz kaldığı zâttır."
"Sıfatlarını ve
özelliklerini hiçbir aklın kavrayamadığı, dillerin kendisini anlatmaya güç
ydiremediği, parmakların işaret edemediği zât/varlık".
Yine "Samed'i,
isim ve sıfatları dışında zâtı hakkında mahlukâ-tına hiçbir bilgi
vermeyendir" de denilmiştir.
Cüneyd'in (Bağdadî) bu
konuya dair "Samed düşmanlarına, kendisini bilmek için yol göstermeyen
yüce varlık' demektir." dediğini nakledilmektedir.
Böylece selefin bu
kavramla ilgili olarak söylediklerinin neredeyse tamamını zikretmiş olduk.[11]
İbn Ebî Hatim
tefsirinde Tbni Abbas'm konu ile alakalı şu görüşünü şöyle nakletmektedir:
Samed; tüm insanların
ve şeylerin, başlarına bir felaket, bir sıkıntı geldiğinde kendisine başvurmak
zorunda kaldığı varlıktır.
Ebu Zür'a İbrahim'in
(en-Nehâî) şöyle dediğini aktarmıştır:
Samed; ihtiyaçların
giderilmesi hususunda kulların kendisine dayanmak zorunda oldukları güç sahibi
varlıktır.
el-Hascn'den de şu
görüş rivayet edilmiştir;
Samed; yaratıklarını
görüp gözeten, daima diri, hiçbir zaman yok olmayandır.
Yine el-Hasen'den:
Samed:
Yarattıklarından sonraya kalan varlık sahibidir. Tanımı nakledilmiştir; ki bu
aynı zamanda Katâde'nin de görüşüdür.
Ebu Sa'îd el-Eşecc
"samed" kavramı ile ilgili olarak Şakîk'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
Samed, 'sevk ve
idaresinin son noktasına ulaştığı efendi' dernektir.'1
Ebu Salih, İbn
Abbas'tan şöyle nakletmiştir:
Samed, "sevk ve
idaresinde en mükemmele ulaşmış efendi, şerefli olmada en mükemmele ulaşmış
şerif, azametinde mükemmel yüce zât, hilminde mükemmel halim, İlminde mükemmel
bilgin (alîm), hikmetinde mükemmel hakim (hüküm/hikmet sahibi)... kısaca
saygınlığın ve idareciliğin hû tün türlerinde en mükemmel olan varlık"
demektir. İşte bu varlık, bütün eksikliklerden uzak şanı yüce Al-iah'tır. Bu
sayılan niteliklerin, kendi dışında bir başka varlığa nİsbct edilmesi doğru
değildir. Bu sıfatlarında hiçbir varlık O'na denk değildir. Hiçbir şey O'nun
benzeri olamaz. Tek ve mutlak kahretme gücüne sahip Allah'ın sânı yücedir.3
Kesir b. Sihâb
el-Mezhaci cl-Kazvînî, Rebî' b. Enes'len, "samed" olarak
"Doğmayan ve başkasını doğurmayan varlık anlamındadır"^ görüşünü
aktarmıştır.
Ebû Sa'îd cl-Eşecc
İkrime'nin samed kavramını "kendisinden hiçbir şey çıkmayan varlığın
sıfatıdır" şeklinde tanımladığını nakletmektedir.
Yine el-Eşecc îbn
Mes'ûd'un "Samed, kendisinde lüzumsuz fazlalık bulunmayan varlıktır"
dediğini rivayet etmiştir. Ne var ki bu rivayetin senedi zayıftır.
Aynı görüş Sa'îd b.
el-Müseyyeb'den de nakledilmiştir.
Ebû Büreyde babasının
"Samed, 'kendisinde boşluk olmayan şey' demektir"7 dediğini
söylemiştir.
Buna benzer bir görüş
Abduliah b. Abbâs, Abdullah b. Mes'ûd, Hasan, îkrime, Atiyye, Saîd b. Cübeyr,
Mücâhid ve Dah-hâk gibi sahâbilerle tabiînden de nakledilmiştir.
Sözgelişi Man sûr,
Mücâhid'in "Samed, kendisinde boşluk bulunmayan ve zâtı hakkında susulan
varlıktır'* dediğini aktarmıştır.
Ebû Abdillah
el-Tahrânî İkrime'nin "Samed, "birşey yemeyen varlık anlamını
içerir."9 dediğini rivayet etmiştir.
Ali b. Hâşim b. Merzûk
Şa'bî'den "Samed, hiçbir şey yeyip içmeyen kimsedir.'***1 tanımını
aktarmıştır.
Ebû Zur'a'nm
rivayetine göre Übeyy b, Kâ'b şöyle demiştir.
Samed, başkasını
doğurmayan, başkası tarafından doğurulmayan varlıktır; çünkü doğan her varlık
mutlaka ölecektir; ölen birşeyinse mutlaka mirasçısı olur. Oysa Allah için ne
ölüm ne de mirasçı söz-konusudur. "Hiçbir şey O'nun dengi
olmamıştır". (İhlâs, 112/4) Hiçbir şey O'na benzemek ve eşk'den olamaz ve
"O'nun benzeri birşey yoktur." (Şûra, 42/11). n
Ali b. el-Hüseyn'in
Übeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiğine göre İhlâs Suresi "müşrikler Hz.
Peygambcr'c gelerek "Ey Muhammedi Bize Rabb'initanımla!" demeleri
üzerine indirilmiştir.12
Ebû Zur'a'nm
Katâde'dcn -sahih isnadla- rivayet ettiği bir hadiste "Hiçbir şey O'nun
dengi olmadı." (îhlas, 1İ 2/4} demek, "Yaralıklarından hiçbir şey
Allah'ın dengi olamaz." demektir." buyu-rulmaktadır.
Buna benzer bir haberi
Ali b. el-Hüseyn de îbn Abbas'tan nakletmiş. Buna göre lbn Abbas şöyle
anlatmaktadır. "Yahudiler aralarında Ka'b b. Eşref, Hayy b. Ahtab, Ccdiy
b. Ahtab gibi bilginler de olduğu halde Hz. Peygamber'c gelerek "Ey
Muham-med! Scnİ gönderen Rabb'ini bize anlat!" dediler. Bunun üzerine
Allah Teâlâ İhlas Suresi'ni indirdi: "De ki: O Allah birdir; Allah
Sameddir; doğurmadı, doğurulmadı." (114/1-3) n
Öle yandan lbn Cerir
ei-laberî, übeyy b. Ka'b'dan İhiâs Su-resi'nin müşriklerin Rasûlüllah'a
"Bize Rabb'ini tanımla, ey Mu-hammed!" demeleri üzerine indirildiğini
kaydetmektedir.14
İbn Hümeyd'de benzer
bir olayı İkrime'den şöylece rivayet etmiştir. "Müşrikler bir keresinde
Rasûlüllah'a gelip "Bize Rabb'inin niteliklerini anlat! O nedir, nasıl bir
varlıktır, nasıl bir-şeydir?" dediler. Bünün üzerine yüce Allah bu sureyi
indirdi'1.15
Tabcrî de aynı haberi
Ebu'l-Aliye aracılığı ile Câbir b. Abdil-lah'tan nakletmiştİr. Ancak burada
sorunun müşrikler tarafından değil yahudiler tarafından sorulduğu
bildirilmektedir.
Yine İbn Humeyd
Saîd'den, şöyle nakletmektedir.
Bir grup yahndi
Rasûlüllah'a gelerek "Ey Muhammedi İşte bu Ailah dediğimiz varlık bütün bu
yaratıkları yarattı; fakat O'mı kim yanıttı?" diye sordular. Rasûlüllah
(s.a) bu soruya Öyle kızdılar ki yüzlerinin rengi değişti ve üzerlerine
saldiracakmışçastna gazablandı. Bunun üzerine Cebrail gelip sinirlerini
yatıştırmaya çalışarak "Seni kanatlarını indirmen konusunda uyarıyorum ey
Muhammedi" dedi; zira bu sırada da Allah'tan, sordukları sorunun cevabını
getirmişti. Cebrail "bu soru ile ilgili olarak Cenab-ı Hak buyurdu ki:
"Ey Muhammedi De ki: "O Allah birdir."diyerek (İhiâs, ] 12/1-4)
sureyi sonuna dek okudu. Hz. Peygamber de sureyi aynen soruyu soran Yahudilere
okudu. Yahudiler bu kez "Ey Muhammedi Rize; Rabb'inin nasıl bir varlığı,
nasıl bir pazu gücü, nasıl bilekleri olduğunu anlat!" dediler. Rasûlülİah
bu soruya ilkine, ilk soruya öfkelen-^
diğinden daha fazla öfkelendi ve yine üzerlerine saldıracak gibi ol-
du. Hunim üzerine
tekrar gelen Cebrail ilk söylediklerini vindedi ve soruya cevap olarak Cenab-ı
Hak'tan "Onlar Allah'ı hakkıyla bilemediler". (Zümer 39/67) ayetini
indirdi.16
Hakem b. Mu'bid
"er-Rcddü alc'l-Cehmiyye" adlı eserinde Enes'ten, konu ile ilgili şu
haberi kaydetmiştir:
Hayber yahudilcrİ,
Rasûlüllah'a gelerek "Ey Ebe'I-Kâsım! Allah melekleri hicab nurundan,
Adem'i kokuşmuş çamurdan, îblis'i ateşin alevinden, göğü buhardan, yeri suyun
köpüğünden yarattı. Sen şimdi bize Rabb'inin zâtından söz eyle, O'nun
şahsiyetini tanımla?" dediler. Ra sıı Kil lalı onların bu sorularını o
anda cevaplandıramadi. Daha sonra Cebrail gelerek şöyle dedi: "Ey
Muhammedi De ki: "O Allah birdir; doğurmadı, doğurulmadı, hiçbir şey O'nun
dengi olmadı". O'nun kökü (ırkı, soyu) yoktur ki kendisinden parçalar, bölümler,
şubeler, kabileler meydana gelsin. O, sameddir; yani O'nda hiçbir boşluk
yoktur. O, ne yer ne de içer. Birisini doğurmadı, birisi tarafından
doğurulmadı; yani O'nun nisbet edileceği ne baba ve anası ne de kendisine isnad
edilebilecek çocuğu vardır. "Hiçbir şey O'nun dengi olmadı." ifadesi
de yaratıklarından hiçbir şeyin O'na denk olamayacağını; gökleri ve yeri yok
olmaktan yalnız O'nun kurtardığını anlatır".17
lbn Cerîr (Taberî),
lbn Abbas'm "Samed, kendisinde hiçbir boşluk olmayan varlıktır."1*
dediğini nakletmiş tir.
Yine aynı müellif
Mücâhid'den, Samed kavramının "kendisinde hiçbir boşluk bulunmayan,
zâtının mahiyeti hakkında konu-şulanıayan varlık" anlamına geldiğini
aktarmaktadır.19
Ebû Küreyb Mansur'dan;
Ebû" Nüceyh de -yine- Mücâhid'den benzer ifadeleri rivayet etmişlerdir.
lbn Beşşar da bu
konuda Hasen'den "kendisinde hiçbir boşluk olmayan şey"20 tanımını
aktarmaktadır.
Aynı haber, İbrahim b.
Meysere'den de şöylece nakledilmiştir: "Mücahid, bir keresinde beni samed
kavramının anlamını sormam için Sa'îd b. Cübeyr'e gönderdi. O bana şu cevabı
verdi: "Samed; kendisinde boşluk olmayan şey, demektir."21
Yine İbn Beşşar
Şa'bî'den "Samed yemek yemeyen kimse demektir."11 tanımını
nakletmektedir.
ismail de aynı haberi
"birsey yeyip içmeyen" sözleriyle aktarmıştır.
Gene İbn Bcşşâr Sa'îd
b. eMMüscyyeb'den "Samcd, 'kendisinde lüzumsuz fazlalık bulunmayan
varlık' anlamına gelir."23 görüşünü rivayet etmiştir.
el-Hüseyin,
Dahhak'tan: "Samed, kendisinde boşluk olmayan varlık manasmdadır".24
Daha başkaları bu
kavramı "kendisinden bir şey çıkmayan, varlık" olarak tanımlamışlar.
İkrimc, samed'i,
"kendisinden birşey çıkmayan yani doğurmayan ve doyurulmayan varlık"
diye tanımlamıştır".25
Tkrime'den aynı
ifadeyi îbn Beşşâr da rivayet etmiştir.26
Diğer sahabi ve
tabirler bu kavramı, 'doğurmayan, doğurul-mayan, ölmeyen ve kendisine mirasçı
olunmayan varlıklar' olarak tanımlamışlardır.27
Bazıları:
"Üstünlükte, sevk ve idarecilikte zirveye ulaşan efendi şeklinde
yorumlamış, samed kavramını.
Ebus-Saib, Şakîk'tcn
aynı ifadeyi aktarmış. Öte yandan A'meş, Ebû Vâil'den benzeri bir görüşü
rivayet etmiştir.[12]
Ben derim ki:
Keiime'nin türetiliş kuralı iki farklı görüş olan, "Samed, kendisinde
boşluk bulunmayan varlıktır" diyenlerle "efendi" anlamına
geldiğini söyleyenlerin görüşlerinin biraraya geldiğine tanıklık etmekledir.
Ren bunlardan birinci görüşün daha önemli olduğuna işaret ediyorum; çünkü
birinci görüş ikincinin aslıdır. Zira "Samed" kavramı sözlüklerde
"Kendinde boşluk bulunmayan şey" olarak tanımlanır. Nitekim bu
bağlamda Yahya b. Ebî Kesir "Melekler samed'dir; yani kendilerinde boşluk
bulunmayan varlıklardır. İnsanoğlu ise cevftir (kendilerinde boşluk bulunan
varlıktır." demiştir.
Az. Âdem'in yaratılışının
anlatıldığı hadiste28 İblis ondan
"Âdem ecvef bir
varlıktır (içinde boşluk vardır); samed (kendinde boşluk bulunmayan varlık)
değildir, "dîye sözetmektedir.
Ünlü lugatçı cevheri
de "el-Musammed" "musammet" anlamına gelen bir kelimedir.
Musammet ise "kendinde boşluk bulunmayan varlık" demektir. Aynı
kökten gelen "es-sımâd" kelimesi, "şişe tıpası"
"es-samed" kelimesi ise "katı (yoğun), yüksek mekan"
an!ammdadır."der.
Bu kelimenin
kökü" toplama ve güç" demektir. Mesela Arab-larm kullandıkları
"Yasmud'ul mâl""Malı topladı" anlamındadır.
"Seyyid"
kelimesi de bunun gibidir. Kökü "seyvidün"dür. "es-Sevâd"
ve "su'dcd" kelimeleri de toplama anlamına işaret eder. Mesela siyah
renk bakışı kendi üzerine toplar. Nitekim Cenâb-i Hak bir ayet-i kerimede
"Efendi (Seyyid) ve nefsine hâkim..." (Âl-i İmrân, 3/39) buyurmuştur.
Seleften çoğu
"seyyid" kelimesini "muttaki ve yumuşak huylu" anlamına
gelen "halım" kelimesi ile açıklamışlardır. Bu görüş el-Hasen, Sa'îd
b. Cübeyr, İkrime, Atâ, Ebu'ş-Şa'şâ1, Reb'î b. Enes ve Mukâtil gibi selefin
ileri gelenlerinden nakledilmiştir.
Ebû Ravk Dahhâk'ın bu
kelimeyi "ahlak güzelliği" olarak yorumladığını aktarmaktadır.
Salim Said b.
Cübeyr'in bu kelime iîe ilgili olarak "Seyyid, 'kendisini kötülüklerden
koruyan kimse, demektir. Bir insan güzel ahlakın tüm özelliklerini kendisinde
toplamadıkça insanların efendisi, sevk ve idarecisi olamaz." dediğini
nakletmiştir.
öte yandan seleften
bazıları "seyyid" kavramım "toplumunun öncüsü olan kimse"
diye tanımlamıştır.
Mesela İbn Zeyd
kelimeyi "seri"; Zeccâc, "iyilikte toplumuna üstün ve öncü olan
kimse"; İbn el-Enbârî: "Seyyid burada; başkan, hayırda öncü anlamını
içerir."; İbn Abbas İle Mücâhid "Rabb'İnc karşı iyi olan;" Saîd
b. el-Müseyyeb de "fakih ve alim kimse" şeklinde tanımlamışlardır.29
Ben derim ki: Hz.
Peygamber yitik eşyalarla ilgili sahih bir hadiste "...Sonra bulunan o
şeyin "ıfâs (kese) ve vikasını (keseyi bağlayan ip) tarif et!"^
buyurmuşlardır.
Hadiste geçen ıfâs31
kelimesi "içerisine para koyulan bez parçası') vikâ ise "o bezin
bağlandığı ip" anlamındadır. Bu kelimeler "şişe tıpası"
cinsindendir.[13]
1- İbn
Mes'ûd; Abdullah b. Mes'ûd Iı. Gafil, Ehû Abdurrahnıân el-Hüzelî. B;i7.;ın da
annesine nisbet edilerek İlin Ümnıii Abd olarak da anılır, ilk öne geçen sahabelerdendir.
İlk müslüman olup iki hicrete katılanlardandır. Rasiıliillah'la sürekli
birlikte olmuş sahabileıdendir. Mekke'de Kıır'an'ı açıktan okuyan ilk
sahabidir. Allah'ın kitabını en iyi ezberleyenlerdendir. Rasıılullah ondan
Kur'an dinlemekten hoşlanırdı. Resûlüllah başkalarını da buna teşvik ederdi.
Kur'an'ın tefsiri ile ilgili kendisinden en fazla görüş nakledilen sahabilerden
birisidir. Aralarında yaşadığı için Küfe ekolü tefsirde onun metodunu benimsemiştir.
32 (h) yılında vefat etmiştir. lîkz. Muhammed Hüseyin ez-Zehebî et-Tefsîr
vel-Müfessirûn, c. I, s. 83-88; El-îsâbe, c.II, s. 360-362; El-lstiâb, e II, s.
308-316; Tabakat-ü İbn Sn'd, c. III, s. 150, c. VI. Müellifin
"Saıncd" kelimesinin tefsiri ile İlgili îbn Mcs'ud'dan merfu olarak
nakledildiğini söylediği hadise rastlayamadım. Ne var ki onun bu görüşte
olduğunu İbn Kesir tefsirinde (c. IV, s. 570) işaret etmiş. Taberî de bu hadisi
kaydetmiş. Öte yandan İbnul-Cevzî, Kurtubî ve Hâzin gibi tefsirciler de bu
görüşü ona nisbet etmemişlerdir.
2- Müsned,
c. V, s. 134; Tirmizî, c. V, s. -151; Beyhâkî hadisi mürsel olarak tahriç etme-
yi tercih etmiş Şuab
ül-İman, h. no: 98. Hadis tam metni ile ilerde gelecek.
3- Hadis mevkuf olarak gelecek, merfu olarak
rivayet edilmesi meselesine gelince,
Ibnü'l-Cevzî
Tefsirinde İm görüşü, İbn Abbas aracılığı ife Resûlullah'tan zikretmiş. Hadisi
kimin falıriç eniğini bulamadık. Aynı rivayeti Hafız el- Heysemî
Mecma'uz-Zcvâid adlı eserinde zikretmiştir.
4- Buhâri bu
görüşü Sahih'inde Ebû Vâil'den nakletmiş. Öte yandan İbn. Hacer şöy-
le der: El-Faryâbî bu
görüşü A'nıcs aracılığı ile yine ondan nakletmiş. Aynı şekilde Asını Ebiı
Vâii, aracılığı ile İbn Mcsûd'u da, bu görüşü benimseyenler arasında
zikretmiştir. (Fethul-Barİ, \1II, s. 740) Hu haberi aynı zamanda İbn Asım
es-Sünnc, cî, s. 299'da talırİc etmiş, el-Al bani şöyle der: Bu haberin İsnadı
hasen-dir. Aynı haberi, Ebu Va'il'in görüşü olarak İbn Nenır Vckî'den; İbn
İdris A'meş aracılığı ile yine ondan nakletmiş. Hadisin ravileri sağlam
ravilerdir. Taberî de bu haberi tahriç etmiş (c. XXX, .s. 346); Beyhaki El-Esmâ
Ves-Sıfaî, s. 79 Başka bir rivayet kişiki ile A'meş'ten her iki rivayette
adları geçen raviİerin tamamı güvenilir kimselerdir.
5- Taborî,
Tefsir, c. XXX, s. 3<16, Ali b. Davûd el-Kantari'den, Beyhâkî, el-Esmâ
ve's-Sı-
fat, s. 78, Osman h.
Said, ed-Dârenıî'den. Her iki ravi de salih kimselerdir. Hadisin senedinde
herhangi bir sakınca yoktur. Aynı haberi İbn Kesir, Tefsirinde Se-j- nedsiz olarak zikretmiş: (c. IV, s. 570i
6- Cer ir
et-Taberi, Tefsir c. XXX, s. 346. Taberi buna benzer bir
görüşü yine Rebî b.
Enes vasıtasıyla
Ebu'I-AI iye'd en nakletmiş.
7- Bu haberin senedi, ravileri arasında Ömer b.
Abdullah'ın zayıf olması nedeniyle
zayıftır. Aynı haberi
Taberi Tefsirinde Muhammed b. Ömer aracılığı ile İbnu'r-Rnmî'den kaydetmiş: c. XXX,
s. 345. İbn Kesir de aynı haberi nakletmiş, ancak şöyle bir değerlendirmede
bulunmuş: Bu garip bir durumdur doğrusu. Doğru olan bu haberin Ali İbn-İ
Büreyde'den nakledilmiş olmasıdır. c.IV, s. 570 Tabera-nî ve el-Heysemî de aynı
haberi almış el-Heysemİ, Mecmâu'z-Zcvâid, c. VIJ, s. 114. El-Heysemî de haberin
senedinin zayıf olduğunu söylemiştir.
8- İsnadı Sahih bir haberdir, Taberi aynı haberi
tefsirinde (c. XXX, s. 344) aynı yolla
nakletmiş. Öte yandan
îbn EM Asım da nakletmiş bu haberi es-Sünne'sinde (c.l, s. 300) ancak onun
kaydında "el-Musamat" kelimesi yoktur.
9- Hafs b.
Ömer el-Aden'in zayıflığı nedeniyle haberin senedi zayıftır. Ancak öğrenci-
si Ebu Abdullah ei-Tccrânî
sağlamdır.
10- İsnadı
sahihtir. Taberi de rivayet etmiş aynı haberi (XXX, s. 345}; İbn Ebi Asam, es-Sünne, es. I, s. 302;
Beyhaki el-Esma ve's-Sıfât, s. 79.
11- Bu haber
İmam Ahmed tarafından da rivayet edilmiş Beyhaki de Şııab'ul-İman s.
98'de tahriç etmiş
aynı haberi.
12- Haber
zayıftır. Havilerinden Ebu Sa'd es-Sağani, -adı Muhammed b. Müyessirdir-
zayıftır. Diğer râvî
Ebû Ca'fer er-Râzî doğru sözlü bir kimsedir. Ancak ezberi kötüdür. Aynı haberi
er-Vahidî, "Esbâbûn-Nuzül" adlı eserinde, Ebu Said es-Sağa-ni'den
kaydetmiş. Zehebî el-Mizân, c. IV, s. 52'de, Ebû d'fer'in biyografisini anlatırken
zikretmiş.
13- Hadisin senedi zayıftır. Ebû Abduflah
Muhammed b. Mûsâ b. Nefi leyyin; Ebû Halef Abdullah b. İsa ise zayıftır.
14- Bkz.
Taberi Tefsiri c. 80, s. 342.
15- Bkz.
age, c. XXX,
s. 342-343. Haberin senedi zayıftır. Zira
Taberi'nin üstadı Muhammed b. Humeyd er-Razi'yi birçok kişi zayıf olarak
nitelemiştir.
16- İbn Humeyd'in zayıf, Muhammed b. İshâk'ın
müdelles olması nedeniyle hadis zayıftır. Ayrıca bkz. Taberî tefsiri c..XXX, s.
343 Bu haberin Suyutî İbn'ul-Münzi-re nisbet etmiştir, bkz. ed-Durı'ul-Mensûr,
c. VIII, s. 67].
17- Hadisi
rivayet edenlerden Yahya b. Abdullah el-Râbilet'inin zayıf olmasından do-
layı hadisin senedi
zayıftır. Aynı hadisi el-Azame'de Ebû Şeyhe kulhüvellahû Ehad'ın faziletinde
Ebubekir es-Semerkandi'ye nisbet etmiştir. (ed-Dnrrul-Men-sûr,c.VUI,s.67O.)
18- Hadisin senedi zayıftır. Bkz. Taberi Tefsiri,
c. XXX,
s. 344. Ayrıca İbn Ebû Asım, 'es-Sünne,' c, I, s. 301;
Beyhaki, el-Esma ves--Sıfat, s. 78.
19- Bu
hadisin senedi de zayıftır; bk. Taberi Tefsiri, c.XXX,s. 344.
20- Haberin isnadı sahihtir. Taberi c. XXX, S.
345; İbn Ebu Asım aynı sahih senedle nakletmiş. es-Sünne, c. I, s. 301.
21- Hadisin
senedi sağlamdır. Yine aynı kaynaklara başvurulabilir. Ancak Albanî ha-
dİsin senedini zayıf
olarak nitelemektedir, c.l, s. 302.
22- İsnadı
sağlam olan bu hadis de Taberî tarafından kaydedilmiştir.
23- Bu
hadisin senedinde adı geçen ravilerden bazıları zayıftır, bkz. Taberi c.XXX, s.
345; İbn Ebû Asım 'Sünne', c.l, s. 301.
24-27- Tüm
bu rivayetler Taberi tefsirinde zikredilmektedir. Bkz. c. XXX, s. 345 vede-
vaııı eden sayfalar.
28- ün hadis
daha uzun bir şekilde Taberi tefsirinde anlatılmış, c. I, s. 203; Heyhnki
'cl-Esmâ ves-Sıfat' s. 357'cİe aynı hadisi İbn Mes'ud ve îbn Abbas'laıı zayıf
senetle nakletmiş.
29- u
rivayetlerin kaydedildiği kaynaklar için bkz. jbnul-Cevzî, Tefsir c. I, s. 383;
Ta-lıcrî, c.III.s. 254.
30- Bııbari, Ki kata, c. III, s. 93-45;
Kitâb-ul-ilim c. I, s. 31; Kitab-uş-Şurb vel-Muka-sât, c. MI, s. 79.
Kitâb-ud-Talâk, c. VII, s. 174; Kitâb-ul-Edeb, c. VII, s. 98; Müslim, k.
Lükata, c. II, s. 1346-!349; Zeyd b. Halid cl-Ciihenî'den Ebû Davııd K.
Ui-kaia, c. III, s. 331. Tirmizi el-Alı kânı, c.II, s. 295, Tu life. İbn Mâce,
K. Üikâtâ, c.II, s. 836, h. no: 2504-2507. Malik cl-Muvatt'a s. 757k; Alımed,
el-Miisned, c. 4, s. I 16-117.
31- lbn'ü!-Esîr en-Nihâyc, c. III. s. 262'de
el-Ifâs kelimesini şöyle açıklıyor; deri bez vb. malzemelerden yapılan
içerisine yiyecek ve saire konulan kab, bir çeşit çıkın.
Yüce Allah şöyle
buyurdu: "Ey Muhammedi De ki: "O Allah birdir; Allah sameddir".
(Ihlâs, 112/1-2) Burada "sa-med" kelimesinin başına lâm harfi
getirildiği halde "ehad"kclimesininkine getirilmemiştir. Sebebine
gelince müsbet manada tek olarak Allah dışında hiçbir varlık, bir isim veya
sıfatla tamamlanmadan yalnız başına "chad" diye isimlendirilemez.
Ancak olumsuzluk ve benzeri şart ve soru (istifham) anlamları içermesi hâli
bunun dışındadır. Örneğin "Yanında biri var mıdır?" veya "Senin
tarafından biri geldiğinde ona ikramda bulunurum" denilebilir. Bunun
dışında kelime mutlak sayı sayma sırasındada tek başına kullanılabilir. Mesela
bir, iki ya da onbİr, yir-mibİr... denilebilir. Haftanın günlerinin birincisine
(pazar) de "ehad" (ilk gün) denilir. Haftanın günlerinin bu şekilde
sayılması -en doğru görüşe göre- Kur'an'in ve sahih hadislerin işaret ettiği
gibi, Cenâb-ı Hakk'm gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları yaratmaya
o gün başlamasından dolayıdır.
Şahinliğinde ittifak
edilen bir hadis-i şerifte Rasûlüllah'ın (s.a) şöyle buyurduğu tesbit
edilmiştir:
Miihhıkatın en son
yaratılanı Hz. Âdem'dir ve Cuma günü yaratılmıştır.1
En son yaratılan
varlık Cuma günü halkcdilmiş olduğuna göre ilk mahlukun (ilk yaratma
eyleminin) yaratılma işlemi birinci gün gerçekleşmiştir; çünkü Cuma günü
haftanın altıncı günüdür.
Müslim'in naklettiği
aynı konuyla alakalı hadiste "AUah toprağı (yeryüzünü) Cumartesi günü
yarattı."1 ifadesine gelince bu hadis, sıhhati, Buhârî ve diğer ünlü
muhaddisler tarafından eleştirilen İlletli bir hadistir. Sögclimi Buhârî bu
hadisin "Ka'b üzerine mevkuf olarak sahih" olduğunu söylemiştir.3
Beyhakî de hadisi aynı şekilde illetli sayarak eleştirmiştir. Bu muhaddisler
hadisin yanlış olduğunu, Ebû Hureyre'nin (r.a) Rasûlüllah'tan (s.a) naklettiği
hadislerden olmadığı, Müslim'in böyle bir hadisi rivayet etmesinden ötürü
yadırgandığını açıklamışlardır. Nitekim Müslim, bu tür basit haberleri tahric
etmesinden dolayı, başka konularda da eleştirilmişti. Bu mesele başka yerlerde
genişçe izah edilmiştir.
Bu haberi,
Ebu'l-Ferec, îbn el-Cevzî, "...Arzı (yeryüzünü) ilk günde yaratan..."
(Fussılet, 41/9) ayetini yorumlarken zikretmişlerdir.
Öte yandan İbn Abbas5
"Allah arzı -yeryüzünü- birinci (pazar) ve ikinci (pazartesi) günleri
yarattı." demiştir. Abdullah b. Selâm6, Dahhâk, Mücâhid7, İbn Cerîr,
Süddî* ve birçok selef ulemâsı da böyle söylemişlerdir. Mukâtil ise salı ve
çarşamba (3. ve 4. günler) demiştir. İbn'ül-Cevzî bu biigiyi verdikten sonra
"Nitekim bu konuda Müslim, Ebû Hıırcyre'den "Allah yeryüzünü
Cumartesi günü yarattı." hadisini kaydetmiştir." diyor.
tbn'ül-Cevzî bundan
sonra "Bu hadis geçmiş hadis'e aykırıdır." dediği halde, Müslim
tarafından rivayet edildiği için sahih kabul etmiş ve sıhhatini onaylamıştır.
Oysa Müslim yanlış olduğunu bilmesine rağmen buna benzer başka hadisler de
rivayet etmiştir. Örneğin; Ebû Süfyan'ın Rasûlüllah'a "Seni (kızım) Üm-mü
Habîbe ile evlendirmek istiyorum."9 demesini müslüman oluşuna bağlayan
rivayet bunlardan biridir. Halbuki Ebû Süfyan'ın müslüman olmasından önce
gerçekleştiği hususunda ilim adamları arasında ihtilaf yoktur. Şurasını da
belirtelim kİ Müslim'in kaydettiği bu türden hadisler oldukça azınlıktadır.
Buna benzer bir hadis
yine Müslim'in bazı yollardan kaydettiği, güneş tutulması sırasında, Allah
Rasûlü'nün üç rükulu dört rekat namaz kıldığına dair rivayetidir.10 Doğru
olansa tek rükulu iki rekat kıldığıdır. Bu yüzdendir ki Buharı yalnızca bu
hadisi kaydetmeye değer bulmuş; İmanı-Şafiî de aynı doğrultuda hareket
etmiştir.
Ahmed b. Hanbel'in
Şafiî'den yaptığı nakillerden birinde de böyle İfade edilmiştir.
Buhârî, bu tür
hadisleri kabul etmiş; zira o bazı rivayetlerde, birtakım yanlışlıklar çıkması
halinde yanlış yapanın yanlışlığını ortaya koyan sağlam nakiller zikretmiştir.
Çünkü o, hadis konusunu ve illetlerini en iyi bilen, manalarını Müslim'den ve
diğer muhaddİslcrden daha iyi anlayan bir hadisçi idi.
Öte yandan
İbn'ül-Ccvzî başka bir yerde bu görüşün îbn İs-hak'a ait olduğunu, ve
İbn'ül-Enbârî'nin "Bu görüş, ilim ehlinin ittifak ettiği doğru bir
görüştür." dediğini zikretmiştir.11
Yaratılışın başlangıcı
ile ilgili aynı kaynakta, üçüncü bir görüşten daha sözcdilmîştir; ki bu görüşe
göre yaratılışa, birinci gün (Pazar) değil, ikinci gün (Pazartesi)
başlanmıştır. İbn'ül-Ccvzî, bunu İbn İshâk'ın söylediğini aktarmıştır; ki bu
bir çelişkidir. Kendisi, bu görüşün aynı zamanda hıristiyanlann da görüşü
olduğunu söylemektedir. Bir başka iddiaya göre .ise "yaratılışın birinci
günden başladığı" görüşü, yahudilere aittir.
Bu görüşün
hırisliyanhıra ait olduğu rivayeti gibi bu konuda İslam alimlerinin görüş
birliğine vardıklarını aktaran nakii de yanlıştır. Bu durumda hırıstiyanlar
adeta bütün ümmetlerin, Allah'ın evreni yarattığı, haftanın yedinci gününü
(Cumartesi) bi-raraya gelme günü olarak kararlaştırdıklarını sanmışlardır. Oysa
bu yanlış bir sanıdır; çünkü müslümanlann biraraya gelme günü, Allah'ın
kainatı yarattığı en son gün olan Cuma günüdür.
Bunun böyle okluğu,
birçok sahih had isle sabâ olmuştur,
Buruda anlatılmak
islenen şudur: "Ehad" kelimesi ile -miisbet aniamda- Allah'tan başka
hiçbir varlık niıelcncmez. Ancak olumsuzluk ifade eden durumlarda Allah'tan
başka varlıklarda bu kelime ile nitelendirilebilir. Mesela lugalçılara göre
"Evde hiç kimse yoktur." diyebilirsiniz; ama "Orada biri
vardır," diyemezsiniz. Bundan dolayıda, cevap vermenin dışında böyle bir
ifade kesinlikle kullanılmamıştı]-; şu ayetlerde olduğu gibi:
Sizden hiçbir kimse
buna engel olamazdı. (Hakka, 69/47) (Ey Peygamber'in kadınları!), diğer
kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. (Ahzâh, 33/32)
Ve müşriklerden bîri
eman dileyip yanına gelmek islerse, onu yanına al ki... (Tevbc, 9/6)
İçinizden birinizi
şehre gönderin! (Kehf, İS/19) İkisinden birine İki üzüm bağı vermiştik! (Kchf,
18/32)
"Samcd"
kavramına gelince, daha önce de değinildiği gibi lu-gatçılar bunu yaratıklar
hakkında da kullanmışlardır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ "Aîlâhü
samedün" değil de eîif-lâm (iâm-ı ta'rif) ile "AllârTüs-sanıcd"
buyurmuştur. Bununla "samed" olmaya layık varlığın başkası değil
yalnızca kendisi olduğunu vurgulamıştır; çünkü samediyet sıfatı, nisbet
edildiği varlığın, yetkinliğin zirvesinde olmasını gerektirmektedir. Evet,
mahlukal bazı açılardan samediyet şifalına sahip olsalar bile, gerçekte bu
sıfat onlardan uzaklaştırılmıştır; çünkü yaratılan bir varlık ayrışma)'! ve
parçalanmayı kabul eder ve aynı zamanda başka varlıklara da muhtaçtır. Zira
Allah'ın dışında kalan tüm varlıklar her yönden O'na muhtaçtırlar. Allah'ın
dışında, bütün şeyler kendisine muhtaç olup dil kendisi hiçbir şeye muhtaç
olmayan başka bir varlık yoktur. Bunun gibi, yaratılmışlar arasında ayrışmayı
ve parçalanmayı kabul etmeyen hiçbir varlık yoktur. Sânı yüce Allah İse
hakkında böyle bir yakıştırma caiz olmayan, samed sıfatına sahip bir
varlıktır; zira samediyet sıfatının hakikati ve kemali O'nuıı için gerekli ve
zorunlu olur. Kendisinde samediyet sıfatının bulunmaması, teklik özelliğinin
ikiliğe dönüşmesi gibi caiz ve de mümkün değildir. Ihiâs suresİ'nin sonunda
buyurulduğu üzere "Allah tektir; şeylerden (varlıklardan/
yaratılmışlardan) hiçbir şey, hiçbir açıdan O'nun dengi ve benzeri
değildir." "Hiçbir şey O'nun dengi olmadı".
Görüldüğü gibi surenin
bu bölümünde olumsuzluk edatı kullanılmıştır. Bununla da "Şeylerden
(varlıklardan/ yaratılmışlardan) hiçbir şey, hiçbir açıdan O'nun dengi
değildir; çünkü O tektir" denilmek istenmiştir.
Hz. Peygamber -üzerine
selam olsun- bir keresinde "Sen bizim seyyidimizsin" diyen birine
"Asıl seyyid Allah'tır" karşılığını vermişlerdir.12
Ayette geçen
"ehad" ve "samed" kelimeleri Allah Teâlâ'nın bir başkasını
doğurmamış ve bir başkası tarafından doğurulmamış" olduğuna, "hiçbir
şeyin O'nun dengi olmadıği"na işaret eder; çünkü samed, "kendisinde
bir boşluk ve lüzumsuz fazlalık bulunmayan varhk" demektir. Ona dışardan
hiçbir şey giremez. Ne birşeyyer ne de içer. Nitekim Cenâb-ı Hak bir ayet-i
kerimede bu durumu şöyle ifade etmektedir:
De ki: "Gökleri
ve yeri yoktan var eden, yedirip doyuran; fakat kendisi yemeyen, beslenmeyen
Allah'tan başka dost mu tutayım?" (En'âm, 6/14)
Dİger bir ayette ise
şöyle buyurmaktadır:
Ben cinleri ve
insanları, yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım. Ren onlardan rızık
istemiyorum, beni doyurmalarını da İstemiyorum. (Zâriyât, 5Î/56-57)
Melekler de Allah'ın
yaratıkkırındandır. Onlar da yememek-ri ve İçmemeleri nedeniyle sameddirlcr.
Ama onların yaratıcısı, hiçbir şeye muhtaç olmama hususunda, elbette onlardan
daha üstün bir konuma ve değere sahiptir. Bu nedenledir ki selef alimlerinden
bazısı, samed kelimesini "yemeyen ve içmeyen varhk" olarak
açıklamıştır.
Ayrıca samed,
kendisinde hiçbir boşluk bulunmayan yoğun bir varlıktır. Bu nedenle de ondan
gözle görülür varlıklardan hiçbiri ne çıkar ne de doğar. Yine bundan dolayıdırki
seleften bazıları onu: "kendisinden birşey çıkmayan varlık" şeklinde
tanımlamıştır: Bundan maksatları da söz söyleme konusunda, sözün O'ndan
çıktığı söylense bile. Allah'ın konuşamaz olduğunu söylemek değildir. Nitekim
bir hadisi şerifte "Allah'ın kuUarı O'ııa O'mi cin çıkan şeyden daha üstün
birşeyle yaklaşamazlar."li buyu-rulmuştur; ki bundan maksat Kur'an'dır.
Nitekim Hz. Ebû Bckr,
Müseylemet'ül-Kezzâb'm uydurduğu şeyieri/hezeyanlan dinlediğinde "Bu söz
ilahtan çıkmamıştır."1'1 demişti.
Kelâmın mütekellimden
çıkması, onun o kelimelerle konuşması ve o sözlerin kendinden dinlenmesi ve
başkasına ulaştırılmasıdır. Cehmİye15 ekolü mensublannın dediği gibi
"O'nun dışında bir mahluk" değildir. Ayrıca bu, "varlığını
O'nunla birlikte sürdüren herhangi bİrşeyin O'ndan ayrılması, O'ndan bir başkasına
intikal etmesi" anlamında da değildir; çünkü yaratılmışların
niteliklerinde, sıfatın yerinden ayrılıp, yerinin dışına aktarılması mümkün
değildir. Yaratılmışların niteliklerinde (sıfatlarında) durum böyle ise sânı
yüce yaratıcının sıfatlarında böyle birşey nasıl olabilir?
Yüce Allah
yaratıkların kelâmıyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
...Ağızlarından ne
büyük söz çıkıyor; onlar yalandan başka birşey söylemiyorlar. (Kehf, 18/5)
Ayette sözü edilen
kelime, konuşanla birlikte vardır ve ondan dinlenilir. Kelime konuşanın
kendinden çıkıp söz onun kişiliği sayesinde varlık kazandıktan sonra, ayrılıp
bir başkasına intikal etmiş değildir. Herşeyin çıkışı kendi ölçüsüne göredir.
Bilgi ile sözün özelliği, bilginden ve konuşmacıdan yararlanıldığında
ek-sîlmemesidir. Bu nedenle de bu kavramlar (söz ve bilgi), herkesin aydınlığı
kendisinden alıntıladığı ışığa benzetilmiştir. Herkes aynı ışıktan payına düşen
aydınlığı (parıltıyı) aldığı halde bu tek ışık kaynağı kendi durumunu
(varlığını) aynıyla korur. Buna göre seleften bazılarının "samed"
kavramım "kendisinden birşey çıkmayan varlık" olarak tanımlamalar!
doğrudur. Bunun anlamı "Onun zâtından kesinlikle hiçbir parça kopmaz,
ayrılmaz"dn\ Bu nedenledir ki, bu niteliği kendisinde bulunduran zâtın bir
başkasını doğurması ve başkası tarafından doğurulması imkansızdır; çünkü doğma
ve doğurulma gibi kavramlar ancak İkİ teme! öğenin biraraya gelmesiyle varlık
ve gerçeklik kazanır. Sözgelimi kendi nefsi ile "asıl" olarak varlık
kazanan (kâim -bİ nefsihâ ayn) birşeyİ ele alalım; böyle bir varlık için,
kendisinden birşeyin çıkması kaçınılmazdır. Buna karşılık başka biri sayesinde
olarak varlık kazanan birşeyinse mutlaka varlığını sürdürebileceği bir yere
ihtiyacı vardır. Bunlardan birincisini, Allah Teâlâ İhİâs süresindeki
"ehad" sözü çürütüp -eddeder; zira "chad" sıfatı ile
nitelenen zâtın dengi ve benzeri yoktu:: Bu nedenle de onun bir eşinin olması
imkansızdır. Oysa doğına olayı ancak iki şey arasında gerçekleşir. Bu konuda
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
...O'nun çocuğu nasıl
olabilir ki; kendisinin bir eşi yoktur; herşeyi O yaratmıştır ve O, herşeyi
bilendir. (En'âm, 6/101)
Ayette, şâm yüce
Allah'ın, kendisi için zorunlu (lazım) olmasının imkansızlığı nedeniyle, kendisine
yapılan "çocuk edinme" isnadını reddettiğini görüyoruz; zira zorunlu
olanın olumsuz-îanması, kendisi için o şeyin zorunlu kılındığı varlığın da
olum-suzlanması demektir. Oysa Allah herşeyin yaratıcısıdır. Kendisi dışında
kalan herşey O'na ait yaratılmışlardır ve onlar arasında kendisinden doğan
hiçbir şey yoktur.
İkincisini yine Ihlâs
suresinde geçen, Allah'ın "samediyet" sıfatı olumsuz kılar. îki
temel öğenin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu şey, iki temel unsurdan
ayrılmış iki parça ile var olur. Tıpkı canlıların ebeveynlerinden ayrılan birer
parça ile, anne ve babalarından meydana gelmeleri gibi. Bu meydana gelme olayı
için de kendisi
dışında bir başka temel unsurun; iki temel unsurdan mutlaka birşeyin çıkması
gerekir. Bütün bu oluşumlar ise şanı yüce Allah hakkında mümkün değildir;
çünkü surede de ifade edildiği gibi O "ehad"dır; hiçbir şey O'nun eşi
ve benzeri değildir. O, kendisinden birşey çıkmayan "samed" sıfatı
ile muttasıftır. Her tek'in tek olması ve tek olan varlığında "samed"
sıratına sahip olması onun bir babasının bulunmasını ve öncelik yöntemiyle
doğurulmuş olmasını imkansız kılar.
Öte yandan
canlılardaki üreme (meydana gelme) oîayida ancak iki temel unsurun varlığıyla
gerçekleşir. Bu iki temel unsur yeni doğan şeyler ister aynı cinsten -kİ bu
birbirinden doğup üreye n canlılardır- isterse de başka bir cinsten -ki bu da
meydana gelendir- olsun; durum değişmez...
Canlı varlıklar
dışında kalanlarda da hal böyledir. Sözgelişi ateş ancak iki tutuşturucu
maddenin bileşiminden meydana gelir. Bunların odun -taş, odun- demir ya da
başka ikişey oiması, sonucu değiştirmez. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
Ve yemin olsun,
tırnaklarıyla yerden ateş çıkaranlara!" (Âdiyât, 100/2)
Yaktığınız ateşi
gördünüz mü?
Onun ağacını siz mi
yarattım*/:, yoksa yaratan biz miyiz? Riz o çıkmak ateşini bir ibret ve çölden
gelip geçenlere bir yarar yaptık. (Vakfa, 56/71-73)
(İnsan) kendi
yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: "Şu çürümüş kemikleri kim
diriltecek?" dedi.
De ki: "Onları
ilk defa yaratan diriltecek, O, her yaratmayı bilir. O ki size yeşil ağaçtan
ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz. (Yasın, 36/78-SO)"
Birçok tefsirci bu son
ayette geçen "yeşil ağaç" kavramını şöyle açıklamıştır: "Bunlar
"marh" ve "afâr" denilen iki ağaçtır. Ateş çıkarmak isteyen
kimse bunlardan birer dal keser. İkisi de yemyeşil olduğu ve sulan damladığı
halde marh, erkek gibi, dişi konumundaki "afâr"a sürtülür.
Böylelikle bu iki odun parçasından -Allah'ın izniyle- ateş çıkar. Arablar
"Her alıçta ateş vardır; en değerlisi de marh ve ajı'ır ağa eni ir
"(6) derler.
Öte yandan kimileri de
"asma dışında bütün ağaçlarda ateş olduğu"nu söylerler.
"Siz ondan
yakıyorsunuz." (Yasin, 36/80). İşte bu, onların ateş tutuşturucuîandir.
Cevheri ile diğer
lugatçılar ise kelimeyi şöyle tanımlamışlardır; "Zİnd, kendisi ile ateş
çıkarılan bir çakmak aracı olup üstle bulunur. Bir de "zinde" vardır
ki altta yer alır ve bunda bir delik vardır, bu ncdenlede dişidir. Bunlar
biraraya geldiklerinde ikisine birden "zindan" denir".
Bazı dil uzmanları da
bu hususta şöyle demektedirler: "Arablar, canlılarda erkeğin dişiye
yaptığı gibi, erkek konumundaki tu-tuşturucuyu dişi konumundaki delik
tutuşlurucuya sürtüyorlardı. Bu sürtme sonucunda kıvılcımlar, yani erkek ve
dişi maddelerden ateş meydana geliyordu; tıpkı kadın ile erkeğin biraraya
gelen üreme hücrelerinden çocuğun meydana gelmesi gibi.
Dişi ile erkeğin
birbirine dokunması ve sürtünmesi her ikisinde de sıcaklığın yükselmesine
neden olur. Sözkonusu iki maddenin birbiri içerisine girip çıkmasıyla da ateş
meydana gelir. Nitekim erkeğin cinsel organı çarpma hareketi iie dişinin
cinsel organına sürtünerek girip çıkar ve bu sürtünme, dişi ve erkeğin hararetini
yükseltir. Böylece bu İç içe girip çıkma sonucunda birbiriyle karışan menî maddesinden
(sperma ile yumurta hücresi) çocuk meydana gelir.
Aslında ateş,
kendilerinden çıktığı iki tutuşturucu madde (çakmak) cinsinden değildir. Sadece
-canlıların su ve çamurun bileşiminden meydana geldiği gibi- bu iki maddenin
biraraya gelmesinden meydana gelmekledir.
Canlılar üreme
açısından ikiye ayrılır. Birincisi birbirinden türeyen, cinsel üreme yoluyla
meydana gelen canlılar: Bunlar insan, hayvanlar ve bunların dışında kalıp da
bîr dişiyle erkeğin birleşmesinden meydana gelen diğer canlı varlıklardır.
İkincisi ise meyve ve sirke sularından meydana gelen canlılardır. Örneğin bil
insan derisinin kirinden; fare, pire ve diğer haşereler de su ve topraktan
meydana gelir.
İnsanlar Allah'ın
yarattığı canlılar, bitkiler, madenler, yağmur, çakmak maddelerinin
sürtüşmesiyle meydana gelen ateş ve diğer varlıklar konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Spermanın (alaka) embriyoya, embriyonun da bir çiğnem et
parçasına dönüştürülmesi gibi bir cins de başka bir cinse bu varlık türlerinin
özü (cevheri, aslı) değişime uğrayarak mı dönüşür?
Ya da bir değişim ve
dönüşüm sözkonusu değil de bunlar yalnızca araz (bir başka şeyle birlikle var
olan ve varlığı geçici) şeyler midir?
A'yân (asıî, kök) olan
varlıklara gelince; bunlar tözdür, (cevher). Temelleri sürekli olup değişmez;
niteliklerinde ancak öğesinin bira raya gelmesiyle değişiklik meydana
getirilebilir. Bu dört ögc de şunlardır: 1) İçtimâ (birleşme), 2) İftirak
(ayrılma), 3) Hareket, 4- Sükûn (durma).
Burada da iki görüş
vardır:
1- Bazıları
cisimlerin mürekkeb olduğunu söylemişlerdir. Bu terkib ya kelâmciîarının
çoğunun dediği gibi bölünmeyi kabul etmeyen tek tek cevherlerin (kökü
değişmeyen varlıklar) ya da MuHczile'nin önde gelen isimlerinden en-Nazzam'm
dediği gibi, sonsuz ezelî cevherlerin bireşiminden meydana gelir.
Cisimlerin lek
cevherlerden mürekkeb olduğu görüşünü sa-vununlar şöyle derler: "Yüce
Allah kendi zâtı İle kâim birşey meydana getirmez; yalnızca olan varlıkları
meydana getirir. Araz varlıkların oluşumunu sağlayan unsurlar ise içtimâ,
iftirak, hareket ve sükûn ile arazlar kategorisine giren diğer
varlıklardır".
Bunlardan, cevherlerin
muhdes (sanradan yaratılmış) varlıklar olduğunu savunanlar tezlerinin
gerekçelerini şu şekilde açıklamışlardır: "Allah başta bu tür varlıkları
yarattı. Daha sonra meydana getirdikleri ise tümüyle araz olarak meydana
getirilen varlıklardır. Bu başlangıçtan sonra Allah artık cevher niteliği taşıyan
varlıklar yaratmadı". Bu Mu'lczile, Cehmİyc, P.ş'ariye vb. itikadî
mezheblerin çoğunun benimsediği görüştür. Bu mczheble-rin Önde gelen isimleri,
bu görüşün müslümanlara ait olduğunu savunarak, lüm müslümanlarm üzerinde
ittifak ettiğini söylerler. Halbuki ümmetin geçmiş (selef) alimlerinden ve
cumhur-1 ulemasından hiç kimse böyle birşey söylememiştir. Aksine cıımhûr-ı
ulema, hatta kelâmcılardan bir grup tek cevher (atom) ve cisimlerin
cevherlerin bireşiminden meydana geldiği (terkibi olduğu) görüşünü
reddetmişlerdir. Sözgelimi keîâmcıların önde gelen isimlerinden İbn Küllâb ile
taraftarları bunlardandır. Bunu, İbn Küllâb'm makalelerini derleyen Ebû Bekr b.
Fürek "Musan-neP'inde zikretmiştir. Yine Eş'arîler arasında bu görüşe
karşı çıkanlar da vardır.
Tek cevher tezini
reddeden ekoller arasında: Hâşimiye, Daı-râriye, Kerrâmiye'nin çoğu ile
Neccâriye'de vardır.
"Cisimler tek cevherlerin
bileşiminden meydana gelen varlıklardır." tezini benimseyenlerin en
meşhur görüşleri, cevherlerin birbirine benzeyen (homojen) varlıklar olduğudur.
Bunların çoğu şu tezi savunurlar: "Cisimler birbirlerinin benzeridir
(müte-cânîs, homojen); çünkü birbirlerine benzeyen cevherlerin bileşiminden
(terkib) meydana gelmiş, ancak arazların değişikliğinden dolayı bilahere
farklılaşmışlardır. Onlardaki bu değişken sıfatlar, kendileri için mutlaka
gerekli (lazım) nitelikler değildir; bu nedenle de benzeşmeyi engellemez.
Birbirine benzeyen iki varlıktaki, ölçü, biri için caiz olanın, diğeri için de
caiz, biri için zorunlu vacib olanın diğeri için de zorunlu ve birisi için
imkansız olanın diğeri için de imkansız olmasıdır. Bu yüzdendir ki yine
"Cevherler homojen yapıya sahip varlıklardır ve bu nedenle de onlardan
herhangi biri için caiz olan diğeri için de caiz, herhangi biri için zorunlu
olan diğeri içinde zorunlu, herhangi biri için imkansız olan diğeri için de
imkansızdır." derler.
Cevherlerin bileşiminden
meydana gelen cisimlerde de durum aynıdır. Bundan dolayıdır ki kclâmcılar bir
cisim için bir yargıyı kanıtladıklarından: "Cevherlerin homojenliği
yasasına binâen bu hüküm lüm cisimler için geçerlidir." derler. Oysa ileri
görüş sahibi kimseler bu düşünceyi reddetmişlerdir. Hatta kendi içlerinden
derin anlayış sahibi bazı düşünürler dahi cevherlerin homojen olduğu hususunda
getirdikleri delilleri çürütürler. Bunun böyle olduğunu Râzî, Âmidî ve diğer
mütefekkirlerde söylemekledirler. Bu mevzuda söz hay]İ uzundur.
Öte yandan
El-Eş'ârî'de"Kilâb'ül-İbânc"adh eserinde "cisimlerin homojen
olduğu" görüşünü "Mu'tezile'ye ait çürütülmüş bir düşünce"
olarak tanımlamıştır.
Onlar "Allah,
homojen ikî cisimden birisini arazlarla tahsıs-lar, salt dilemesi ile diğerini
değil." Bu düşünce Cehmiye'nin temel tezlerine, ya da Kaderiye'nin
savunduğu başka anlamdaki bir düşünceye dayanır. Onlar derier ki:
"Cinslerin değişim ve dönüşüm geçirmeleri imkansızdır. Ne cisim araza, ne
de arazların bileşiminden meydana gelen cins başka bir cinse dönüşür".
Eğer bu sözleri ile "Cisimler yaratılmış varlıklardır, yaratılmış her cins
de diğer bir cinse dönüşebilir." demek istiyorlarsa bu ifade, türlerin
birbirlerine dönüşmesini gerekli kılar. Yine onlar derler ki: "Ana
rahminde meydana gelen doğum, ağaçta meydana gelen meyva, tutuşturucu (çakmak)
maddelerden ortaya çıkan ateş... bunların tümü, her maddenin kendinden
yaratıldığı kök maddede mevcut cevherlerdir. Bu nedenle de kökleri sürekli olup
özelliklerini hiçbir zaman değiştirmezler. Niteliklerinde ancak değişimin dört
teme] ögesi -içtimâ, ifthak, hareket ve sükûn- ile birlikle değişiklik meydana
gelebilir."
Ebû Abdillah er-Râzî
"yaratıcının isbatf'nm delilleri ile ilgili şu dört yöntemi zikretmiştir:
1- Zâtların mümkün ve somadan var olmuş
olmaları;
2- Niteliklerin mümkün ve sonradan var edilmiş
olmaları.
3- Birinci yöntem zayıf, hatla bâtıl bir
görüştür; çünkü "hadis (sonradan yaratılmış) veya mümkün zatlar" ya
da "sözkonusu zâtların niteliklerinin mümkün olduğu" görüşünü öylesine
kısa sözcüklerle ifade etmişlerdir ki bu iladede yaratıcı, yaratılan varlıklardan
ayırtediimemektedir. Sonra iddialarını kanıtlayabilecek sağlamlıkla kesin delil
de getirmişlerdir.
4- Dördüncü
yönteme İse hadis olduğu bilinen varlıkların hııdûs (sonradan olma) durumudur;
işte bu aynı zamanda Kur'an'ın da yöntemi olan en sağlam yöntemdir. Ne var ki
ke-lâmalar bu yöntemi açıklama hususunda da oldukça eksik ifadeler
kullanmışlardır. Sözgelişi kendi temeS tezlerine göre zâtlardan hiçbir şeyin
hudûsüne delil getirememişler, yalnızca niteliklerin hadis olduğunu
kanıtlamakla yetinmişlerdir. Oysa Kur'an'm yöntemi Allah'ın dışında kalan her
varlığın yaratılmış (hadis) olduğunu vurgular. Bu durum Allah'ın varlığı için
bir işarettir. Kur'an'da Allah'ı isbat konusunda bütün felsefecilerle
kelâmcıla-rın ulaşamadıkları delil ve işaretlerden genişçe söz edilir. Felsefecilerle
kelâmcılar tarafından tesbit edilmiş bir gerçek (hakikat) yoktur ki Kur'an'ın
başka bir konuda işaret ettiği bir hakikatin parçası olmuş olmasın.
Burada anlatılmak
istenen şudur: Sözünü ettiğimiz bu düşünce sahiplerinin, yaratılışın
başlangıcıyla (mebde) ilgili olarak dayandıkları bu temel tezleri-ki aynı
zamanda tek cevherin ispatı hakkındaki yargılandır- yeniden iade
(me'âd/ahiret) konusunda da teme] dayanaklarıdır. Bu konuda (me'âd) ikî görüş
ileri sürerler:
İçlerinden bazıları
"Cevherler yok edilip daha sonra İade edilirler (yeniden var
edilirler)" derler.
Kimisi de "bir
varlığı meydana getiren parçaların ayrışıp daha sonra bir araya getirileceğini
söyler.
Bunlara karşı şu delü
getirilir: "Bir insanı bir hayvanın yediğini, o hayvanı da başka bir
insanın yediğini düşünelim. Hayvanın yediği insanın parçaları o hayvanı yiyen
insandan alınarak biraraya getirilemez",
Diğer bir karşı savunma
olarak da şu tez getirilmiştir: "İnsan sürekli değişim geçiren bir
varlıktır. Onun yeniden İadesi nasıl olacaktır? Mesela bu iade işlemi kişinin
ölüm anındaki durumuna göre mi olacaktır? Buna evet denilecek olursa, en güçsüz
halinde iade edilmiş olur; oysa bu durum naslaıia gelen deliilere aykırıdır.
Eğer başka bir dönemdaki hali ile iade edilecekse, o zaman da bedenin bazı
dönemleri diğer bazılarından öncelikli değildir".
Buna karşılık
içlerinden bazıları, "insanın yapısında bazı temel parçalar vardır, ki
bunlar hiçbir değişim geçirmezler. Onu başka bir canlı yese dahi, bu temel
parçalara birşey olmaz" diye iddia etmişlerdir.
Oysa sağlıklı düşünen
akıl sahiplerinin kanaatince insan bedeninin tamamı değişim geçirir ve onda
bulunan hiçbir şey sonsuz (bakî) değildir.
Yeniden iade
(yaratılma) ile ilgili bu iddiaları, felsefelerin bedenlerin yeniden
yaratılışında inkar hususundaki şüphesini güçlendirmektedir; bu düşünce Nazzâr
ekolüne mensup bir grubun, Allah'ın ahirette, "dünyadakinden başka bir
beden yaratarak dünyadaki ruhu ona iade edeceği" düşüncesine yönelmelerine
neden olmuştur.
Burada asıl amaç,
ahirette ruhların nimetlendirilmesi ve azâb edilmesidir. Bunun dünyevî ya da
başka bir bedende olması neyi değiştirir? Bu iddia aynı zamanda ruhun yeniden
bu bedene çevrileceğini bildiren naslara da aykırıdır.
Bütün bu görüşler
Râzî'nin kitaplarında anlatılmıştır. Oysa gerek onun gerekse de diğer
keîâmciların kitaplarında; dinin önemü öğretileri hakkında, Allah'ın elçisini
kendisi ile birlikte gönderdiği, ümmetin selef uleması ve imamlarının üzerinde
bulundukları akla ve mantığa uygun nakiller doğrultusundaki görüş ve
delillere rastlanmamaktadır. Yalnızca düşüncelerini, "ateist
(dİnsiz-imansiz, mülhid) felsefecilerin araştırmaları, sözleri ve düşünceleri
ile Cehmiyye ve Kaderiyye'nİn yaratılış, dirilme, (mebde' dünya) ve ahiret
(me'âd) konularındaki görüşleri" üzerine kuran bid'atçı kelamcılann
sözlerini aktarmışlardır. Her iki yöntem de yanlıştır; çünkü ikisi de tezlerini
yanlış önermeler üzerine bina etmiştir.
Selef ve cumhur
ulemasının benimsedikleri düşünce "cisimler bir dunundan başka bir duruma
dönüşebilir" olduğudur. Onlar da bu düşünceyi, felsefecilerle lıpçılardan
nakletmişlerdir. İşte bu görüş -Allah'ın cisimleri bir başka cisme dönüşecek
nitelikte, hadis varlık oldukları gözlemlenebilecek özelliklerde yarattığı
görüşü tüm selef cumhur ve fıkıbçılarm kabul ettikleri görüştür.
Bu görüşten hareketle
fıkıhçılar necasetle ilgili olarak şöyle derler: Necis olan birşey (bizzat
necasetin kendisi) dönüşüme uğraması nedeniyle temiz olur mu, olmaz mı? Tezeğin
küle, domuz vb. murdar hayvanların tuza dönüşmesi gibi dönüşüm olayları bu
tür pislikleri temiz kılar mı, kılmaz mı? Mesela sperma kadının rahminde
embriyoya, sonra et parçasına dönüşüyor. Aynı şekilde meyveler -Allah'ın
dilemesi ve gücü ile- ağacın su, hava ve topraktan aldığı çeşitli maddelerin
birleşimi (değişim ve dönüşümü) sonucunda, buğday tanesi de bitkinin topraktan
aldığı çeşitli maddeleri başakta dönüştürmesi ile meydana geliyor.
İşte şanı yüce
Allah'ın yaratması da bu şekilde gerçekleşir; sözgelişi Allah Teâlâ Hz. Âdem'i
-üzerine selam olsun- çamurdan yaratmış; gerçekte çamur olan toprağı dönüşüme
uğratarak onu kemik, et ve bedenin diğer parçalan haline getirmiştir. Bunun gibi,
ana rahmindeki et parçasını da kemiğe ve diğer organlara dönüştürmüştür.
Nitekim Cenâb-i Hak bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Andolsun biz
insanı çamurdan meydana gelen bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir sperma
olarak sağlam bir karar yerine koyduk.
Sonra spermayı
embriyoya (alaka) çevirdik; embriyoyu bir çiğnemlik ete çevirdik; bu bir
çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik; kemiklere et giydirdik; sonra onu
bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir! Sonra
siz, bunun ardından öleceksiniz.
Sonra siz kıyamet günü
mııbakkak diriltileceksiniz. (Mü'minûn, 23/12-16)
Aynı şekilde yüce
Allah ateşi ile, çakmak maddelerinin parçalarından bazılarını bazılarına
dönüştürmek suretiyle yaratmıştır; şu ayette buyurduğu gibi:
O ki yeşil ağaçtan
ateş yaram. (Yasın, 36/80)
Allah Teâlâ yemyeşil
ağaçlan çıkan bu parçacıklar, yeşil ağaçta kesinlikle bulunmayan ateşe
çevirdi; onları ateş haline getirdi. Nitekim aslında ne ağaçta meyve, ne de
kadının rahminde de cenin vardır. Ama bütün bunlar, buralarda bulunan farklı
maddelerin kendilerine (meyve ve cenin) dönüşmesi, onun bir başka maddeye
eklenmesi sonucu varlık kazanmaktadırlar.
Bunun gibi,
Rasûlüllah'tan gelen sahih bir hadiste de sabit olduğu gibi, insanın kuyruk
sokumu dışındaki tüm organları yok olduktan sonra kıyamet günü bedeni yeniden
yaratılıp dünyadaki ruhu ona iade edilecektir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyîe
buyurmuşlardır:
"İnsan kuyruk
sokumu hariç, Tamamen yok olacaktır. Kıyamet günü insan oradan yaratılıp, ondan
terkib edilecektir"}7 Hadisin Müslim'deki sözleri şöyledir: "Her
insanı toprak yiyecektir. Ancak kuyruk sokumu hariç. İnsan oradan yaratılıp
terkip edilecektir". Buhûrî Müslim ise hadisin şu sözlerinde ittifak
etmişlerdir: "İnsanın bedeninde, tek bir kemik dışında herşey yok olacaktır.
Bu da kuyruk sokumudur. Kıyamet günü insanın yaratılması işlemi oradan
başlayıp terkib edilecektir." ıs*
Ahirette İnsanın
bedeniyle ruhunun iade edildiği bu ikinci yaratılış dünyadaki gibi
olmayacaktır; çünkü dünyevi beden bozulmaya mahkum bir özellikte
yaratılmıştır. Ahire t teki hu ikinci yaratılışta ise böyle bir bozulma, yok
olma sozkonıısu olmayıp aynıyla kalıcıdır. Bunun yanısıra Rasûlüllah'lan (s.a)
sahih olarak nakledildiğine göre cennetliklerin bedenlerinden lüzumsuz fazlalıklar
(artıklar) çıkmayacaktır. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber -salâl ve selam
üzerine olsun- şöyle buyurmuşlardır: "Cennettckiler işemezler, büyük
abdeste çıkmazlar, tükürmezicr, sümüklerini çekmezler (siimkürmezler).
Kendilerinden yalnızca miskin akışına benzer bir ter akacaktır".18
Buharı ile Müslim'in
rivayetine göre; Resulullah bir keresinde "İnsanlar kıyamet günü
yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak haşfoluııacaktır." buyurarak şu
ayeti okumuşlardır: "İlk yaratmaya utısıl başladıkla onu, yine öyle.
çeviririz. Biz bunu mutlaka yapacağız, üzerimize söz olsun!" (Enbiyâ,
2l/î04)!9 Buna göre insanlar kıyamet günü sünnellcnmemiş, kabuklu olarak
diriltile-ceklerdir.
Öte yandan Hasan-1
Basrî ile Mücâhid20 bu ayetin yorumunda şöyle demişlerdir. "Sizi ilkin
yarattığı gibi..." demek "dünyada sizi hiçbir şey olmadığınız halde
nasıl yarattı İse kıyamet günü de aynı şekilde yeniden diri olarak geri
döneceksiniz. (Veya döndürüleceksiniz)" anlamını verir.
Katâde de bu konuda
şöyle demiştir: "Allah başlangıçta onları topraktan yarattı, tekrar
toprağa döneceklerdir; şu ayette bu-yurulduğu gibi:
Sizi ondan (yani
topraktan) yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız.
(Tâhâ, 20/55)
Orada (yeryüzünde)
yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan dirili İlip çıkarılacaksınız.
(A'râf, 7/25)
Cenâb-ı Hak başka bir
ayet-i kerimede ahirette insanların di-riltilmcsinİ, yeryüzünün -kış
mevsiminde- öldükten sonra diril-tİlmesine benzetmekledir:
O ki rüzgarları
rahmetinin önünde müjdeci gönderir. Nihayet onlar, ağır ağır bulutlara
yüklendiğinde, onu ölü bir memlekete göndeririz. Onunla su indirir ve türlü
türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan
İbret alırsınız. (A'raf,
7/57)
Konu ile ilgili diğer
ayeti erse şunlardır:
Ara nasıl yaydık, ona
sağlam dağlar astık, onda gönül açan her türlü ciltten bilirdik.
Bütün bunları Allah'a
yönelen her kulun, gönü] gözünü açmak w ona ıhı ol vermek için yaptık.
Gökten bereketli bir
mi indirdik. onıifi!;ı bahçeler ve biçilecek Lıııe-li ekinler bitirdik.
Birbirine girmiş k;ıl
kat tomurcukları olan yüksek hurm;ı ağaçlan yetiştirdik.
Kullara rızık olması
için o su ile ölü bir memlekete can verdik, İşte kıy.ımet günü kabirlerden
çıkış da böyle olacaktır. (Kât, 50/7-11) Ey insanlar! Eğer öldükten sonra
diriliilmekten kuşkuda İseniz, biliniz kİ biz sizi önce topraktan sonra
spermadan, sonra embriyodan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et
parçasından yarattık, kİ gücümüzü size açıkça gösterelim. Dilediğimizi,
berlirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek
olarak çıkarıyoruz. Sonra güç ve yeteneklerinize ulaşmanız için sizi
büyütüyoruz. İçinizden kimi henüz çocuk iken ölüyor, kimi de ömrünün en rezil
dönemine İtiliyor, ki bilirken birşey bilmez hale gelsin. Yeri de kurumuş,
ölmüş görürsün; lakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir kabarır
ve her güzel çiftten bitirir. Bıı böyledir; çünkü Allah yegane
"hak"tır. O Ölüleri diriltir ve O, herşeyc gücü yet irendir. (Hacc,
22/5-6)
Allah'tır ki,
gönderdiği rüzgarlar bir bulut kaldırırlar, derken biz onu Ölü bir ülkeye
göndeririz; ölümden sonra onunla yeri diriltiriz. İşte ölülerin dİrilip
kalkması da böyle olacaktır. (Fâtır, 35/9)
Sânı yüce Allah bu
ayetlerde yeniden yaratılışın nasıl olacağının yanısıra çürümüş kemikleri
nasıl dirilteceğini, insanları topraktan ikinci kez nasıl çıkaracağını ve
ahiretin nasıl bir başlangıç yeri olacağını bildirmiştir. Örneğin şu ayetler bu
hususları anlatmaktadır:
Yaratmaya başlayan
O'dıır. Sonra onu çevirip yeniden yapar. (Rûm, 30/27)
flsrâiİoğııllan) şöyle
dediler: "Biz kemikler ve ufalanmış loprak haline geldikten sonra mı; biz
mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?! Görmediler mi ki, gökleri ve yeri
yaratan Allah, kendilerinin benzerini yaratmaya da güç yet irendir? Kendileri
için bir.süre koymuştur. Onda hiç şüphe yoktur. (îsrâ, 17-98-99)
(Müşrikler) dediler
ki: "Biz kemikler haline geldikten, ufalanıp toprak olduktan sonra mı,
gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?!
De ki: İster taş olun,
ister demir.
İster gönlünüzde
büyüyen herhangi bir yaratık, (ne olursanız olun)! Bizi kim tekrar hayata
döndürebilir? diyecekler. De ki: "Sizi İlk defa yaratan
döndürecektir". Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve "O ne
zaman?" diyecekler. De ki; "Yakın olması umulur". Sizi
çağıracağı gün O'na hamdederek çağrısına uyarsınız ve sanırsınız ki dünya ve
kabir aleminde pek az süre kaldınız. (İsıâ, 17/49-52) Gökleri ve ye r İ
yaratan, onların benzerlerini yaratmaya güç yeti ren değil midir? Kesinlikle
kadirdir. O, çok bilen yaratıcıdır. (Yasin, 36/81
Gökleri ve yeri
yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, Ölüleri yaratmaya da güç
vetiren olduğunu görmüyorlar mı? Evet O, herşeye güç yetirendir. (Ahkâf, 46/33)
Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mİ onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz
miyiz? Aranızda ölüm zamanını belirleyen biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş
değildir.
Ölümü size takdir
ettik, ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir
hiçimde yaratalım.
Andolsıın İlk
yaratmayı bildiniz. Bunu düşünüp İbret almanız gerekmez mi? (Vâkı'a,
56-/5S-62)
Benzerlerini
yaratmaktan güç yetirmesinden maksat yeniden yaratmayı anlatmaktadır; şu ayet-i
kerimede olduğu gibi:
Gökleri ve yeri
yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de güç
yetiren olduğunu görmüyorlar mı?... (Ahkâf, 46/33)
İnsanlar Allah'ın bu
dünya yurdunu, kendileri gibi ikinci kez yaratması konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Oysa bu, Allah'ın bir asırdan sonra başka bir asrı ve ana babadan
çocuğu yaratmasında gözlemlenen bir olgudur. İşte bu, "ilk
yaratılış" olarak adlandırılan olaydır ve insanlar da bunu biliyorlar.
Allah Teâla işte bu olayı, ahire t le ikinci bir yaratışa da güç
yetirebileceğine delil olarak getirmiştir, şu ayette vurguladığı gibi:
Andolsıın ilk
yaratmayı bildiniz. Bunu düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (Vâkı'a, 56/62)
Kemli yaratılışını
unutarak bize bir mesel verdi: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?
dedi. Peki; "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yanılmayı
bilendir".
(Yasin, 36/78-79)
Ey insanlar, eğer
öldükten sonra diriltİmekten kuşkuda iseniz bilin kİ biz sizi önce topraktan,
sonra ııutfeden (sperma), sonra embriyodan, .sonra yaratılışı belli belirsiz
bir çiğnem el parçasından ya rai t tk, ki gücümüzü size açıkça gösterelim.
(Hacc, 22/5) Ölümü size l<ıkdir ettik, kî sizin yerinize benzerlerini
gelirdim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. (Vâkı'a, 56/61)
Hasan el-Becclî şöyle
demektedir: Bana göre "...Sİzi bilmediğiniz bir biçimde yeniden
yaratalım; andolsun, ilk yaratmayı bildiniz." (Vâkı'a, 56/61-62)
ayetlerinde anlatılmak istenen şudur: "Öldükten sonra sizi bilmediğiniz
bir biçim ve nitelikte, nasıl dilersem öyle yaratacağım. Bunun da göstergesi
ilk yaratmanın, anaların kanımda nasıl olduğunu bilmenizdir diğeri İse böyle olmayacaktır".
Biliyorsunuz ki ilk
yaratma olayında insan önce sperma, arkasından anne rahminde embriyo, daha
sonrada bir çiğnem et parçası durumunda idi. Bundan sonra kendisine ruh
üflenmîştir. İlk madde olan nutfe (zigot) erkeğin menisi İle kadının yumurta
hücresinin bileşiminden meydana gelen bir karışımdır. Bu karışım adet kanıyla
beslenerek gelişir. Cenâb-ı Hak bu kanla beslenerek cenin durumuna gelen
oluşumu üç karanlık aşamadan geçirerek yetiştirir: 1 - Rahimdeki çocuk kesesi
(meşime) karanlığı, 2- Rahim karanlığı, 3- Karın karanlığı.
Ne var ki ikinci
yaralına operasyonu ana karnında olmayacak; yaratılan şey adet kanıyla
beslenmeyecek, kadın ve erkeğin üreme hücrelerinin karışımı olan ııutfeden
oluşup bilahare alaka (embriyo) haline gelmeyecek; bilakis başka bir şekilde
gerçekleşecektir. Bu yaratmanın asıl maddesi de yine toprak olacaktır, şu
ayette buyurulduğu gibi:
Sizi topraktan
yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız. (Tana,
20/55)
eb/i<liyei ve
stmu'diyet kavramları Bu konudaki diğer ayetlerde şunlardır:
Orada yaşayacak, orada
Ölecek ve oradan çıkarılacaksınız. (A'râf,
7/25)
AHah sizi yerden bir
bitki olarak bitirdi.
Sonra yine oraya geri
çevirecek ve takrar oradan çıkaracaktır. (Nı'ıh,
71/17-18)
Öte yandan bir hadis-i
şerifte şöyle buyurmuştur:
Kıyamet günü
yeryüzüne, erkeklerin menisine benzer (meni kıvamında) bir yağmur yağar.
Yağmurun bitkileri bitirdiği gibi, bu yağan şey de insanları mezarlarından
yeniden bitirir. 2i Cenâb-ı Hak da bu durumu şöyyle anlatmıştır: "...İşte
ahiret günü vuku bulacak kabirlerden çıkış böyle olccaktır." (Kâr",
50/11) ... işte ölülerin dirilip kalkması da böyle olacaktır. (Fâtir, 35/9)
...İşte ölüleri de kabirlerinden bu şekilde çıkaracağız ki düşünüp ibret
alasınız. (Araf, 7/57)
Bütün bu
zikredilenlerde! anlaşılıyor ki: İki yaratma olgusu aynı cîns allında bir
açıdan birbiriyle örtüşüp benzeşen, diğer açıdansa birbirinden ayrılan iki
çeşittir. Bu nedenle ahİrct (insanların ruhların bedenleriyle birlikte yeniden
yaratılacakları ahiret günü), yaratılışın başlangıç yeri olan dünya gibidir. Bu
anlamda Allah, ahireti de dünyaya benzer kılmıştır. Dünya ve ahiret (mebde ve
me'âd) aynı olmaları itibariyle biri diğerinin aynı; iki yaratma operasyonu
arasında fark bulunması itibariyle benzerdir. Yeniden iadesi sözkonusu olan
herşeyde durum böyledir.
Aslında
"iade" sözcüğü "mebde" ve "me'âd"ı gerekli kılar.
Burada namaz ve benzeri eylemlerin yeniden yapılması (ia'desi) gibi iade
edilecek şeyin cisim ve araz olması sonucu değiştirmez; çünkü Hz. Peygamber
-salât ve selam olsun üzerine- safın arkasında tek başına namaz kılarken
gördüğü birisine namazını yeniden kılmasını buyurmuşlardır.22
Mesela "Sözünü
tekrarla!" veya "Palanca kişi, falalım sözlerini aynen
tekrarladı."; "Dersi yeniden yaptı (iade etti)." gibi.., denilebilir.
Ses ve hareket ilk ses ve ilk hareket olmasa bile, söz aynı sözdür. Bu tür
İfadelerde "O, onun benzeridir", ifadesi kullanılmaz. Nitekim
Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle buyurmakladır.
De ki:
"Andolsıın, eğer insanlar ve cinler, şu Kur'an'ın bir benzerini getirmek
üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler". (İs-râ, 17/88)
Hz. Peygamber (s.a)
bir söz söyledikleri zaman onu üç kez yinelerdi. 23
Bütün bu yerlerde
"iade" sözcüğü hakikat (gerçeklik) İtibarı ile kullanılmıştır; zira
şahıs sayısı birden fazla olsa da ikinci kez var olan gerçeklik, ilkinin
aynıdır; bu nedenle, "O, onun gibidir; onun benzeridir.", "Bu
tıpkı onun gibidir" denilir ve her söyleyiş biçimi de doğrudur.
Burada ben iki fail
(özne) arasındaki ortak kaderi değil o şahsa özgü kılman işin gerçekliğini
anlatmak istiyorum. Sözgelişi birinin yaptığının aynını yapan bir kimse için,
"onun yaptığını aynen iade etti" denilmez; "onun gibi
yaptı", "yaptığını onun yaptığına benzetti" denilebilir. Bir
kimsenin yaptığı bir eylemi ikinci kez iade etmesi halinde ise durum değişir;
çünkü bu durumda "Eylemini tekrarladı, yeniden yaptı" denilebilir.
Bunun gibi başkasına ait bir sözü ikinci kez söyleyen birisi için "onu
yeniden söyledi" denilir. Ancak bir kişinin yaptığını yapan birisi için
"onun eylemini tekrarladı" denilemez.
Yİne yüzük veya başka
bir eşyanın biçimini kırmak suretiyle değiştiren bir kimse için "Onu
eskisi gibi yap!" denilebilir.
Evİ yıkan birisine
"eskiden nasıl idiyse yap!" denilir.
Bozulan şeyi değil de
bir başkasını önceki gibi yapan kimsenin durumu bunun tersinedir. Çünkü böyle
birisine "mıı'îd" (yeniden yapan) denilmez.
Mc'âd (tekrar yapma)
ifadesi, sonrakinin birincinin aynı olması durumunda kullanılabilir.
Sözgelişi, "Bu şey her açıdan birincisi gibidir" denilebilir.
Böylece bu konudaki
tüm şüpheler ortadan kaldırılmış oldu.
Mesela kimleri
"birşeyin yeniden yapılması (iadesi) ancak İlk defa yapıldığı zaman ile
birlikle yapılırsa olabilir, bunun dışında mümkün değildir" demişlerdir;
ki bu tür iddialar, söylediklerimizle çelişmez.
Cenâb-ı Hakk'm
bildirdiği mantığa ve akla uygun İade (yeniden meydana getirme) olgusu bu
hitaptaki iade şeklidir; müşriklerin Allah Rasûlü'nden -salât ve selam olsun
üzerine- öğrendikleri iade biçimidir ve iade sözcüğünün içerdiği anlam da bu
hakikate işaret eder.
Me'âd, iade ile
başlangıç (mebde) arasında fark olsa bile tıpkı birincisi gibidir. Bu
farklılık, bazılarının sandığı gibi ikinci bedene hiçbir yönden aykırı olmayan
birincisinin yeniden yapılmasına mani olmadığı gibi İkinci yaratmanın hiçbir
açıdan birincisi gibi olmamasını da engellemez. Zira Cenâb-ı Hak, sözko-nusu
beden ortada hiç olmadığı bir sırada insanı nasıl yarattı ise, bîr hiç olduktan
sonra da yeniden yaratma gücüne sahiptir. Bu gerçekten hareketle, toprağa
dönüşen bir insanın toprağında bitki bitse ve o bitkiyi başka bir insan yese
ve bu zincir sonsuza dek devam etse; toprağa dönüşen sözkonusu insanı ve
toprakta biten bitkiyi insan veya hayvan yese, o hayvanı da yine başka bir
insan ve sonra her ikisi de yok olsa ve her biri, yaratıl m azdan önce oldukları
gibi tekrar toprağa dönüştürülse bilahare bu dönüştükleri topraktan tekrar
yaratılıp eski durumlarına getirilir; çünkü insanın organları tamamen yok olsa
bile kuyruk sokumu kalmaktadır. Yeniden yaratılma işlemine bundan başlanarak
insan bedeni yeniden terkib ediliyor.
İnsanlara gelince;
onlar da dönüştükleri maddelerden yeniden yaratılıp eski hallerine
çevrilirler. Sözgelişi tek bir gömütte (mezarda) bin kadar ölü bulunsa ve
bunların tamamı toprağa dönüşse, herbiri, o mezardan diriltilir ve kaldırılır;
Cenâb-ı Hak onları, tamamen hiçlik aleminde bulundukları ilk seferinde yarattığı
gibi ölüp tamamen yokluğa karıştıktan sonra da ikinci kez yaratacaktır. Buna
göre Allah Teâlâ tek bir gömütte toprağa dönüşen bin insanı mitte, embriyo, bir
çiğnem et gibi ilk yaratıştaki nesnelere gerek olmaksızın o loplu mezardan
teker teker yaratacaktır.
Bunun gibi insanın
dönüştüğü topraktan biten bitkiyi insan ya da hayvan yese ve o hayvanı da insan
yese, Cenâb-ı Hak bu ikinci yaratmada bu dönüşümü izlemeyecektir. Bilakis,
bedenlerini; dünyadaki yaratılış evrelerini geçirmeden, nutfeyi embriyoya ve
bir çiğnem ete dönüştürmeden cenini kanla beslemeden doğan çocuğu anne sütüyle
gıdalandırmadan, diğer yiyecek ve içeceklerle beslenmeden yeni baştan yaratacak
ve ruhlarını oraya iade edecektir.
Yeniden yaratma
olgusunun dünyada bedenlere dönüşen besinlerin de yaratılmasını
gerektireceğini iddia edenler yanılmaktadır.
Şöyle ki, bir insan başka
bir insanı yiyecek olsa, o insanın eti, diğer gıdalar gibi yiyen kimsenin
bedeninde besin maddesine dönüşür. Bu durumda o insanın yeniden diriltilmesi
sırasında yediği besinlerin de kendisiyle birlikte yaratılmasına gerek yoktur.
Bilindiği üzere yenilen gıda maddeleri, yiyecek ve içecekler direkt olarak
mideye iner ve orada sindirilmiş besinler haline gelir. Arkasında iyice
özümsenip enzimler haline geldikten sonra kana dönüşür. Ve bu kan da Cenâb-ı
Hak tarafından tüm vücuda taksim edilir; vücudun her parçası, ondan kendi
payına düşeni alır. Kan da yapısına göre ayrı ayrı her vücut parçasına dönüşür:
Kcmikse kemiğe, etse ete, dam arsa damara.
Kaldı ki Cenâb-ı Hak
ahiretle insanı yeniden yaratmak için, dünyada onu oluşturan unsurlardan
(sperma, embriyo bir çiğnem el parçası, yiyecek ve içecekler ve saire)
hiçbirine gereksinim duymaz. Yalnızca şu anda varolan vücudu, başka bir
nitelikte yeniden yaratacaktır; yani İkinci yaratma dünyadakinin benzeri olmayacaktır.
Nitekim Allah Teâlâ bu hususta "Sizi bilmediğiniz gibi bir nitelikle
yeniden yaşatacağız!' (Vâkı'a, 56/61) buyurmuştur. Bununla birlikte Allah
insanı yeniden diriltmek için ilk yaratma işleminde gerçekleşen dönüşümlerin
hiçbirine ihtiyaç duymaz.
Bu anlatılanlar
ışığında "İnsan vücudu sürekii değişim ve dönüşüm halindedir."
görüşünün cevabı ortaya çıkmakladır; çünkü bedende meydana gelen değişimler,
spermanın embriyoya, embriyonun bir çiğnem et parçasına dönüşmesinden daha
şaşırtıcı bir olay değildir. Bunlardan herbirinin gerçekliği, diğerinin hakikatinin
tersinedir.
Sürekli değişim
halinde olan vücud anlayışına gelince: İkinci aşamada meydana gelen parça iİk
aşamadakinin benzeridir. Bir hakikatin başka bir hakikate dönüşmesine ihtiyaç
duyulmaması yeniden yaratma halinde bu dönüşüm nasıl gerçekleşecektir?
Bir kimse gençliğini
bildiğini birini yaşlanmış olarak gördüğünde onun -değişim geçirmekle
birlikte- aynı kişi olduğunu bilir. Diğer canlı ve bitkilerde de durum bunun
gibidir. Örneğin bir İnsanın bir ağacı bir süre görmese bilahare oradan
geçerken onun o ilk ağaç olduğunu bilir. Ancak ağaç birtakım değişimler
geçirmiştir; zira insan vücudunda olduğu gibi diğer canlı ve bitkilerde de
değişim ve dönüşüm sözkonusudur ve de süreklidir.
Akilh insan o gördüğü
ağacın ük gördüğü ağaç olduğuna İnanmak için onun kendisinden başka bir delile
gerek duymaz.
Ahiretle yeniden iade
edilecek bedenin ilk beden olmadığı görüşünü benimseyenlerin iddia ettiği gibi
"Nefsi natıka (ruh) teklir." denilemez. Burada aslolan ikinci bedenin
birincisinin aynı olup olmadığı veya nefs-İ natıkanın bir mi iki mi olduğu değil,
neisin (ruhun, canın) nimet veya azab görmesidir. Bunun, hangi bedende olduğu
önemli değildir.
Bu da diğerleri gibi
Kiiab ve sünnetle selefin icma'ma muha-1İ1", "İade" konusunda
akıl ve mantığa ters düşen bâtıl bîr görüştür.
Akıllı kimseler
bilirler ki, bu beden, birlikle geçirdiği değişimle önceki bedenin aynıdır.
Bununla da değişim konusunda anlatılanlarla
ikinci yaratına işleminde
tekrar varedilen bedenin,dünyadakinin
aynı olması gerçeği ile çelişmediği anlaşılır. Bu nedenledir ki bu yeni beden,
bizzat, dünyada İken işlediği eylemlerin tanıklığını yapacaktır. Nitekim bu
konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
O gün ağızlanın
mühürleriz; elleri bize konuşur; ayaklan yaptıklarına tanıklık eder. (Yasin,
36/65)
Nihayci oraya
vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların
aleyhine şahitlik eder.
Bunun üzerine
derilerine derler ki: "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz*'" Derileri
de"Herşeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştı;
işte yine O'na döndürülüyorsunuz." karşılığını verir. (Fussılet, 41/20-21)
Bir söz söyleyen, bir
eylem yapan veya başkasının yaptığını görüp söylediğini duyan bir kimsenin otuz
yıl sonra, söylediği ve yaptığı ile kendi aleyhine hareket etmesi halinde bu
ikrarından ötürü sorgulanması gerektiğini herkes bilir.
Yine bir kişi otuz yıl
sonra, bir insanın bir başkasının malını aldığına şahitlik ve bu çiğnenen
haklan itiraf/ikrar edecek olsa bu uzun zaman zarfında geçirdiği bedensel
değişimlerle birlikte şahitliğinin kabul edilmesi gerekir. Aklını kullanabilen
hiç kimse buna "Benzeri gibi..." veya "Başkası üzerine yapılan
bir şehadet-tir" demez.
Görülen varlığın
hayvan veya bitki olduğu tarz edilsin. Bir hayvanı falanca kişinin falanca
kişiden aldığına ya da bir şu ağacı falanca kişinin falancaya teslim ettiğine
tanık olan bu kimsenin, aradan geçen onca uzun süre içerisinde uğradığı
bedensel değişikliklerle birlikte, şahit olduğu olayla ilgili olarak söyledikleri
geçerlidir. Peki değişimin etkili olmaması halinde ne olacaktır? Bu durumda
"Allah Teâlâ onu, ölüm sırasındaki veya güçlü ya da güçsüz olduğu herhangi
bir dönemdeki niteliği ile yaratır." diyen kimsenin konuyu bilmediği
ortadadır; çünkü insanın İkinci yaratılışı sırasındaki niteliği dünyadaki
sıfatına benzemez. Hatla Şöyle de denilebilir: Sıfatlar değişkendir; çünkü
burada bir değişim, bir dolgunluk, boşalma, yağlanma, zayıflama vs. sözkonusu
değildir. Özellikle cennetlikler, cennete, babaları Hz. Âdem'in biçiminde gireceklerdir.
Buhârî Müslim ve diğer sahih hadis kaynaklarında belirtildiği gibi24
herbİrinin boyu altmış zira (yaklaşık 54 m.), genişliği yedi zira olacaktır.
Ayrıca orada su dökünmeye-cek, büyük abdesle çıkmayacak, tükürmeyecek ve
sümkürmeye-ceklcrdir.25
Ahiretteki yaratılış,
dünyevî bedende olduğu gibi bir kısmının diğerlerinden ayrıldığı birbirine zıt
karışımlardan meydana gelmiş değildir. Aynı şekilde insanların uhrevî yiyecek
ve içecekleri, dünyadaki gibi toprak, su ve havanın meydana getirdiği değişimle
yaratamayacaktır. Bundan dolayıdır ki yüce Allah, bir kasabaya uğrayan
kimsenin yiyecek ve içeceklerinin tadım, tam yüz yıl boyunca bozulmadan
saklamıştır. 26
Cenab-ı Hak, bu olay
ile bizlere gücünün boyutlarını göstermektedir. Oluş ve bozulma (kevn ü fesad)
yurdu olan bu dünyada, bozulmaya yolaçan bir sürü etmene rağmen yiyecek ve içecekler,
O'nun gücü sayesinde yüzyıl gibi uzun bir süre oldukları gibi kalabiliyorsa,
sânı yüce Allah'ın gücü, ikinci yaratma olayının gerçekleşeceği ahiretteki yiyecek
ve içeceklerin tadlarımn (orijinal yapılarının) bozulmamasına çok daha uygun
yollarla yeter. Bu hususlar hakkında başka yerlerde daha geniş bilgi verilmiştir.[14]
1- Hz.
Adem'in yaratılışını anlatan bu hadis, Müslim'de rivayet edilmiştir. Müellif bu
hadisin illetli
olduğunu söylüyor. Hz. Adem'in Cuma günü yaratıldığını anlatan hadise gelince,
bunu da Müslim rivayet elmiş, c.I, s. 585; ayrıca Ebû Dâvud, c.I, s. 634;
Tinnizî, c.I, s. 359; Nesâ-i c. II, s. 90; Mâlik, el-Muvatta, s. 108; Ahmed, Müsned,
c. II, s. 418-504-512-540 gibi kaynaklar da bu hadisi Ebû Hüreyre ve diğer
sahabilerden tabı iç etmişler.
2- Müslimin rivayet ettiği bu hadisin sözleri
şöyledir. "Şanı yüce Allah yeryüzünü
(toprağı) Cumartesi
günü ortada yer alan dağları birinci gün (pazar günü, ağaçlan ikinci gün
(Pazartesi) sevilmeyen şeyleri salı günü, nuru çarşamba günü ya-
73
iblıis ve tevbıd
ı-jttı: L-an!ılnrı
perşembe günü yeryüzüne yaydı. Hz. Adem'i ise son yaratık olarak Cuma günü
İkindiden sonra yarattı. Cuma gününün son saatlerimle ikindi i!e gece
arasında" Rkz. Müslim, Münafıklar kitabı, s. 2149-2150; Beyhakî, Esma
ves-Sıfât, s. 486-487; Ayrıca Dolabı, el-Kuni, c. I, S. 175; İbn Mendııh K.
Tcvhici.s. 183, h. no; 58 El-Albani bu hadisi sahih kabul etmiş ve sahihler
arasında kaydetmiş, lı.no: 1833.
3- Bkz. İbn Kesir, Tefsir, c. IV, s. 94.
4- age, c. VII, s. 242.
5- İbn. Cerir Taner'i, Tefsir, e. XXIV, s. 9-1;
Hakim, c. 11, s. 543. Zehcbi hadisin sahihli-
ğini onaylamış.
6- Suyu ti, Durrui-Mansur, s. VII, s. 315. Sııyutî bu haberi İbn'ül-Münzırre nisbet et-
miş.
7- TnberiTefc.VHl,s.2O5.
8- age, c. XXIV,
s. 94.
9- Müslim, Ebû Suryân'ın Faziletleri, c.II, s.
1945, Ncvevi'nin talikma b.ık. c. XVI, s.
10- Ubcyd b. Umeyr. Aişe'dcn, c.l, s. 620-621;
Câbir'dcn, c.l, s. 623. bir rekatta dört rüku olarak Cabir'den c. I. s. 622.
İbn. Abbas'tan, c.I, s. 627.
11- Hkz.Tefsirtiİbnül-Cevzî,
c. III, s. 211.
12- Ebü
Dâvud.K.Edeb, c.V.s. 15'!; Ahmed, Müsncd, c. IV, s. 24-25; Ueyhnkİ, El-Es-mâ
ves-Sıfât, s. 39. Hadisin senedi sağlamdır.
13-
Tirmizi'nin Ebû Umame'den merru olarak naklettiği lıtı hadisin sözleri
şöyledir:
"Allah kulunun
yapmasına izin verdiği şeylerin en faziletlisi, kıldığı iki rekat namazdır.
Namazını sürdürdüğü müddetçe kulun başının ü/erinde, onu himaye eder. Kullar Allah'a
O'ndan çıkan yani Kur'an'ın benzeri hiçbir vasıta ile daha iyi y.ıklaşamazlar
(Kullar, Allah'a ondan çıkan Kur'aıı ile en iyi yaklaşırlar) Ah-med'in
rivayetinde, "O'ndan çıkanlardan daha üstünlüğüyle" ifadesi yer almaktadır,
bkz. Müsned, c. VI, s. 268. Tirmizi hadisi, şöyle değerlendiriyor. "Bu
garip bir hhadistir. Tek bir tarih dışında böyle bir hadisin rivayet edildiğini
bilmiyoruz. Bu hadis ayrıca Zeyd b. Erta tarafından Cubeyr b. Nüfeyr aracılığı
ile Rasûlul-lah'tan rivayet edilmiş"mürsel" bîr hadistir, Bu
değerlendirmenin ardından, söz-konusu ıâvi hadisi su sözlerle nakletmiş:
"Siz, Allah'tan çıkan şeyden daha üstün bir şeyle O'na dönemezsiniz. Bu
şey Kur'an'dır. c. V, s. 176, 177; ayrıca Ahmed; Kitab'üz-Zühd, s. 35. Hakim
hadisin ravi zincirini Rasûlııllah'a kadar kesiksiz ulaşılır Ciibeyr b.
Niıfcyr, Ebû Zer'den Rasûlullah'm şöyle dediğini naklediyor, ifadesini
kullanıyor. c.I, s. 555, Zchebi, hadisin sahih olduğunu kabul ediyor. Öle
yandan el-Albâııi ise her iki hadisi de Zâ'ifal-Caıni'üs-Sağiı acili eserinde
zikrediyor h. no: 2041 ve-1995.
14- Ebü
Ubeyd bu hadisi"Garib ül-Hadİs'de zikreımiş. bkz. C. 111, s. 229-230; İbn
Ke-
sir, En-Nihaye, c. 1,
s. 61.
15- Celim b.
Safvân'ın taraftarları ve İm. 128) Bu
kişi insanın eylemlerini tamamen Allah'ın mecbur kılması ile yaptığı tezini
savunuyor. Kişisel gücü tamamen reddediyor. Cennet ve cehennemin ortaya çıkıp
yok olacağına inanıyor. Ayrıca diyor ki: Allah'ı, yaratıklarının
nitelendirildiği varlıklarla nitelemek caiz değildir. Çünkü bu niteleme, Allah'ın
o varlığa benzemesini gerekli kılar. Bkz. Bağdadi el-Fark bevnH-Fırak, s. 199;
Sehristani, Ei-Miiel Vcn-Nilıai. c. I, s. 109.
16- Bak:
Tdsir'ü İhıûıl-Cev/.i, c. VII, s. 42; İbn Kuteybc, Telı-irü Gaı ibul-Kur'an, s.
368; Tefsirii ibn Kesir. c. 11. s. 582; Kıırtubî c, XV, s. 59-60.
17-
Buh.ıri
k. Tefsir c. VI, s. 3-i-3ıJ; Müslim, K. Fi ten, c.îll, s. 2271. Müslim'in
rivayet ettiği hadisin sözleri şöyle: "Her insanoğlunu toprak yiyecektir.
Kuyruk sokumunu hariç, insan oradan yaşatılıp terkip edecektir." Buhâri
ve Müslim, hadisin şu sözlerinde itiifak etmişler. "İnsanın bedeninde,
tekbir kemik dışında her şey yok olacaktır, fiu kemik kuyruk sokumudur. Kıyamet
günü insanın yeniden yaratılması işlemi oradan başlayıp terkih
edilecektir." Ayrıca Ebû Davud, Es-Sünııe, c. V, s. 188; Mcsâ-i K Cen.ıiz
Kitabı c. IV, s. III; ibn Mâce K. Zühd, c.ll, s. 1425, h. no: 1266; Mâiik,
el-Muvatta s. 239; Ahmed, Müsned, c. 2, . 315-322- 428-<J99.
18-- Ayrıca bkz. Ebû
Dâvud, Es-Sünne, c. VI, s. 108; Nesâ-î, K. Cfiıniz, c. İV, s. 11 1; İbn Mâce,
K. Zühd, c. II, s. 1425, h. no 4266; İmam Malik, el-Muvaltâ, s. 239, İmam
Ahmed, Müsned, c. 2, s. 315,322,428,499.
18- Müslim, Ehli Cennetin Özellikleri, c. III,s.
2180-2 İKİ; Cabir'den nakledilen bu hadisin sözleri şöyledir: "Cennetlikler,
orada yiyicek ve içecekler. Ancak içkiden ötürü akılları gitmeyecek,
işemeyecekler, tuvalete çıkmayacak ve sümküımcye-cekleı". Bunun üzerine
bir sâhabi "bu durumda yedikleri yiyecekler ne olacak? diye sorar. Hz.
Peygamber de "Misk'ın akışına benzer bir ter biçiminde akacak ve insanın
hatırına Allah'a hamdctnıeyi ve O'nu teşbih etmeyi getirecektir." karşılığını
verirler.
Hadisi ayrıca şu
kaynaklar da kaydetmiştir: Darımi, s. 731; Ahmed, Müsned, C. III, s. 316, 349,
354, 364, 384. Bu hadisi destekler mahiyette Buharİ'nin Ebû Hii-reyre'den
naklettiği başka bir iıadis vardır. Buh. k. Enbiya, c. IV, 102; Kitap, yaratılışın
başlangıcı, c. IV, s. 86; Müslim, K. Cennetliklerin özellikleri, c. IV, s.
2179; Tirmizİ cennetliklerin özellikleri kitabı, c. IV, s. 678 İbn Mâce, Zühd
Bölümü, c. II, s. 1449,1ı. no: 4333; Ahmed, Müsned, c. II, s. 232,253,316.
19- Buhâri ve Müslim'deki sözler böyle değil,
şöyledir. "Siz Allah'ın huzuruna toplanacaksınız." Bulıari,
Peygamberler Kitabı, c. IV, s. 110-142; Tefsir Kitabı, c. V, s. 191-240 Rckâik
K. C. VI!, s. 195. Müslim, Cennetliklerin özellikleri, c. II, s. 2194; İbn
Abbas'tan Buhâri Hz. Aişe'den bunu destekleyen başka bir hadis rivayet etmiş.
c.VlI, s. 195; Müslim c. III, s. 2194; Ncsâ-î, c. IV, s. 115; İlin Mâce, c. II,
s. 1429, h. no: 4276; Ahmed, c. VI, s. 53-90. Aynı hadisi İbn Abb.ıs'tan
kaydedenler: Tirmizi, c. IV, s. 615; Nesâ-i, c. IV s. 1İ4; Ahmed, c, I, s. 213,
229; İbn Cerir, c.XVII,s. 101; Tirmizi, c.V.s. 432, Daremi, s. 722; Ahmed, c.
I, s. 235, 253, bunlar hadisi başka sözlerle kaydetmişler.
20- İbn Cerir et-Tahcri Tefsir c, VIII, s. 157; Tefsiri İbnül Cev/i s. IV, s. 1X6
21- Hâkini, el-Müstedrek, mevkuf olarak İbn
Mes'ud'dan c. W, s. !97-598.
22- fılnı Davud, c. 1, s. 439; Tirmizi, c.l, s.
445; İbn Mâce, c.I, s. 321 h. no: 1004; Dâ-ı imi, s. 295; Ahmed, c. IV, s. 228.
Tirmizi, hadisi "basen" olarak tanını la mış.
23- Buhâri
K. İlim, c. I, s. 32; Tirmizi İzin isteme kitabı, c.V.s. 72 Ahmed el-Müsncd c. II,
s. 213, 221; bu hadis Enes b. Mâlik'ten rivayet edilmiştir.
24- Buhâri,
Peygamberler Kitabı, c. İV, s. 102; İzin isteme bölümü, c. VII, s. 125; Müslim.
Cennet böl. c. 111, s. 2184; Ahmed, Müsned, c. I!, s. 315.
25- Ahmed
Müsned, c. II, s. 535.
26- Hkz. Bakara, 2/259.
Burada anlatılmak
istenen husus şudur: Bir doğum olayının gerçekleşebilmesi için mutlaka iki
temel unsurun bulunması gerekir; aksi takdirde böyle bir olayın gerçekleşmesi
imkansızdır. Sözgelimi iki tutuşturucu çakmak maddesinden çıkarak sürtünme olmaksızın arada bulunan
havanın ısınarak ateşe dönüşeceğini zanneden kimse yanılır. Sebebine gelince
sözkonusu iki tutuşturucu çakmak maddesi birbirine sür-tülmesi halinde ateş
çıkmaz; sonra salt sürtme ile de ateş çıkarılamaz, îki çakmak maddesinin
mutlaka bulunması gerekir.
Bunun gibi sûfân (bir
çeşit kav) ve hırâk gibi tutuşturucu maddelere sürülen şeyler üzerine ateş ve
bir ağırlık iner. Burada tutuşturucudan ağırlık veren bir parça ve ateşin
indirilmesi için demir ve taşın ağırlığı bulunmasa da yalnızca havanın bulunmasıyla
kıvılcımlar ateşe dönüşür. Havanın alta inmesine gerek yoktur; çünkü havanın
özelliği, düşme değil, yükselmedir. Şu var ki dıştaki maddenin ateşe
dönüşmesinden sonra, o maddeye yakın olan hava da ya duman ya da alev halinde
ateşe dönüşür.
Doğma olaylarında asıl
amaç doğan şeyin iki temel unsurun birlikteliğinden yaratılmış olmasıdır; Hz.
Âdem'in toprak ve sudan yaratılması gibi. Kendisine su katılmayan topraktan
-ne canlı ne de bilki- hiçbir şey yaratılmaz; çünkü bitkiler de canlılar gibi
yalnızca iki temci öğenin bira raya yelmesinden meydana gelir. Sözgelişi Hz.
İsa -üzerine selam olsun- da iki temel unsurdan, Cebrail'in üflemesi ile
Meryem'den yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle buyurmakladır:
Allah, îmrân'in kızı
Meryem'i de mü'm inlere örnek verdi. O ki namusunu korudu, biz ile onun
rahmine ruhumuzdan üfledik. (Tiılirim, 66/12)
O ırzını korumuş olana
(Meryem'e) da lütufla bulunduk. Ona kendi lîuh'ıımuzdan üfleyerek fhir erkek
çocuk verdik). (Enbiyâ, 21/91) Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Bizde
ruhumuzu (Cebrail'i) ona gönderdik. Ona düzgün bir insan şeklînde göründü
Cebrail. Meryem dedi ki: "Ren .senden Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer
Allah'tan korkuyorsan bana dokunma.
Cebrail dedi ki: Ben
sadcee Rahb'inin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye
geldim. (Meryem, 19/17-19)
Tefsirciler bu ayeti
açıklarken şöyle demişlerdir: "Cebrail Hz. Meryem'in gömleğinin
(geceliğinin) cebine üflemiş. Ceyb, burada "boynundaki halka"
manasında olup para vb. maddeleri koymak için genellikle giyeceklerin
önlerinde bulunan cep değildir. Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya -üzerine selam
olsun- elini sokmasını emrettiği cep (Nemi, 27/12) sözlüklerde tanımlanan
cepdir".
Cebrail'in Hz.
.Meryem'e üflemesi konusunda Ebu'l-Fcrec ile diğer telsircilcrden iki görüş
zikredilmiştir:1 Üfleme eylemi gömleğin halkasına (yakasına) mı, yoksa rahme
mi yapılmıştır? Birinci ihtimali benimseyenlere göre "Üfleme, Hz.
Meryem'in geceliğinin yırtık yerine yapılmıştır." Bu görüşte olaniarca
çocuk konu dışına çıkarılarak buradaki üfleme kavramı, sözü edilmeyen bir
kavramdan kinaye sayılmıştır; çünkü Meryem'in rahmine değil yalnızca gömleğine
üflenmiştir. Bu görüş hiçbir anlam ve kıymet iladc etmemektedir ve Kur'an'ın
açık ifadesinden sapmadır. Bu itade olumlu, tutarlı bîr ifade olsaydı
Kur'an'la çeliş-mezdi. Tutarlı olmayan bir görüş de dikkate alınmaz.'
"Cebrail, Hz.
Meryem'in gömleğine üilemiştir." görüşünü benimseyenlerİn delili de Allah
Rasûlü'nün (Cebrail'in yanında) avret mahallerini hiç açmamış olmalarıdır; aynı
şekilde Cebrail Hz. Peygamber'e geldiği bir seferinde soyu mı k bir vaziyette
bulunan Hz. Aişe'yc bakmamıştı. Bu nedenledir ki Cebrail Hz. Meryem'in
gömleğinin yakasına üflemiş ve bu üfleme bilahare onun rahmine ulaşmıştır.
Burada anlatılmak
istenen -bizzat Cenâb-ı Hakk'ın yukarıda zikredilen iki ayette açıkladığı gibi-
üfleme işleminin bizzat rahme yapılmış olduğudur. Üfleme'nin rahme
ulaşmaksızın sadece elbiseye yapıldığı görüşü Kur'an'm bildirdiklerine ters
düşmektedir; çünkü çocuğun meydana gelmesinde böyle bir üfleme eyleminin
hiçbir etkisi yoktur. Yine böyle bir görüş, ne müslümanîa-nn imamlarından ne de
tanınmış selef ulemasının herhangi birinden nakledilmiştir.
Asıl maksat düşmektedir.
Hz. Mesih'in -selam olsun üzerine-iki temel unsurdan, Cebrail'in üflemesi ile
annesi Hz. Meryem'den -üzerine selam olsun- yaratılmış olduğunu anlatmaktır.
Ayrıca burada sözü edilen üfleme, gebeliğin üzerinden dört ay geçip embriyonun
et parçası (mudga) haline gelmesinden sonraki ruh üfleme eylemi gibi de
değildir; çünkü bu üfleme yaratılmış bir bedene yapılmıştır. Cebrail'in
Meryem'e üflemesi ise, Mesih'in (a.s) ana rahminde yaratılmasından önce
olmuştur. Hz. Meryem (a.s) o sırada henüz hamile değildi. Hamilelik bu üfleme
operasyonunun ardından gerçekleşmiştir. Şu ayetler de bunun delilidir.
"(Cebrail)
Ben" dedi, "yalnızca Rahbi'nin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek
çocuğu bağışlayayım diye geldim". (Meryem, 19/19) Meryem, ona gebe kaldı.
Onunki uzak bir yere çekildi. (Meryem 19/22)
Hz. Meryem'e
Cebrail'in üflemesiyle gebe kalmıştır. Bu üfleme nedeniyledir ki Hz. İsa'ya
"O'ndan bir ruh!" (Nisa, 4/Î71) denilmiştir. Burada Cenâb-ı Hak
Cebrail'i kendi ruhu olarak tanımlamıştır. İşte bu ruh, Hz. Meryem'in
karşısına çıkıp ona "Ben sıma tertemiz bir erkek çocuğu nnııağan etmek
için, Rabbi'micn bir elçiyim." (Meryem, 19/12) demiştir.
Dİğer bir yerde de
"Biz de onun rahmine kendi Ruh'uınuzdıuı üfledik." (Enbiyâ, 21/91)
"Biz de onun rahmine, ruhumuzdan İİj-ledİk." (Tahrîm 66/12)
buyuvulmuştur.
Burada Allah adına bu
aracılığı yapan ve ruh olarak tanımlanan varlık Cebrail'dir. İsa (a.s) da işte
bu ruhtan meydana gelmiştir; bu nedenledir, ki o, bizatihi, "Allah'tan
bir ruh"tur.
Bu olayı anlatmaktaki
gaye şudur: Birşey, iki temel unsurun biraraya gelmesi ve bunun sonucunda
birbirine dönüşebilecek özellikleri maddenin dönüşüm geçirmesiyle meydana
gelir. İki temel unsurun bulunmaması halinde hiçbir şey meydana gelemez. Bu
dönüşüm olayı, sözü edilen iki temel maddenin birbirine sürtüimesi sonucu
ortaya çıkan enerji ile gerçekleşir. Sürtülme sırasında bu maddelerin
parçalarında birtakım eksilmeler olması gerekir. Tıpkı taşın demire, ağacın
ağaca -marh ve afâr ağaçları- sürtülmesiyle iki tutuşturucu madde arasından
ateşin doğması gibi. Bu da sözkonusu maddelerin birbirine sürtüimesi sonucu
ortaya çıkan hareket enerjisi İle olmaktadır; çünkü sürtünme sırasında iki
maddenin bazı parçaları değişime (veya dönüşüme) uğramakta ve aralarındaki
hava ısınma sonucunda ateşe dönüşmektedir. Nitekim iki tutuşturucu (çakmak
maddesi) birbirine sürtüldüğünde sürtünmenin meydana getirdiği enerji ile,
maddelerin içerdiği bazı parçalarda eksilmeler olduğu gözlemlenmektedir. İşte
bu işlem sonucu çıkan ateş havadan dönüşmektedir; parçaların ateşe dönüşmesi
ise iki tutuşturucunun birbirine sürtüimesi ile gerçekleşmektedir.
Güneş ve ateş gibi
ışık yayıcılarm ışınlarının çevredeki maddeler üzerine yansıması iie meydana
gelen aydınlık da bunun gibidir.
Nur ve ziya sözcükleri
bazan kendi zâtı ile var olan cisimler için da kullanılır; kandil fitilinin
ucundaki ateş gibi. Ancak bu ateş de tek başına meydana gelemez; yani varlığı
kendisi ile kâim olmayıp odun, yağ gibi yakıt maddelerinin hava (oksijen) ile
birleşerek ateşe dönüşmeleri sonucu meydana gelir.
Hava (oksijen) da tek
başına ateşe dönüşemez; bu dönüşme ancak kıvılcım çıkaran bir maddenin
bulunması, ya da iki tutuşturucu maddedeki eksilme ile gerçekleşir.
Nur, ziya ve şu'a
sözcükleri ile bazan da güneşten ya da herhangi bir ateşten yeryüzüne yansıyan
ışınlar anlatılmak istenir. Böyle bile olsa bu araz da (sonradan var olan,
varlığı bir başkası taralından garçekleştirilen ve varlıkları geçici olan),
kendi başına var olan (kâim bi-nelsih) bîr cisim değildir. Var olabilmesi ve
varlığım sürdürebilmesi için mutlaka bir yere gereksinimi vardır ve o yer
kendisine uygun olması gerekir. Sonuç itibariyle ışın için aydınlık veren bir
ışık kaynağının ve üzerinde yansıyabileceği maddelerin bulunması gerekir.
Kandilin fitilindeki
ateşte de durum aynıdır. Bu ateş fitilin yakılması, ya da odunun aydınlık
veren yere (şömine) konulmasıyla meydana gelir. Ateş öncelikle yağ ve odun
gibi yanıcı maddelerin içerisine girer ve sonra onların çevresini kuşatan
oksijeni (havayı) ısıtarak ortaya çıkan enerjiyi ateşe dönüştürür. Bu dönüşüm
de ancak maddede meydana gelen bir eksilme ile olur.
Rüzgârın yanmakta olan
ateşi iyice alevlendirmesinde; körüğün odun, kömür vb. katı yakıtların
yakıldığı ocağı canlandırıp bu maddeleri ateşe dönüştürmesinde de durum
aynıdır.
İşte bu hareketler
sonucu ortaya çıkan enerji, sözkonusu yakıtların çevresini kuşatan havayı
"da ateşe dönüştürmektedir; çünkü alev, ateşe dönüşen havadan başka bir
şey değildir. Kandil fitilinin ucundaki ateş de bunun gibidir. Bu nedenledir ki
lamba söndürüldüğündc, ateş dumana dönüşmektedir. Duman ise -buhar gibi- ateşle
karışık havadır. Aynı şekilde buhar su ile havanın, toz ise toprakla havanın
karışımı sonucu meydana gelir.
Bazan buhara duman da
denilir; nitekim şu ayet-i kerimede bu anlamda kullanılmıştır:
Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi (istiva)- (Fııssılei, 41/11)
Tefsire i ler, ayclte
geçen dühân (duman) kelimesini, "Allah gökleri su buharından
yanıtlı."2 hadisinden esinlenerek "su buharı" olarak
açıklamışlardır.
Runuiı sözü edilen
dumandır; çünkü dumanın lügat anlamı, "sıcak birşeyle karışan hava" d
ir. Hazan bu karışım içerisinde su da bulunur. Bu durumda meydana gelen karışım
saf dumandır. Bazan da yalnızca su bulunur; ki bu da sözlük ifadesiyle duman ve
aynı zamanda tencereden çıkan buhara benzer bir buhardır.
Cevheri ise buharı
"Suyun buharı, duman gibi su üzerinde yükselen şeydir." diye
tanımlamaktadır.
Bağlayacak olursak,
hava, ancak odun, yağ vb. yakıt maddelerinin ateşe dönüşmesi ile ateşe
dönüşür.
Netice itibariyle
canlılar bir madde olmaksızın meydana gelememesi gibi ateş de bir madde
ohnadan, kendi kendine meydana gelemez.[15]
1 - İbnul-Cevzi,
Tefsir, c. V, s. 385; Tabcri, c. XXVIII, s. 172.
2- Hkz. İbn. Cevzi,
Tefsir, c. VII, s. 245; Taberî, aynı haberi İbn. İshak'tan kaydetmiş; c. I, s.
!93; Aynı hadis İbn Abbas ve İbn Mes'uci'cien mevkuf olarak buna benzer
sözlerle rivayet edilmiş. Bkz. age, c. I, s. !94; ayrıca Bcylıaki, el-Esmâ
vcs-Sılât, s. 4S2. Hadisin senedi zayıftır.
Görünen varlıklardan
hakkında "tevellüd" (doğma) kelimesi kullanılan her varlığın meydana
gelebilmesi için -yukarıda değinildiği gibi- iki temci unsurun bulunması
kaçınılmazdır; bundan başka, temci kabul edilen unsurdan da bir parçanın
kopması gerekir.
Açlığı ve susuzluğu
giderme gibi kavramlar da bir oluşum sonucu meydana gelen bir durumu ifade
eder. Araz niteliği taşıyan varlıklardan ruhun vb. şeylerin çıkması da bir
oluşumu bildirir. Hakkında bu kavramın kullanıldığı (tevellüd) herşeyde iki
temel unsurun bulunması zorunludur. Ancak araz niteliğine sahip varlıklar
araza dönüşen bir maddeye değil, var olabilecekleri bir yere (mahal)
muhtaçtır. Cisimlerde ise durum bunun tersinedir; çünkü bunlar, başka bir türe dönüşebildikleri
gibi, cisimlere dönüşebilen maddelerden yaratılmıştır. Meninin alakaya
(embriyo) ve daha sonra bir çiğnem et parçasına (mudga) dönüşmesi, ve
bitkilerle canlıların yaratılması gibi.
Tekbir temci unsurdan
meydana gelenlere gelince: Havva validemizin Hz. Adem'in (a.s) kısa kaburga
kemiğinden yaratılması bunu tipik örneğidir. Ancak bu yaratılış olayı, Hz.
Âdem'den alınan bir maddeden gerçekleşmiş olsa bile, buna tevellüd fdogma)
denilemez. Bu yüzden de "]\z. Adem (a.s) Havva'yı doğurdu." ya da
"Âdem (a.s) Havva'nın babasıdır." denilemez. Bilakis Allah, "Hz.
Âdem'i çamurdan yarattığı gibi Havva'yı da Hz. Âdem'den yarattı." denilir.
Hz. İsa'ya gelince;
"Onu Meryem doğurdu"; "Mesîh, Meryem'in oğludur.";
"Meryem oğlu İsa" denilebilir; zira Mesîh, Hz. Meryem'den bir
parçadır ve Ruh'un (Cebrail) Meryem'in rahmine üfürüşünden sonra
yaratılmıştır; şu ayetlerde açıklandığı gibi:
Allah Imrân kızı
Meryem'i de inananlara örnek verdi. O kî namusunu korudu, biz de onun rahmine
Riih'unuızdan üfledik. O, Rabb'inin sözlerini ve kitablarını tasdik etti ve
yürekten boyun eğenlerden oldu. (Tanrım, 66/12)
Diğer bir ayette ise
şöyle buyurulmuştur:
O namusunu korumuş
Meryem'e de Iütufta bulunduk; ona kendi ruhumuzdan üfledik. Onu ve oğlunu
alemlere bir işaret yaptık. (Enbiyâ, 21/91)
Hz. Havva'nın durumuna
gelince, Cenâb-ı Hak onu Hz. Âdem'den alman bir maddeden yaratmıştır. Nitekim
Allah Teâlâ, Âdem'i de yeryüzünden aldığı maddeden halketmişti. Bu madde su,
toprak ve çamuru pişmiş hale gelinceye kadar kurutan rüzgardır. Bunun için
"Hz. Âdem, Havva'yı doğurdu." demlemeyeceği bibi, "Âdem'i
toprak doğurdu." denilemez. Ancak Mesîh hakkında, "O'nu Meryem
doğurdu." denilir; çünkü Mesîh, Meryem ile Cebrail'in üflemesinden oluşan
İki temel unsurdan meydana gelmiştir. Kur'an-ı Kerim bu olayı anlatmaktadır.
Onlarla kendi arasına
bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrail) ona gönderdik. O, ona düzgün bir
insan şeklinde göründü. Meryem şöyle dedi: "Ben senin şerrinden Rahmân'a
sığınırım. Eğer gerçeklen muttaki bir kimse isen bana dokunma. Cebrail
"Ben" dedi, "yalnızca Rabbi'nin elçisiyim: Sana tertemiz bir
erkek çocuğu bağışlamak için geldim.
(Meryem) Benim nasıl
oğlum olur, dedi, bana bir insan dokunmadı ve ben ahlaksız da değilim.
Ruh;
"Öyledir!" dedi, "Rabb'İn "O bana kolaydır. Onu insanlara
gücümüzü gösteren bir mucize ve katımızdan bir rahmet kılmak için t yapacağız" buyurdu. Ve iş olup
bitti.
Meryem ona gebe kaldı,
onunla birlikte İnsanlardan uzak bir yere çekildi... (Meryem 19/17-22)
Kıssa bu minval üzere
devam etmektedir.
Görüldüğü gibi Meryem,
Ruh'un üflemesi iîe gebe kalmıştır ve bu üflemeden önce gebelik sözkonusu
değildi. O, daha önce gebe kalıp bilahare diğer insanlara canlılık veren ruh
üflenişi ile de hamile olmamıştı. Böylelikle "gebelik için olan
üfleme" (Hz. İsa'nın yaratılışında olduğu gibi) ile, hayat veren ruhu
üfleme (normal hamilelik) kavramlarının arası da ayırılmiş olmaktadır.
Ayetlerden anlaşılan
gerçek şudur; ki Hz. İsâ için, "Kendisi di-şmda zâtı iie kâim olan âyân
bir varlıktan doğmuştur" denilemez zira bir doğum olayı, bebadan çıkan
madde (meni) ile yaratılış için zorunlu olan iki temel unsurun bulunmaması
halinde mümkün değildir.
Oysa Allah samed olup
kendisinden birşeyin çıkması imkansızdır. O, bütün bu eksikliklerden uzaktır;
O'nun bir eşi de yoktur. Bu nedenledir ki onun çocuğunun olması da
imkansızdır.
Arazlardan meydana
gelen neticeler için kullanılması gereken ifadelere gelince; "Işınların
güneşten meydana geldiği gibi bilgi düşünceden, tokluk yemekten, sıcaklık
(isı)da hareketten meydana gelmiştir" denilebilir. Bu olgular a'yân
varlıklardan meydana gelmiş değildir. Araz varlıklar içinse bir mahal ile iki
temel unsurun bulunması zorunludur. Bu nedenledir ki, Hıristiyanların Hz.
İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söylemeleri -Allah Teâlâ böyle bir yakıştırmadan
hem uzak hem de yücedir- "Meryem Allah'ın eşidir" demelerini zorunlu
kılmıştır. Böylece Hz. isa'yı sözleri ile de Hz. Meryem'i -hâşâ- Allah'ın
karısı yapmışlardır. Hz. İsa'nın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğunu hangi ifadenin
yorumuna dayandır-mışiarsa O'na eş isnad'ını da aynı ifadelerin yorumuna
dayandırmışlardır. Oysa tüm akli ve nakli deliller, Allah'ın eş ve çocuk edinme
gibi yakıştırmalardan uzak olduğunu gerekli (vncib) kılar.
Onlar Allah'ı sânına
en uzak vasıflarla niteledikleri halde Allah, onları, kendilerine lazım gelen
en az uzaklıkla nitelemiştir.
Bu konular
hırisliyanlann tezlerinin çürütüldüğü bölümlerde ayrıntılı olarak
irdelenmiştir.[16]
Yahudi ve hıristiyanların
kendisi hakkındaki yakıştırmalarını bizzat Cenâb-ı Hak şu sözleri ile
reddetmiştir.
O, başkasını doğurmadı
ve başkası tarafından doğurulnıadı". (Jhlâs, 112/3)
İyi bilin, onlar
İftiralarından ötürü şöyle diyorlar: Allah doğurdu". Onlar elbette yalancıdırlar.
(Sâffât, 37/151-152) Cinleri Allah'a
ortak yaptılar. Oysa onları o yaratmıştır. Bilmeden O'na oğullar ve kızlar
isnad etliler. Hâşâ, O, onlarm ileri sürdüğü niteliklerden münezzehtir.
Gökleri ve yeri yoktan
yaratan O'dıır. O'mın nasıl çocuğu olabilir ki! Kendisine ait bir eşi yoktur. O
herşeyi yaratmıştır ve O, herşeyi bilendir. (En'âm-6/ 100-101)
Bu ayetler bu konuya
dair bazı milletlerden aktarılan şirk çeşitlerinin tümünü içermektedir. Bunun
gibi, Allah'ın çocuk edinme iddiasını reddetmesi de diğer seçmeci ilişki
çeşitlerinin tamamını kapsamaktadır. Nitekim Ccnâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:
Yahudiler ve birisi
iyanlar "Biz A Ihı h'ın oğulları ve dostlarıyız." dediler. De ki:
"Öyle ise niçin günahlarınız nedeniyle Allah size azab ediyor?"
Hayır, siz de O'mın yaratıklarından birer insansınız. O diledîğini bağışlar
dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin
mülkiyeti Allah'ındır. Dönüş de O'nadır. (Mâide, 5/18)
Sikklî'nin1 ayetin
yorumuyla ilgili olarak naklettiğine göre yahudiler şöyle derlermiş:
"Allah İsrail'e (Yakub) şöyle vahyetti: "Senin çocukların benim ük
çocuklarımdır. Suçların yeyip temizlemesi için onları kırk gün ateşe atacağım.
Bilahare bir mü-nadi çıkıp;
"Benî İsrail'den
(îsrâiloğullan'ndan) sünnet edilmiş herkesi oradan çıkarın! "diye
bağıracak".
Bu iddialara karşılık
Allah TeâSâ şöyle buyurmaktadır:
Allah çocuk
edİnmcmiştir. O'nunla birlikte hiçbir ilah yoktur. (Mü'minûn, 23/91)
De ki: "Çocuk
edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, güçsüzlük nedeniyle bir yardımcısı da
bulunmayan Allah'a hamdolsıın." Ve gereği gibi tekbir et!" (İsrâ,
17/111)
Alemlere uyarıcı olsun
diye kulu Muhammcd'e Furkan'ı (hakkı batıldan ayırma ölçüsünü) indiren
Allah'ın şanı çok yücedir. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü (sevk ve
idaresi) O'na aittir. O bir çocuk edİnmcmiştir, mülkünde ortağı yoktur. Herşeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, herbirisinin Ölçüsünü belirlemiştir. (Furkan,
25/1-2)
Rahman çocuk
edindi" dediler. O, bu tür yakıştırmalardan uzak ve yücedir. Hayır onlar
(melekler) ikram edilmiş kullardır. Ondan önce söz söylemezler. Ve onlar, O'nım
emriyle hareket ederler.
Allah onların
önlerinde ve arkalarında ne varsa (geçmişte ne yapmış, gelecekte ne
yapacaklarsa) bilir. Allah'ın razı olduğundun başkasına şefaat edemezler ve
onlar, O'nun korkusundan titrerler. Onlardan her kim "Ben O'ndan başka
İlahım!" derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz zalimleri böyle
cezalandırırız". (Enbiya, 21/26-29)
Allah: "İki ilâh
edinmeyin. O, ancak tek ilahtır. Yalnız benden korkun!" buyurdu.
Gökierde ve yerde ne
varsa hepsi O'nundur. Kulluğun da yalnız
O'na yapılması
lazımdır. Siz Allah'tan başkasından mı korkuyorsu-
yahııdi vi
hrristiyanlann tül ah hakkımla söyledikleri
Sizi ulaşan her nimet
Allah'tandır. Soma size bir sıkıntı dokunduğu zaman da, yalnız O'na
yalvarırsınız.
Sonra sizden O
.sıkıntıyı açıp kaldırdığı zaman içinizden bir grup, hemen Rab'lerine şirk
koşarlar.
Böyle yaparlar ki
kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etsinler. Öyle ise eğlenin;
yakında bileceksiniz! Kendilerine verdiğimiz rızıklan, hiçbir şey bilmeyen
ilahlarına pay ayırıyorlar. Allah'a yemin olsun ki, siz bu uydurduğunuz
şeylerden mutlaka sorulacaksınız.
Şanı yüce o Allah'a
kızlar isnad ediyorlar; kendilerine ise hoşlandık-lan erkek çocuklarının
alıyorlar. (Nahl, 16/51-57) ...Allah ile birlikte başka ilah edinme: Sonra
kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.
Rabbiniz, oğullan size seçti de kendisine meleklerden kadınlar mı edindi?
Gerçekten çok tehlikeli büyük söz söylüyorsunuz. Biz bu anlamı Kur'an'da türlü
biçimlere çevirip anlattık ki, düşünüp anlasınlar; fakat bu onlara, gerçekten
kaçmadan başka bir katkıda bulunmuyor.
De ki: "Eğer
dedikleri gibi O'nunla beraber başka tanrılar olsaydı, o zaman öteki ilahlar,
Arş'in sahibine varmak için bir yol ararlardı. (İsrâ, 17/39-42)
Ey Muhammedi şimdi sor
onlara; kızlar senin Rabb'İne, oğlanlar de onlara mı?
Yoksa biz melekleri,
onların gözleri önünde dişi mi yarattık?! İyİ bilin ki, onlar iftiralar
yüzünden diyorlar ki: "Allah doğurdu". Onlar kuşkusuz yalancıdırlar.
Allah kızları seçip oğlanlara tercih mi etmiş? Size ne oldu, ne biçim
hükmediyorsunuz!? Hiç düşünmüyor musunuz!? Yoksa sizin, apaçık bir deliliniz mi
var? Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin.
Allah'la cinler
arasında bir soy bağı uydurdular. Oysa cinler de onların yakalanıp
getirileceklerini bilirler.
Allah onların bu tür
yakıştırmalarının tümünden münezzehtir, yücedir.
Allah'ın ihlâslı
kullan bunların dışmdadırlar. Ey inkarcılar! Ne siz, ne de taptıklarınız;
Kimseyi Allah'a karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız. Siz ancak cehenneme
girecek oianı ayartabilirsiniz". (Sâffât 37/149-163)
Gördünüz mü o l.iit ve
Uzza'yı? Ve iiçtiııcüleri olan öteki put Monât'ı? Demek erkek size, kadın
Allah'a mı; O halde bu haksızca bir taksim.
Bu pullar sizin ve
babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları
destekleyen bir delil indirmetnişlir. O putperestler, zunna ve nefislerinin
alçak nevasına uyarlar. Oysa onlara, Rab'leri tarafından yol gösterici
gelmiştir. Yoksa her arzuladığı şey, İnsanın mı olacak!? Son da, ilk de
Allah'ındır.
Allah, dilediğine ve
hoşnut okluğunu müsaade etmedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir
işe yaramaz. Ahirete İnanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını
takıyorlar. (Necm, 53/19-27).
Ccnâb-ı Hak başka bir
ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır:
Kafirler, kendi
kullarından, O'na bir parça isnad ettiler. (Zuhn.it, 43/15)
Bazı tefsirciler
"cüz'en" kelimesini "nasip, kısım" oiarak açıklamış; diğer
bazıları da "Kafirler Allah'a çocuktan pay isnad ettiler"
demişlerdir.
Öte yandan Katâdc ve
Mukâtil gibi yorumcular da "cüz'en" kelimesini "adi" (denk)
olarak açıklamışlardır.
Her iki yorum da
sahihtir; çünkü kafirler Allah'a çocuk isnadında bulunmuşlardır. Çocuk ise
babasına benzer. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:
Rahnıân':ı benzer
olarak ileri sürdüğü kız çocuğu, onlardan birine muştulandığında yüzü simsiyah
kesilir, öfkesinden yutkunur durur. (Zııhruf, 43/17)
Diğer bir ayette de
şoyie denilmektedir:
Onlardan birisine dişi
çocuk muştulandığında... (Nalıl, 16/58)
Onlar kız çocuğunu
Rahmân'a benzetirler, kullarından kendişine bir parça tasarlarlardı; zira çocuk
babadan bir parçadır. Nitekim bu 1 İz. Peygamber bu hususta şöyie
buyurmuşlardır.
Kızını Fatıma benden
bir parçadır.2
Bu konudaki bir diğer
ayet de şudur:
Tul t ular cinleri
Allah'a ortak yaptılar. Oysa onları O yaratmıştır. Bilmeden O'na oğullar ve
kızlar îcad ettiler yakıştırdılar. (En'am, 6/100)
Tcfsirci Kelbî şöyle
demiştir:3 "Bu ayet zındıklar hakkında inmiştir; çünkü onlar "Allah
ile İblis ortaktırlar. Bu nedenle de Allah aydınlığın, insanların, yürüyen ve
sürünen hayvanların îbiis ise karanlığın, yırtıcı kurtların, yılanların ve
akreplerin yaratıcısıdır." iddiasında bulunmuşlardır".
Kafirler O'ıuınla
cinler arasında bir soy bağı isnad ettiler. (Sâffât, 37/158)
ayetine gelince
tefsirciler şöyle demişlerdir. "Burada ifâde edilmek istenen, kafirlerin,
meleklerin, Allah'ın kızları olduklarına dair söyledikleri sözleridir. Zira
kâfirler, cinler gözlerine gözükmediği için, meleklere cin adı veriyorlardı.
Bu görüş Mücahid ve Katade'ye aittir...4
Şöyle de denilmiştir.
"Müşriklerden bir kısmı "Melekler arasında cin adı verilenler vardır
-sözgelişi İblis bunlardan bîridir-ve bunlar Allah'ın kızlarıdır."
demişlerdir"5
Kclbi âc^ şöyle
demiştir. "Allah onlara lanet etsin" müşrikler -hâşâ- Allah'ın
cinlerle evlendiğini ve meleklerin bu evlilikten doğduğunu iddia etmişlerdir.
Ceımb-ı Hak onların bu saçma iddialarını reddetmek için "Bilmeden ona oğullar
ve kızlar icad ettiler". (En'am, 6/300) ayetini göndermiştir.
Sa'lebî de bu ayetle
ilgili olarak şöyle demiştir:7 "Bu sözü söyleyenler Arabiarm
kafirleridir. Onlar "Melekler ve putlar, Allah'ın kızlarıdır."
derlerdi. Bundan önce de "Yahudiler "Üzeyr Allah'ın oğludur",
hıristiyanlarsa "Mcsîh Allah'ın oğludur." demişlerdi". (Tevbe,
9/30)[17]
1-
İbn'ül-Cevzi, Tefsir, c. II, s. 318. Kurtubi, c. VI, s. 120; İlin Kesir, t- İl,
s. 35; Cerir et-
Taberî.Tefsir.c.VI.s.
164.
2- Buharı, Sahabenin Faziletleri bölümü, c. IV, s.
21ü, 212-219; Nikah c. VI, s. 158;
Müslim, sahabenin
fazileti kit. c. II, s. 1903; Mesrur b. Malızüme'den; Ebû D.1VIKİ, c. II, s.
558; Timim, c. V, s. 698; Ilın Mâce, c.I, s. 144, h. no: 1999; Ahmed, c. I\',
s. 326; Tirniizî c. V, s. 6998; Ahıned c. IV, s. 5; Abdullah b. Zübeyr'den.
3- Bak. Vahidî, Esbâbün-Nüzûl, s. 216;
İbnül-Cevzİ, c. III, s. 96; Kuıtubi, c. VU, s. 53;
Bcgavî, c.]I,s. 166.
4- Ibııul-Cevzi, Tefsir, c. III, s. 96; Taberî,
c. XXIII, s. 108.
5- İbnul-Cevzi,c.
VII,
s. 91.
6- age, c. VII, s. 92; Taberî, c. XXIII s. 108.
7- Ueğavhi,c.Il,s.
166; Taberî, c. VII, s. 297; İbn ül-Cevzl, c. III, s. 97.
Kafir Arablav Allah
Teâlâ hakkında "Melekler Allah'ın kızlarıdır" demişlerdi; bundan
başka Allah'ın cinlerle hısım (onlardan evlenmiş) ve (bu evlilikten doğan)
meleklerin O'nun çocukları olduğunu söyledikleri de nakledilmiştir. Sânı yüce
Allah bir eşi olmasının, kendisinden bir parça kopmasının imkansızlığını
bildirerek onların ve diğer kafirlerin bu tür saçma yakıştırmalarını
reddetmiştir; çünkü O, "samediyet" sıfatına sahip yegane varlıktır.
Yine buyurmuştur ki;
O'nun kendisine ait
bir eşi yoktur! (En'ânı, 6/101)
Yukarıda da değinildiği
gibi bir doğum (meydana gelme) olayının gerçekleşmesi, ancak İki temel öğenin
varlığı ile mümkündür. Bu meydana gelme ister, cevher adı verilen gözle
görülür elle tutulur (a'yân) varlıklardan olsun, isterse de araz ve
sıkıtlardan olsun, farketmez; sonuç aynıdır. Kaldı ki a'yânlardan (cevher)
birşeyin meydana gelmesi, ancak baba konumundaki varlıktan bir parçanın
ayrılması ile mümkündür. Allah'ın bir eşinin olmasının imkansızlığına bağlı
olarak O'na ait bir çocuğun olması da imkansızdır. Kafir arapların hepsi
Allah'ın ne meleklerden, ne cinlerden ve ne de insanlardan bir eşi olmadığını
bilirler ve hiçbiri O'nun bir eşinin olduğunu söylememiştir. İşle bunun içindir
ki Alhıh Teâlâ onlara bu ayetlerle delil getirmiştir.
Bazı kafir Araplardan,
Allah'ın cinlerle hısım olduğuna dair bir söz nakledilmiştir; kİ bu düpedüz
saçmalıktır. Bu iddianın saçmalığı birçok açıdan ortaya konabilir. Nitekim
Hıristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur" yahudilcrin de "Üzeyr
Allah'ın oğludur" demeleri de bu tür saçmalıklar içeren tutarsız
sözlerdir. Ce-nâb-ı Hak her iki kesimin de iddialarım çürütüp reddetmiştir.
Şu ileri sürülebilir:
Sıradan hıristiyanların söyledikleri sözler dikkate alınmaya değmez.
Bilginlerinin sözlerinde ve dinsel kaynaklarında yeralan bilgilere gelince ki
onlar genel hatları İle şöyle diyorlardı: "Hz. İsa kelimenin uknum
(rüknü- asi) -ki ona Hz. Mesih'in giydiği gömlek adını vermişlerdi-. Yani
Allah'ın çocuğu olma vasfını insanın gömleğini giydiği gibi giymiştir. Lâhût
(ulû-hiyyet), nâsût (insanlık) gömleğine bürünmüştür". Onlar baba, oğul ve
Ruh'ul-Kudüs'ten oluşan üçlü oluşuma tek bir ilah adi verirler. Buna karşılık
ne söylenebilir?
Şöyle cevap
verilebilir: Hıristiyanların anlatmak istedikleri, Rab'bin var (vücud sıfatına
sahip), daima diri (hay) ve ilim sahibi olduğudur. Burada mevcud baba; ilim,
çocuk, hayat ise kutsal ruhtur. (Rûh'ui-Kudüs) Bu çoklarınca benimsenen ve
savunulan görüştür. Öte yandan kimileri de bu formülü mevcûd, âlim, ve kadir
diye sıralarlar ve "İlim, kelime ve gömlek gibi giyilen niteliklerdir.
Kudret İse kutsal ruhtur" derler. Hıristiyanlar oğul alamı mı gelen
"kelimenin" uknumun gömlek gibi giyilcbİleceği görüşünde
ortaktırlar.
Ancak daha sonra bu
tanrısal niteliklerin nasıl giyileceği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu iki
nitelik bir (tek) cevher midir; yoksa herbin ayrı ayrı cevherler midir? İkisi
için lek meşîet (İrade) mi vardır, yoksa herbirine ait iki ayrı irade mi
vardır? Bunların ayrıca "huİül" (Allah'ın insanın benliğine girmesi)
ve "ittihad" (Allah-insan bİrlİkteliği/vahdct-i vücûd) düşünceleri de
vardır; ittihad: kİ bu konudaki sözleri havli çelişkilidir. Burada
arıiphırıu uınrı
nııhıyışhır/
bu konu ile ilgili
geniş bilgi verme imkanımız da -ne vazık ki-yoklur.
Hıristiyanların bu
konudaki görüşleri farklı farklı olup aralarındaki ihtilaflar, tamamının
teshili imkansız denilecek kadar çoktur. Bunlar Allah katından indirilmiş bir
kilabdan veya gönderilmiş bir resulden alınmayan akimi kullanabilen kimselerin
kabul edemeyeceği birtakım teorilerdir.
Sözgelişi hırisliyan
mczheblerinden Ya'kubîler1 hulul ve ittİ-hadla ilgili olarak "Baba ve
oğul, tıpkı sütteki su gibi ikisi tek cevhere (töz), tek tabiata, lek uknuma
(asıl) dönüşür" derler.
Nasrûriyc2 mezhebi
mensuptan ise şöyle der: "Hayır, baba-oğul iki ayrı cevhere, iki ayrı
tabiat ve İki ayrı iradeye sahiptirler. Ancak, îâhûtî (olan) varlık insanî
(nâsûlî) olan varlığa suyun, içinde bulunduğu kaba hulul ettiği gibi hulul eder
(etmiştir)"
Öie yandan üçüncü bir
hiristiyan mezhebi olan Melkiye3 mensupları da şöyİe der:
"Baba ve oğul
ikisi tek cevherdir. Ancak bu tek cevherin demirdeki ateş misali iki İrâdesi,
iki tabiatı ve iki eylem biçimi vardır" derler.
Bazıları da Cenâb-ı
Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de bildirdiği düşünceye meylederek onu savundular:
Aıulolsıın, "Allah,
ancak Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler cihette katlı- olmuşlardır".
(Mâidc, 5/17-72)
Bunu söyleyenler
Ya'kûhîlcrdir.
Hmsliyanlnr
"Mesih Allah'ın oğludur." dediler. (Tevlıc, 9/30} Bunu .söyleyenler
Melkiye'dir.
"AnduLsun Allah
üçün üçiinciisiidiir." diyenler cihette kafir olduiar (Mâide, 5/73)
Bunu söyleyen de
Nastûriye'dir.
Ve bütün bu
söyledikleri, hiçbir değer ifade etmeyen görüşlerdir. Ccnâb-i Hak bunlardan
yalnızca üçüncü fırkanın söylediklerini aktarmakladır. Ancak hepsi Hz. İsa'nın
Allah'ın olduğutırüplarm t/mrı anlayışlını
ııu söylerler. Ve
üzerinde görüşbirlİğine vardıkları emanetleri konusunda da aynı tavrı
takınırlar. Ayrıca Mesih'i "Hak olan ilâh'-tan meydana gelen hak
ilâh" olarak tanımlarlar.
"Üçün
üçüncüsü" demelerine gelince, bu konuda Cenâb-ı Hak Kur'an'm başka bir
yerinde şöyle buyurmaktadır:
Allah "Ey Meryem
oğlu İsa! Sen ini insanlara: "Beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilah
edinin!" dedin!? İsa "Hâşâ" dedi, "sen yücesin, benim için
link olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş nisam, sen bunu
bilirsin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin zâtında olanı
bilmem. (Mâide, 5/116)
İbn'ül-Ccvzi
"Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir oldular."
(Mâide, 5/73) ayeti ile ilgili şu bilgiyi vermektedir:
Müfessirler diyorlar
ki: "Bu ayetin içerdiği anlam şudur: Hıristiyanlar, ul ûh.iye t in Allah,
Hz. İsa ve Hz. Meryem arasında ortak ve bunların her birinin kendi başına ilah
olduğu yargısına varmışlardır.4
öte yandan Zeccâc'ın5
"Gulüvv" kelimesini şöyle tanımladığı aktarılmıştır: "Gulüvv,
zulümde ölçüyü aşmaktır. Hıristiyanların gulüvvü (haddi aşmaları) de "Hz.
İsa'ya kimisinin "Allah", kimisinin "Allah'ın oğlu",
kimisinin de "üçün üçüncüsü" demesidir".
Hıristiyan bilginler,
Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna dair yargılarını "oğul" kelimesine
dair anlattıklarıyla yorumlamaktadırlar. Her üç ekol de bu temel düşünce
üzerinde görüş birliği içerisindedir.[18]
Hıristiyanların
sözkonusu görüşlerinin tutarsızlığı, sağlıklı düşünceye vurulduğunda birkaç
açıdan ortadadır.
1- Ne Hz.
İsa'nın ne de diğer peygamberlerin sözlerinde, Allah'ın sıfatını
"çocuk" olarak adlandıran tek bir ifade yoktur. Buna rağmen onların
Allah'ın sıfatını "çocuk" olarak adlandırmaları, peygamberlerin
sözlerini, konuldukları (kullanıldıkları) yerin
dışına çıkarmak,
saptırmaktır.
Yine hıristiyanSarın
Hz. Mesih'ten naklettikleri "İnsanları baba, oğul ve Ruh'ül-Kudüs adıyla
vaftiz edin!" sözüne gelince, bu İfade oğul kelimesi İle Allah'ın kelime
sıfatıdır. Ruh'ül-Kudüs (kutsal ruh İle de) O'nun hayat sıfatı anlatılmak
istenmemiştir; çünkü peygamberlerin sözlerinde böyle bir anlamı içeren ifâdelerin
yeralması kesinlikle mümkün değildir.
Hıristiyanlara reddiye
olarak yazılan başka yerlerde bu husus genişçe anlatılmıştır.
2-
"Oğul" kelimesi Allah ik var olan, Allah'a ait bir sıfat mıdır,
yoksa zâtı ile kâim (tek başına var olan) bir cevher midir? Eğer bu kelime
Allah'ın sıfatı ise onların tezleri birkaç açıdan çürütmüş olur:
a- Sıfat,
tek başına yaratan, rızık veren, dirilten ve öldüren (ilâh'ın kendisi) olamaz.
Halbuki Mesih onlara göre yaratan, rızık veren, dirilten ve öldüren bir
ilahtır. Onun bir gömlek misali büründüğü oğulluk sıfatı, eğer tanrı
olamıyorsa, bizatihi kendisinin de ilâh olmaması akla mantığa daha uygundur.
b- Sıfat
(niteleyen), mevsufsuz (nitelenen) var olamaz, diğer bir deyişle sıfat
mevsûfundan kesinlikle ayrılamaz.
"Allah'ın kelâmı
Mesih'in üzerine (Mesih'e) inmiştir, ya da "Mesih Allah'ın
kelimesidir" diye iddia ederler veya başka birşey ileri sürerlerse
kendilerine şöyle denilir: Bu durumu (Allah'ın kelâmının peygamberlere inmesi
ve Allah'ın onlarla konuşması) Hz. Mesih iîc diğer peygamberler arasında ortak
bir paydadır; yani Allah'ın Mesih'le konuşması sadece ona tanınan bir ayrıcalık
değildir.
c- Sıfat
birleşmez, ancak nitelenen (mevsuf) ile birlikte birse-yi bürür, niteler. Bu
durumda "baba" konumunuda bizzat Mesih'in olması gerekir. Oysa
hıristİyanlar, Mesih'in baba konumunda olmadığı hususunda müttefiktirler.
Hıristiyanların bu
konudaki görüşleri birbiriyle çelişmekte, bazıları bazılarını tanrı olan baba
konumuna koymuyorlar. Bunun sonucunda da baba ile oğuiun birleşiminden meydana
gelen oluşuma "tek ilah" adını veriyorlar.
Onların felsefe
ilâhiyatçılarından bazıları - mesela Yahya b. Adiy- bu durumu şuna
benzetmişlerdir. "Şimdi muhasebecilik ve katiplik gibi sıfatlara sahip bir
kişiyi düşünelim. Her sıfatla ilgili hüküm (özellik) ona âitiir. Mesih'in
durumu da bunun gibidir".
Elhak, bu söylenen
doğrudur. Ne varki onların Mesih'le ilgili düşünceleri buna benzetilmez; zira
siz "Rab mevcuttur, diridir ve âlimdir" dediğiniz de her sıfatın
hükmü (özelliği) ona ait olmuş olur. Malumdur ki birleşen (ittihad) şey eğer
sözkonusu sıfatlarla sıfatlanan zât ise, sıfatların tamamı onunla birlikte
kâimdir. Şayet bîr sıfatla bürünülürken başka sıfata bürünülmüyorsa o zaman da
bir sakınca meydana gelir. Bu bağlamda "Zat, sıfatlardan birisine
bürünürken başka sıfata bürünmemiştir" deseler bu durumda da iki sıfatın
birbirinden ayrılması gerekir ki bu imkansızdır. Çünkü tek bir vasıfla
nitelenen varlıkla kâim (varlık ve anlam kazanan) sıfatlar, ona sürekli
gereklidir, ondan hiçbir zaman ayrılmazlar. Oysa yaratıkların sıfatlarında
durum böyle değildir. Onlarda bulunan sıfatlardan bir kısmının daimi olması
ile birlikte bir kısmının hiç bulunmaması mümkündür. Her türlü eksiklikten
uzak yüce Rabb'in sıfatlarının durumu ise bunun tersinedir.
4-Mesih'in
bizatihi kendisi, Allah'ın kelimeleri değildir. O'nun sıfatlarından hiçbirisi
de değildir. O yalnızca Allah'ın ke-iimesi iîe yaratılmış bir yaratıktır. Ona
"Kelim" adının verilmesi; Önceden beri süregelen eylem bağı
uygulanmaksızın, sadece Allah'ın "Kün!" (Oî!) emrini vermesi ile
yaratılmış olmasından dolayıdır. Kur'an konuyu şöyle anlatmaktadır:
Allah katında İsa'nın
durumu, Adem'in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı, sonra ona Oi! dedi,
artık olur. (Âli-hnrân, 3/59) İşte Meryem oğlu İs,î, kuşkulanıp ayrılığa
düştükleri şey, "hak söz olarak budur.
Çocuk edinmek Allah'a
yakışmaz. O, bu tür eksikliklerden münezzehtir. Bir işi yapmak istedimi ona
sadece Ol! der. O da hemen olu-verir. (Meryem, 19/34-35)
araplarm tanrı
anlayışları
Mesih'in bizatihi
kendisinin Tevrat, İncil ve Allah'ın diğer kelamları gibi
"Kelamullah" (Allah'ın kelâmı) olduğu varsayılsa bile yine de
Allah'ın kelâmı değildir. Yaratıcılık Rab ve îlahiık gibi sıfatlarından
herhangi bir payı da yoktur.
Buna göre
hıristiyanları "Mesih yaratıcıdır" demekle bizatihi sıfat'ı yaratıcı
konumuna koyma, Mesih'i sıfatın kendisi kılma açısından sapıklığa düşmüşlerdir.
Oysa Mesîh Allah'ın kelimesi ile yaratılmış bir yaratıktan başka birşey
değildir.
Bundan başka
hıristiyanlarm teslis (üçleme) ve üç sıfat (ilim, hayat ve vücud) ile ilgili
yargılan; hulul ve ittihad düşünceleri, birçok açıdan bâtıl, tutarsız
düşüncelerdir.
Bu tür saçmalıkları
bırakıp da, "Rabb'in zât-ı ile var olan birtakım sıfatlan vardır"
deseler ve hulul ve ittihadı zikretmese bu söyledikleri, Allah'ın bütün
sıfatlarını isbât eden (olumlayan) tüm m üslüm anlamı söyledikleri sözle
örtüşen tutarlı bir görüş olurdu. Ama, "Sıfatlar, Allah'ın zâtı ile kâim
a'yânlardır" derlerse bu saçmalama olur. Bu sözleri iie birbiriyle çelişen
bir sürü düşünceyi biraraya toplamışlar.
Ayın şekilde Allah'ın
sıfatlarını, yalnız üç sıfattan ibaret saymaları da bâtıldır; çünkü Rabb'in
sıfatları bunlardan hayli fazladır. Sözgelişi sânı yüce Allah mevcutdur,
diridir bilgi sahibidir, her şeye gücü yeter (kadir) dir...
Onların, Allah'a sıfat
yaptıkları uknumlar (asıllar) sadece üç tanedir. Bu nedenle bu üç uknumu bazan
vücud (var olma) hayat, ilim olarak, bazan da vücud, kudret ve ilim olarak
yorumlarlar. Onların bu konudaki çelişkileri, sıkıntıları, saçmalıkları hayli
fazladır. Çünkü ileri sürdükleri tezleri her şeyden önce kendi içerisinde
tutarsız ve batıldır. Böyle bir saçmalığı düşünebilen bir kimsenin aklı kabul
etmez, Bunun için denilmiştir ki:
"On Hıristiyan
bir araya gelse, onbir farklı görüş ortaya çıkar."
Bunun gibi Allah'ın
kelimeleri de sonsuzdur. Nitekim bu konuda şöyle buyurmuş:
"De ki:
"Kabilimin sizlerini yazmak için deniz miirekkeb olsa, Rabb'imin sözleri
tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını gelirsek bile yine
yetmez." (Kehf, 18/109)
Bu görüş,
müslümanlann, müslüman olmayanların; Allah iradesi ile sürekli konuşan
(miHekellim) d ir, diyen İslâm ümmetinin geçmiş alimlerinin benimsediği ve
savunduğu görüştür. Bunun yanı sıra aynı görüş, "Allah'ın söz söylemeye
sürekli gücü yeter, ancak iradesi ile konuşması, zâtı ile var olan hadis (sonradan
meydana gelen) bir sözdür; diyenlerle, "Allah'ın kelâmı, o'nun dışındaki
varlıklarda mahlûktur, tezini savunanların da benimsedikleri bir düşüncedir.
Ama: "Allah'ın
kelâmı kendi varlığı ile kadim (öncesiz) olan bir şeydir;" "Allah'ın
kelam sahibi olması sonsuzluk arzeden bir durumdur" "bunların hepsi
tek anlam ifâde eder, ancak ondan söz eden anlatımlar bir kaç tane olur"
görüşlerini savunanların durumuna gelince, bunlara göre bu mana (kelam) nın
Allah'ın dışında bir başka varlıkla kâim olması imkansızdır; onlara göre
Cenâb-ı Hakk'in kelam sıfatı, kendi dışındaki varlıklarda, yaratılmış anlatım
biçimleri (ibareler) ile kâim olur. Bu tezlere göre, Iiz, Mesih'in bu
ibarelerden (anlatım biçimlerinin) bir parça olması imkansızdır. Bu görüşü
savunanların tezlerine göre, Mesih'in Allah'ın kelâmından başka bir varlık
olmasının imkansız olduğu zaman, bu imkansızlık cumhur ulemanın savunduğu
görüşlere göre daha da katmerleşir. Çünkü Allah'ın kelimeleri yukarıda da
değinildiği gibi, sayılamaycak kadar çoklur. Mesih ise bunların tamamı değildir.
Ve bunların tamamı ile birlikte yaratılmamıştır. Sadece o kelimeler arasında
bulunan tek bir kelime (Kim (ol) emri) yaratılmıştır; o kadar... bundan başka
sözko-nusu kelimenin bizatihi kendiside değildir; çünkü kelime (kelam)
sıfatlar arasında bir niteliktir; Mesih ise kendi zatı ile var olan bîr
kişidir.
Hiristiyanlara
denilecek bir başka söz şudur:
Sizin ilim, kelime
gibi sıfatları oğul, çocuk olarak adlandırmanız, bilginlerin ve düşünebilen
kimselerin ittifakları ile bâtıldır. Böyle bir ifâde, peygamberlerin
hiçbirisinden de nakledilmemiş t ir.
Onlar kendilerini
şöyle savunuyorlar buna karşılık: "Gerçekte İlim ve kelam gibi sıfatlar,
âlim bir kişinin kendisinden meydana geldiği gibi zattan da meydana gelir. Bu
durumda ilim, hikmet ve kelam gibi sıfatlar Allah'ın zâtından meydana gelmiş
sıfatlardır; bunun için kelimeye 'oğul' adı verilmiştir.
Kendilerine,
savundukları bu düşüncenin bir kaç açıdan bâtıl olduğuna dâir şöyle cevap
verilir:
1- Bizim sıfatlarımız sonradan var olur ve ilim
Öğrenmemiz, düşünmemiz ve deliller getirmemiz nedeniyle sonradan kazanılırlar.
Ama Allah'ın kelimesi (kelam sıfatı) si, ilmi, sürekli zâtı ile kâim, öncesiz
(kadim) d ir. Onu tevellüd ile nitelemek imkansızdır...
Buna karşılık iddiacı,
gene şu iddiada bulunmaktadır: "Her nitelik nitelenen için gerekli olup
ondan meydana gelmiştir; onun bir oğlu konumundadır."
Akıllara ve sözlüklere
göre bu İddia asılsızların asılsızıdır. Çünkü insanın hayatı, konuşması ve
diğer sürekli kendisi ile bulunan sıfatlardır; bu tür sıfatlar ondan meydana
gelmiş, onlar onun çocuklarıdır, denilemez. Bu iddiaya göre Rabb'm hayat sıfatının
da ondan doğmuş ve O'nun çocuğu olması gerekir, kudret sıiati da öyle. Eğer
böyle değilse; yalnızca ilim şifalının meydana gelmesi ile hayat, kudret ve
diğer sıfatların meydana gelmesi arasında ne fark var.
2- Bu iddia eğer kendi zatı ile kâim cevher ve
a'yânlarm meydana gelmeleri kapsamında düşünülüyorsa, bu meydana geliş için de
iki temel unsurun bulunması gerekir; ayrıca iki asıldan birisinden mutlaka bir
parça ayrılmalıdır. Oysa bizim bilgimiz, sözümüz, kendi zatları ile var olan
"aynı" varlıklar değildir. Eğer bizim bilgimiz ve kelâmımız gibi
nitelenenler var olan bir nitelik, belirli bir yerde var olan arazi bir varlık
İse, bu durumda da ancak iki temel unsurdan meydâna gelir; ona içerisinde
meydana geleceği bir yer (mahal) gerekir. Halbuki herhangi birimizde ilim ve
kelâm sıfatı ancak, birtakım öncekilerin olması ile var olur. Yani fer'îler
için asıl olmalıdır. Böylelikle ilim ve kelâm daha Önce var olmayan bir yerde,
bu öncekilerin fer'i olarak varlık kazanır.
Eğer şöyle derseniz:
"Rab, daha önce bilmediği bazı şeyleri bilerek âlim sıfatına sahip olur;
daha önce konuşma (kelâm) sıfa-atına sahip değilken daha sonra sahip olmuş
olur.
Böyle bir iddia tüm
müslüman ve hıristİyanlar katında küfrü gerektiren bir iddiadır. Sahih akılca
da bâtıldır. Çünkü, âlim sıfatına sahip olmayan bir kimsenin, ilim öğreneceği
bir kimse bulunmadan kendi kendine alim niteliğini kazanması imkansızdır.
Allah'ın, kendi yaşattığı herhangi bir kimseden (varlıktan) biigi edinmesi ise
imkansızdır.
Bunun gibi konuşmaktan
aciz bir zatın, kendisine konuşma (kelâm) gücünü kazandıran bir kimse olmadan,
bu sıfatı elde etmesine imkan yoktur. Zira herhangi birimizin tüm bilgileri
aynı anda meydana gelmiyor. İnsan bilmediği şeyleri gözlemleyip inceledikçe o
şeyler hakkında bilgi edinme imkanına sahip oluyor, bilmediklerini öğreniyor,
peyderpey ilmini artırıyor. Hiçbir insanoğlu şunu söyleyemez: "İnsan tüm
bilgileri ile birlikte doğar." Şunu da kimse söyleyemez: "İnsan daha
önce konuşamazken kendi kendine konuşan (mütekellim) bir kimse haline
getirir." Aksine insana konuşma gücünü takdir eden, her şeyi konuşturan
yüce Zâttır.
Eğer hırİstiyanlar
şunu iddia etseler: Rab; bazı eylemlerinden ve sözlerinden bazısını meydana
getirir, ama diğer bazısını getirmez.
O zaman Allah'ın
sıfatı olarak belirledikleri "kelime" sıfatını "oğul"
olarak adlandırma iddiaları batıl oiur. Çünkü oğul sözcüğü ile O'nun ilminden
veya kelâmından bir kısmına isim verilmiş olur. Halbuki onlar Mesih'in mutlak
kelime olduğunu, mutlak bilginin temeli olduğunu iddia ediyorlardı. Oysa İsa o
sıfatın tünraplarm tamı anlayışları
mimden meydana
gelmemiştir ve onun tümüne, düşünebilen kimselerin ittifakı ile 'oğul' adı
verilemez.
3- Alim bir
kimsenin İlmini ve kelamını onun çocuğu olarak isimlendirmeye, tanınmış hiçbir
lügatta rastlanmamıştır. Böyle bir iddia akılca da saçmadır. Çünkü O'nun ilmi
ve kelâmı, kudreti ve diğer sıfatlan gibidir. Eğer böyle bir adlandırma caiz
olursa, insanın geriye kaîan sıfatlarını ondan meydana gelen sıfatlar ve
herbirisini onun çocukları olarak adlandırmak da caiz olurdu.
Kaderiyeci
kclamcılardan her kim şöyle derse: "Gözlemle elde edilen bilgi, o
gözlemden meydana gelmiştir." Bu, onun şu sözü gibidir. "Doyma ve
susuzluğu giderme yeme ve içmeden doğmuştur." Ama bu kimse susuzluğun
giderilmesi ve doyma, bu eylemleri yapan kişinin oğlu veya çocuğudur
demeyeceği gibi ilim de sahibinin oğludur demez. Çünkü bu tür olgular, ancak
insanla birlikte gerçeklik kazanan arazlar ve manalardan meydana gelen
durumlardır. Bu nedenle, bu tür sıfatlar sahibinin çocukları olarak
adlandırılamazlar.
Ama bir kimse istiare
yaparak şöyle demesinde herhangi bir sakınca yoktur: "Düşüncesinin
çocukcağızı" bu kimse şu ifâdeyi kullanan gibidir: "Yol
çocukcağızları". Çünkü "İbnüs-sebil" ifadesi yolundan istiare
olarak (yol oğlu) kullanılır. Yine su kuşuna: "suyun oğlu" denilir.
Ancak bu tür adlandırma kayıtlı bir adlandırma türüdür. Herkesçe bilinir ki bu
tür ifadelerle makul anlamdaki ne baba, ne çocuk anlatılmak istenmiştir.
Bunun gibi
Peygamberlerin kullandıkları ifadeler arasında, Allah'ın sıfatlarından herhangi
birisini "oğul" olarak adlandıran hiçbir söz yer almamıştır. Kim
onların ifadelerine böyle bir anlam yüklerse, onlara yalan iftira etmiş olur.
Böyle bir ifade ancak hiristiyan alimlerine yakıştırılabİlir. Çünkü onlar
katında Hz. Mesih'i çocuk olarak adlandıran ifade bulunmaktadır. Bunun dışında
aynı adlandırmayı İsrail ve diğer insanlar hakkında da yapmışlardır. Oysa
Mesüı, yaratılmış bir kimseye verilen bir isimdir. Yaratıcının sıfatlarından
hiçbir pay taşımaz. Bu adla onun yüce, keramet sahibi bir kimse olduğu
anlatılmak istenmiştir.
A- İşin
söylendiği gibi olduğu varsayılsa, Allah Mesih'e kendi kalından verdiği ilim ve
kelam İle ilim ve kelam sahibi olsa, bu durum, diğer peygamberler için de
sözkonusdur. Ccnab-ı Hak onlara da kendi ilminden ve kelâmından lütfetmiştir.
Öyle ise sadece bu özelliğini öne sürerek onu Allah'ın oğlu olarak
tahsısla-manın hiçbir anlamı yoktur.
Eğer ilini ve kelam
sıfatları onunla bütünleşerek bir ilah haline gelmişse, o zaman ilim ve kelam
sıfatları kendi kendüeri İle var olan cevherler olur; baba durumuna gelirlerse
Mesih baba konumunda olur. Şayet ilim ve kelâm sıfatları başka tür cevherler
olursa bu kez kendi kendisi ile var olan iki ilâh meydana gelmiş olur.
Söylediklerinin tamamı bütün yönleriyle tutarsız ve saçma olduğu açığa
çıkmaktadır görüldüğü gibi.
5- Bilgili
bilgisiz herkes bilir ki insanlar arasında babasız yaratılma özelliği,
yalnızca Hz. Mesih'e özgü bir durumdur. İnsanlardan babası olmadığı için
hıristiyanlar Rabbi ona baba yapmışlar. Nitekim Necrân'ın hıristiyanları6
Cenabı peygamberle bu hususta tartışmış ve O'na şöyle sormuşlardı: "Eğer
Mesih Allah'ın oğlu değilse, bize söyleyebilir misin, kimdir onun
babası?" Biliyoruz ki hıristiyanlar İsâ hakkında gerçek çocukluğu iddia etmektedirler.
Onların âlimlerinin söylediklerinden bize aktarılan yorumlar düşüncelerindeki
akıl almaz çirkinlikleri biraz olsun gidermek içindir. Yoksa, Mesih'i Allah'ın
oğlu kılmanın akla mantığa sığar hiçbir yanı yoktur. Halbuki hıristiyanların
onu Allah'ın oğlu olarak tanımladıkları, Allah'ın Hz. Meryem'i hamile
bıraktığı, Allah'ın onun babası okluğunu söylediklerini herkes bilir. Bu ancak
Allah'tan Hz. Meryem'e bir parça İnmesi ile mümkün olur. Oysa tüm
eksikliklerden münezzeh Cenab-ı Hak "sa-mediyet" sıfatına sahiptir.
Ondan bir şeyin çıkması imkansızdır. Bu iddialarına bağiı olarak onların
Meryem'in Allah'ın eşi olmasını gerekli görmüşler. Bu yüzden Cenab-ı Hakk'ın
bildirdiği gibi Hz. Meryem'i ilâhlaşiırmışlardır. Bu yakıştırmamı! dışında Hz.
araplarm 1nvrı
anlayışları
İsa'nın çocukluğu
hakkında söylenen sözlerin manası dikkate alındığında onunla onun dışındaki
diğer insanlar arasında hiçbir fark yoktur. Çocuk olma anlamı onun kişiliğinde
bir değişime uğramamıştır. Diğer insanlar için çocuk olmanın anlamı ne ise onun
için de aynıdır.
Ama onlar bazı Arap
müşriklerinin söylediklerini söyleyerek Hz. Meryem'i Allah'ın cşİ kılarlar.
Nitekim Arap müşrikleri de Allah'ın cinlerle evlendiğini, bu evlilikten de
meleklerin doğduğunu söylemişlerdi.
Hıristiyanlar, Allah
seçme yoluyla Mesih'i kendine evlat edinmiştir, gibi bir iddia ileri
sürerlerse, burada fiilî bir anlam sözko-n usu dur. Bu görüşlerini çürütmeye
yönelik cevaplar ilerde gelecek Allah'ın izni ile.
Şanı yüce Allah'ın Hz.
Mesih için buyurduğu "O, O'ndan bir ruhtur" (Nisa, 4/7]) ayetine
gelince; burada anlatılmak istenen, Allah'ın bir kısmının Hz. İsa'ya intikal
etmiş olması değildir. Ayetteki (min) harfi gayenin başlangıcı içindir. Şu
âyette buyu-rulduğu gibi:
Göklerde ve yerde ne
varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak size boyun eğdirdi. (Câsiye, 45/13)
Diğer bir ayet ise şu:
Size ulaşan her nimet
Allah'tandır; (Nahl, 16/53)
Buradaki nimetler
Allah'a nisbet edilmiş veya o şeyin ondan olduğu söylenmişti]-. Bunun iki şekli
vardır:
Bir şey kendi kendi
İle kâim "ayn" niteliğinde ise, o kendinin malıdır. Bu durumda (min)
gayenin başlangıcı için kullanılır. Nitekim yüce Allah Hz. Meryem ilgili şöyle
buyurmuştu: "Ona kendi ruhumuzdan gönderdik." (Meryem, 19/17).
Mesih hakkında ise:
"O, O'ndan bir ruhtur." (Nisa, 4/171}
İlini ve kelam gibi,
kendi başına var olmayan sıfatlar, sahibine ait birer sıiaüır. Mesela Allah'ın
kelâmı, Allah'ın ilmi, denilir.
ihlûs ve îcvbid Şu
ayette bııyurulduğu gibi:
"De ki: Onu
(Ktır'an'ı) kutsal ııih (Ruh'ııl-Kudüs) Rabb'ımn katındım hak ile
indirdi." (Nah], 16/102)
Diğer bir ayette ise
şöyle buyurulmuş:
Kendilerine kitap
verdiklerimiz, onun Rabb'mın katından hak ile indirildiğini bilirler. (En'am,
6/114)
Mastar kalıbı ile
kullanılan sözcüklerle bazan nesneler (mcf'ul) anlatılır. Böylesi durumlarda
emir olarak mastarı, kendisi ile emredilen (memurun bih) kudret kelimesi,
makdûr (güç yetirilen), rahmet mastarı ise merhum (rahmet edilen) anlamını
İfade eder. Yani kelime ile yaratılan yine kelimedir. Sözgelişi Mesih hakkında
"O Allah'ın kelimesidir" denildiğine, onun, Cenâb-ı Hakk'm kelimesi
ile yaratılmış olduğu, uygulanageldiği üzere diğer insanların yaratıldığı
biçimde yaratılmış olmadığı anlatılmak istenir. Böyle olmasaydı, o zaman İsa
kendi zatı ile bir insan olurdu, miHekellime sıfat olan kelam olarak onunla var
olmazdı.
Bunun gibi diğer
yaratıklardan söz ederken: "O Allah'ın emridir" denildiğinde,
bununla, Allah onu emriyle meydana getirmiş, demek istenir. Şu ayette
buyurulduğu gibi:
Allah'ın emri geldi,
artik onu acele istemeyin. (Nahi, 16/1)
Azab emrimiz gelince
oranın üstünü altına getirdik, üzerine de taş
yağdırdık... (Hud,
11/82)
Rab ehad ve sameddir,
bölümlere parçalara ayrılarak bir başka varlığa intikali mümkün değildir,
adına ruh veya başka bir şey desek bile farketmez. Böylelikle hıristİyanlann,
Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna dair yanılgıları bâtıl kılınmış, onunda Allah'ın
diğer kullan gibi bir kul olduğu hakikat! açığa çıkmış oldu.
Bazan da şöyle
denilmiş: "Hıristiyan toplumunun sapmasının asıl kaynağı, bizden önceki
milletlerin lügatlarmda, Rab kavramı baba kelimesi ile, Allah'ın kendisini,
kendisinin de Allah'ı Rab edinmiş, Rablaşlırıhmş kul ise "oğul"
kelimesi ile anlatılmıştır.
Bu nedenle Mesih,
bağlılarına şöyle tavsiyede bulunmuş: "İnsanları baba, oğui ve kutsal ruh
(ruhûl-Kudüs) vaftiz edin. Bunun yanı sıra onlara Allah'a İmân etmelerini, kuiu
ve elçisi olan Mesih'e inanmalarını, Kutsal ruh Cebrâile İman etmelerini emretmişti.
Çünkü bu isimlerin tamam! Allah'a ve melekiyet sıfatına sahip elçisine ve
insani olan rasulüne ait isimlerdi. Nitekim bu konuda Allah şöyle buyurmuş:
Allah meleklerden de
insanlardan da elçiler seçer. (Hac, 22/75).
Cenâb-ı Hak başka
ayetlerde de Mesih'i kutsal ruhla desteklediğini belirtir. Tcfsircilere göre
bu Cebrail'den başkası değildir. Sözgelişi şu âyette olduğu gibi:
"Andolsun Musa'ya
Kitabı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık
deliller verdik ve onır Kutsal ruh (Cebrail) ile destekledik." (Bakara,
2/87)
Tefsire İl erin çoğuna
göre âyette sözü edilen Ruh'ul-Kudüs Cebrail'dir. Bu görüş İbni-Abbas, Katâde,
Dahhâk, Sûddi ve diğer birçok tefsircinin paylaştığı görüştür.7
Bu ayeti düşüncelerine
delil göstermişler:
Biz bir âyetin yerine
başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini bilir- "Sen
Allah'a iftira ediyorsun" derler; hayır, çokları bilmiyor.
De ki:
"İnananları güçlendirmek; müslümanlara yoi gösterici ve müjde olmak üzere
onu, Ruh'ul-Kudüs (Cebrail), Rabb'inin-katından hak ile indirdi." (Nahl,
16/101-102)
Öle yandan Dahhak8
İbn-i Abbas'tan şöyle dediğini aktarmış: "Bu isim, Ruhu-1-Kudüs, kendisi
ile ölülerin diriltileceği meleğin adıdır."
Öte yandan Abdurrahman
b. Zeyd b. Eşlem,y bunun İncil olduğunu söylemiştir.
Oysa Cenâb-ı Hak başka
âyetlerde şöyle buyurmaktadır:
İşle onlar o
kimselerdir ki Allah kalplerine iman yazmış ve onları 107
İbhıs ve tevhid
kendinden bir rîih ile
desteklemiştir... (Mücadele, 58/22) işte sana da böyle emrimizden bir ruh
vahyetıik. Sen Kitab nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat hiz onu bir aydınlık
kıldık" Kullarımızdan dilediğimizi onunla doğruya iletiyoruz... (Şiirâ,
42/52) Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden (bir ) ruh ile indirir...
(Nahl, 16/2)
Allah'ın, elçilerinin
kalplerini öz imanla diriltmek için onlara indirdiğine (vahye) ruh adını
veriyor. Allah o rîih ile mü'min kullarını destekliyorsa elçilerini niçin
desteklemesin. Zira Mesih -üzerine selam olsun- "Ulül-Azm" (azim ve
irade sahibi) bir peygamberdir. Bu nedenle Allah tarafından bir ruh ile
desteklenmeğe, diğer peygamberlerden çok daha layıktır. Bu bağlamda yine Allah
şöyle buyurmuştur:
İşte biz, o elçilerden
kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuştu, kimini de
derecelerle yükseltti. Meryem oğlu isa'ya da açık deliller verdik. Ve onu
Rııh'ııl-Kudüs İle destekledik. (Bakara, 2/253}
Allah'ın Onu
Ruh'ul-Kudüs'le desteklemesinin üç şekilde olduğunu söylüyor Zeccâc:
Onu desteklemesinin
başlıca amacı şunlardır:
1- Onu Kutsal Ruh'la desteklemesi, emrini ve
dinini açıklaması içindir.
2- Yahudiler onu öldürmeyi amaçladıkları sırada
onların bu [uzaklarını yok etmek için
3- Allah onu
bütün durumlarda desteklerdi.
Bütün bu açıklamalar sonucunda
şu açığa çıkmıştır: Hıristiyanların (geçmiş milletler) kıratlarında
"oğul" sözcüğü yalnızca Mesih'e özgü kılınmış bir sözcük değildi.
Aksine onlara göre Allah Tevrat'ta israil'e şöyle demişti: "Sen benim ük
oğlurnsun." Mesih ise şöyle demişti: "Benim ve sizin babanız.."
Bu sözü ile o Allah'ı tek kendisine değil lüm hırisüyanlara baba yapmıştı. Ayrıca
Mesih'in dışında başkaları da Allah'ın oğlu olarak isimlendirilmişti.
Bunlardan anlaşılıyor ki, "oğul" sözcüğü (kavramı) yalnızca Mesih'e
özgü kılınmamıştı. Ne var ki hıristiyanlar: "Mesih' tabiatıyla Allah'ın
oğludur, diğerleri ise vaz'ı (daha sonra adlandırmak suretiyle) O'nun
oğludur." diyerek itiraz ederler. Kavramları birbirinden delil
getirmeksizin ayırırlar. ' Onların, Mesih'in doğal olarak Allah'ın oğlu
olduğuna dansözleri ise, tutarsızlığı açık, akılca nakilce imkansız bir
yakıştırmanın ötesinde bir şey değildir.[19]
1- Hıristiyanlardan bir grup; üç uknum (asıl)'a
inanırlar. Geniş bilgi edinmek için
bakın:?.: İbn Hazm,
elFasl, c. I, s. 49; Şehristanî, el-Milcl ven-Nihal, c.II, s. 66.
2- Hıristiyan ekollerden biri; Allah üç uknumdan
müteşekkil tek ilahtır diyen Nastır
nisbet edilerek bu
ekole bu acî verilmiştir. Bu üç uknum Vücud, ilim ve hayattır, bkz. İbn Hazm,
age, c. I, s. 49; Şehristanİ, age, c.II, s. 64.
3-
Hıristiyan mezhepler den üçüncüsü. Bıınİara Meikİye'dcn de denilir. Onların
temel
paradigmaları şudur:
"Kelime, sahih'in bedeniyle birleşip, onun insaniliğini bürüdü."
Bkz. tbn Hazm, age, c. 1, s. 48; Şehristanİ, age, c.II, s. 62.
4- Tefsir'ül
İbn Cevzi, c. II, s. 403.
5- Aynı
kaynak, c.II, s. 260. Ebû Ubeyde, guluv kelimesinin anlamını şöyle açıklamış:
"Guluv bitki
gençtik ve büyüklük gibi nesirlerden herbirisinde konulan sınırın aşılmasıdır;
Zeccâc, Mecaz ül-Kur'an c.I, s. 143; Taberi, c. VI, s. 24-25.
6- Bkz.Tefsirut-Taberi, c.III, s. 162-163;
Vahidî Esb.ıbCın-Nıızul, s. 90-91.
7- Bkz. İbnul-Cevzî, Tefsir, c.I, s. 112.
Katâde, Suddi ve Dahhak'm bu konudaki
görüşlerini Taberî
nakletmiş. Aynı görüş zayıf sened ile Şehr b. Hevşebiden merm olarak rivayet
edilmiştir. İlin Kesir tefsirinde, ayette Rııhul-Kudüs kavramı ile amaçlarının
Cebrail olduğuna dair Buhâri'nin Resnlullah'tan naklettiği, Hassan'a yaptığı şu
duadır. "Allah'ın elçini desteklediğini gibi Hassan'i da Ruhtıl Kudüs'le
destekle" aynı haberi Ebû Davııd ve Tirmizî de rivayet etmiş. bkz. İbn.
Kesir, Tefsir, c. I, s. 122.
8-
İbnül-Ccvzî, Tefsir, c.I, s. 113: Tnbcrî, c.I, s. W İbn Kesîr, c.I, s. 405; Ebû
Ubeyde, Mecazül-Kıır'an, c.I, s. 368.
9-
İbnül-Cevzî, c.I, s.l 13; Ta beri, c.I, s. 404; İbn Kesir c.I, s. 404.
10- İbnüi-Cevzî,
Tefsir, c.I, s. 112-113.
Felsefecilerin varlık
anlayışlarına gelince; kâinat (varlık) hakkındaki düşünceleri şöyledir:
"Âlem (kâinat) kadimdir; varlığı, kendinin gereği olan bir neden (illet)
den sudur etmiş (meydana gelmiş) tir. Aynı kadim nedenden peşpeşe toplam on
akıl dokuz nefis (ruh) sudur etmiştir."
Felsefeciler bu
tanımda sözünü ettikleri akıl kavranın erkek, nefis (rûh) kavramını ise dişi
olarak tanımlamışlar.
Onların kâinat
hakkındaki bu görüşlerin şeriat ve akıl yönünden, Kitab ehli ve Arap
müşriklerinin görüşlerinden çok daha tutarsız ve sakattır. Kur'an'ın görüşün
tutarsızlığına delâleti çok daha açık seçiktir.
Felsefecilerin bu
görüşleri birkaç yönden batıldır:
1- Onlar
cflâk'm (felekler, Semâlar, kimler, zamanlar), isbat-ladıkları, mücerred (soyut
kavramlar) ve mütharakât (ayrışabilen ve ayrılabilen varlıkla]-) adı altında
kategorilere ayırdıkları ruhani varlıkların, ve cevherlerin kadim oldukları
yargısına varmışlar. Bunların hepsi daima kadim ve ezelî olma niteliğine sahip
varlıklardır; kadîmiyet ve ezel iye t niteliği taşıyan herhangi bir varlığın
mefûl (başkası tarafından meydana getirilmiş) olması imkansızdır. Zira hadis
olan bir varlık ancak mefûldur. Bu bütün
düşünürlerin katında
gerçekliği apaçık bir Önermedir. îlk çağ ve sonraki çağlarda yaşamış
felsefeciler ve diğer düşünürler de bu önerme üzerine kurmuşlar düşüncelerini.
Bu önermeden hareket ederek milletlerin önde gelen düşünürlerinden oluşan grup
şöyle demiş: "Her mümkin, vücudu mümkün olandır; ancak hadis olan vücuda
getirilir"
Gerçeği bu iken İbni
Sina ve onu paralelindeki düşünürler "mümkün vücudun (varlığın) ma'lûl
kadim", olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bu ilkeye dayanarak,
"kainatın, kadim illetle ma'İûi kadim" olduğuna, inanıyorlardı.
Sonraki asır felsefecilerinin kâinatla ilgili düşünceleri ve kanaatleri, genel
hatlarıyla böyle İdî.
Buna karşın ilk çağ
düşünürlerinden çoğu kâinatın hudûsu-na hükmetmişlerdi. Bunlar Aristo öncesi
felsefecileri idi ve onların bu görüşleri semavi dinlere mensub düşünürlerin
kâinat hakkındaki düşünceleriyle örtüşüyordu.
Öte yandan Aristo ve
onun paaralelinde düşünen felsefeciler kâinatın kadimliğine hükmederken, kâinat
için onu benzetebilecekleri bir "illeti gâiye" (bir şeyin kendisi
için yapıldığı neden) is-bat ettikleri halde, onu meydana getiren bir
"faal illet" (etken neden) isbat etme gereği duymamışlar. Yukarıda
sözü edilen akıllar ve nefislerle (ruhlarla) ilgili düşünceleri de, kâinat
hakkındaki düşüncelerinin aynidir; tüm bu kavramlar, kendi kendi için ge-rekii
(varlığı başkasından değil, bizatihi kendi kendinden) olan kadimiyet sıfatına
sahip varlıklardır; onun için bir illeti gâiyc olsa bile, kıdemine zarar
vermez. İlk çağ felsefe temsilcileri olan bu İsimler, daha sonraki çağlarda
yaşayan felsefecilerden daha katmerli kafirdirler. Fakat burada amacımız, ilk
çağ felsefecilerinin düşüncelerinin daha sonraki çağda yaşayanlarla aynı
olmadığını ortaya koymaktır.
2- Sozkonusu
felsefecilerin tanrı anlayışlarına gelince, o da şöyledir: "Tanrı (Rab)
tektir; tek varlıktan yalnızca bir başka tek sudur eder."
Burada "tanrının
tek olması, deyimi ile O'nun kesinlikle sü-bııtî sıfatlarının olmadığını, onun
hakkında müteaddit manalar düşünülemeyeceğini; çünkü böyle bir şey (sübûti
sıfatların olması ve müteaddit manalarla düşünmek) onlara göre terkibdir.
Bunun için şöyle derler. "Tanrı lâİl ve kabil (kabul eden) değildir; çünkü
fiilin yönü kabul yönünden başkadır" Böyle bir anlayış, terkip için
gerekli olan niteliklerin birkaç tane olmasını gerektirir. Bu sözlerinin yanı
sıra taaddüd eden (birkaç tane olan) anlamlarla ilgili şöyle derler:
"Şimdi şu sıfatları ele alalım âkil (akıllı) makul (akldcdilcn) ve akıl
(isim); aşık (seven) mâ'şuk (sevilen) ve aşk; lezîz (lezzetli) mütelezziz
(lezzetlenen) ve lezzet., bu sıfatlardan her birisi aynı zamanda diğer
sıfattır; sıfat aynı anda mevsuf (nitelenen) d ir. Sözgelimi ilim sıfatı,
kudret sıfatıdır; bunun gibi ilim ve irade de (niteledikleri) âlim ve
kadirdir,
Müteahhirin (sonraki
çağlarda yetişen) felsefecilerden bazısı, sıfatlarla ilgili şöyle demiş:
"İlim, malumdur, yâni, bilgi bilinendir"
Akilli bir kimse
onların bu görüşlerini detaylı bir şekilde inceleyip üzerinde düşündüğünde ispatladıkları
'tek'in a'yânlarda (görülüp algılanabilen şeyler) değil, yalnızca zihinlerde
var olduğu tasavvur edilebilirliği kendisine açıklanmış olur.
Onların 'tevhid' ve
'sıfatlar' la ilgili düşünceleri ile 'terkip' kuşkularının ne kadar yersiz ve
tutarsız oldukları konusundan başka konularda genişçe söz edilmiş, yersizlik ve
tutarsızlıkları birçok açıdan ortaya konulmuştur. Buna göre onların düşüncelerini
-özellikle tanrı anlayışlarını- üzerine kurdukları; "lek'len yalnızca tek
sudur eder" görüşleri de temeli çürük bir tezdir.
3- Kendilerinde "kesret ve hudûs"
(çokluk ve yaratılmışlık) nitelikleri bulunan varlıkların (şeylerin) tek
varlıktan meydana geldiği hususundaki yargıları da oldukça tutarsız ve
çürüktür.
4-
"Yalın tek varlık kâinatla kendinden sûdûr eden ne biri ne de ikiyi
bilmez." Bu türden iddianın herhangi bir şeyde sabit olduğu kesinlikle
bilinmeyen bir iddiadır.
5- Onların
varlık anlayışının temeli şu idi: "Tek*ten tek varlık sudur etmiştir;
sudur eden tek'ten de akıl, nefis ve kainat meydana gelmiştir." Bu
tezlerine karşılık kendilerine şöyle bir soru yö-neltilebilİr: "Tek
varlıktan yine tek olan bir başka varlık meydana gelmiştir; sudur eden bu
tekten yine bir başka tek sudur edecektir aynı şekilde. Bu durumda kâinatta
mevcud her şeyin tek'in tek'ten sudur etmesi biçiminde vücut bulmuş olması
gerekir ki bu düpedüz saçmalamaktan başka bir şey değildir.
Herhangi bir yönden
ilk sâdır olan varlık kesret niteliğinde bir varlık ise, iki varlıktan sâdır
olan hiçbir açıdan tek olmayan ve kendinde çokluk niteliği bulunan varlıktır;
öyle ise tek'ten tek olmayan varlık sâdır olmuştur.
Sonraki dönemlerde
yaşayan felsefeciler bu meseleler üzerinde hayli çatışmışlar. Sözgelişi aslen
yahûdi olup sonradan İslâm'ı kabul eden, "El-Mu'tcber" adlı eserin yazarı
tanrı kavramlarına şiddetle karşı çıkmış ve kesin bir biçimde reddetmiştir.
Öte yandan îbn-i Rüşd
el-Hafîd'e göre "ilk varlık'tan sudur etmişler."
İsiam dünyasında
yaşayan mülhid düşünürlerin reîsi Nasirüd dîn-Tusi de, Îbn-Rüşd'ün düşüncesine
yakın düşünüyordu. Ama o birinci (ilk) varlığı ikinci, ikinci varlığı üçüncü
için şart koşmuştur.
Müteahhirin
felsefecileri Tann'nın yanı sıra kendi kendi ile var olan kadimiyet ve ezeliyet
sıfatına sahip cevherlerin ispatı ve kâinatı da aynı şekilde ezeli varlık kabul
etme hususunda ortak sapkınlık içerisindeydiler. Bu anlayışların bir tanesi
bile açık mantığa aykırılık, Resullerin Allah katından getirdikleri şeri'atı
inkar öğesi taşımakta yeterlidir. Diğer düşüncelerini de buna eklediğinizde
akil ve nakile aykırılığın, inkarın hangi boyutlara varacağını varın siz
düşünün.
6- Kâinatta
sadır olduğu bilinen varlıklar 'tek' varlıktan değil iki varlıktan sudur
etmiştir. Tek başına 'bîr'den hiçbir şey sâdır olmaz. A'yân ve araz varlıkların
meydana geliş biçimlerinin anlatıldığı sayfalarda bu meseleye işaret edilmiş ve
okuyucuların dikkati çekilmiştir. Bu bağlamda onların sıcaklığın sıcaklıktan,
soğukluğun bizatihi soğuktan, ışın parıltılarının güneşten sadır olması ile
ilgili söyledikleri "sudur teorisi" arazî sudur biçiminden başkası
değildir. Buna rağmen yine iki temel unsurun bulunması kaçınılmazdır.
A'yân varlıkların
başka bir a'yândan meydana gelmesi, bilinen meydana gelme biçiminde
gerçekleşir. Bu meydana gelme işleminin gerçeklik kazanabilmesi ancak asıl konumunda
olan varlıktan bir parçanın kopup ayrılması ile mümkün olur.
Felsefecilerin
akıllarda, nefislerde (ruhlarda) ve kâinatın çeşitli bölümlerinde savundukları
sudur, tevellüd ve ma'luliyet kavramlarının yalın tek cevherden sadır olmuş,
kendi kendileri ile var olan cevherler olduklarına dair söyledikleri, sudur ve
tevellüd kavramları İle ilgili söylenenlerin en asılsızı ve en tutarsızıdır.
Çünkü bu düşüncenin temelinde "cevherler"in "tek cevher"
den (atomdan) sudur ettiği iddiası var, ki böyle birşey akılla bağdaşmaz. Bir
de bu yetmezmiş gibi cevherlerin tek cevherden sadır olması sırasında asıl
konumunda olan varlıktan hiçbir parçanın ayrılmamış olduğu savı vardır ki, bu
sav da diğeri gibi sağlıklı düşünceyle örtüşen bir düşünce değildir.
Sözkonusu düşünürlerin
bu düşüncelerini (tüm cevherlerin tek cevherden sudur eden, kendi kendileri ile
var olan cevherler olduğu düşüncesi) ışık parıltılarının güneşten meydana
gelmesi gibi birtakım arazların hudûsüne, elin hareketinden ötürü parmakta
bulunan yüzüğünde onunla birlikte hareket etmesine benzetmeyi
amaçlamaktadırlar; halbuki bu benzetme asılsız bir benzetmedir. Çünkü bu
benzetilen olgular, (faal illet) "etken neden" değil yalnızca
sözkonusu varlıkların meydana gelmesi için şarttır. Hem buradaki sadır olma tek
asıldan değil, iki asıldan kaynaklanmıştır. Sâdır olan da kendi kendi ile var
olan cevher değil, arazdır.
Yapılan izahlar
neticesinde açığa çıkan husus şudur: Onların savunageldikleri "aidi
levellüd" kavramı gerçek anlamdaki "Tevellüd" ve "Sudur"
kavramlarının içerdiği anlamdan çok uzak bir an hım içermektedir; aynı zamanda
onların bu savları, Arap ve hı-ristiyan müşriklerin söylediklerinden çok
uzaktadır. Ki o Arap ve hıristiyan müşrikler Allah'ın eylemlerini (mef'ûlâtı)
Zâtı için lüzumlu olan ezeli nitelik konumuna koymuşlardı. Nilekim biz eylemlerin
ve niteliklerin Allah'ın zâtından meydana geldiğini söylemenin imkansız
olduğunu, Arap ve hıristiyan müşriklerin tanrı ve varlık anlayışlarını
irdelediğimiz bölümde anlatmıştık. Şimdi bu konumda felsefeciler; akılları,
ruhları ve yıldızları tanrılaştırma iddiaları yüzünden Arap ve hıristiyan
müşriklerden daha kafirdirler.
Semavi dinlerden
herhangi birisine mensub felsefecilerin meleklerle ilgili düşünceleri, onların
bizatihi Allah'tan meydana geldiği yönündedir. Bu görüş, cahil hıristiyanlann
ve Arap müşriklerinin meleklerle ilgili görüşlerinden daha kötüdür.
Yİne aynı felsefeciler
"duyusal (hissi) meydana gelme" teorisini ortaya atmışlar ki,
Allah'ın samediyet sıfatı onların bu teorilerini çürütür.
"Akli
tevellüd"' teorilerine gelince, bu da diğerleri gibi, hıristiyanlann,
kelimenin Allah'ın zâtından tevellüd ettiği iddialarından daha tutarsız ve
çürük. Felsefecilerin savundukları görüşlerin çürütülmesi, hıristiyanlann
görüşlerinin çürütülmesinden daha önceliklidir. Çünkü dışarıda var olması muhal
-imkansız-kabul edilen bir şeyin, dışarıda mevcud olarak düşünülmesi de
imkansızdır; çünkü onun hariçte mevcudiyeti imkansızdır. Dışarıda varlığı,
yalnızca zihinde tasarlanabilir. Bunun asıl nedeni şudur: Herhangi birşeyin
bazı yönlerden benzeri bulunduğunda, ona benzer dışsal bir varlığın mevcud
olması varsayılabilir.
Sözgelişi Allah'la
birlikte başka bir tanrı varsayılsa, o tanrı için bir çocuk farzedilse,
kullardan çocuğu olan herhangi birisine benzetilse ve kullardan bir ortağının
olduğu düşünülse sonra Allah hakkında böyle bir şeyin olmasının imkansızlığı
açığa çıkmış olur.
Muhal'ın (var olması
imkansız) mevcuda benzemekten uzak kılınması durumunda Alİah hakkında böyle bir
varsayım daha da imkansızdır.
Daha önce
Hıristiyanlar, onların ardından felsefecilerin savundukları
"vilâdet" (doğma, meydana gelme) teorisi müşrik Arapların cahil yalı
udi ve hıristiyanlann savundukları, bilinen "vilâdet" anlayışına
benzemekten uzaktır. Bunun ya m sıra onların ortaya attıkları "aklî
viîâdet" savı, yahûdi ve Hıristiyanların ileri sürdüğü "duyusal
vilâdet" anlayışından daha uzak bir konumdadır. Çünkü duyusal (hissi)
meydana gelme, kendi kendisiyle var olan ayanlarda düşünülebilir. Ama
"aklî vilâdet" düşüncesine gelince, âyân varlıklar konusunda boyîe
bir meydana gelme biçimi kesinlikle düşünülemez.
Felsefecilerin aynı
bağlamda ortaya attıkları bir diğer görüş de şudur: "Vilâdet olayının iki
temel unsurdan meydana gelmesi, işte aklın onayladığı meydana gelme (vilâdet)
biçimi budur.
Vilâdetin tek asıldan
kaynaklandığı, bu tek asıldan bir parçanın kopup ayrılması ile ikinci bir
şeyin doğduğu tezleri de akılla bağdaşan görüşlerindendir.
Bunların yanı sıra, bu
unsurlar olmadan da birşeyin meydana gelebileceğini ileri sürmüşler ki, bu
sahih düşünce ile bağdaşmaz.
Yine felsefeciler,
ayanlardan, yine ayanların meydana geldiğine, arazların ayanlardan meydana
geldiği prensibiyle kıyaslayarak yeni bir "tcvclîüd" teorisi ortaya
almışlar; evet onların bu görüşü akla mantığa en yakın görüş olduğunu
biliyoruz. Ama bizatihi yüce Allah tutarsızlığını açıklayarak reddettiği gibi
bu teorileri de diğer bir çokları gibi batıldır. Hıristiyan ve müşrik Arapların
görüşlerine oranla felsefecilerin görüşleri, çürütülmeye ve reddedilmeye daha
layıktır.
Kaldı ki Allah,
Allah'tan başka bir yaratığı kendisine şefaatçi ve mabud edinen bir kimseyi
açıkça kâfir saydığına göre, Allah'dan başka kendisine ibâdet edilen kadim bir
varlık kabul edip onu kendisi için şefaatçi kılan bir kimse tekfir edilmeye
daha layıktır.
Bunun gibi, bu
kâinatın hudûsünc hükmederek ahireti inkâr eden kimseyi Allah kâfir olarak
tanımlamıştır. Öyle ise kâinatın kadim olduğu yargısına varmasının yanı sıra
yeniden dirilmeyi (ahireti) de inkar eden kimse Allah katında daha büyük
kafirdir.
-Salalü selam üzerine
olsun- Peygamber efendimiz ümmetini ateşe tapan Farslara ve Hıristiyan Rumlara
benzemekten yasaklamıştı. Bu bağlamda düşünüldüğünde O'nun, ümmetini müşrik
Yunanlılara ve müşrik Hintlilere benzemekten yasaklaması çok daha önemlidir.
Bunun gibi
müslümanlardan kimisinin yahudilere, hıristi-yanlara, Farslara ve Rumlara
benzemeleri Allah ve Resûlü'nce kı-nanmışsa, müşrik Yunanlılara, Türklere,
Hintlere ve diğer milletlere benzemeleri Allah katında kınanmaya daha layık
bir davranıştır.
Son dönem
müslümanlarının İslam'dan uzaklaşmış yahûdi, hıristiyan ve diğer milletlerle
denenmesi, ilk dönem müslümanlarının onlarla denenmesinden daha kötü olmuştur.
Bunun nedeni şu idi: İslam'ın ilk dönemlerinde ona inananlar ilim ve din
yönünden daha yüce ve daha yetkin kimselerdi. Onlardan herhangi birisi,
İslam'dan uzak milletleri temsil eden ilim adamlarından herhangi birisi İle
tartışmaya girdiğinde müslüman, dininin ve ilminin üstünlüğü sayesinde onlara
galip gelirdi. Global anlamda düşünüldüğünde tüm nıüslümanlar dinlerinin ve
bilgilerinin gücü ile, İslâm'dan uzak öteki milletlere üstün gelirlerdi.
Son dönem
müslümanlarının durumuna gelince, dini ve ilmi yönleri, geçmişlerine oranla çok
zayıf olmasına rağmen, Öteki milletler İslam'dan, eskilerine göre çok daha
uzaklaşmaları nedeniyle yine onlardan üstün oldukları açıkça görülüyordu. Ama
son asır müslümanları arasında bidatlann iyice çoğalması nedeniyle bu kez
onlar müslümanlardan daha üstün bir konuma ge-
felse fa ilerin varlık
ve tavrı anlayışları
İçrek müslümanların
dinlerini {yaşama biçimlerini) bozdular. Felsefecilerin ortaya attıkları
şüphelerin müslümanlar üzerinde bıraktığı olumsuz etki diğer milletlerin
üzerinde bıraktığından daha büyük oldu. Bunun gibi müslümanların kâfir
Türklerle (Tatarlar) yaptıkları savaşın boyutları, aynı dönemde diğer kafir
milletlerle yaptıkları savaşlardan daha geniş oldu. Çünkü bu dönem
müslümanları kâfir Türklerin (Tatarlar) kılıçları, diğer milletlerin
felsefecilerinin dilleri ile ilâhi belaya çarptırılmayı hak etmişlerdi. Bunun
asıl nedeni, aralarında ilim ve cihad gücünün zayıflamasına neden olan eksik
imanlı kimselerin bulunması ve çoğunlukta olmaları idi. Nitekim Cenâb-ı
Peygamber -Salat ve salam olsun üzerine- zamanındaki Arapların çoğu da aynı durumda
idi. Hıristiyan, Arap ve yahudi müşriklerinin görüşlerinin, felsefecilerin
görüşlerinden akla mantığa daha uygun olduğunu gösteren diğer bir örnek de
şudur:
Arap, yahudî ve
hıristiyan müşrikleri, Allah gökleri ve yeri, İrade ve kudreti ile altı günde
yarattı, diyorlar. Halbuki felsefeciler göklerin ve yerin yaratılmasının altı
günde olduğunu kabul etmek şöyle dursun, göklerin ve yerin (kâinatın)
hâdis.olmadığı-nı, söylüyorlar. Daha sonra müslümanların arasına karışarak onların
orjinal dinî düşüncelerini bozmak, kavram dünyalarında kargaşa meydana getirmek
için, ilk söylediklerini biraz yumuşatarak bu kez alemin muhdes (sonradan
yaratılmış) olduğunu söylüyorlardı. Ne ki kâinatın hudûs ile onun kadim bir
illet ile makul olduğunu anlatmak istiyorlar. Bu hali ile onların söylediği,
yine onlara ait olan "Kainat Allah'tan meydana gelmiş" görüşü ile
aynı düzlemdedir. Kaldı ki her iki anlayışın ne gerçekliği ne de
düşünülebilirliği sözkonusudur.
Diğer bir örnek şu;
Arap, yahudi hıristiyan müşrikleri, çokları meleklerle şeytanları aynı türden
varlıklar saysa, Allah'a itaat sınırlarının dışına çıkan melekleri, Allah'ın
makamından indirdiğini ve bu meleğin şeytana dönüştüğünü kabul edip İblis'in,
cinlerin babası olduğunu; yine cinlerin yiyip içliklerini, evlendiklerini,
çocuk sahibi olduklarım inkar çiseler bile kavram olarak meleklerin varlığını
kabul ederler. Buna karşılık felsefecilere göre, akıllar ve nefisler (ruhlar)
olarak kabul etlikleri ya da yararlı eüclcr oîbi cisimlerle birlikle var olan
arazlar cinsinden olabil-meleri dışında meleklerin hiçbir gerçekliği yoktur.
Cinler konusunda da
durum aynıdır. Kitap ehli milletler ve müşrik Araplar cinlerin varlığını kabul
ederken felsefeciler etmezler. Felsefeciler şeytanları, olumsuz ve zararlı
güçler olarak tanımlarlar.
Bundan başka kitab
ehli milletler ve müşrik Araplar Allah'a dua ederler, O'nun, dualarını
duyduğunu ve dileklerine karşılık vereceğini kabul ederlerdi.
Oysa felsefecilere
göre Allah kâinatın ayrıntılarını bilmez. Hiç kimsenin duasını duymaz, hiç
kimsenin dileğini cevaplamaz. Kâinatta yıldız ve gezegenlerin hareketleri
dışında bir şeyin meydana gelmesi için hiçbir neden yoktur, kâinatta hiçbir
şey meydana gelmez.
Onlara göre dua şöyle
etkili olur; çünkü dua, nâtık nefsin {ruh) kâinatın madde-i asliyesinde
(heyûlû) tasarrufta bulunmasıdır.
Bu konu ile alâkalı
Cenâb-i PeygamberJden şu hadis Ebû Hü-reyre aracılığı ile aktarılmıştır.
Resulullah (s) şöyle buyuruyor.
Şanı yüce Allah şöyle
dedi: "İnsanoğlu bana sövdü, oysa bu ona yakışmazdı; insanoğlu beni
yalanladı, halbuki böyle davranmak ona yakışmazdı. Bana sövmesi; "Ben lek
(ehad) samed, doğurmayan olduğum ve hiçbir şov benim dengini olmadığı halde
çocuk edindiğimi" söylemesidir; beni yalanlaması ise: "Allah ilk
once dünyada beni var elliği gibi, ahiretfc lekrak yaratmayacaktır"
demesi; oysa İlk yaratmak onu tekrar diriltmekten daha kolay değiidi bana. '
Bu itham her ne kadar
kesinlikle kafir Arablara yönetilmiş ise de şu ayette buyurulduğu gibi aynı
ifadeyi ve aynı isnadı kullanan herkes için de geçerlidir.
İnsan, öldüğüm zaman
mı diri olarak çıkarılacağım? diyor. (Meryem, 19/66)
Bu ayetten itibaren la
şu ayete dek aynı konu işlenmiştir.
Rahman çocuk
edindi!" dediler. Andolsun siz çok kötü bir cesaret
gösterdiniz.
Neredeyse o sözün dehşetinden gökler çatlayacaktı (Meryem,
19/80-90)
Bu ve diğer ayetle
daha önce geçen kudsî hadis müşriklerin yanısıra sözkonusu felsefecilere de
hitap etmektedir; hatta felsefecilere olan hitabının daha öncelikli olduğu söylenebilir;
çünkü onlar ilk yaratılış olgusunu kabul etmedikleri gibi ahirette yeniden
diriîtilmeyi de kabul etmemektedirler. Sözgelişi "Allah yaratma İşlemine
ilk önce gökleri ve yeri yaratarak başladı. İnsanlığın ilk yaratılanı da Hz.
Adem (a.s) idi" demezler.
Felsefecilerin
"Allah çocuk edindi!" diyerek ona sövmelerine gelince; onlara göre
kainatın tümü Allah'ın zatı İçin gerekli ve O'nun zâtı ile malûldür, bu
gereklilik, çocuğun, babasının zâtına gerekliliğinden daha önemlidir. Çünkü bir
babanın kendisinden çocuk meydana gelmesi hususunda kişisel seçimi ve kudreti
vardır. Halbuki felsefecilerin kanısınca kâinatın, Allah'ın zâtının var
olabilmesi için gerekliliği konusunda ne irâdesi ne de gücü vardır; hatta
O'nun böyle bir gerekliliği kendisinden uzaklaştırma imkanı bile yoktur.
Görüldüğü gibi onların "tevellüd" düşüncesinin tutarsızlığı halk
arasında mevcud tevellüd olgusundan daha aşırıdır.
Evet onlar "Allah
kudreti ile çocuk edindi" demiyorlar; çünkü onlara göre Allah, kâinatta
hiçbir şeyi değiştirmeye kadir değildir. Aksine Allah bir şey yapamadığı İçin,
bu gereklilik onun için hakiki bir gerekliliktir. Bu gereklilik olmazsa O'nun
varlığından bile söz edilemez.
Felsefeciler, Allah'ı
"illet ve malûl" olarak adlandırsalar bile, incelemeci ilim adamlarına
göre bu düşünme yöntemiyle mu-hassıl (yaratan, meydana getiren) varlığa
ulaşmaları mümkün değildir.
Görüldüğü gibi
felsefecilerin görüşlerindeki tutarsızlık ve çeîişki, hıristiyanların
söylediklerinden daha büyük boyutludur.
Öte yandan bir grup
kelama, felsefecilerin "İllet ve ma'lûl" konusundaki görüşlerini,
onların dışındaki hırisliyanların "ba-ba-oğul" kavramları Üe ilgili
düşünceleri ile aynı türden olduğunu söylemiştir. Kelamcilar bu tesbitlcri
ile, kınanma hususunda felsefecilerin de hıristiyanlarla aynı düzlemde
olduklarını anlatmak istemişler. Oysa bu tesbit büyük bir yanılgıdır. Bu
bağlamda hıristiyanlarm felsefecilerden daha iyi oldukları bile söylenebilir.
Sözgelişi onlar
arasında İslâm'a en yakın sözler söyleyen felsefecilerin görüşleri
incelendiğinde; mesela bunlardan birisi olan îbn-i Rüşd El-Hâfid'in amacının
Rabb'in, kâinatın varlığında fail (yapan, etken) değil şart olduğunu anlatmak
olduğunu görürsün.
"Hakikât
ehli" olma iddiası ile onların yolunda yürüyen İbn Arabi ve İbn Seb'in gibi
dinsiz ve ateist (mülhid) sûfilerin durumu da onların ki gibidir. Onların
görüşlerinin hakikati şudur: "Bu kâinat ezeli ve varlığı kendi için
gerekli (vâcib) tir; kendinden başka yaratıcısı, yapıcısı yoktur."
Diğer bir görüşleri de
şudur: "Varlık birdir." Bu sözlerinin açılımı şudur: "Varlıklar
aleminde bir başka varlığı yaratan güç yoktur."
Bundan başka
"Ahİret""Peygamberlik" ve "Tevhid" kavramları
hakkında söyledikleri, doğruyu söylemek gerekirse yahudilerin, hıristiyanların
ve putperestlerin söylediklerinden çok daha kötüdür.
Bütün bunlar
yetmiyormuş gibi bu adamlar bir de, putların bir kısmını ibâdet edilmeye layık
görmeden kâinattaki tüm putlara tapmayı caiz görmektedirler.[20]
1- Buharî,
Kitab'ül-Tefsir, c.VI; Ebû Hürcyre'den; Nesâ-î, Cenâiz böl. c.IV, s. 112;
Ahmed, Müsned, c.H, s. 317- 350-390.
Yeni kelamcıiardan
kimisi, İhlas sûresini delil göstererek Tanrı anlayışını şöyle dile getirmiş:
"Şâm yüce Rab cisimdir." Hişâm b. El-Hakem ve Muhammed b. Kerrâm ve
diğer bazı kelamcılar bu düşüncenin doğruluğunu onaylamışlar.
Kimisi de bu görüşü
reddederek kendi tanrı anlayışını şöyle tanımlamış: "Rab cisim
değildir." Cehm b. Safvân, Ebu'l-Hüzeyl El-Allâf gibi ünlü İsimler, bu
görüşten yana olanlardan birkaçı.
Allah'ın cisim
olduğunu savunanlar, tezlerinin gerekçesini şöyle açıklamışlar: "ihlas
sûresinde belirtildiğine göre Allah "Sa-med"dir. Samed, kendisinde
boşluk bulunmayan varlık anlamındadır. Boşluğun bulunmaması durumu yalnızca
dağlar, kayalar, taştan yapılmış sütunlar gibi yoğunlaşmış (katı) cisimlerde
sözkonusudıır. Nitekim meleklerle ilgili olara şu tanımlama yapılmıştı:
"Melekler
sameddir; bu niteliklerinden ötürü kendilerinden bir şeyin çıkmadığı söylenir.
Onlardan bir şey çıkmadığı gibi, bir şey de girmez onlara; ne yerler ne de
içerler." Bu tür niteliklerin reddi (yeme-içme, girme çıkma) ancak cisim
olan varlıklar hakkında düşünülür." Savunmalarını şöyle sürdürüyorlar:
"Sanıed kelimesinin
kökü toplanma anlamımı gelir. "Tasrnt-dıVl-nıâl" (malı toplamak)
cümlesi bu kökten türetilmiştir.
Ru nitelik de yalnızca
toplanan cisimler hakkında düşünüle-bilir."
Bu düşünceyi
çürütenlere gelince onlarda aynı argümanları kullanıyorlar fakat farklı
yorumluyorlar. Sözgelişi onlar Samed kavramını şöyle tanımlıyorlar:
"Samed, bölünmesi ve parçalanması caiz olmayan varlık demektir; oysa
kâinatta bulunan her cismin bölünüp parçalanması caizdir."
Yine aynı grup
"chad" kavramını da şöyle tanımlamışlar: "Ehad, parçalara
bölünmeyi kabul etmeyen varlığın niteliğidir. Halbuki kâinattaki her cismin
parçalara bölünüp ayrıştırılması caizdir." Bu tanımlamaların ardından,
Allah'ın cisim olduğunu söyleyenlere şu itirazı yöneltiyor ve soruyorlar:
"Sîz, tanrı
cisimdir" dediğiniz zaman bunun anlamı şudur: "Tann tek cevherler
(atomlar) ya da madde ve biçimlerin bileşiminden mürekkep bir cisimdir. Kendi
dışındaki varlıkların bileşiminden meydana gelen varlık, onlara muhtaçtır.
Oysa, Ihlâs suresinde buyıırulduğu gibi Allah sameddir, samed ise 'kendinden
başkasına gereksinmesi olmayan varlık', demektir. Bu durumda, mürekkep varlığın
samediyet sıfatını taşıması sözkonusu değildir."
Şimdi bu noktada bu
gruplardan birincisine şöyle bir cevap verilebilir: Tüm eksikliklerden uzak
şanı yüce Allah'ın parçaların bileşiminden meydana gelen mürekkep bir varlık
olduğu, bu nedenle bölünmeyi, parçalanmayı ve ayrışmayı kabul ettiği yönünde
varılan yargı, akıl ve şeriat açısından bâtıldır. Çünkü herşey-âen önce bu
yargı, geride de denildiği gibi Allah'ın samediyet sıfatına aykırıdır. Bu
ifade ile ister "Allah önceden parçalar halinde idi, sonra bir araya
getirildi, aniamı ifâde edilmek İstensin, isterse insan-ve cisimlerden meydana
gelen diğer varlıklarda olduğu gibi, ezelden beri bir araya lopfanmışlı fakat
sözkonusu cisimler gibi kendini meydana getiren parçaların birbirlerinden
ayrılma-
yeni kehmıaların
varlık ve tttırrı anlayışları
lan mümkündür anlamı
çıkarılsın, sonuç değişmez. Çünkü İnsan yaratılışından itibaren bütün organları
bir arada olsa bile bazı organlarının bazısından ayrılması mümkündür. Oysa
bütün eksikliklerden münezzeh, şâm yüce Allah böyle bir niteliğe sahip olmaktan
uzaktır. Bu yüzden biz elinizdeki bu eserin, yazımına Allah'ın samediyet
niteliğinin mükemmelliğini sunmakla başladık. Çünkü zatından bazı parçaların
hepten yok olması, bazılarının önceden var olduğu halde sonradan yok olmasının
caiz olması yokluğu ve yok olmayı kabul eden bir varlığın zatı ile var olan
vacip varlık olması, kadimiyet ve czeliyel niteliklerini taşıması imkansızdır.
Çünkü kıdemi zorunlu olanın, ademi (yokluğu) imkansızdır. Sürekli
nitelenegcidiği ve zâtının gereklerinden olan sıfatlarının durumu da aynıdır.
Bu durumda, melzum (kendisine gerekli olan) la birlikte yok olmanın dışında,
lâzımı tek başına yok etmek imkansızdır.
Bu bağlamda seleften
kimi alimler "Samed" kavramını şöyle tanımlamıştı: "Samed:
Sürekli olan, yaratıkları tamamen yok olduktan sonra bile varlığını devam
ettiren varlıktır." Çünkü bu nitelik "samediyet'in" gerekliliğidir.
Eğer bir varlık yokluğu kabul ederse, Samediyet sıfatı onun için gerekli
değildir. Samediyet sıfatının olmaması câİz olması durumunda arlık samed
sıfatının reddedilmesi ancak samediyet sıfatının onun zatında bulunmamasının
caiz olması halinde olur. İşte bu imkansızdır.
Bunun gibi
samediyetin, bizzat Allah'ın zâtı için gerekli görülmesi, o nitelik O'nun
zâtına lüzumlu olması ile mümkündür. Zira bu jüzıımluluk, o niteliğin yokluğuna
aykırıdır. Kaldı ki samediyet Allah'ın zatı için ezelden ebede kadar gerekü
görülmüştür. Yani daha önceden yok iken sonradan kazanılmış bir nitelik
değildir. Allah böyle bir yanlış anlayıştan münezzeh ve yücedir.
Samediyetin daha sonra
kazanılan bir nitelik olması, Allah'ın zatını meydana getiren parçaların önce
ayrı oldukları halde daha sonra bir araya toplanmış olmasını, O'nun muhdes,
mef'ûl ve masn'u (başkası tarafından meydana getirilmiş] olmasını gerektirir.
Tüm bu nitelikler Allah'ın değil mahlukların nitelikleridir. Kıdem sıfatıyla
muttasif yaratıcı ise, ma'dum (yokluk geçirmiş) mef'ûl yada herhangi bir açıdan
kendi dışında bir başkasına muhtaç olması mümkün değildir. O'nun zâtına bu tür
yakıştırmalarda bulunmak caiz değildir. Allah'ın ezelden sanıed olduğu ebede
kadar samed kalacağı hepinizce biliniyor. Öyle ise: O ayrı idi, sonra
birleştirildi; O'nun parçalarını birbirinden ayırmak gibi İfadeleri kullanmak
caiz değildir. Aksine ondan hiçbirşey çıkmayacağı gibi, O'na bir şey de
girmez. Allah'ın zatı hakkındaki bu tesbit, sünnisiyle bid'atçısıyla tüm
müslümanlarm görüş birliğine vardığı bir tesbittir. Aralarından bazıları
cahilliklerinden veya, bu meseleyi bilmediklerinden ötürü bunun tersini söylese
bile, bu böyledir. Böyîelerinİn saçma sapan hayallerinin, bir dü-şünceymiş gibi
ele alınıp tesbit edilmesi, değerlendirilmesi gerekmez.
Tüm müsîüman gruplar
arasında, Allah'ın doğmuş veya baba olduğunu, söyleyen hiç kimse yoktur. Evet,
bazı kafirlerin böyle söylediğini, İslâm'a inanmış birtakım felsefecilerin,
"tevellüd" ve "tatil" konusunda, onların söylediklerindendaha
kötüsünü söylediklerini biliyoruz.
Allah'ın sıfatlarının
İsbatı meselesine gelince; O'nun âhirette görülmesi, Kur'an vb. vahiy ürünü
kitap ve sayfalar aracılığı İle konuşması, kelamının muhluk olmaması... İşte bu
görüş sahabe, iman ve ihsan üzere onların izinden giden tabiîn, müslümanlarm
diğci" İmamları, tüm grupların sünnet ve cemaat ehli olanlarının
benimsediği yegâne görüştür. Bu görüşe ters düşen İslâm mezheplerinin en
meşhurları Cehmiye, Mu'lczİle mezheblcrinİn yanışım felsefe ve bâtıniyecilerden
çoğu kimselerdir.
Onlar Allah'ın
sıfatları hakkındaki görüşlerini şöyle dile getirmişler: Allah'ın zâtı
hakkında birtakım sıfatların varlığını isbât etmek O'nun cisim olmasını
gerektirir; oysa cisim değildir O. Bu nedenle O'nun için bu tür sıfatların
varlığı isbat ve kabul edilemez. Devamlı diyorlar ki: "Sıfatlar konusunda
akla ve mantığa uyan görüş, onlardan herbİrisinin cisimle var olan araz kavramlar
olduklarıdır. Allah'ın sıfatları konusunda da ancak böyle düşünmek, onları
böyle değerlendirip tanımlamak mümkündür." Sözgelişi diyorlar:
"Ru'yet (görme) konusunu ele alalım. Bu sıfat ancak gözlemleme ile
düşünülebilir. Gözlemleme eylemi ise yalnızca, gözlemlenebilecek varlığın
belirli bir yer de olması halinde mümkündür. Belirli bir tarafta bulunan
varlıklar ise yanhzca cisimlerdir." Ve sözlerinin sonunu şöyle
getiriyorlar: "Şimdi bu durumda Allah'ın zâtı ile kâim olan kelâm vb.
sıfatlan olsaydı, O'nun cisim olması gerekirdi. Zira O'na nisbet edilen kelâm
sıfatı, ancak O'nun zâtından bağımsız mahluk olur."
Yukarıdan aşağı
sıralanan bu kavramlar İmam Ahmed'in "El-Mihne" adlı kitabında
onlarla tartıştığı kavramlardır. Sözgelişi "teesim" (Allah'ın cisim
olması) tezini reddetmekle beraber "Kur'an'm mahlûk olduğuna" delil
getiren ve onu savunanların başında, kelâmcılann ileri gelenlerinden, Hüseyin
En-Neccar'ın Öğrencisi Ebû İsa Muhammed b. İsa Bergûs gelir. Bundan başka yine
kelâmcılann Önde gelen isimlerinden İbn Ebû Düvâd, Basra, Bağdat ve diğer
İslam beldelerinde yaşayıp da: "Kur'an mahluktur" görüşünü savunan
kelamcılardan bulabildiklerini İmâm Ahmed'in yanma topluyordu.
Bazı müslümanlarm
sandığı gibi bu düşünce yalnız Mu'tezile mezhebinin savunduğu bir düşünce
değildi. Aksine bu düşünceyi benimseyen kelâmcılann çoğu Mu'tezile mezhebine
bağlı değildiler. Sözgelimi ünlü kelamcılardan Bişr El-Merrîsî, Mu'tezili
değildi. Mesela "Kur'an mahluktur" yargısında bulunanlar arasında
Neccâriye mezhebine bağlı kelamcılar da vardır; örneğin biraz Önce adı geçen
Bergus bunlardan birisidir. Darrâriye mensubu vardır: Mesela imam Şafii ile
tartışan Hafs El-Perd, Darrâriye mezhebi mensubu bir âlimdi. Murci'e mensubu
olan vardır; Bişr El-Merrisİ işte bunlardan birisi idi. Bunun dışında
sözkonu-su düşünceyi benimseyen kelamcılardan kimisi saf Cehmiye mensubu,
kimisi Mu'tezile mensubuydu. Ama biraz önce adı geçen İbn Ebîı Düvad MuUvjİi
değildi, Allah'ın .sıfatlarını reddeden Cchmiye mensubuydu.
Evet Mu'tezilelcr de
Allah'ın .sıfatlarını kabul etmezler. Ama Ceh m iyelerin reddedişleri
Mu'teziîclcrc oranla daha kapsamlıdır.
Sözgelişi Bcrgüs
Allah'ın kelam şifalını reddederken şu argümanı kullanmış: "Eğer Allah
konuşuyor ve kelâm sıfatı O'nıın zâtı sayesinde varlık kazanıyorsa mutlaka o
cisimdir." Bcrgüs'ıın bu delili çürütülmüştür. Selef ulemasından İmam
Ahmed ve O'nun gibileri, cisim ve benzeri kavramları bizzat kclamcıların uydurduklarını,
onlar arasında bazı toplulukların Ailah'in sıfatlarını reddettiklerini, bu
reddediş eylemleri ile Allah ve elçisinin isbât ettiklerini reddetme; buna
karşın bir grubun da sözkonusu nev-zuhur (yeni uydurulmuş) kavramları kabul
ettiklerini, bu kabul eylemleri ile Allah ve elçisinin reddettiklerini
ispatlama amacına ulaşmak istediklerini biliyorlardı.[21]
Allah'ın sıfatlarını
reddetme hususunda birinci yöntemi ilk kez kullanan Cehmiyc mensuplarıdır. Daha
sonra aynı yöntemi Mu'tezile ve bid'at ehli diğer mezhepler kullanmışlar.
Sözgelişi bu gruplar, Allah'ın sıfatlarını red eylemine, onun cisim olmasını
reddedişle başlıyorlar; bundaki amaçlan, müsiümanlann, onların asıl
amaçlarının, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmek olduğunu sanmalarını
sağlamaktı. Halbuki bu eylemleriyle varmak istedikleri netice Allah'ın,
âhirette görülmeyeceği, Kur'an vb. vahiy araçları ile konuşmayacağı ama
kendine ail kelâmı başkasında yaratacağı, bundan başka kendisi ile kâim ne
ilim, ne kudret, ne hayal ne de bir başka sıfata sahip olmadığı noktasıydı.
Böyle bîr ortamda İmam
Ahmed "Er-Red Alel-Cehmiye vez-Zenâdıka" (Cehmiyc ve Zındıklara
Reddiye) adlı risalesinin giriş kısmında şöyle demişti:
"Peygamberlerin
arasının kesildiği her dönemde, sürekli ilim ehli kimseler bulunduran Allah'a
hamdolsun. Zira o âlimler böylesi zamanlarda sapıklığa düşeni hidayet yoluna
davet ederler. Zalimlerden ve sapıklardan gördükleri zulme ve İşkencelere katlanırlar.
Allah'ın kitabı ile, cehaletin ölü haline getirdiği insanları diriltir,
cehaletin körleştirdiği kimseler o Kitâb'ın ışığı ile aydınlatırlar,
görmelerini sağlarlar. İblis tarafından katledilen nice insanlar vardır ki, onları
ihya etmişler; nice sapıklık bataklığına batanların hidayetlerine vesile
olmuşlar.
Onların insanlar
üzerindeki izleri ne kadar güzel, buna karşılık insanların onlara karşı
davranışları ve onların üzerinde bıraktıkları izleri ne kadar çirkin!..
O âlimler ki aşırıya
kaçanların tahriflerini, batıldan yana olanların araklama-intihal
girişimlerini, bid'at hareketinin bayraktarlığını yapan, fitne bulutlarını
yükselten cahillerin tutarsız yorumlarını Allah'ın Kitâb'mdan her zaman uzak
tutmuşlar. Bütün bu olumsuz niteliklerin sahipleri Kitab konusunda ihtilaf etmişler,
ayrılığa düşmüşler, bizzat Kitab'm kendisine muhalefet etmişler; Kİtab'a ters
düşme hususunda görüşbirtiği etmişler. Bilgisizce Allah'a iftira atmışlar;
O'nun ve Kitâb'ının hakkında konuşmuşlar. Kelâmî konularda
"müteşabih" kavramlarla konuşmuş; bilgisiz insanlara tuzaklar kurup,
bu müteşabih kavramlarla onları kandırıp kendilerine benzetmişler..
"Sapıkların
fitnesinden Allah'a sığınırız."
İkinci yöntem ise
Hişam ve bağlılarından nakledilen yöntemdir; onlar Allah'ın, bizzat kendisine
isnad edilen noksan sıfatlardan ve yaratılmışlara benzemekten kendisini tenzih
ettiği sıfatları ve yakıştırmaları isbât etmişler.
imam Ahmed ise
sözkonusu risalesinde Peygamberlerin, onlara uyanların yöntemini kullanarak
onlara karşılık vermiş; ardından şu ayetleri buyuran Allah'ın ipine sımsıkı
yapışmıştı:
Ey inananlar,
Allah'tan O'nun şanına yakışır biçimde korkun ve ancak miisliimanlar olarak
ölün. Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın. (Al-i İmran, 3/102-103)
İnsanlar bir tek ümmet
İdi. Allah elçileri, müjdeciler ve korkutucular olarak gönderdi. Anlaşmazlığa
(ayrılığa) düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o
peygamberlerle beraber hakikatleri bünyesinde taşıyan Kitap indirdi. Oysa
kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine apaçık deliller geldikten
sonra, sırf aralarındaki çekememeziik yüzünden o Kitap hakkında ayrılığa
düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi İzniyle İnsanları, onların üzerinde
ayn-lığa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola iletir.
(Bakara, 2/213) Elif Lam Mim Sâd.
Bu, sana indirilen bir
Kitâb'dır. Onunla insanları uyarman ve inananlara hatırlatman hususunda
yüreğinde bir sıkıntı olmasın. Ey İnsanlar Rabb'inizden indirilene uyun,
O'ııdan başka dostlara (velilere) uymayın. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Araf, 7/1-3) ... Benden sîze bir hidâyet
geldiğinde kim benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz ve sıkıntıya düşmez..
Ama kim benim
zikrimden (hidayet kaynağı olarak gönderdiğim Kıır'an'dan) yüz çevirirse, onun
için de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak hasrederiz.
Rabb'im, der, niçin
kör hasrettin beni. Halbuki ben görürdüm. Allah bımırdıı ki: "İşte böyle
sana da bizim ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugünde sen öyle unutulursun."
(Tâhâ, 20/123-126)
Ey inananlar, Allah'a,
Resul'üne ve sizden olan idare sahiplerine itaat edin. Eğer herhangi bir
hususta ayrılığa düşürseniz, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu
Allah'a ve Resııl'ünc götürün. Bu, daha iyi ve netice yönünden de daha
güzeldir. (Nisa, 4/59) Ky inananlar Allah'ın ve Resûl'ünün huzurunda öne
geçmeyin. Allah'tan korkun şüphesiz Allah işitendir, bilendir. P.y inananlar,
seslerinizi, peygamberin sesinin üstüne çıkarmayın, birbirini/.le yüksek s'esle
konuştuğunuz gibi, onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa farkında
olmadan amelleriniz boşa gider. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini
kısanlar, öyle kimselerdir ki, Allah onların kalplerini, takva için imtihan
etmiştir. Onlar için mağfiret ve büyük bir ödül vardır. (Hucurât, 49/1-3)
Şunları görmüyormusun: kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene
inandıklarını sanıyorlar da hakem olarak tâğııta başvurmak isliyorlar. Oysa onu
inkar etmeleri kendilerine emredilmişti. Seylan da onları iyice saptırmak
isliyor.
Onlara; "Allah'ın
indirdiğine ve Peygamber'e gelin." dendiği zaman, munalıkiarm büsbütün
senden uzaklaştıklarını görürsün. Kendi işledikleri eylemleri yüzünden
başlarına bir bela geldiğinde sana gelip "biz iyilik etmek ve ıslah
etmekten başka bir .şey istemedik" diye Allah'a nasıl da yemin ederler!.
Allah onların
kalplerinde olanı lıiİiyor. Onlara aldırma. Onlara öğüt ver ve onların içlerine
tesir edecek güzel söz sövle. Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle İtaat
edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri
zaman sana gelseler, Allah'tan günahlarını bağışlamasını isteselerdi, elbette
Allah'ı, tevbeleri kabul eden ve rahim bulurlardı. Hayır, Rabb'in hakkı için
onlar aralarında çıkan tartışmalı işlerde seni hakem yapıp sonra da senin
verdiğin hükme gönül hoşluğu İle razı olup tam anlamıyla teslim olmadıkça
inanmış olmazlar. (Nisa, 4/60-65)
İşte benim dosdoğru
yolum bıı, ona uyun başka yollara uymayın ki, sözi O'mtn yolundan ayırmasın..
(Enam, 6/153) Dinlerini parça pare;, edip, grup grup oîanlar var ya, senin
onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra yaptıklarını
Allah onlara haber verecektir. (En'âm, 6/159) Sen yüzünü Allah'ı birley.ci
olarak doğruca dine çevir; Allah'ın yaratma yasasına uyana dön ki, o,
insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte
dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yalnız O'na yönelin ve
O'ndan korkun; namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın.
Onlar dinlerini paramparça
ettiler ve kendileri de bölük bölük oldular. Her grup kendi yanında olan
(bilgi) ile sevinmektedir. {Rûm, 30/30-33)
O size, dinden Nuh'a
tavsiye ettiğini, sana vahycttİgimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi şeriat yaptı. Öyle ise dîne sıkı sıkıya bağlanın ve ondan
ayrılmayın." (Şura, 42/13)
Bunlar ve bunların
benzen diğer naslar Allah'ın, hakkı, bâtıldan ayırdetmek, insanların ayrılığa
düştükleri konulan açıklamak, insanların, Rab'Ieri katından kendilerine
indirilen vahye uymalarının gerekliliğini bildirmek, tartışmaya düştükleri meseleleri
Allah'a ve Resûl'üne göndermelerini belirtmek için peygamberler gönderdiğini,
kitaplar indirdiğini ortaya koymaktadır.
Kİm elçilere ve
onlarla indirilen ilâhi kitaplara uymazsa o katıksız münafıktır.
Kim peygamberlerin
getirdikleri hidâyete uyarsa artık sapıklığa ve sıkıntıya düşmez. Ama kîm de
bu hidayet kaynağından yüzçevirirse kıyamet günü kör, sapık, şakî ve azab
edilmiş olarak hasredilir (toplanma yerine getirilir).
Ayrı ayrı gruplara bölünerek
dinlerini paramparça edenlerden de Allah ve Resulü uzaktır.
Görüldüğü gibi İmam
Ahmed bu yöntemi kullanarak Kitâb ve sünnete sımsıkı yapışan, Rab'lerinden
kendilerine indirilene uyan sünnet ve cemâat imamlarından seleflerinin yoluna
uymuştur.
Bu yol ve yöntemin
genel özellikleri şunlardır.
Allah'ın isim ve
sıfatları sözkonusu olduğunda bakarız: Rab, kendi Kitâbı'nda, kendisi için
isbatladiğını gördüğümüz isim ve sıfatı biz de isbatlarız. Kendinden
reddettiğini ise biz de reddederiz. Bundan başka Kitap ve sünnette yer alan ve
Allah'ın sıfatlarını isbat eden kavram bulunduğunda o kavram da kabul edilir.
Kİtap'ta reddedildiği görülen her kavram aynen reddedilir. Bir de şu durum
sözkonusu: Kİtap'ta sünnette, sahabe, tabiîn ve diğer İslam âlimlerinin
sözlerinde kabul veya red bazında herhangi bir ifadeye rastlanmayan, ama
insanların tartışmalarına konu olan kavramlarla karşı karşıya gelindiğinde, bu
tür kavramlar, anlamları gereği gibi yorumlamncaya kadar ne kabul edilir, ne
de reddedilir. Kavramın içerdiği anlamdan, Allah'ın kendisi için ispatladığı
bir nitelik anlamı çıkarılabilirse ispatlarız; Rab kendisinden reddettiği
nitelik anlamı çıkarılırsa, reddedilir.
Öte yandan hakkın ve
batılın ispatlandığı veya çürütüldüğü, hak ve bâtıl çok genel, ifâdelerle
anlatılan, ifadeyi kullanan kimse kavramın içerdiği anlamın tamamını değil bir
kısmını kullandığında, insanlara onun neyi anlatıp neyi anlatmadığım kesin
anlayamadıkları türden kavramlarla karşılaştığımızda, bunlarda diğerlerinde
olduğu gibi mutlak olarak ne kabul edilir ne de çürütülürler. Örneğin
"cevher," "cisim," "tehayyüz," "cihet"
ve bu anlamı içeren diğer kavramlar. Bu kavramların kabulü veya reddî
konusunda birazcık konuşan nice insan vardır ki, o kavramlarla gerçeği
anlatmak istediği halde bâtılın pençesine düşmekten kurtulamamıştır.
Selef ulemâsı ve diğer
meşhur imamlar, batıl ve yalanı içermesi, bilgisizce Allah'ın hakkında
konuşmaya sürüklediği için bu tür uydurma kavramları kullanmayı pek hoş
görmemişler. Nitekim İmam Ahmed, Cehmiyeler'e reddiye olarak yazdığı risalesinde,
Allah'ın zatından reddettikleri sıfatlar konusunda O'na iftira attıklarını,
bilgisizce Allah hakkında konuştuklarını anlatmıştı. Oysa bu davranışların
hepsi Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığı davranışlardır.
Selef uleması bu
kelimeleri, salt kavram olmaları yüzünden uygunsuz bulmamışlar; bu gibi
konularda Resûl'ün getirdiği vahye dayalı sağlam delille delil getirmeyi de
yadırgamamışlar. Onlar yalnızca Kitap ve sünnete ters düşen sözleri, görüşleri
ve yargılan çirkin görmüşlerdir. Çünkü Kitap ve sünnete ters düşen her şey
bâtıldır; akıl ve duyma yoluyla doğru olamaz.
Bu bağlamda
"tevhid" kavramı ile ilgili soru Ebu'I-Abbas Ibn Süreyc'e
sorulduğunda müslümanlann kabul ettiği "Tevhid anlayışını" anlatmış
ardından şöyle sürdürmüştü sözlerini: "Bâtıldan yana olanların tevhid
anlayışlarına gelince; temel özelliği "cevherler ve arazlar" gibi
spekülatif kavramların irdelenmesine dalmaktır. Oysa Allah, elçisini -salât ve
selam üzerine olsun- bu tür anlamı kapalı kavramları inkar için göndermiştir.
Ebu'I-Abbas bu sözü
ile "Resûlüllah'ın bu iki kavramı reddettiğini anlatmak istememiş. Çünkü
bu kavramlar O'nun zamanında henüz kullanım alanına çıkarılmamıştı. O yalnızca
bu ve bu tür kavramlarla anlatılmak istenen bâtıl anlamların inkâr edilmesini
anlatmak istemiştir.
Kaldı ki bu iki
kavramı müslümanlann terminolojisine ilk sokan Mu'tezile ve Cehmiye mezhebi
kurumları olmuştur. Bu kavramları ortaya atmaktaki asıl amaçlan Allah'ın
sıfatlarını, O'nun âhirette görülmesini, veya O'na ait niteleneceği kelâm sıfatını
inkâr etmekti. Cchmiyc bu kadarıyla yetinmeyerek Allah'ın isimlerini de inkâr
etmişti.
Allah'ın sıfatlarını
ilk inkar eden kişi olduğu bilinen Ca'd b. Dirhem'dir. Bu yüzden Hâlid b.
Abdullah El-Kasrî, şehrin meydanında onu boğazlamış ve çevresinde bulunan
insanlara şöyle seslenmişti: "Ey insanlar, kurbanı boğazlayın Allah
kurbanınızı kabul etsin. Zira ben Ca'd b. Dirhem'i kurban etmek (boğazlamak)
istiyorum; çünkü o Allah'ın İbrahim'i dost edinmediğine, Hz. Musa iie
konuşmadığına inanıyor." Bu konuşmanın ardından yanına inip onu
boğazlamıştı.
Selef ulemasının ve
diğer imamların bu tür sözler ve onları kullananların eleştirilmesi ve
kınanması hususunda söyledikleri sözler başka meselelerin irdelendiği
bölümlerde genişçe zikredilmiştir.
Burada anlatılması
amaçlanan asıl mesele şudur:
Ahmed b. Hanbel ve
ondan başka selef alimleri gibi sünnete bağlı imamlar, bidatçilar bu tür muğlak
kavramları, -cevher, araz vb. - özet (mücmel) olarak kendilerine
söylediklerinde ne mutlak manada kabul ne de red ederek onların davranışlarını
onaylamaz, düşüncelerini paylaşmazlardı. Bid'atçılar ise bunun aksini yapar
ya red veya kabul bazında bu kavramlara yeni yeni anlamlar yükledikleri gibi,
habire onlardan başka aynı türden yeni kavramlar uydurmayı sürdürürler;
uydurdukları bu tür kavramları, inanılması ve iman anlayışının üzerine
kurulması gereken sağlam, akla mantığa uygun öğretiler haline getirirlerdi.
Bunları yaptıktan sonra ancak Kitap ve sünnete bakma gereği duyarlardı. Eğer onlarda
buldukları argümanlar, düşüncelerini destekler nitelikte yorumlamaya imkan
tanıyacak nitelikte değillerse bu kez: "Bunlar kendileri ile, gerçekte
neyin anlatılmak istendiğini kavrayamadığımız karmaşık (müşkiî) ve müteşabih
(benzer anlamlar içeren) kavramlardır" diyerek, kendi uydurdukları
kavramları temel, asıl, kendi görüşleriyle uyuşmadığında, Resulün getirdiği
vahyi öğretileri de ikincil dereceden ilkelci", anlaşılması zor kavramlar
olarak ifade etmişlerdi.
İşte Cehmiye, Kaderiye
ve benzeri bid'at ehli fırkaların, bâtını 1 i k okuluna bağlı ateist (nıülhid)
felsefecilerin temci anlayışları budur. Bütün kitaplarında bu yöntemin
uygulandığı görülür. Bu mezheplerin arasındaki ayrılık noktalarım öğrenmek, Allah'ın
clçisiyle birlikte gönderdiği dosdoğru yol (Sırât-ı Müstakim) ile ona muhalif
yolların arasındaki farklılıkları öğrenmekten daha büyük sorundur. İlmi, fıkhi
konularda, kalplerin amelleri, hakikatleri vb. hususlarda da durum aynıdır.
Bölüm bu alanlara, söz konusu fırkaların ürettikleri, kendilerine özgü yeni
kavramlar, yeni anlamlar, ortak anlamlı kelimeler sokuşturulmuştur.
Oysa müslümaniann
yapması gereken, bütün bu hususlarda Allah'ın Kitab ve Hikmet'ten
indirdiklerini temci İlke bellemek, ardından meseleyi, o konularda insanların
söylediklerine götürmektir. Bu yapıldıktan sonra çok genel anlam içeren
kavramların manalarının Kitab ve sünnetle örtüştüğü açığa çıkarsa kabul edilir;
Kitab ve sünnete ters düşerse reddedilir. Mesele budur.
Bu nedenle her grup,
diğer grubun aleyhlerine getirdikleri argümanları reddetmiştir. Bu tür kavram
kargaşası, daha çok rey ehli, kelamcılar ve tasavvufçuların kullandıkları
literatürlerde vardır.
Kaldı ki,
kendilerinden başka anlamı açık ve muhkem ayetlere ters düştükleri
sanıldığında bazı ayetlerin müşkil (anlaşılması zor) ve müteşabih olduklarını,
söz gel i m İ herhangi bir emirle ilgili muhkem, açık bir nass geldiği zaman,
ardından, dış anlamı ona ters düştüğü sanılan diğer bir nas geldiğinde; burada
yapılması gereken müteşabih olan nass muhkem olana götürülür, (muhkem olanın
mucibince amel edilir) ama Kitab ve sünnet aynı anlamı ifâde ettiklerinde, bu
anlamla çelişen bir nassı temel kabui edip Kur'an ve sünnette zikredilen nassı
müşkü ve müteşabih kılarak ona delalet edeni kabul etmemek caiz değildir.
Gerçi naslar,
insanların çoğuna, anlamların] kavrayamadıkları için müşkil (anlaşılması zor)
görünür, Nasların içerdikleri an-İamları kavramada güçsüz kalmaları nedeniyle
nasları müşkil sayarlar. Oysa Kur'an'da sağlam akıl ve sezgi ile çelişen tek
bir ayetin dahi yer alması caiz değildir. Kur'an'ın bütünselliği içerisinde,
onun anlamı mutlaka açıklanmıştır. Çünkü sânı yüce Allah Kur'an'ı, insanların
yüreklerindeki hastalıklara şifâ, insanlara açıklama olsun diye indirmiştir.
Kur'an'ın indiriliş amacı bu iken, bunun tersine bir durumun Kur'an'da yer
alması caiz değildir.
Nedir ki, bazı
zamanlar ve mekanlarda peygamberlik izleri silinmeye yüz tuttuğu için insanlar
ResûTün -Salât ve selâm olsun-Aİlah katından getirdiklerini neredeyse tamamen
bilmez duruma gelmişler. Bu bilgisizlik ya vahyin sözlerini anlamama veya
sözlerini bilip anlamlarım bilmeme biçimindeydi. İşte bu dönemde nübüvvet
nurunun kaybolması nedeniyle müslümanların yaşadığı ortam İslâmi bir ortamdan
cahiliye ortamına dönüşmüştü. Şirkin, gruplara bölünmenin, kılıçların
kullanıldığı toplumsal kargaşaların, düşünsel ve eylemsel fitnelerin kopması
ve yaygınlaşmalarının yegâne nedeni, nübüvvet nurunun müslü-manlara saklı
kalmasından dolayı ortamın bir nev'i cahiliye ortamına dönüşmesi idi. Nitekim
Mâlik b. Enes bu konuda şöyle demişti.
İlini azaldığı zaman
zulüm ve işkence, Peygamber, sahabe ve tabiinin izierİ azaldığında ise kişisel
arzular ortaya çıkar.
Fitnelerin, kâinatı
bürüyen koyu karanlık geceye benzetilmesi bu yüzdendir. Yine böyle bir
zamandan ötürü Ahmed b. Han-bel, yukarıda zikrettiğimiz risalesinin hutbe
(giriş) kısmında şöyle dua etmişti.
Her fetret döneminde
ilim ehli insanları yeryüzünden eksik etmeyen Allah'a hamdolsun.
Yeryüzünde yaşayan
insanların mutlak doğruyu (hidayeti) elde etmeleri ancak nübüvvet nuru
sayesinde mümkündür. Şanı yüce Allah şu ayette buyurduğu gibi:
Benden size bir
hidâyet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, o sapmaz ve sıkıntıya düşmez.
(Tahâ, 20/123)
Hidayet ve kurtuluş
ehli olanlar, bütün zamanlar ve mekanlarda peygamberlere uyan, onların izinden
yürüyen mü'min ve müsl umanlardır.
Sapıklık ve azâb ehli
olanlar ise peygamberleri yalanlayanlardır.
Peygamberlerin
getirdikleri mesajlar kendilerine ulaşmayan insanlar cahiliye üzere yaşarlar. Vahyin
kendilerine ulaşmaması nedeniyle onlar sapıklık, cehalet, şirk ve kötülük
içindedirler.
Gerçi şanı yüce Allah
şöyle buyurmuş;
Biz elçi göndermedikçe
hiçbir topluma azâb etmeyiz (îsra, 17/15) Bunları müjdeleyen ve korkutan
elçiler olarak gönderdik ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a
karşı mazeretleri kalmasın. Allah aziz ve hakimdir. (Nisa, 4/165)
Rabbin, şehirlerin
anası Mekke'de onlara ayetlerimizi okuyan bir el-çİ göndermedikçe ülkeleri yok
etmez. Ve biz, halkı zâlim olmadan ülkeleri yok etmeyiz. (Kasas, 28/59)
Ayetlerde belirtildiği
gibi Allah kendilerine elçi göndermedikçe bir topluluğu helak etmez ve onları
ahirette azaba çarptırmaz.
Gerçi dünyada
kendisine peygamber mesajı ulaşmayan kimseye, kıyamet günü arasatta peygamber
gönderileceğine dâir Re-sulullah'tan, sahabe ve tabiinden birkaç haber
gelmiştir.1
1- İmam
Ahmcd, Esved b. Seri'den Resulullah'ın bu konuda şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir.
Dört kimse Kıyamet
günü kendisini savunabilecek: 1-
Kulağı hiçbir şey duymayan sağır kimse, 2-
Ahmak kimse, 3- Aşırı İhtiyar kimse
ve 4- Fetret asrında ölen insan.
Kulakları duymayan sağır şöyle arzedecek durumunu Örneğin,: "Rabb'im,
diyecek, evet İslam geldi ama ben ondan hiçbir şey duyamadım.
Ahmak adam şu mazereti
gösterecek: Rabh'im İslam geldi, ne ki çocuklar deve ve koyun tersleri ile
beni kovaladılar. Aşırı ihtiyar: "İslam geldi, ancak ben bir şey düşünemez
durumdaydım." diyecek.
Fetret döneminde ölen
kimse de diyecek ki; "Rabbim senin elçin hana gelmedi.
Bunun üzerine kendisine
itaat edeceklerine dair söz alacak; onları cehenneme alması İçin elçi
gönderecek yüce Allah. Bunun ardından şöyle buyurdu: Rasuhılîah (s): Canımı
elinde tutan güce yemin olsun ki, onlar ateşe atıldıklarında cehennem onlara
soğuk ve esenlik olacak.
Bazı âlimler, bu
anlayışın İslam dinine aykırı olduğu kanısına varmış; çünkü âhirette teklif
yoktur. Halbuki mesele söylenildiği gibi değildir. Teklif ancak insanlar,
yapılanların karşılığının görüleceği yer oİan Cennet ve Cehennem'e girdikten
sonra sona erer. Bu sonuç gerçekleşinceye dek insanlar mezarlarında bile sınava
çekileceklerdir. Sözgelimi mezarda insanların herbirisine şu sorular mutlaka
yönetilip cevapları istenecekti)': Rabbin kim? Dinin ne? ve Peygamberin kim?
Aynı şekilde kıyamet gününde insanların toplandığı arasat meydanında insanlara
şöyle söylenecek: "Her topluluk taptığı tanrısının ardına uysun."
(takılsın). Bu ünleniş üzerine güneşe tapanlar güneşin, aya tapanlar ayın,
tâ-ğûtlara tapanlarda tâbutların arkasına takılırlar. Geriye bu ümmetin
içlerinde münafıklarında bulunduğu insanları kalır. Ce-nâb-ı Hak kendilerine
ilk göründüğünden farklı bîr biçimde kendilerine gelerek: "Ben sizin
Rabb'inizim." diyecek. Onlar ise "Senden Allah'a sığınırız."
diyecekler, devamla: "Rabbimiz bize gelinceye dek yerimiz burasıdır.
Burada kalacağız." Diğer bir rivayette Allah onlara birtakım sorular
sorup, kendi durumlarını bizzat kendilerine isbât ettirecektir. İşte bu, onlar
için bir sınav değil de nedir? Bakalım ilk kez kendilerine tecelli ettiğinde
tanıdıkları Allah'tan başkasına uyacaklar mı uymayacaklar mı? İşte Allah
onların durumunu, kabir imtihanı ile tesbit ettiği gibi, orada da bu imtihan
ile durumlarını saptayacaktır. Tanıdıkları biçimden başka biçimde tecelli
ediğinde O'na uymadıkları zaman bu kez tanıdıkları ilk biçimde geldiğinde
bacakları açılacak, onu eörür görmez münafıklardan başkası secdeye
kapanacaktır. Çünkü o sırada münafıklar da diğerleriyle secde etmek
isteyecekler, ama yapamayacaklar. Sırtları tabak gibi dümdüz kalacak.
Bu anlam Ebu Hureyre2
ve Ebû Saîd'in3 rivayet ettikleri, Bu-hâri ve Müslim'in tahric etliği
Resululîah'ın birkaç hadisinden özetlenerek alınmıştır.
Aynı konuda Câbir'dcn4
gelen hadisi Müslim rivayet etmiş. İbn Mes'ud? ve Ebû Musa'dan6 da rivayet
edilen hadisler vardır.
Bu hadislerin hepsi
şuna işaret etmektedir: İmtihan süreci ancak insanlar ceza yurdu olan Cennet ve
Cehenneme girdiklerinde sona erer. Ceza yerlerine girmezden öncesi sürekli
belâ ve imtihandır.
Nübüvvet nuru
insanlardan kesildiğinde, onlar fitnelerin karanlığına düşerler, bid'atlar,
kötülükler alabildiğine yaygınlaşır. Cc-nab-ı Peygamber'in şu hadisinde bu
duruma şöyle işaret edilmiş:
Rabb'İmden üç şeyi
diledim, bunların ikisini verdi ancak üçüncü dileğimi geri çevirdi.
Birinci dileğim,
ümmetimi kıtlık belasıyla yok etmemesiydi; dileğimi yerine getirdi.
İkinci dileğim, başka
milletleri ümmetimin başına musallat kılıp onlar vesilesiyle ümmetimi yok
etmemesiydi; onu da kabul etti. Üçüncü dileğim ise ümmetim anısında çekişme,
çalışma meydana getirmemesiydİ. Ama bu dileğimi geri çevirdi."
Bc's kelimesi bûûs
kökünden türetilmiştir. Zira bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuş:
De ki: O, sizin
üzerinize üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azab göndermeğe, ya da
sizi grup grup birbirinize düşürüp kiminizin hıncını kiminize taddırmağa güç
yetirendir. (F.n'am, 6/65)
Öte yandan bu ayetin
yorumuyla ilgili Resûlüllah'tan şu hadis nakledilmiş:8
Cenâb-ı Hakk'm
indirdiği bu âyetin şu bölümü indirildiğinde: "De ki: O sizin üzerinize
üstünüzden bîr azap göndermeğe güç yet irendir." Resûlıılİah: "Senin
zatına sığınırım Allah'ım," dedi. "Ya da ayaklarınızın
altından" kısmı gelince, yine aynı ifadeyi tekrarlayarak: "Zatına
sığınırım Allah'ım" dedi. Ya da: "Sizi grup grup birbirinize
düşürerek kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir." bölümü
gelince: "En hafif olanı ilk i kişiydi." dedi.
Bu ayet, onların grup
grup bölünüp, kimisinin hıncının kimine mutlaka taddınlacağma işaret
etmektedir. Resulullah onların durumundan beridir; zira onlar cahiliye
ortamında yaşamaları nedeniyle bu cezaya çarptırılmışlardır.
Bu bağlamda Ez-Zühri
şu bilgiyi vermiş; "Resulullah'ın sahabesinin çoğunlukta olduğu dönemde
fitneler meydana geldi. Sahabeler dökülen bütün kanların, gasbedilen malların,
çiğnenen namusların, Kur'an'm yanlış yorumlanması (te'vİli) yüzünden, bu tür
felakete uğradıkları konusunda ittifak ettiler. Bu tür olaylara karışanları
ise cahiliye dönemi insanlarının konumuna indirdiler.
Öte yandan Malik, Âişe
annemizin şöyle dediğini rivayet etmiş: "İnsanlar (müslümanlav) ayetle
amel etmeyi artık terkettiler." Bu sözüyle Allah'ın şu ayetini anlatmak
istemişti Âişe:
Mü'mirilerden iki grup
çarpışırlarsa aralarını düzeltin. (Hucurat, 49/9)
Müslümanlar
savaştıklarında, Cenab-ı Hakk'm da buyurduğu gibi aralarını düzeltmek farzdır.
Bu emirle amel edilmediği zaman ortalık fitne ve cahiliye ortamına dönüşür.
Aynı şekilde ümmetin
tartıştığı usûl ve füru'a müteallik konularda, meseleler Allah'a ve Resûlü'ne
götürülmediği zaman, orada hak açığa çıkmaz. Hak açığa çıkmadığı için, tartışan
müs-lümanlar, meselelerinde açık bir delile dayanamazlar. Yine Allah'ın onlara
acıması sayesinde onlardan bir kısmı diğerlerinin görüşlerini kabul ederler.
Tartışma yüzünden birbirlerine saldırmazlar.
Nitekim aynı vakıa Hz.
Ömer ve Osman'ın hilafetleri sırasında olmuştu. Sahabe içtihadı gerektiren
birtakım meselelerde ayrılığa düşmüş, birbirleri ile tartışmışlardı; tartışma
sonucunda kimisi kimisinin tezini onaylamış, birbirlerine saldırmamışlardı.
Eöer kendilerine merhamet edilmeseydi aralarında çok olumsuz avnhklar meydana
gelir, bir kısmı diğerini tekfir etme veya fasık-likla itham etme gibi söz ile;
ya da hapsetme, dövme ve öldürme gibi fiillerle saldırırdı.
Hariciler ve onlar
gibi bid'at ve zulüm ehli fırkaların durumu işte böyle İdi. Bâzı dinî
meselelerde tartıştıklarında ümmetin üzerine saldırarak onlara zulmetmişlerdi.
Hevâ ehli diğer
grupların durumu da pek farklı değildi onla-rınkinden. Onlar da ha bire yeni
şeyler icad ediyor, kendilerine karşı çıkanları tekfir ediyorlardı. Nitekim Râfızîler,
Mu'tezileler cehmiyeler ve bid'at ehli olan diğer sapık mezheplerin hepsi de
böyle yapmışlardı.
Müslümanları 'Kur'an'm
mahluk' olduğu tezi ile sınava tâbi tutanlar da yine onlardı. Sürekli bidatlar
üretiyor, kendilerine muhalefet edenleri tekfir ediyor, müslümanlarin
haklarının gas-bedilmesini ve cezalandırılmalarını helal kabul ediyorlardı.
Allah elçisi ile
beraber gönderdiği vahiy mesajmın bir kısmının kendilerinden saklı kaldığı
dönemlerde insanlar İkİ durumdadır: Yâ adildirler ya da zâlim.
Adil olanlar,
Resuiullerin getirdikleri mesajlardan kendilerine ulaşanla amel edenler ve
başkalarına kesinlikle zulme tmeyenier-dir.
Zâlimler ise, sürekli
başkalarına zulmetmeyi alışkanlık haline getirmiş kimselerdir. Bunlar insanları
bilinçli zulmeden zalimlerdir. Cenâb-ı Hak onlarla ilgili olarak şöyle
buyurmuş:
Kitap verilmiş
olanlar, kendilerine bilgi geldikten sonra sırf aralarındaki çekememezlik
yüzünden ayrılığa düştüler.9 (Al-i İmran-3/19)
Böyle davran mayı p
adaletli olma hususunda bildikleriyle amel etseler bile müslümanlann bir kısmı
diğerinin tezini kabul eder, arada zulme neden olan çekişmeler çıkmaz.
Sözgelimi tartışmaya neden olan konularda Allah'ın ve Rcsulü'nün hükmünü bilme
hususunda yetersiz olduklarının farkında olmalarından dolayı fıkıh imamlarım
taklid eden insanların durumu bunun güze! bir örneğidir. Onlar takİid ettikleri
imamları Peygamber'in vekilleri kabul ederek şöyle derler: "Bizim varmayı
amaçladığımız nokta budur." Bunlar arasında adil olanlarda başkalarına
zulmetmeye yanaşmazlar; peşinden gittikleri imamın her söylediğini delilsiz
doğru kabul ederek ona ters düştüklerinden dolayı diğer insanlara sözle ve
eylemle saldırmazlar.
İmam Ahmed ve onun
gibi bazı selef alimlerini sınava çekenler de işte böyle cahillerdi.
Kendilerince ortaya karmaşık (müte-şabilı) kavramlar atarak, onlarla gerçeği
reddetmeyi amaçlıyorlardı, îmam Ahmed de "El-Mihne" adlı risalesinde
onlara cevap vermişti.
Sözkonusu eserde imam
cisim vb. kavramları onlarla tartışmış ve: "Ben, Allah'ın buyurduğunu söylüyorum"
sözüyle onlara cevap vermişti:
"De ki: "O
Allah birdir. Allah sameddir."[22]
îmam Ahmed (r)
sözlerini şöyle sürdürüyor, adı geçen eserinde: "Cisim kavramına gelince,
bu, yeni uydurulup İslâm literatürüne sonradan sokuşturulmuş bir kavramdır,
Şimdiye dek hiç kimse gereği gibi bu kavram üzerinde konuşmamış, sadece çok
genel anlamı ifade edilmiştir. Doğruyu söylemek gerekirse, siz bu kavramla
neyi anlatmak istediğinizi şimdiye dek açık seçik biçimde ortaya koymadınız ki,
kavrama yüklediğiniz tutarlı bir anlam üzerinde sizinle ıızlaşiibiîcİim. Açıkça
söyleyeyim, sîzin gerçek anlamda ne demek istediğinizi henüz anlayabilmiş
değilim. Ama ben açık seçik şunu diyorum:
"Allah birdir;
Allah Sameddir; başkasın; doğurmadığı gibi kendisi de başkası tarafından
doğurulmamiştır; hiçbir şey O'nun dengi değildir."
İmanı devamla onlara
diyor ki: "Cisim kavramıyla neyi anlatmak istediğinizi bilmiyorum. Bundan
ötürü bu kavramın doğruluğunu kanıtlama ya da tutarsızlığını reddetme
hususunda mâalesef sizinle uzfaşamayacağım. Zira konuşanın (mütekellim)
kullandığı kelime ile neyi anlatmak istediğini anlayamadığımız kavramlar kabul
veya reddedilmeleri konusunda Kitab ve sünnete götürülmediği zaman, açık
söyleyeyim sizin söylediklerinizi evetleycmenı. Ama mütekellimin söylediği söz
kabul ve red noktasında Kitab ve sünnetle örtüşüyorsa biz de sonucu onaylarız;
ama kabul ve red noktasında Kitab ve sünnete ters düşen bir mana anlatmak istemişse
o zaman, onun söylediğini onaylamayız."
Kaldı ki
"cisim", "cevher" vb. kavramlar ne Allah'ın Kitab'ın-da, ne
Resul'ün sünnetinde, ne de sahabe, imân ve ihsan ile onlara uyan tabiîn
Allah'ın zâtı hakkında konuşan diğer İslâm ulemasının sözlerinde red veya
kabul biçiminde kullanılmış değildir. Bu nedenle îmam Ahmed zamanın pâdişâhı
El-Mütevekkil'e yazdığı mektubun10 bir yerinde şöyle diyordu:
"Muhterem,
Allah'ın Kitab'ında, Resul'ün hadisinde, sahabe, iman, ihsan ile onların
izinden giden tabiin sözlerinde yer olmayan hiçbir konuda konuşmak istemem.
Çünkü bu kaynakların söz etmediği konularda konuşmak bana göre pek övünülecek
şey değildir."
İmam Celim iye mezhebi
mensuplarının "cisim vb. kavramlarla ilgili söylediklerini de aynı yerde
aklarmiş. Onlar bu kavramlarla ilgili şöyle demişlerdi."[23]
"Bu kavramların
anlam: ne şu, ne bu ne de ötekidir, hiçbiri değildir, sadece onun dediği
gibidir.
Cİsinı kelimesinin,
Kur'an'm indirildiği Arap dili lugatına göre anlamı şu ayette ifâde edildiği
gibidir:
Onları gördüğün zaman
cisimleri hoşuna gider; söz söyleseler, sözlerini dinlersin. (Miinâfikım 63/4)
Diğer bir örnek de şu
ayettir:
... Allah onun
bilgisini ve cismini (bedensel gücünü) artırdı. (Bakara, 2/248).
İbn. Abbâs11 ayeti
şöyle yorumlamış:
Tâlut,
îsrâilogııllarınm en iyi savaşmayı bilen kişisiydi. Başı, boynu ve omuzları ile
insanlardan üstün bir bedensel yapıya ve güce sahipti. Ayette geçen
"El-Besta" kelimesi genişlik fazlalık demektir.
İbn Kuteybe12 şöyle
diyor:
Bu kavram, bir araya
toplanmış şeyleri geri açıp genişlettiğin zaman senin:
"Besât-Tüş-Şey'e" (şeyi açtım, yaydım, genişlettim) ifadende yer alan
anlamda kullanılmıştır burada.
Öte yandan bazıları:
"Ayette, cismin büyüklüğü İle gücün faz-lahğı anlatılmak istenmiştir,"
demişler. Çünkü öteden beri cisimce büyük olanın güç yönünden de fazla olduğu
bilinir.
İşte, Kur'an'ın
indirildiği Arap lügatında "cisim" kavramının içerdiği anlam budur.
"Cisim"
kavramının Arap lügatında kullanıldığı bu anlama göre havaya, insandan çıkan
nefese ve insana üflenen ruha cisim denilmez. Herkesçe bilinmektedir ki
eksikliklerden uzak yüce Allah bu söylenenlerden hiçbirisine ne insan vücuduna
ne de bir başka nesneye kesinlikle benzetüemez; aynı şekilde o, mahlûklara
özgü hiçbir nitelikle nitelenemez; yaratılmışların niteliklerine özgü kılınmış
isimlerle isimlendirilemez. Öyle ise 'Allah cisimdir", 'Allah
ceseddir" demek caiz değildir.[24]
Kelamcıların
terminolojisinde "cisim" kavramı, Arap lügatında kullanıldığından
daha kapsamlı anlam İçerir. Nitekim onlar bu kavramın içerdiği düşünsel (aklî)
ve terimsel (lafzî) anlamı üzerinde hayli tartışmışlar. Sözgelişi kelamcılar
"cisim" kavramını kendi anlayışlarına göre şöyle tanımlamışlar:
"Cisim duyusal olarak kendisine işaret edilen her şeydir."
Daha sonra bu kavram
üzerinde tartışmaya düşmüşler ve onlardan bir çoğu kavramı şöyle tanımlamış:
Kendine işaret
edilmenin yanı sıra, tek cevherlerden (atomlar) mürekkep olan her şey
cisimdir.
Bunun ardından yine
kelamcilardan bir grup şu tanımı yapmış:
Başka bir varlığa
eklenmek koşuluyla en azından cevher olan her varlık cisimdir; belki iki,
ikiden çok, belki dört, belki altı, belki sekiz, belki onaltı, bir başka
söylentiye göre otuz iki cevherdir mürekkeptir cisim.
Bütün bu görüşler:
"Cisimlerin tümü, parçalanamayan cevherlerin bileşiminden meydana gelmiş
varlıklardır" diyen kimseye ait görüşlerdir.
öte yandan
kelamcilardan farklı-felsefeciler "cisim" kavramını şöyle ifade
etmişler:
Bütün cisimler hayûla
(nesnelerin kök maddesi) ve biçimlerin terkibinden meydana gelmiştir, tek
cevherlerin terkibinden değil.
Bundan başka birçok
kelama ve kelama olmayan düşünür kavramla ilgili şu yorumu yapmışlar.
"Cisim ne bundan ne de ötekinden mürekkeptir."
Bu görüş de ünlü keiâm
fırkaları Küllâbiye, Darrâriye ve diğer grupların benimsediği görüştür.
Diğerlerine karşılık bunlar cismin tek cevherlerin, madde ve biçimin
terkibinden meydana geldiği yargısında bulunmuyorlardı.
Bunlardan ayrı olarak
yine kelama olan Ebu'l Me'âlî ve onunla aynı düzlemde düşünen kelamalar
müsliimanların tek cevherin işba ti konusunda ittifak etliklerini iddia ederek
şöyle diyorlar: "Müslümanlar cisimlerin parçalanarak, bölünerek tek
cevhere (atoma) dönüştükleri hususunda görüş birliğine varmışlar."
Ne ki daha sonra bu
sözü söyleyenler ve onların yanı sıra Ebul-Hüscyin El-Basrî, Ebu Abdullah
er-Razi gibi kelamcılar bu konuda kuşkuya düşmüşler.
Halbuki ne sahabe, ne
tabiîn ne de İslâm dünyasında isim yapmış alimlerden hiçbirisinin böyle bir şey
söylemediğini biliyoruz. Yine biliyoruz ki İslâm dünyasında bu vb. kavramları
ilk kez kullanan kelam fırkaları Cehmiye ve Mu'tezile'dir. Bu görüş selef
ulemasının ayıpladığı ve kınadığı bir görüştür üstelik.
Böyle bir icma'ın
varlığından söz eden, kelam kitaplarında yer alan bilgiler dışında, İslam
akaidini bilmediği için böyle bir saçma bilgiyi aktarmıştır. Bunu söyleyen
kimse dışında, böyle bir icma'ın varlığına inanan başka kimseyi bulmak mümkün
değildir. Bununla birlikte "tek ccvher"in varlığı hakkındaki yargı
da bâtıldır; ayrıca heyula ve biçimle ilgili görüş de aynı niteliktedir,
bâtıldır.
Başka konularda, bu
hususta zikredilen görüşler üzerinde daha geniş durulmuştur.
Başka bir kelama
grubu: "Cisim, kendi kendi ile var olandır; Her kendî kendi İle var olan
cisimdir; cisim aynı zamanda kendisine İşaret edilen nesnedir" demişler.
Kelamcılar daha sonra
cisim konusunda cisimler birbirine benzeşir mi benzeşmez mi? diye
ihtilaf7etmişler.
Bütün bu görüşler
ayrıntılarıyla bilindiği halde hala kim: "Allah cisimdir" der ve bu
ifâdesi ile Allah parçaların bileşiminden meydana gelen mürekkeptir, derse işte
bu görüş düpedüz bâtıldır.
Aynı şekilde,
sözkonusu krşi bu ifadesi ile Allah'ın kendi dışında yaratıklardan herhangi
birisine benzediğini anlatmak isterse; Şeri'at ve akıl yoluyla bilinmektedir
ki, yaratıklardan hiçbirisi isim ve niteliklerinde Allah'a kesinlikle benzemez,
buna rağmen sıfatlarında Allah'a benzer başka bir varlık olduğunu kanıtlamaya
çalışırsa işte bu da bâtıldır; bu anlamda Allah'ın'cisim olduğunu savunan
kişinin görüşü de onunla birlikle batıl kılınmıştır.
Buna karşın, bu
anlamda Allah'ın cisim olduğunu söyle-meyen ama ahirette görülemeyeceğini,
Kur'an'la vb. araçla konuşamayacağını, ilim, kudret vb, sıfatlarla
nitelenemeyeceğini, duada ellerin kendisine kaldırılamayacağını, peygamberin
kendisine yükselemeyeceğini, güzel kelimelerin katına çıkamayacağını,
meleklerin ve ruhların huzuruna yükselemeyeceğini iddia eden, bunların olmasını
O'nun cisim olmasına gerekçe gösteren kişinin sözleri de tamamen tutarsız ve
asılsızdır.
Bunun gibi Allah'ın
zâtı hakkında bizzat Allah'ın ve elçisinin kabul ettikleri sıfatları, bunların
varlığını kabul etmek Allah'ı ci-simleştirmek anlamına gelir, teziyle reddetmek
batıldır. Sözkonusu kişinin böyle bir kabul eylemini
"Cisimleştirme"olarak adlandırması düpedüz kalpazanlıktır. Çünkü söz
konusu kişi bu ifadesiyle, cisim kavramının sözlükte içerdiği anlamı dikkate
alarak Allah'ın niteliklerini cisim olarak adlandırıyorsa bu çok tutarsız,
çok çürük bir görüştür. Bunu değil de aynı İfadesi ile Allah'ın tek
cevherlerin ya da madde ve biçimlerin terkibinden meydana gelen cisim kavramını
veya Allah'ın doğrudan cisim olmasını gerektiren, cisimlerin benzeşme öğesini
anlatmayı amaçlıyorsa bunların tamamı tutarsız ve asılsız görüşlerdir. Bu bağlamda
kendisine şöyle sorulur; "Düşünen insanların çoğu Allah'ı yaratılmış
cisimlere benzetmen konusunda sana karşı çıkmazlarını?" Çünkü onlar şöyle
demezler: "Hava su gibidir; canlıların vücutları dağlar ve demir
gibidir." Böyle diyeni iveceklerine göre, Kitap ve sünnetin Allah'ın zâtı
hakkında isbatladıklarını kabullendikleri halde, Allah'ın yaratıklarına
benzeme hususundaki görüşünde seninle nasıl uzlaşabilirler; iddianın
doğruluğunu nasıl onaylayabilirler?
Oysa Allah, yaratıklarından
bir kısmının diğerine benzemesini dahi şu ayetinde reddetmiştir:
Eğer yüz çevirirseniz,
yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmaz (size benzemez).
(Muhammed, 47/38)
Bunların her ikisi de
beşer türünden oldukları halde, birbirlerine benzemeyeceklerinden söz
edilmektedir. Bu caiz görülmediği halde göklerin Rabbi, ilim ve kudret sahibi
Allah'ın bizzat kendi eliyle yarattıklarına benzetilmesi nasıl caiz olur!.
Halbuki zâtında, niteliklerinde ve fiillerinde Allah'a benzeyen hiçbir şey
yoktur.
îşîn nirengi noktası
şudur: "Allah cisimdir" tezini, yukarıda sıralanan gerekçelere
dayanarak reddeden kişinin inancına göre, Allah'ın sıfatının, efâlinin
varlığını kabul etmek. O'nun diğer cisimlere benzemesini gerektirir; aynı
zamanda tek tek cevherler, madde ve biçimlerin bireşiminden meydana gelmesini
lüzumlu kılar. Oysa düşünenlerin çoğu bu gerekliliğe karşı çıkmaktadır; bu
gereklilik bütün itikadı fırkalarca reddedilmiş bâtıl kabul edilmiştir.
Akıl ve şeriat
açısından Allah'ın zâtına isnad edilen eksikliklerin reddedilmesi hususunda
bütün müslüman fırkalar görüşbir-liği ettikleri zaman geriye kelamcılarm
"terimsel (ıstılahı) cisim" konusundaki söyledikleri kalır; bu acaba
böyle bir bahaneyi ge-reklî kılar mı kılmaz mı? Bu konu, insanların (ilim
adamlarının) arazlar konusunda, bakî midir, değil midir tartışmaları gibi düşünsel
(spekülatif) bir konudur. Düşünsel olan bu konu, İslâm dini ile doğrudan
bağlantılı değildir. Çünkü dinin asli kaynakları Kitâb, sünnet kabul-red
bazında Allah'ın zâtı hakkında "cisim" kavramım kullanarak
konuşmamiştır hiçbir zaman; selef ulemasının eserlerinde de bu bağlamda bir
ifadeye rastlanmamıştır. Öyle iken herhangi bir kimsenin ortaya çıkıp, hakkında
şer'i kaynakların söz söylemediği, müslümanlann dini ile doğrudan
iliş-kilendirilmeyen bir kavramla, değişik anlamlar içermesi olası böyle bir
mücmel kavram icâd ederek imamların düşünce dünyalarında karmaşa yaratmaya
hakkı yoktur. Sırf Arap dilinde kullanıldı diye oradan alıp başka bir anlam
yükleyerek piyasaya sunulabilir mi böyle bir kavram?
Söz konusu kişinin
anlatmayı amaçladığı mana gerçek olduğu zaman onu, içinde karmaşıklık olmayan
bir anlatım üslubuyla anlatır. Buna dayanarak vardığı inanca göre cisimler
birbirine benzer nitelikte ise; Allah'da kendisine hiçbir şey benzemeyen,
hiçbir şey O'nun gibi olmayan yegâne varlık ise, eksikliklerin tümünden
münezzeh o Zât-ı bârı böyle bir adla adlandırılamaz, çünkü O'na denk hiçbir şey
yoktur, O'nun eşi ve benzeri de yoktur. İşte tartışmasız, karmaşasız olan bu
mana, Kur'an'm bizzat işaret ettiği yegâne marndır.
Bunun dışında sözü
edilen kişinin inancı, cisimlerin birbirine benzemediği yönünde ist; her
görünen ve birtakım nitelikleri bulunan varlık cisim ise, ona düşen görev
Allah'ın ve elçisinin Allah'ın ilmi, kudreti gibi sıfatlarından ispatlayıp
kabul ettiklerini kabul etmektir. Nitekim o bu konuda şöyle buyurmuştu:
"O'nun ilminden,
ancak kendisinin dilediği kadarından başka hiçbir şey kavrayamazlar."
(Bakara, 2/255)
"Şüphesiz nzık
veren, sağlam kuvvet sahibi olan yalnız Allah'tır." Zâriyat 51/58)
ResuluIIah (s) da
istihare namazı ile ilgili hadisinde, ümmetine şöyle dua etmelerini önermişti:
Allah'ım, senin ilmin
ile hayır diliyorum, kudretinden güç İstiyo-
Diğer bir hadis şöyle:
Allah'ım senin gaybî
ilminle yaratıklar üzerinde egemen gücünle senden diliyorum.H
Siz, şimdi güneş ve
ayı gördüğümüz gibi, kıyamet günü de Rabb'iııİ-zi öylece güçlüğe uğratılmadan
görebileceksiniz.1:>
Görüldüğü gibi hadiste
dünyada görülenler, ahirelte görülecek olan gibi olmadıkları halde, ahiretteki
görme eylemi dünya-dakine benzetilmiştir.
İşte Kitab'a sünnete
ve sahabe görüşlerine bağlı sünnet ehli insanlar (alimler) arasında hiçbir
tartışmaya ve karmaşaya neden olmayan sağlam ve tutarlı kavramlarla Kitab ve
sünnetin anlatım biçimleri böyledir. Bunun ardından hakkın (gerçeğin) kanıtlanması
için gerekli olan anlamın (mana) düşünce yönünden kendisine açıkladığı kimse
bu bulguyu aklından uzaklaştırmamakta-dır; çünkü hakkı (gerçeği) gerekli kılan
araç da ona bağlı olarak haktır. Ne varki düşünce yoluyla saptanan bu anlatımın
bizatihi şeriatça işaret edilip şer'i kavramlarla açıklanmış olması gerekir.
Kcndİ İçerisinde gerçek de olsa, insanların şeriatın kastedilen anlama işaret
etmediği varsayılan ve bu nedenle gerekmeyen kavramlardan olduğu iddia edilen
bir düşünceye çağırmaya kimsenin hakkı yoktur; Velev ki, o düşünce kendi
içinde gerçek olsun.[25]
Cisimlerin benzeşme
özelliklerine ve tek cevherlerin (atomların) bileşiminden oluştukları hususuna gelince;
bu konuda kelâmcı-lar ayrılığa düşmüş, aralarında çetin tartışmalar ve
çatışmalar meydana gelmiştir.
Sözgelişi çoğu kelâmcı
bir konuda birgün bir görüşü savunurken başka bir zaman bir başka görüşü
savunmaktadır. Bu da daha çok, kullanılan terimlerin kapalı olmasından, genel
ve kısa (mücmel) kavramlar ve müteşabih manalar içermesinden kaynaklanmaktadır.
Başka yerlerde bu
konuyla ilgili daha geniş bilgi verilmiştir.
Burada konumuzla
alâkası açısından kısaca anlatmak islediğimiz nokta şurasıdır: Kendisine -su
veya bu volla- cisimlerin benzeşmediğinin bu maddeden ya da şu cevherden
mürekkep olmadıkları hususunun açıklandığı varsayılan, bir kişinin, kişisel
keşfine dayanarak "Allah cisimdir" tezini bir kavram haline getirmek
suretiyle İslâm'a yamamaya ve bunu Kur'an ve sünnetin bizatihi işaret ettiği
apaçık, sağlam ve tutarlı anlam'a benzer bir konuma yerleştirmeye hakkı
yoktur. O anlamı şer'î anlatım biçimleri ile kanıtlaması gerekir.
Yine bu kimseye,
cisimlerin benzeşme özelliği taşıdıkları, cismin mürekkep olduğu gerçeği, aynı
yol ve yöntemle açıklanacak olsa bu isim altında yeni bir yargı icâd edip,
inandığı kavram üzerine şahsi düşüncesi aracılığı ile nazire yapma hakkı
yoktur. Ancak saptadığı mana şeriat ve akii (düşünce) ile bilinen bir anlam
ise onu kapalı ve karmaşık olmayan bir anlatım biçimiyle dışa vurma imkanına
sahiptir. Ve öyle de yapmalıdır.
Kelâmcılardan
"Cisim, cevherlerden mürekkeptir" görüşünde olanların çoğu, sözkonusu
kavramın Arab lugatmda da aynı anlamda kullanıldığını savunmaktadır; çünkü
Arablar iki nesneyi karşılaştırırken "Bu, şundan daha cisimlidir
(eesem)" derler ve bununla da birinin ötekinden daha fazla parçaya sahip
olduğunu kastederler.. Aynı şekilde "Bu şey cisimdir" sözü ile de o
şeyi oluşturan parçaların çokluğunu ifade etmek isterler.
Sözkonusu görüşü
benimseyen kelâmcı sözlerini şöyle sürdürüyor: "Ef'ale kalıbıyla
anlatılan üstünlük, ancak ismin işaret etliği cümlelerde kullanılır. Örneğin
"Bu adam daha âlim (a'lem), daha halimdir (ahlem/yumuşak huylu)" denildiğinde
bu cümle, ilim ve hilm kelimelerinin işaret ettiği konudaki üstünlük öğesi-m
ifade eder. Bunun için Arablar ne zaman, "eesem" kelimesini
kullanırlarsa, bununla anlatmaya çalıştıkları nesnenin parçalarının çokluğuna
işaret ederler. Bu kelime aynı zamanda mürekkep nesne anlamını da içerir. Cisim
kelimesini kullanıp da bununla mürekkep olan (çok parçalı) bir varlığı anlatmak
istemeyen kimse kelimeyi Arab lugatında konulduğu alanın dışına çıkarmış
olur".
Kelâmcılar "Bu
tür bir ifade kelimenin anlamında karışıklığa yolaçar; cismin terkib ve telif
özelliklerinin isbatlamaması halinde, biz inkar etmesek bile, böyle bir yorum,
sözkonusu kelimenin anlamını karıştırır".
Kimi kelâmcılardan da
"birşeyin başka birşeyden daha cisim-li feesem) olması" görüşünde
ihtilafa düşmüşler; hatta "Bu keli-me Arab diline ait değildir"
diyenler çıkmıştır. Ebû Zeyd'den nakledildiğine göre ona şöyle demişlerdir:
"Kuşkusuz Arablar "bu cisimdir; yani, cüssesi büyüktür" "bu
şey diğerinden eesem-dir; yani daha büyük cüsselidir" gibi cümleleri
kullanırlar. Ancak bunları, tek tek cevherlerin çokluğuna inanarak söylerler.
Bu durumda bütün dil ve sözlük bilimciler cismin, tek cevherlerin terkibinden
meydana geldiğine inanırlar. Tek cevher (atom) ise en küçük parçaya indirgenen,
artık sağı solu ayiklanamayan küçücük bir zerredir".
Oysa aklını kullanan
herkes bilir ki, normal insan tek cevheri (atomu) zihninde tasavvur edemez;
tasavvur edenlerin çoğu varlığını kamtlayamaz. Kanıtlayabildiler ise bunu
normal yöntemlerden uzak, kendilerine özgü gizli yöntemlerle yaparlar. Şimdi
böyle bir durumdaki kavramın, bilgili bilgisiz herkesin kullandığı genel bir
dil ortamın da kamuya malolmuş yaygın bir kelime haline getirilmesi ve bununla
herkesin aynı anlamı ifade etmesi imkansızdır.
Bilinen bir gerçektir
ki, sahabe ve ihsan ile onİann izinden giden tabiînden hiç kimse, atomun
isbatı konusunda herhangi bir-şey söylememiş, sübûluna delalet eden bîr ifade
de kullanmamıştır. Hatta onlardan Önce yaşamış Arablar fıtrat yasasını korumuş
-Arab olmayan- diğer milletler ve peygamberlere uyan toplumlar da bu kavramın
isbatı konusunda konuşmamış]ardır. Hal böyle iken, müellel ve mürekkep olmayan
varlıkların dışındakileri cisim kavramıyla tanımlamayan Arablann, bu kavramı,
kelâmcıların amaçladıkları manada kullandıkları nasıl iddia edilebilir?!
Mesela herhangi bir
Arab'ı tutup -sana göre ınürekkeb olan-güneş, ay ve göklerin parçalanamayacak
denli küçücük parçaların bileşiminden meydana geldiğini ya da dağları,
atmosferi, canlıları ve bitkileri söyleyecek olsan kafasını zorlamadan bu
anlamların mahiyetini zihninde tasavvur edemez. Tasavvur etse bile, fıtratı
bunu yalanlar. En sonunda "bir yönünün diğer yönünden ayı rded il e m
ediği birşeyin varlığı nasıl düşünülebilir?" demekten kendisini olamaz.
Kaldı ki gerek
müslümanların, gerekse de müslüman olmayan grupların aklı erenlerinin çoğu tek
cevherin varlığını reddederler; bunun gibi tüm fıkıhçılar, hadisçiler ve
tasavvufçular da "tek cevher" (atom) teorisini kabul etmezler.
Bundan dolayıdır ki
bütün fıkıhçılar -tezeğin küle, domuzun tuza dönüşmesi gibi- cisimlerin bir
başka şeye dönüşümü hususunda ittifak etmişlerdir. Bunda görüşbirliğine
vardıktan sonra bu dönüşüm sonucunda meydana gelen şeyin temiz olup olmaması
hususunda ihtilafa düşmüşlerdir.
Oysa tek cevherin
varlığına hükmedenlere göre "Zatlar kesinlikle bir başka şeye
dönüşmez". Aksine ikinci şey ilk cevherin aynı olur; değişine yalnızca
terkipte meydana gelir. Bunun içindir ki, sonraki asırlarda yetişen
fıkıhçılardan kimisi "terkib" kavramını kelâmcılardan alarak su ve
benzeri maddelerin terkibinden bahisle "su, kendi dışındaki maddelerden
yalnızca terkib halinde ayrışır" demişlerdir.
"Tek cevher"
tezini kabul edenlere göre de durum şöyledir: Bunlar, "Sânı yüce Allah'ın
kendi başına var olan cevher ve a'yân-lardan başka bir varlık meydana
getirdiğini gözlemlemedik. O'nun yarattığı canlı, bitki, maden, meyve, yağmur,
bulut vb. tüm varlıklar, sadece cevherlerin biraraya toplanıp ayrıştırılması,
niteliklerinin bir durumdan diğer duruma değiştirilmesidir; kendi başına var
olan cisim ve cevherlerden hiçbir şeyin yeniden yaratılması değildir."derler. Bu,
düşünen insanların çoğunun reddettiği bir görüştür. Bunu
reddedenler "Bu görüşe göre Arab lugatında cisim kavramının iddia edilen
böyle bir anlamı içermesi bir yana duyuya, akia ve şeriata dahi terstir."
demekledirler. Bu anlamların yanısıra, cisim kavramı ile, bizatihi
"kaba" anlamı da kastedilir. Buna göre cisim, "kendi dışında
başka bir nesne ile var olan şey"dir.Yinc cisim kavramı ile bazan da
"kaba şey" ifade edilir; ki bu, kendi başına var olandır. Sözgelimi
"bu elbise kabadır" deriz. Cenâb-ı Hakk'm şu ayetinde geçen cisim
kelimesini de aynı bağlamda mütalaa edebiliriz:
O'nun bilgisini ve
gücünü artırdı. (Bakara, 2/247)
Bu ayet, "cisim
kelimesinin kabalık anlamı içerdiği" görüşünün doğruluğunu destekler.
Ayette cisim kelimesi, mastar kalıbındaki ilim kelimesiyle yanyana
getirilmiştir. Bize göre "zâdehû besta"nm anlamı "onun gücünün
artırılması"dır. Allah onun vücudunun ölçülerini ve bedeninin gücünü
diğer insanlardan daha büyük yapmıştır. Öyle ise ayetteki cisim kelimesi
ölçülerin değil bizatihi ölçünün kendisidir.
Şu ayette de aynı şey
sözkonusudur:
"Bedenleri hoşuna
gider" (Münâfıkûn, 63/4) yani bedenleri ile var olan biçimleri hoşuna
gider. Mesela "onun güzelliği, rengi, zerâfeti hoşuma gidiyor"
denilir. Bu cümle ile bedenin kendisiyle birlikte nitelikleri de
anlatılmıştır.
Mesela Arablar"bu
şundan daha eesemdir (daha cisimlidir)" dediklerinde, büyük olarak
niteledikleri nesnenin diğerinden kaba olduğunu anlatmak isterler.
Eğer bu cümle ile,
büyüklük ve kabalık niteliklerinin, parçalarının fazla olmasından
kaynaklandığını anlatmak istiyorlarsa, böyle bir anlamın hiçbir dilbilimcinin
aklına gelmediği kesindir. Bu anlam olsa olsa sahabe ve tabiin asrından sonra
İslâm dünyasında zuhur eden yeni asır kelâmcılarının ortaya attıkları görüş ve
teorilerden alıntılanmıştır; Çünkü İsiâm dünyasında cisim vb. kavramların
müslümankınn terminolojilerine sokuşturulma eylemi Emevî saltanatının son
dönemlerine rastlar. Nitekim bu cisim kavramını ilk kez ortaya atıp ona büyük
önem yükleyen Cehm b. Safvân İle Ca'd b. Dirhem bu dönemde yaşamış ünlü
kc-lânıcılardandır. Bunları Mu'tezile mezhebi izlemişti.
Şurası aşikardır ki;
"cisim müellef ve mürekkeptir" tanımını yaptıktan sonra cisimlerin
"atomların bileşiminden meydana geldiğine inanan ve gerekçe olarak da bu
anlamın lafzî (sözel) değil akli mana olduğunu iddia eden" kimsenin
söylediklerine insanoğlunun düşünebilenlerinin çoğu karşı çıkar; bunun yanısıra
selef ulemasının hiçbirisinden de bu görüşü destekler mahiyetle tek bir söz
nakledilmemiş tir.
Sözkonusu görüş ve
düşüncenin sahibinin, kendine göre oluşturduğu terminolojiye yerleştirdiği
cisim kelimesi, Arab lügat ında içerdiği anlamdan farklı bir anlama işaret
etmekteydi. O, bu girişimiyle, kelimenin asıl lügat manasını değiştirip,
üzerinde uzun tartışmaların yapıldığı düşünsel (akli) anlamını savunmuştu.
Oysa onun elinde savunduğu manasını veya düşünsel anlamı onaylayan hiçbir şer'î
delil bulunmuyordu. Ne Arab lügati, ne de şeriat bu anlama işaret etmiyordu.
Sonra şunu da unutmamak gerekir kİ, akıl, sözlerin işaret ettiği nesnelere
(müsemmâlara) tek başına işaret etmez; o yalnızca soyut anlamlara işaretle yetinir.
Bu üzerinde uzun uzun
tartışılması gereken bir konudur. Kaldı ki kesinlikle biliyoruz ki, Allah'ın
zâtından tenzih edilmesi gereken bir niteliği veya anlamı reddetmek için
sözkonusu kişi tarafından kelimenin işaretinden hareketle yeniden yaratılan
sözel ve akli manaya ihtiyaç yoktur. Onlar bu kavramı, Rabb'in zâtından
cisimle tanımlama gihşîlnini reddetmek için "tenzih" anlayışlarının
temel dayanağı yaptılar, Halbuki bu yöntemle, Allah'ın zâtına isnad edilen
eksik niteliklerden hiçbirisini tenzih etmeleri mümkün değildir.
Sözgelişi
"Allah'ın sıfatları, cismlerin sıfatlan ile aynı türdendir; O'nun zâtına
yönelik olarak isbat edilen -diri, bilgili ve güçlü olması gibi- sıfatların
tümü aynı zamanda cisimlerin de sıfatıdır. Allah sadece kendi başına mevcud
bir varlıktır, bunun dışında herhangi bir sıfata ihtiyacı yoktur" sözünü
gözlemlenebildi varlıklar arasında yalnızca cisimleri tanıdıkları için
söylemektedirler. Birisi çıkıp da "ben sîzin reddettiğiniz konulara
karşılık, sizin kabul ettiğiniz hususlarda söylediklerinizin benzerini söylüyorum"
dediğinde, iddialarını kesmek zorunda kalırlar.
Bunlardan başka yeni
kelâmcilarm, Allah'ın yetkin niteliklere sahip olması hususunda da farklı
görüşleri vardır. "Allah'ın kemâl sıfatları acaba düşünürlerin icmâı ile
mi yoksa akılla mı bilinebilir?!" diye soruyorlar ki bu konuda iki görüş
vardır.
Sözgelişi Önde gelen
isimlerinden Ebu'l-Meâli ile er-Râzî gibi alimler, bu tür niteliklerin akıl
aracılığı İle bilinemeyeceğini söylemişler, böylelikle ellerinde Allah'ı
birçok eksikliklerden tenzih için kullanabilecekleri aklî delil kalmamıştır.
Eksikliklerin bu yöntemle tenzih edilemeyeceği anlaşıldığı zaman bu noksan sıfatların,
Allah'ın kendi zatından reddettiği gibi, zât-ı ilahiden tenzihi gerekir. Bunun
gibi Allah'ın kemâl sıfatlarında hiçbir mahlûkun kendisine, O'nun da hiçbir
mahlûka benzemeyeceği hususunun isbatlanması, benzeşme olgusunun, zât-ı
ilahiden tenzihi, bir başka deyişle reddi gerekir. îşte İhlâs suresi Allah hakkında
lüzumlu olan bu iki "tenzih" yöntemini kendisinde toplamış olup
tenzihin her iki türüne de işaret etmektedir.
Mesela
"ehad" kelimesi "Hiçbir şey O'nun dengi olmadı" anlamına
gelen "ve Jew yekt'm lehû küfüven eh ad" cümlesi ile birlikte
"benzeşme" (mümâselet) ve "ortaklık" (müşareket)
teorilerini çürütmüştür. "Samed" kavramı ise bütün kemâl sıfatları
kendisinde toplayan bir kavramdır.
Noksan sıfatlar ise
türleri itibari ile Allah'tan tenzih edilmiştir. Mahlûkata özgü sıfatların
tamamı, Allah'ın tenzih edilmesi gereken noksanlıklardandır. İlim, kudret ve
rahmet gibi şanı yüce Allah'ın ve kullardan layık olanların nitelendiği
sıfatlar bunun tersinedir; çünkü bunlar
noksanlık içermeyen sıfatlardandır:
Hatta bu anlamlar,
Allah'ın zâtı için sabit olması gereken anlamlardır; zira bu anlamlar bu
niteliklerde yaratılmış herhangi bir-seyin O'na benzemesi şöyle dursun,
yaratığın kendisine yaklaştı-rılmayacağı bir yöntemle Allah'a has kılınmıştır.
Kaldı ki bir de
Allah'ın cennette yarattığı yiyecekler, içecekler ve giyecekler meselesi
vardır. Bunlar da; isimleri ortak ve her ikisi de yaratılmış türden olsa bile
Allah'ın dünyadaki yaratıklarına benzemez.
Nitekim İbn Abbas
(r.a) bu konuda "İsimlerinin dışında cennetteki nesneler dünyadaki
nesnelerle aynı türden değildir" demiştir.16
Gerçi Allah cennetteki
varlıklardan süt, şarap, bal, su, ipek, altın gümüş. vb. isimler olarak
sözetmistir. Ne ki bunların hiçbiri, dünyadaki türlerde olduğu gibi yaratılmış
olma niteliği taşımalarına rağmen bu dünyadakilerin benzeri değildir. Kısacası
şanı yüce Allah, yaratıklardan hiçbirisine benzemez; O böyle bir benzeşmeden
çok uzaktır.
Allah bizzat kendisini
alim, halim, raûf, rahim, semi, basir, aziz, melik, cebbar, mütekebbir, mü'min,
azîm, kerîm, ganî, şe-kur, kebîr, hafız, şehîd, hak, vekil, velî gibi isimlerle
isimlendirmiş, ve aynı zamanda bunun yanı sıra yaratıklarından kimilerine de
bu adları vermiştir. Sözgelişi insanı semî' (işiten), basir (gören), elçisini
de (Hz. Muhammed) râuf ve rahim olarak adlandırmış; bunun gibi yine bazı
kullarını melik (kral), kimilerini şe-kûr, kinlilerini azîm ve bir kısmını da
halım ve alîm diye isimlendirmiştir. Bu zikredilen isimlerle isimlendirilen
yaratıklardan hiçbirinin hiçbir hususta, şanı yüce yaratıcıya benzemediği kesinlikle
bilinmektedir.[26]
Cisim kavramı üzerine
yapılan tartışmaların benzeri "tehayyüz" ve "cihet"
kavramları üzerinde de yapılmıştır. Meselâ kimi kelamalar "Allah
mütehayyizdir; belirli bir taraftadır" derken kimisi de "Allah ne
mütehayyizdir ne de bir taraftadır" demiş. Öte yandan kimileri:
"Allah belirli bir taraftadır, ama mütehayyiz değildir; zira
"mütehayyiz" kelimesi cismi ve tek cevheri (atomu) içerir; cevher
kelimesi ile bazan mütehayyiz varlık anlatılır, kimi zaman tek cevherin
anlatıldığı da olur" demişlerdir.
Öte yandan
felsefecilerden kimisi kendi başına var olan cevherler olduklarını
isbatladıkları varlıkların mütehayyiz olmadıklarını savunurlar.
Sonraki çağlarda
yetişen Şehristânî, Âmidî vb. kclâmcıîar ise "Akim, bu kavramı
kavrayabilme gücü yoktur" derler. Bu nedenle kelâmcilann yolunda yürüme
azminde olan düşünürlerden bir kısmı -cisimlerin hudûsündcn hareketle alemin
hadis olduğu yargısına varanlar- düşünsel (aklî) cevherlerin mevcudiyetini
varsayarak kâinatın hadis olduğunu söylerler; oysa bu delilde, kâinatın
budûsüne işaret eden bir gerekçe yoktur. Bu yüzden kelâm ilminin söylemiyle
felsefenin söylemini birbirine karıştıranlar, süreç içerisinde düşünsel (akli)
cevherlerin kadim, cisimlerin ise hadis olduğu kanısına varmışlardır. Oysa
cisimlerin hadis oluşunu gerekli kılan neden aynı zamanda herhangi bir kişinin
tasavvurlarının ve bazı a'yânlarm da hadis olmasının nedenidir.
Bunun gibi
"cl-Lübâb" adlı eserin yazarı el-Ermevî, felsefecilerin
"kapsamlı faaliyetin sürekliliği" konusundaki kuşkularına,
"sonradan meydana gelme (hudûs) için mutlaka bir nedenin ge-rekîi
olması" ile cevap vermiştir. Ancak cl-Ermevî bu cevabı, yine ünlü
kelâmcılardan Abdullah cr-Râzî'nin "el-Mctâlib'ul-Âli-ye" adlı
kitabında konuyla alakalı söylediklerinden ahntılaımştır. Oysa bu kitapla
er-Râzî kelâmcılarla felsefecilerin söylediklerini birbirine karıştırmıştır;
hudûs ve kıdem kavramlarında iyice şaşırmıştır. Ayrıca "kapsamlı
faaliyetin sürekliliği" teorisine verdiği cevap da en tutarsız cevaplardan
birisidir.
"Bu tür tasavvurların
sürekli hadis olmalarını gerekli kılan nedir? Sonra onlara göre ruhun cisme
bitişik olması gerekir; bu durumda ruhun cisimsiz var olması imkansızdır"
da denilmiştir.
Bir de rasullerin
Allah'tan getirdikleri dinlerinden zorunlu olarak Öğrenilen temel hakikat
"Allah'ın dışındaki tüm yaratıkların Önceden yok iken sonradan
yaratildıkian"dır.
Yine felsefecilerin
akli cevherler olarak tesbit ettikleri varlıklar, dış dünyada değil yalnızca
zihinde mevcuttur.
Kelâmcılara gelince,
bunların çoğu "bu akli cevherlerin mevcudiyeti ve dış dünyada değil de
yalnızca zihninde mevcut oldukları tezinin tutarsızlığı bizatihi akli zaruret
ile bilinir" demişlerdir. Bu mesele üzerinde, başka konuların İşlendiği
bölümlerde geniş bilgi verilmiştir.
Bu anlatılanlar, felsefecilerin
varlığını isbatladıklarmı savundukları "akıl, ruh (nefis), madde ve biçim
gibi düşünsel (akli) cevherlerin dış dünyada gerçekliklerinin olmayıp bunların
yalnızca aklın (düşüncenin) manevi olgulardan soyutladığı birtakım mantıki
olgular olduğunu" açığa çıkarmıştır. Nitekim düşünce kategorileri
arasında, "tümel hayvanlık" ve "tümel insanlık" gibi ortak
tümelleri de soyutlamıştır; ne kî bu tümeller, a'yânlarda değil, sadece
zihinsel dünyalardaki tümeller de olur.
Durum böyle iken
felsefecilerden kimi, aklın soyutladığı ortak tümellerin zihinsel dünyalarda
değil, bizatihi dış dünyada var olan tümeller olduğunu sanmıştır. Oysa dış
dünyada belirli varlıklardan başka, a'yânlara yaklaştırılmış birtakım tümel
mahiyetler de vardır.
Yine felsefecilerden
bir kısmı; adına "Eflâtun'un ideleri" dedikleri a'yânlardan
soyutlanmış tümeîlerin olduğunu; kinlisi "hareket ve harekete
geçiren"den (muharrik) soyutlanmış "zaman olgusu"nu; ayrıca
nıülehayyİz olmadığı gibi mütehayyiz olanla da var olmayan "soyut boşluk"
teorisini ve bütün biçimlerden soyutlanmış, cisimlerin kendisinden meydana
geldiği "asıl madde" (heyula) tezini kabul etmişlerdir.
Felsefecilerin
kendilerine özgü terminolojilerinde "heyula", "mahal" (yer)
anlamını İçerir; sözgelimi "Gümüş, yüzükle paranın; kereste de masa ve
sandalyenin heyûlâsıdır (asıl maddesi)." denilir. Yani bu yer, sözkonusu
nesnelerin kendisinde biçim aldığı, meydana getirildiği yerdir. Yapay olarak
medana getirilen biçim İse herhangi bir arazdır.
Bundan başka
felsefeciler, "kendi başına var olan cismin kendisinden başka cİsimsel
biçimin yeri olan heyula vardır." demişlerdir. Bu ise düpedüz
saçmalıktır. Bunlar sadece birtakım zihinsel varsayımlar olup her türlü
uzatılmıştan soyutlanmış salt "uzunluk olgusu", her türiü sayılan
nesnelerden rnücerred "salt sayı olgusu", hertürlü ölçülmüş nesneden
soyutlanmış "soyut ölçü olgusu" gibi; tamamı zihinlerde tasarlanan,
faraziyeye dayalı birtakım olgulardır; görünen dünyada (nesneler dünyasında)
gerçeklikleri (mevcudiyetleri) yoktur. Nitekim derin düşünen felsefecilerden
kimisi bu durumu itiraf etmiştir.
Bu kimseler diğer
konularda genişçe anlatılmıştır.[27]
Felsefecilerin
İsbatladıkları akli (düşünsel) cevherler konusuna gelince; üzerinde sağlıklı
akılla yeterince düşünüldüğünde bunların, dış dünyada (nesneler aleminde) var
olmadıkları anlaşılır. Bizzat Allah'ın kendilerinden sozettiği melekler
mevzuuna gelince, Aristo ekolüne bağlı felsefeciler bunların varlığını tanımazlar;
kabul veya red bazında onlardan sözetmezler. Sözkonusu felsefeciler
"peygamberlik olgusu"nu da tanımazlar; melekler konusunda olduğu gibi
peygamberlik olgusu üzerinde de red veya kabul bazında hiçbir şey söylemezler.
"Peygamberlik olgu-su"ndan sadece İbn Sina vb. sonraki çağlarda
yetişen düşünürler sozedeıier. Ancak bunların amacı da "peygamberlik
olgusu"nu kabulden öte "peygamberlik" kurumu ile
"filozofluk" kurumunun arasını birleştirerek tam bir kavram
kargaşası yaratmaktır.[28]
Felsefeciler kâinatın
varlığı için isbatladıkları "ilk neden"i (illet-i ûlâ), kâinatı
kendisine benzetmek için harekete geçiren illet-i gâ-jve (birşeyin yapılmasının
kendisi için amaçlandığı neden) olarak isbat etmişlerdir. İllet-i gâiyenin
kâinatı harekete geçirmesi, bir imamın kendisine uyanları harekete geçirmesi
türündendir; çünkü imama uyan kimse (muktedî) uyduğu imamına benzemeyi ve her
hareketinde ona uymayı ister. Nitekim felsefecilerin terminolojisinde
"ilah", "kendisine benzenilen ve uyulan imam" anlamında
kullanılmıştır. Bunun için de onlara göre kâinat İlah'a benzemek için hareket
eder. Bundan dolayıdır, ki felsefeciler "ilk neden" meselesini
"felsefe-İ ulyâ" (en yüce felsefe) ve "hikmet-İ ûlâ"
(birincil hikmet) olarak adlandırmışlardır. Bu adlandırmanın gerekçesi, güç
ölçüsüne göre onu îlah'a (tanrıya) benzetmektir. Sözgelişi metafizik konusunda
yazdığı "Eliflâm Makalesi" Aristo'nun felsefesinin ulaştığı son
noktadır; diğer düşünceleri hep bu eserin çevresinde döner durur.
Felsefeciler bazan da
"ilk neden"in kâinatı harekete geçirmesi olayını sevgilinin âşığını
harekete geçirmesine benzetmişlerdir, Ne ki aşk olayında harekete geçme âşığın,
ma'şûkuna duyduğu sevgiden, ya da ona ulaşma arzusundan kaynaklanır. Halbuki onlara
göre kâinatın hareketi böyle de değildir. Âşıkm aksine kainat "ilk
neden"e benzeme amacıyla hareket eder; zira kâinat, âşığın sevgilisini
sevdiği gibi "ilk ncden"i sever. Bu ise "Kâinat yalnızca
"ilk neden"e benzemeyi sever (ister); ona kulluk etmeyi ve ondan
meydana gelen herhangi birşeyi sevmez" demektir.
Aristo kâinatın
hareketini yasaların ve onlara uyan insanların ortak hareketlerine
benzetmiştir.
Felsefecilere göre
yasa (nâmus-nomos), "İnsanların yaşadıkları dünyada birbirlerine
zulmetmemeleri ve dünyalarını bozmama amaçlarına hizmet için akıl ve görüş
sahibi kimseler tarafından düzenlenerek çeşitli ülkelerde yürürlüğe konulan
tümel politikalardır".
Peygamberlik
müessesesini kabul eden felsefecilerden kimisi, peygamberlerin ve şeriatların,
düşünürlerin düzenledikleri bu yasalara benzediğini sanmıştır. Onlara göre asıl
amaç, eşitlikçi (âdil) yasalar koyarak dünyanın düzenini sağlamak ve insanların
yaşamlarını refah İçerisinde sürdürebilecekleri bir huzur ortamı oluşturmaktır.
İbn Sina ve onun paralelindeki felsefeciler "peygamberlik kurumu"nu
bunun için lüzumlu görmüşler, bu kurumu bu yasaların hazırlanıp yürürlüğe
konmasıyla görevli saymışlardır; çünkü onlara göre pratik (eylemscl, amelî)
hikmct"hulki-yel (ahlak), menziliye (yerleşim ve barınma) ve medeniyettir.
Bundan dolayı da peygamberlerin Allah katından getirdikleri ibâdet, şeriat ve
ahkâm ilkelerini "ahlaklılık, yerleşim-barınma ve medeniyet hikmeti"
türünden saymışlardır.
Görüldüğü gibi bütün
bu felsefeciler topluluğu Allah'ı tanımamaktadır. Bunlar Allah'ı bilme ve
tanıma hususunda yahudi ve hıristiytın kafirlerin çoğundan daha geridirler.
Sözgelişi "baş öğretmen" (muallim-i evvel) olarak tanımlanan Aristo
bile kâinatın Rabb'ini bilme hususunda insanların en cahilidir. Ancak doğa ile
ilgili olgu ve olaylarda dikkate alınması gereken, son derece önemli bilgilere
sahip olduğu yadsınamaz. Hatla bu aianda ilim deryası olduğu bile söylenebilir.
Ne yazık ki felsefeciler neredeyse zamanlarının tamamını bu alanda
tüketmişlerdir. "Allah bilgisi" (ma'rifetullah) meselesine gelince,
bundan nasipleri gerçekten çok eksiktir.
Allah'ın melekleri,
peygamberleri, kitapları ve ahiret gibi kavramlara gelince bunlar hakkında
hiçbir bilgileri yoktur; red veya kabul bazında bu konulara dair hiçbir şey
söylememişlerdir. Bu tür konulardan yalnızca sonraki çağlarda yetişen belirli
dinlere mensup felsefeciler bahsetmiştir.
Yunan felsefesinin
Önde gelen isimlerine gelince, bunlar, şirk ve büyü açısından gelmiş geçmiş en
büyük müşriklerden idi. Genellikle yıldızlara ve pullara taparlardı. Bu
yüzden, astronomi ve astroloji bilimlerine katkıları oldukça büyüktür. Onlara
taptıklan icİn, adlarına heykeller dikmişlerdir. Son büyük isimleri de
Riillamvûs (Ptolcmaisos) idi. Daha sonra Rumlar, -saiâl ve selam üzerine olsun-
Hz. Mesih'in getirdiği Hırisliyanhk dinine girmek suretiyle bunların
yaşadıkları şirk hayatını yürürlükten kaldırdı.
Ne ki daha sonraki
yıllarda "Mcsîh"in getirdiği dini değiştiren reformcular, onun yerine
muvahhİdlerle (tevhid ehli olanlar) müşriklerin dinlerinin bileşiminden meydana
gelen (mürekkep) bir din koydular- Bunlar güneşe, aya ve yıldızlara tapar,
onlara ibadet, dua ve secde ederlerdi. Hıristiyanların kralı Konsiantin ve
taraftarları, iktidara geldiklerinde yıldızlara, aya ve güneşe yönelerek namaz
kılmanın yerine doğuya dönülerek kılman, güneşe karşı edilen secdelerin yerine
de doğu yönüne secde yapılan yeni bir ibadet biçimi İcat ettiler. Bunun yamsıra
gölgesi düşen somut putlara da tapıyorlardı. Nitekim Hıristiyanlar bu
gelenekten hareketle kiliselerde kutscl resimler yapma geleneğini başlattılar;
gölgeli somut heykeller yerine sokaklara ve kilise duvarlarına boya ile
resimler yaptılar.
Aristo, Makedonyalı
İskender bin Filibs'in veziri idi. Makedonya "Meşşâiyyûn" adı
verilen Yunanlı felsefecilerin merkezî olan bîr ada idi. Burası günümüzde artık
ya tamamen yıkılmış ya da sular altında kalmıştır. Hıristiyan, yahudi ve
Yunanlı tarihçilerin ada ile ilgili verdikleri bilgilere göre, burası l.Ö. 300
yıllarında bu konumda idi.
Bu felsefecileri
yücelten bazı kimseler Aristo'nun saygınlığını bu yolla artırmak için onun
Makedonyalı İskender'in değil, Kur'an'da sözü edilen Zülkarneyn'in veziri
(danışmanı) olduğunu söylerler; oysa bu bilgisizliktir; çünkü Kur'an'da sözü
edilen Zülkarneyn, Aristo'dan çok önce yaşamış ve aynı zamanda Ye'cüc Me'cüc şeddi
olarak da bilinen Çin şeddini yapmış olan kişidir. Burada sözü edilen
Makedonyalı İskender ise ancak iran'a kadar ulaşmış; sed yapmak şöyle dursun,
Çin'e dahi gitmemiştir,
Allah'ın ve elçisinin
söz ettikleri melekler, sayılarını Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği
varlıklardır; ne dokuz ne de on tanedirler. Bunlar, konuşabilen, yeryüzüne
İnip, göğe yükselen, Allah'ın müsaadesi olmadan hiçbir şey yapmayan canh
varlıklardır. Kur'an bunlar hakkında şu bilgiyi vermektedir:
"Rahman çocuk
edindi!" dediler. O bu tür yakıştırmalardan uzak ve yücedir. Hayır, aksine
melekler ikram edilmiş kullardır. O'ndan önce süz söylemezler ve onlar sadece
O'nıın buyruğu ile eylemde bulunurlar.
Allah onların
önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. Allah'ın hoşnut olduğunun dışındakine
şefaat edemezler ve onlar O'nun korkusundan ürperirler, (Enbiyâ, 21/26-28)
Diğer bir ayette ise
şöyle denilmektedir.
Göklerde nice melek
var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı
olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun; ancak o zaman şefaatlarının faydası
olur. (Necm, 53/26)
Felsefeciler bunlardan
başka "akılların kadim ve ezeli"; "faal akl"ın uzaydaki
varlıkların, "ilk akF'ın da göklerde ve yeryüzünde ve bu ikisi arasında
bulunan varlıkların rabbi olduğunu iddia etmektedirler.
Öte yandan,
"İhvan-ı Safa Risaleleri" adıyla bilinen risalelerin yazarları ve İbn
Ubeyd'e bağlı mülhid (tanrı tanımaz) felsefeciler ile İbn Arabî, İbn Seb'în ve
bunlar doğrultusunda düşünen mülhid tasavvuftular bu ilk akıl teorisine delil
olarak bir de mevzu (uydurma) hadis getirmektedirler. Uydurma olduğu kesin olan
bu hadisin anlamı şöyledir: "Allah'ın kendi dışında ilk yarattığı varlık
akıldır".17
Öte yandan Ebû Hâmid
el-Gazâlî'nin (İmam Gazâlî) "el-Kü-tüb'ül Madnûn bihâ alâ Gayri
Ehlihâ" {Ehil Olmayanların Okumalarının Engellemesi Gereken Kİtablar)
adlı eserinde ve başka kitablarında, sözkonusu kavramları ele alıp enine boyuna
incelemiş ve üzerlerinde fikir yürütmüştür. Felsefecilerin düşüncelerinden,
"meiek", "melekût" ve "ceberut" gibi kavramlarla
sözet-miştir. İmam, bu İslâmi terimler aracılığıyla felsefecilerin
kullanageldikleri "cisim", "nefis (ruh)" ve
"akıl" gibi kavramları anlatmak İşlemiştir. Kaldı ki bunlar
müslümanlarca makbul kavramlardır. Nitekim müslümanlar bu kavramları
duyduklarında .kabul etmişlerdi. Ancak daha sonraları felsefecilerin anlatmayı
amaçladıkları anlamlan öğrenmeleri, İslâm'ın hakikatinden habersiz birçok
kimseyi saptırmıştı.
Bu ateistlerin
(mülhidlerin) sözkonusu kavramlara yükledikleri manalar, Allah Rasûlü ile
peygamber kardeşleri (meslektaşları) olan Mûsâ ve İsâ peygamberlerin -salât ve
selam hepsinin üzerine olsun- amaçladıkları manalar değildir.
İşte bu yüzden,
Rasûlüllah'm (s.a) getirdiği vahiy mesajının hakikatini bilmeme ve bu tür kavram
kargaşaları nedeniyle sonraki asırlarda yetişmiş birçok İslam âlimi -özellikle
de kelâmci-lar- sapıtmışlar/dır. Felsefecilerin söylediklerine kanarak yoldan
çıkan müslümanlar arasında gerçekten ilim, ibadet ve tasavvuf ehli kimseler de
vardır. Başlangıçta, bu yola girerken Hz. Mu-hammed'e -salât ve selam üzerine
olsun- muhalefet etme gibi bir amaç taşımıyorlardı, bilakis mutlak anlamda ona
uymayı istedikleri dahi söylenebilir.
Eğer hakikaten bu
yaptıklarının ve söylediklerinin Allah elçisinin getirdiği vahyin gerçeklerine
ters düştüğünü bilselerdi o kavramları kesinlikle kabul etmezlerdi. Ne var ki,
Rasûlüllah'ın bildirdiği vahyî öğretilerin anlamlarım ve sözkonusu felsefeciler
ve kel amaların asıl amaçlarını gereğince bilmedikleri için bu tür kavramlar!
ve düşünceleri kabul ettiler. Özellikle bu görüşleri dile getiren kişi
ilimden, kelâmdan, tasavvuftan, zühdden, takvadan, fıkıh ve ibadetten biraz
olsun nasiplenmiş bir kişi ise, bu tür konulan Öğrenmek isteyen kimse onu;
şeriatın dış yönünü çok iyi bilen iıkıhçılardan, asıl amacı, bilinmeyen
anlamlan (hadisleri) ve kavramları insanlara aktarmak olan hadisçiden ve
Kur'an okuyucusu ile müfessİrlerin üstünde görmekteydi. Adeta ona toz
kondurmuyordu. Doğru bilgiyi elde etme peşinde olan kişi ke-lâmcılardan kimi
alimlerin sözkonusu
özellikteki kişiye saygı duymalarının,
ya onunla uzlaşmasından ya da çevresinde kümelenen insanların tepkilerinden
korkmalarından kaynaklandığın! görmüştür. Yine aynı kişi kcîamcıların birçok
konuda felsefeci-lerle paylaştıkları görüşleri, tutarsızlıklarını açıklar
mahiyette bir incelemeden geçirmeksizin ortaya koyduklarını; kelâmcıların
ba-zaıı felsefecilerle tutarsız melodları üzerinde uzlaştıklarını, bazan da
söylenen olgunun gerçek olmasına rağmen, sırf felsefeciler demiş diye karşı
çıktıklarını görür. Tıpkı çoğu kclâmcılarm şeriatı desteklediği zannıyla doğa
yasaları hususundu ve matematik, geometri gibi pozitif bilim konularında
felsefecilere karşı çıktıklarını gören kimse gibi. Halbuki şeriat kâinattaki
birtakım varlıkların belirli bir yörüngede, belirli bir eksen etrafında
döndüklerini ve akıl yoluyla tesbit edilen yasalan bizzat onaylamıştır; zira
selef ulemasında bu dönüş olgusunu reddeden herhangi bir ifadeye
rastlanmamıştır. Hatta bu dönüş bizzat onların sözleri iie bilinmektedir.
Nitekim Kitab ve sünnet de bu olgunun doğruluğuna işaret eder.
Cisimlerin bir
kısmının diğerine dönüşmesi olayında da aynı şey geçerlidir. Bu, İslâm
fıkıhçılannm üzerinde görüş birliğine vardıktan bir husustur.
Ne var ki keİâmcıiarm
çoğu Kitab ve sünnetle sahabe ve tabiîn sözlerinin İşaret elliği hakikatler
konusunda derinlemesine bilgi sahibi değillerdir; bu ncdcnlcde yalnızca
müslümanların dininden veya icma'ından sandıklan birtakım sözleri kendilerine
dayanak edinmişlerdir. Halbuki seleften hiç kimse onların iddia ettikleri bu
sözleri söylememiştir; hatta savundukları görüşlerin tersi sabit olmuştur.
Kelâmcılar arasında
şer'î gerçekler hususunda büyük Ölçüde eksiklik ve bilgisizlik sözkonusu
olduğundan düşünceye (akla) dayalı meselelerde kimi zaman felsefecilerin bâtıl
görüşlerine meyletmişler, kimi zaman da lesbit ettikleri doğrularda onlara
muhalefet etmişlerdir. Aralarındaki tartışmalar bir çeşit üstünlük yarışına
dönüşmüştür.
yaıi kvhmıalarıu
varlık ve Utun anlayışları
Sözgelişi kelûmcılar
"teolojik ve tümel akiilik" meselelerinde mutlak doğruya gerçekten
ulaşabümişlerse, bu gibi durumlarda şer'î kavramlara felsefecilerden çok daha
yaklaşmışlardır. Doğruyu söylemek gerekirse aklî tümellerle ve teolojik
konularda (kavramlar hususunda) felsefecilerin söyledikleri kekımcılara oranla
çok güdük kalır. Bu gibi meselelerde büyük oranda karıştırma sözkonusudur.
Onlar sadece doğa olayları, duyu ile algılanabilen meseleler \e bunların
tümelleri hakkında kayda değer sözler söylemişlerdir. Doğrusu bu konularda
söyledikleri diğer insanların-kinden oldukça üstündür.[29]
Peygamberlerin
bildikleri gaybî olgular, bütün varlıkları kapsayan aklî tümeller ve tamamı
doğru taksim olan tüm varlıkların kategorilere ayrılması konularına gelince,
bunlar felsefecilerin kesinlikle aşina olmadıkları konulardır; çünkü bu ancak
tüm mevcudat türlerini bilgisi ve gücü ile kuşatabilen kimse için sözkonusudur.
Felsefecilcrse sadece duyularla algılanabilen fenomenlerle, bunların gerekçelerini
bilebilirler. Bu ise tüm varlıklar (mevcudat) dikkate alındığında oldukça az
bir bilgidir; zira insanoğlunun varlıklar aleminde gözlemlcyemediği ve
algılayamadığı varlıkların miktarı, Ölçü ve nitelik açısından,
gözlemleyebildiklerinin kat kat üstündedir.
Bu yüzden
felsefecilerin bilgilerine aşina olan kişiler mesela kelâmcilar peygamberlerin
melekler, Arş, Kürsi, cennet ve cehennem gibi kavramlarla ilgili olarak
verdikleri bilgileri duyduklarında, felsefecilerin ve kendilerinin bildikleri
dışında varlık olmadığını sanmışlar; dolayısıyla peygamberlerin kendilerinin
bildiği meseleler üzerine söylediklerini hayretle karşılamışlar ve bunları
kendilerince yorumlama yoluna gitmişlerdir. Oysa böyle bir girişimde bulunmak
için ellerinde hiçbir delilleri olmadığı gibi rod meselesinde de güvenilir
bilgiye sahip değillerdi. Kaldı ki bilginin yokluğu, yok olan fenomeni bilmek
değildir; zira onların yukarıda sözkonusu kavramları reddetmeleri, tıp okumuş
bir hekimin "cin" fenomenini reddetmesi gibidir. Çünkü tıb biliminde
cinlerin varlığına dair herhangi bir işaret yoktur. Bununla birlikte, yine tıb
ilminde cin fenomenini reddeden herhangi bir delil de yoktur.
Bunun gibi sözgelişi
belirli bir bilim veya ilim alanında söz sahibi oîan herhangi bir kişinin, bu
bilgisi ile, o bilgiden haberi olmayan diğer insanlara göre ayrıcalıklı bir
konuma sahip olacağı; ama hakkında hiçbir bilgisi olmadığı herhangi bir olguyu
veya kavramı bilinçsizce reddedişiyle de cahilce hareket eden bir insan
durumuna düşeceği ortadadır. Kısaca insan bildiğinin alimi, bilmediğinin
cahilidir. Nitekim insanoğlunun doğrudan inkar etmek veya hakkında yeterli
bilgisi olmadığı konulan bilinçsizce reddetmek suretiyle sapıklığa düştüğü
hususlar, bilerek ve kabul ederek düştüğü sapıklıklardan hayli çoktur. Bu
konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, tevili
(yorumu) kendilerine gelmemiş olan birşeyi yalanladılar. (Yûnus, 10/39)
Bu yalanlama olayının
asıl nedeni şudur: Haddizatında insanoğlunun yapısına egemen olan özellik
sağlıklı duyma, sezme ve düşünmedir (akletme). Bunlar aracılığı ile varlığını
saptayıp, gerçekliğini çeşitli kanıtlarla tasdik ettiği şey gerçektir.[30]
İşte bu nedenledir ki
tevatür yoluyla gelen haberler insanoğlunun tümü tarafından makbul sayılmıştır
çünkü bu tür haberlerde insanlar bizzat duydukları ve gözlemledikleri
hususları aktarırlar. Bu, büyük boyutlardaki insan topluluğunun yalan dayanakta
ve yanlışta ortaklık etmeyeceği bir durumdur. Sözkonusu haberleri aktaran
kişilerin, bu haberlerden herhangi birisi üzerinde üöıüşbirliğine varmadıkları,
sonra yetişen kimselerin kendilerinden Önce yetişen üstadlanyla karşılaşarak,
onlardan yüz-vüzc aldıkları -mezhebler de ve görüşlerde olduğu gibi- bir kısmını
doğrudan almadıkları bilinse bile; yine de adet olduğu üze-re vanlışm, yalanın
karışlırılamayacağı, sözkonusu kimselerin doyru, dürüst kişiliğe sahip
oldukları kesinlikle bilinir ve verdikleri haberin doğruluğu kabul edilir.
Muhbirin (haber aktaran kimse) yalana ya da yanlışa dayanma durumu
sözkonusudur. Her iki olumsuz olasılık mütevâtir haberden uzaktır; tevatür yoluyla
gelen bilgiler bu tür olumsuzluklardan emindir. Bahsi geçen grubun
reddettikleri ve yalanladıkları konular ise bu anlattıklarımızın tersinedir;
çünkü onların geneli, bilmediklerini reddetmiş, bilgisini kavrayamadıkları
birşeyi yalanlamışlardır.
Tekrar gaybî
kavramların irdelenmesine dönelim: Varlıkların sadece felsefecilerin
bildiklerinden ibaret olduğunu sananlar, Allah'ın elçilerinin Arş, Kürsî gibi
gaybî kavramlar hakkında verdikleri bilgileri duyduklarında, bunları
"Arş, dokuzuncu, Kürsî ise sekizinci kat göktür" diye
yorumlamışlardır.
Gerçi biz "hata
Problemi"ni ele aldığımız başka eserlerimizde bu kavrama ve onunla ilgili
hususlara dair bu sözü söyleyenlerin cehlini akıl ve şeriat açısından ortaya
koymuştuk.
Yine aynı kişiler,
peygamberlerce haber verilen meleklerin felsefecilerin tesbit ettikleri
akıllar, nefisler (ruhlar) ve cisimlerde bulunan birtakım manevi güçler olduğu
kanısına varmışlardır. Bunun gibi şeytanların da, kendi kendilerine var olan
arazlar olduklarını zannetmişlerdi. Evet, böyle diyorlardı; çünkü bilgileri
ancak bu kadarına ulaşabilmişti.
öte yandan İbn Sina
ile onun düzleminde yer alan düşünür->er, kâinattaki garip olayların meydana
gelmesine birtakım göksel, doğal ve ruhanî güçlerin neden olduğunu
sanmışlardır. Nite-Kim bu düşünceden hareketle peygamberlerin mucizelerini de
büyü türünden birtakım ruhani güçler kategorisine giren olağa- olaylar"
olarak tanımlamışlardı. Şu farkla ki, büyücünün amacı kötülük, peygamberin
amacı ise iyiliktir. Bütün bu mhırsız sözler, kâiııallaki mevcucl;ılı ve
türlerini ihata eden tümel olgular hakkındaki bigisİzliktcn ve Rasûlüllah'm
Allah'tan getirdiği vahyî hakikatlerden habersiz olmaktan kaynaklanmıştı]-.
Ayrıca sözkonusu felsefe adamları; geçmiş felsefecilerin bildikleri, bazı
kelâmlardan ya da din mensubu felsefecilerden aldıkları ilaveler dışında ne
tümel bilgileri ne de ilâhi bilgileri yeterince bilmiyorlardı.
Bundan dolayı da İbn
Sina vb. düşünürlerin, ilahiyat (teoloji) ve tümel ilimler konusunda
söyledikleri kendilerinden önce yaşamış felsefecilerden daha tutarlıdır. Bu
yolla felsefi söylem (felsefi kavramlar) ile dinsel kavramlar birbirine
karıştırıldığı için Yunan felsefesi, belirli semavi dinlere mensup bazı
bid'atçı mül-hidler tarafından dine yaklaştınlmıştır. Sözgelimi tanrı tanımazlardan
İbn Ubeyd bu kategoriye giren düşünürlerden birisidir.
Bunun gibi sözkonusu
Yunanlılar, düşüncelerini müşrik Sabitlerden (yıldızlara tapanlar) aldıkları
akıl ve ruh (nefis) ve ateşperestlerden aldıkları ışık ve karanlık
(nur-zulmet) kavramları ile temellendirerek bunlara "ileri geçenler"
ve "ikinciler" adını vermişlerdi. Tasavvuf ve mistisizme bağlı, İbn
Scb'în ile onların izinden giden ilhâd ehli (tanrı tanımaz) kimselerin durumu
da bunun gibidir. Bu vb. kimseler kendi kanaallerince şeriatla felsefeyi
birleştirmek suretiyle yeni bir yol (tarikat) meydana getirmişlerdir. Bunlar,
Hz. Peygamber'in hadislerinde işaret buyurduğu yet-mişiki fırkanın dışında yer
almaktadırlar,
Başka meseleleri
işlediğimiz bölümlerde, bu kişiler ve düşünceleri hakkında daha geniş bilgi
verilmiştir.
Bunları anlatmamızın
amacına gelince; felsefeciler, selefin ve diğer ümmet imamlarının Kitab, sünnet
ve sahabe eserleri hakkındaki bilgilerini bilmeyen, bu gibi konularda tutarsız
kelâmı tartışmalar içerisine düşen yeniçağ kelâmcıları aracılığıyla birçok
bâtıl kavram ve görüşü İslam düşüncesine sokuşturmuşlar ve bu yüzden İslâm
düşüncesinde ve İslam aleminde öylesine sapıklık-ı. - asırılıkk meydana
gelmiştir ki, burası onların anlatılması için yeterli değildir.
Cchmive belasının
İslâm dünyasında ortaya çıkıp -H. 220-insanlan kendi düşüncelerini kabule
çağırdıkları ve İmam Ah-nıed'in onlara karşı çıkması nedeniyle dövüldüğü
dönemle, Bâtınî, tanrıtanımaz (mülhid) Karam ila mezhebinin ilk ortaya
çık-l]â] dönem aynı zamana rastlamıştı. Günahlar küfrün habercileri olduğu
gibi bid'allar da ilhadın basamağı haline gelmişti. Bu konu, başka bölümlerde,
daha boyutlu olarak incelenmişti.[31]
Burada amaç
"tebarüz" ve "cihet" kavramları üzerine söylenenleri bir
kere daha ele alıp irdelemektir. Sözünü etliğimiz, aynı zamanda felsefeci de
olan kelâm düşünürleri melek meselesini, "Melekler mütehayyiz midir, değil
midir?" diye tartışma konusu yapmışlardır. Kimisi felsefecilerden yana
eğilim göstererek, meleklerin, felsefecilerin isbatladıkları akıllar ve ruhlar
olduğunu ve bu yüzden de sözkonusu kavramların mütehayyiz olmadığı düşüncesini
benimseyerek "Melekler mütehayyiz değildir" demişlerdir. Özellikle
Meşşâİyyûn'dan gelen meşhur görüşe göre meleklerin sayısı yalnızca on akıl ve
dokuz nefisten (ruh) ibaret değildir. Bunlar, "Meleklerin sayılarının
fazlalığını reddetmek için güvenilir bir dayanak yoktur" demişlerdir.
Peygamberlik sıfatını
taşıyan kimselerin -peygamberlcrin-meleklerin çokluğu hakkında verdikleri
bilgileri gören sözkonusu kişi bu çokluğu -"el-Mu'teber"adh eserin
yazarı Ebu'l-Berekât ve ' el-Metâlib'ııl-Âlİye" yazarı Râzî'nin yapiığı
gibi- vahyî bilgilerle değil, felsefecilerin kullandıkları metodla ispatlamak
istemiştir.
Kelâmcilara gelince,
onlar da "Her mümkün, her muhdes ya da her mahlûk ya mütehayyiz ya da
mütehayyiz olanla kâimdir." demişlerdir. Yine kelâmcılann çoğu "Her
mevcud ya mütehayyiz ya da mütehayyiz olanla var olandır" derler. Yani
kelâmcılarda kelâ malardan ve kelâm dışında kalan düşünürlerden bir grubun
dediği gibi demektedir; yani mevcud olan bir nesne ancak bu şe-kiide düşünülür,
bunun dışında bir mevcudun düşünülmesi mümkün değildir.
İbn Sina ve ona bağlı
olanlar ile Şehrislânî, Razı vb. felsefeciler ise "mevcud"u
ispatlamayı istediklerinde bu yöntemi ve bu söylemi kullanmamışlar. Onların
varlığı isbatlama konusundaki en büyük dayanakları "müşterek insanlık"
ve "müşterek hayvanlık" gibi tümellerin kanitlanmasıdır. Varlık bu
yöntemle isbatlan-dığında "tümeller ancak zihinsel dünyada var olurlar.
Düşünen insanlar (alimler) onlarla bu hususta tartışmamış; yalnızca zihinsel
dünyanın dışında (dış dünyada) kendi başına var olan mevcudun İsbatı konusunda
tartışmışlardır. Aksi takdirde onların tanımlamasına göre var olan nesnenin bu
hali ile algılanabilmesi mümkün değildir; varlıkları sadece düşünsel planda
tasavvur edilebilir.
Onların bu teorilerine
karşı çıkanlar şu görüşü İleri sürmüşlerdir: "Makul, akılda olandır.
Kendi başına var olan mevcudun durumuna gelince, onun mutlaka duyu organları
ile algılanabilmesi gerekir. Şayet biz sözkonusu mevcudu cin melek vb. ruhani
varlıkları algılayamadığımız gibi dünyada, duyu organlarımızla algilayamazsak,
bizim dışımızdaki ruhani varlıkların -melek, cin vs.- onu algılaması gerekir.
Aynı şekilde bizim de öldükten sonra veya ahiretle algılamamız ya da bazı
insanların algılayıp bazılarının algılamaması gerekir. Sözgelişi peygamberler
dünyada iken dahi melekleri görmüş, onların söylediklerini duymuşladır'1.
Bu melod -kendi başına
var olan varlığın görülebilmesinin mümkün olması-, Nazzâriye fırkasının önde
gelen imamlarından İbn Küllâb, İbn ez-Zâgûnî ve diğer kelâmcıİarın uyguladıkları
metoddur. Bu da düşüncelerini bu metod üzerine kurmuş ve *** buna göre ortaya
koydukları görüşler doğrultusunda yürümüşlerdir.
"Her mevcudun
görülmesi veya diğer beş duyu organıyla algılanabilmesi caizdir" görüşünü
benimseyenlere gelince; sözgeli-şj Eş'arî ile onun düşüncesini paylaşan Kadı
Ebû Ya'lâ, Ebu'l-İvle'âlî ve diğer kelâmcılar bu görüşü benimseyen ünlü isimlerden
birkaçıdır. Ne ki bu yöntem ve bu yöntem üzere ortaya konulan görüş,
düşünürlerce reddedilmiş; gerekçe olarak da "Bu görüşün tutarsızlığı,
üzerinde yeterince düşünüldüğünde zorunlu olarak anlaşılır" denilmiştir.
Bu konunun anlatıldığı
yerde, mesele üzerinde genişçe durulmuştur.
Kelâmcılar, öldükten
sonra insanın bedeninden ayrılacak ruh konusunda da tartışmışlardır.
Cumhurun bu konudaki
tanımı şöyledir: "Ruh, kendi kendisi ile var olan ayn'dır; hayat vb.
bedensel arazlar ve bedenin parçalarından -akciğerden dışarı atılan hava vb.-
herhangi bir parça gibi araz değildir".
Oysa kelâmcılann çoğu
ruhun, insan vücuduyla ya da vücudun organlarıyla varlık kazanan araz olduğunu
savunmuşlardır. Ne ki bu; Kitab'a, sünnete, selef ve halef ulemasının icma'ma,
tüm dünya toplumlarında düşünen insan gruplarının görüşlerine ve de düşünsel
(akli) delile ters düşen bir görüştür.
Bu tanım, kelâmcıların
birçoğuna felsefeciler tarafından anlatılan bir görüştür. Kadı Ebû Bekr
konuyla İlgili olarak "Kelâmcılann çoğuna göre ruh kâinattaki arazlardan
herhangi bir arazdır. Bu görüşü biz, ancak nefis ve ruh kavramı anlatılmak
istenmediğinde .söyleyebiliriz" demiş ve sözlerini şöyle sürdürmüştür:
"Ceseddeki ruh
iki çeşittir:
1- Hayatı
kendisi ile varlık kazandığı ve devam ettiği ruh,
2- Nefes
alıp verme sırasında akciğerden, derinin üzerindeki küçücük gözeneklerden,
ağız ve burundan çıkıp giren hava, nefes. Bu, el-îsferâînî ile birtakım
alimlerin görüşüdür.
"Öte yandan İbn
Füvrek de ruhu "Vücut organlarının deliklerinden geçen bir akımdır"
şeklinde tanımlamıştır.
"ILbu'l-Me'âii
ise bu görüşlerin lümüne karşı çıkarak şöyle demiştir: "Ruh, duyusal
cisimlerle içice girmiş latif" cisimlerdir. Allah, bedenlerin canlılığım,
bu cisimlcrarası içiçeliğin sürekliliğine bağlamıştır. Bu ilişki koptuğu
zaman, âdet olduğu üzere canlılığı ölüm olgusu izler".
Bunun yanı sıra
sahabe, tabiîn, selef ve sünnet ehli ilim adamlarının ruhla ilgili tanımlan ve
düşünceleri şöyledir:
"Ruh, kendi
başına var olan ayn'dır; ölüm sırasında bedenden ayrılır; nimetlerin lezzetini
tadar, azabın işkencesini duyar. Bedenin kendisi olmadığı gibi parçalarından
herhangi birisi de değildir".
İmam Ahmcd ve benzeri
bazı alimler bu görüşü benimsemişler, tutarlılığını destekler mahiyette
deliller getirmişlerdir. Bu nedenle taraftarları onlara aykırı herhangi bir
görüş ileri sürmemişlerdir.
Ne var ki aralarında
Ebû Yâ'la'mn da bulunduğu bazı alimler ruhu "bedenin gözeneklerinden ve
deliklerinden girip çıkan, cisim niteliğinde hava" olarak
tanımlamışlardır.
İbn Bâkıllânî ile
benzeri birkaç alim bu görüşün doğruluğunu onaylamışlardır. Ne var ki birçok
alim dayanaktan yoksun ve zayıf olduğu gerekçesiyle görüşlerine muhalefet
ederek tutarsız olduğunu iddia etmişlerdir.
Kısacası bunlar ruhu
şu sözlerle tanımlamayı amaçlamışlardır:
"Ruh, bizatihi
bedenden, bedenin organlarından ve bedendeki arazlardan ayrı, kendi nefsi ile
kâim ayn'dır".
Kelâmcılar melek
meselesinde olduğu gibi ruhun da müte-hayyiz olup olmadığını tartışmışlardır.
Mesela kelâmcılardan
kimisi, "Ruh, cisimdir." derken, kimi felsefeciler de "Ruh akli
cevherdir, cisim değildir." diye tanımlamışlardır.
Geçmiş bölümlerde felsefecilerin
akli cevherler olarak tanımladıkları olguların, dış dünyada değil yalnızca
zihinde var oldukkırma işaret etmiştik. Felsefeciler varlıkları
"mücerredat" (soyut varlıklar) ve"müfarakât" (ayrışabilen
varlıklar) şeklinde kategorice etme düşüncelerini insan ruhunun tanımından
almışlardır; çünkü insan ruhu ölüm nedeniyle bedenden ayrılır ve ondan tamamen
soyutlanır, bu nedenle ruha müfârık" (ayrışan) ve nıü-ccrıed"
(soyutlanan) denir. Bilâhare tesbit ettikleri akılları ve ruhları (on akıl,
dokuz ruh) ayrıca "mücerredat" ve "müfârakât" olarak
adlandırma düşüncelerini de işte bu ruh tanımına dayandırmışlardır.
Felsefeciler "mü
fara kât" kavramı ile cismi ve kendi başına var olmayan maddeleri
tanımlamak istemişlerdir. Ne var ki akıl ve idare yönünden ruhun cisimle
ilişkisi olduğu halde cisimlerin ruhia böyle bir ilişkileri yoktur.
Düşünen insanlar
topluluğunun, ayrışma özelliğine sahip ruh İle beden arasındaki ayrılığın
varlığını isbat ettiklerinde bunlardan birisine ruh, diğerine ise cisim adını
verdiklerinde kuşku yoktur. Ne var ki, Arab lugatmda kullanılan
"cisim" kelimesi ke-lâmcilann terminolojisinde kullanılan
"cisim" kelimesi ile aynı anlamda değildir. Ama bu tanımda sözkonusu
edilen cisim, biraz evvel de değinildiği gibi bizatihi bedenin kendisidir. Hem
beden "kaba cisim" olarak tanımlanan türdendir. Ruh İse kabalık ve yoğunluk
hususunda beden gibi değildir. Bu nedenle ruha cisim denilemez,
Melekleri, ruhları ve
diğer ruhani varlıkları sözlük anlamını dikkate almak suretiyle cisim olarak
nitelendirmeyen kimse bu görüşünde doğruya ulaşmıştır. Meleklerin durumu böyle
ise alemlerin Rabb'inin cisim niteliği taşımaması, zatına çok daha uygundur.
Lugatlarla ruhani varlıklarla cisimler arasında farklılık bulunduğu görüşü
yaygındır.
Felsefecilerin ve kelâmcıİann
kullandıkları terminolojiye gelince bunlar "cisim" kavramına, lügat
manasından daha kapsamlı anlamlar yüklemişlerdir. Onlara göre cisim,
"kendisine duyusal olarak (beş duyu organı ile) işaret edilmesine imkan
tanıyan her varlık"lır; bir başka deyişle "burada ve şurada denilerek
işaretle gösterilen her varlık" cisimdir; diğer bir tanıma göre ise
"üç bo-yutluluk niteliğini taşıyan her nesne cisimdir", vb..,.
Felsefecilerin ve
keiâmcıların terminolojisine göre mütehay-yiz kavramı aynı zamanda cisim
kavramını da içerir. Bu tanımın kapsamına yine kendilerinin isbatladıkları
"tek cevher" kavramı da girer.
Cisim kelimesinin Arab
dilinde kullanıldığı anlamlarla ilgili bilgiler önceki bölümlerde geçmişti.
Mütehayyiz kavramına gelince; kelime Kur'an'da şu şekilde kullanılmıştır:
Kim o gün, savaşmak
İçin bir tarata çekilmek veya başka bir birliğe katılmak dışında ardını döner
kaçarsa o, Allah'tan bir gazaba uğrar... (Enfâl, 8/16)
Cevheri tehayyüz
kavramını şöyle tanımlamıştır: "Kelimenin kökü el-havz olup toplamak
demektir; kendisine başka birşey bitişen, eklenen herşeye havz denir.
Kelimenin çekimi hazehû, hav-zen, hiyâzeten ve ihtâzehû'dur. Ayrıca el-havz ve
hayz kelimeleri "yumuşak yürüyüş" anlamına gelir.
"Yine hayz,
"eve eklenen mutfak ve kiler" anlamına da gelir. Bunun gibi her
köşeye ve bucağa hayyiz denir. Çoğulu ahyâzdır.
"Havze, köşe,
demektir. Ihhâze denildiğinde "Ondan döndü." anlamı ifade edilmek
istenir.
"İnhâzel-kavm"
cümlesi ile "Topluluk karargâhlarını terkedip başka bir yeri karargâh edindi"
manası anlatılır".
Tehayyüz kavramı ile
ilgili lugatlardan aktarılan bu örnekler, kelimenin bir yerden başka bir yere
geçme (dönme) anlamını içerdiğini göstermektedir. Yani bu kavramla yerini
değiştirebilme (hareket edebilme) özelliği taşıyan varlıklar nitelenmektedir.
Buna göre yerinden oynamayan dağ, güneş vb. varlıklar mütehayyiz olarak
adlandırılamaz.
Bu anlamdan daha
kapsamlı anlam içermesi mütehayyiz kelimesi ile mevcud bir mekanı ihata eden
bir varlığın anlatılmak istenmesidir. Buna göre kendi dışinda başka bir varlığı
kaplayan, kuşatan her varlık mütehayyiz olarak adlandırılır. Bu durumda gökle
yer arasındaki herşey, hatta kâinatın dış yüzeyi haricinde herşey
mütehayyizdir. Kâinatın yüzeyi İse, kendisini hiçbir şey kuşatmadığı için
mütehayyiz olarak nitelendirilemez. Bunun gibi bu Ölçüye göre kâinatın kendisi
de rnütehayyiz olmaz; çünkü başka bir kâinat tarafından kuşatılmış değildir.
Kelâmcılar, cisim
kavramında olduğu gibi "mütehayyiz" kavramı ile de lügat anlamından
daha geniş anlamları ifade etmeyi amaçlamışlardır. Onlara göre
"hayz", "mekan" kavramından daha kapsamlıdır. Buna göre,
bir mekanda olmamasına rağmen kâinatın tamamı hayz içindedir; mütehayyiz
kavramında, onun bir başka varlığı kuşatıp kuşatmamasına dikkat edilmez.
Mütehayyiz için varlıksal (vücûdî) bir hayz yoktur. Onların anlayışmca mütehayyiz
kavramının kısaca tanımı şudur: "Kendisine işaret edilen ve bu işaretle
birşeyin başka bir şeyden ayırt edildiği her varlık mütehayyizdir".
Kelâmcılar bundan
sonra tehayyüz kavramının bir başka yönü olan "mütehayyiz varlığın
mürekkeb olup olmaması; mürekkep ise tek cevherlerden mi yoksa madde ve
biçimdenmi mürekkeb olduğu konusunu tartışmışlardır. Aynı tür tartışmalar
cisim kavramında da geçmişti. Nitekim cisim onlara göre mütehayyiz olup
kendilerinin isbatladıkları tek cevherin (atom) dışında ondan hiçbir şey
çıkmaz. Oysa çoğu kelâma her mütehayyizin par-çalanamayan en küçük parçacığa
dek bölünmeyi ve ayrışmayı kabul eden mürekkep olduğu kanaatindedir. Hatta
içlerinden kimisi bu kanaatin müslümanların icma'ı olduğunu savunmuştur.
Öte yandan yine çoğu
kelâmcılar mütehayyizlerin sınır olduklarını ve hakikatte birbirleriyle
benzeştiklerini (mütemâsil) söylerler. Onlara göre mütehayyiz kavramının
içerdiği anlam bu ise, Allah Teâlâ bu anlam itibariyle mütehayyiz niteliği
taşıma gibi bir eksiklikten münezzeh ve beridir.
Kaldı ki bu tanımdan
hareketle "Melekler mütehayyizdir" veya "Ruh mülehayyizdir"
demeleri halinde müslüman ohın olmayan birçok düşünül' karşılarına çıkarak hu
görüşlerinin tutarsızlığı konusunda kendileri ile tartışırlar. Nitekim İslâm
ümmetinin geçmiş saygın alimlerinden hiçbirisi, bu anlamda "Melekler
mü-tehayyiz varlıklardır... demediği gibi, bu içeriğe işaret edecek hiçbir söz
de kullanmamıştır. Aynı şekilde, ölüm nedeniyle insanın bedeninden ayrılan
ruhun da hu manada mü tehayyiz olduğunu söyleyen hiçbir selef uleması yoktur;
söylemediği gibi bu anlamı çağrıştıran lek bir ifade de gelmemiştir. Melekler
ve insan ruhu hakkında böylesi bir lehayyüz tezinin varsayıl ması şeriat açısından
bir uydurma (bid'at), düşünce açısından da bâtıldır. Ruh ve melekler konusunda
bid'at ve bâtıl olan böyle bir varsayımın alemlerin Rabbi hakkındaki bâtıllığı
çok daha açık ve nettir.
Buraya kadar
anlatılanlardan, sözkonusu kclâmcılarla felsefecilerin insan ruhu ve melekler
hakkında söylediklerinin tamamen asılsız ve tutarsız olduğu ortaya çıkmıştır.
Melekler ve ruh hakkında bütün söyledikleri batıl ise alemlerin Rabbi hakkında
ileri sürdükleri düşüncelerinin durumunu varın sîz düşünün. Bu nedenle
felsefecilerin ve kelamcılarm alemlerin Rabbi, melekler, ruhlar ruhani
varlıklar, ahiret (me'âd) ve peygamberlik- kurumu... gibi islâm
terminolojisinde çok önemli yere sahip kavramlar hakkındaki görüşlerinin
derlendiği kitaplarda akıl ve şeriatla uyuşan hiçbir görüş mevcut değildir.
İslâm ümmetinin geçmiş ulemasının bu konulara dair söylediklerini bilmedikleri
gibî, Kur'an ve sünnetin o konulara işaretini de bilmemektedirler. Bu yüzdendir
ki aralarında bulunan kimi erdemli kişilere -gözlemlerinin sonunda doğru
bilgiye ulaşamadıklarından- şaşkınlık duygusu egemen olmuştur; çünkü hor iki
taralın görüşlerinden dikkate değer bulduklarının neredeyse tamamı İki açıdan
da tutarsızdı. Bu nedenle en ünlülerinden biri olan Ebû Abdulah er-R izi
ömrünün son dönemlerinde meslek hayatı ile ilgili şu çok önemli itirafta
bulunmuştu:
IVği! sadece kelâmı
yoll:ırı, felsefî metodlan d;ı inceledim. Am;ı ne 178
yeni helaıııalann
varlık ve tanrı anlayışlım
yazık ki, no bir
hastaya şila verdiklerini, ne de bir susuzun susuzluğunu giderdiklerini
gördüm, insanı amaca ulaştıran en kısa yolun Kur'an yolu olduğunu sonumla
anladım." Sözünün doğruluğunu isbatlamak için de şu ayeti okumuştu:
Güzel söz O'na
yükselir, iyi amel de onu yükseltir. (Fâtır, 35/10) Rahman Arş'a istiva etti!,
('inha, 20/5) Hİçhir şey O'nun benzeri değildir. (Şûra, 42/11) Onlar bilgice
O'nu kavrayamazlar. (Tâhû, 2(1/1 10)
Buna karşın mütehayyiz
kavramının kendisinden başkasının kendinden ayrılan, tek cüzlerden mürekkep
olmasının şart olmadığını, çünkü lek cüzlerden mürekkep olması halinde
ayrışmayı ve bölünmeyi kabul etmesi gerektiğini savunan kişi bu anlamda Rab
mütehayyizdir; zâtı ile bütün mablûkatmdan ayrı ve onlardan uzaktır."
derse doğru anlamı ifade etmek istemiştir. Ancak doğru da olsa bu tür bir
ifadenin kullanılması bid'attır. Ve burada bir kavram kargaşası sözkomısudur;
çünkü herşeyden önce sözkonusu kişinin mütehayyiz kavramıyla anlatmak istediği
mana, kelimenin lugavî manası olmayıp kendisinin ve mensubu bulunduğu grubun
kendilerince oluşturdukları terminolojiye göre sonradan yamanmaya çalışılan bir
anlamdır. Bu terimsel mana üzerinde düşünen insanlar arasında hayîi tartışmalar
olmuştur. Bu nedenle sânı yüce Rabb'in kendisinden tenzih edilmesi gereken
olumsuz bir anlam içermesi dahi olasıdır. Bunlardan maada bir insanın
başkalarınca yanlış anlama işaret eden, amacını açık-lamaksızm bir başkası
tarafından yanlış algılanabilecek kavramları uluorta kullanarak insanların
kafasını karıştırmaya hakkı yoktur.
Belki de sözkonusu
kclâmcılar mülehayyiz kavramıyla, bölünmeyen parçacıkların bileşiminden
meydana gelen varlığı anlatmayı amaçlamışlardı. Oysa "Her mümkün, her muhd.es
ve her yaratılmış (mahlûk) şu iki durumun dışında değildir: Ya müte-hayyizdir,
ya da mütehayyiz olan İle kâimdir" demelerine bakılırsa tanımladıklar!
varlığın parçalara bölünebilen bir varlık olması gerekir. Halbuki çoğu
düşünürler onların bu kategorizc yöntemlerine karşı çıkmış; sahabe tabiîn ve
diğer İslâm âlimlerinden de bu kategorize biçimini onaylar nitelikte tek bir
söz nakledİI-memİştir. Hal böyle iken içlerinden biri çıkıp da hâlâ nasıl
"Her mevcud ya mütehayyiz veya mütehayyiz olanla kâimdir." diyebilir?
Dese biîe bu durumda bu sözü şeriat ve düşünceden, diğer kelâmcılarm
söylediklerine oranla çok daha uzaktır. Bunun içindir ki aynı meşrebden olup
da sonraki çağlarda yetişmiş bazı kelâmcilar bu özgü kılma eylemine ilişkin
delil istemişlerdir. Buna karşın felsefecilerin "akli cevherler"
olarak tanımladıkları soyut kavramlar hususunda kelâmcılarm hatası yoktur; çünkü
bu varsayımın veya kavramın tutarsızlığı diğer görüşte olduğu gibi sahih
düşünce ile anlaşılmıştır.
Öte yandan
felsefecilerin "nefs-i nâtık" (konuşan nefis, rûh) tanımları
şöyledir: "Natık nefis; kendisine işaret edilmeyen, devinim ve
durağanlıkla, yükselme ve inme ile nitelenemeyen; kâinatın ne içinde ne de
dışında olan bir varlıktır". Düşünürlerin çoğuna göre bu tanım da
kelâmcılarm tanımı kadar, hatta daha tutarsız ve asılsızdır. Özellikle İbn
Sina vb. felsefecilerin nâtık ne-fıs'le ilgili olarak söyledikleri şu söz
düpedüz saçmalıktan başka birşey değildir. Bunlar şöyle diyorlar: "Nâtık
nefis (ruh) bilinemeyen ve tacumlanamayan tikel kavramlardandır, doğada tanımlanabilen
İse yalnızca tümel önermelerdir. Halbuki ruhu taşıyan beden ve onunla ortaya
çıkan koklama, duyma, tadma, amaçlama, emretme, sevme, nefret etme... gibi
birçok soyut ve somut olguların varlığı tanımlanıp bilinebilmektedir. Durum
böyle iken ruh hakkında nasıl olur da "Bilinemeyen ve tanımlanamayan belirli
kavramlardandır ve kâinatta da yalnızca tümel önermeler, tümel kavramlar
bilinip tanımlanabilir." denilebilir.
Felsefe adamlarının
ruh-beden ilişkisi konusundaki sözleri de aynı niteliktedir. Onlara göre bu
ilişki, yalnızca bir kralın ülkesini yönetmesine benzeyen soyut bir tasarruf ve
idareden ibarettir. Oysa bu, en tutarsız ve asılsız bir görüştür; çünkü bir
kral memleket işlerini birtakım emir ve yasaklar koyarak yürütür. Ne var ki idaresi
altında bulunan insanların bizzat kendi istek ve güçleri ile hareket etmeleri
halinde kral onların üzerinde kendi İradesi ve gücü ile tasarrufta bulunamaz.
Sözgelişi kral ne halkından herhangi birisinin tad almasından dolayı tad alır
ve ne de herhangi birisinin çektiği acıyı duyar. Oysa ruh-beden ilişkisi böyle
değildir. Cenâb-ı Hak onların arasında, kâinatta benzerinin olmaması nedeniyle
kıyaslanarak bilinemeyecek türden, kendine Özgü bir birliktelik, bir ittifak
ilişkisi kurmuştur. Ne var ki ruhun bedene girip çıkması, görülenler dünyasında
gözlemlenebilen cisimlerden herhangi birisine birşeyin girip çıkmasına
benzemez. Mesela ruhun bedene girmesi, su ve benzeri sıvıların bir kaba
girmeleri gibi değildir; çünkü bu tür sıvılar içine konuldukları kablann yalnızca
iç çeperlerine dokunup, dış yüzeyine dokunamazlar. Kaplar da sıvıların yalnızca
çevrelerine dokunur; orta yerine dokunamaz. Halbuki ruh-beder. ilişkisi,
içiçeliği böyle değildir, ruh bedenin dış iç tüm parçalarına g;rer ve onlarla
doğrudan ilişki kurar.
Ruhun bedene girmesi,
yiyecek ve içeceklerin yiyen kişinin bedenine girmesi gibi de değildir; çünkü
bu işlem için belirlenmiş özel giriş yollan vardır ve bunların görevlerinin
dışında başka bir niteliğe bürünmeleri İmkansızdır.
Ruhun bedende
bulunması, kanın vücuddakİ dolaşımına da benzemez; çünkü kan bedenin bazı
bölümlerinde dolaştığı halde bazılarında dolaşmaz.
Kısaca bunlar gibi
birbiriyle ilintili nesneler, sürekli ilişki içerisinde olmayabilirler.
Ruh-beden ilişkisi ise bunun tersinedir. Nitekim ruh bedene, var olmaya
başladığı andan itibaren girer ve ondan ölüm esnasında ayrılır. Bir süreç
içerisinde peyderpey girdiği bedenden yine aynı minval üzere çıkar. Ruhun
bedenden ayrılması idarecinin ülkesinden ayrılması gibi değildir.
Kaldı ki insanlar ruha
benzer bir varlık gözlemleyemedikleri için onun hakikatini karşılaştırma yapmak
suretiyle kavrayamı-yorlar. Bu nedenle de onu sözcüklere dökerek tanımlamakta
güçlük çekiyorlar. Ayrıca ruh meselesini kavrayamamaları, insanlara;
hakikatini anlayamayacakları, niceliğini ve niteliğini tasavvur edemeyecekleri
hususunda Allah'ın bir uyarışıdır. Zâtına layık olan sıfatlar kendisine nİsbet
edilenlerdir.
Kulun bir parçası olan
ruhun, uyku esnasında ondan çıkıp semalara uçması, Arş'ın allında secde etmesi
gibi hususlara gelince, bu ayrılma şekli, sahibinden tamamen ayrılmak tarzında
değildir. Evet insan uykusunda ruhunun etkinliklerini, sözkonusu etkinliklerin
bedeninde müessir olması nedeniyle algılayabilir. Ancak ruhun nitelendiği bu
yükseliş, görülebilen nesnelerin yükselişi gibi değildir; çünkü görülen
nesneler bir yere çıktıklarında, daha önce bulundukları yerden tamamen
ayrılırla]*. Bunların yükselmesi, bir mekandan başka bir mekana intikal etme
hareketidir. Ruhun semalara yükselişi ve Arş'ın altında secde edişi İse böyle
değildir.[32]
Rasûlüllah'ın, Şanı
yüce Allah'ın Rasûlüliah tarafından her gece dünya semasına inme ve Arefe
gününün akşamı hacılara yaklaşma ile ve Kur'an-ı Kerİm'de Hz. Musa'ya (a.s)
mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısında bir ağaçtan seslenmekle, henüz duman halinde
bulunan göklere yükselmekle (istiva), göğe ve yere "İsteyerek ya da
istemeyerek gelin!" demesi karşılığında onların "İsteyerek
geldik!" demeleri gibi karşılıklı diyaloglar ve ilişkiler biçiminde geçen
olaylarla nitelendirilmesi hususuna gelince; tüm bu etkinliklerin gözle
görülebilen varlıkların inmesi veya çıkması esnasında gözlemleyebildiğimiz
etkinliklerle aynı türden olmalarını gerektirmez. Çünkü gözlemleyebildiğimiz
bu tür pozitif etkinliklerin gerçekleşebilmesi için, bir mekanın boşalıp başka
bir mekanın meşgul edilmesi gerekir. Sözgelişi meleklerin yeryüzüne inip gök
yüzüne çıkmaları da bu tür bir etkinliktir.
Kaldı ki Allah'ın ve
elçisinin -salât ve selam onun üzerine olsun- O'nun zatı hakkında
isbatladıkları sıfatları yadsımak (reddetme) ve O'na ait sıfatları mahlııkalm
sıkıtlarına benzetmek caiz değildir. Bunun gibi gözlemleyebildiğimiz
varlıklarla gözlem-leycmeniekîe birlikte varlıklarını kabul ettiğimiz
yaratıkların nitelikleri de birbirine benzemez. Hal böyle iken herhangi bir
yaratığa benzemekten çok uzak olan Allah'ın isim ve sıfatlan, bizzat yarattığı
mahlukların isim ve sıfatlarına nasıl benzetilebilir? Şurası bir hakikattir
ki, birbirlerine benzeşme niteliğine ve özelliğine sahip yaratıkların
hiçbirisi, tüm yaratılmışların yaralanma benzetilemez. Şanı yüce Allah,
zalimlerin hakkında söylediklerinden tamamen münezzeh ve beridir.
Biz burada şu uyarıda
bulunmak istiyoruz: "el-Mahsıl" sahibinin ve benzeri kişilerin
mevcudatı felsefecilerin ve kelâmcıların görüşleri doğrultusunda kategorilere
ayırmaları, muayyen bir yasaya bağlanmayan kategorize etme biçimine
girmektedir. Bu iki fırkadan (felsefecilerle kelâmcılar) herbiri geçmişlerinden
daha da gericidirler.
Kelâmcılar Kur'an ve
sünnetin işaret ettiği, ümmetin geçmiş ulemasının uygulayıp üzerinde yürüdüğü
kategorize etme yöntemini uygulamamişlardır. Tabii sadece onlar değil,
geçmişlerinin yollarında yürümeyenlerle onlar gibi Aristo'ya bağlı
felsefecilerin birçoğu da, ilk çağ felsefecilerin yollarında yürümemişler, onların
mctodîannı kullanmamışlardır. Sözgelişi ilkçağ felsefecileri kâinatın hadis
olduğu yargısına varmış ve yargılarının gerekçesini şöyle açıklamışlardı:
"Bu alemin üzerinde başka bir alem vardır." diye açıklamışlar ve bu
alemi de Hz. Pcygamber'in (s.a) nitelediği cennetin bazı vasıfları ile
anlatmaya çalışmışlardı. Ayrıca onlar ahirette bedenlerin yeniden
diriltileceğim de kabul etmişlerdi. Vahiyle örtüşen bu tür bazı bilgilere
Sokrat'ın, Tales'in ve diğer ilkçağ felsefecilerinin önde gelen isimlerinin
eserlerinde de rastlamak mümkündür.
Söylenildiğine göre
kâinatın kadim olduğu yargısına varan ilk felsefeci Aristo'dur.[33]
1- İmam Ahmed, Esved h. Seri'den Rasûlullah'ııı
bu konuda şöyle buyurduğunu
rivayet ermiştir.
"Dön kimse kıyamet günü kendisini savunabilecek: 1-Kulağı hiçbir şey
duymayan sağır şöyle vazedecek durumunu örneğin, "Rabbim, diyecek, evet
İslam geldi ama ben ondan hiçbir şey duyamadım. Ahmak adanı su mazereti
gösterecek: îîabfoİm islam geldi, ne ki çocuklar deve ve koyun tersleri ile
beni kovaladılar. Aşırı ihtiyar. İslam geldi, ancak ben bir şey düşünmez durumdaydım"
diyecek. Fetret döneminde ölen kimse de diyecek ki "Rablıim senin elçin
bana gelmedi. Büntin üzerine kendisine itaat edeceklerine dair söz alacak;
onları cehenneme atması için elçi gönderecek yüce Allah." Bunun ardından
söyle buyurdu Rasûlullah "Canımı elinde tutan güce yemin olsun ki, onlar
ateşe atıldıklarında cehennem onlara soğuk ve esenlik olacak." Hadîsi
naklettikten sonra başka bir senedle aynı hadisi imam Ahmed'den naklediyor İmam
Ahmed. Ancak bu rivayette," had i sin son kısmında Rasulullah'ın son
cümlesi aynı değil. Buradaki ifade şöyle: "Kim ateşe girerse ateş ona
soğuk ve esenlik olacak. Kim oraya aülmazsa ona doğru sürüklenecek." bk.
Müsned, c.IV, s. 24. El-Heysenıî ve hadisi rivayet edenlerden Taberani diyor
ki: "İmam Ahmed'in Esvcd b. Sezî'den ve Ebû Hureyre'den rivayet ettiği
hadislerin ravileri sağlamdır. Taberanininkiler de öyle. bk. Mecmauz-Zevâid, c.
VII, s. 216. Aynı hadisi îîeyhaki ei-Ittikad, s. 92'de iki kanaldan tahriç
etmiş. Ama İbn Hibban'a göre onun naklettiği hadis Esved'in hadisidir. Rk
Men.)sik s. 1827. Suyutî ise bu hadisi İshâk b. Rahaveyhe nisbet etmiş bkz.
ed-Durr'ul-Mensûr c. V, s. 252. Öte yandan Ebu Hudaym da 'el-Marife'sinde aynı
raviye nisbet etmiş. İbn Cerir Taberi Tefsirinde Ebü Hureyre'den mevkuf olarak
rivayet etmiş. c.XV, s. 54.
2- Ebû Hııreyre'nin uzunca rivayet ettiği bu
hadisi Buhari tahric etmiş K. el-Ezân, c.
I, s. 194; K. Rekâık,
c.VII, s. 205; K. Tevhid, c.VIII, s. 179; Müslim, îman, c.I, s. 163-167 Darımı,
s. 722, Ahmed, Müsned, c.II, s. 275, 293, 534.
3- Buharı,
Tevhîd, c. VIII, s. 181, kısa olarak, Tefsir, c.Vl, s. 72; Müslim. K. îmân, c.
I,
s. 167; Ahmed,
c.III.s. 17.
4- Müslim,
c.I s. 177; Ahmed, c.III, s. 345, 383.
5- Hakim
uzunca nekletmiş bu hadisi, K. Ehvâl c.IV, s. 591-592 Zehebi hadisin sıhha-
tini onaylamış ve
hadisi reddedenleri, bu kadar sağlam senedine rağmen onu inkar eden nasıl
etmiş, diyerek eleştirmiştir. E!-Heysemi, Mecmauz-Zevaid, c.X, s. 340-343.
Suyutî, Ed - D »mı!-Mensur, c.VHI, s. 257. Ancak Suyutî hadisi İshak b.
Rahaveyhe nisbet etmiş. Öte yandan aynı hadisi Abd b. Humeyd, İbn Ebû Diinya'da
rivayet etmişler. EI-Acârî, Şeriat, Dare-Kufnî, Rivayet, İbn Merdiye ve
Beylıaki. diriliş bölümlerinde aynı hadisi rivayet eden hadisçilerdir.
6-
Taberani, el-Kebîr ve'i-Evsât'da
el-Heysemî, hadisin ravilerinden Fuşât b. es-Sâib'in zayıf olduğunu söylemiş;
ayrıca bkz. Mecma'uz-Zevâid, c. X, s. 343; Suyutî, ibn Asâkir'in rivâyetiyle
bk. ed-Durrul-Mensûr, c. VIII, s. 353.
7- Müslim
değişik sözlerle Sevbân'dan rivayet etmiş, bk. Fiten s. 2215; Ebû Davud, c.IV,
s. 450-452; Tirmizî, c.IV, s. 472; İbn Mâce, c.Iİ, s. 1304, h. no: 395. Tamamı
Fiten bölümlerinde rivayet edilmiş, Ahmed, el-Müsned, cV, s. 278-284. Aynı
hadisi yine Müslim Sa'd b. Ebû Vakkas'tan nakletmiş. Ancak burada "Ümmetin
yeni kelamaların
varlık ve tanrı anlayışları
boğulma ile helak
edilmeme" dileği var, düşman musall.ıt etmeme yerine. Müslim, c.IU, S.
2216; Ahmed, c.I. s. 175, 182; İbn Kesir, c. II, s. 140-142 Mecmuz-Zevaid,
c.VII, s. 221-223; Durr'ul-Mensûr, c.III, s. 284, 289.
8- Buharı,
Tefsir, c.V, s. 193, K. el-t'tisam, c.VIII, s. 150 K. Tevhîd, c.VIII, s. 171;
Ebû Ya'la, Müsned, c.II, s. 362, h. no: 1829; c.III, s. 463; h.no: 1967; c. III,
s. 471, h.no: 1982, 1983; Cabir'den rivayet edildiği söylenen hadise Müslim'de
rastlayanla dik; İbn Kesir, Tefsir, c.II, s. 139; Suyutî, ed-Durrul-Mensûr,
c.III. s. 283.
10- Ebû Nuaym, el-Hiiye, c.IV, s. 217; el-Mihne,
c.IV, s. 204-220.
11- Îbnul-Cevzi, Tefsir, c.I, s. 29-î.
12- İbn
Kuteybe, Garibu'l-Kur'an, s. 314.
13- Buhari,
Cabir'den K.Teheccûd, c.II, s. 51; Dualar, c.VII, s. 162, Tevhİd, c. VII, s.
168; Beyhaki, Şu'ab'ut-İman.
14- Nesâ-Î,
c.III, s. 54; Ahmed, c. IV, s. 264; Ammar b.Yasir'den.
15- Buhari,
Vakitler, c.I, s. 139, 143; Tefsir, c. VI, s. 48; Tevhid, c.VIII, s. 179;
Müslim, Mcscidler, C. 1, s. 439; Ebû Davud, Sünen, cV, s. 97; Tirmizî, Cennetin
Niteliği, c.VI, s. 687; İbn Mâce, Girişi, c.I, s. 63, h.no: 177; Ahmed, c. IV, s.
360-362, 365.
16- Taberi,
Tefsir, c. I,.s. 174.
17- Sevkânî,
el-Fevâidü'l- Mecmû'a, s. 478.
Allah Teâlâ'nın kendi
zâtı için tesbit ettiği isini ve sıfatları reddetmeyi amaçlayan herkes,
şimdiye dek görüş ve düşüncelerini; mürekkeb müdlef, munkasİm gibi Allah'ın
müsbet niteliklerini reddetmek üzere ihdas edilmiş anlamı son derece genel ve
muğlak kavramlarla ifade etmişlerdir. Bunların gerçek niyetlerinden habersiz
olan kişiler ise Kur'an'da zikredilen ve zât-ı ilahiden tenzihi gereken
nitelikleri tenzih ve Allah'ın chndiyet ve samediyel niteliklerini tesbit için
kullanıldığını zannederler. Oysa bunlar, bilakis sözkonusu niteliklerin reddi
için ortaya atılıp terimleştirilmiştir. Bu terimleri ortaya atan kişi veya
kişilerle, onkınn düşüncelerini paylaşan diğer mezheb mensupları, bunları bu
amaçla kullanacakları hususunda uzlaşmışiardır. Bu terimlerin hiçbirine
Kur'ân'm kendisi ile indirildiği Arab dilinden ne de bir başka milletin
lugatından alınmıştır. Durum böyle olduğu halde eh ad, samedve vâhid gibi Kitab
ve sünnette yeralan kavram, isim ve niteliklerin yerine (onların müsemmâsi
olarak) ve Allah'ın ve elçisinin belirledikleri tevhid'i tamamlayıcı
anlamların reddi amacıyla kullanılmaya başlandı.
Tevhid kavramı, tüm
elçilerin getirdiği ve bülün semavi ki-tablann kendisiyle indirildiği en büyük
ve en önemli kavramdır. Bu kavramın Allah elçisinin muradına ters düştüğünden
haberi olmayan kimse, bunları sözkonusu amaçla kullanan kişilerin tarih
boyunca peygamberler tarafından getirilen tevhid kavramına uygun yargıda
bulunduklarım zanneder.
Bu yüzden de Celim
iye, Mu'lezilc ve Allah'ın niteliklerinden herhangi birini reddetme hususunda
bunlarla uzlaşan fırkaların yaptıkları gibi, bu düşüncedeki grupları
muvahhidler, ortaya koydukları düşünce biçimini de fev/n't? olarak adlandırır.
Nitekim Mu'tczile ile kader konusunda onlarla aynı görüşü paylaşan fırkaların,
kader kavramım reddetmeye adalet, kendilerine de dedikleri gibi o gruplara
muvahhidler (tevhid ehli kişiler), icad ettikleri ilim dalına da İl m
ut-tevhid (tevhid bilgisi) adını vermişlerdir.
Allah ve elçisinin
muradına ters düşen kavramların Kitab, sünnette geçen terimlerle anlatılması
bid'ati oldukça yaygındır. Oysa bu yola tevessül eden kimseler bunları ne
Allah'ın Kita-bı'ndan ne de Rasûlün sünnetlinden almışlardır. Bilakis Kitab ve
sünnette yeralan kavramları kuşkulu bir hale getirmek suretiyle kendi meşkuk
kavramlarına delil yapmak istemişlerdir. Bununla da Allah Rasûlüne ters düşmek
bir yana bilakis ona uyduklarını göstermeyi amaçlamışlardır. Kaldı kî bunların
çoğu aslında söyledikleri sözlerin, ortaya attıkları görüşlerin Rasûlüllah'ın
sözlerine aykırı olduğunu bilmiyorlar, aksine anlatmak istedikleri şeyin,
bizzat Allah cicisi ile sahabesinin anlatmak istedikleri mana olduğunu
sanıyorlardı. Bu yüzdendir ki müsİümanlar, şu iki hususu bilmek
durumundadırlar:
1- Herşeyden
önce Kur'an'm indirildiği dili (Arabçayı) iyice öğrenip Allah'ın ve elçisinin
Kitab ve sünnetin ihtiva ettiği kelime ve kavramlarla anlatmak istediklerini, sahabe
ile ihsan üzere onların izinden giden tâbiîn'in ve diğer İslâm alimlerinin bu
kelime ve kavramların içerdiği anlamlarla ilgili söylediklerini bilmek
gerekir. Zira Hz. Peygamber sahabesinde Kitab ve sünnetle hitap ettiğinden,
karşısındaki insanlar, onun, kullandığı kelime ve kavramlarla ne anlatmak
istediğini çok iyi biliyor ve atılıyorlardı. Nitekim sahabenin Kur'an'ın
anlamına ilişkin bilgileri, harflerini ezberlemelerinden çok daha mükemmeldi.
Onlar kendilerinden sonra gelen tabiîne harflerinden ziyade anlamlarını
aktarmaya özen göstermişlerdi; çünkü tevhid, vâhid ehad, iman, İslâm vb. genel
kavramların anlamları bütün müslümanların öğrenme gereksinimi duydukları
şeylerdendir. Sahabenin neredeyse tamamı, Allah ve elçisinin bilinmesini
istediği tüm kelime ve kavramları biliyordu. Oysa çok azı dışında, sahabe,
Kur'an'ın tamamını ezberlemiş değildi. Kur'ân'm İhtiva ettiği herşeyi yalnızca
aralarındaki tevatür ehli kişiler ezberlemişti.
Kur'ân-ı Kerîm
Allah'ın ehadiyet, vâhidiyet gibi nitelikleri İle "Sizin ilahınız
tektir.", "Allah'tan başka ilah yoktur" ve benzeri tevhidi
kavramların zikri ile doludur.
Sahabenin bu tür
kavramları bilmesi, bir zorunluluktu; çünkü bu bilgi İslâm dininin temelidir.
Allah elçisi İnsanlığı ilk olarak bu temel ilkeye davet etmiş, insanlarla İlk
kez onun uğruna savaşmışlardır. Diğer elçilere de gönderildikleri toplumlara emretmeleri
buyuruları ilk ilke bu idi. Tevatür yoluyla gelen bir habere göre Hz.
Peygamber insanlığı ilk olarak LâilâheilleUah (Allah'tan başka ilah yoktur)
ibaresini söylemeye çağırmışlardır. Hicretten sonra cihadla emrolunuşîarını
şöyle dile getirmişlerdir:
İnsanlarla Allah'tan
başka ilah olmadığına ve benîm Allah'ın elçisi olduğuma şehadet edinceye dek
mücadele etmekle cınro-1 undum.1
Öte yandan Buhârî ile
Müslim'in kaydettiği bir hadisle Hz. Peygamber {s.a) Yemen'e elçi olarak
gönderdikleri Mu'az'a şu talimatı vermişlerdir:
Kuşkusuz sen, chl-i
kitab bir topluluğa gidiyorsun. Onları ilk çağiracağm şey Allah'tan başka ilah
olmadığına ve bcıiim Allah'ın elçisi oldıığum;ı şehadet etmek olsun, Bunu kabul
ediklerinde onlara, şanı yüce Allah'ın bir gün ve bir gecede kendilerine beş
vakit namazı emrettiğini bildir; bu davetini kabul ederlerse bu kez yüce
Allah'ın kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek zekatı tarz
kıldığını söyle. Sana bu konuda da itaat ettiklerinde sakın mallarının en
değerlilerini alma! Mazlumun bedduasından sakın; çünkü onunla Allah arasında
perde yoktur^
Görüldüğü gîbi
Rasûlüîlah (s) Mu'az'a demiş ki: Gittiğin topluluğu ilk da1 veLİıı tevhide
olsun. Mu'az'm gönderildiği topluluk kitab ehli, yani yahııdi bir topluluktu. O
dönemde Yemen diyarında yaşayan insanların çoğunluğunu yahudiler
oluşturuyordu. Mu'az'a verilen bu emir Ccnab-ı Hakk'm şu ayeti ile de
örtüş-mektedir:
Haram ayları
çıktığında müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün! Onları yakalayın, hapsedin ve
her gözetleme yerinde oturup gözetleyin! Eğer tevbe ederler, namazı kılıp,
zekatı verirlerse yollarını serbest bırakın! (Tevbe, 9/5)
Dİğer bir ayetle ise
şöyle buyurulmaktadır:
Eğer levbe edip namazı
kılarlar ve zekatı verirlerse, artık onlar dinde sizin kardeşi erin izdir. (Tevbe
9/11)
Sözkonusu hadisin
içeriği şu ayetle de örtüşmektedir:
Kendilerine, dini
yalnız Allah'a özgü (hâlis) kılarak ve Allah'ı birleydiler olarak O'na kulluk
etmeleri, namaz kılıp zekatı vermeleri buyurulmuştu. İşte dosdoğru din budur!
(Beyyine 98/5)
Bu bağlamda yine
Buhârî ile Müslim, Allah Rasûlü'nden şu hadisi kaydetmişlerdir:
İman altmış ya da
yetmiş küsur şubedir. En üstünü 'Allah'tan başka ilah yoktur!' sözüdür. En
düşük düzeyde olanı ise gelip geçenlere sıkıntı veren şeyleri yol üzerinden
kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir.
Burada varılmak
istenen asıl amaç, Allah Rasûlü'nün ilim, iman, saadet ve kurtuluşun temeli
olmak üzere getirdiği vahiy mesaim!, a ve t ve hadislerle gerçekte ne
anlatılmak islendiğini bilmek, ardından da insanların bu konularda neler
söylediğini, Ra-sûl'ün söylediklere uyup uymadığını dikkate alarak bilmektir.
Sözler Allah'ın ve
elçisinin buyruklarında yeralan ve almayan olmak üzere iki çeşittir. Birinci
türe giren sözlerin anlamları bilinir ve bunlar dinin temeli kılınır. İkinci
kategoriye giren sözlerden de Rasûlüllah'in dışında kalan diğer insanların
sözleri anlaşılır. Bunlardan dinle ilgili olanlar hakikatin tesbiti için birinci
kategoriye götürülür."[34]
Hidayet ve sünnetten yana olanların İzledikleri yol ve yöntem budur. Sapıklık
ve bid'at yanlılarının uyguladıkları yöntem İse bunun tam aksinedir. Bunlar
dinî anlayışlarında lenıel ilke olarak Allah'ın ve elçisinin sözlerini değil
kendi uydurdukları kelime ve kavramları almakta, ayet ve hadîsleri onlara
tatbik etmektedirler. Bununla da yetinmeyip birtakım yorum (te'vil) ve
saptırmalarla Allah'a ve Rasûlüne ait sözler kendi uydurdukları terimlerin
anlamlarına eklemeye kalkışmışlar ve "Biz Kur'ân'ı yalnızca dil ve düşünce
aracılığı ile yorumlarız" demişlerdir. Bu ise "Biz ancak Kur'ân'dan
kendi akıl ve düşüncemizle saptadığımız şeylere inanırız!" demektir. Bu
düşünceden hareketle Kur'ân'ı kavramları saptırmaya yönelik yorum ve tevillerle
yorumlamaya girişmişlerdir. Bu yüzdendir ki İmam Ahmed insanlar "Kur'an m
nasshın hususunda en fazla yorum ve kıyasta hataya düşmektedirler" demiş
ve ardından şunları eklemiştir:
Fıkıh konusunda
konuşan kişinin şu iki temel unsuru kullanmaktan sakınması gerekir: Mücmel ve
kıyas. Bu yöntem küçük büyük tüm bidatti grupların ortaklaşa kullanageldiklcri
yöntemdir. Nitekim Cchmiye, Mu'tezile tanrı tanımaz (mülhid) felsefeciler ve
Hatmiler de tevil hususunda bu yöntemi uygulamaktadırlar.
İleri görüşlü
felsefeciler de bu konuda şöyle demişlerdir: "Bildirilen şeyler gerçeğe
uygun ditsnie.se de peygamberin kitabındaki amaç, insanlara dünya islerinde
yararlı olacak şeyleri bildirmektir". Yine aynı felsefeciler
"Rasûlün amacı gerçeği tanımlamak ve insanlara açıklamak değil, yalnızca
inanmaları gereken şeyleri, onlara tasavvur ettirmektir" demektedirler.
Böylelikle sözkonusu kişiler, peygamberliği, yalnızca "tasavvur etme ve
ettirme gücü" olarak tanımlamış "Peygamber hiçbir şeyi açıklayıp
anlatmadığı gibi böyle bîrşeyi amaçlamamıstır da..." demişlerdir.
Felsefeciler bunlardan
başka peygamberin olguları oldukları gibi anlayıp anlayanı ayacağı hususunda da
tartışmışlar ve bu konuda belli başlı iki görüş ileri sürmüşlerdir:
1- İçlerinden kimisi "Peygamber, olguları
olduğu gibi bilir. Ancak bu yalnızca açıklanması mümkün olan şeyler için geçerlidir"
demiştir. Bu görüşü benimseyenler peygamberi, felsefecilerden üstün
görmektedir.
2- Diğer bir grup ise "Peygamber
bilebildiklerini ya da bilinmesi hususunda İleri görüşlü olduğu konulan
bilebilir" demiştir. Yani bunlara göre peygamber yalnızca pratik olguları
bilebilir. Bu görüşü benimseyenler felsefecileri peygamberlerden üstün tutmaktadır;
çünkü onlara göre bilimsel olgular, pratik olgulardan daha önemlidir.
Sözkonusu felsefe
adamları Allah ve elçisinin bildirdikleri haberleri, varsayımdan/tasavvurdan
(tahyîl) ibaret saymaktadırlar ve buna bağlı olarak da bu durumdaki bir anlamın
amaçlanama-yacağmı, tevil yoluyla bilinen anlamınsa amaçlanabileceğin] söylemektedirler.
Cehmiye fırkasına
bağlı kelâmcılann çoğu peygamberin tev-hid konusunda hakkı ortaya koymasının
mümkün olduğu ve in-saniara, tasavvurlarım harekete geçirme şeklinde hitap
ettiği hususunda felsefecilerle aynı görüşü paylaşmaktadır. Bu konuda şöyle
bir de örnek vermekledirler: "Sözgelişi peygamber, Rabbi-niz kâinatın ne
içinde ne de dışındadır. O'na işaret edilmez. O kainatın üstünde de değiidir.
Şöyle şöyie de değildir; demiş olsaydı insanların kalblcri O'ndan uzaklaşırdı;
çünkü insanlar bu tür soyul kavramları anlayamaz. Bu yüzdende onlara kulluk
edecekleri tanrılarının soyul kavramlarla değil, somutlaştırılarak tanımlanması
gerekmektedir. Peygamber tanrının somutlaştırma (les-cİm) yöntemi ile
tanımlanmasının batıl bir yöntem olduğunu bilse de böyle yapmak zorunda
idi" Bu görüşü yalnızca felsefeciler savunmuş değildir; Allah'ın zâti
sıfatlarını reddeden batıl mezheblerin görüşlerini sahih kabul eden son dönemde
mü teali -hirînin ünlü fıkıhçılanndan bir grup da bunu savunmuştur. Görüşlerinin
doğruluğuna da Allah elçisinin getirdiği vahyi başka yöntemlerle isbatlamanın
imkansızlığını delil göstermişlerdir. Bunlardan başka daha birçok kimsenin
sözleri arasında da bu tür ifadelere rastlamak mümkündür.
Felsefeciler kimi
zaman da şöyle demişlerdir: "Hz. Peygamber, insanların tanımı yapılmadan
Öğrenmeye çalışmaları için onu apaçık biçimde, hakikati açık bir şekilde ortaya
koymamışlardır. Bununla da insanların hakikatleri, nasslarm içerdiği kelime
ve kavramları tevil ederek gereğini öğrenme yolunda azami derecede çaba
sarfetmelerini ve böylelikle Allah katındaki ödüllerinin daha büyük olmasını
amaçlamışlardır. Bu çaba (ietihad) düşünceleri ve yorumlamaları ile yapılan bir
çalışma türüdür. Ne varki bunlar felsefeciler gibi peygamberin bununla batıl ve
genel anlam ifade eden kelime ve kavranılan anlatmayı amaçladığını söylememişler.
Bu görüş Allah'ın kemal sıfatlarını reddeden Cehmiye ile Mu'tezile ve onların
yolunda yürüyen İbn Akıl vb. ke-lâmcıların savundukları görüştür Buna karşın
Ebû Hâmid el-Ga-zâlî, İbn Rüşd el-Hafîd vb. kclâmcılann sözleri arasında,
birinci görüşün içerdiği anlamlara rastlamak mümkündür. Gerçi Ebû Hâmid
cl-Gazâlî yaşamının son yıllarında tevil yöntemini eleştirmiş ve tlcâm'ül-Avâm
an îlm'İÎ-Kelâm (Avamı Kelâm İlmi ile Uğraşmaktan Dizginleme) adlı kitabını bu
temci anlayış doğrultusunda kaleme almıştır; çünkü O toplumun yararının, ancak
nasslann zahir: anlamlarının oldukları gibi bırakılması ile sağlanabileceğini
sanunmuşlur. Oysa kendisinin "el-Madııftn Bihâ adlı eserinde anlattığına
göre, olumsuzluğun, baştan beri sabit olduğu görüşünde idi.
Görüldüğü gibi
felsefecilerle kelâmcılar Allah Rasıılü'nün hi-labmdaki amacın hidayet ve
açıklama olduğunu kabul etmemişlerdir. Oysa Allah Teâlâ Kitab'ını ve elçisini
-iddiaların tersine-şöylc nitelemektedir:
O Kur'ân muttakiler
için hidayettir. (Bakara, 2/2) Bu Kur'ân insanlar için bir açıklamadır. (Âl-i
İmrân, 3/138) Aklcdesiniz diye biz onu Arabça bir Kur'ân olarak indirdik. (Yûsuf,
12/2)
Peygambere düşen
yalnızca apaçık bir biçimde tebliğ etmektir. (Nur, 24/54)
Bu bir Kitab'dir ki
onu, rabJerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, O güçlü ve
hamdedilmeye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik. (İbrahim, 14/1)
Bu bağlamda Hz. Peygamber de şöyle buyurmuşlardır: Size gecesi gündüz gibi,
apaydınlık bir yol olan İslâm yolunu bırakıyorum. Benden sonra onda eğriliğe
düşenler, helak olanlardır. *
Şu ayetler de aynı
konu ile ilgilidir:
İşte benim dosdoğru
yolum budur! Ona uyun, başka yollara uymayın ki sizi O'nun yolundan ayırırlar.
(En'ânı, 6/153) ...Gerçekten size Allah'tan bir nur ve çok açık bir Kitab
geldi. Onunîa Allah rızasına uyanları kurtuluş yollarına iletiyor ve onları
kendi izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir' yola iletiyor.
(Mâİde, 5/15-16)
.... Sen Kitab nedir
iman nedir, biliniyordun; takat biz o Kur'ân'ı sana bir aydınlık kıldık,
kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete erdiriyorıız. Kuşkusuz sen dosdoğru
bir yol üzerindesin. (Şûra, 42/52)
...Ona inananlar,
destekleyerek ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve onunki birlikte
indirilen aydınlığa uyanlar; işte gerçek kurtuluşa erenler yalnızca onlardır.
(A'râf, 7/157)
Bunlardan başka,
sonraki çağlarda yetişmiş sünnete bağlı üçüncü bir ilim adamı grubu daha
vardır; ki bunlar konu ile ilgili olarak "Peygamber -Allah'ın sıfatlan
ile ilgili ayetlerde olduğu gibi- Kur'ân'dan kendisine İndirilen ayetlerden
bazılarının anlamını bilmiyordu" derler. Ancak bu söz Hz. Peygamber'in
Al-İah'm sıfatlarına İlişkin söylediği hadislerin manasını da bilmediği
anlamına gelir.
Bu gruba mensup
kişiler sahabe ile onlara ihsan üzere uyan tabiînin "Onun tevilini
Allah'tan başka hiç kimse bilemez." (Âl-i İmran, 3/7) ayeti hakkındaki
sözleri üzerinde Önemle dururlar.
Evet sözkonusu kişiler
bu konuda selef ulemasına uymuşlar; ancak tevil kavramı iie sadece kelimenin
manasının ve yorumunun anlatılmak istendiğini ya da sonraki asırlarda yaşamış
usul-cülerle ve fıkıhçılardan çoğunun sözlerinde rastlanan terimsel tevil
kavramının kastedildiğini söylerler. Bu anlamda tevil, "kelimeyi;
kendisine yaklaştıran bir delilden dolayı tercih edilme ihtimali olan anlamdan
tercih edilmiş anlama çevirmek"tir. Bu grup her iki tarafın da
söylediklerini dinlemiş ve sonuçta tevil kavramının anlamım bu şekle
dönüştürmüşlerdir..
Yine bunlar "Onun
tevilini Allah'tan başka kimse bilemez..." (Âl-i İmrân, 3/7) ayetinden
hareketle tevil kelimesinin Kur'ân'da kendilerinin anladığı manada
kullanıldığını sanmışlar ve buradan da zorunlu olarak nasslann anlamlarını
Allah'tan başka ne Cebrail'in ne Hz. Peygamber'in ve ne de başkalarının
bilmediği sonucunu çıkarmışlardır. Buna göre, sözkonusu İki elçi Allah'ın îsîm
ve sıfatlarından, kendilerine bildirilenleri yalnızca ilk muhataplar olarak
okur ama anlamlarını asla bilmezler.
Daha sonra, içlerinden
bazıları Cehmiye, Mu'tezile vb. bid'at ehli fırkaların, Allah'ın isim ve
sıfatları iie ilgili tevillerini eleştirerek batıllığmı ortaya koydular; ki bu
tutarlı bir girişimdir. Yine bazıları da nasslann tevillerinin dış (zahiri)
anlamlarına göre yapılması gerektiğini söyleyerek bunu Allah'tan başka hiç
kimsenin bilemeyeceğini savunmuşlardır. Burada nasîarın zahiri ile, ortaya çıkan
anlamları kasdetmiş iseler bu yine kendilerine olan "zahirî anlamların
yalnızca Allah'ın bildiği tevillerin bulunduğuna dair görüşüne aykırıdır. Yok
nassları oluşturan lafızları kastediyorlarsa, sözlerinin anlamı "Allah'ın
konuşma (kelam) sırasında kullandığı bu kelimelerin dış anlamlarına ters düşen
bir de iç (batini) anlamlan vardır" olur; ki tevil denilen kavram budur
ve onu Allah'tan başka kimse bilmez.
Yine bunlardan
bazıları nasslan zahirî anlamlarına göre değerlendirmek istemişler; kimisi de
birinci görüşü benimseme-mişlcrdir. Ama hepsi tevil kavramına üçüncü bir anlam
yüklemek istemişlerdir; kimisi de bu üçüncü mana ile ikincisini kas-detmiştir.
Bu görüşe göre bazan nasîar zahirî anlamlarına uygun biçimde açıklanmıştır. Bu
durumda tevil kavramının üçüncü bir anlamının bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunlardan sözkonusu kişilerin nassların incelemesini, derinlemesine irdelenmesini
anlamlarına bakılmasını uygun bulmadıkları ve bundan alabildiğine kaçındıkları
anlaşılmaktadır. Ben bunların tevilini Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini
söyledikleri naslar olduğunu anlatmak istiyorum.
Bir de bu tür nasslan
kendi inançlarına göre değerlendirmeleri sözkonusudur; ki şimdi bunu ele alalım.
Sözgelişi bu tür görüşleri ileri süren kimseler Kaderİyeci ise "Nasslar,
'kulun sağlam (muhkem) fail olduğunu kanıtlayan' ve 'kulların fiillerin Allah
Teâlâ tarafından yaratıldığını, tevilini O'ndan başka kimsenin bilmediği
müteşabihler kapsamına girip bütün işleri sevk ve idare edenin o olduğunu
kanıtlayan' olmak üzere ikiye ayrılır. Mü-tcşâbih kapsamına giren naslann
yorumuna gidilmez" der. Bütün bu fırka mensuplarından kimileri nassîarı
Allah'ın sözüne ters düşecek şekilde tevil ederken kimileri de tevil etmez.
Sıfatların bildirim
yoluyla değil akılla bilinebileceğine inanan sıfâtİyye'ye göre ise Ebu'İ-Me'âlî
ile İbn Akıl- ömrünün sonlarına doğru- sözlerinde sıkça rastlandığı gibi
düşünce ile bilinemeyen Sıfatları içeren nassiar, "tevilini, Allah'tan
başka kimsenin bilmediği" mütcşabİh nasslardır. Bunların çoğunun bu konuda
iki ayrı görüşü ve iki farklı tutumu vardır. Şöyle ki bu kategoriye soktukları
nasslan kimi zaman tevil etmişler, tevil edilmesini gerekli veya caiz
görmüşler, kimi zaman da bunlara yönelik tüm tevil girişimlerini sakıncalı
bulmuşlardır. Ebu'l-Me'âlî, İbn Akîî ve benzeri kelamcıların bu konuda çok
farklı görüşleri vardır.
Ebû Muhammed ibn
Küllâb ve Ebu'l-Hasan b. ez-Zâgûnî, ile bunların görüşlerini paylaşan kimseler
Allah'ın ulviyet sıfatını .akıl ile isbatİanacağı.kanısına vararak "akılla
bilinen sıfatlar" arasında saymışlardır. Kadı Ebû Ya'la ile son dönem
düşüncelerinde Eb.û Muhammed de ulviyyet niteliğini kabul etmişler ve istiva sıfatını
anlamını Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceğini söyledikleri
"bildirim yoluyla tesbit ediien nitelikler" ketegorisine dahil
etmişlerdir. Öte yandan yine kelamcılardan Kadı Ebû Bckr ile Eş'arîlerin
çoğunluğu Kadı Ebû Ya'lâ -İlk dönem düşüncesine göre- -çoğu görüşlerinde- İbn
Akil, Ebû Bekr el-Beyhakî, Ebu'i-Me'âlİ ve bunların yolunda yürüyen daha
başkaları, Allah'ın fev-kıyyet ve ulviyyet niteliklerinin ancak bildirim
(haber) yoluyla tesbit edilebilen sıfatlardan olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Bu kavramlar, başka yerlerde daha genişçe ele alınıp incelenmiş ve
açıklanmıştır.
Bunları söylemekten
maksadımız şudur: Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz tüm bid'at ehli fırkalar
kendi görüşleriyle çelişen Kur'âni nasslan, müteşabih saymışlar ve sonra da
"Onun tevili Allah'tan başka kimse bilemez" ayetinden yola çıkarak
bunların tevilini Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini söylemişlerdir; ki
bu, sözkonusu ayet ve haberlerin anlamını Allah'ın dışında ne Cebrail'in ne de
Hz. Peygamber'in bilmediği anlamına gelmektedir.
Yine "İlimde
derinleşenler..."] (Âli- İmrân, 3/7) tevil olarak adlandırdıkları
kavramları bilen kimseler şeklinde yorumluyorlar ve şöyle diyorlardı:
"Rasûl -üzerine selam olsun- insanlara hitap ederken hakikati kendi
tarafından bir yönlendirme olmaksızın akıl ve zihinleriyic Öğrenme yolunda
azami çaba göstermeleri için gerçeği olduğu gibi açıklamamıştı. Bu yüzden de
insanlar onun kullandığı kelime ve kavramların anlamını doğrudan Arab lugatına
başvurarak çıkarmaya ve Arabça'ya girmiş tevile müsait yabancı (garib)
kavramları öğrenmeye çalışıyorlardı ve bütün bu çabalar neticesinde elde edilen
anlamın da başlangıçta Kur'ân ve hadisle anlatılmak istenen gerçek anlam
olduğunu söylüyorlardı".
Sözkonusu kelâmcılar,
tevil görüşünü kabul etmeyen felsefecilerle Batınîlerin görüşlerine uygun
yargıda bulunmuş olsalardı "Bu kelime ve kavramlarla genel insan
topluluğunun anladığı anlamın dışında hiçbir anlam anlatılmak
istenmemiştir" derlerdi; ki bu başlangıç itibariyle batıl bîr görüştür.
Çünkü buna göre peygamber insanlara yalnızca kendileri için yararlı olacak kavramları
tasavvur ettirmek İstemiştir, hepsi o kadar. Bunun dışında gerçeği olduğu gibi
öğretme imkanına sahip değildi; zira böyle yapması halinde kendisinden
uzaklaşır, verdiği mesajları kabul etmezlerdi.
Tevil kavramının kullanılabileceği
yargısına varan tann-tam-maz felsefecilerle Batınîlere gelince bunlar
diğerlerinin aksine, Peygamberlerin Allah'a ve ahireL gününe iman gibi
kavramlarla ilgili olarak bildirdikleri herşeyi tevil yoluna gitmişler ve
Batınî Karâmita'nın yaptığı gibi, bunların tamamını tevil etmişlerdir.
Ebû Hâmid el-Gazâlî,
îhyâ4 adlı eserinde, felsefecilerin tevil, . Hanbclîlerin de soyut kavramları
somutlaştırma hususunda aşırıya kaçtıklarına değinerek 3 mam Ahmcd'e
söylemediği bazı sözler isnad etmiştir. Oysa Gazali gerek Ahmed b. HanbePle
diğer selef ulemasının konu ile ilgili görüşlerini, gerekse de bu meselelerin
geçtiği naslan (ayet, hadis) yeteri kadar bilmiyordu. O yalnızca kimi
Hanbelîlerle Mâliki ve Safîlerin Kur'ân'ın harfleri, sesleri, Allah'ın bazı
sıfatları ile ilgili sözlerinin Hanbelîlere nisbet edildiğini duymuştu.
Sözgelişi onlar Kur'ân'Ia ilgili olarak "Kur'ân okuyucusundan işitilen
sesler kadim ve ezelidir. Birbirini izleyen Kur'ân harfleri de kadim a'yânlar
olup göklerden dünya semasına indirilmiş ve Arş onlardan boşalmıştır. Böylece
mahlûkâttan kimi onun üzerinde, kimi de altında kalmıştır" gibi bir sürü
saçma sapan sözler sarfetmişlerdir.
Bunlar içerisinde,
zahirî anlamı tamamen tutarsız ifadeler kullanan bazı kimseler de vardır, ki insanlar
onlardan uzaklaşmakta, bu sözlerini son derece çirkin ve yakışıksız
bulmaktadırlar. Bu yüzden söylediklerinin çoğu reddedilmiştir. Nitekim İmam
Ahmed, Mâlik ve Şâfı' taraftarlarından bazılarının tutarsızlık ve bozuklukları
tesbit edilen görüşleri anında reddedilmişti. Çünkü bu grupların tümü
başlangıçta bu tür görüşleri reddetmişti. İmam Ahmed'le taraftarları da
bunlardandır.
İmam Ahmed ile diğer
alimler bu tür kelime ve kavramların reddi konusunda pek çok şey
söylemişlerdir. Ne var ki Hanbelî-lerin ve hadis ehli olan diğer mezheb
mensuplarının Allah'ın sıfatlarının isbatı ve bu tür kavramların kabulü
hususundaki hataları ve karıştırmaları kelâmcılarınkinden çoktur. Buna karşın
sözkonusu sıfat ve kavramların reddi konusunda da kelâmcılar-dan daha fazla
hataya düşmüşlerdir; çünkü Allah'ın sıfatları hakkındaki hadisler,
kelâmcıların sözkonusu sıfatları reddetmek için kullandıkları kavramlarla
ilgili hiçbir şey içermemektedir. Nitekim Cehmiyye ve Mu'tezile'nin bu
konudaki sözleri Kur'ân ve hadis'in açık hükümlerine ters düşmekte olup
reddediş temeli üzerine kurulmuştur. Aynı şekilde bunların ileri sürdükleri
argümanlarla sarih akıl da çelişmektedir. Ancak onlar aklın, Allah'ın
niteliklerinin reddine işaret ettiğini iddia ederler. Yine kelâma-lardan bazı
gruplar bu hususta onlarla çelişkiye düşmüştür. Hatta Kerrâmiye, Hişâmiye vb.
bazı kelâm fırkaları, Allah'ın, sıfatlarını isbat hususunda Kur'ân ve sünnette
bildirilenlere bazı eklemeler dahi yapmışlardır. Ne ki bunlar, selef
ulcmasınca eleştirilen bid'atçı kelâmcılarm, Allah'ın sıfatlarını ret
sırasında kullana-geldikleri görüşler türündendir.
Tevil kavramını iki
kısma ayıran Hanbelîlerle diğer mezheblercicn sünnete bağlı gruplar,
Hanbelilerin İmam Ahmcd'den naklettikleri "Keyfiyet ve anlam yoktur"
görüşü gibi, imamların mütcşâbih kavramlar konusundaki bazı sözlerinden
hareketle onların "Biz bu tür kavramların anlamlarını bilmiyoruz
"demek islediklerini sanmışlardır. Oysa İmam Ahmed'in sözünün onla-nnkine
ters olduğu başka bir yerde anlatılmıştır. Nitekim o, bu söz İle, Cehmiye gibi,
Kur'ân'ı yapılması gerekenden farklı şekii-de tevil eden fırkaların tevillerini
reddettiğini açıkça ifade etmiş; hatla Kur'ân'm müteşabihlcri ve tevili
konusundaki tutumlarını reddetmek üzere Zındıklarla Cehmiyye'ye Reddiye
(er-Reddü aie'z-Zenâdıka ve'1-Cehmiyye) adıyİa bir de risale yazmıştır. İmam bu
risalesinde, onların, Kur'ân'ı Allah ve Rasûlü'nün anlatmak istediği anlamın
dışında tevil etmelerini, eleştirmiş ve bunu kesin bir dille reddetmiştir.
Nitekim bu fırkalar Kur'ân'm bazı ayetlerini tevil ederken "Bu ayetin
anlamı bize göre böyledir" diyorlardı. Öte yandan keyfiyeti savunanlar da
Allah'ın keyfiyet sahibi olduğunu isbatlamaya çalışarak keyfiyeti savunan
kelam-cılann rabbin nitelikleri ile ilgili haberlerin mahiyetlerini bildiklerini
söylüyorlardı. İmam Ahmed sözkonusu risalesinde bu görüşlerin yanışım
müteşabih kavramların, isim ve sıfatların keyfiyetlerini (nasıllıklarını)
bildiklerini iddia eden ve keyfiye tç i ler olarak bilinen bazı kclâmcılar kelime
ve kavramları, Allah ve Rasûlü'nün koyduğu yerlerin dışına çıkarmaya çalışan
ve "Bize göre bunlar şu şu manaya gelmektedir" d İyen tahrifçilerin
görüşlerini de reddetmektedir. Kaldı ki ben, İmam Ahmed'in bu konudaki
görüşlerini, cl-Haliâl'in zikrettiği biçimde es-Sünne adlı kitabımda yazmış ve
gerektiği gibi açıklamıştım.
Buraya kadar
anlatılanlardan benim tevil kavramıyla anlatmak İstediğim mananın Allah'ın şu
ayetinde kullanılan tevil kelimesi ile aynı olduğu ve ikisinin de dil
açısından aynı anlamı içerdiği ortaya çıkmıştır:
İlle unun tevilini mi
gözetiyorlar? Onun tevili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki:
"Doğrusu nıbbimizin elçilci'i hakkı getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimi;:
var mı ki bize şe-faal etsinler ya da lekrar geri gönderilmemiz mümkün mü ki,
orada önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım? (A'râf, 7/53)
İbn Abbas "İlle
onun tevilini mi gözetiyorlar?" ifadesini, Kur'an'da va'dcdilenlerin
tasdiki olarak açıklamıştır. Katâde te'v'ileluVyn sevûbchû (yani, "Onun
sevabını mı gözetiyorlar?") biçiminde yorumlarken Mücâhid
"ceza"Süddî ise "onun akıbeti" olarak açıklamış, İbn Zcyd
ise "onun hakikati" şeklinde yorumlamayı tercih etmiştir. Kimi
tefsirdiler de "onun tevili" kavramının "kendilerine gelecek
azab ve ateş" anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Bazı tefsircİlerde
aynı kelimenin geçtiği "Hayır, onlar bilgisini kavrayamadıkları, tevili
kendilerine gelmemiş olan birşeyi yalanladılar." (Yûnus, 10/39) ayetini
"insanların kendilerini korkutmak üzere gelen va'idleri tasdik etmemeleri"
tevil kelimesini de "herhangi bir işin kendisine götürülmesi"
şeklinde açıklamıştır.
Dahhâk, ayeti,
"Allah'ın ahirette gerçekleşecek va'idlerinin sonuçları" olarak
yorumlamış, tevil kavramını ise "herhangi bir İşin kendisine götürüldüğü
şey" biçiminde tanımlamıştır.
Öte yandan Sa'lebî,
tevil kelimesini, tefsir olarak açıklamış ve bunun dışında bir anlamının
bulunmadığım ifade etmiştir.
Zeccâc İse şöyle
demiştir: 'Bu ayet, hitap ettiği insanların sözkonusu olayın teviline ilişkin
bilgilerinin olmadığını anlatmak istemiştir. Nitekim Hz. Yûsuf da -selam olsun
üzerine- babasına "Babacığım! İşte bu önceden gördüğüm rüyanın yorumudur
(tevilidir).'" (Yûsuf, 12/100) demişti. Hz. Yûsuf, babasının kendisine
secde etmesinin gerekçesini daha önce gördüğü rüyanın tevili olarak
belirlemiştir. Hz. Yûsuf aynı surede daha önce şöyle demişti:
"Size rızık
olarak verilen yemek henüz size gelmezden önce, hu rüyanın tevilini sîze
bildiririm..." (Yûsuf, 12/37); yani, size tevil gelmezden önce... Buna
göre ayetin anlamı "uykuda size rızıkla-nacağınız yemek henüz
gelmeden" olur. Bunu "Kendisiyle zİndana giren İki gençten biri
"Ben rüyamda şarap sıktığına görüyorum." Öteki de "Be)} de
görüyorum ki başman üstünde ekmek taşıyorum." dedi." (Yûsuf, 12/36)
ayetinden anlıyoruz. "Uyanıkken size rıziklanacağın iz yemek henüz
gelmeden bu gördüğünüz rüyanın tevilini size bildireceğini." (Yûsuf,
12/37) ayeti de bunu tamamlamaktadır. Çoğu tcfsircilerİn yorumlan böyledir ve
bizce de doğrusu budur.
Bazı tefsirciler de
ayetle ilgili şu yorumu yapmışlardır: "Hz. Yûsuf, onlara 'Size rizık ve
besin olarak verilen yemeğiniz gelip onu yemeden önce gördüğünüz rüyanın
tevilini ve tefsirini yapmış olacağım; yani rüyanızda yediğiniz yiyeceğin
rengini, cinsini, ne zaman ve ne kadar yediğinizi size bildireceğim' dedi.
Zindan-dakiler bunun falcılarla kahinlerin yaptığı tevile benzediğini söylediler.
Bunun üzerine Hz. Yûsuf, 'Ben kâhin değilim, yalnızca rabbimin bana lütfettiği
ilim sayesinde bu tür tevillerde bulunuyorum' karşılığını verdi".
Bu görüş ve bu yorum
biçimi hiçbir değer ifade etmemektedir; çünkü ayette belirtildiğine göre Yûsuf
onlara "Gördüğünüz rüyanın yorumunu size bildireceğim" demişti.
Zindandaki iki genç rüyalarını "Ben rüyamda şarap sıktığına
görüyorum" "Ben de görüyorum ki basımın üstünde ekmek taşıyorum,
kuşlar gelip ondan yiyor"diyc anlattıktan sonra Hz. Yûsuf'a dönerek
"Bunun yorumunu bize bildir!" derler.
Görüldüğü üzere ayette
sözü edilen kişiler Hz. Yûsuf'tan, gece gördükleri rüyaların tevilini
istemişler, Yûsuf da rüyalarını tevil etmiştir; yoksa uyanıkken yiyecekleri
yemeğin niteliklerini değil. Aksi takdirde "Size rızik olarak verilen
yemek henüz size gelmeden..." genci ifadesini nasıl kullanabilirdi?
Genellik ifade eden bu tür bilgileri haber vermeye Allah'tan başka kimsenin
gücü yetmez. Peygamberler bu tür haberlerin tamamını değil ancak bir kısmını
verebilirler.
Ayrıca Hz. Yûsuf
ayette sözü edilen yiyeceğin niteliğini ve ölçüsünü tevil etmiş de değildir.
Bunun gibi Cenâb-i
suf'a yalnızca rüya
tevilini Öğrettiğini haber vermektedir. Nitekim aynı surenin başka bir
ayetinde Hz. Yakub şöyle demektedir:
Rabbin seni seçecek ve
sana rüyada görülen olayların tevilini öğretecek... (Yûsuf, 12/6)
Öte yandan Hz. Yûsuf
da "Rabbim! Sen bana mülkten bir pay verdin ve bana rüyaların tevilini
Öğrettin..." (Yûsuf, 12/101) demiştir. Yine Yûsuf babasına "İşte bu
önceden gördüğün rüyanın tevilidir" (Yûsuf, 12/100) demiştir.
Hz. Yûsuf'la zindanda
kalan iki gençten hapisten kurtulanı rüya gören Mısır kralına, aradan uzun bir
süre geçtikten sonra "Ben sîze onun tevilini haber veririm. Beni bemen
hapishaneye gönderin!" (Yûsuf, 12/45) der.
Kral şöyle demişti:
"...Ey efendiler!Eğer siz rüya tabir ediyorsanız bu rüyamın tabirini bana
anlatın!"
Yorumcular "Bu
karışık hayallerden ibarettir. Biz ise hayalleri tabir etmeyi bilmeyiz"
dediler". (Yûsuf, 12/43-44)
Görüldüğü gibi çeşitli
yer ve konularda geçen tevil kavramı hep aynı anlamda kullanılmıştır.
Cenâb-ı Hak başka bir
ayette tevil kelimesini şu şekilde kullanmaktadır:
Herhangi birşeyde
tartışmaya düştüğünüzde- Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve
Rasûlü'ne götürün! Böyle yapmanız hem daha iyidir hem de tevil bakımından daha
güzeldir. (Nisa, 4/59)
Tevil kelimesini
Mücâhid "ceza ve sevab," Süddî, İbn Zcyd, .İbn Kuteybe ve Zeccâc
"sonuç" ve yine İbn Zeyd "tasdik" biçiminde açıklamıştır.
Bunların tümü bize göre de doğrudur ve hepsi aynı anlamı içermektedir. Selef
ulemasının tamamının benimsediği yorum da böyledir.
"Salih kişi
Musa'ya şimdi sana sabredemediğin şeylerin te'vi-İini haber vereceğim"
ayetinde geçen tevil kelimesi de aynı kategoriye dahildir,
Burada salih kişinin
Hz. Musa'ya yaptığı tevil, sözlerinin değil fiilinin tevili olup bununla
yolculukları sırasında yaptığı gemi delmek, çocuk öldürmek ve yıkılacak bir
duvarı düzeltmek gibi Hz. Musa'yı şaşırtan ve sabretme gücü bırakmayan
hareketlerinin nedenini açıklamasıdır.
Zeccâc bazı
tefsircilerin "Tartıştığınız konuları Allah'a ve elçisine götürmeniz,
sizin o konuları tevil etmenizden çok daha güzel bir tulumdur",
dediklerini aktarmıştır; ki bu tevil, ayetle içerdiği anlam cinsindendir.
Ancak bu Zeccâc tarafından ihdas edilmiştir; kelimenin, Kur'ân dili ile
yorumlanması olmayıp tamamen kendisine aittir.
Büyük tefsircilerin
anlayışına göre tevil ile tefsir aynı anlamdadır.5 Nitekim İbn Cerîr ayetlerin
tefsirinden sonra genellikle "Bu ayetin tevili -yani tefsiri- ile İlgili
görüş (yargı) budur" der.
Tefsircilerin imamı
Mücahid tevil kelimesinin anlamını böyle koyduktan sonra ayetin diğer önemli
bölümü olan "ilimde derinleşenler -râsihûn- üzerine durmuştur; çünkü
Kur'ân'm tefsirini ancak ilimde derinleşenler bilirlerdi Bu sünnet ehli
alimlerden îbn Kuteybe ile diğer bazı alimlerin tercih ettiği görüştür. İbn Ku
teybe bu konuda İmam Alımed ile İshak b. Râhûyc'nin görüşlerine eğilim
göstermiş ve el-MüşkiVül-Kur'ûn adlı ünlü eserinde ve diğer kitaplarında geniş
bilgi vermiştir.
Sonraki asırlarda
yetişen Sa'lebî gibi tefsircilere gelince bunlar tefsir \]e tevil
kelimelerinin aralarını ayırararak "Tefsir kelimesinin anlamı 'tenvir
etmek (aydınlatmak) ve kelime ile anlatılmak istenen anlamın üzerindeki
kapalılığı açmak'tır. Tevilin anlamı ise, ayetin manasını öncesindeki ve
sonrasındaki ayetlerle uyumlu bir manaya çevirmek'lir" demişlerdir. Bu iki
kelime hakkında, gerek hacim açısından gerekse de konu itibariyle aktarılmaları
müsait olmayan pek çok görüş serdedümiştir. Ancak tevil kelimesinin bu
ikisinden farklı üçüncü bir anlamının daha olduğu bazı tefsircilerce
zikredilmektedir. Sözgelişi Ebu'l-Ferec el-Cevzî konu ile ilgili olarak şöyle
diyor:
Alimler tefsir ile
tevil kelimesinin aynı ya da farklı anlamlar içe-rip içermediği konuşundu
ihtilafa düşmüşlerdir. Bir grup tefsir-ci Arab gramerine ve lugatına başvurmayı
tercih ederek her iki kelimenin de aynı anlamda olduğu sonucuna varmışlardır ki
ilk donem müfessirlerinin geneli bu görüşü tercih etmektedirler. "Bir
diğer grup fıkhın kullandığı yönteme temayül göstererek bu iki kelimenin farklı
anlamlar içerdiği kanısına varmış ve gerekçelerini de şöyle açıklamışlardır.
"Tefsir, 'birşeyi {kelime veya kavramı) gizlilikten açıklık konumuna
çıkarmak, tevil ise,'sözü, bulunduğu yerden, doğruluğunu kanıtlaması İçin delil
gereken yere naklctmek'tir. Böyle bir ihtiyaç duyulmaması halinde kelimenin
zahirî anlamı terkedilmez, yani değerlendirme kelimenin .,• zahirî anlamı dikkate alınarak
yapılır". Bu "tanım, birşeyin başka birşeye dönüşmesi" anlamına
gelen âle'ş-şey'ü İlâ kezâ ifadesinden alınmıştır.6
Sözkonusu müfessİrler,
tevil kelimesinin birinci ve ikinci anlamlarının dışında içermesi muhtemel
diğer anlamlarından sö-zetmemişler, hele Kur'ân terminolojisindeki manasına hiç
değin-memişİerdir. Oysa tevil kelimesi, Kur'ân'da kelâmın kendisine
dönüştürüldüğü mevcud anlamda kullanılmıştır. Kur'ân diline göre bu dönüştürmenin
bizzat kendisinden çıkan manaya uygun düştüğü kelimenin anlamını açıklamaya
tevil denilir. Müteahhir alimlerin kullandıkları terminolojinin aksine,
Kur'ân'da yeraîan tevil kavramının bizatihi kelimenin işaret ettiği anlama ters
düştüğü bilinmemektedir; yani, kelimenin kendisi hangi anlama işaret ediyorsa
tevil de o anlama işaret eder, farklı bir manaya işaret etmesi sözkonusu
değildir.[35]
İnşâi kelâm emir,
yasaklık (nehy) ve mübahhk (ibâha) bildirir. Bu tanıma göre emir ve nehyin
tevili bizzat emredilen ve sakındırılan eylemin tevilidir. Nitekim Buhârî İle
Müslim'in kaydettikleri bir hadiste Hz. Âişe şöyle anlatmaktadır:
Hz. Peygamber rükû ve
sücudlarında "Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Seni, sana layık hamdinle
teşbihle tüm noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey Allah'ım! Beni
bağışla!" derlerdi. O bu şekilde Kıır'ân'ın hükmünü tevil ediyor, yani
onun emrini yerine getiriyordu.7
Rasûlüllah'm bu sözü
"Rabbîne hcımdederek O'nıı teşbih et!" (Nasr, 110/3) ayetinin tevili
İdi.
Öte yandan İbn Uyeyne
de sünnet'i, "Kur'ân'm emir ve yasaklarının tevili" olarak
tanımlamaktadır.
Ebû Ubeyde ise
dilbilimcilerle fakihlerin Rasûlüllah'ın -salât ve selam olsun üzerine-
İştimâl'üs-sammâ' (Arabların büründü-ğü gibi îek parça kumaşla sıkı sıkı
sarınmak) nehyetmesi konusundaki tartışmalarını anlattıktan sonra sözlerini
şöyle bağlar: "Fıkıhçılar bu kelimenin tevilini diğer ilim adamlarından
daha iyi bilirler; zira onlar Allah'ın neyi emredip neyi yasakladığının
tevilini herkesten iyi ve emredilen eylemlerle yasaklananları olduğu gibi
bilirler".
Ebû Ubeyde'nin bu
görüşü tevil kelimesinin içerdiği mananın dışında ayrı bir anlam değildir; o
yalnızca bir kelimenin an-İamını açıklamış, yorumlamış ve üzerindeki kapalılığı
açmıştır.
Tefsir, anlatılan
kavramları İfade eden sözlerle aynı türden olup, bir sözün, kendisini açıklayan
başka bir sözle izah edilmesidir.
Tcviî ise emredilen
fiilin yapılması ve nehyedilenin. terkedil-mesi olup anlatılan kavramları ifade
eden sözlerle aynı türden değildir.
Kelâmın ikinci türü de
ihbâri olanıdır; şanı yüce Allah'ın kendi zâtına ait isim ve sıfatlar hakkında
bilgi vermesi, va'd ve va'îd-lerini kullarına bildirmesi gibi... Bu haber verme
biçimi şu ayette zikredilen tevil kavramına girmektedir.
Gerçekten onlara,
bilgiye göre açıkladığımız, İnanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan
bir Kitab getirdik. İlle de onun tevilini mi gözetiyorlar? Onun tevili geldiği
gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki; Doğrusu rabbimizin elçileri hakkı
getirmiş... (A'râf, 7/52-53)
Şu ifade de ayın
kimselere aittir:
Vay bize! Bizi
yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahmân'ın
va'dettiği şey budur!
(Yâsîn, 36/52)
Şu ayetler de benzeri
bir anlam ihtiva etmektedir:
Haydi yalanladığınız
azaba gidin! (Mürselât, 77/29)
Doğru iseniz, şu
tehdit ettiğiniz azab ne zaman? diyorlar.
De ki: Ona ait bilgi,
Allah'ın katmdadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.
Onu pek yakında
gördüklerinde inkar edenlerin yüzleri kötüle-
şir. O zaman
(kendilerine) "işte çağırıp durduğunuz şey budur!"
denilir. (Mülk,
67/25-27)
Kur'â n'da bunlara
benzer birçok ayet vardır. Sözgelişi şu ayetler bu kabildendir:
Yoksa "Onu
uydurdu!" mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri
bir sure getirin ve Allah'tan başka çağırabildiğiniz tanrılarınızı da
çağırın!"
Hayır, bilgisini
kavrayamadıkları, tevili kendilerine gelmemiş olan birşeyi yalanladılar...
(Yûnus, 10/38-39)
Kur'ân'm bu ayetlerde
bildirdiği şeyler çok kısa bir süre sonra gerçekleşecektir. Burada tefsir,
"onun bilgisini kavramak, kuşatmak", tevil ise bizzat
"-gerçekleştiği zaman- Allah'ın insanlara va'dettiği hususlar"dır.
Nitekim ayette sözü edilen kimselerde bilgisini kavrayamadıkları ve tevili
kendilerine gelmemiş olan birşeyi yalanlamışlardı. Oysa bazı insanlar tevili
kendilerine gelmediği halde onun bilgisini kavramışlardı. Örneğin Rasûlüllah
tevilleri daha sonra gelmiş olsa bile Allah katından kendisine İndirilen
mesajların bilgisini kavramıştı. Sözgelimi "De ki: "O, sizin
üzerinize üstünüzden, yahut ayaklarınızın altından bir azab göndermeye güç
yelkendir". (En'âm, 6/65) ayeti nazil olduğunda Hz. Peygamber "Burada
zikredilenler mutlaka vukubulacaktır; ama nedense tevili gönderilmedi"
buyurdular. Bunun üzerine Allah Tbâlâ şu ayetleri indirerek tevilini bildirdi.
O Kur'ân hak iken
senin milletin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim. Her haberin
gerçekleşeceği bir zaman vardır... (6/66-67).
Bazı teisirciler
ayetin son bölümünü, "karar kılma yeri; hakikatin, kendisine ulaşılan son
noktası, haberin gerçeğinin batılından ayrılması, doğrusunun yalanından
ayıklanması" şeklinde açıklamışlardır,
Mukâlil de bu konuda
"Allah'ın bildirdiği her haberin mutlaka bir gerçekleşme zamanı ve yeri
vardır. Bu yer ve zaman ne değiştirilir, ne de ertelenir" demiştir.
İbn Sâib'in yorumu ise
şöyledir: "Her söz ve eylemin mutlaka bir hakikat payı vardır. Bu söz ve
eylemlerden dünyada olacakları kısa zamanda öğrenilecek, ahiretle ilgiîi
olanları ise yakında bilinecek, yani bir süre sonra açıklanacaktır".
Öte yandan aynı konu bağlamında
el-Hasen de şu açıklamayı getirmiştir. "Her eylemin mutlaka bir karşılığı
vardır. İyilik yapan yaptığının karşılığı olarak cennetle ödüllendirilir,
kötülük işleyen de cehennem ateşiyle cezalandırılır. Bunun böyle olduğunu
yakında siz de biieceksiniz."
Hasen'in sözlerinin
özeti şudur: Her amel ya ilahi va'di ya da va'îdi gerektirir. Amellere göre
va'd ve va'îdin gerçekleşmesi, vukuu kesin bir haberdir. Ayetin açıkça ortaya
koyduğu anlam budur. Ceza (amelin karşılığı olan sevab veya azab) i!e anlatılmak
islenen haberin kendisi değildir.
Süddî "Her
haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır." ifadesini, "Allah'ın sîze
va'dettiği sözün zamanı" olarak tanımlamakta ve sözlerini "Yakında bu
habersize geldiğinde onun neoîduğunu bileceksiniz" diye bağlamaktadır.
Atâ'nın yorumu ise
şöyledir: "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır" ifadesinin
açılımı, insanın cezasının, günahını bilmesi için ertelenmesidir. Buna göre
İnsan, ancak günah işlediğinde cezalandırılacaktır, salt va'îdle değil. Bir
kul cezası tayin olunan bir
suçu/günahı işlemedikçe, sırf
va'îdden dolayı cezava carpürılamaz. Ceza biçilmiş bir günahı
işlediğinde de Allah tarafından tesbit edilen cezaya çarptırılır".
Nitekim birçok selef
alimi bu tür ayetlerle ilgili olarak şu yargıda bulunmuşlardır: "Bu
ayetin tevili ile ilgili olup alimlerin hakkında tevilde bulunmadıkları
görüştür. Sözgelimi Ebu'1-Eşy-eb'in, el-Hasen ve er-Rebî1 aracılığı ile
naklettiğine göre İbn Mes'ud huzurunda "Ey iman edenler! Siz kendinize
hakiniz..." H (Mâidc, 5/105) ayetini okuyan Ebu'l-Âliye'ye "bunun
zamanı henüz gelmemiştir. Kabul edildiği sürece doğruyu, hakkı, marufu
söylemeye devam edin. Sözleriniz kabul görmez olduğunda ise başkalarına hakkı
söylemeyi, marufu emretmeyi bırakıp kendi başınızın çaresine bakarsınız"
der ve sözlerini şöyle sürdürür: "Kur'ân, zaman ve zemine göre indirilmiş
bir mesajlar dizgesidir. Öyle ayetleri vardır ki tevili, Kur'ân indirilmezden
önce geçmiştir. Bir kısmının tevili Hz. Peygamber zamanında gerçekleşmiş; bir
kısmmmki de Rasûlüllah'ın hayatından kısa bir süre sonra vaki olmuştur. Kimi
ayetlerin tevili de bu dönemden sonra gerçekleşecektir. Bir kısmmmki dünyanın
sonuna doğru (ahir zamanda) gerçeklik kazanacak diğer bazılarındaki -hesab,
cennet, cehennem gibi kavramlarla ilgili haberler- ise ancak kıyamet günü
vukubulacaktir. Kalpleriniz ve istemleriniz (iradeleriniz) yek-vücut olduğu;
bölünüp parçalanmadığınız, işlediğiniz günahlar yüzünden bazılarınızın acısı
diğer bazılarına taddınlmadiği marufu emredip münkerden yasakladığınız sürece
bu ayetin anlamı (tevili) sizin durumunuzu göstermekte ve size bu emri vermektedir.
Durumunuz bunun tersine dönüp kalbleriniz ve İstemleriniz parça parça
olduğunda, gruplara, partilere, cemaatlere, mezhep ve meşreplere bölünerek
bazınızın acısı bazınıza taddırıldı-ğında ise artık herkes kendi benliği ile
başbaşa kalmış demektir. İşte bu ayetin tevili ancak o zaman gerçekleşmiş
olacaktır".
Allah kendisinden razı
olsun, İbn Mes'ud'un bu sözleri emir ve haberin tevili ile ilgilidir. Bu arada
yukarıda geçen "Siz kendinize bakın!" ayeti emir; hesapla, kıyamet,
cennet ve cehennemle ilgili ayetler ise haber içeriklidir. Haberin tevil
edilmesi, haber verilen (hakkında bilgi verilen) şeyin varlığını gerektirir.
Bunun gibi bir emrin tevili de emrolunan eylemin (olgunun) yapılmasıdır.
Tevil Kıır'ân'm inişinden önce geçmiş ayetler, haber türünde-dir. Allah Teâlâ
bunlarla, daha önce olmuş bir olayı anlatmakta ve hakkında bilgi vermektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak, yine ayetleri vasıtasıyla müşriklerin Rasûlüllah
hakkındaki sözlerini ve onu yalanlamalarını da bildirmektedir. Tevilleri daha
önce geçmiş olsa bile, bunlar sonraki insanlar için birer İbrettir; çünkü
benzeri halâ sürmekte, aynı tür olaylar günümüzde de olmaktadır ve bundan sonra
da olacaktır. Nitekim Ibn Mes'ud, Kur'ân ayetleri ile ilgili tevil türlerinin
beş tanesinin geçmişte olan olaylarla ilgili olduğunu söyler, ki "Saat
(kıyamet) yaklaştı ve ay yarıldı." (Kamer, 54/]) ayeti bunlardan biridir.
Bu açıklamalar
ışığında müteşabih bîr emrin tevilinin bilinmesinin kaçınılmaz olduğu ortaya
çıkmaktadır; çünkü emredilen bir eylemin yapılması ile sakıncalı şeylerin
(yasaklanan ve nehyedilenin) terkedilmesi zorunludur. Bu da ancak sözkonusu
emir ve yasakların bilinmesi ile mümkündür. Kur'ân'da kesin emirlerin müteşabih
olmasını gerektiren bir durum sözkonusu değildir. Ayette geçen "Diğerleri
de müteşabih ayetlerdir" İfadesi ile, emir niteliği taşıyanlar değil
geçmiş ve gelecekle ilgili kavramlardan ve olaylardan sözeden, onlar hakkında
bilgi veren ayetler kastedilmiştir. Geçmiş ve gelecek olaylar hakkında bilgi
veren ayetlerin müteşabih olması meselesine gelince et, süt, bal, su, ipek,
altın cennet nimetleri hakkında bilgi veren ayetler bu kategoriye dahildir. Bu
şeylerin dünyadaki benzerlerinin isimleriyle anlatıldığı açıktır. Buna
rağmen cennet nimetleriyle
dünyada gördüğümüz nesnelerin gerçeklikleri aynı değildir. Bunların gerçekliğini,
mahiyetini bu dünyada bilemeyiz, Nitekim Cenab-ı Hak bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
Yaptıklarına karşılık
olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı nimetlerin saklandığını hiç kimse
bilmez. (Secde, 32/17)
Rasûlüllah da sahih
olarak nakledilen bir hadisle şöyle buyurmaktadırlar
"Cennetle salih
kullar için hiçbir gözün görmediği hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan
muhayyilesinin hayal etmediği nimetler hazırlamıştır".9 Allah'ın mü'min
kullarına va'dettiği. ve nc'liğİni hiç kimsenin bilmediği bütün bu nimetler,
yalnızca O'nun bildiği tevil türüne girmektedir. Bunun gibi kıyametin sa-atinî,
koşullarını, ahire t te gerçekleşecek hesab, sırat, mîzân, havz, sevab, ceza ve
benzeri olguların mahiyetini ve niteliklerini de O'ndan başka kimse bilemez.
Onları kendilerinden sonra yaratmadı ki melekler haklarında bilgi sahibi
olsun; dünyada benzerleri de yok ki, insan bunlara bakarak ötekilerin durumunu
-hiç değüse- tahmin ve tasavvur edebilsin. İşte Allah'tan başka kimsenin
bilmediği birbirine benzer olgular (müteşabihler) bunlardır.[36]
Allah'ın kendi zâtı
hakkında verdiği bilgiler, sözgelimi istiva meselesi, Arş'ı; işitmesi,
görmesi, konuşması vb sıfatları da bunun gibidir, Rebî'a b. Ebî Abdirrahman ile
Mâlik b. Enes'İn dediği gibi "Bunların ne'liklerini, niteliklerini,
anlamlarını Allah'tan başka hiç kimse bilemez". Diğer alimler bu ikisinin
"Rahman, Arş'a istiva etmiştir." (Tâhâ, 20/5) ayeti ile ilgili
sözlerini kabul etmek durumunda kalmışlardır. Nitekim onlar, bu "Rahman
Arş'a nasıl istiva etti? sorulduğunda, "İstiva olgusu bilinmekte,
keyfiyeti ise bilinmemektedir. Ona bu hali ile iman etmek farz olup hakkında
daha fazla soru sormak bidattir" cevabını vermişlerdir. Bu sözler İmam
Mâlik'e aittir. Nitekim yine o "istiva kavramının malum ne'liğininse
meçhul olduğunu ve Cenab-ı Hakk'ın onun keyfiyeti ile ilgili bilgiyi kendisine
sakladığını" söylemiştir.
Bunun gibi diğer selef
uleması da -mesela İbn Mâcişûn, Ah-med b. Hanbel ve başkaları-kulların,
Allah'ın kendi zatı İle ilgili olarak verdiği bilgileri bilemeyeceğini açıkça
ortaya koymuşlardır. Bunların keyfiydi, "Allah'tan başka kimsenin
bilemeyeceği" tevil amindendir.
Allah'ın kendisi ile
ilgili verdiği bilgileri açıklaması halinde insanların bu bilgileri beyinsel ve
ilmî kapasiteleri ölçüsünde algılayıp anlayabilmeleri mümkündür. Sözgelimi
insanlar işitme, görme kavramlarını anlayabilirler. Ancak bunlar dahi
birbirinin aynı olmayıp insanlar ikisi arasındaki farkı ayırabilirler. Bunun
gibi Allah'ın afim ve kadir (sürekli bilen, sürekli güç vetiren) olması ile
insanların bilgi ve kudret sahibi olmaları arasındaki ayrılığın da
bilincindedirler. Onun işitmesi, görmesi vb. niteliklerinin keyfiyetini
bilmeseler de kavram olarak bu tür sıfatların ne anlama geldiklerini bilirler.
Belki insanlarda bulunan ruh, bu tür kavramları özet (cümle) -keyfiyet olarak
değil- olarak bilebilir.
Bunun gibi insanlar
Allah'ın "Arş'a İstiva etmesi" mes'elesini de mana itibarı ile
anlarlar. Allah'ın Arş'a istiva etmesi kavramı, rubûbİyet sıfatının Arş'ını
kuşatmasını ve onun üzerine yükselmesini içerir. Önceki alimler bu kavramı, bu
şekilde açıklamışlardır. Kelimeden çıkarılan anlam budur ve iugatta bundan başka
bir anlam içerme ihtimali de yoktur. Bu meseleye dair başka yerlerde daha geniş
bilgi verilmiştir. Bu nedenledir ki İmâm Mâlik: "İstiva malumdur"
demiştir.
"İstiva
kelimesinin birkaç anlamı vardır" d İye güzel söylemiştir; çünkü selef
uleması yalnızca istiva kelimesini tek başına ele alarak yorumlamışlar, hiçbir
harf ile İlişkilendirmemişlerdir. Kelime yalın halde ele alındığında anlamı,
biraz önce söylediğimiz gibidir. Ama kimileri birtakım bağlaçlarla birlikte
kullanarak aynı anlamda "istiva alâ keza" demişlerdir. Kimileri yine
bu anlamda "İstiva ilâ keza" kimileri de "istiva ma'a
kezâ" demiştir. Görüldüğü gibi kelimenin anlamı harfler aracılığı ile
başka kelimelerle kurduğu ilinti ölçüsünde çeşitlenmektedir. Ne var ki
"istiva âlâ keza" ifadesi Kur'ân'da ve bilinen Arab lugatlarında, tek
anlamın dışında başka bir anlama gelmemektedir. Kur'ân'da bu kelimenin geçtiği
başka ayetler de vardır. İşte birkaçı:
O bir ekin gibidir ki,
filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin üzerine istiva
etli (yükseldi). {Fetih, 48/29) Gemi Cûdi'ye istiva etti (yükseldi, oturdu).
(Hûd, 11/44) Ki unların sırtına istiva ederseniz (yükselesiniz, binesiniz),
son-"( ra onların üzerine
yükseldiğiniz (bindiğiniz) zaman Rabb'inizin nimetini anasınız... (Zi.ihn.if, 43/13)
Sen ve yanında
bulunanlar, gemiye istiva ettiğiniz (yerleştiğiniz) zaman.... (Mü'minûn, 23/28)
Hz. Peygamber'e bir
keresinde binmesi için bir binek getirilir. Ayaklarını üzengiye koyduklarında
"Allah'ın adıyla!", hayvanın üzerine çıktıklarında (istiva) da
"Elhamdülillah! derler.10
Öte yandan İbn Ömer'in
naklettiği bir haberde sözkonusu kelime "Rasûlüllah (s.a) devesinin
üzerine istiva ettiğinde (çıktığında) hacc için sesini yükselterek telbiye
getirmeye başladı..."" şeklinde kullanılmıştır.
Verilen örneklerde
geçen istiva kelimesi iki şey içermektedir. Rasülüllah'ın üzerine istiva ettiği
şey üzerine yükselip onunla aynı düzeye gelmesi ve birşeye eğilim gösterene
"O şey üzerine istiva etti" demlememesi. Sözgelişi Halil b. Ahnıed
rivayet ettiği hadiste "istevev (İstİvâ ettiler)" dediği zaman,
kelimenin bu anlamını kasdetmiştir.
Şairin şu beytinde
geçen istiva kelimesi de aynı anlamı ihtiva etmektedir:
Bişr bilahere kılıç
kullanmadan ve kimsenin kanını dökmeden Irak yöresine istiva etti (egemen
oldu).
Bu ifadelerde yeralan
istiva kelimeleri aynı anlamı içermektedir. Sözgelimi şiirde Bişr b. Mervan'ın
sadece işgal değil Irak yöresine egemen olup iktidar koltuğuna oturduğu ve
bölgenin tümüne egemen olduğu anlatılmak istenmiştir. Çünkü böyle olsaydı
halife Abdülmelik'in Irak'a ve diğer İslam ülkelerine, Ömer b. Hattab'm Irak,
Horasan, Şam ve Mısır ile fethettiği diğer bölgelere ve Allah Rasûlü'nün
fethettikleri Yemen vb. diyarlara istîvâ etmeleri bu bölgelerin tümü üzerinde
egemenlik kurmaları gerekirdi. Oysaki hiçbirisinin sözlerinde istiva kavramına
bu anlamda rastlamak mümkün değildir. Hiçbiri bu kelimeyi, bu bağlamda
kullanmamış, "Ben falanca yöreye istiva ettim" dememiştir. Yalnızca
kendi başına bir yöreye egemen olan kimse için "Sözko-nusu yörenin iktidar
koltuğuna istiva etti" ifadesi kullanılmıştır. Tıpkı "Falanca taht'a
oturdu; koltuğa ya da divana oturdu" ifadelerinin yerine "istiva
etti" kelimesinin kullanıldığı gibi. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de bu
kelimenin geçtiği ayetlerde şöyle buyurul-maktadır:
Yûsuf ana-babasını
arş'ın (tahtın) üzerine çıkardı ve hepsi onun İçin secdeye kapandılar...
(Yûsuf, 12/100)
Ben onlara hükümdarlık
eden bir kadın buldum, kendisine iktidar erki ile ilgili herşey verilmiş ve
büyük bir arşı (tahtı) vardı. (Nemi, 27/23)
Zemahşert ile diğer
ünlü tefsir alimlerinin "Sahip oldu" anlamında kullandıkları
"İstiva ala keza" (yani, "O o şey üzerine istiva etti, o şeye
sahip oldu" cümlesi, hiçbir sağlam dayanağı olmayan, soyut bir cümledir.
Arab dilinde, bu tür bir ifadenin doğruluğunu destekler mahiyette tek bir
delil bulunmamaktadır. Böyle bir ifadenin doğru olduğu varsayılsa bile, bu
anlamı, Allah'ın Arş'a istiva etmesi bağlamında kullanmak tamamen tutarsız ve
asılsızdır; çünkü bizatihi Allah gökleri ve yeri altı günde yaratıp ardından
Arş'a istiva ettiğini, böylelikle sünnetin de işaret ettiği gibi -Arş'ın
göklerin ve yerin yaratılışından önce de varolduğunu bildirmiştir. Bu durumda
O'nun Arş'a, yarattığı zaman, sahip olduğu ve üzerine egemenlik kurduğu
anlaşılmaktadır. Hal böyle iken Allah'ın Arş'a istiva etme eylemini göklerin ve
yerin yaratılışından bıraktığı nasıl söylenebilir?
Sonra Allah'ın istiva
etmesi, egemenliği ve mülkiyeti altına alması, yalnızca Arş'a has da değildir.
O, mevcut herşeyin yegâne sahibi olup herşey üzerinde mutlak egemenlik
kurmuştur. Bunun gibi "O yüce Arş'm rabbidir." (Tevbe, 19/129)
ayetinde buyu-rulduğu üzere O rubûbiyet sıfatı da yalnızca Arş'ı değil itim
varlıklan kapsamaktadır. Evet bu ayette azamet sıfatı Arş'a özgü kılınmışın',
ama bunun diğer yaratıklara teşmil edilmesinde de hiçbir sakınca yoktur.
Kaldı ki, Allah İçin
"Arş'ın rabbi" denilebileceği gibi, "herşeyin rabbi" de
denilebilir. Bunda da bir sakınca yoktur. Ancak istiva olgusu yalnızca Arş'a
özgüdür. Sözgelişi, "Allah Arş'a ve herseye istiva etti" denilemez.
Hiçbir müslümanbu kavramı, "herşe-ve istiva etmek" şeklinde
kullanamaz. Kitab ve sünnette bu tür bir kullanım biçimi bulunmamaktadır.
Rubûbiyet sıfatı ise Arş için olduğu gibi, herşeyi kapsar biçimde genel olarak
da kullanılmıştır. Aynı şekilde yaratma kavramı da hem özel hem genel manada
kullanılmıştır. Sözgelişi bu kavram şu ayetlerde iki anlams da içermektedir:
Yaratan rabbinin adıyla
oku!
Ki o insanı embriyodan
yarattı.. (96/1-2)
istiva kavramı Kur'ân
terminolojisinde Arş kavramına has kılınmıştır. Bu kavramın dışında başka bir
kelimeye özel ya da genel anlamdaki bir kavrama nisbet edilemez. Bu meseleden
başka bir yerde genişçe söz edilmiştir.
Bunları ayrıntılı
biçimde anlatmaktan maksadımız selef ulemasının İbn Arabi, el-Mu'âfırî gibi,
kavramın on küsur farklı anlam içerdiğini iddia edenlerin görüşlerine aykırı
olarak söyledikleri, "İstİvâ malumdur" sözünün doğruluğunu pekiştirmektir.[37]
Âl-İ îmrân 17 ayetinin
nüzul sebebi müfesshierîe sİyercilerİn verdikleri bilgiler doğrultusunda şöyle
açıklanmıştır: Necrân hırisli-yanları Rasûlüllah ile Mesih konusunda tartışmaya
gelmişlerdi. Tevâtüren nakledilen haberde Rasûlüllah'm onları Âl-i İmrân suresinde
geçen lanetleşmeye (3/61) davet ettiği anlatılmıştır. Ancak onlar buna
yanaşmayarak ödemeyi kabul etmişlerdir.
İşte Âl-İ İnırân
sinesinin ilk ayetinde bu konu işlenmiş ve surenin genelinin nüzul sebebi
olarak da bu olay gösterilmiştir.[38]
Hıristiyanlar,
iddialarına kanıt olarak Kur'ânda geçen (biz anlamını ifade eden) innâ ve
nahmı kelimelerini göstermiş ve bunlardan hareketle tanrıların üç tane
olduğunu savunmuşlardır. Böylelikle Allah'ın tekliğini defalarca vurgulayan
Kur'ân'm muhkem ayetlerini bırakıp, -bizatihi Kur'ân'da belirtildiği gibi-
fitne çıkarmak ve kendilerine göre tevil etmek İçin, benzer (müteşabih)
ayetlere uymuşlardır. Bu şekilde doğruyu bulmayı değil, fitne çıkarmayı
amaçlamışlardı ki bu kalplerin küfrüdür. Ayrıca innâ, nahnu vb. çoğul ifade
eden kelimeleri, kendilerince tevil etmek istemişlerdir. Oysa Allah Teâlâ da
belirttiği gibi, bu ve benzeri kelimelerin, kavramların, isim ve sıfatlanıl
tevilini O'ndan başka kimse bilemez; çünkü bu isimler ancak kendisiyle ortaklık
halinde veya mülkiyet ve egemenliği altında bir takım yardımcıların bulunduğu
tek varlık (vâhid) için kullanılır. Bundan dolayıdır ki bu tür çoğul ifade eden
kelimeler müteşabihtir. Sözkonusu tek varlıkla ortaklığı olanlar, herhangi bir
eylemde bulunduklarında "Biz şunu şöyle yaptık, bunu böyle yaptık"
derler. Halbuki böyle birşey Allah Teâlâ hakkında imkansızdır. Kaldı ki mülkiyetleri
altında kendisine boyun eğmek zorunda olan insanların bulunduğu kimseler
-kral vb- "Biz şöyle yaptık" itadesini kullandıklarında "Ben
mülkiyetim ve yeteneklerimle bu işi böyle yaptım" demek ister. Allah
Teâlâ dışında kalan mahlukatm tamamı O'nun mülkiyeti altında olup kâinatın tüm
işlerini tek başına sevk ve idare eden bizatihi kendisidir. Melekleri ise,
Allah'ın mahlukaün-dan işlerini gördürdüğü elçileridir. Bu itibarla Allah innâ
ve nah-mı kelimelerini kullanmaya diğer varlıklardan daha layıktır; çünkü
O'nun dışında hiç kimsenin buyruklarına lam olarak itaat edilmiş değildir. Bu
yüzden de biz anlamına gelen ve çoğul ifade eden imıa ve nahnCı ifadelerini
kullanmaya daha fazla hak sahibidir. Bu hususta krallar da O'na benzer. Bu
nedenle sözkonusu kelimelerin, bir de müteşabih (benzer) anlamlan da vardır. Ancak
Allah'a özgü kılman bu gibi hususlarda, kendisine hiçbir şey benzetilemez.
Bunların tevili meleklerinin niteliklerinin, güçlerinin ve Allah Tcâlâ'nın
gökteki ve yerdeki işleri onlar kanalıyla nasıl sevk ve idare ettiğinin
bilinmesidir. Nitekim bir ayette "Rabbi-nin ordularını ancak kendisi
bilir..." (Miiddessir, 74/31) buyurur. Benzeşme nedeniyle yapılan bu
tevili, Allah' Teâlâ dışında hiç kimse bilemez. Bu ifadelerin anlamını ve yorumunu
öğrenebilsek de, zihinsel dünyamız kelime, kavram, isim, nitelik, olay ve
olguların tevillerini asla bilemez. "O Allah ki... yarattı..."
(Secde, 32/4) ifadesi ise böyle değildir; çünkü bu, kendisinde hiçbir benzerlik
(müşabehet) olmayan muhkem (anlamı kesin) bir ayettir. Bu isim, çoğul ifade
eden ve biz anlamını İçeren innâ ve nahnu kelimeleri gibi değildir. Bu
kelimeler Allah'ın dışında, ortakları olan ve yardımcıya gereksinim duyan
varlıklar için kullanılır. Allah Teâlâ ise her iki durumdan da münezzeh ve
müberradir. Nitekim bunu Kitab'ında şu sözlerle dile getirmiştir:
De ki: Allah'tan başka
tanrı olduklarını sandığınız şeyleri çağırın, onlar ne göklerde ve ne de
yerlerde zerre ağırlığınca birşeye sahip değillerdir. Bu ikisinin mülkünde
Allah'a bir ortalıkları yoktur. Ve Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.
(Sebe, 34/22)
Diğer bir ayetle de
şöyle buyuruhnaktadır:
Çocuk edinmeyen,
mülkle ortağı olmayan, acizlikten dolayı bir yardımcısı da bulunmayan Allah'a
hamdolsun!" de ve O'nu şanına yakışır biçimde tekbir et! (İsrâ, 17/111)
Bu ayetlerde
kasdedilen anlamlar, mahiukat hakkında olup benzerlerinin Allah Teâlâ'ya isnadı
caiz değildir.
İstiva ile ilgili
ayetlere bir daha göz atacak olursak:
Sonra O Arş'a istiva
etti... (Secde, 32/4)
Gemi Cûdi'ye istiva
etti... (Hûd, 1 î/44)
Ekin gövdesinin
üzerine istiva etti... (Feth, 48/29)
Sen ve beraberinde
olanlar gemiye istiva ettiğinizde (bindiğinizde)... {Mü'nıinûn, 23/28)
Ki onların sırtına
istiva edersiniz (binersiniz)... (Zuhruf, 43/13)
Bu ayetlerde geçen
istiva kelimesi, istiva eden kişinin/varlığın üzerine istiva edilen birşeye
muhtaç olmasını gerektirir. Bu durumda üzerine istiva edilen şey, eğer istiva
edenin altından çekilirse istiva eden varlık aşağıya düşer. Oysa Allah Arş'tan
da onun dışındaki şeylerden de müstağnidir. Bilakis Arşı kudreti ile şanı yüce
Allah, Hamelet'ül-Arş da onu yine O'nun kudreti ile taşırlar.
Bir rivayete göre
Arş'ı taşıyan melekler bunu kendilerine emredilen "Lahavle ve la kuvvete
illâ billâh'il-aliyy'il-azîm." (Allah'ın gücünün dışında hiçbir güç
yoktur) duası sayesinde güç ye t irebilmektedirler.12
îstivâ kavramı,
Allah'ın zâtından tenzih edilip mahlukat hakkında kullanılmasını gerektiren
müteşabih bir anlam içerir. Kelime olarak biz bu kavramın yükselme ve i'tidâl
anlamı taşıdığını biliyoruz. Bilemediğimiz, İstiva eyleminin Allah Teâlâ'ya
Arş'a muhtaç olmaksızın tahsis edilmesi keyfiyetinin mahiyetidir. Allah Arş'a
muhtaç olmadığı gibi gerek Arş, gerekse de varolan her-şey her bakımından
varlıklarını O'na borçludur. Mahlukattan herhangi birinin, kendi dışında,
varlığın muhtaç olmadığı birşey üzerine nasıl istiva edeceğini bilemiyoruz.
Muhtaç olması du-rumundada istiva olayının gerçekleşme keyfiyetini kesin bir şekilde
kavrayamıyoruz İşte istiva kavramı bu yönü ile müteşabih-ler kapsamına
girmiştir. Burada iki kelime ve iki anlam arasında ortak bir Ölçü sözkonusudur.
Bunun yamsıra herbiri kendisini diğerinden ayıran bir ölçü de barındırmaktadır.
Bu durumda biz Rabbi diğer varlıklardan ayırdeden öğeyi biliriz. Böylelikle
söz-konusu kavramın anlamını bir açıdan bilirken bir başka açıdan bilemeyiz.
İşte bit onun tevili; birinci durum (kelimenin İçerdiği sözlük anlamı) ise
tefsiridir.
Cenab-ı Hakk'ın cennet
nimetlerine ilişkin haberleriyle süt, bal, içki, su vb. yiyecek, içecek ve
giyeceklere gelince: Süt denildiğinde biz, yaşadığımız dünyada koyun, inek
gibi sütçül hayvanlardan elde edilen, kan ile pislik arasından çıkan ve
üzerinden birkaç gün geçmesi halinde bozulan sütten başka birşey bilmiyoruz.
Ayrıca arıların
altıgen mumdan odacıklarda ürettikleri bahn dışında bir bal da tanımıyoruz.
Sonra bu Kur'ân'da sözü edilen saflaştırılmış (musaffa) bal da değildir. İpek
denildiğinde ise aklımıza ipek böceğinin ürettiği ipekten başka bir şey
gelmemektedir. Üstelik bu ipek ne kadar kaliteli olursa olsun sonuçta yok olma
durumu ile karşı karşıyadır.
Oysa biz Allah'ın
mü'min kullarına cennette va'dettiği nimetlerin hiçbirisinin -ne madde, ne
biçim ve ne de gerçeklik yönünden- burada tanıdıklarımıza benzemediğini, hatta
bunların gerçekliklerinin birbirine tamamen zıt olduğunu biliyoruz, işte bütün
bu olgular ne'liğini bilemediğimiz kelime ve kavramların te-villerîndendir.
Nitekim İbn Abbas "Cennetteki nesneler, isimlerinin dışında dünyadakiler
gibi değildir, yani aralarında isim benzerliğinden başka hiçbir benzerlik
yoktur" demiştir.
Ancak "Melekler
bu tür kelime ve kavramların hangi nesnelere tekabül ettiğini bilirler"
denilebilir. Şöyle de denilebilir: "Bunlar, benzerleri yaratılmadığı ve
dolayısıyla mukayese imkanı bulunmadığı için bilinemez." Kısacası cennet
nimetlerinin hiçbiri biİinemez; bunlar hakkında meleklerin de hiçbir bilgisi
yoktur. İşte Sevil kavramı, bütün bu olasılıkları kapsar.
Sözkonusu kavramlar
bilmeyenler İçin müteşabihtir; bilenler içinse müteşabih değildir; çünkü
müteşabîhlik, "ayet için gerekli olan niteliğin anlatılmak istendiği
öge"dir. Bu tür unsurlarla kimi zaman da birtakım göreli kavramlar
anlatılmak istenir. Bu durumda birine göre müteşabih olmayan bir kavram bir
başkasına göre müleşabih olabilir.
Selef alimlerinden
İmam Ahmcd ile diğer alimlerin anlatmak istedikleri de budur. Nitekim İmam
Ahmed bunu, Cehmiye'ye Reddiye olarak yazdığı risalesinde zikretmiş ve delil
olarak da şu üç ayeti göstermiştir:
O göklerde de, yerde
de Allah'tır... (En'âm, 6/12) O'nun zâtına benzer hiçbir şey yoktur. (Şûra,
42/11) Gözler O'ıuı algılayamaz. (En'âm, 6/103)
İmam Ahmcd "O
göklerde de yerde de Allah'tır" ayetinin tefsirinde "Bu ayetler,
anlamını öğrenmemiz halinde bizim için müteşabihlikten çıkar. Ancak delil
olarak kullanmak isteyen kimseler için yine müteşabihtirler; bu ayetlerin
muhkemliği (manasının bilinmesi) böylelerİnce sabit olmalıdır". İmam
Ahmed aynı şeyi hapishanede kaleme aldığı eserinin şerhi mahiyetinde olup
Kur'ân'm müteşabih ayetleri hususundaki şüpheleri ve bunların yapılması
gerekenden farklı şekilde tevil edilmesini ele aldığı zındıklara ve
Cehmiyye'ye Reddiye (er-Reddü alc'I-Cehmiyye ve'z-Zeııâdtka) adlı kitabında
zikretmişti. Ahmed bİlahere sözkonusu ayetleri teker teker tefsir etmiş ve
bunların kendisi için müteşabih olmadığını ve anlamlarını bildiğini açıkça
belirtmiştir.
İmam Ahmcd'in bu
açıklamasına göre, -ayette de belirtildiği gibi- ''ilimde derinleşenler
(râsdılcr)" bu tür müteşabih kavramların tefsirini bilirler. Zihinsel dünyanın
dışında var olan hakikatlerin teviline gelince, bunu Allah'tan başka hiç kimse
bilemez. Ancak şu kadarı söylenebilir ki göreli müteşabihlik, Kur'ân'da sözü
edilen müteşabihlik değildir; çünkü bu tür müteşabihliği kendisinden başka
kimsenin bilemeyeceğini bizzat Allah Tcâlâ bildirmektedir.
Bir de manası pek çok
kimse tarafından bilinmeyen ayetlerin anlamını bilen insanlar vardır; ki bunu
İki şekilde açıklamak mümkündür:
1- Âl-i
lmrân/7 ayetinin iki farklı okuma biçimi vardır; ki birinde illallah kelimesi,
diğerinde İse vcr-rnsihûne fıVilm (bilgide derinleşenler) cümlesi üzerinde
durulur. Doğruyu söylemek gerekirse her iki okuyuş biçimi de haktır. Birinci
şekilde Allah'ın tevilini bilme yetkisini kendisine has kaldığı, kendi
bünyesinde müteşabih olan ayetler İkincisi ile de tefsirini ilimde derinleşenlerin
bildikleri göre i i müteşabihlik öğesi anlatılmak istenmiştir. Bu tefsir aynı
zamanda ayetin tevilidir de. Benzeri durumlar Kur'ân'm pek çok yerinde
geçmektedir; şu ayette olduğu gibi:
"Tuzakları,
dağlan yerinden kaldıracak türden oha bile..." (İbrahim, 14/46)
Buradaki litezûle
kelimesinin olumlu ve olumsuz olmak üzere iki yaygın okunuş biçimi ve her
ikisinin de doğru anlamı vardır.
Aynı yaygın okuyuş
biçimi şu ayet için de sözkonusudur:
Öyle bir fitneden
sakının ki, aranızdan yalnız zalimlere isabet etmekle kalmaz (lâ tusî-benne).
(Enfâl, 8/25)
Seleften bir grup
ayeti "Le-tıisîbenn'ellezîne zalemû mülküm hâssa (Öyle bir fitneden korkun
ki aranızdan yalnızca zalimlere isabet eder.)" şeklinde okumuşlardır.
Her iki okuyuş biçimi
de -diğer ayette olduğu gibi- doğrudur. Şöyle ki: Allah'ın koyduğu sınırlan
aşanlar zalimdir. İkinci okuyuş biçiminde "zalimin zulmüne karşı koymayı
(ret) terketmek" zulme ortaklık olmadığı için, zalimlîkden farklı bir
kavram olarak ele alınmıştır, ilkinde ise zalimin zulmünü reddetme eylemini
terketmek zulüm, bunu yapan da zalim olarak değerlendirilmiştir. Nitekim şu
ayette bu hususa değinilmiştir:
Ne zaman ki unlar,
kendilerine hatırlatılanı unuttular, biz de kötülükten alıkoyanları kurtardık.
Zulmedenleri de yoldan çıkmalarından dolayı çetin bir azab ile yakaladık.
(A'raf, 7/165)
Ayette belirtildiği
gibi Allah Teâlâ kötülükten alıkoyanları kurtarmıştır. Günahı çirkin görenler
ise yine Kur'ân'm ifadesiyle "Allah'ın helak ya da şiddetli bîr şekilde
azab edeceği bir kavme artık ne diye öğüt veriyorsunuz?" (A'raf, 7/164)
demişlerdi.
Sözkonusu kişilerden
çoğu günahı çirkin buldukları ve onu güçleri ölçüsünde reddettikleri için
kurtulmuşlardır.
Zulme karşı koymayı
-mutlak anlamda- terkedenler İse azaba hak kazanan zalimlerdir. Nitekim
Rasûlüllah fs.a) bu konuda "İnsanlar nriinkeri görüp de değiştirme
girişiminde bulunmadıklarında Allah'tan zalimlere gelen azah hepsini
kapsar.''13 buyurmuşlardır; ki bu hadis biraz önce zikrettiğimiz ayetlerle
örtüşmekte-dir.
Burada amaç olumlu
olumsuz, iki okuyuş biçiminin de doğru olduğunu anlatmaktır.
"Lâ-tusîbenn'elhzine zalemû minküm hâssa (Gelecek azâb aranızdan yalnızca
zâlimlere erişmekle kalmaz)" cümlesiyle anlatılmak istenen, gelecek
azabın yalnızca sınırı aşan zalimlere has kalmayıp, münkeri gördüğü halde
değiştirme girişiminde bulunmayanları da kapsayacağı hususudur.
Ayet,
"Le-tıısîheım'ellezine zalemû minküm hâssa" biçiminde okuyan kimse de
yine sözkonusu tehdide, gücü olduğu halde zulmü reddetmeycnleri sokmuş olur.
Bununla da amaçlanan böylelerinin zulme karşı koymamaları nedeniyle daha
dünyada azaba uğratılacakları ve ahirette niyetlerine göre
diriltilecekleri-dir. Bu ise bina içerisinde savaşan orduya benzer. Zor kullanılma
sonucu bina bütün bir ordu üzerine çöker ve herkes kıyamet günü niyetine göre
hasredilir.
2- İkinci
cevap biçimine gelince: Şurası kesindir ki Kur'ân'da zikredilen müteşabihlik
olgusu, Kur'ân'ın bünyesinde bulunup kendisi için gerekli olan bir benzerliktir.
İşte bu niteliğe sahip ayel, kelime veya kavramın tevilini Allah'tan başka
kimse bilmez.
İzafi (göreli)
müteşabİhliğin varlığını anlatmak isteyenlerin sözlerindeki göreli benzeme
hususuna gelince; bu düşüncedeki-lerin amaçlan, kimi insanlara göre anlaşılmasında
problem olan ve anlamlan birbirine benzeyen konularda konuşmak; kelime ve
kavramlardan, kendilerince iddialarını destekleyecek kanıtlar getirmektir. Nitekim
Cehmiyye kendilerine göre müteşabih
ve müşkü anlam içeren bu tür ayetleri, düşüncelerini desteklemek için
delil getirmişlerdir. Halbuki bunlar tevilini Allah'tan başka kimsenin
bilmediği müteşabih kelime ve kavramlardan olmayıp çoğu bazı insanlara
müteşabih gelirken bazı kimselere göre müteşabih niteliği taşımaz.
İmam Ahmed'in, konu ile
ilgili sözlerinde "kendi bünyesinde müteşabih" olan kelime ve
kavramlar dışında kalan kasdetmeme ihtimali vardır. O yalnızca kendi nefsinde
benzer olan ve müteşabih olması gereken ayetleri dile getirmek istemiş,
"göreli (izafi) müteşabih" niteliğindeki kelime ve kavramları
müteşabih olarak tanımlamamıştir. Nitekim kendisi bu konuda "Cehmiyye
kelime veya kavramı, yapılması gerektiğinden farklı şekilde tevil etmişlerdir"
demiş ve bununla sözkonusu kelime ya da kavramın başlangıçtaki gibi tevil
edilmediğini vurgulamak istemiştir. Bu teviller, Allah'tan başka kimsenin
bilmediği türden dahi olsa ilim sa-hibleri en azından Allah'ın onunla ne
anlatmak istediğini bilirler; başkaları için problem gibi gözüken kelime veya
kavramın onlar açısından hiçbir müşkil yönü yoktur.
Bütün bu
anlattıklarımızdan çıkan sonuç şudur: Müteşabihlik sorunu Allah'ın zatı ve ah
ire t meseleleri hakkında bilgi veren ayetler için sözkonusudur. Bunların
tevilini Allah'tan başka kimse bilemez. Buna göre tevilin müteşabihlerde
olduğu gibi muhkemler için de geçerli olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur.
Şu ayette buyurulduğu gibi:
"ille onun
tevilini mi gözetiyorlar?" (A'râf, 7/53) Bununla birlikte bu tür ayetlerin
verdikleri haberin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini Allah'tan başka kimse
bilemez. Tevilin ancak müteşabih haberler için sözkonusu olduğu söylenebilir;
çünkü bunlar Allah'ın va'ad ve va'îdi ile ilgili haberler olup tama-; mı
müteşabih sınıfına girmektedir. Öte yandan bazılarının müteşabih sandığı
ayetlerin de hepsi müteşabih değildir. Nitekim İmam Ahmed'in konu ile ilgili
olarak "üç müteşabih ayeti delil gelirin!" diye bir sözü vardır.
Ahmed'in bu sözünden, Kur'ân'ın müleşabİhlcri konuşundu kuşku İçerisinde
bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Onun bu sözüne dayanılarak şu yorumu yapmak
mümkündür: Cehmiyye ve diğer fırkalar İle Ahmed, aslında mü-teşnbih olmayan
bazı ayetleri de nıüteşabihlen saymıştır; nitekim ayetle şöyle buyuruîmaktadır:
"Onun bazı âyetleri muhkem (manası açıktır), bunlar Kitab'ıtı ana
konulandır. Diğerleri ise nıüteşa-bîhlerdir". (Âl-i înırân, 3/7)
Bu ayet ile Kur'ân'ın
tüm ayetlerinin müşterek olduğu bir genel muhkemlik ya da mütesabihlik
anlatılmak istenmemiştir; çünkü bizzat Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur:
Bu, bir Kİtab'dır ki,
ayetleri All;.h tarafından muhkem kılınmış, daha sonra detaylı bir şekilde
açıklanmıştır. (Hûd, 11/1)
Diğer bir ayette ise
konu şöyle vurgulanmıştır:
Allah, sözün en
güzelini, birbirine benzer (müteşabih), ikişerli bir kitab halinde İndirdi.
Rablcrinden korkanların tüyleri ondan ürperir... (Zümer, 39/23)
Burada da Kur'an'ın
tüm ayetleri müteşabih olarak nitelendirilmiş; istisna yapılmaksızın hepsi
üzerinde ittifak edilerek bir kısmının diğerini tasdik eder mahiyette olduğu
vurgulanmıştır. Birbiriyle çelişen, birbirine ters ve karşıt olan söz ve
hükümler ise Kur'ân'da zikredildiği gibi bunun dışındadır:
Eğer o Kur'ân
Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbiriyle çelişen çok
şeyler bulurlardı. (Nisa, 4/82)
Diğer bir ayet ise
şöyledir:
Siz Kur'ân hakkında
çeşitli sözler içindesiniz. Çevrilen ondan çevirîliyor. (Zâriyât, 51/8-9)
Bu tür teşabüh
(benzeşme) ayetlerin muhkem kılınması gibi Kur'ân'ın tümünü kapsamaktadır.
Nitekim Âl-i İmrân suresinde "Onun bazı âyetleri muhkemdir. Bunlar Kitab'w
atlasıdır, diğerleri ise miıieşnbih ayetlerdir..." (3/7) buyuruîmaktadır.
Görüldüğü gibi
Kur'ân'm kimi ayetleri muhkem kimileri de müteşabih olarak tanımlanmıştır.
Burada tcşâbüh olgusunun iki anlama geldiği açıklık kazanmıştır.
Tcşâbüh (benzeşme)
olgusunun üçüncü bir anlamı daha vardır; ki bu da göreli mütesabihlik
unsurudur. Sözgelişi "Bu ayet, kelime veya kavram bize göre
müteşabihtir" denilebilir. Nitekim îsrâiloğullan "O inek bize benzer
geldi." (Bakara, 2/70) demişlerdi.
Kendi bünyesinde bir
olgu meydana getiren unsurlardan bir kısmı diğerinden ayıklanmış ve
ayrıştırılmış olsa bile burada böyle bir benzeşmeden sözedilmektedir. Bu bir
bakıma hakkın batıla benzetilmesİdir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur:
Helal da haram
bellidir Bu ikisi arasında insanların çoğunun bilmediği birtakım benzer
(müteşabih) durumlar vardır.
Bu hadis helal ve
haram kavramları arasındaki müteşabih konuları bilen insanların varlığına
işaret ve bu meselelerin bütün insanlara göre müteşabih olmadığını ifade
etmektedir. Bunlar bir kısım insanlara göre müteşabihtir. Tevilini Allah Teâlâ
dışında hiç kimsenin bilmediği müteşabih kelime ve kavramlarsa farklıdır. Bu
tür kelime ve kavramların tevilini bilememe konusunda tüm insanlar ortaktır. Bu
bağlamda Hz. İsa (a.s)'dan şöyle bir söz nakledilmiştir.
Bütün işler üç
kategoride mütalaa edilir. Doğruluğu apaçık olanlar ki onlara uyun;
eğriliği/yanlışlığı aşikar olanlar, bunlardan da kaçının! Birde size göre
müteşabih niteliği taşıyan meseleler vardır ki bunları da bilenlere götürün!
Kimi insanlara göre
müleşabih niteliği taşıyan meselelerin, diğer bazılarına göre müteşabih
olmaması; bu tür konularda doğruya ulaşılabilmesi, benzer İkİ mesele arasındaki
farkın anlaşılabilmesi imkansız değildir. Bilgide derinleşenlerin tevili
bileceğini kabul eden kimselerin anlatmak istediği görüş budur. Bu görüşte
olanlar bu bağlamda müteşabih ayetlerin insanlardan bir kısmına göre müteşabih
olup bir kısmına göre ise müteşabih olmadiğini benzer ayeiler arasında, bazı
kimselerce bilinen, benzerliği ortadan kaldırıcı larklar bulunduğunu kabul
eder. Bu kendi içerisinde yadırganmaması gereken, tutarh ve sağlam bir görüştür.
Kuşkusuz İlimde derinleşen kimseler, diğer insanlarca müteşabih kabul edilen
ayetlerin gerçekte neye tekabül etliğini bilirler. Bu durum bazan ayetin farklı
okunuş biçimlerinden kaynaklanır; ki birkaç sayfa önce bu tür ayetlerle ilgili
örnekler vermiştik. Ancak burada tevil kavramıyla anlatılmak istenen aslında
tefsirdir. Sebebi de sözkonusu ilim adamlarının müteşabih denilen ayetlerin
tevilini mücmel olarak bilmeleridir. Nitekim aynı kişiler muhkem ayetlerin
tevilini de bu şekilde bilmektedirler. Evet bunlar Allah ve Rasûlünün haber
verdiği hesab, mizan, si-rad, sevab, azab vb. kavramları mücmel olarak
bilirler. Bu anlamda sözkonusu kavramların tevilini de bilirler; çünkü
zihinsel dünyanın dışındaki nesnelerin, olay ve oigularm bilinmesi ancak bu
şekilde mümkün olur. Tevilini mücmel olarak, bu kavramları detaylı olarak
bilemezler. Çünkü sözkonusu kavramların keyfiyet ve hakikatinin olduğu gibi
bilinmesi imkansızdır. Zira bu kavramlar, dünyada gözlemlenen, duyu organları
aracılığıyla algılanan varlıklara benzemez. Bu anlamda bu tür kavramların
tevilini bildiklerini söylemek de doğru olur. Kaldı ki burada tevilden kasıt
tefsirdir. Öte yandan bu tür kavramların tevillerini bilmediklerini söylemek
de yanlış olmaz. Sonuç itibariyle her iki değerlendiriliş ve okuyuş şekli de
doğrudur.
Acaba sözkonusu ayetin
olumsuzluk ifade eden okunuşuna göre ilimde rüsûh bulmuş kimselerin tevil
edilmesi gereken muhkem ayetlerin İçeriğini {tafsilatını) bilemeyeceği
söylenebilir mi? Çünkü bu bağlamda düşünüldüğünde ayetin anlamı
"Müte-şabihlerin tevilini, Allah'tan başka kimse bilemez" olur. Bu
ifade biçimi, Kur'an'm muhkem nitelikli ayetlerin tevilini Allah'tan başkalarının
da bileceğine işaret etmez. Bu konuda "Muhkem ayetlerin tevilini de
-müteşabih ayetlerde olduğu gibi- Allah'tan başka kimse bilemez"
denilebilir. Ancak konuyu gündeme getiren ayetle, tevilini Allah'tan başka
kimsenin bilemeyeceği bildirilen ayetler yalnızca müteşabih nitelikli olan
ayetlere Özgü kılın-mistir; çünkü ayetin İnmesine sebep olan kişiler bu tür
ayetlerin tevilini öğrenmek istemişlerdi. Ya da "İlimde ileri gidenler,
muhkem ayetlerin tevilini bilirler, ancak bunun zamanını, zeminini ve
niteliğini bilemezler" denilebilir.[39]
Seleften birçok alim15
"Muhkem, kendisiyle amel edilmesi müteşabih ise kendisine inanılması
gereken ayettir. Müteşabih niteliği taşıyan ayetlerle amel edilemez" demişlerdir,
Nitekim sahabe ve
tabiinden gelen konu ile ilgili birçok sözde şöyle denilmiştir: Bİz Kur'an'm
muhkem kısmı ile amel, müteşabih kısmına ise iman ed:riz. Sözgelişi İbn Mcs'ûd
ve diğer bazı sahabiler "Kendilerine verdiğimiz Kitab't hakkıyla okuyanlar
var ya, işte onlar, ona inanırlar." (Bakara, 2/121); ayetiyle ilgili
olarak "Helal kıldığını helal, haranı kıldığım da haram kabul eder, muhkem
kısmı ile amel müteşabih kısmına ise iman ederler." yorumunu
yapmışlardır. Selef ulemasının bu konudaki görüşleri, benzeşme (müşabehet)
olgusunun izafî olduğuna işaret eder. Buna göre müteşabih bir ayet, kelime
veya kavram, bazılarınca müteşabih olmayabilir. Herkes kendisi için açığa
çıkan ve netlik kazanan anlama göre amel edip miUeşabih gözüken kısımları Allah'a
havale eyler. Nitekim Übcyy b. Ka'b kendisine tavsiyelerde bulunmasmı isteyen
Hbıı'l-Âliye'ye şunları söylemişti:
Allah'ın Kitabı'nı
kendine rehber ve hakim edin. Yargıç olarak onun verdiği hükümlere razı ol!
Çünkü o şefaatçi ve kendisine itaat edilen bir hükümler dizgesidir.
Eleştirilemeyen ve şahit olarak Allah elçisinin yerine konulan, aranızda
yegane hakem olan bir ki t abdır. Onda hem önceki insanların, hem de aranızdaki
münasebetlerin bilgisi bulunmaktadır.
Yine Übeyy b. K;ı'b,
îbn Ebzâ'ya şu tavsiyede bulunmuştur:
"Kur'ân eh n sana
aşikar olan hükümlerle, amel et; müteşabih gözükene de iman etmekle yelin ve bu
Hır ayetleri, bilenlere havale eyle!"
Seleften kimi ilim
adamları Kıır'ân'da müteşabih olarak tanımlanan ayetlerin "mensuh (hükmü
yürürlükten kaldırılmış) ayetler", kimisi de mutlak haber niteliği taşıyan
ayetler olduğunu söylemiştir. Sözgelişi Katûde, Dahhak ve Süddî'nin bu konuda
"Muhkem ayet kendisiyle amel edilen nâsih (nesheden) müteşabih ise,
inanılmakla yetinilip kendisiyle amel edilmeyen ayettir" dedikleri
nakledilmiştir, cl-Avfî'nin, Tbn Abbas'tan naklettiği görüş de bu
doğrultudadır.
el-Vâlibî'de Ibn
Abbas'tan konu ile ilgili şu görüşü nakletmektedir:
Kur'ân'm muhkem
ayetleri; nesheden, haram-helai ve farz kılan, kendisine inanılan ve kendisi
ile amel edilen ayetlerdir. Müteşa-bihleri ise nesh ve takdim edilen, sonraya
bırakılan, misaller verilen, yeminler edilen; inanılan, ancak kendisiyle amel
edilmeyen ayetlerdir.
Birinci görüş -en
doğrusunu Allah bilir- şu ayetten alınmıştır:
Allah, şeytanın
attığını nesh ve ardından kendi ayetlerini tahkim eder. (Hacc, 22/52)
Bu ayette mensuh ve
muhkem kavramları karşılaştırtlmtşür. Burada anlatılmak istenilen,
eksikliklerden uzak, şanı yüce Allah'ın ayetleri neshettiği (hükmünü yürürlükten
kaldırdığı) değil; şeytanın attığı kuruntuları iptal edip yerine kendi
ayetlerini yerleştirdiğidir. Ne varki onlar nesholunan tüm ayetleri müteşabih
saymışlardır; çünkü bu tür ayetler tilavet (okunuş) ve nazım biçimi olarak bazı
kimselere müteşabih gözükmektedir. Hepsi Allah'ın kelâmı olup Kur'ân'a dahildir
ve ifadeleri mu'cizdir. Sadece anlamlan neshedilmiştir.
Öte yandan kimi
alimler de neshedilen, kendisiyle amel edilnıcyeıı ayetlerle Kur'ân'da geçen
yemin ve misallerin tümünü müteşabih saymışlardır; çünkü insanlar bunların
detaylarını Öğrenmekle mükellef tutulmamış, yalnızca mücmel olarak iman etmeleri
istenmiştir. Kendisiyle amel edilen ayetler ise böyle değildir; zira bu tür
hükümlerin her müsiüman toplulukça detaylı olarak bilinmesi gerekir. Zira bir
topluluk, kendisini, ancak ayrıntılarıyla bildiği hükümlerle yükümlü
görebilir. Hakkında geniş malumatları olmayan konularda kendilerine verilen
haberlere gelince bunlara kısaca ve olduğu gibi inanması yeterlidir. Bu
hususlarda kendisinden istenen bundan ibarettir. Bu tür haberleri bilmek,
güzel ve farz-ı kifayc sayılsa da farz-ı ayn değildir. Ancak kendisi ile amel
edilmesi gereken hükümlerin durumu farklıdır; her insanın amel edeceği hükmü
tüm gerçekleriyle ve etraflı bir şekilde bilmesi zorunludur. Sadece
bilgilendirme amaçlı konular ise bütün detaylarıyla bilinmek zorunda değildir.
Mücahid ile İkrime bu
konuda şöyle demişlerdir: "Muhkem ve haram kılma İfadesini açıkça içeren
hükümlerdir. Bunun dışında kalan ayetler ise bir kısmının diğerini doğruladığı
müteşa-bihlerdİr". Bu görüşe göre müteşabih kavramı "Mütekabili,
ikişerli bir kitab olarak....1" (Zümer, 39/23) ayetinin ifade ettiği
anlamdadır.
Helalle haram
birbirinin karşıtıdır. Mücahid'e göre, alimler bu tür ayetlerin tevilini bilirler.
Ancak bu tanımlamaya göre, müteşabih ayetler de tefsir edilebildiğinden
Kur'ân'm tamamı müteşabih olmuş olur. Oysa burada müteşabihlik yalnızca bir
kısım ayetler için kullanılmıştır ki, bu da sözkonusu görüşün zayıflığını
gösterir.
"Fİtne çıkarmak,
ayetleri kendilerine göre yorumlamak isteyenler Kur'ân'm müteşabihleruıin
ardına düşerler." (Âl-i İmrân, 3/7) ayetinde de durum böyledir; çünkü
burada geçen teşâbüh kavramı ile bir kısmının diğerini onayladığı haberler
kastediliyorsa bunlara uymanın bir sakıncası yoktur. Bir kısmının diğerini doğrulaması
sözkonusu ayetlerin tevilini araştırmaya engel değildir.
Aycuc geçen
müteşabihat kelimesi hu görüşün doğruluğuna de-İil gösterilmekledir. Bu durumda
ayetlerin kendileri de müteşa-bih kategorisine girmekte bu da ayetlerden bir
kısmının diğerlerine benzemesini gerektirmekledir. Ancak burada ayetlerin birbirlerine
benzemelerini gerekli kılan herhangi bir işaret yoktur. Bu iddiaya şöyle bir
cevap verilebilir. İki değişik konuda İki farklı anlamda kullanılan kelimeler
(veya kavram) müteşabih kapsamına girer. Sözgelimi yukarıda geçtiği üzere innâ
ve nahnü kelimeleri, sözkonusu ayetin nüzul sebebi olarak zikredilmiştir.
Muhammed b. îshak'ın Ca'fcr b. Zübeyı-'dcn naklettiğine göre bu ayet Necran
hiristİyanlarının Mesih konusunda RasûlüllalVa yönelttikleri sorular üzerine
inmiştir. Bu olayı aktardıktan sonra, muhkem ve müteşabih kavramlarını
tanımlayan İbn İshak'a göre "muhkem tek bir yönün dışında tevil ihtimali
bulunmayan, müteşabih ise birden fazla tevil edilebilen tüm ayet, kelime ve
kavramlar"dır.
Açacak olursak: Muhkem
kelime ve kavram, zihinsel dünyanın dışında tek bir anlamdan başka tevil yönü
bulunmayan; müteşabih ise birkaç açıdan tevil edilebilmesi mümkün olandır. Ancak
Allah Teâlâ bu anlamlardan sadece bir tanesini kasdetmiştir; ki ayetin siyakı
(akışı) buna işaret eder. Bu takdirde ilimde ileri düzeye erişenler, gerek
muhkem, gerekse de müteşabih ayetlerde Allah Teâlâ'nın murat ettiği anlamı
bilirler. Ancak tevilin kendisi -hadislerin hakikati, gerçekleşme zamanı vb.-
ne muhkem ne de müleşabih ayetlerden anlaşılabilir.
Kimi zaman da Necran
hırİstiyanlarının iddialarına delil olarak "Mesih Allah'ın
kelimesidir", "Mesih Allah'tan bir ruhtur."16 ifadelerini Öne
sürdükleri söylenmiştir.
Burada geçen
kelimetullah kelimesi ile kelâm ve onunla yaratılan varlık, ve 'ruhun minh'
O'ndan bir ruhtur ifadesi ile de sonun başlangıcı ve kısmiyet kastedilmiştir.
Buna göre "Bu tür ifadelerin tevilini Allah'tan başka kimse
bilemez." sözüyle anlatılmak islenen tevil kavramının hakikatidir. Yani
liz. İsa'nın üzerine selam olsun- kelime ile nasıl yaratıldığını, Allah'ın
ruhunun \-Vı. Meryem'e nasıl gönderildiğini, Rûh'ul-Kudüs'ün düzgün bir İnsan
biçiminde ona nasıl göründüğünü; Allah'ın gönderdiği ruhun kendisine nasıl
üflendiğini Allah'tan başka kimse bilemez.
Buhâri'nin Sahîh'inde
Hz. Âİşe'den nakledilen bir hadiste Ra-sûlullah "Kur'ân'ın müteşabih
ayetlerinin ardına düşenlerden -ki Aliflh onlar Kur'ân d a bildirmiştir-
onlardan sakının"17 buyurmaktadırlar.
Burada anlatılmak
istenen husus şudur: Şanı yüce Allah'ın anlamsız bir kelâm indirmesi caiz
olmadığı gibi bu kelimelerin anlamım -Rasûlüllah da dahil- ümmetten hiç
kimsenin bilmemesi de caiz değildir. Oysa sonrası asırlarda yetişen kimi ilim
adamları özellikle de kelam mesleğine mensup olanlar, Kur'ân'da Allah Rasûlü
ile tüm İslâm ümmetinin, anlamını bilmediği bazı kelimelerin bulunduğunu iddia
etmişlerdir. Bu kesinlik ifade eden bir görüş olup yanlıştır. Bununla ister
"ilimde derinleşenlerin Kur'ân'ın tevilini bilmediği" isterse de
tevilini bilinen diğeri ise bilinmeyen olsun sonuç değişmez.
Mesele iki görüş
bağlamında ele alındığında, yani "Allah Ra-sûlü'nün Kur'ân'daki müteşabih
ayetlerin anlamını bİlmediği"ni iddia eden görüş ile "ilimde
derinleşenlerin müteşabih ayetlerin kelime ve kavramların manasını
bildikleri"ni ileri süren görüş biraraya getirildiğinde; meseleye olumlu
yaklaşan, yani ilimde derinleşenlerin, müleşabihlcri bildiğini savunan görüşün
diğerinden daha tutarlı olduğu anlaşılır; çünkü Kitab ve sünnetle selef
ulemasından birçoklarının sözlerinde Kur'ân'ın tamamının anlaşılmasının,
bilinmesinin ve üzerinde derinlemesine düşünülmesinin mümkün olduğuna dair
pekçok işaret vardır. Bu kesinlik gerektiren bir konudur; "ilimde ileri
düzeye erişenlerin müteşabih ayetlerin anlamlarını (tefsirlerini)
bilmediklerini dile getiren görüş ise kesinlik ifade etmemektedir; çünkü selef
alimlerinin çoğu, bu tür ayetlerin tevillerini bildiklerini zaman zaman ifade
etmişlerdir. Sözgelişi tefsir alanında çok önemli bir yere sahip olan Mücâhid,
Rebî' b. Encs, Mııhammed b. Ca'fer b. Zübeyr, Ibn Abbas'ın bu konuda "Ben
Kur'âıı'tn müteşabih ayetlerinin tevilini bilen, ilimde ileri düzeye ermiş
biriyim"1dediğini nakletmişlerdir.
İmam Ahmcd'in
"Kur'ân'm müteşabihleri konusunda şüpheye düşüp onu yapılması gerekenden
farklı bir şekilde tevil eden zındıklarla Cehmiyye'nin tevil ettikleri üç
müteşabih ayet hakkındaki görüşlerine reddiye olarak yazdığı risalesinde
söyledikleri de ulemanın müteşabih ayetlerin anlamlarını bilebileceklerine
delildir. Burada eleştirilmesi gereken husus yalnızca sözkonusu ayetlerin
yapılması gerekenden farklı bir biçimde tevil edilmesidir. Ayetlerin içerdiği
anlamla Örtüşen tefsir ise övülmeye değer bir girişim olup ilimde ilerleyen
alimlerin müteşabih ayet, kelime ve kavramların doğru tevilini öğrenmelerini
sağlar. Bu tevil, selef ulemasının terminolojisinde tefsir anlamındadır. Bundan
dolayıdır ki ne İmam Ahmed ne de seleften bir başka alim "Kur'ân'da Allah
Rasûlü de dahil anlamını hiç kimsenin bilmediği ayetler vardır. Onlar anlamını
bilmedikleri bu tür ayet, kelime ve kavramların lafızlarını okumakla
yetinirlerdi" demiştir. Bu sünnet ehli olan İbn Kuteybe, Ebû Süleyman
ed-Dımaşki gibi birtakım önemli alimlerin de tercih ettiği görüştür.
İbn Kuteybe, Alımcd ve
îshak ile sünnet mezheblerini destekleyen ünlü ilim adamlarının yollarına
bağlı bir ilim adamı olup pek çok eseri vardır. Kitâb'ut-Tahdîs bi-Mennkıbı
EhVi-Hadîs sahibi, onun İslâm dünyasının yetiştirdiği allameden ve fâzıl ve
pekçok değerli esere imza atmış bir ilim adamı olduğunu yazmaktadır. (İçyüzden
fazla eseri olduğu söylenmektedir. Kendisi İmam Ahmed'le İshak'm mezhebine
eğilim duymuştu. Öte yandan İbrahim el-Harbî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî gibi
ünlü alimlerin de çağdaşı idi. Mağribli müslümanlann çoğu ona saygı duyarlardı.
Öyle ki onunla ilgili olarak "İbn Kuteybe ile çatışmayı caiz gören kimse
zındıklıkla ilham edilir.""tammlamasını yapmışlardır. Yine hakkında
"içerisinde 'İbn Kuteybe'nin eserlcrinden bulunmayan evde hayır
yoktur" demişlerdir. Ru bağlamda ben de şu değerlendirmede bulunmak
isterim: Mu'tezilc mezhebi İçin Câhız ne ise sünnet ehli mezhebler için de İbn
Kuteybe odur. Câhız Mu'tczile mezhebinin İbn Kuteybe ise Ehli-Sün-net'in
sözcüsüdür.
Bu konuda İbn Abbas'tan,
müteşabih ayetlerin tevilini Allah'tan başka kimsenin bilmediğine dair farklı
bir görüş de nakledilmektedir; ki aynı görüş birçok sahabe ve tabiînden de
rivayet edilmiştir. Ne var ki hiçbiri bu konuda Allah ve elçisinden gelen bir
delile dayanmamaktadır. Bundan dolayı da mesele, müs-lümanlar arasında, Allah'a
ve Rasûlünc götürülmesi gereken bir tartışma konusu olmuştur. Onlar müteşabih
ayetlerin ardına düşenlerin Kur'ân'da fitne çıkarmakla itham edilmesini ve
Allah RasûSü'nün müteşabih kavramları araştıranları ve onların ardından
gidenleri kınamasını ve bu gibilerden sakınılması gerektiğini belirterek
konuya dikkatini çekmesini göstermektedirler.
Nitekim Ömer b. Hattab
-Allah ondan razı olsun- kendisine müteşabih ayetler konusunda soru soran Sabîğ
b. Asel'i azarlamış ve hatta dövmekle tehdit ederek şöyle demişti. "Bu
ayetle "İlimde ileri gidenler derler ki..." fyekûlûnc)
denilmektedir. Buradaki vav harfi cümleyi cümle üzerine gönderen isti'nâf vavı
değil de tekil (mtifred) kelimeyi tekil üzerine gönderen atıf vavı olmuş olsaydı
"ve yekûlûne" denirdi.
Karşı tarafta yeralan
grup ise bu itiraza şu karşılığı vermişlerdir: Allah Teâlâ bir ayetinde şöyle
buyurmaktadır:
Bir de o mallar,
hicret eden fakirlere aittir ki onlar yurtlarından ve mallarından (sürülüp)
çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar...
....Ve onlardan önce o
kente yerleşerek, imana sarılanlar, hicret edip kendilerine gelenleri severler
ve onlara verilenlerden Ötürü içlerinde bir ihtiyaç hissi duymazlar...
....Onlardan sonra
gelenler derler ki: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi
mağfiret eyle!.." (Haşr, 59/8-10)
Yine diyorlar ki;
burada atıf vavı ile müfred bir kelime, bir başka müfred kelime üzerine
gönderilmiştir. Buradaki fiil, yalnızca üzerine atıf yapılan (ma'ttıf)
kelimeden hal kılınmıştır. Buna benzer bir durum şu ayette de geçmektedir.
"İlimde ileri
gidenler derler ki: "Rnbbimiz katından gelenlerin tümüne inandık.."
(Âl-i jmrân, 3/7)
Burada yalnızca inanma
niteliği amaçlanmış olsaydı bu ilimde ileri gidenlere tahsis edilmez, bilakis
"Müminler, biz ona iman ettik; derler" denirdi. Çünkü Rabbi katından
gelene her mü'mi-nin İman etmesi gerekir. Böyle deııilmcyip de inanma eyleminin
ilimde ileri gidenlere hasredilmesi müteşabih nitelikli ayetlerin tevilini
bilmelerinden dolayı bunların diğer mü'minierden ayrıldıkların:
göstermektedir. Bunlar herşeyden Önce alim vasfına sahip kimselerdir. Bu
sayede müteşabihlerİn tevilini bilir ve onlara iman ederler; çünkü onlar
alimliğin yanışını mü'min vasfını da taşımaktadırlar. Hem müteşabih ayetlerin
tevilini bilmeleri hem de inanmaları kendilerine daha mükemmel bir konum
kazandırmıştır. Nitekim ayet-i kerime "...Öz akıl sahiplerinden başkası
bu ayetleri düşünüp anlamaz" (3/7) ifadesi ile bağlanmaktadır. Ayetin bu
son kısmı bu konuda enine boyuna düşünüp anlamaya çalışmanın -tezekkür-
yalnızca öz akıl sahiplerine has kılındığına işaret etmekte. Eğer burada
yalnızca sozkonusu ayetlerin lafızlarına İnanma kasdedilmiş olsaydı müteşabih
kavramıyla anlatılmak istenen mananın sadece onlara delalet etmesi hususu özellikle
vurgulanmazdı.
Benzeri bir durum da
"İçlerinden bilgiye derinleşmiş olanlar ve mü'minler, sana indirilene ve
senden önce indirilene iman ederler" (Nisa, 4/162) ayeti için
sözkonusudur.
Bu ayette de bahsi
geçen insanlar ilimde derinleştikleri için inanmışlardır. İlimde ilerlemeleri
onları imana yaklaştırmıştır. Sadece iman kavramı anlatılmak istendiğinde
ilimde ileri gidenler ve mü'minîer "Biz ona iman ettik; derler"
buyurulur. Nitekim Ccnab-ı Hak bu ayet-i kerimede yalnızca "iman
etme" olgusunu amaçladığından iki grubu (ilimde ileri düzeye erişenlerle
sıradan mü'minîer) birarada zikretmiştir.
Yine şöyle
demişlerdir: Bu ayct-İ kerimede fitne çıkarmak için nuîleşabih ayetlerin
tevilini araştırarak bunların peşine düşenlerin hareketleri kınanmaktadır. Bu
da Kur'ân'da eleştiri noktalan arayan ve insanların kalblerini (düşüncelerini)
bozmak için muhkem ayetleri bir kenara bırakarak sadece müteşabih ayetleri
araştırıp, gündeme getiren bozuk niyetli kimselerin hali olup bu şekilde
müslümanlar arasında fitne çıkarmak isterler. Bu maksatla muhkem ayetleri
bırakıp sürekli müteşabihlerİn tevili iie uğraşır, savundukları görüşlerde
delil olarak yalnızca bunları öne sürerler. Amaçları sağlam bilgiye, mutlak doğruya
(hidayete) ulaşmak değil inananlar arasında kavram kargaşası yaratmak, düşünce
dünyalarında sarsıntı meydana getirmektir. Hz. Ömer'in Sabîğ b. Asel'i dövmekle
tehdit etmesi belki de sırf bu yüzdendi; çünkü Sabîğ'İn amacı müteşabih ayetler
konusunda birtakım sorular yönelterek fitne çıkarmaktı. Bu, bir insanın; kendi
düşüncelerini üçüncü bir şahsa malederek birtakım sorular sormak ve
anlaşılması güç birtakım kavramlar ortaya atmak suretiyle muhatabın bir
konudaki düşüncesini, maksadını, eleştiri, tepki ve kuşkularını ölçmek
istemesine benzer. Bu kişinin amacı doğruyu öğrenmek olmayıp kendisine ait
sözleri başkasının ağzından naklederek karşısındakini denemektir. Nitekim
Ra-sûlüllah {s.a) bu tür kişileri kasdederek "Kur'ân'ııı muhkem ayetlerini
bırakıp sadece müteşabihlerinİn peşinden düşenlerden sakının!"
buyurmuşlardır.
Hadiste yettebûne
kelimesi yallubûne yerine kullanılmıştır; ki "Sozkonusu kişiler muhkem
ayetleri bırakıp müteşabihleri araştırır ve onların ardından giderler"
anlamındadır. Bu da fitne çıkarmayı amaçlayan kişilerin davranışıdır.
Müteşabih ayetlerde
anlatılmak istenen hususları Öğrenmek, kapıldığı şüpheleri gidermek amacıyla
soru soran, muhkemi bilip ona gereği gibi uyan, müteşabih ayetlere
irdelemeksİzin oldıığu gibi inanan, soru sorarken fitne amaçlamayan halis
niyetli kimseler ise bu ayet-i kerimenin kapsamına girmez. Nitekim sahabe de
böyle yapmıştır. Sözgelişi Mu'az b. Ccbel'den bu konuda şöyle bir süz
nakledilmişti]-:
İki kişi Kıır'an okur;
Biri öyle bir hava ve niyet içerisinde okur ki, tabiri caizse Kur'ârTin başını
gözünü yarar, ondan insanları yoldan çıkaracak birtakım hükümler elde etmeye
çalışır. Böyle-lcri, yaşadıkları toplumun en kötüleridir. Allah bunlara hidayet
yollarının tamamını kapamıştır. Bir de hiçbir kötü niyet taşıyıp heva \'c
hevesi doğrultusunda hareket etmeden ve Kur'ân'ın başını gözünü yarmadan
okuyan vardır ki, bu da kendisine aşikar olan hükümlerle amel ve müteşabih
gejen hususları Allah'a ha-vaîe eder. Allah Teâlâ'nm, nkıhçıların herbiri
üzerinde yirmi yıl durmalarına rağmen anlayamadıkları bu müteşabih ayetleri anlayıp
kendisine anlatacak birini göndermesini bekler.
Görüldüğü gibi Mu'az
müteşabih ayetlerin peşinden giden ve bunları fitne çıkarmak amacıyla araştıran
kimseleri kınamakta olup bu tür ayet, kelime ve kavramlar üzerinde, Allah
Teâlâ'nm anlaşılmasını istediği ayetleri anlayabilmek için düşünenleri eleştirmektedir.
Bunun en açık delili de sahabenin bu hususta takındığı tavırdır. Sahabeler bir
ayet veya hadis konusunda kuşkuya düştüklerinde onu daha iyi bilenlere
sorarlar. Sözgelişi Hz. Ömer - Allah kendisinden razı olsun- hac meselesi ile
ilgili bir meseleyi çevresinde bulunan sahabilere sorarken "Beyt'e nasıl
varacağımızı ve tavaf t nasıl yapacağımızı bize anlatacak kimse yok
mudur?"'1'* demişti.
Yine Hz. Ömer seferde
namazı kısaltma meselesi ile olarak ilgili kalasına takılan bir konuyu
çevresindekilere "Güvenlik içerisinde olduğumuz halde jarz namazları
hangi gerekçeye dayanarak kısaltıyoruz?"20 diye sormuştu.
Yine sahabe
"İmanlarını bir zulümle bulandirmayanlar.." (En'âm, 6/82) ayetindeki
zulüm kavramı üzerinde kuşkuya düşmüşler ve Hz. Peygambere "Ya
Rasûlallah! Hangimiz kendi nefsine zLilmetmcmİş ki?"diye sormaktan
kendilerini alamamışlardır.
Hz. Peygamber de
meseleyi açıklamıştır.21
"içinizden geçen
düşüncelerinizi açıklasaıuz da oizleseniz de Al-hıh sizi onunla hesaba
çeker." (Bakara, 2/284) ayeti indirildiğinde sahabe yine kuşkuya düşmüş ve
konuyu Allah Rasûlü'ne götürmüşlerdir. O da meseleyi izah ederek kuşkularını
gidermiştir.
Aynı bağlamda, şu
hadİs-i şerifi de örnek göstermek mümkündür. Rasûlüllah bir keresinde
"İnce hesaba çekilen mutlaka azaba uğratılır" buyururlar. Bu ifade
ile neyi kastettiğini anlayamayan Hz. Aişe'nin Allah, 'îşte böylesi koiay bir
hesaba çekilir.' (İnşikâk, 84/8) buyurmarmş mıydı?" demesi üzerine Hz. Peygamber
"O senin dediğin sadece arzdır" karşılığım verirler.22
Bu görüşü savunanlar
sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: İddiamızın diğer bir kanıtı da selef
ulemasının bu konudaki icmaıdır; çünkü onlar Kur'ân'ın tamamını tefsir
etmişlerdi. Sözgelişi Mü-cahid bu konuda "Kur'ân-ı Kerim'i, Fatiha'dan son
suresine kadar, her ayet üzerinde teker teker durarak İbn Abbas'a sundum ve
herbir ayetle ilgili sorular yönelttim" demiştir.
Sahabe de Ebû
Abdİrrahman es-Sülemî'nin naklettiği gibi Kur'ân'ı Hz. Peygamber'den bu şekilde
almışlardır. Yine o Abdullah b. Mes'ud, Osman b. Affan ve diğer sahabilerin
Allah Rasû-lü'nden aldıkları on ayetin içerdiği ilim ve ameli öğrenip uygulamadan
başka ayetlerin öğrenimine geçmediklerini aktarmaktadır. Hatta bu konuda
"Biz bu şekilde Kur'ân'ın içerdiği ilim ve eylemlerin tamamını
öğrendik!"25 demişlerdir.
Öte yandan sahabe ve
taburun Kur'ân'ın tefsiri ile ilgili sözleri tamamını kapsamaktaydı. Ancak
içlerinden bazılarına anlaşılması zor geİcn ayetler üzerine dururlardı. Bu da
sözkonusu ayetlerin hiçkimsenin bilmemesinden değil, yalnızca o şalısın bilmemesinden
ya da anlamakta zorluk çekmesinden İleri geliyordu. ' Ayrıca şu durum da iddia
edilen düşüncenin doğruluğunu kanıtlayan bir diğer delildir: Allah Teâlâ
insanlara, hiçbir hususu istisna etmeksizin Kur'ân'ın tamamı üzerinde
düşünmelerini -mutlak anlamda- emretmiş ve "Ey insanlar! Yalnızca muhkem ayetler
üzerinde düşünün, müteşabih ayetler üzerinde İse sakın düşünmeyin!" dememiştir.
Kaldı ki bir konuyu anlamadan, üzerinde düşünmek imkansızdır. Şayet Kur'ân'da
bilinmeyen ve bu yüzden üzerinde düşünülmeyecek olan ayet, kelime veya kav-1
ramlar bulunmuş olsaydı Allah Teâlâ düşünülmesinden sakınılsın diye müteşabih
ayetler kavramını açık bir sınırla belirlerdi,
Sözkonusu alimler, bu
kanıtlardan sonra, görüşlerini savunmayı şöyle sürdürmektedirler. Müteşabih
kavramı, göreli (izafi) bir kavramdır. Sözgelimi bir insana göre müteşabih olan
herhangi bir ayet, kelime veya kavram bir başka insan açısından müteşabih
olmayabilir.
Burada birde şöyle bir
durum vardır. Yüce Allah Kur'ân'ın açıklama, hidayet kaynağı, şifa, nur vb.
niteliklere sah İp olduğunu bildirirken hiçbir ayeti istisna etmemiştir.
Manası bilinmeyen birşeyden gereği gibi yararlanmak da imkansızdır.
Öte yandan "Allah
Teâlâ, Rasûîüne, anlamlarını ne kendisinin ne de Cebrail'in bilmediği sözler
indirdi!" demek büyük bir günahtır. Bu durumda -hâşâ- Allah'a ait
sıfatlarla kader, ahiret vb. kavramları bizzat Peygamber kendisi ihdas etmiş
olur; çünkü bunların tamamı onlara göre müteşabihtir. Çok az insan dışında hiç
kimse Allah Rasûlü'nün bu kavramları anlamlarını bilmeden kullandığı gibi saçma
sapan bir zanda bulunamaz.
Kaldı ki sözlü ifadede
(kelâmda) asıl amaç, meramın (anlatılmak istenen şeyin) karşı tarafa (muhatab)
anlatılmasıdır. Böyle bir amacın güdülmediği kelâm asılsız ve tutarsız bir
İfadeden başka birşey olmaz. Oysa Allah abesle, asılsız/tutarsız birşcyle iştigalden
münezzeh ve beridir. Allah nasıl tutarsız ve asılsız birşey söyleyebilir?
Anlamalarını İstemediği sözleri, kullarına nasıl indirilebilir?!,. Bu saçma
deliller, ilhad ehli kişilerin en güçlü kanıtlarıdır,
Ayrıca Kur'ân'da,
sahabe ve tabiînin, manası hakkında konuşmadıkları tek bir ayet yoktur. Her ayetin
anlamı üzerinde mutlaka konuşulmuş ve anlamı açıklanmıştır. Bazı ayetler
üzerinde ihlİhıf etlikleri, farklı farklı düşündükleri de yadsınamaz; emir ve
vaşak içeren ayetler üzerinde de bazı ayrılıklara düştükleri söylenmektedir.
Ama biz biliyoruz ki ilimde ileri düzeye erişmiş ilim adamları kesin emir ve
yasak içeren ayetlerin anlamları üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu onların
müteşabih ayetlerin anlamım bildiklerine işaret eder; çünkü emir ve yasak
ihtiva eden ayetlerden bazıları müteşabih kapsamına girmektedir. Nitekim
müteşabih ayetlerden bir kısmını da haber niteliği taşıyanlar oluşturmaktadır.
Ayrıca ilimde derinleşenlerin gerek muhkem, gerekse de müteşabih ayetlerin
tefsirini bildikleri hususunda İslâm uleması İttifak etmiştir. Gerçi bu konuda
olumsuz düşünen, müteşabih ayetlerin, kelime ve kavramların anlamını Allah'tan
başka melek, peygamber ya da alim hiç kimsenin bilmediğini söyleyen alimler de
çıkmıştır. Ancak bu görüş İslâm ulemasının emir ve yasakların müteşabihliğİ
konusundaki icmaına aykırıdır.
Gerçekte tevil
kavramı, müteşabih niteiikli ayet, kelime ve kavramlarda olduğu gibi muhkem
ayetler için de kullanılır. Kur'ân, sünnet ve sahabe sözleri de buna işaret
etmektedir. Çünkü onlar hem muhkem hem de müteşabih kavramının anlamını biliyorlardı.
Sonra müteşabihlerin diğer ayetlerden manalarını sadece Allah'ın bilmesini
gerektiren ne gibi üstün yanlan vardır? Kaldı ki bu anlamda düşünüldüğünde
muhkem ayetler, müteşabih olanlardan daha üstündür; zira Allah onların
anlamını kullarına bildirmiştir. Yine müteşabih ayetlerin hangi üstünlükleri
vardır ki Allah anlamlarını bilme ayrıcalığını yalnızca kendisine tanısın? Evet
böyle birtakım kavramların ve meselelerin varlığını inkar etmiyoruz. Sözgelişi
kıyamet saati bunlardan biridir. Allah Teâlâ bu hususta hiçbir açıklama
yapmamış, zamanına işaret eden kesin bir bilgi vermemiştir. Biz de biliyor ve
kabul ediyoruz ki Ccnab-ı Hak bu gibi meselelerin bilgisini kendisine saklamış,
hiçbir kulunu bunlara muttali kılmamiştır. Bizim tartıştığımız ; indirilen
kelâmın hidayet, şifa kaynağı ve bizatihi açıklanmış olması ve istisnasız
tamamı üzerinde düşünülmesinin emrcdilmesî meselesidir. Tartıştığımız şeylerden
biri de Kur'ân'da, anhımını Allah'tım başka hiç kimsenin bilmediği,
bilemeyeceği ayet, kelime ve kavramlar bulunduğu, Allah ve Rasûlüniin bunların
Ölçüsü hakkında bir açıklama yapmadıkları iddiasıdır; ki bu olacak şey
değildir. Böylesi saçma iddialar yüzündedir ki Allah'ın ayetlerinden yüz
çevirip anlamlarına inanmayan kimseler bunların tamamının müteşabih olduğunu
iddia etmişler ve gerekçe olarak da bunu göstermişlerdir.
İncelemekte olduğumuz
bu konuda olumsuz düşünenler, delil olarak Al-i İmrân suresinin nüzul sebebi
olan, Necrânlı hıris-tİyanlar meselesini ve biz anlamına gelen innâ ve nahnü
kelimeleri ile Mesih ile ilgili olarak Kur'ân'da geçen "O'ndan bir
kelime" ve "O'ndan bir ruh" ifadelerini ileri sürmüşlerdir. Bu
kelime ve kavramların anlamlarının bilindiği hususunda İslâm alimleri
müttefiktirler. İslâm ulemasının konuyla ilgili böyle bir ittifakı varken
kalkıp "Müteşabih ayet, kelime ve kavramların anlamını Allah'ın dışında
-melekler, peygamberler ve seleften- hiç kimse bilmez!" gibi saçma bir
iddia nasıl ortaya atılabilir?! Oysa bu ayet, kelime ve kavramların tamamı bize
indirilen, üzerinde enine boyuna ve derinlemesine düşünmemiz, akletmemiz
emredilen ve Allah Teâlâ tarafından açıklama, şifa ve nur olarak tanımlanan
kelâmullahtır. Söz (kelâm) ile amaçlanan onunla anlatılmak istenen manadır.
Bilinçli bir kimsenin, kendisiyle bir mananın amaçlanmadığı anlamsız/saçma
kelimeleri kullanması doğru değildir.
El-Hasen bu konuda
şöyle demiştir: "Yüce Allah ne amaçla indirildiğinin ve neyi anlatmak
istediğinin bilinmesi gerekmeyen tek bir ayet indinnetniştir. O indirdiği her
ayeti, niçin indirildiği ve neyi anlatmak istediği bilinsin dîye
indirmiştir".
Bu açıklamalara rağmen
bu ayetin nüzul sebebinin yahudile-rin, hurûf-ı mukâttaVhurûf-ı mu'cem (elif
Iâm mim gibi) ile ilgili sorulan olduğunu söyleyen kimsenin iddiasının
asılsızlığı, birkaç açıdan aşikardır:
1- Kelbî'nin bu konudaki rivayeti bu iddianın
asılsızlığını or-tava koyan gerekçelerden bîridir.
2-
Yahudiler'in bu soruyu, Rasûlüllah'm Medine'ye geldiği ilk günlerde sordukları
söylenmektedir. Oysa Al-i İmrân suresinin başlangıç ayetlerinin Allah
Rasûlü'nün Medine'ye gelişinden bir süre sonra, Necrânlı hırisîiyanların
Mesih'le ilgili soruları üzerine indirildiğine İHşkin rivayet tevatür
derecesinde yaygındır. Nitekim hac ibadeti de aynı surede farz kılınmıştır. Bu
ise Hicret'in 9 ve 10. yıllarına rastlamaktadır. Hac ibadetinin Hicret'in ilk
yıllarında farz kılmmadığı hususunda İslâm alimleri görüş birliği
içerisindedir.
3- Mukatta'a/mu'cem harfleri bu ümmetin bekasına
işaret edip Kur'ân-i Kerim'in bilgisini kendisine sakladığı tevillerinden
(kelime ve kavramlarından) değildir. Allah Teâlâ'nm kelâmı ile, bu harflere
yüklenen anlamı murad etmediği söylenebilir. Ama "Bunların içerdiğini
yalnızca Allah bilir" denilemez; zira harflerin böyle bir anlama işaret
ettiği iddiası tamamen tutarsız ve asılsızdır. Ya da bu harflerin böylesi bir
anlama işaret ettiği ancak bunu herkesin değil bazı kimselerin -mesela ilimde
derinleşmiş kişiler- bildiği söylenebilir. Bu durumda insanların bir kismınca
da olsa bu tür kavramların bilinebileceği gerçeği ortaya çıkar. Böylelikle
bunları Allah'tan başka hiç kimsenin anlayamayacağı İddiasının asılsızlığı
ortaya çıkar.
Yüce Allah'ın
Kur'ân'da bildirdiği ilmi konulan peygamberin bilmemesi iddiası
tanrı-tanımazların eline, Allah'ın Rasûlünü ve kelâmını eleştirmek için en
büyük fırsatı ve kozu vermektedir. Nitekim onlar sürekli peygamberin, ilmî
konuları bilmediğini bildiği kabul edilse bile içeriklerini açıklamadığını
iddia etmişlerdir, ki bu Rasûlüllah'm sözkonusu hususları bilmemesini gerektirmektedir;
çünkü Allah'tan başka kimsenin bilmediği şeyleri diğer insanlar gibi peygamber
de bilemez.
Kısacası bu konuda
getirilen delillerin çoğu tutarsız ve asılsız olduğunu gerekli kılar. Kur'ân'da
anlamını peygamber de dahil hiç kimsenin bilmediği birtakım ayetler, kelime ve
kavramlar bulunduğu görüşünün asılsızlığını ve tutarsızlığını ortaya koymaktadır.
Evet, sıradan insanlar
şöyle dursun anlamını alimin dahi bilmediği birtakım ayetleri olduğunu biz de
biliyor ve kabul ediyoruz. Ancak bunlar kesin ölçülerle belirlenmiş değildir.
Bazı kişiler için anlaşılması zor gelen ayetler bazıları için hiç de zor gelmeyebilir.
Bu, kimi zaman kelimelerin yabancılığından, kimi zaman ayetlerin manaca
benzeşmesinden, kimi zaman insanın nefsinde (benliğinde, ruhunda) bulunup da
hakkı Öğrenmesini engelleyen bir önyargıdan (tereddüt}, derinlemesine, enine
boyuna düşünme yeteneğinin olmayış vb, nedenlerden kaynaklanır. Bu hususta son
noktayı "Onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İHmde derinleşenler
"Biz ona iman ettik." derler". (Âl-i İmıân, 3/7) ayeti
koymaktadır.
Burada doğru olan,
cümleyi ma'tuf üzerine atıf yapılmış er-râsİhûn kelimesinin başındaki vav
harfini de tekil kelimeyi (müf-red) tekil üzerine gönderen atıf harfi yapmak ya
da her iki görüşü de (cümlenin cümle üzerine ya da tekil kelimenin (ekil
kelime üzerine gönderilmesi görüşlerini) doğru kabul etmektir. Burada iki
okuyuş biçimi de doğru olup olumlu ile olumsuz tevil etmek farklı şeylerdir.
Buradaki vav harfinin
isti'nâf (başlama vavi) olduğu, görüşünün doğru kabul edilmesi halinde
tevilini Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabih ayet, kelime ve
kavramlar sadece Allah'ın bildiği keyfiyetlerle ilgili olur, ki bu düşünce
sakıncalıdır; çünkü İbn Abbas'm bir defasında "Ben Kur'ân'm tevilini bilen
râsihûndanım (ilimde ileri giden alimlerdenim)" dediği, bir başka
seferinde de müteşabih âyetlerin, kelime ve kavramların tevilini İlimde
derinleşenlerin dahi bilmediklerini söylediği rivayet edilmiştir.
Yine İbn Abbas'm şöyle
dediği nakledilmiştir:
Dört çeşit tefsir
vardır: 1 - Arab olan birinin,
kelamından anladıği tefsir, 2-
Bilmeme konusunda hiç kimsenin mazur sayılamayacağı tefsir, 3- Yalnızca alimlerin bildiği tefsir, 4- Allah'tan başka kimsenin bilmediği
tefsir. Bu son tefsiri bildiğini iddia eden yalancıdır.
İbn Abbas bu konuda
kendisinden gelen İki görüşü de içermekte olan bu ifadesiyle hem sadece ilim
adamlarının bildiği hem de Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği tefsir
çeşidine işaret etmektedir.
Durma (vakf)
işaretinin illallah kelimesi üzerinde olduğunu söyleyen kimse de tevil
kavramını tefsir anlamında kullanmaktadır; ki bu kanaat kesinlikle yanlıştır.
Tevil kavramının
içerdiği üçüncü anlama gelince bu "kelimenin tercih edenden
(ihtimârür-râcih) tercih edilmesi muhtemel (ibtimâPül-mercûh) anlama
çevrilmesi"dir. Gerek sahabe arasında gerekse de tabiînin ve hatta dört
büyük mezheb imamının yaşadıkları dönemde bilinmeyen bu kullanım biçiminin
islam'ın ilk üç asrında yetişen ilim adamlarından pek çoğunun kullandığı
terminolojiye girdiği görülmektedir. Kavramın bu anlamda tanımlanması, bu
çağdan sonra yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bunlar sözkonusu ayetteki tevil
mefhumunun bu anlamı içerdiğini zannederek Kur'ân'm müteşabih ayet, kelime ve
kavramlarının ayetlerden anlaşılan manaya ters anlamlar da içerdiklerine
inanmaya başlamışlar ve böylece dinlerini paramparça edip çeşitli mezheb ve
meşreblere ayrılmışlardır. Müteşabih kelimesinin zikredildiği ayetin nüzul
sebebi, zahiri anlamı itibarı İle bu tutarsız anlama asla delalet etmez.
Buradaki yanılgı, dinleyenin konuyu yanlış anlamasından kaynaklanmıştır.
Evet, bu hitabın salt
olarak istenilen yetkinlikte açıklanama-yacağı söylenebilir. Fakat, 'İstenilen
anlama delalet'in olmayışı ile,'istenilen anlamın tersine olan delalet'in arası
ayırdedilebilir. Bu ikincisi (müleşabih ayetlerin tevilini Allah'tan başka
kimsenin bilmemesi) reddedilmiştir. Yerinde genişçe işlendiği gibi Kur'ân
kesinlikle batıl birşeye işaret etmez.
Ancak insanların
çoğuna göre sözkonusu ayetin bir zahirî anlamı vardır, ki bu da ya kişinin
inandığı ya da tevili gerektiren batıl anlamıdır. Bu durumda bu söz de batıl
olur. Ayet ne sözkonusu kişinin batıl itikadına ne de böylesi batıl bir anlama
delalet eder. Bu, çokça rastlanan bir durumdur. Bu görüşü savunan kimseler
Kur'ân'm birçok ayet, kelime ve kavramının yeniden yorumlanması gerektiğini
iddia ederler. Bu da kelimeyi medlulünün (delalet/işaret) tersine çevirmekten
başka birşey değildir.
Öte yandan İlimde
derinleşen kimselerin Kur'ân'daki bu tür ayet kelime ve kavramların tevilini
bildiğini savunan alimler buna Hz. Peygamber'in İbn Abbas için yaptıkları
Buhârî ve diğer hadis kaynaklatınca nakledilen "Allah'ım! Onu dinde derin
anlayışlı kıl ona Kur'ân'm tevilini öğret!"25 duasını delil
getirmişlerdir.
Allah Rasûlü bu dualarında
Kur'ân'm tevilini mutlak olarak zikretmişlerdir. Nitekim İbn Abbas Kur'ân'm
tamamını tefsir eden ilk alimdir.
Aynı bağlamda Mücahid
de şöyle demiştir:
Kur'ân'ı başından
sonuna dek İbn Abbas'a arzettim. Anlaşılması için her ayet üzerinde uzun uzadıya
durdum ve kendisine sorular yönelttim. İbn Abbas bana 'Ben Kur'ân'm tevilini
bilen, râ-sihundan (ilimde derinleşmiş alimlerden) biriyim.' dedi.
Aynı şekilde İbn
Abbas'in Kur'ân'm emir, nehiy ve haber içerikli ayetleri üzerinde konuştuğu
-neredeyse tevatür derecesinde nakledilmiştir. Yine onun Allah'ın isim, sıfat,
va'd ve va'îdlcri ile milletlerin kıssaları hakkında görüş bildirdiğini,
Kur'ân'm emir, yasak ve ahkamla ilgili tüm ayetleri üzerinde konuşup çeşitli yorumlar
getirdiği de bilinmektedir.
Öte yandan İbn Mes'ud
da bu konuda, "Ben Allah'ın Kita-bı'nda yeralan her ayetin ne zaman ve
niçin indirildiğini bilirim."26 demiştir.
Sahabe, Kur'ân'm ahkam
ayetlerinin tevillerinin bilindiği hususunda ittifak etmişlerdir; ki bunlar
yaklaşık beşyüz ayettir. Geriye kalanlar ise Allah'ın isimleri, nitelikleri,
ahiret günü, cennet, cehennem, çeşitli milletlerin kıssaları, mü'minlcrle
kafirlerin akıbeti vb. fizik-ötesi kavramlarla ilgilidir. Bunların, anlamını
Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabih ayetler olarak tanımlanması
"Kur'ân'm çok büyük bir kısmının anlamım Peygamber de dahil hiç kimse
bilmiyor" demek olur, ki böyle bir iddianın saçmalığı gün gibi ortadadır.
Yine biliyoruz ki
rüyaların tabiri (tevili) bilgi içeren herhangi bir kelâmın tevilinden daha
zordur. Çünkü rüyalar gizli, kapalı, karmaşık birtakım işaretlerden oluşup
insan bunlardan bir sonuç çıkaramaz; kelâmın lafzının, anlamına işaret etmesi
ise böy-İe değildir.
Şanı yüce Allah'ın,
uykuda görülen olayların tevilini (tabir, yorum) öğrettiği kullarına;
peygamberlerine indirdiği kelâmın, özellikle de apaçık bir Arabça ile indirilen
Kur'ân'm tevilini öğretmiş olması akla, mantığa daha yakın ve kabul edilmeye
daha layıktır.
Hz. Yakûb, oğlu
Yûsuf'a rüya tevili ile ilgili olarak şöyle demi ştİ:
Rabbin seni seçecek ve
sana rüyada görülen olayların tevilini öğretecek. (Yûsuf, 12/6)
Yûsuf da demişti kî:
Rabbim! Sen bana
mülkten bir pay verdin ve bana rüyaların tevilini öğrettin. (Yûsuf, 12/101)
Yine aynı surede Yûsuf
(as) "Size rızık olarak verilen yemek gelmezden önce bu rüyanın tevilini
size haber vermiş olurum". (Yûsuf, 12/37) demektedir.
Cenâb-ı Hak da
kafirleri şöyle kınamaktadır:
Yoksa "Onu
uydurdu!" mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru iseniz, siz de onun benzeri
bir sure getirin ve Allah'tan başka çağırabii-diklerinizİ de yardıma
çağırın!"
Hayır, bilgisini
kavrayamadıkları, tevili kendilerine gelmemiş olan bİrşeyi yalanladılar...
(Yûnus, 10/38-39)
O gün her ümmel içinde
ayetlerimizi yalanlayanlardan bir cc-ınaai loplarız. Onhır biranrya getirilip
tutuklanarak Allah'ın huzuruna sevkedilirler.
Geldikleri zaman Allah
kendilerine şöyle der: "Ayetlerimi, bilgi-ifriııî kavrayamadığınız halde
yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz? (Nem!, 27/83-84)
Bu nyet de, diğeri
gibi, ayetlerin bilgisini kuşatamayanlan, başka bir İfade ile kavrayamayanları
kınamaktadır.
İnsanların Kur'ân'ın
tevil ve tefsiri konusunda söylenen söz ve görüşleri, ilimsiz tasdik veya
reddetmeleri doğru değildir. Bunlar ancak gereği gibi kavranılması halinde
doğrulanıp yalanlanabilir. Bu durum Kur'ân İçin ayetle anlatılmak istenen
hakikatin büinmesiyle mümkün olur. Bu tesbit edildiğinde onun dışındakilerin
batıllığı (asılsız ve tutarsız) bilinir ve ancak ilimle kavranılan tutarsızlık
ve asılsızlık yalanlanabilir.
Bir insan anlamını
bilmediği, bilgisini kavrayamadığı ayetlerden hiçbir şeyi yalanlayamaz. Bu
konudaki söz ve görüşler, bir kısmının asılsızlık ve tutarsızlığı yüzünden
birbiriyle çelişse bile, bu konuda yeterli biîgisi olmayanlar bunları mutlak
manada ne yalanlayabilir ne de onaylayabilir. Birbiriyle çelişen görüşleri yalanlayan
kişi bizatihi Kur'ân'] yalanlamış konumuna düşer, batılı yalanlayım derken
bizzat hakkı yalanlamış olur; çünkü gerekli olanın (lazım) asılsızlık ve
tutarsızlığı, melzûmım (gerekli kılınmış olanın) asılsızlık ve tutarsızlığını
gerektirir.
Düşüncelerini,
"haber içerikli ayetlerin anlamlarını Allah'tan başka kimsenin
bilmediği" tezi üzerine kuran kimse Kur'ân'ın Allah, ahiret günü vb.
konular hakkında bilgi veren ayetlerle bunların açıklamasına ilişkin görüşlerin
tamamını yalanlaması gerekir. Aynı durum Rasûlüllah'm hadisleri için de
sözkonusu-dur; yanı* hadislerden Allah'a ve ahiret gününe imanı konu edinenlerin
tamamını yalanlaması gerekir.
Sözkonusu kişi
meseleye tüme! değil kısmi yaklaşarak "Bilgi veren ayetlerin tamamı değil,
bir kısmı müteşabihtir" dese bu kez de anlamlarının bilinmesi caiz
olanlarla olmayanları ayırması gerekir. Anlamlarının bilinmesi caiz olmayan
ayetler derken bu tür ayetlerin manasını ne melek, ne peygamber, ne sahabeden
herhangi birisi ne de onların dışında kimselerin bilmesi dahi caiz olmadığı
anlatılmak istenir. Şurası kesindir ki, anlamını birtakım insanların bilmesi
caiz olan kelime ve kavramlarla, anlamını bilmenin hiç kimse için caiz
olmadığı ayet, kelime ve kavranılan bir sınır çizerek ayırmak mümkün değildir.
Hiç kimse böyle bir sınırı belirleme gücüne sahip değildir. Böyle bir sınırın
varlığını iddia edecek kimseye tesbitinİn eksik olduğu söylenecek ve birtakım
eleştiriler yöneltilecektir.. Buradan da anlaşılmaktadır ki, müteşabih,
"anlamım, hiç kimsenin bitmesi mümkün olmayan kavram" demek değildir.
Bu da mesele İle ilgili bir başka delildir.
"Onun ilmini
kavrayamamışlardı..." (Yûnus, 10/39) ve "Bilgisini kavrayamadığınız
ayeilerhmmi yalanlıyorsunuz?" (Nemi, 27/84) ayetlerinde bilgisini
kavrayamadan yalanlama girişiminde bulunan kimselerin tutum ve davranışları
kınanmaktadır. Şayet müteşabih ayetlerin bilgisini kuşatamama ve kavrayamama hususunda
tüm insanlar ortak olmuş olsaydı böyle bir kınamaya gerek olmayacak, kınanma
yalnızca yalanlama girişimine yönelik olacaktı. Çünkü bu "Bilgisini
kavrayamadığınız şeyi mi yalanlıyorsunuz? Oysa onun bilgisini Allah'tan başka
kimse kavrayanı az" demektir. Kaldı ki Allah'tan başka kimsenin bilmediği
bir bilgiyi yalanlayan kimsenin bahane bulması insanların bildiklerini
yalanlayandan daha kolaydsr. İlimde ileri gidenlerin bilgisi kavranamamışsa bu
niteliğin terkediimesi kınanmaya daha uygundur.
Burada, mesele ile
ilgili bir diğer delil daha ortaya çıkmaktadır; ki bu da bilgisizlik ve kötü
niyet yüzünden haktan sapan kimselerin Allah Teâlâ tarafından kınanmaları
durumudur. Çünkü böyleler i müteşabih olan ayet, kelime ve kavramları amaç haline
getirip tevillerini araştırırlar. Halbuki bunları yalnızca ilimde derinleşmiş
kimseler bilirler. Onlar ise ilim, hak ve hakikat peşinde olmayıp sadece
insanlar arasında fitne çıkarmayı, onların düşüncelerini ve akidelerini bozmayı
amaçlarlar. Allah Teâlâ böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır:
Allah onlarda bir
hayır olduğunu bilseydi, kesinlikte onl.ıra işitti rii'di, onlara işittirseydi
hile yine yüzçevirerek gerisin geri dönerlerdi". (Enfâl, 8/23)
Ayette
"kesinlikle işitlirirdİ" diye çevrilen le-esme'ahüm kelimesi
"Kur'ân'ı onlara anlatırdı" anlamındadır.
Müfcssirler ayetle
ilgili olarak şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ onların kalbinde hakkı kabul
hususunda iyi niyet bulunduğunu bilseydi, Kur'ân'm ruhunu kendilerine mutlaka
anlatırdı. Bu durumda anlatmış olsaydı dahi niyetlerinin bozukluğundan dolayı
hakkı kabulden yüz çevirirlerdi; çünkü onlar zalim, cahil, kalble-rinde eğrilik
olan, kötü niyetleri nedeniyle Allah Teâlâ tarafından kınanan, ehil olmadıkları
konuların bilgilerini elde etmeye çalışan kimselerdir. Bunların ayıplanması ve
ehil olmadıkları bir konuyu Öğrenmelerinin engellenmesi Allah Teâlâ'nın
"ilimde derinleşmiş kişiler" şeklinde tanımladığı İyi niyetli
kimselerin ayıplanmaları anlamına gelmemektedir".
Bu bağlamda şöyle bir
itiraz yöneltilebilir: İlimde derinleşmiş selef alimleri ile dil ve lügat
bilimcilerin çoğu, müteşabih ayetlerin tcvilllenni kesin olarak bilmiyorlardı.
Bunun böyle olduğunu Ibn Mcs'ud, îbn Abbas, Übcyy b. Ka'b, Urve, Katâde, Ömer
b. Abdilaziz, cl-Ferrâ, Ebû Llbeyde, Sa'leb, Îbn'ül-Enbârî gibi sahabe ve
tabiînin önde gelen isimleri söylemektedir. Nitekim Îbn'ül-Enbârî, Abdullah b.
Mes'ud'un okuyuş biçimi ile ilgili olarak "Onun tevili yalnızca Allah
Teâlâ ile ilimde derinleşmiş alimler katındaki bilgiye kalmıştır, onu ancak
onlar bilirler" demiştir.
Übeyy ile îbn Abbas'm
kıraatlanna göre ayetin anlamı şöyledin "İlimde derinleşmiş kişiler 'Allah
Kitab'mda indirdiği konulardan bir kısmının bilgisini yalnızca kendisine
saklamıştır, der1er". Nitekim yine bu konuda "De ki; "Onun
bibisi Allah'ın karındadır." (Ahzâb, 33/63) "Bu arada birçok nesilleri,
günahları nedeniyle yok ettik" (Furkân, 25/38) buyurulmuştur.
Muhkem ayetler
mü'minlerin inanarak iyi, kafirlerin de inkar ederek kötü kimseler olması için
indirilmiştir. İbn'ül-Enbâri Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşün Îbn Ebî
Nüceyh tarafından rivayet edildiğini söylüyorsa da onun Mücahid'den tefsir
rivayetinde bulunduğu doğru değildir.
Bir başka görüş sahibi
de "Selef ulemasından birçoğu bu ayet konusunda, 'ilimsiz söz söyleme'
yorumunu yapmıştır" demektedir. Oysa ilimde derinleşmiş kişilerin
müteşabih ayetlerin tevillerini bilmediklerini hiçbir sahabe söylememiştir.
Îbn Ebî Melike, Hz.
Âişe'nin bu konuda 'İlimde derinleşmiş ilim adamları, Kur'ân'm muhkem ve
müteşabih ayetlerine iman ederler, ancak müteşabİhlerin ne anlama geldiğini bilmezler"27
dediğini nakdetmiştir.
Buhârî28 aynı haberi
Îbn Melîke ve Kasım aracılığı ile Hz. Âi-şe'den merfu olarak rivayet etmiştir.
Ancak burada yukarıdaki fazlalık yoktur ve Ebî Melîke'nin Kasım'dan işittiği ve
aldığı geçmemektedir. Sahabeden tesbit edilen görüş, yukarıda Mu'az, îbn
Abbas, İbn Mes'ud, Übeyy b. Ka'b ile ashabın önde gelen diğer isimlerinden de
aktarıldığı gibi ilimde derinleşmiş kimselerin Kur'ân'm müteşabihlerini
bildikleri yönündedir. İbn Mes'ud ile Übeyy b. Ka'b'm ayeti okuyuş biçimleri
ile gelen haberin senedi hakkında sağlıklı bilgi bulunmaması delil olarak
getirilmesini imkansızlaştırmaktadir. Ancak bu bağlamda İbn Mes'ud'dan
nakledilen görüş "Allah'ın Kitab'ında, ne zaman ve niçin indirildiğini,
kendisi ile neyin kastedilmiş olduğunu bilmediğim tek bir ayet yoktur"
sözüdür.
Öte yandan Ebû
Abdirrahman es-Sülemî de şöyle demektedir:
Bize anlatıldığına
göre Osman b. Affan, Abdullah Ibn Mes'ud ve diğer sahabilerin Kur'ân'ı okuyuş
metodlan şöyle idi: Allah Ra-sûlü'nden öğrendikleri on ayetin içerdiği bilgi ve
eylemleri hayata geçirdikten .sonra bir on ayet daha alırlardı. Gencide sahabenin
KurVm'ı öğrenme, okuma ve anlama yöntemi böyle idi.
Bu tutum, hadis ehli
olan birçok ilim adamından rivayet edilen meşhur bir tutumdur. Bunun birçok
bilinen dayanağı vardır. Sahabenin Kur'nn'ı okuyuş biçimleri İle ilgili
rivayetlerin durumu ise farklıdır. Aynı şekilde İbn Abbas'm bu konuda
"Ben, Kur'ân'm tevilini bilen
rasifilerden (ilimde
derinleşmiş ilim adamlarından)
birisiyim" dediği bilinen bir gerçektir. Hz. Pey-gamber'in Kitab'ın
tevilini öğrenmesi için ona dua etlikleri de sahih olarak nakledilen
haberlerdendir. Durum böyle iken, Abdullah İbn Mes'ud kıraatmdaki
"Kur'ân'm tevilini, Allah'tan başka kimse bilmez!" sözüne
dayanılarak İbn Abbas'm Kur'ân'm tevilini bilmediği nasıl söylenebilir? Kaldı
ki onun yukarıdaki sözü ile burada zikredilen, "Kur'ân'm tevilini
Allah'tan başka kimse bilmez!" sözü arasında herhangi bir çelişki de
bulunmamaktadır; çünkü bizatihi tevil kavramının içeriğini Allah'tan-başka
kimse ortaya koyamaz ve hiç kimse bilemez. Nitekim bu konuda Cc-nâb-i Hak şöyle
buyurmaktadır:
İlle onun tevilini mi
gözetiyorlar? Onun tevili geldiği gün... (A'râf, 7/53)
Hayır, bilgisini
kuşatmadıkları (kavrayamadıkları), tevili kendilerine gelmemiş olan birşeyi
yalanladılar... (Yûnus, 10/39)
Va'ad ve va'îd gibi
ahirete müteallik kavramların müteşabih olduğu görüşü selef ulemasının
neredeyse tamamından nakledilmiş, müslümanlar arasında yaygınlık kazanmış bir
görüştür, Bunun tevili de va'dedilen şeyin gelmesidir. Bunu ise, Allah'tan başka
kimse gerçekleştiremez. O'nun dışında hiç kimsenin ne böyle bir gücü ne de
böyle bir yetkisi vardır. Kaldı ki Kur'ân'da tevil konusuyla ilgili olarak,
kıyamet saatinde olduğu gibi "onun bilgisi ancak Allah kalındadır"
şeklinde bir bilgi yer almamıştır. Oysa Allah Tcâlâ kıyamet saati hakkında
şöyle buyurmuştur:
Sana kıyamet saatinden
soruyorlar, "Ne zaman gelip çatacak?" diye... De ki: "Onun
bilgisi ancak rabbimin yanındadır. Onu tam zamanında ortaya çıkaracak olan
sadece O'dur. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size hiç beklemediğiniz
bir zamanda, ansızın gelecektir. Sanki sen, onu biliyormıışsun gibi, sana soruyorlar.
De ki, "Onun bilgisi, Allah'ın yanındadır. Ne var ki insanların çoğu
bilmezler.
De ki: Allah'ın
dilediğinden başka ben kendime ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip
değilim. Eğer görünmeyeni (gaybı) ve algılanmayanı bilseydim elbette çok hayır
elde ederdim ve hiçbir zaman bana kötülük dokunmazdı... (A'râf, 7/187-188)
Öte yandan Musa da
Fir'avn'm; "Peki ya ilk nesillerin durumu ne olacak?" sorusuna
Kur'ân'm diliyle şu karşılığı vermiştir: "Onların bilgisi rabbimin
yanında bîr kitnbdadn; Rabbim ne şaşar ne de unutur". (Tâhâ, 20/51-52)
İbn Mes'ud'un kıraati
eğer ilimde derinleşmiş kişüerin, mü-teşabihlerîn tevilini bilmelerini
olumsuzlamayı gerektirseydi, ayetin anlamının "Onun bilgisinin tevili
ancak Allah'ın yanındadır" olması gerekirdi. Ancak o, ayeti "Onun
tevili ancak Allah ka-tindadir" biçiminde okumuştu; ki bu da tartışmasız
doğru idi.
Übeyy b. Ka'b ile İbn
Abbas'tan nakledilen diğer kıraat şekillerine gelince, İbn Abbas'tan tam tersi
bir okuyuş biçimi de nakledilmiştir. Onun yolundan giden müfessirlerin öze]
bir konuma sahip olanıysa Mücahid'dir.
Süfyân es-Sevrî, Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve Buhârî gibi birçok ilim adamının tefsir anlayışı da
Mücahid'e dayanmaktadır.
Süfyan es-Sevrî,
Mücahid'in tefsirdeki kudretini "Kur'ân'ın herhangi bir ayeti için
Mücahid'den gelen yorum yeter, başka dayanaklar aramaya gerek yoktur"29
sözleriyle anlatmakladır.
Öte yandan İmam Şafiî
de kitaplarında İbn Uyeyne ve İbn Ebî Nüceyh aracılığı ile Mücahid'den birçok
görüş aktarmaktadır. Aynı şekilde Buhârî de Sahîh'inde tefsir konusunda onun
eserini kaynak almakta ve sık sık ona başvurmaktadır.
İbn Ebî Nüceyh'in
Mücahid'den aktardığı görüşlerin sahih olmadığı yönündeki itirazlara verilmesi
gereken cevap şudur:
"İbn Nüceyh'in
Mücahid'den aktardığı Kur'ânî yorumlar, tefsirlerin en sahihlerindendİr. Hatla
müfessİrlerin elinde, İbn Nü-ceyh'in Mücahid'in yorumlarını derlediği tefsir
kitabından daha sağlıklı bir kaynak yoktur. Ancak sağlamlıkta ona yakın/denk ve
onun verilerini destekler nitelikte eserler mevcuttur". Böylesine yetkin
biri olan Mücahid bu konuda "Mushan, her ayetin üzerine uzun uzun durarak
baştan sona İbn Abbas'a arzettim ve her-bir ayetle ilgili sorular
yönelttim" demiştir.
Aynı şekilde Übeyy b.
Ka'b'ın Kur'ân'ın da bazı müteşabİh ayetlerini tefsir ettiğini biliyoruz;
birkaçı şunlardır;
Hiz ona (Meryem'e)
kendi ruhumuzu gönderdik. (Meryem, 19/17)
Allah göklerin ve
yerin nurudur.. (Nur, 24/35) Ve A'râf/172 ayeti.
Kaldı ki ondan
nakledilen kıraatin (Al-i İmrân/7) bilinen bir dayanağı da yoktur. Ancak
Kur'ân'm müteşabih nitelikli ayet, kelime ve kavramlarıyla ilgili olarak yöneltilen
birtakım sorulara verdiği cevaplar vardır. Nitekim kendisine kadir gecesi
hakkında bir soru sorulduğu rivayet edilmektedir.
Übeyy b. Ka'b'ın
"Allah, mücmel ayet, kelime ve kavramları, mü'minlerin inanması için
indirmiştir" demesine gelince bu ifadenin doğru olduğu söylenebilir,
Fakat acaba Kitab'da, sünnette; peygamberlerin, sahabe ve tabiînin veya
meleklerin sözlerinde anlamı çözülemeyecek kadar mücmel ve kapalı ifadeler
bulunabilir mi? Yoksa ulema Kur'ân'daki mücmel ifadelerin anlamlarının bilinebileceği
ve mücmel olarak kavranabileceği hususunda ittifak mı etmişlerdir. Kıyamet
saati buna Örnek verilebilir; çünkü müslümanların hepsi Allah Tcâlâ'nm kıyamet
saati hakkında verdiği bilgiyi anlam olarak bilirler ve o saatin gelip
çatacağına hiç kuşkuları yoktur. Ancak onun gerçekleşme anının bilgisi yalnızca
Allah'a aittir. O bu bilgiyi yalnızca kendisine saklamış, kendi dışında hiç
kimseyi buna muttali kıl mam ıştır. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber, genç
bir Arab suretinde gelen Cebrail'in kıyamet saati ile ilgili sorusuna, zamanını
bilmediğini itiraf ederek "Bu konuda kani isine soru sorulan, soruyu
sorandan daha fazla bilgi sahibi değildir." ™ karşılığını vermişlerdir.
Hiçbir ciddi aiim
Kuı'ân'da anlamını hiç kimsenin bilmediği ayet, kelime ve kavramlar bulunduğunu
söylememiştir; zira böyle bir görüş müslümanların, hatta kafasını kullanan
diğer insanların görüş birliğine (icmaına) taban tabana zıttır. Allah
Teâ-lâ'nın kıyamet saati ve şartları ile ilgili bilgileri İçeren sözleri anlamı
kolay anlaşılan açık seçik ifadelerdir.
"Arada birçok
nesilleri de günahları yüzünden helak etlik". (Purkan, 25/38) ayeti de
aynı açıklıktadır. Burada anlatılmak islenen, Allah'ın yarattığı birçok
nesiller bulunduğu ve bunların sayısını O'ndan başka kimsenin bilmediği
hususudur.
Başka bir ayet-i
kerimede de "Rabbinin ordularım kendinden başka kimse bilmez."
(Müddessir, 74/31) buyurulmaktadır.
Şimdi bu ayetlerde,
Allah'ın, kendisine ve ahiret gününe iman ile ilgili bilgileri içeren
ifadelerinin manasını ne peygamberlerin, ne meleklerin ne de sahabe ve diğer
İnsanların anlamayacağına işaret eden unsur hangisidir?
Urve'den bu konuda
zikredilen görüşün ne olduğuna gelince, onun bütün Kur'ân'ı tefsir etmeyip,
yalnızca Hz. Âişe'den naklettiği çok az sayıdaki ayetin tefsirini yaptığı
bilinmektedir. Ur-ve'nin tefsir bilgisinin olmaması, çağdaşı olan râşid
halifelerin, İbn Mes'ud, Übeyy b. Ka'b, İbn Abbas vb. sahabilerin de tefsir
bilmemelerini gerektirmez. Onun bu konudaki bilgisizliği sadece kendisini
bağlar.
Lugatçiîerin, üimde
derinleşmiş kişilerin müteşabih ayet, kelime ve kavramların anlamlarını
bilmedikleri iddiasına gelince, onlar bu konuda düpedüz çelişki
içerisindedirler; çünkü lugatçiîerin neredeyse tamamı, Kur'ân'da bulunan
herşeyin tefsirine dair söz söylemişler ve bu hususta geniş olumlu açıklamalar
yapmışlardır. Hatla bu konuda kendilerini hiç kimse de geçememiştir. Bu
nedenle bu görüş yanlıştır.
Kaldı ki, bu görüşe
büyük oranda deslek veren İbn'ül-Enbârî, müteşabih ayetler konusunda en fazla
söz söyleyen kimselerdendir. Bu konuda ondan aktarıldığı kadar hiçbir selef
aliminden görüş aktarılmamıştır. Öte yandan îbn'ül Enbârî, Kur'ân'da gramer
kurallarına ters düşen kelimeler bulunduğunu ilk kez söyleyen ve bu konuda
çeşitli deliller getirmeye çalışanlardan biri olup bununla İbn Kuteybe'nin
görüşlerini çürütmek istemiştir. Kur'ân ve hadisin anlamlarını bilme, sünnete
uyma hususunda İbn Kuleybe'den daha ileri bir düzeyde ve bu konuların hiçbirisinde
daha derin bir anlayışa sahip değildir. Evet İbn'ül-Enbârî linguistik ve
sözlük-bilimde bir zirvedir; ancak nassların kavranması ile dilin
inceliklerinin kavranması farklı farklı şeylerdir.
İbn'ül-Enbârî ile
diğer bazı ilim adamları garİb hadisleri yorumlaması sadedinde Ebû Ubeyd'e
birçok konuda karşı çıkması nedeniyle ibn Kuteybe'yİ eleştirerek ondan öç almak
istemişlerdir. Fakat İbn Kuteybe bu konuda mazurdur; çünkü o da diğer
meslektaşlarının yolundan yürümüş, onların kullandıkları me-todlan kullanmış ve
alimler gibi kimi zaman isabet etmiş, kimi zaman da hataya düşmüştür.
Şayet müteşabih ayet,
kelime ve kavramların anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilmiyor ise bunların
hepsi Allah'a karşı gayretkeşlikte bulunmuş, bilinmesine hiçbir yol bulunmayan
konularda konuşmuşlar demektir. Müteşabih ayet, kelime ve kavramların
anlamları ile ilgili tek bir kelime de olsa bir doğrudan yakalanması
"Müteşabih kapsamına giren ayet kelime ve kavramların anlamını Allah'tan
başkası bilemez." görüşünün yanlışlığını ortaya çıkarmaya kafidir. Artık
bu görüşlerin kime yaradığını vann siz düşünün!
Onların müteşabih
ayetlerin tefsirinde birçok doğruyu yakaladıklarını biliyoruz, Ama yine
biliyoruz ki, bazı yanılgılara düşmekten de kurtulamamışlardır. Bu gibi
ayetlerin tefsirinde yanılgıya düştükleri kesinlik arzeden bir bilgi ile tesbil
edilmiş olsa dahi doğruyu söylemek gerekirse, pek çok noktada isabet
etmişlerdir.
Aynı şekilde tefsir
sahasının büyük isimlerinden Katâdc'den de "müleşabih ayet, kelime ve
kavramların tevilini (açıklamasını) Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği"
görüşü nakledilmiştir.
Oysa onun kitabı,
tefsir alanındaki eserlerin en ünlülerinden biri olarak kabul cdiîcgchniştİr.
Nitekim Ma'mer ile Sa'îd b. Ebi Arûbe ondan tefsirle ilgili pek çok görüş
nakletmişlerdir. Sağlamlığı kabul edildiğinden, bu dalda eser veren hemen
herkes, ondan bazı görüşler aktarma gereği duymuştur. Buna göre de o Kur'ân'm
tamamını, muhkemini ve müteşabihini tefsir etmiştir, etmiş olmalıdır.
Müteşabih ayet, kelime
ve kavramların tevillerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği görüşünün sünnet
ehli İlim adamları arasında bu denli yaygınlık kazanması, Cehmiyye, Kaderiyyc,
Mu'tezile ve diğer bid'at ehli mezheb ve fırkaların bunlarla ilgili pek çok
asılsız ve tutarsız yorum yapmış olmalarından kaynaklanmaktadır. Bunlar
müteşabih ayetlerin tevillerinden hareketle Kur'ân'm diğer ayetlerini de kendi
asılsız ve tutarsız görüşleri doğrultusunda tevil etmeye yönelmişlerdir.
Kurân'ı kendi aklî görüşlerine göre tefsir eden ehl-i bid'atın uğraş
alanlarından birinin de, onu lugavî açıdan tevil etmek olduğu bilinmektedir.
Nitekim Mu'tezile'nin tefsirleri Allah'ın sıfatları ve kader ile ilgili
nassların, Allah ve Rasûlü'nün murat ettikleri anlamdan farklı te'viîleriyle
doludur. Selef uleması bu tür asılsız ve tutarsız yorumlan reddetmişlerdir. Sözgelişi
selefin önde gelen isimlerinden Ahmed b. Hanbel Zındıklara ve Cehıniyeye
Reddiye adıyla kaleme aldığı eserinin 24. sayfasında bu konulara değinmekte,
nassların yanlış tevil edilmesi konusunda selel
alimlerinin ve imamlarının onlara karşı yazdıkları reddiyelerden
sözetmektedir. Bunların arkasından, sünnete tam olarak kavrayamadan ittiba eden
ve onlara karşı çıkan bir diğer topluluk gelmiştir. Bunlar da müteşabih
ayetlerin anlamlarını Allah'tan başka kimsenin bilmediğini, tevil kavramının
sonraki asırlarda yetişen alimlerin terminolojilerinde yüklenen anlamı
içerdiğini sanmışlardır. Buna göre tevil, "Kelimenin, tercih eden
ihtimalinden tevcih edilmesi muhtemel an ta m a (râcihten-mercâha)
çevirilmesidir". Bu kişiler başlangıçta kelimeyi bu şekilde tanımlayarak
müteşabih kavramların anlamlarını ve tevillerini Allah'tan başka kimsenin
bilmediğini .savunanlara destek vermek istemişler, fakat daha sonra birçok
açıdan çelişkiye düşmüşlerdir, ki başlıcalan şunlardır:
1- Onlar
"Nasslar, zahirî anlamlarına göre değerlendirilir ve kullanılırlar.
Zahirde içerdikleri anlamlara farklı bir anlam ekle-nilemez" demişler ve
nasslann zahirî anlamlarına ters düşen her türlü tevilin batıl olduğu kanısına
vararak yalnızca zahiri kabul etmişlerdir. Bununla birlikte sözkonusu
nitelikteki naslardan bazılarının tevilini Allah'tan başka kimsenin
bilmeyeceğini söyleyerek nasslann kendilerince makbul sayılan zahirî anlamlan
konusunda da çelişkiye düşmüşlerdir. Eğer önemli olan nassların zahirî
anlamları ise ve yalnızca bunlar dikkate almacaksa bunların zahirî anlamlarına
ters düşen tevillerinin olduğu nasıl iddia edilebilir? Karşı tarafta yer alan
ilim adamları bu konudaki çelişkilerini yakalayarak bu iddialarını
reddetmişlerdir; ki bunlar arasında Kadı Ebû Ya'lâ'nın üstadı İbn Akıl de
vardır.
Aralarında öylelerine
rastlanmaktadır, ki kendi görüşlerine ters düşen hiçbir nassı -ne asli ne de
fer'î konularda- kabul etmektedirler. Sadece kelime ve kavramları konuldukları
yerlerin dışına çıkaracak (saptıracak) birtakım zorlama tevil yollarına
başvurmakta ve bu gibi nasslan kendi ilkelerine ters düşen bid'at ehli
fırkalardan Kadcriyyc, Cehmiyye ve Mu'tezile'nin teviline benzer bir biçimde
tevil etmektedirler. Bu durumda "Müteşabih nasslann anlamlarını Allah'tan
başka kimse bilmez" demelerinin ne anlamı kalır?
Bu bağlamda,
görüşleri, Kur'ân, kader ve Allah'ın sıfatlan gibi konularda kendi düşünceleri
düzleminde yazdıkları eserlerinde Mu'tezile ile girdikleri tartışmalar dikkate
alınarak değerlendirilmelidir. ıVIıfıezile, aşağıdaki ayetlerle ilgili onların
görüşie-
rİyle çelişen deliller
getirdiğinde çelişkiye düşmekten kurtulamamışlardır:
"Allah
bozgunculuğu sevmez..." (2/105), "O kullan için küfre razı
olmaz." (Zümer, 39/7), "Ben cinleri ve insanları yalnızca bana
kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56), "O'nu gözler algılayamaz."
(En'am, 6/103), "O bîrseyin olmasını İstediği zaman ona yalnızca 'Ol!'
der, o da hemen oluverir." (36/82), "Hani rabbin meleklere demişti
ki..." (Bakara, 2/30) ...Bunlar ve benzeri ayetlerle ilgili yorumları
irdelendiğinde, çoğunun asılsız ve tutarsız olduğu görülür. Eğer tevil
ettikleri naslar arasında bir tane de olsa doğru varsa sırf bu durum bile
ilimde derinleşmiş alimlerin müteşabih nitelikli ayet, kelime ve kavramların
anlamlarını bilebileceklerine İşaret etmeye ve kendilerinin bu konudaki
çelişkilerini gözler önüne sermeye yeter. Yok tevilleri asılsız ise bu düşünce
(müteşabihlerin tevillerini ilimde derinleşmiş kişilerin bilmesi düşüncesi)
onlardan hayli uzaktır.
Ehl-i sünnetin işkence
ve zorluklara göğüs germiş rehber alimlerinden Ahmed b. Hanbel'in Cehmiye ve
Zındıklara Reddiye adı ile kaleme aldığı risalesi, sünnet ve bid'at ehli
fırkaları ayırma hususunda müslümanların elindeki tek ölçüt niteliğindedir. O
bu eserinde müslümanlar arasında fitne çıkarmak isteyenlerin müteşabih ayetleri
tevil etmeleri konusunda geniş bilgi vermiş ve bunları teker teker tevil
(tefsir) ederek kalplerinde eğrilik olanların bu yolda düştükleri
yanlışlıkları, tutarsızlıkları birer birer ortaya çıkarmıştır. Nitekim onların
Allah'ın ahirette görülemeyeceğini ve Kur'ân'ın mahluk olduğunu savunmalarına
karşılık kendisi getirdiği sağlam delillerle rü'yetullahı, Kur'ân'ın mahluk olmadığını
ve Allah'ın arş üzerine istiva ettiğini aklî ve naklî delillerle
kanıtlamıştır. Ayrıca sünnet ehli olup da müteşabih ayet, kelime ve
kavramların anlamının insanlar tarafından bilinemeyeceğini savunan kimselerin
düşüncelerini de yine aklî ve naklî delillere dayanarak çürütmüş, müteşabih
olarak tanımlanan ayetlerin anlamlarını açıklayarak herbİrini ayrı ayrı tefsir
etmiştir. Bunun gibi kendisiyle tartışanların delil olarak getirdikleri ayet ve
hadisleri tek tek ele almak sureliyle kalplerinde eğrilik bulunan kişilerin bu
nassların tevilinde düştükleri tutarsızlık ve yanlışlıklarla bu nassların
esasta içerdikleri anlamları açık bir biçimde ortaya koymuştur. Bütün bunları
yaparken de hiçbir zaman "Bu lür ayet ve hadisleri Allah'tan başka kimse
anlayamaz" dememiştir. Selef alimlerinden hiçbiri de böyle birşey söylememiştir.
Bilakis bütün selef uleması bu tür ayet, kelime, kavram ve nassların anlaşılabileceği
konusunda ittifak etmişler, ancak emir ve yasak içeren ayetlerde olduğu gibi
bu kesin anlamlan üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir. Nitekim İmam Ahnıed
Haricîlerle diğer sapık mezheblcre mensup kimselerin delil olarak Öne
sürdükleri ayet ve hadisleri birer birer ele alıp yorumlamıştır, ki "Zina
eden kişi, bu işi yetkin anlamda bir mü'min olduğu halde yapmaz. İçki içen
yetkin anlamda mü'min olarak içmez. Hırsızlık yapan da yetkin anlamda bir
mü'min olarak çalmaz." (Buhari ve Müslim) hadisi konulardan biridir.
imam Ahmcd bu ve
benzeri delillerle Mürcie, Cehmiyye, Hariciye ve Mu'tezile'nin görüşlerini
çürütmüştür.
Bütün bu fırkalar
müteşabih nasslan kendi görüşlerine delil olarak getirmişlerdir. Ama ne onlar
ne de sünnet chîi alimler "Bu tür ayetlerin anlamını hiç kimse
bilmez!" demiş, bilakis bunları delil olarak kabul etmişlerdir.
Gerçi İmam Ahmcd,
Kur'ân'ı; Allah Rasülü'nün sünnetine, sahabenin ve onların lafızlarıyla
birlikte anlamlarını da aktardıkları tabiînin görüşlerine dayanmaksızın şali
kendi düşünceleri doğrultusunda yorumlamaya kalkışan bid'at ehli fırkaların
girişimlerini, kullandıkları yöntemleri eleştirmiş, tu [arsızlıklarım
açıklayarak reddetmiştir. Sahabe Kur'ân'ın sözlerini ve anlamlarını olduğu
gibi tabiîne devretmiş, onlar bu bilgi mirasmı aynıyla kendilerinden sonraki
müslümanlara aktarmışlardır. Ne ki o *** dönemlerde türemeye başlayan bid'at
ehli fırkalar nasslan, Allah ve Rasülü'nün kasdctlikleri manaya aykırı biçimde
tevile yekenmisler ve yaptıkları tevillerin -Kur'ân'da sözü edilen- ilimde derinleşmiş
kişilerin bildikleri türden olduğunu savunmuşlardır. Oysa bu konuda batıl bir
yola sapmışlardır. Özellikle Karâmita ve tann-tammaz Bâlmilerin tevillerinin
tamamı batıldır. Cehmiyye, Kaderiyye vb. yeni kclamcılann birçok tevil
girişimleri de bu kategoriye dahildir.
Ancak bu kişiler tevil
konusunu bilmediklerini itiraf etmekte olup asıl amaçlan bu ayetin zahirî
anlamı kastedilmiştir. Böyle veya şöyle denilmek istenmiş olabilir."
diyebilmektir. Bir ayeti muayyen bir biçimde tevil ettiklerinde ortaya çıkan
anlamın Allah ve elçisinin murat ettiği anlam olup olmadığını bilmezler.
Onlara göre Allah'ın ve Rasülü'nün farklı bir şekilde ortaya çıkması caizdir.
Nitekim Allah'ın Kitabı'ndaki nassların neredeyse tamamını bu şekilde tevil
etmişlerdir. Allah'ın ve Rasûlü'nün amaçladığından farklı biçimde tevil
ettikleri ayetlerden birkaçı şunlardır:
Melekler sıra sıra
olduğu halde rabbîn geldiği zaman... (Fecr,89/22)
Rahman arş'a istiva
etti. (Tâlıâ, 20/5)
Allah Musa ile de
konuşmuştu". (Nisa, 4/164)
Allah onlara gazab
etti. (Fetih, 48/6)
O'nım işi, birşeyin
olmasını istediği zaman ona, yalnızca 'Ol!'
demektir, o şey hemen
oluverir. (Yasın, 36/82)
Bu ve benzeri
nasslarda amaçladıkları, şu ya da bu anlama gelme ihtimallerinin olmasıdır.
Böyle bir yorum ve değerlendirme şekli ise gerçekte tevili bilmemek demektir.
Çeşitli görüş ve ' olasılıklar zikredilip, asıl anlamının bilinmediğinden
sözedilen tüm nassların durumu böyledir; çünkü gerçek anlamdaki tefsir ve
tevilleri bilinmeyip yalnızca yorumlayan kişinin murat ettiği mana
anlaşılmaktadır.
Kimi tanrı-tammazlar
(mülhid) işitme (nakil) yoluyla elde edilen delillerin bilgi niteliği
taşımadıklarına inanmaktadırlar; ki bundan anlaşılan gerek muhkem, gerekse de
müteşabih ayetlerin tefsir ve tevilinin bilinemeyeceği hususudur. Bu ifade, bir
anlamda, müteşabih ayetlerinin tevilini bilen ilimde derinleşmiş kimselerden,
olmadıkları gibi muhkem ayetlerin tevilini de bilmediklerinin kendi
ağızlarından itirafıdır. Buna bir de akü konularda söyledikleri, bir sürü
safsata ve karmaşa içeren sözleri eklendiği zaman, gerçek üzere ellerinde
sağlam delillerin bulunmadığı, ne akli ve ne de mıklî konulan bilmedikleri
gerçeği ortaya çıkar. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerİm'dc cehennemlikler hakkında şu
bilgiyi vermektedir:
Rabterine karşı
küfretmekte olanlar derler ki: "Eğer biz dinleseydik, yahut akletseydik,
beynimizi kullanarak söylenen hakikatla-n anlamaya çalışsaydık, şimdi şu çılgın
ateşin halkı arasında bulunmazdık. (Mülk, 67/10)
Yüce Allah ayetleri
hatırlatıldığında kör ve sağır davranmayan, duyarlık gösteren, onları
akletmeye ve anlamaya çalışan kimseleri överken, aklım kullanmayanları ve
ayetlerini anlamaya çalışmayanları, aklını ve düşüncesini kendi kitabı
dışındaki konularda kullanan kişiler ile ilim, irfan ve hakikat ehli
olduklarını iddia etmekle birlikte aslında Kitab ve sünnete ters düşen
bid'at-çılan eleştirip kınamaktadır. Böyleleri aklî ve naklî bilgiler konusunda
son derece bilgisiz kişilerdir, hatta insanların en cahilleri oldukları dahi
söylenebilir. Bunlar, hakkı da batılı da içerme ihtimali olan mücmel ve
müteşabjh birtakım kavramları muhkem ilkeler haline getirirken Allah'ın kitabı
ile Rasûlü'nün sünnetinden kendi ilkelerine ters düşen nassları "anlamını
Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabih kavramlar" şeklinde tanımlamaktadırlar.
Bu tür nasslarla ilgili tevilleri bir değer ifade etmez. Yine onlar tüm şüpheli
kavramları sağlam delil, sağlam delilleri ise şüpheli kavramlar olarak
görürler. Bu mesele hakkında başka bir yerde geniş bilgi verilmiştir.
Öte yandan Kadı Ebû
Ya'lâ İmam Ahmed'in muhkem ve müteşabih kavramlarını "Muhkem, 'kendi
basma bağımsız, açıklanmaya gereksinim duymayan, müteşabih İse açıklanma
ihtiyacı hisseden ayet, kelime ve kavramlardır" diye tanımladığını nakletmektedir.
Aynı ifade İmam Ahmed'den başka bir yolla da rivayet edilmiştir.
îmam Şafiî ise bu
kavramları "Muhkem tek bir yönden başka tevil edilme ihtimali bulunmayan,
müteşabih İse birkaç açıdan tevil edilme olasılığı bulunan ayet, kelime ve
kavramdır" şeklinde tanımlamıştır. Aynı görüş İmam Ahmed'den de -başka
bir yerde-nakledilmiştir.
Ibn ül-Enbarî de aynı
kavramları neredeyse aynı biçimde tanımlamış ve "Muhkem, tek bir tevil
biçiminden başka tevil edilme olasılığı olmayan, müteşabih ise birçok açıdan
tevil edilebilme ihtimali bulunan ayet, kelime ve kavramlardır" demiştir.
Bütün bunlar dikkate alındığında selef ve halef ulemasının çeşitli açılardan
tevi! edilmeleri olası ayetlerin anlamları üzerinde fikir yürüttükleri
söylenebilir.
Öte yandan ilimde
derinleşmiş kişilerin müteşabih kelime, ayet ve kavramların anlamlarını
bilmediklerini savunan kimseler dahi bu tür ayetler üzerinde bir hayli söz
söylemişlerdir; hatta böylelerinin bu konuda diğer alimlerden daha fazla
konuştukları bile söylenebilir.
Aynı bağlamda İfnam
Şâfıî, Ahmed ve onlardan önce yaşamış önemli alimlerin hepsi çeşitli anlamlar
içerme İhtimali bulunan ayetler üzerinde konuşmuş, usûl ve furû ilmi ile ilgili
bütün meselelerde, getirdikleri diğer delillerle birlikte sözkonusu ayetlerden
elde ettikleri anlamların da bir kısmım diğerlerine tercih etmişlerdir. Bir
konuda bir ayeti delil getirip de ardından "Bunun anlamını hiç kimse
bilmez, bu nedenle de delil olarak kullanılamaz!" diyen bir İslam alîmi
çıkmamıştır. Bir kişi çıkıp da böyle birşey söyleyecek olsa kendisine aynıyla
karşılık verilerek onun delili de anlamı bilinmeyen müteşabihler kapsamına
girdiği gerekçesiyle reddedilir.
İslam ümmetinin önde
gelen imamları arasında tartışma konusu olan meselelerde tartışılan nassın
anlamı bilinen muhkemlerden aynı konudaki diğer nasslarmsa anlamı bilinmeyen
müte-şabihlerden olduğunu iddia eden kimsenin sözleri kabul edilip | gerekçeleri dikkate alınır. Ancak bu durum
bizim şu ifademize | aykırıdır.
Birtakım nasstar
vardır ki anlamı alabildiğine açık olup tek bir yorumlanma ve tevil biçimi
vardır. Bir de anlamında kapalılık ve benzeşme sözkonıısu olan birtakım
nasslar vardır ki, bunların anlamını sıradan ilim adamları değil, ancak ilimde
derinleşmiş alimler bilebilir. Bu tutarlı bir yorum biçimidir. Bu durumda
müteşabih hükmün yerine getirilen hüküm, tüm müteşabih ayet, kelime, kavram ve
hükümlerin anlamının bilineceğine İşaret eder. Müteşabih nasslardan çıkardığı
sonuç bu tür nasslann anlamımn bilinebileceğini savunan kimseye delil olur.
Selef ve halef
ulemasının bu konuda söyledikleri ile bizim burada aktardığımız düşünceler
müteşabih nasslann hepsinin anlaşılabileceğine işaret etmektedir.
Kİmi ilim adamları
müteşabih nassi, "hükmü yürürlükten kaldırılmış (mensuh) nass" olarak
tanımlamıştır; mensuh kavramının anlamı da bilinmektedir. Bu İbn Abbas, İbn
Mes'ud, Katâ-de ve Süddî ile selef ulemasının önde gelen diğer isimlerinden
nakledilen yaygın bir görüştür.
Sözgelişi İbn Mes'ûd,
İbn Abbas ve Katâde'nin bu konuda "ilimde derinleşmiş kişiler bile,
müteşabih nasslann tevillerini bilmezler" dedikleri nakledilmiştir. Oysa
ilimde derinleşmiş kimselerin mensuh kavramının anlamını çok iyi bildikten'
bütün js-lâm alimlerinin ittifakı ile kesindir. Sonra müteşabih nassın aynı
zamanda mensuh nass olduğunu da bilirler. Kaldı ki bu görüş, yine kendilerinden
nakledilen bir önceki görüşle de çelişmektedir. Son görüşün doğru kabul
edilmesi halinde bir önceki görüşün onlara ait olmaması gerekir. Yok onlara
aitse bu İki görüş birbiriyle çelişmektedir. Onlardan aktarılan asıl görüş
ilimde derinleşmiş kişilerin, müteşabih nassJarın anlamlarını bildikleri yönünde
olan birinci görüştür.
262
kuranı ııasshınn
yorttvıiaırnıası
■■■■'
İkinci görüş Câbir b. Abdillah'dan nakledilmiştir. Câbir muhkem ve müleşabih
kavranılan ile ilgili olarak "Muhkem, alimlerin tevilini bildikleri,
müleşabih ise tevilinin bilinmesi imkansız olan nasstır; kıyamet saati
gibi" tanımlamasını yapmıştır.
Kıyamet saatini
Allah'tan başka hiç kimsenin bilmeyeceği konusunda tüm İslâm alimleri ittifak
halindedir. Burada tevil kavramıyla anİatılmak istenen kıyamet saatinin kesin
zamanının te'vilini Allah'tan başkasının bilmemesi hususudur; bu da doğru bir
tesbit olup bu tür bir nassın anlamının bilinemeyeceğine işaret etmez.
Aynı şekilde tevil
kavramı iic nassda bulunan hakikatların anlaşılması kastediliyorsa, bunun
keyfiyetini Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği söylenebilir; ki biz bu
konuya daha önce değinmiştik.
Onların görüşlerine
göre tevil kavramını işleyen ÂI-İ İmrân // ayetin de vemâ yalcınu te'vtlchû
İllallah (Onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez) cümlesi üzerinde vakıf
yapılması, bu kavram İle yukarıda zikrettiğimiz anlamın kastedümesini gerektirir.
Tevil kavramı ile şayet tefsir kastediliyorsa mananın bilinmesi ve ayetteki
illallah kelimesi üzerinde durulması, Kitab, sünnet ve İslam ümmetinin
icma'ına ters düşen bir anlamın ortaya çıkmasına neden olur.
Sonraki asırlarda
yetişmiş alimlerden bazıları bu iki görüşün birbiriyle çeliştiğini söylemiş,
ama kendileri de aynı çelişik ifadeyi kullanmaktan geri durmamışlardır. Bu
görüş (müteşabih nasslann tevillerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği
görüşü) birçok açıdan Allah'a ve Rasûlü'ne iman olgusuyla çelişmekte, peygamberlik
olgusunun eleştirilmesine yolaçmaktadır. Bu görüşü pervasızca savunan kimseler,
söylediklerinin ne tür sonuçlar doğurup ne gibi gerçekler içerdiğini yeterince
düşünmeksizin desteksiz konuşmaktadırlar. Oysa başlangıçta amaçları bid'at
ehli fırkaların müteşabih ayet, kelime ve kavramlarla İlgili tevillerini
çürüterek yerlerine doğru olanları koymaktı. Hakkı amaçlayan bu börekçilerinde
de bülün müsîümanlar kendilerini onaylar. Ne var ki biz müslümanlar, bir batı]
düşünceyi başka bir batı] düşünce ile çürütemeyiz, bid'atı bid'atla
reddedenleyiz, batıl ehli olan kişilerin Kur'ân üzerine yaptıkları tefsirleri
esas alarak "Ra-sûlüllah -salât ve selam olsun- ile sahabesi Kur'ân'ın
müteşabih ayetlerinin anlamlarını bilmezler" diyemeyiz. Bu ifadede
Pey-gamber'i, selef alimlerini doğrudan kötüleme, hatta suçlama vardır. Onlar
hakkında böyle bir söz kullanmak, Kur'ân'ın bazı ayetlerini yanlış tefsir eden
kimselerin yaptıklarından daha büyük bir hata olur. Akıllı kişi bir saray
yapacağım diye koca bir Mısır ülkesini yıkmaz.
Bu konuda serdedilen
üçüncü görüş de bazı surelerin başında bulunan mukatla'a harflerinin
müteşabihliğî hususudur, ki bu görüş İbn Abbas'tan nakledilmiştir. 3I Buna göre
mukatta'a harfleri isim veya eylem cümlesi olarak tam kelâm olmayıp yalnızca
üzerlerinde durulan birtakım isimlerdir. Bu yüzden de i'ra-ba girmek; bir
kelimenin mu'rcb kılınması için hece ve kelimeler arasında birtakım terkip ve
bağlantıların olması gerekir. Mukatta'a harfleriyse Arab alfabesi okunur gibi
(elif, be, te, se..) yalnızca üzerinde durularak telaffuz edilmektedir. Bundan
dolayı da yazılırken, kendisi ile konuşulan isim şeklinde değil harf biçiminde
yazılmaktadır. Bunlar konuşma itibari ile isim olmakla birlikte elif-Iâm şeklinde
mukatta'a fkcsilmiş, bölünmüş) olarak yazılmakla; elif, lanı, mim şeklinde ayrı
ayrı yazılmamaktadır. Oysa bu kelimeler Allah Rasûlünün şu hadislerinde ayrı
olarak gösterilmiştir:
"Kur'âıı'ı tecvid
kurallarına dikkat ederek okuyan kimse okuduğu herbir harf karşılığında on
sevab kazanır. Ben elij-lâm-rnhn bk harftir demiyorum. Hcrbirinin tek basma
birer harf (elif lâm, mim) olduğunu söylüyorum." 32
Rasûlüllah ile
ashabının dilindeki harf kavramı; gramer alimlerinin terminolojilerinde
kullandıkları ve tanımladıkları isim, fiil ve harf ile aynı anlamı
içermekledir. Bu nedenle büyük liniıistik üstadı Sibevevh, kelâmı bölümlere
ayırırken "Kelâm üc-tür: îsim, fiil, ne isim ne de fiil olan harf"
diye tasnif etmiştir. Çünkü lugatçilere göre isim harftir. Kelâmı oluşturan
harflerin içerdikleri anlamlar genellikle bunlardan ibarettir.
Hece harflerine
gelince bunlar salt harfler halinde yazılmakta ve i'rabsız okunmaktadır. Ayrıca
bunların mu'reb ya da mebnî oldukları da söylenemez; çünkü mu'reb ve mebnî
kavramları ancak hece harflerinin biraraya gelmesinden oluşan kelimelerle, kelimelerin
biraraya gelmesinden oluşan cümleler için kullanılır.
Bu görüş mucibince bu
tür müteşabih kavramların dışında kalan nasslarm muhkem olduğu gerçeği ortaya
çıkmışsa maksat hâsıl oldu demektir; çünkü bütün bu çabalarda amaçlanan, Allah'ın
ve Rasûlü'nün sözlerini anlamak ve sonra da "Mukatla'a harflerinin anlamı
konusunda pek çok şey söylenmiştir. Bunların anlamları biliniyorsa eğer,
müteşabih ayet, kelime ve kavramların da manalarının bilinmesi anlamına
gelmektedir. Bilinmemesi durumunda da müteşabih kavramların dışındaki nasslarm
anlamlarının bilindiği gerçeği ortaya çıkar" demektir, ki bizim varmak
istediğimiz nokta da burasıdır.
Allah Teâlâ konumuzun
esasını oluşturan ayetin bir bölümünde "Onun bazı ayetleri muhkemdir.
Bunlar Kitab'ın anasıdtr; diğerleri de müteşabihtir." (Âl-i İmrân, 3/7)
buyurmaktadır.
Oysa alimlerin büyük
çoğunluğuna göre bu harfler ayet değildir; bunların ayet olduğunu yalnızca
Kûfeli alimler savunmuştur.
Bu ayetin sahih olarak
bildirilen nüzul sebebi, bu tür ayetlerden başka kavramların da müteşabih
olduklarına işaret eder. Sonra bu görüş, yahudilerden nakledilen hece
harfleriyle yardım dileme bilgisini talep etmeleri konusundaki haberle de
örtüş-mektedîr.
Dördüncü görüş,
müteşabih ayet, kelime ve kavramların anlamlarının benzeşmesi meselesidir.
Mücahid, bunun ulemanın çoğunun görüşlerine uygun olduğunu söylemektedir.
Nitekim alimlerin neredeyse tamamı, müteşabih nasslarm, kelime ve kavramların
tefsiri hususunda görüş bildirmiş ve anlamlarını, bilgileri ölçüsünde
açıklamaya çalışmışlardır.
Beşinci görüş,
müteşabİh kavramlarda kelimelerin tekrar edilmesi ile ilgili olup Abdurrahman
b. Zcyd b. Esiem'e aittir. Kendisi muhkem ve müleşabih kavramlarını da
"Muhkem, Allah'ın kitabında peygamberlerin kıssaları ile ilgili
zikrettiği ve etraflıca açıkladığı bilgilerdir. Mütesabih ise, bu kıssaların
anlatıldığı ayetlerde birtakım kelime ve kavramların tekrarlandığı
nass-îardır" şeklinde tanımlamıştır. Nitekim Nuh kıssasının anlatıldığı
yerde "Ahmilfihâ. (O gemiye yükle)!" (Hııd, 11/40) ifadesi kullanılmıştır".
Aynı anlam başka bir
suredede su kelimelerle ifade edilmiştir: "Üslük fihâ. (Ona sok)!"
(Mü'minûn, 23/27)
öte yandan Hz.
Musa'nın asası ile ilgili bir ayette de şöyle bu-yurulmuştur:
"Fe izâ hiye
hayyetuıı tes'â. (Bir de ne görsün o asa koşan kocaman bir yılan olmuş)".
(Tâhâ, 20/20)
Aynı olay bir başka
surede de şu sözlerle anlatılmıştır: "Fe izâ hiye su hânım mülnn (Bir de
baktılar ki o apaçık bir ejderhâ...)" (Şuarha, 26/32)
Bu görüşü savunan
Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem sözleri farklı, fakat anlamlan aynı olan ayetleri
müteşabİh olarak tanımlamıştır. Nitekim Kur'ân'ı ezberleyen kimseler de bu
kelimeleri birbirine benzetmektedirler.
Kimi ilim adamları bu tür
benzer ayetleri belirli bir düzenle lasnil etmiştir; çünkü tek bir kıssada
geçen iki ayrı konudaki iki ifadenin anlamı birbirine benzemekte ve bu yüzden
de okuyucu bunları karıştırarak şüpheye düşmektedir. Ancak bu teşâbüh,
(benzeşme) sozkonusu kelimelerin içerdikleri anlamların birtakım İnsanlarca
bilinmemesini gerektirmez ve "Bu gibi ayetlerin manasım sadece ilimde
derinleşmiş kimseler bilir" denilemez. Bu görüş doğru olması halinde bizim
için güvenilir bir delil olabilir; zayıf olması durumunda ise bizim
savunduğumuz görüşe bir zararı olmaz.
Alımcı husus, İmam
Ahmed'dcn de nakledildiği gibi müleşabih nassların açıklanmaya, ayrıntılı bir
şekilde yorumlanmaya muhtaç olmasıdır.
Yedincisi, Şafiî,
Ahmcd ve diğer büyük alimlerden nakledildiği gibi müleşabih nassların, kelime
ve kavramların birkaç şekilde tevÜ edilme ihtimalinin bulunması durumudur.
Nitekim bu konuda Ebu'd-Derdâ'nın (r.a) "Tüm yönleriyle ve bir bütün
olarak bakılmadıkça Kıır'ân'm mesajı gereği gibi anlaşılamaz!"^ dediği
rivayet edilmektedir.
Bazı ilim adamları
Kur'ân'ın kelimeleri ile ilgili olarak Eşbâh ve Nfzd/rkilaplan yazmışlardır.
Nczâir "iki veya daha fazla konuda aynı anlama gelen" vücûh (eşbâh)
ise "anlamları farklı olan" kelimeler demektir. Aralarında kısmî
ayrılıklar olsa da, bazı isimler için birbirine benzer ve ortak isimler deyimi
kullanılır. Bu mesele başka bir yerde daha detaylı biçimde anlatılmıştır.
Bazan da nezâir'in,
"kelimedeki ve anlamdaki farklılıklar" olduğu söylenmiştir; ki bu
durumda ortaklık sözkonusudur. Oysa mesele böyle değildir. Bu konuda doğru olan
görüş, vücûh ve ne-zâir kavramlarıyla anlatılmak istenen mana birinci tanımla
söylenenlerdir.
îlk ve daha sonraki
dönemlerde yetişen alimlerin birçoğu vücûh niteliği taşıyan ayetler üzerinde
görüş bildirmiş, açıklama İsteyen hususlarına değinmiş, kaç farklı anlam
verilebileceğini söylemişlerdir. Kesinlik derecesinde bilinmektedir ki, itim
müslü-manlar, Kur'ân'm bütün manalarının atimlcrcc anlaşılabileceği konusunda
ittifak halindedirler. Kur'ân'da, manasını hiç kimsenin anlamadığı ve
Allah'tan başka kimsenin bilmediği ayetler, kelime ve kavramların bulunduğu
görüşü Kitab ve sünnete ters düşmesinin yanisıra ümmetin icma'ma da da
aykırıdır.
Sekizinci özellik,
kıssalardan ve çeşitli örneklerden oluşan müteşabİh ayetlerin anlamlarının
bilinmesidir.
Dokuzuncu özellik,
müteşabih nitelikli nasslara
yalnızca inanmakla yetinİlerek, kendileri ile amel edilmemesi hususudur.
Onuncu özellik, ise, bazı müteahhirin alimlerinin, "yalnızca Allah'ın
sıfatlan ile ilgili ayet ve hadislerin müteşabih olduğu" görüşüdür.
Bunların da diğer müteşabih nasslarda olduğu gibi, anlamlarının bilinmesi
mümkündür. Müslümanlar Allah'ın sıfatları ile İlgili ayetlerin birçoğunun
anlamının bilineceği hususunda müttefiktirler. Bazılarının bu nitelikteki
nassların anlamları konusunda ayrılığa düştükleri bilinmektedir. Nitekim selef
uleması bu tür ayetleri tevil etmelerinden dolayı Cehmiyye ve Kaderiyye
mezheblerini kınamışlar, bunların keyfiyetini bilme iddialarını
reddetmişlerdir. Mesela İmam Mâlik bu konuda "Isti-vâ malum, keyfiyeti
meçhul; ona inanmak farz, hakkında sorular sormak ise bid'attır." demiş;
diğer sünnet imamları da aynı şeyi söylemişlerdir.
Burada "malum
anlam" ile "meçhul keyfiyet" arasında bir farklılık ortaya
çıkmakladır. Keyfiyet kavramı tevil olarak adlandırılacak olursa -daha Önce de
değindiğimiz gibi- anlamım Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceğini söylemek
yanlış olmaz.
Müteşabih bir nassm,
kelime ve kavramın anlam ve tefsiri ile diğer ahkam ayetlerinin mana ve hükümlerinin
bilinmeleri gibi tevil kategorisine dahil edilmesi halinde rahatlıkla
"Allah Rasûlü -salât ve selam olsun, Cebrail, sahabe ve tabiîn 'Rahman
(Allah) Ar fa istiva etti.' {Tâhâ, 20/5} ayetinin anlamını bilmiyorlardı."
denilebilir.
Bunun gibi şu ayetlerin
manalarını da bilmedikleri söylenebilir:
Ey îblis, İki elimle
yarattığıma secde etmekten .seni alıkoyan nedir?" (Sâd, 38/75) Allah
onlara gazap etmiştir... (Fetih, 48/6)
Belki de bu ifadeler
onlara göre Arap ırkına mensup bir kişi-( nin anlaması imkansız yabancı
kelimelerden oluşan birtakım sözlerdi.
268
kur'mıı ımsshrnn
yorımılmminsı Bunlardan başka şu ayetler de onlar için aynı konumdadır:
Allah'ı gereği gibi
bilemediler halbuki kıyamet günü yer, tümden O'nıın avucu içindedir. Gökler de
sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.
(Zümer, 39/67) Gözler O'nıı algılayamaz, ama O gözleri algılar. (En'âm, 6/103)
Allah işiten ve görendir. (Nisa, 4/134)
Allah onlardan razı
olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. (Mücâdele, 58/22)
Bu böyledir; çünkü
onlar, Allah'ı kızdıran şeylerin ardı sıra gittiler. (Muhammed, 47/28)
Siz de ihsan edin;
çünkü Allah muhsinleri sever. (Bakara, 2/195) De ki: Yapacağınızı yapın!
Yaptığınız işleri Allah da görecek, Rasûlü de, mü'minler de. (Tevbe, 9/105)
Biz onu Arapça bir Kur'ân yaptık... (Şûra, 43/3) Onu yanma al ki, Allah'ın
sözünü işitsin... (Tevbe, 9/6) Oraya gelince kendisine seslenildi: Ateşin
içinde bulunan da, çevresinde olan da mübarek kılındı... (Nemi, 27/8) Onlar,
buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini
bekliyor değiller mi? (Bakara, 2/210) Melekler sıra sıra olduğu haîde, rabbin
geldiği zaman... (89/22) İlle meleklerin yahut Rabbinin gelmesini, ya da
rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? (En'âm, 6/158) Sonra buhar
halindeki göğe yükseldi/yöneldi (istiva etti). (Fus-sılet, 41/11)
O'nun işi, birşeyin
olmasını istedi mi, ona, yalnızca 'Ol!' demektir. O da hemen oluverir. (Yasin,
36/82)
Cebrail'in, Hz.
Peygamber']n -bütün salât ve selamlar üzerine olsun-, ashab ve tabiîn ile
müslümanların önde geien imamlarının bu tür ayetlerin manalariyla ilgili
hiçbir şey bilmediklerini Allah'ın kıyamet saatinin bilgisi gibi bunların
anlamını da kendisine saklandığını; sözkonusu kişilerin -anlamını bilmediği
kelimeleri kullanan kimseler gibi- bu tür ayetlerin lafızlarını okuduklarını
ama anlamadıklarını İddia eden kişi yalan söylemiştir; çünkü tevatür yoluyla
nakledilen bilgi bunun tersinedir. Onlar Kur'ân'm diğer ayetlerinin anlamlarını
bildikleri gibi bu nitelikteki ayet, kelime ve kavramların da anlamlarım
biliyorlardı.
Evet, her ne kadar
sanı yüce rabbin künhü kavranamıyor ve O'na yapılan övgülerin sayısı
bilinemiyorsa da bu kulların eksikliklerden münezzeh olan yüce Allah'ın
kendilerine Öğrettiği ad ve niteliklerini bilmelerine engel teşkil etmez. O'nun
herseyi bildiğinin ve Iıerseye güç yetirdiğinin vb. bilinmesi ilminin ve kudretinin
keyfiyetinin bilinmesini gerektirmez. Yine Allah'ın hak ve mevcut olduğunun
bilinmesi O'nun zalnıın nasıllığınin bilinmesi anlamına gelmez.
Bütün bu açıklamalar,
İlimde derinleşmiş alimlerin müteşa-bih nasslarm tevillerini bildiklerine delil
teşkil eder. Bütün ulema, sözkonusu kimselerin muhkem ayetlerin tevillerini
bildikleri hususunda görüş birliğine varmışlardır. Muhkem ayetlerde verilen
Allah'ın zatı ile ilgili bilgilerin nasılhğı (keyfiyet) ise bilinemez. Ancak
bu durum, sözün yorumu ve anlamının açıklaması olan tevilini bilmemeyi
gerektirmez. Onlar Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih nasslarmın, kelime ve kavramlarının
tevilini biliyor; Allah'ın zatının nasıllığını ise kesinlikle bilmiyorlardı.
Burada, "Bu izah,
sizin tefsir anlamının kastedildiği tevil kavramı ile, şanı yüce Allah'ın
kitabında yeralan tevil kavramı arasındaki fark olarak zikrettiğiniz açıklamayı
geçersiz kılmıyor mu?" denilecek olsa buna şöyle cevap verilebilir: Hayır,
böyle bir şey sözkonusu değildir; çünkü bir sözün manasının yorumunun ve
tasavvurunun kalpte bilinmesi onunla murat edilen, zihinsel dünyanın dışındaki
gerçekliğin bilinmesi anlamına gelmez. Bir-şeyin a'yânlar dünyasında olduğu
gibi zihinsel dünyada, dilde ve açıklamada da bir mevcudiyeti vardır. Bunun
gibi kelam (söz) için knİpte bilinen bir anlam içeren dizini (lafız) vardır. Bu
lafız, şekiller halinde yazıya dökülür. Kelâm anlaşıldığında anlamı kalpte
tasan halinde biçimlenir. Kalpte biçimlenen bu tasarı da dille anlatılıp
tanımlanır. Ancak bu anlatılan, zihinsel dünyanın dışında varolan gerçeklikten
farklıdır. Birinciyi bilen herkes, ikincisini de aynı şekilde bilip anlayamaz.
Bir örnek daha verecek
olursak: "Kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar) kendi kitaplarında Hz.
Peygamber'in geleceğini ve niteliklerini çok iyi biliyorlardı. Bu bilgi,
bizatihi kelâmın kendisinin, İçerdiği anlamın ve yorumunun bilinmesidir. Bunun
tevili ise bizzat Rasîılüllah'ın kendisidir. Kendisi ile aynı olan bilgi, kelâmın
tevilinin bilinmesidir.
Bunun gibi bir insan
hac kavramım, Kabe, Mescid, Mina, Arafat, Müzdelife vb. mekanların isimlerini
bilir, bu kelimelerin içerdikleri anlamlan kavrar; ama sözkonusu mekanların
kendisini, çıplak gözle görünceye dek bilemez. Ancak Kabe'yi gördüğünde onun
"Yoluna gücü yeten herkesin o Beyt'e (Kabe'ye) gidip haccetmesi, Allah'ın
İnsanlar üzerindeki bir hakkıdır!" (Âl-i İm-rân, 3/97) ayetinde sözü
edilen mekan olduğunu anlar.
Arafat da şu ayette
anlatılan mekanın adıdır:
Arafat'taki vakfeden
(duruş) ayrılıp akın edince Allah'ı zikredin! (Bakara, 2/198)
Meş'ar-i Haram olarak
adlandırılan yer ise "Meş'ar-i Ha-ram'da Allah'ı zikredin!" (Bakara,
2/198) ayetinde sözedîlen ve Arafat dağı ile Muhassir vadisi arasındaki
mekandır.
Uykuda görülen rüya da
bunun gibidir. İnsan rüyasını bir tabi rciye anlattığında o onun tevilini
kendisine bildirir. O da yorumdan elde ettiği ipuçları ile gördüğü rüyanın ne
tür olaylara işaret ettiğini anlar. Ne var ki rüyanın bilgisinin, tasavvurunun
ve kelamının tevili değildir. Bunun içindir ki Hz. Yûsuf şöyle demiştir 'İşte
bu önceden gördüğüm rüyanın tevilidir". (Yûsuf, 12/100)
"Size rızık
olarak verilen yemek henüz gelmezden önce, bu rüyanın tevilini bildirmiş
olurum". (Yûsuf, 12/37)
Görüldüğü gibi Hz.
Yûsuf rüyanın tevilini, henüz gerçekleşmezden haber vermiştir. Kaldı ki
haberin kendisi tevil değildir; ama henüz gerçekleşmemiş ya da ne zaman
gerçekleşeceği bilinmese de Peygamber onu bilir. Nitekim biz de Allah'ın
Kur'ân'da zikrettiği va'd ve va'idleıie ilgili bilgileri tevillerinin ne zaman
gerçekleşeceğini bilmesek de salt bilgi olarak anlamaktayız, Allah ile onun
tevilini mi gözetiyorlar? Onun tevili geldiği gün... (A'râf, 7/53)
Yİne Cenabı Hak;
"Her haberin bir gerçekleşme zamam vardır'' (En'âm, 6/67) buyurmaktadır,
Sözgelişi Allah'ın
hakikat olarak bildirdiği haberin er veya geç, kendisinin belirlediği bir
zamanda mutlaka gerçekleşeceğini biliriz. Bilemediğimiz husus, bu haberin ne
zaman gerçekleşeceği meselesidir. Yine onun nasıllığmı ve niteliğini de
bilemeyiz. Bu durum ister muhkem ayetlerin, isterse müteşabih ayetlerin
te'vii-Hnde sözkonusu olsun, farketmez.
Allah Teâlâ bir diğer
ayette şöyle buyurmaktadır:
De ki: O, sizin üzerinize
üstünüzden, ya da ayaklarınızın altından bir azap göndermeye yahut sizi grup
grup birbirinize düşürüp kiminizin hıncını kiminize tattırmaya kadirdir.
(En'âm, 6/65)
Hz. Peygamber bu
ayetle ilgili açıklamalarında, belirtilen olayın mutlaka gerçekleşeceğini
bildirmiş; ancak bunun tevil zamanının henüz gelmediğine işaret
buyurmuşlardır.
Rasûlüllah bu ayetin
tevilini biliyorlardı; ki İslâm ümmeti arasında ayrılık ve fitneler çıkacağı
idi. Allah Rasûlü bu olaym ne zaman gerçekleşeceğini, niteliğini ve gerçekliğini
belki bilemiyordu; fakat, Allah'ın belirlediği bir zamanda mutlaka
gerçekleşeceğini biliyorlardı. Bu hadise gerçekleştiğinde bu ayetin içerdiği
anlamı bilen kişi, bunun ayette işaret edilen olay olduğunu anlayacaktır.
Diğer insanlar ise gördükleri şeyin sözkonusu ayetin işaret ettiği olay
olduğunun farkına varmayacak ya da ayetin bu olaya işaret ettiğini
unutacaklardır. Bu da onların Kur'ân'ın tevilini bilmemelerinden
kaynaklanmaktadır.
Cenâb-i Hak bir ayet-i
kerİme'de "Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız zalimlere
erişmekle kalmaz." (Enfâl, 8/25) buyurmaktadır.
Ayetle ilgili olarak
Zübeyr"Biz ilk zamanlarda bu ayette onda sözü edilen kişilerin kimler
olduğunu görmemiştik. Biz o sırada yalnızca zahirî anlamına önem veriyor, onu anlamakla
yetiniyor-duk"34 demiştir.
Bunun gibi yüce Allah,
Kitab'ını dinleyip içerdiği anlamları kavramayan, ayetleri, kelime ve
kavramları üzerinde enine boyuna düşünmeyenleri kınarken, dinleyip kavramaya
çalışan ve üzerlerinde derinlemesine düşünenleri övmektedir. Nitekim bu konu
ile ilgili bir ayette şöyle buyurmaktadır:
İçlerinden gelip seni
dinleyenler vardır; fakat senin yanından çıktıkları zaman, kendilerine bilgi
verilmiş olanlara, küçümseme niyetiyle, 'Az önce ne söyledi?' derler.
(Muhammed, 47/16)
Yüce Allah bu ayette,
bunların ilim ehli olan kişilere "Az önce Peygamber ne söyledi?"
dediklerini bildirmektedir. Burada kullanılan ilim ehli kavramı, Allah
Rasûlü'nün söylediği sözlerin anlamlarını başkaları bilmezken sahabelerin
bildiğine delâlet etmektedir. Bu ayet aynı zamanda sahabilerin Kur'ân'ın
muhkem ve müteşabih ayetlerinin anlamlarını bilen, ilimde derinleşmiş kimseler
olduklarına da işaret etmektedir. Sözgelişi şu ayet bu gerçeği dile
getirmektedir:
Biz bu örnekleri
insanlara anlatıyoruz; fakat onları alimlerden başkası düşünüp anlayamaz.
(Ankebût, 29/43)
Bu ayet Kur'ân'da
verilen misalleri yalnızca alimlerin aklede-bileceklerini, onların
dışındakikrinse akîcdeıneyeceğİni vurgulamaktadır.
Selef ulemasının
çoğuna göre Kur'ân'da verilen misaller müteşabih niteliklidir; çünkü mümessil
ile mümessil-bih ('misal veren' ile 'kendisiyle misal verilen olgu) müteşabih
olmaya diğer âyetler, kelime ve kavramlardan daha yakındır. Bunların anlamlarım
akletmek, yalnızca ilimde derinleşmiş kişilerin bildikleri te'villerini
bilmektir. Bu husus "Kendilerine bilgi verilenler, rab-binden sana
indirilenin hak olduğunu, mutlak galip ve hamdedil-meye layık olanın yoluna
ilettiğini görürler". (Sebe1, 34/6) ayctiyle
273
ihîas ve tevki {I
anlatılmıştır.
Allah kalından
kendilerine indirilen mesajın anlamını bilnıe-miş olsaiard] onun hak ya da
batıl olduğunu nasıl bilecekler; doğruluk veya yanlışlığı anlaşılmayan bir
kelam olmasına nasıl hiikmcdcbilcccklerdi? Kur'ân'm nasslarınm derinlemesine
düşü-nülmcsiyle ilgili olarak şu ayetleri de örnek verebiliriz:
Kıır'ân'ı
düşünmüyorlar ını? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var? (Muhammed,
47/24)
Kur'âii'i
düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda
birbirini tutmayan çok şeyler bulurlardı. (Nisa, 4/82)
Onlar hala o sözü
düşünmediler mi; yoksa onlara ilk alalarından gelmeyen birşey mi geldi?
(Mü'minûn, 23/68) Sözü dinleyen ve onun en güzeline uyan kullarımı müjdele!
(Zlimer, 39/17)
Rablerinin ayetleri
kendilerine hatırlatıldığında, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar. (Furkân,
25/73)
Aklcdesiniz (beyninizi
kullanasınız) diye (onu) size Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. (Yûsuf, 12/2)
(O) bilen bir toplum
İçin ayetleri açıklanmış, Arapça bir Ki-tab'dır,
Müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderilmiştir; ama çokları onu anlamaktan yüzçevirmiştir, zira onlar
işitmezler. Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kulblcrimiz Örtüler içindedir;
kulaklarımızda bir ağrılık ve seninle aramızda bir perde vardır... (Fussilet,
41/3-5)
Kur'ân'm çoğu ayetinin
kimse taralından anlaşılmaması yalnızca bir kısım ayetlerinin düşünülüp
akledilebiieccğİ anlamına gelmez mi? Oysa bu durum, onun bütünsel esprisine
aykırıdır; özellikle de haber içerikli, ahiret günü, cennet, cehennem gibi
metafizik kavramlarından bahseden Allah'ın zatını kendisine is-nad edilen ortak
ve evlatlardan lenzih eden ve O'nu Rahman olarak adlandıran kavramlar, isim ve
sıfatlar hakkında bilgi veren ayetler konusunda. Nitekim müşrikler, nely ve
isbat yoluyla Allah'ın sıfatlarından ve ahiretten haber veren ayetleri inkar
etmişlerdir. Bu yüzden de Allah Tealâ bu tür ayetleri akletmeyc ve gereği gibi
anlamaya çalışmayanları, üzerlerinde inceden inceye düşünmeyenleri
kınamaktadır.
Ccnab-ı Hak Kıır'ân'm
tamamı üzerinde beynimizi kullanmayı, derinlemesine düşünmemizi emretmekte ve
bu konuda şöyle buyurmaktadır.
İçlerinden sana kulak
veren ve Kur'fm'ın ayetlerini dinleyenler de vardır; fakat sağırlara sen mi
dinleteceksin? Bir de beyinlerini kullanmıyorlarsa...
"İçlerinden sana
bakanları da vardır; ancak görmeyenleri sen mi doğru yola götüreceksin? Hele
basiretleri (ileri görüşlüleri) de yoksa..." (Yûnus, 10/42-43)
İçlerinden seni
dinleyenler vardır; fakat biz onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin
üzerine örtüler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk..." (En'âm, 6/25)
Kur'ân okunduğu zaman
senin ile ahirete inanmayanların arasına kapalı bir perde çekeriz.
Kalplerine onu
anlamalarına engel olacak kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyarız...
(îsrâ, 17/45-46)
Bütün bu ayetler, yüce
Allah'ın, sadece kendisinin bilmesi gereken hususlar dışındaki konuların
bilgisini, başkalarının da bilmesini oîumsuzfanladığını göstermektedir.
Bilgisini yalnızca kendisine sakladığı konuların neler olduğuna da şu ayet-i
kerimelerde değinmektedir:
De ki: Göklerde ve
yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez!"
(Nemi, 27/65)
Onu tam zamanında
açığa çıkaracak olan, sadece O'durî (A'râf,
7/187)
Rabbinİn ordularını
ancak kendisi bilir". (Müddcssir, 74/31)
Meseleye bir bütün
olarak bakıldığında, Allah Tcâla'nın kendisinden başkalarınca bilinmesini
reddettiği şeylerin Kur'ân'daki bilgilerin tamamı olmayıp yine kendisinin
belirlediği birtakım hususlar olduğu söylenebilir. Bu durum, bilme ayrıcalığını
kendisine sakladığı konular için geçerlidir. Cenâb-ı 1 lak bazı kullarının
bilmesi mümkün olan konulardan ise şu üslupla sözetmek-tedir:
O'nıın bilgisinden,
kendisinin dilediği miktarından başka birşey kavrayamazlar... (Bakara, 2/255)
O gayb] (duyu
organlarıyla algilanmayanı) bilendir. Kendi gaybî bilgisini kimseye aşikar
etmez.
Ancak razı olduğu
elçilere gösterir; çünkü razı olduklarının önlerine ve arkalarına gözeticiler
koyar. (Cin, 72/26-27) De ki: Benimle sîzin aranızda Allah'ın ve yanındaki
Kİtab'm bilgisi bulunanların şahit olması yeterlidir. (Ra'd, 13/43) Allah kendisinden
başka İlah olmadığına tanıklık etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka
ilah olmadığına adalet üzerine şahitlik ettiler. (Âl-i İmrân, 3/18)
Allah kendi bilgisiyle
sana indirmiş olduğuna tanıklık eder. Melekler de buna şahitlik ederler.
Allah'ın şahitliği yeterlidir. (Nisa, 4/166)
De ki: Onların
(Ashâb-ı Kehf) sayısını rabbim daha iyi bilir. Onları bilen azdır. (Kehf,
18/22)
Yüce Allah
meleklere'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.'buyurmuştu. (Bakara, 2/30)
Melekler de kendisine
"Senin bize öğrettiklerinin dışında bizim hiçbir bilgimiz yoktur. (Bakara,
2/32)
karşılığını
vermişlerdi.
Nitekim sahabe bu tür
ayetler hakkındaki sorular "Allah ve elçisi daha iyi bilir," diye
cevaplandırırlardı.
Hz. Peygamber
müslümanlar arasında yaygın olan bir dualarında şöyle demektedirler:
Senden; zâtını
isimlendirdiğin, Kitab'ında indirdiğin, mahluka-tından dilediklerine öğrettiğin
veya bilgisini sadece katındaki gayb ilminde sakladığın tüm isimlerinle
istiyorum!35
Öte yandan Allah Teâlâ
da "Birşeyde tartışmaya düştüğünüzde onu Allah'a ve Rasûlüne
götürün'." (Nisa, 4/59) buyurmaktadır.
Müslümanların kendi
aralarında ayrılık ve, tartışmaya düştükleri ilk konular Kur'ân'ın anlamı ile
ilgilidir. Peygamber bu anlamları bilrnemiş olsaydı, bunları kendisine götürmek
imkansız olurdu.
Kaldı ki sahabe,
tabiîn ve bütün İslâm uleması sünnetin Kur'ân'm tefsir ve açıklaması olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Sünnet Kur'ân'a işaret ve göndermelerde
bulunur, onun mücmel bıraktığı hususları, emir ve haber içerikli kelime ve kavramları
insanların anlayacağı biçimde anlatıp açıklar. Konu ile ilgili olarak
Kur'ân'da şöyle buyumlmaktadır:
Başlangıçta insanlar
tek bir ümmet idiler. Allah onlara müjdeleyen ve korkutan elçiler gönderdi.
Anlaşmazlığa düştükleri konularda İnsanlar arasında hükmetsin diye, o
elçilerle birlikte hakikatleri bünyesinde taşıyan kitaplar indirdi... (Bakara,
2/213)
İnsanlar arasındaki en
büyük ihtilaflar, Allah'a ve ahire t gününe iman ile ilgili habere dayalı ilmî
meselelerde çıkmıştır. Bu nedenle de ayrılığa düştükleri bu gibi konularda
aralarındaki tek hakemin Kitap olması gerekir. Kitabın ihtiva ettiği anlamların
anlaşılmasının mümkün olmaması halinde hakemlik yapması imkansızdır. Oysa Allah
Tcâlâ Kur'ân'ın bizatihi hakem olduğunu bildirmiştir. Anlamlan açık olmayan
bir Kitap, hiçbir olgunun doğruluğu veya yanlışlığı hakkında hüküm veremez.
Kitab'm yegane hakem
ve hakim veya Peygamberin Kitab'Ia hükmeden hakim olması "doğruyu
yanlıştan, hakkı batıldan, düzgünü eğriden kesin ölçülerle ayıran bir fasl
(ayırdedici) olması" anlamına gelir. Kur'ân da bu görevini, ancak
anlamının açıklığı ile yapabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle
açıklamış: "O, elbette ayırdedici bîr sözdür (fasl)". (Târik, 86/13)
şeklinde açıklamaktadır; yani, "O Kur'ân hakkı batıldan kesin çizgilerle
ayıran bir ayırıcıdır". Anlamını bilmeye yol bulunmaması halinde bu
ayırdedicilik fonksiyonunu nasıl yerine getirebilir?
Bir başka ayette şöyle
buyurulmaktadır:
Onların içinde bir de
ümmiler vardır ki, Kİtab'ı bilmezler; bütün bildikleri, birtakım kuruntulardan
ibarettir. Onlar sadece zan içinde bulunurlar. (Bakara, 2/78)
Allah Tcâlâ burada
Kitab'ı bilmeyen, bildikleri yalnızca birtakim kuruntulardan ibaret olan
kişileri -Kitab'm kelimelerinin anlamlarını saptırıp yalanlayanları kınadığı
gibi kınamaktadır, Yine ayette bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurulmakladır.
Şimdi ey inananlar!
Siz onhınn (yahudiler) size inanmalarım mı umuyorsunuz? Oysa onlardan hır fırka
vardır ki, Allah'ın sözünü işilirlerdİ de, düşünüp aklettiklen .sonra, bile
bite onu .saptırırlardı.
"İnananlara
rastladıklar! zaman 'İnandık!' derler. Birbirleriyle başba.şa kaldıkları zaman
da 'Allah'ın size açtıklarını onlara söylüyorsunuz ki, onu rabbintz katında
sizin aleyhinizde delil olarak mı kullansınlar? Aklınızı kullanmıyor musunuz?'
derler. (Bakara, 2/75-76)
Burada iki sınıf
insandan sözedilmektedir. Bir sınıf "Onların içinde bir de ümmihr vardır
ki onlar, Kitab't bilmezler. Bildikleri sadece birtakım kuruntulardan
İbarettir. Onlar yalnızca zarı içinde bulunurlar." (Bakara, 2/78) ayetinde
zikredilenlerdir.
Cenâb-ı Hak bunları
zikredip kınadıktan sonra Kitab'a iftira edenlerle katından olmayan bilgilerin
"Allah katından" olduğunu söylenen yalancıları kınama sadedinde şöyle
buyurmaktadır:
Vay o kimselerin
haline ki, Kitab'ı elleriyle yazıp az bir paraya satmak için, "Bu Allah
kaîmdandır!" derler. Ellerinin yazdığından dolayı vay onların haline,
kazandıkları yüzünden vay onların haline! (Bakara, 2/79)
Bu üç sınıf insan
dalalet ve bid'at ehli grupların tamamını kapsamaktadır. Allah ve Rasûiü'nün
kınadıkları ehl-i bid'at İkİ çeşittir:
1- Hakkı bildiği halde tersine dayananlar;
2- Hakkı
bilmeyip de cehaletleri yüzünden başkalarına bağlananlar...
Birinci sınıfa dahil
olanlar, Allah'ın Kitabı'na aykırı yeni yeni şeyler icat ederek bunların Allah
katından geldiğini söylerler. Bunu da ya söylemediği birtakım yalan hadisleri
isnat etmek suretiyle Allah Rasulii'ne iftira atarak ya da nassları batıl bir
biçimde tevil ve lefsir ederek yaparlar ve bunları savundukları bozuk fikir ve
görüşlerini desteklemek için kullanırlar. Amaçları başkanlık, makam mevki elde
etme, yeyip içme sevdasıdır. İşte bunlar az bir dünyevi bedele (paraya)
pazarlamak için Allah'ın Kita'o'ını kendi elleriyle yazarlar. Elleriyle batılı
yazmalarından dolayı vay onların haline! Yine bu yolla kazandıkları
dünyalıklar yüzünden başına geleceklere! Onlar ilahi kitapların nassları ile
karşılaştıklarında veya söylediklerinin ve yazdıklarının bu nasslara ters düştüğü
kendilerine söylenildiğinde asılsız ve tutarsız tevil yöntemleriyle, ilahi
kelime ve kavramları konuldukları yerlerin dışına çıkarıp tahrif ederler.
Allah Teâlâ böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır:
Şimdi siz, onların
size inanmalarını mı istiyorsunuz? Halbuki onlardan bir fırka vardır ki,
Allah'ın kelamını işitirlerdi de, düşünüp aklettikten sonra, bile bile onu
tahrif ederlerdi. (Bakara, 2/75)
İkinci gruba girenler
ise "bilgisizlerdir; bunlar Kitab'ı bilmeyen, bildikleri yalnızca
birtakım kuruntulardan ibaret ümmiler olup sadece zan İçindedirler.
İbn Abbas'la
Katâde'nin, "Ve minhum ümmiyyûne ("Onlarm içinde bir de ümmiler
vardır)." ifadesiyle İlgili olarak şöyle dedikleri nakledilmiştir:
"Ümmiler, 'Allah'ın Kitabı'nm anlamlarını bilmeyen, onu kelimelerinin ve
kavramlarının içeriklerini anlamadan lafızlarını okuyan ve ezberleyen kişiler1
olarak da tanımlanabilir. 'Bildikleri sadece birtakım kuruntulardan ibarettir'
ifadesi ile anlatılan kişiler, Kitab'm fıkhını bilmeden, salt lafızlarını
okuyan, yine anlamını bilmeksizin dinleyen kimselerdir". Kisâî ve Zeccâc
da aynı şeyleri söylemişler.
İbn Sâib de kelimeyi
"Kitab'i düzgün ve güze! okuyup ve yazamayan, yalnızca içlerinde bulunan
alimlerin anlattığı birtakım kuruntuları bilgi sanan, Kitap hakkında tüm
bildikleri bu tür kuruntulardan İbaret olan kimseler" olarak
yorumlamıştır,
Ebû Ravk İle Ebû
Ubeyde ise şöyle demişlerdir:
"Bildikleri yalnızca birtakım kuruntulardır." demek, 'Kitab'm
ayetlerini kalbin dışından okumak, kitaptan yani yazılı metinlerden
okuya-mamak' demektir". Bu görüş, "Bildikleri yalnızca
kuruntulardır." ifadesini "üminilerin kendi kendilerine
okuyuşları" olarak açıklamaktadır. Sadece alimlerinin okuduklarını
dinleyip Kitab'ı okuyamayanların tamamı bu gruba dahildir.
Kaldı ki her iki görüş
de kendi içinde doğrudur. Ayetin anlamı ikisini de kapsar; çünkü Allah Teâlâ
burada "Kitab'ı bilmezler." ifadesini kullanarak "Okumazlar ve
dinlemezler!" dememiş ve ardından "İllâ emaniyy (yalnızca
kuruntuları)" kelimesini munkati' istisna olarak getirmiştir. Bu durumda "Onlar
ancak birtakım kuruntuları ya bizzat okuyarak veya başkalarından dinleyerek
bilirler." anlamına gelir.
istisnanın muttasıl
olarak kabul edilmesi halinde ayetin tak-dirindeki anlam "Birtakım
kuruntuları bilmenin dışında Kitab'ı bilmezler. Anlamadan okuma bilgisine dahi
sahip değildirler." olur.
Emaniyy kelimesi okuma
anlamına gelen ümniyye kelimesinin çoğuludur. Bu kavram ayette şu şekilde
kullanılmıştır:
"Senden önce
hiçbir rasûl ve nebi göndermemiştik, ki o birşeyi istediği zaman, şeytan onan
temennisi içerisine mutlaka bir düşünce (kuruntu) almış olmasın; fakat Allah
şeytanın attığını hemen hükümsüz kılar, ardından kendi ayetlerini tahkim eder.
Allah alîm ve hakimdir". (Hacc, 22/52)
Şair de bir şiirinde
temenni kelimesini şöyle kullanmış:
Gecenin başında
Allah'ın Kilabı'nı temenni etti. Sonuna doğru ise ecel vakti ile karşılaştı.
Ümımyyûn bazılarınca
anneye nisbet edilmiştir; bazı alimler de "avam yaşayışı üzere olan
kimseler" olduğunu söylemişlerdir. Ümminin anlamı, "temyiz yeteneği
olmayan avamdan kimse" demektir.
Öte yandan ez-Zeccâc,
iimmi kavramını "Hiç birşey bilineyen, annesinden doğduğu gibi kalan,
doğal yapısı üzere olan kişi demektir." şeklinde açıklamıştır.
Diğer dilbilimciler
ise "Ümmi,'kişiyi anneye nisbet etmek'tir; çünkü kelimenin yazılış biçimi
kadınları değil, erkekleri içermektedir, zira erkekleri doğuran
anneleridir." demişlerdir.
Burada doğru olan
sonuç, ümmi kelimesinin anne kelimesine nisbet edilmesidir. Sözgelişi
"halkın gene] yaşayış biçimi üzerine yaşayan, doğruyu yanlıştan
ayırtedebiİme yeteneği olmayan" kimseler için âınt kelimesi kullanılmakta;
"okuma yazma gibi özellikleri İle diğer insanlardan ayırtedilemeyen,
yaşamını anasından doğduğu gibi, hiçbir şey bilmeyerek sürdüren" kişilere
de ümmi denilmektedir. Buna göre Allah katından indirilmiş bir kitapları
olmayanlar da vahye dayanmayan kitapları okuyup yazsalar bile ümmi olarak
tanımlanır. Bu anlamda Arapların tamamı ümmi İdiler; çünkü Kur'ân indirilinceye
dek ellerinde Allah tarafından indirilmiş bir kitapları yoktu. Bu konuda
Kur'ân-ı Kerim şöyle demektedir.
Kendilerine kitap
verilenlerle ümmilere de ki: 'Siz de müslüman oldunuz mu?' Eğer İslâm olurlarsa
hidayete ererler. (Âl-i Imrân, 3/20)
O, ümmiler içinde,
kendilerinden olan bir peygamber gönderendir. (Cum'a, 62/2)
Kur'ân indirilmezden
önce Araplar arasında okuyup yazma bilen İnsanlar vardı. Ama hepsi ümmi olarak
tanımlanmaktadır. Kur'ân'ın inzalinden sonra herhangi bir kitabı değil vahye
dayalı Kur'ân'ı ezbere okuduklarından ümmi tanımından çıktılar, diğer bir deyişle
ümmilikleri kalmadı. Ancak dinlerinin ilkelerini yazmaya gereksinim
duymamaları itibarı ile yine ümmi kaldılar. Müslümanlar Kur'ân'ı yazılı
metinden değil, yalnızca kalplerinden ve kafalarında hıfzettiklerinden
okuyorlardı. Mesela bu konu İle ilgili îyâd b. Hımâr el-Mücâşi'î Hz.
Peygamber'den şöyle bir hadis-i kudsi nakletmektedir.
Yüce AIIiih "Ben
kullarımın hepsini haııif (tevhid ehli müslü-man) ohırak yarattım."
buyurdu ve bana şöyle dedi: "Ren .seni ve seninle başkalarını deneyeyim
isledim. Sana suyun yıkayıp silmediği (su götürmez) bir Kit;ıp indirdim. Onu
hem uyurken hem de uyanıkken okursun.36
Mensubu bulunduğumuz
İslam ümmeti, kitaplarını kalplerinde ve kafalarında hıfzedcmeyen (koruyup
saklayamayan) kitap ehli gibi değildir. jVIushafın tüm sayfalan kaybolsa dahi,
Kur'ân İslâm ümmetinin yüreklerinde mahfuzdur. Bu itibarla müslümanlarm
Kur'ân'm indirilmesinden ve hıfzedilmesinden sonra da ümmi oldukları
söylenilebilir. Nitekim Buhârî'nin Sa-hîh'inde Ibn Ömer Allah Rasûlünden konu
ile ilgili şöyle bir hadis nakletmektedir:
Biz matematiksel hesap
yapmayı ve yazı yazmayı bilmeyen ümmi bir ümmetiz. Ramazan ayı şöyle şöyle
olduğu zaman oruca başlanır.-17
Görüldüğü gibî Hz.
Peygamber burada "Biz kitap okuyama-yiz, ezberleyenleyiz.'1 dememiş; yalnızca
"Yazmayız ve matematiksel hesap bilmeyiz." buyurmuşlar ve bununla da
"Bizim dinimiz, yazıya ve matematiksel işlemlere muhtaç değildir."
demek İstemişlerdir. Oysa kitap ehli milletler oruç ve bayram zamanlarını yazı
ve matematiksel hesapla saptıyorlardı; zira onların dinleri, tamamen yazı ile
ilintili idi. Ellerindeki yazılı belgeler kaybolduğunda dinlerini
öğrenebilecekleri başkaca bir kaynaklan ve imkanları yoktu. Bu yüzden de sünnet
ehli insanlar arasında Kur'ân'i ve hadisi ezberleyenlere, bid'at ehli
olanlardan daha çok rastlanır. Ehi-i Bid'at arasında kitap ehline birtakım
açılardan benzeyenler vardır.
"Gelin Allah'a ve
O'nun ümmi olan elçisine iminin!" {A'râf, 7/158) ayetindeki ümmi kavramına
gelince:
Bu tanını gereği
Peygamber ümmİdir; çünkü o ne yazı yazabilir ne de yazılmış bir kitabı
okuyabilirdi. Oysa o, ezberinde olanı okuması itibarı ile ümmi olmayıp
insanların Kur'ân'ı en güzel ezberleyeni idi.
Fukahânın
terminolojisinde ümmi "okuyan kişi"nin zıddidır; ancak bu, birinci
tanıma göre "yazıcı"nm karşıtı olan "yazmayan" anlamına
gelmez. Onlar bu kavramla genellikle "güzel başlangıç yapmayı
bilmeyen" kimseleri kasdetnıişSerdir.
Bİr de "Onların
içinde Kitab'ı bilmeyen üınmiler vardır ki, bildikleri yalnız birtakım
kuruntulardan ibarettir". (Bakara, 2/78) ayeti vardır; kİ "Anlamını
bilmeden kelimelerini tekrarlayarak okumaktan başka Kitab'ı bilmeyen
kişiler." demektir. Bu tanım, güzel yazı yazamayan ve daha önce bir yazılı
metin okumamış olan kimseleri de kapsar. Bunlar bügi olarak yalnızca birtakım
kuruntuları dinlerler. Îbn'üs-Sâib'in de dediği gibi, "ümmi kavramı,
herhangi bir yazılı metni sadece ezberinden okuyup kağıt üzerinde okuyamayan
kişileri de içerir". Ebû Ravk ile Ebû Ubey-de de böyle tanımlamışlardır.
Bazıları, âyette geçen
"onlar Kitab'ı bilmezler" ifadesinin, yazıyı güzel yazmayı bilmez,
sadece ezberden okumayı güzel yaparlar, demek olduğunu söylemişler. Bu tanım
aynı zamanda güzel yazı yazan, güzel okuyan ama yazdığını ve okuduğunu anlamayan
kimseleri de içerir. Nitekim İbn Abbas, ayetin bu bölümünü şöyle tefsir
etmişti: "Kilab'm anlamlarını bilmez ama metinlerini ezbere bilir,
anlamadan okurlar. Onun muhteviyatından habersizdirler."
Bu açıklamada geçen
kitab kavramından maksat Allah katından indirilen kitaplar olup Tevrat ve
İncil de buna dahildir. Burada anlatılmak istenen sadece yazı değildir; çünkü
Allah Teâİâ ayette "Onlar yalnızca zan İçindedirler." buyurmaktadır.
Bütün bu anlatılanlar
ümmi kavramının "Allah katından indirilmiş kitapların anlamını
bilmeyen" kişilere delalet ettiğini göstermektedir. Bununla bu tür
kimselerin kitap konusundaki bilgisizlikleri vurgulanmaktadır. Yoksa herhangi
bir metni eli ile yazamaması, kişinin hepten bilgisiz olmasını gerektirmez.
Birşe-yi kesin olarak bilmese de en azından tahmin (zan) eder. Nitekim çoğu
kimse yazı yazmayı bildiği halde kendi eliyle yazdığı metinleri anlayamaz;
yine çokları da vardır ki, yazı yazmayı bilmez ama başkaları tarafından yazılan
metinleri rahatlıkla okuyup anlar.
Burada bir de şöyle
bir durum vardır: Allah Teâlâ, ayetin akışı içerisinde bu tür nitelikteki
kişileri kınamaktadır. Bir insanın yazılı nassların gereğini yerine getirmesi
halinde yazı yazmasını bilmemesi kınanması için bir neden teşkil etmez. Burada
kınama olgusu, yalnızca Allah'ın indirdiği Kitab'm ayet, kelime ve kavramları
üzerinde düşünüp akletmeme olayına yöneliktir. Kınamaya muhatap olan kişinin
yazı yazmayı, okumayı ve kitap tasnif etmeyi bilmesi veya okuyup yazamaması
neticeyi değiştirmez. Önemli olan gönderilen ilahi mesajların anlaşılıp
anlaşıl-mamasıdır.
Hz. Peygamber bir
keresinde kıyamet alametlerinden söz ederken "İşte bu zaman ilmin
yeryüzünden kaldırılacağı zamandır." buyururlar. Ziya d Lebid'in "Ey
Allah'ın Rasûlü! Biz Kur'ân'ı sü-reldi okurken ilim yeryüzünden nasıl kaldırılır?
Allah'a yemin olsun ki biz iıer zaman için Kur'ân okuyacağız ve kadınlarımıza
da okutacağız" diye sorması üzerinde de şöyle derler: "Ben seni
Medine'de yaşayan insanların en fakîhi sanırdım. Yanlarından bir deger ifade
etmeyen Tevrat ve İncil, Yahudilerle hıristiyanhı-ra ne yarar
sağlamaktadır".38
Müslümanlarca bilinen
bu hadisi Tirmizî ile diğer hadisçiler kaydetmişlerdir.
Allah Teâîâ
incelediğimiz ayetin bir öncesinde "Onların içinde bir fırka vardır,
Allah'ın kelamını dinleyip anlar ardından bile bile onu tahrif eder."
(Bakara, 2/75) buyurmaktadır.
Ayette bir grubun
başlangıçta Allah'ın kelamını anladıkları halde daha sonra bile bile
saptırdıkları belirtilmektedir. Bu davranışlarından ötürü de Allah Teâlâ
tarafından kınanmışlardır. O kelâmı ister kalp ve kafalarında hıfzetmiş veya
yazılı bir metin haline getirmiş olsunlar, isterse de kafalarında ve
yazdıklarından okusunlar, sonuç değişmez. Eğer onlar böyle olmasalardı, Allah'ın
kelamını akledemediklerinin ve Kitab'ı bİlmeyip, bildiklerinin yalnızca
birtakım kuruntulardan ibaret olduğunun zikredilmesi daha uygun olurdu.
Allah'ın kelâmı olan
Kur'ân müteşabih (benzeşen) ve İkili sistem üzerine indirilmiş bir kitaptır.
Onda çeşitli yeminlerle bunları İçeren örnekler geçmektedir. Bu anlatım biçimiyle
Kur'ân ikişerli bir sistem üzerine kurulmuş olup zikredilen yeminlere
müteşabihlir (benzer). Buna göre sözkonusu kimseler her ne kadar okuma ve
yazma yeteneğine sahip olsalar da yine kitap ehline göre ünımi sayılırlar.
Nitekim biz bundan önce "Kur'ân'ı okuyup yazdığı, hatta ezberlediği halde
içerdiği anlamları bilip, anlamayan ve üzerlerinde inceden İnceye düşünmeyen
kimse" için ünımi, avamı ve zayıf anlayışlı niteliklerini kullanmış, bu
vasfı taşıyan kimselerin tamamını tanımlamıştık.
Yüce Allah, kelamını
anladıktan sonra kelime ve kavramlarını bile bile konuldukları yerlerin dışına
çıkarıp, tahrif edenlerin yamsıra, Kitab'ı bilmeden yalnızca kelimelerini
okuyup, anlamları üzerinde düşünmeyenleri de kınamaktadır. Buna göre Aliah
Teâlâ tarafından kınanan insan grupları iki çeşittir: Nasslarm anlamlarım
bilmeyen bilgisizler (cahil) ile ilahi kelime ve kavramları konuldukları
yerlerin dışına çıkaran, saptıran yalancılar. Bu da bid'atçılann durumunu
yansıtmaktadır; çünkü onlar iki gruptan birine girmektedir:
1. Valıyî
kelime ve kavramları konuldukları yerlerin dışına çıkarıp saptıran, nasslar
üzerinde kendi görüşüne göre konuşan ve onları Allah'a nisbet ederek tevil
edenler. Bu kategoriye giren kimseler Kitab'ı elleriyle yazıp onun Allah
katından olduğunu söyleyerek kendi kafalarından uydurdukları sözleri
Peygam-ber'in getirdiği ve müslümanlann geçmiş alimlerinin (selef) üzerinde
bulundukları hak sözler olarak tanımlar ve öylece kabul ederler ve sonra bütün
bu nassları, asîî yapılarına ters düşecek biçimde tahrif ederler. Bunları
amaçlı bir şekilde yapan ve yaptıklarının Rasul'e muhalefet olduğunu bilen bu
kimseler daha Önce aynı şeyleri yapmış olan yahudiler gibidir. Sözgelişi
tanrıtanımaz miilhidlcrin çoğu bu kategoriye dahildir. Bu tür özellikler, bu kategoriye
girmeyen daha başkalarında da bulunabilmektedir.
Asıl amacı zahirî ve
batınî olarak Peygamber'c uymak olupta yazdıklarında ve tevil etliği ııasslarda
yanlışa düşenler de aynı türün kapsamına girmektedir. Ancak bunlar, bu
kapsama, ötekilerin işledikleri hatalar ve düştükleri yanlışlıklar yüzünden
dahil olmuşlardır; yani ötekiler gibi amaçlı hareket etmemişlerdir.
"Alim hataya
düştüğünde bütün bir alem hataya düşer." denilmiştir.
Tevile yönelen İslâm
ümmetinin durumu işte böyledir.
2. Kitab'dan
hiçbir şey bilmeyen, sadece kulaktan dolma bilgilere sahip olan, başkalarının
okuduklarını dinlemekle yetinen, bildikleri yalnızca birtakım kuruntulardan
ibaret olan taklitçi ümmiler.
Allah bu gibileri bu
niteliklerinden, tutum ve davranışlarından ötürü kınamaktadır. Daha Önce de
geçtiği üzere yüce Allah'ın Kur'ân'm manalarını bilmeyen, nasslan inceden
inceye düşünüp akletmeyenleri kınadığı bilinmektedir. Ancak buradan hareketle
"Kur'ân'ın çoğu ayetlerini, kelime ve kavramlarını mahluka t arasında bilen
yoktur; onların bildikleri sadece birtakım kuruntulardan ibarettir. Bu
bağlamda onun anlamını ne Cebrail, ne Hz. Peygamber, ne sahabe ve ne de diğer
müslüman bilmez; zira onların bildikleri de birtakım kuruntulardan öteye
geçmez." denilemez. Bövlesi bir söz, sözkonusu kişileri, Allah'ın, bu tür
hareketlerinden dolayı kınadığı insanlara benzetmek oiur.
Burada "Her
müslümanın Kur'ân'da yeralan tüm ayetlerin anlamını bilmesi gerekli değil
midir?" diye bir soru yöneltilebilir.
Bunu şöyle
cevaplandırmak mümkündür: "Evet, gereklidir. Ancak, Kur'ân'ın tüm
ayetlerinin manalarının bilinmesi farz-ı kifayedir. Tamamım her müsiümanın
bilmesi zorunlu değildir. Kuşkusuz Allah Teâlâ ayetlerin anlamlarını
bilmeyenleri kınamıştır; çünkü onlar, yalımca kelimelerini tekrarlamaktan başka
anlamını bilmiyor, bilme gereği de duymuyorlardı. Yalnızca bir zan
İçerisindeydiler. Böylcleri için "Onlar ondan endişe ve kuşku
içindedirler." (Fussilet, 4 1/45) benzetmesi yapılmıştır.
Şöyle denilebilir:
Bazı tefsirciler, "Onların bildikleri yalnızca birtakım
kuruntulardır." ifadesi ile "Onların ağızlarıyla söyledikleri yalan
ve batıldan başka birşey değildir." anlamını kastettiğini söylemişlerdir.
Bu görüş bazı selef ulemasından nakledilmiş, ünlü dilbilimci Ferrâ da bunu
benimsemiş ve şöyle demiştir: "Ayetteki "... yalnızca
kuruntularıdır' ifadesi 'uydurulan yalanlar' anlamındadır; çünkü bazı Araplar
kendilerine hadis nakleden İbn Dcb'e "Bu anlattıkların rivayet ettiğin bir
gerçek midir? Yoksa sen böyle olmasını mı istiyorsun; yani bu sen mi
uydurdun?" derlerdi".
Ayetteki kuruntular
anlamına gelen emâniyy kelimesi ile; sözü edilen insanlar arasında yaşayan
ilim adamlarının, kendi duyu ve düşüncelerini dile getirmek üzere elleriyle
yazıp Rasûlül-lah'ın niteliklerinde birtakım değişiklikler yapma girişiminde
bulunduktan sonra bunları Allah'a nisbet etmeleri anlatılmak istenmiştir.
Öte yandan bazı
tefsirciler el-enıâniyy kelimesini, "Allah'a batıl ve yalan isnat
edilmek" şeklinde açıklamışlardır; şu sözlerinde olduğu gibi:
Ehl-i Kitap 'Sayılı
günlerin dışında ateş bize kesinlikle dokunmayacaktır.' derler. (Hakanı, 2/80)
{Kitap ehli) 'yahudi
veya lnristiyan olandan başkası cennete girmeyecek!' (derler). (Bakara, 2/1J1)
Ehl-i Kitap 'Hiz
Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz!' dediler. {Muide, 5/18)
Bu görüş kimi selef
alimlerinden de nakledilmiştir.
Bunlara şu karşılık
verilebilir: Bu bağlamda ortaya atılan her İki görüş de zayıftır. Doğru olan
birinci görüştür; çünkü eksikliklerden münezzeh olan yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
Onlardan bir kısmı
Kitab'ı bilmeyen ümmilerdir. Bildikleri sadece birtakım kuruntulardan
ibarettir. (Bakara, 2/78)
Buradaki istisna
biçimi munkali' ya da muttasıldır. İstisnanın muttasıl sayılması halinde
yalanın, kalbin Kitab'dan kaynaklanan kuruntularının mananın dışında
bırakılması doğru değildir. Munkatı' kabul edilecek olsa bu istisna,
zikredilenin nazîrinin bazı açılardan kendisine benzediği yerlerde olur; yani
munkatı', lafızdan zikredilmeyen bir istisna biçimi olup zikredilen cinsinden
değildir. Eu yüzden de "müferrağ istisna" için gerekli ve doğru olan
şey munkatı' İstisna geçerli olmaz. Şu ayet buna örnektir:
Ccnab-i Hak
"Orada ölüm tatmazlar..." buyurmuş; ardından da "...ilk Ölümden
başka." istisnasını eklemiştir. (Duhân, 44/56) Bu istisna biçimi, munkatı'
olup en uygunu ayetin açılımının "İlk ölüm dışında orada ölüm
tatmazlar." şeklinde olmasıdır".
Şu ayette de aynı
durum sözkonusudur.
Mallarınız! aranızda
batıl yollarla yemeyin! Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka!
(Nisa, 4/29)
Bu ifadenin açılımının
da şöyle olması uygun düşer: "Ticaret dışında mallarınızı aranızda
uygunsuz yöntemlerle yemeyin!"
"O konuda bir
bilgileri yoktur; yalnızca zarına uyuyorlar." (Nisa, 4/157) ayetinin
açılımını da "Birtakım kuruntuların dışında onu (Kitab'ı) bilmezler."
diye yapmak yerinde olur çünkü onlar yalnızca Kitabın kelimelerini okumayı ve
başkalarının okuduğunu dinlemeyi bilmektedirler. Ayeti "Onlar yalnızca
kalplerinde temenni ettiklerini bilirler, ya da bildikleri sadece
yalandır." şeklinde açıklamak içeriğine uygun düşmez; çünkü onlar
Kitab'ın doğru olduğunu biliyorlardı ve aralarındaki ilim adamlarının bülün
bildikleri de yalan değildi. Kitab'ın anlamı üzerinde düşünmeme durumu ise
farklıdır. Onların yaptıkları, anlamını bilmedikleri kelimeleri okumaktan
ibaretti.
Aynı şekilde
kalpleriyle isteyip, dilleriyle söyledikleri batıl kuruntularına gelince,
Allah Teâlâ bunlar hakkında "Bu onkınn kuruntmudur." (Bakara, 2/111)
buyurmaktadır.
Bu ayele göre kınama
yalnızca ümmilere yoncltilmeyip bunda hepsi ortaktır. Onların tamamı, bu
kınamanın kapsamına, ü m m i oldukları ve Kilab'ı bilmeyi reddettikleri için
girmiş değillerdir. Asıl sebep batılın batıl olduğunu bilerek savunmanın, bilmeden
savunmadan daîıa büyük bir günah olmasıdır. Bu nedenle de Cenâb-ı Hak kınama
olgusunu içlerinden sadece bir gruba değil hepsine teşmil etmiştir. Nitekim
Allah Teâlâ ayette şöyle buyurmuştur:
Yahudi veya Hıristiyan
olandan başkası cennete girmeyecek!" dediler; ki bu, onların
kııruntusudur... (Bakara, 2/(11)
Aynı şekilde 78.
âyette de "Onlar ancak zan içindedirler." buyurmaktadır.
Bu İfade onların
bilgisizliklerinden ötürü kınandıklarına işaret etmektedir; bilgi olmayınca
geriye yalnızca zan kalmaktadır, Bu da Kitab'ı yalanlayanların değil, onun
içerdiği anlamlan bilmeyenlerin durumudur. Bu arada sözkonusu insanların,
ağızları ile bile bile yalan söyleyen sınıfından olmadıkları da açığa çıkmaktadır.
Şayet böyieleri anlatılmak istemeydi, "Onlar kuruntudan başka hiçbir şey
söylemezler." denilirdi. Yine bunun gibi ayette "Kuruntunun dışında,
Kitab'ı bilmezler de." denilmemiştir. Zira böyle hareket eden insanların
meydana getirdiği grup; ilahi kelime ve kavramları, konuldukları yerlerin
dışına çıkarıp saptıran; Kkap'ta olmayan birşeyi, Kitap'tan sanılması için
dillerini eğip büken, sözlerini Kitab'ın sözlerine benzetmeye çalışan, Allah
katından olmayan şeylerin Allah katından olduğunu söyleyen, az bîr paraya
satmak için Kitab'i elleriyle yazan kimselerin oluşturduğu gruptur. Bunlar
Allah'ın indirdiği Kitab'ın manalarını saptırır, tahrif ederler; bilmeyenler
karşısında lafzını metnini dahi bozarlar. Kitab'ın kelimeleri üzerinde yalan
söyler, Ki-tap'ta olmayan şeyleri kitaptanmiş gibi yutturmaya çalışırlar.
Nitekim Buhârî'nin
Sahilimde rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlüllah:
Siv. sizden önceki
(müşrik) milletlerin yaşama biçimlerine adım adım uyacaksın!/.. Öyle ki onlar
bir keler deliğine girmiş olsalar siz de bunda bir hikmet vardır diyerek oraya
gireceksiniz; buyururlar. Yanındakilerin "Yahudi ve hıristiyanlann mı ey
Allah'ın Rasûlü!" diye sormaları üzerine de "Y;i kim olacak?"
karşılığını verdiler.3'-1
Yine Buhârî'nin
Sahîh'inde zikredilen bir hadiste Allah Rasûlü
"Benim ümmetim,
geçmiş milletlerin yaşama biçimlerini karış karış, arşın arşın
alacakiıi'." demişlerdir. Orada bulunanların "Ey Aîlah'u! Rasûlü!
Kastettiğiniz İranlılarla Yunanlılar mıdır?" diye sormaları üzerine
"Onlardan başka kim olacak!" buyurmuşlardır.'10
Bu hadisler, sözkonusu
kınamanın kitap ehline benzeyen m iislüm anları da kapsadığına delalet
etmektedir. Yani ayetlerde-ki kınama, sadece ehl-i kitab'a özgü değildir.
Burada kınanan şahıslar olmayıp fiilleri, tutum ve davranışlarıdır. İslâm
ümmetinden eylem ve tutumlarında onlara benzeyen ve onlar gibi yaşayanlar da
bu kapsama girerler. Bu delaletin doğruluğuna şu ayel-İ kerime delâlet
etmektedir:
Biz onlara ufuklarda
ve kendi canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur'ân'in hak olduğu
onlara iyice açıklanmış olsun. Rabbİnin herşeye tanık olması yetmez mi?
(Fussilet, 41/53)
Allah ve Rasûiiinün
bildirdiği haberler üzerinde gereğince düşünenler, söylenen şeylerin birçoğunun
aynen gerçekleştiğini görürler. Geriye kalanların zaman içinde gerçekleşmesi de
bunların ne denli doğru olduğunu ortaya çıkaracaktır.[40]
1- Buharı, Müslim, Bcylıakî, Şu'flb'ul-dnan,
no:4.
2- Bunâri, Zekat ! I, 125, 136, Megâzi V/109,
7cWı/rf, VIII/164; Müslim, İmnn, 1/50;
Ebû Dâvıui,
ll,242;Tiı-nıizi 11,21; Nesâi, V, 55: tbn Mâce, 568, h. no: 1783; Dâ-
290
kîir'ûj// mıSsUırın
yorınnlanvuısı
riıııi, .s. 379; Alımcd,
1/233.
3- Alımed,
Müsncd, IV/126; Ilın Mâce, Giriş ]/\(v, h. no: 42; Hâkim, Miistedrck, 1/96,
Elhânî, Sahih, h. no: 937.
4- Gazali. İhya, c. I, s. 89-123, Akâiti
Kuralları, ikinci ve üçüncü fasıllar
5- Bk/. Zehebi, ct-Tct>ir vc'i-Miifc^irı'ın,
I, s. 19-22; ayrıca, cl-İtkân, U/173
6- Um'ül-Ccvzî. Tt'fsiı;Ui.
7- lîuhâri F.zâtı II 199, 7c/i;r Vİ/93; Müslim,
K'aııııiz 1/351; Eln'ı Dâvud, 1/ 546; Ncsâî,
II/2[9-22O; İbn Mâce,
1/287; h. no: 889; Ahnıed VI/42, 49,19(1
8- Taberî,
VII/94, 96; ed-Diırr'iil-Maisûr, IH/216. (Mâide, r/105)
9- Bulıârî, Müslim; Reyhakî, Şıı'ab'ul-uııan.
10- Tirmizi, Dııator V/50I; Ebû Dâvud, Cihad
111/77; Nesâi, Anıcl'iil-Yevııı vc'I-Lcyle, 502; Alili. Ebi Tâlİb'den.
11- iîuhâri, 11/148; Mîisünı, t/845; h. no: 28
12- Süyı'ui, ed-Diirr'îii-Mcıısı'tr, VII/275
13-
AlınıedJ/2, 5, 9; (bn Mâce, Fitneler, 11/1327; h. no: 4(10?; Tirmizi, V/257;
Ebû Dâvud, İV/510.
14- Buiıâri, Müslim; Beyâkî, Şu'ab'ül-îman.
15- Muhkem ve müteşabih ka^rı anılan hakkında
daha geniş bilgi için bk/.. İbn Cevzî Tefsir, 1/250-252.
İ6-
Kur'ân'da Mesih için kclinıetıılln ı ifadesi kullanılmamış -yalnızca,
"Allah'tan bir kelime" anlamına gelen "bî-kclirıetin
nıİnaiiah" iradesi yenilmiştir. (Al-i îmrân, 3/39). "Allah'tan bir
ruh" olduğu ise Ni.sâ 171. ayetinde zikredilmiştir,
17- Buharı, Tefsir W166; Müslim, 11/2053; Ebû
Dâvud, V/6; Tirmizî V/223.
18- İbn Cerîret-Taberi, Tefsir, U/175.
19- Bu hadise Hudeybiye andlaşmasından sonra
olmuştur. Bk?.. Buhari, Şartlar Rİ/178-İ84
20- Müslim, 1/478; Tirmizi, V/242 Nesâi, IH/116;
ibn Mâce, 1/339; h. no: İ065.
21- BuhâriJ;»(7/ı
1/14, IV/1 12-137; V/l 93, VI/20, Müslim, 1/123; Tirmizi, V/262; Ah-med, 1/378,
424; Abdullah 1). Mes'ud'dan
22- Buhârî, İlim 1/34, Tefsir VI/S1; Rekaik
\fI/198; Müslim, Cennet IH/2204; TirmİKÎ, V/435 Ahmed,VI/47, 91,108,127.
23- Taberî, 1/36; îbtı Sa'd, Tabaka t, VI/172.
24- Taberî,
1/34; eâ-Dmr'üİ-Mcnsûr, 11/1 52.
25- Buhârî, Abdcst 1/45, İlini 1/27, V t hâin
VIII/138, Sahabenin Menkıbeleri IV/217; Fcth'ül-RAri, 1/169-170; Ahmed, 1/266,
314, 328, 335; İbn Sa'd, Tabakât, H/365.
26- Taberî, 1/36.
27- Taberî, IH/182.
28- Buhâri, Âl-i Iınrân Suresi TefsiriV/166.
29- Taberî,
1/40.
30- Buhâri,
Müslim, fieyhaki
31-
İbn'iîl-Cevzi, I/35I.
32- Timw.i,\7175;
el-Hâkim, 1/ 566.
33-
Alııııcd. cz'Zülui, s. 13-]; E İni Nııaym, cl-Hilye, 1/211; Süyûtî, cl-ltkân,
1/132.
34- Telsim
Ibn Cevzi 1II/3-İ 1; T.ıhcri, Dt/218; ed-Dürrül-Mensûr, IX/46.
35- Alımcı), 1/391-432, Ibn Mes'ûd'dan;
el-Hcysemî, Mecma'uz-Zevâid,
36- Miiiliııı, Cennet, 111/2197; Ahmed, İV/162.
37- Ihıhfıri, Oruç 11/230; Muslini, 1/761; Ebû
Dâvnd-, 11/739 Ncsöi, IV/139-I40; .4lı-/)!..•(/, 11/43,52,122.
38- Tînııizi, İlim \'I/; Alımed, tV/219; Ibn
Viâce, Fıffiı, 11/1344, lı. no: 4048; Dnriuıi, Ebû Uıııâıne, s. 77.
39- Ruhârî,
Peygamberler İV/144; /'fısnj;; \'IİI; Alımcd, IH/84, 89, 94.
40- Buhârî,
VIII/151,Ebû Hüreyre'den; İbn Mâce, H/1322 h. no: 2994; Alımed, 11/327,450,
527.
Buraya kadar
anlatılanlardan ortaya çıkan sonuç şudur; Müslümanlar için, Allah'ın Kİtab ve
hikmet'len elçisine indirdiklerinin bilgisini ve bunlarla neyi amaçladığını anlamaya,
sahabe ve iman ve ihsan üzere onların yolundan giden tabiîn ile çizdikleri
yolun özelliklerini kavramaya çalışmak bir zorunluluktur. Müslümanların
dinlerini anlayabilmeleri için bu bilgilere ihtiyaçları vardır. Bu bilgileri
edinmek sadece bir kısım müslümanlann değil, hepsinin görevidir,
Allah ve Rasûlü İslâm
dini ile ilgili her ilkeyi, her hükmü, her meseleyi; tevhİd ve imanın temel
ilkelerinin neler olduğunu ve bunların nasıl uygulanacağını yeteri derecede
açıklamışlardır... Daha sonra ilim adamlarının görüşlerinde Allah elçisinin
açıkladığı konulara İlişkin birtakım yanlışlık ve hatalara rastlandığında
bunlar Kitab ve sünnet ile Allah Rasûlü'nün risalctine her zaman için muvafık,
onunla asla çelişmeyen ve ters düşmeyen sağlıklı akla (düşünce)
götürülmekteydi; çünkü en sağlam ölçü, ancak Allah'ın hak ve ölçü ile indirdiği
Kitab'la sağlanabilirdi. İnsanların akıl kapasiteleri ise Allah katından gelen
bu mesajın mahiyetini detaylı bir biçimde kavrama hususunda aciz kalmıştır. Bu
yüzden de eksik kaldıkları ve öğrenmekte güçlük çektikleri konuhırı, aralarında
yaşayan Peygamber'e götürüyor, o meseleler hakkında onunla görüş alışverişinde
bulunuyor, birşeyİn aslının olup olmadığını kendi akıllnrıyla öğrenmeye
kalkışmıyorlardı. Kaldı ki peygamberler -salât ve selam hepsinin üzerine
olsun-akillaraı kavranması imkansız meseleleri değil, akılların
kavraya-bildiklerinİ haber vermişlerdir. İşte hidayet, sünnet ve bilgi yolu
budur. Sapıklık, bid'al ve bilgisizlik yolu ise bunun tam aksinedir. Böyleleri,
birtakım kimselerin kişisel düşüncelerine, görüşlerine ve nasslarla İlgili
te'villerinc dayanarak kendilerince birtakım yeni uygulamalar (bid'alkır) icad
ederler. Ardından, Peygamber'in Allah katından getirdiği vahiy ilkelerini bu
uydurmuş oldukları yeni bid'atlara tâbi kılarlar. Bununla da yetinmeyerek,
Allah'ın ve elçisinin koydukları vahyi kelime ve kavramları, bağlamlarının
dışına çıkarıp (tahrif edip) kendi ulaştıkları sonuçlara uygun düşecek biçimde
tevil ederler.
Kimlikleri
araştırılıp, düşünceleri irdelendiğinde bunların aslında Peygamber'in Allah
katından getirdiği vahiy temeline dayanmadıkları ve hidayeti ondan
almadıkları; Rasûl'den ancak kendi görüşlerine, düşünce biçimlerine uygun düşen
verileri aldıkları; Rasûl'ün getirdiklerine dayanmayıp, yalnızca birtakım
yerlerde hüccet (delil) olarak kullandıkları, kendi fikirlerine ters düşenleri
ise tevil ettikleri görülür. Nitekim vahyi kelime ve kavramları, bağlamlarının
dışına çıkaran ya da üzerlerinde kişisel tasarrufta bulunan, Kitab'ı bilmeyen,
bildikleri sadece birtakım kuruntulardan ibaret olan kişiler de aynı şeyi
yapmışlardı.
Bu kişilerin, Allah
Rasûlü'nün getirdiği vahiy mesajını anlamamaları ya beyinsel acziyetten ya da
aşırı gitmekten kaynaklanmaktadır; çünkü Hz. Peygamber'in getirdiğini anlama
eylemi "Rasûl şöyle dedi..." "Rasûl bu sözü ile şunu anlatmak
istedi.." Önermelerine muhtaçtır.
Birincisini ele
alalım. Bunlardan hiçbiri -aralarındaki aşırı bid'atçıiardan bazıları, bazı
konularda kuşkuya düşseler bile- o mesajların Kıır'ânla (Kur'ân olarak) geldiği
konusunda ufak bir şüpheleri yoktur. Ancak tüm bid'atçılar, Rasûlüjlah'nm gelen
hadisleri bilmezlikten gelirler ve bütün bu rivayetlerin tek kaynaktan (iihâd
olarak) geldiğini ve ravilerin yanılma ve yalan söyleme ihtimalinin bulunduğunu
ileri sürerler. Bunlar hadislerin rivayet yollarının çokluğunu, ravilerin hayat
hikayelerini, rivayetteki tutarlılıklarını, güvenilirliklerini ya da
zayıflıklarını; hadis konusunu iyi bilen ilim adamlarının bildikleri
hadislerin doğrulukların: onaylama gerekçelerini bilmiyorlardı. Bu yüzden de
bizim başka bir yerde enine boyuna anlattığımız veçhile, Buhârî ve Müslim gibi
sahih hadis kaynaklarında bulunan sağlam metinli hadisleri bile toptan
reddetmekte herhangi bir beis görmüyorlardı. İkinci önermeye gelince, Kur'ân ve
hadislerin anlamlarını yeterli derecede bilmemeleri meselesidir. Bu nedenle de
içlerinden bazıları "Sözlü deliller, konuşanın anlatmak istediği kesinliği
ifade etmez!" demişlerdir. Bu görüşün asılsızlığım ve tutarsızlığım başka
bir meseleyi irdelerken açıklamıştık.
Bunların çoğu Kur'ân
ve hadislerin açıklamalarına, sadece kendi savundukları görüşlere muvafık
deliller çıkarmak, onları kendi insİyatifleri doğrultusunda tevil etmek için
bakarlar. Kendi görüşleriyle örtüşen mısslan, düşüncelerini savunmada delil
olarak kullanırlar; lers düşenleri ise, akıllarınca tevil ederlerdi.
Bunların çoğunun
başlangıçta hareket noktalan ve dayanakları, kesinlikle vahyi ncıssa uymak
değildi. Râfiziier, Cehmiyeler gibi bid'atçılarm önemli temsilcilerinin durumu
da böyle idi; çünkü Râfızîler, yalan olduğunu bile bile nassı reddediyor ve yalanlıyorlardı.
Bu yüzden de yüzde yüz zındık olarak nitelendirilmişlerdir. Allah'ın Kur'ânVla
Yahudileri anlattığı gibi, bile bile Allah'a yalan isnad (iftira) ediyorlardı.
Arkalarından, Allah'a altıkları iftiralar] doğru sanan başka bir grup geldi.
Bunlar da "Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar ondan kuşku ve endişe
içindedirler." (42/14) ayetinde geçtiği üzere Allah'ın Kilab'mdan endişe
ve kuşku içerisinde idiler.
Cehmiye'nin durumuna
gelince; onlar da diğerleri gibi, Allah'ın isim ve sıfatlarını, Allah'ın Arş'a
is liva etmesini reddetme konusunda ellerinde ne ayetten ve hadisten ne de
sahabe sözünden güvenilir hiçbir deliller) yoktu. Belki de böyle hareket etmekten
maksatları peygamberlerin getirdikleri vahye uymamak; put-pereslleric diğer
dinlere mensup kafirlerin yaptıkları gibi, davranışlarının peygamberlerin
getirdikleri vahiy ilkelerine aykırı olduğunu bile bile, kendilerince birtakım
dinsel ilkeler koymak ve vahiy ilkelerinin yerine bunları ikame etmekti.
Nitekim Yahudilerin suretlerinin dönüştürülmesi ile ilgili olarak anlatılan ve
daha sonra işin aslını bilmeyenlere ifşa edilen konuda da olan da aynı şeydi.
Haricîlerin
bid'atçılıklan ise bunun tersinedir; çünkü onların bid'atçıhkiarınm temelinde,
Kur'ân'm mesajlarını yanlış anlama nedeni yatmaktadır. Hâricilerin
başlangıçtaki amaçları iç ve dışı itibarı iie doğrudan Kur'ân'a uymaktı. Zındık
olma gibi bir niyetleri yoktu.
Onlar gibi
Kaderiyecilerin de amaçları, Peygamber'in Allah katından getirdiği emir-yasak,
va'd-va'îd vb. vahyî kavramları ta'zim etmek; Kur'ân'dan bunlara işaret eden
âyetlere uymaktı. Önemli temsilcilerinden Amr b. Ubeyd ve benzerlerinin başlangıçtaki
gayeleri, Râfızîlerin yaptıkları gibi, Allah Rasûlü'ne karşı direnmek (inatlık
etmek) değildi.
Aslında kıble ehli
olanların hiçbirisi kafir değildir. Örneğin orta (mutavassıt) Şiilerin durumu
da bunlar gibidir. Bunların düşüncelerinin temeli, Hz. Ali'yi diğer
sahabilerin, halifelerin önüne alma, onlardan üstün tutma esasına dayanır. Bu
ve benzeri kanaatleri onları zındıklık konumuna koymaz. Hz. Ali hakkında nass
bulunduğunu, onun ve diğer imamların masum olduklarını iddia etme durumu ise
farklıdır; çünkü bu düşünceyi icat edenler aslında münafık ve zındık
kimselerdir. Bundan dolayıdır ki; Abdullah b. Mübarek, Yûsuf b. Esbât ve diğer
bazı alimler şöyle demişlerdir:
"İslâm dünyasında
dört esas/ana (temel) bid'atçı fıi'ka vardır.
Şiiler, Haricîler,
Kaderiye ve Mürcİe. Cehmİye ise Peygamberin hadisinde belirttiği yetmiş İki
fırkanın kapsamına girmez; yani onlar, İslâm ümmetinin tamamen
dıştndadırlar".
Öle yandan aynı konuda
Ebû Abdillah b. Hâmid İmam Ah-med'in taraftarlarından iki görüş nakletmekledir;
ki bir tanesi biraz önce açıkladığımızdır. Onlar bu görüşleri ile
Cehmiyclcş-meyi; yani Cehm b. Safvân'la ona uyanları kasdclmişlerdir. Cehm'in
ideolojisi, Allah'ın isim ve sıfatlarını toplan reddetme temeline
dayanmaktadır. Ona göre, güzel isimlerinden (esmâ'ül-hüsnâ) hiçbiri, Allah'a
isim olarak verilemez. Bu isimler Allah'ın dışında var olan-oimayan hiçbir şeye
de verilmez. O, Allah'ı, yalnızca "kadir" (herşeye gücü yeten)
olarak adlandırıyordu; çünkü Cehm'e göre sözkonusu isimler Allah'ın yanısıra
mahİukatından bazılarına da verilmektedir ve bu da Allah'ın yaratıklarına benzemesini
gerekli kılmaktadır. Kadir sıfatı veya İsmi ise bunun tersinedir; zira kudret
cebretmenin başıdır. Nitekim ona göre kulun hiçbir gücü ve eylemi yoktur. Bu
nedenle Allah'tan başka hiçbir varlığa kadir adı verilemez. Bu nedenle onun
Allah'a, sadece kadir adı verdiği, nakledilmiştir.
Cehm b. Safvân'dan
daha sapkınları, Allah'ın isim ve niteliklerini tamamen reddedenlerdir; ki
bunlar felsefecilerle, Karâmita fırkasına mensup tanrı tanımaz mülhİdlerdir.
Bundan dolayıdır ki Karâmİta, İslâm ümmetinin tamamınca münafık kabul edilmiştir.
Onların gizledikleri küfürleri yahu d i ve hıristiyanlann-kinden daha büyüktür.
Bunların hadislerle bildirilen yetmişiki fırkaya dahil olmadıklarında hiç
kimsenin kuşkusu yoktur. Müs-lümaniıklannı açıkladıklarında da asıl amaçlan
münafıklık (iki yüzlülük) idi. Nitekim Peygamber zamanındaki münafıklar da
böyle hareket etmişlerdi. Üstelik o dönemdeki münafıklar İslâm'a bunlardan
daha yakın idiler; çünkü onlar İslâmî ilkelerin zahirî hükümlerine -göstermelik
de olsa- bağlılık gösteriyor, boyun eğiyorlardı. Bunlar ise lamamın)
yürürlükten kaldırıyorlardı. Sözgelişi onlara göre ne oruç, ne namaz, ne hac,
ne zekat ne de başka ibadetler veya hükümler vardı. Ancak burada Peygamber
zamanında yaşayan münafıklara risalcl vesilesiyle sunulan delillerin bunlara
sunulanlardan fazla olduğu İleri sürülebilir.
Kimileri "islâm
dinini açıktan ve gizliden kendilerine din olanı k kabul ettikleri için,
kısmen Cehmîieşen Mu'tezile'ye ve benzeri fırkalara mensup kimselerin Hz.
Muhammed'in (s.a) ümmetinden olduklarında kuşku yoktur!.." demiştir.
Bİd'at ehli olup da
onlardan daha iyi durumda bulunan gruplar da vardır; ki Küîlâbiye ile
Kerrânıiye bunlardandır.
Hz. Ali'yi diğer
sahabilerden ve halifelerden üstün tutan, O'nun hakkında Kur'ân'da nass bulduğu
ve masum olduğu yargısına varmakla birlikte gizliden ve açıktan Hz.
Muhammed'in (s.a) peygamberliğini tasdik edenlerin de müslüman oldukları kabul
edilmektedir.
Kısacası sapık ve
bilgisiz fırkaların hiçbiri Muhammed ümmetinin dışında değildir. Ancak bunlar
İçin "dinlerini parça parça etmiş, gruplara ayrılmış, günahkar
kişiler" denilebilir.
Bu grupların tamamı
fitne çıkarmak için Kur'ân'm müteşa-bih ayetlerinin kelime ve kavramlarının
ardına düşmüşler ve bunların tevilini araştırmışlardır. Nitekim münafık ve
kafirlerden bazıları da böyle yapmışlardı. Bundan dolayıdır ki Rebî' Enes,
Âl-i İmrân suresinin 7. ayetinde kasdedilen kimselerin Necran hiristiyanları
olduklarını, Kelbî ve bir grup i Hm adamı, Yahudiler, diğer bir grup ise, -ki
îbn C ti reye bunlardan birisidir-miinaiıkîar olduğunu söylemiştir. Öte yandan
el-Hasen, Hâriciler, aralarında Kalâde'nin de bulunduğu bir grup da
Haricîlerle Şiiler olduğunu açıklamışlardır. Nitekim Katâdc; "Kalblerinde
eğrilik olanlara gelince..." (Âl-i İmrân, 3/7) ayetini okuduğu zaman
"Eğer Harûriye ile Sebciye olmasaydı, bu ayette kimlerin kasde-dildiğini
bilmeyecektim." derdi. Scbeiyc, Râfızîlerİn başı olan Abdullah Îbn
Sebe'ye nisbet edilen bir fırkadır.
Rasûlüllah'in
Sünncline Uyma Konusunda İzlenecek Yöntem
Allah'ın zâtından
varlıklara benzemeyi, ortaklığı, eşi reddeden en sahih mana yüce Allah'ın İhlâs
Surcsi'nde geçen ehad sözü yine aynı suredeki "Hiçbir şey O'nun dengi
olmadır (15 2/4) İiadcsi ve "Hiç O'nun adıyla isimlenen birini biliyor
musunuz?" (Meryem, 19/65) ayetinin içerdiği anlamdır. Bunlara benzer sahih
manalar bizzat Kitab ve sünnet ile saptanmış olup sağlam akıl da bu hakikate
İşaret etmiştir.
Kimileri "Ehad
veya saıncıl ya da bunlara benzeyen diğer sıfatlar,'bölünmeyen, parçalanmayan,
mürekkep ve müellet olmayan' varlığı niteler' demişlerdir; ki bu ifade ile
sözkonusu varlığın bölünme ve parçalanmayı kabul etmediği anlatılmak
isteniyorsa doğrudur. Yok eğer kendisine hiçbir durumda işaret edilemeyen, ya
da onun, kendisine işaret edilemeyen tek cevher türünden bir varlık olduğu
anlatılmak isteniyorsa, birçok düşünürlere göre, böyle birşeyin varlığı
imkansız olup ancak zihinsel dünyada bir faraziye şeklinde var olabilir.
Kaldı ki biz
Arabların, vâhid, ehad gibi kelimeleri -red veya kabul bazında-
kullandıklarında, bu surede kasdedilen anlamı nıurad etmediklerini biliyoruz.
Sözgelişi şu ayette kullanılan ehad kelimesi ile de böylesi bir anlam ifade
edilmek istenmemiştir:
Kgcr müşriklerden biri
(ve iıı chadiin mirTel-miişrikîn) cnıan dileyip yanına gelmek islerse, onu
yanma al!.. (Tcvbc, 9/6)
Şu ayette de durum
aynıdır:
Eğer çocuk tek bir
kadınsa (ve in kânet vâhideten) minisin yansı onundur. (Nisa, 4/II)
"Hiçbir şey O'nun
dengi olmadı". (İhlâs, 112/4) âyetinde geçen kelime, ile aynı anlamı ifade
etmektedir.
Bu ayetin aniami,
"teklerden hiçbir tekin O'na denk olmadı-ğı"dir. Ehad kavramı ile
anlatılmak istenen, "kendisinde hiçbir şeyin diğer birşeyden ayrılmaması,
ayıklanmaması" ve "kendisini meydana getiren parçalardan hiçbir şeye
işaret edilmemesi" ise, kâinattaki varlıklar arasında, ne feis e fecilerle
kelâmcıların iddia ettikleri tek cevher, ne de alemlerin Rabb'inin tek
cevherden meydana gelmesi sözkonusudur. Bu durumda mevcudat içerisinde,
kendisinden bİrşey reddedilenieyen Allah'a denk bir varlığın bulunması
imkansızdır; çünkü, kâinatta, ehad kavramının içerdiği anlamın kapsamına,
Rab'den başka hiçbir varlık girmemektedir.
Cehmiye ile
bağlılarının Allah'ın sıfatlarından bazılarını reddetme sırasında
zikrettikleri aklî ve nakli delillerle ilgiii konuları, Kelâm Alanındaki
Bid'atlannı Tesiste Cehmîlerin Yaptıkları Sahtekarlığın Açıklanması (Beyânu
Telbîs'ül-Cehmiye fî Te'sîs-i Bİd'ahüm'ül-Kelâmiyye) adlı kitabımızda etraflıca
anlatmıştık.
Bundan dolayıdır ki
selef alimlerinden İmam Ahmed ve başkaları, bu bilginlerin Allah'ın
sıfatlarını reddetmelerine karşılık ehad ismini delil getirerek görüşlerini
çürütmüşlerdir.
Sözgelimi İmam Ahmed1
bu bağlamda şunları söylemektedir:
Bize 'Allah varken
O'ndan başka hiçbir şey yoktu.' deyinceye kadar kesinlikle muvahhid (Allah'ı
birleyen, tevhid ehli) olamazsınız!" dediler. Biz de kendilerine şu
karşılığı verdik: "Evet, biz 'Ai-lah var iken O'nun dışında hiçbir şey
yoktu.', diğer bir deyişle, 'Hiçbir şey yok iken Allah vardı.' diyoruz ve bu
yargıyı kabul ediyoruz. Ancak biz bu sözü söylerken Allah'ın ezelden ebede tüm
kemâl sıfatlarıyla birlikte var olduğunu, O'nun bütün bu nitelikleriyle
birlikte tek ilah olarak adlandırıldığını da söylüyoruz. Sizin tek Hah olarak
tanımladığınız varlık da aslında bu değil midir?" Bu bağlamda kendilerine
şöyle bir örnek de vermeyi ihmal etmedik: "Şimdi siz gelin bize bir hurma
ağacını anlatın! Bu ağacın kökleri, boğumlan, lifleri, yaprakları, dallan yok
mudur? Bunların toplamı biraraya geldiğinde hepsine birden tekbir ağaç İsmi
verilmiyor mu? Sözkonusu ağaca bütün bu niteliklerle birlikte hurma ağacı
denilmiyor mu? İşte Allah'ın zâtı da bunun gibidir. En yüce misal O'nundur. O,
bütün kemâl sıfatları ile birlikte lek ilahtır. Biz bunu söylerken 'O herhangi
bir zamanda böyle bir varlıktı; kendi zâtı için kudret niteliğini yaratmeaya
dek kudret sıfatı yoktu.' demek istemiyoruz. Şunu da demek istemiyoruz: 'O,
herhangi bir zamanda, kendisi için ilim sıfatını yaratmeaya dek hiçbir şey
bilmiyordu'. Biz sürekli şunu söylüyoruz ki: "O ezelden ebede dek daima
âlim, daima kadir, daima mâliktir. Bu nitelikleri ne keyfiyet ne de zaman
itibarı ile O'nun zatından asla ayrılmazlar.
Bu anlatılanlardan,
tefsire il erin İhlâs Suresi'nİn nüzul sebebi olarak zikrettikleri haberlerin
de bu hakikate İşaret ettiği ortaya çıkmaktadır; çünkü onlar bu konu da birkaç
sebep zikretmişlerdir; işte birkaçı:
1- Önceki bölümlerde Ubeyy b. Ka'b'm konu ile
ilgili olarak İhlâs Suresi müşriklerin Allah elçisine gelerek 'Bize Rabb'ini tanımla!'
demeleri üzerine nazil olmuştur." dediği aktarılmıştı.
2- Âmir b.
el-Tufeyl'in rivayetine göre bir grup insan Hz. Pey-gamber'e gelerek "Ey
Muhammedi Sen bizi kime çağırıyorsun?" diye sorar. Rasûlüllah
"Allah'a!" karşılığını verdiğinde "Öyle İse bize Rabb'ini aniat!
O altından mıdır, gümüşten midir yoksa demirden midir? nedendir?" derler.
Bunun üzerine îhlâs Suresi indirilir.
Aynı haber Ebû Zabyân
ve Ebû Salih tarikiyle Ibn Abbas'tan da nakledilmiştir.2
3- İhlâs Suresi yahudilerden bazılarının
"Allah ne tür bir varlıktır? Dünyada kimin mirasçısıdır, kendisinin
mirasçısı kimdir?" diye sormaları üzerine nazil olmuştur. Aynı şeyi Katâde
ile Dah-hak da nakietmiştir.3
Aynı konularda Mukâtü,
Katâde ve Dahhâk da şöyle demişlerdir: "Yahudi hahamlarından bir grup
Allah Rasûlü'nün huzuruna gelerek "Ey Muhammedi Bize Rabb'ini vasfeyîe;
belki sana iman ederiz. Kaldı ki kendi niteliklerini Allah Tevrat'ta indirmiştir.
Şimdi sen bize O'nun neyden meydana geldiğini bildir! O hangi türden bir
varlıktır. Altından mı, gümüşten mi, bakırdan mı, yoksa pirinçten midir? Yeyip
içer mi? O d ün yad a kimin mi-rasçısıdır? kendisinin mirasçısı kimdir?"
dîye sordular. Bunun üzerine yüce Allah bu sureyi indirdi".
A- Dahhâk da İbn
Abbâs'tan, "Necrânh hıristiyanların Allah elçisine gelerek "Bize
Rabb'ini anlat! O neyden meydana gelmiştir?" dediklerini; Peygamber1 in
on lanı "Benim Rabb'im hiçbir şeyden meydana gelmemiştir. O her türlü
şeyden uzaktır!" karşılığını verdiğini ve bu açıklamanın ardından, yüce
Allah'ın Kul hüvellâhü ehad suresini indirdiğini" rivayet etmiştir.
Örneklerden de
anlaşıldığı üzere hemen hepsi Allah'ın, mah-lukalı (üründen bir varlık olup
olmadığını, hangi maddeden meydana geldiğini sormuştur. Bunun üzerine sânı yüce
Allah bu sure ile "kendisinin eh ad (tek) olduğunu, yarattıklarının herhangi
bir türünden olmadığını, satnedsıfatı ile muttasıf olması nedeniyle hiçbir
maddeden meydana gelmediğini, bir başkasını doğurmadığım ve başka biri
tarafından doğurulmadığım" açıklamıştır.
Baba durumundaki
varlığın maddesinden meydana gelişin reddedilmesi diğer maddelerden meydana
gelme iddialarının reddedilmesini akla ve mantığa daha yakın ve daha uygun bir
hale getirmektedir; çünkü bir varlığın benzeri bir varlıktan doğması, başka
bir varlıktan yaratılmasından çok daha mükemmel bîr durumdur; Adem'in çamurdan
yaratılması gibi. Buna göre çocuğunun yaratıldığı madde, Âdem'in yaratıldığı
maddeden çok daha mükemmeldir. Hz. Âdem'in yaratılışı da insanları bu yüzden
hayrete düşürmektedir.
En yüce değerdeki bir
maddeden meydana gelmekten tenzih edilen yüce Rabb'in daha düşük maddelerden
meydana gelmekten tenzihe çok daha layık olduğu açıktır. Buna göre herhangi
bir varlığın O'na denk olmasından münezzeh kılman Allah Te-âlâ'nın başka bir
varlığın kendisinden daha üstün olmasından münezzeh kılınması cihetteki doğruya
daha uygundur.
Burada ortaya şu
çıkmaktadır; bu sure tüm tenzih ve övgü türlerini -kabul ve red bazında-
kendisinde toplamıştır. Bu nedenledir ki, Kurân'm üçte birine denk
sayılmıştır. Örneğin same-divet şifalı tüm eksiklikleri olumsuzlayan yetkin
nitelikleri kanıtlamaktadır. Ehadiyet sıfatı, bu bağlamda O'nun tekliğini
isballa-maktadır. Aynı şekilde kendi zâtını, başka bir varlığını doğurmaktan
tenzih eder; yani kendisinden, çocuğu meydana getiren ve maddelerin en
değerlisi olarak kabul edilen maddenin çıkmasını reddeden Allah'ın, bunun
dışındaki bir maddenin kendisinden çıkmasını reddetmesi ve zâtını bundan
tenzih etmesi gerçeğe çok daha yakın ve uygundur. Yine zâtını, kendisinden
yaratıklara özgü maddelerin çıkmasından tenzih ettiğine göre, madde tanımını
kullanmanın dahi uygun düşmediği fazlalıkların çıkmasından tenzih etmesi
cihetteki daha Önceliklidir.
Kaldı ki insan,
kendisinden hem çocuğu meydana getiren maddenin hem de başka maddelerin çıktığı
bir varlıktır; bedeninden çıkan ter ve kirden bit vb. haşerelerin meydana
gelmesi; sümük, tükürük vb. atıkların çıkması gibi... Nitekim Rasûlüllah (s.a}
bir hadislerinde "cennetliklerin cennette dökünme, tuvalete akma tükürme
ve sümkürme ihtiyacı hissetmeyecekleri kendilerinden yalnızca misk kokusu
yayan bir terin çıkacağını, kendilerine ait eşleri ile normal ölçülerde cinsel
ilişkiye girebileceklerini, kesilmeyen bir cinsel arzu duyacaklarını, ilişki
sırasında ne erkekten ne de kadından meni gelmeyeceğini, içlerinden birinin
çocuk edinmeye karşı dayanılmaz bir istek duyması halinde kadının çok kısa
sürede ve kolay bir biçimde gebe kalıp doğuracağım" belirtmişlerdir.'1
Allah Teâlâ'nm zâtını,
çocuğu olmaktan, yaratıklarında olduğu gibi kendisinden herhangi birşeyin
çıkmasından tenzili etmesi, İhlâs Suresi'nde zikredilen samediyet niteliğinin
tamamlayıcı ögelerindendir. Nitekim bu kavramın açıklandığı yerde "Samed,
'kendisinden hiçbir şey çıkmayan varlık, demektir. Şeklinde bir tanım
yapılmıştı. Bunun gibi, başkası tarafından doğurulma isnadını kendisinden
tenzih eden bir varlığın diğer maddelerden meydana gelmeyi zatından reddetmesi
doğruya, akla daha uygundur.
Nitekim bıı konunun
daha detaylı bir biçimde işlendiği yerde Übeyy b. Ka'b'm naklettiği şöyle bir
haber geçmişti. "Başkası tarafından doğurulan her varlık mutlaka bir süre
sonra ölecektir. Ölen bir kişinin de mirasçısının olması kaçınılmazdır. Oysa Allah
ne ölür ne de bir başka varlık kendisine mirasçı olur". Bu açıklama,
yahudilcrin "O'nun dünyada mirasçısı kimdir, kendisi kimin
mirasçısıdır?" sözlerine bir reddiye mahiyetinde idi.
Aynı soruyu
hırisüyanlann da sorduğu nakledilmiştir. Onlar da Hz. Peygamberce gelerek
"Bize Rabb'inizi tanımla! O nasıl bir şeydendir?" diye sormuşlar.
Rasûlüllah bu soruya "Benim Rabb'im hiçbir şeyden değildir. O, bütün
eşyalardan uzaktır." karşılığını vermişti.
Öle yandan müşrikler
de Rasûlüllah'a "Rabbi'nin altından mı, gümüşten ya da demirden mi"
olduğunu sormuşlardı.
Bu grupların hepsi bu
tür sorular sormaktadırlar. Çünkü onlar, Allah'tan başka taptıkları putlarının
somutlaşmış maddelerden yapıldıklarını biliyorlardı. Sözgelişi puta tapıcılarm
tanrıları genellikle altın, gümüş ve benzeri maddelerden yapılmış olurdu.
İnsani varlıklara
tapanların taptıkları insan aslında onlara kendilerine kulluk etmelerini
emretmemişler ya da bir kısmı emretmiştir. Sözgelişi hıristiyanlar, kendilerine
tapılmasmi emretmedikleri halde Hz. Mesih'le Azrâ'ya (Meryem) tapıyor, onları
tanrıîaştınyoıiardı. Buna karşın Fir'avn da kavmine, "Ben sizin en yüce
tnnnniznn!" (Nazîat, 79/24) diyordu.
Yine Fir'avn Hz.
Musa'yı şöyle tehdit etmişti;
Andolsun ki benden
başka bir tanrı edinecek olursan seni mutlaka hapse atılanlardan kılacağım!
(Şuarâ, 26/29) Bunun gibi "Allah'ın kendisine mülkten pay verdiği [İslam
dünyasında Ncmrüd olarak bilinen (çev)] kişi İbrahim'le Rabb'i hakkında
tartışmaya girmişti. İbrahim ona "Benim Rabb'im yaşatır ve öldürür."
demiş; o da İbrahim'e "Ben de yaşatır ve öldürürüm" karşılığını
vermişti. (Bakara, 2/258)
İslâm literatüründe
Deccâl olararak bilinen kişi de tanrılık iddiasında bulunacak biridir.
İnsanlık için Âdem'in yaratılışından kıyamet saatine kadar Deccal'den daha
büyük bir fitne yoktur.
Bir de
"Taıınhınııızı bırakmayın'. Ne Vedd'i, ne Süvâ'ı, ne de Yeğûs'ıt; Ye'ûk'u
ve Nesı'i de bırakmayın!" (Nuh, 71/23) diyenler Vardı.[41]
Seleften birçok alim
bu ayette geçen isimlerin tarihte yaşamış sa-Hh kişiler oldukların!
söylemektedir. Bunlar öldüklerinde top-Kımları önce türbelerine tapmaya daha
sonra da heykellerini yapmaya başladı. Arkasında bizzat bu heykellere ibadet
eder oldular, insanlık tarihinde ilk puta tapma eylemi bu şekilde başlamıştır.
Bilahare bu putlar -her nasılsa- Arab dünyasına taşındı. Nitekim Buharı
Sahîh'inde îbn Abbas'tan konu ile ilgili şöyle bir haber aktarmakladır:
Nuh kavminin putları,
sonradan Arab toplumuna da geçti. Vedd Dûmct'ül-Cendcl'de yaşayan Kelb
kabilesi'ne, Süvâ ise Huzeyl kabilesine ait idi. Yeğus Murâd kabilesinin ve
bilahere Yemcn'in Sebe kenti yakınlarındaki el-Ccvf mevkiinde yaşayan
Gutayfo-ğullannın, Ye'ûk, Yemen'li bir kabile olan Hemedân'ın Nesr de Hımyer'İn
zül'-Kclâ' hanedanının putu idi. Bunlara verilen bu isimler aslında Nuh
kavminden bazı salih kişilerin adlardır. Bu kişiler öldüklerinde şeytan onların
toplumlarına, bunların yaşadıkları bölgelere birtakım putlar dikip onlara bu
adamların isimlerini vermelerini ilham etmişti. Başlangıçta bu putlara
ta-pılmumıştı. Ancak bu heykelleri diken insanlar yok olup da kendileriyle
ilgili bilgiler unululduğunda bilgisizlik yüzünden bunlara tapılmaya başlandık
Hz. Nuh, içerisinde
yaşadığı toplumu 950 yıl gibi, insan ömrü için çok uzun sayılacak bir zaman
boyunca tevhide (Allah'ı birlemeye) davet etti. O, Allah'ın; Hz. Âdem'den sonra
yeryüzünde insanları kendisine çağırmak İçin gönderdiği ilk peygamberdir.
Rııhârî'nin Sahih'inde bu şekilde teshil edilmiştir/1 Muhfimin ed (s.a.v) de
peygamberlerin sonuncusudur. Her İkisi de birtakım salih kimselerin
heykellerinden ibaret pullara tapan, putperest toplumlara göndcriimişUr. Bu
toplumların sözkonusıı putlara tapmaktaki amaçlan, aslında o salih kişilere tapmaktı.
Kıtali ehli
müşriklerle bu ümmetten bazı bid'aiçılann ve sapıkların durumu da böyle idi.
Şirke düşmelerinin başlıca nedeni, birtakım insanları putlaştırmak onlara
tapmaları idi. Hıristiyan-lar kiliselerinde, Hz. İsa ile annesinin dışında
saygı duydukları bazı kimselerin, azizlerin ve rahiblerin de resimlerini yapmış
ve bu resimlere tapınışlardı. Kiliseye gelenler bunlardan birtakım dileklerde
bulunuyor, onlara dualar ediyor ve kendilerini tanrıya yakın kimselere
yaklaştırmalarını istiyorlar; onlar adına adakta bulunuyorlardı. Resimlerle
(ikon) ilgili olarak da "Bunlar bize, salih kişileri hatırlatıyor."
şeklinde sözler söylüyorlardı.
Şeytan diğer müşrik
milletleri saptırdığı gibi "Bunları da saptırmıştı. Şeytan kimi zaman bu
kimselere kendisine taptıkları ve dua ettikleri kişinin şekline bürünerek
geliyordu. Onlar da taptıkları insanın geldiğini ya da Allah'ın kendileri için
bir meleği onun kılığına soktuğunu sanıyorlardı. Sözgeiişi hıristiyanlar
kut-sadıkları bazı azizlere tapmaktadır; bunlardan biri de Mar-kos'tur. Bunlar
onu havada gördüklerini sanıyorlardı. Diğerleri de böyle idi. Kendilerine bunun
nasıl olabileceği sorulduğunda İ5C "Bu görülenler meleklerdir. Allah
onları dilekte bulunanların imdadına yetişsinler diye o azizlerin suretinde
yaratmıştır." diyorlardı. Melek değil, müşrikleri saptıran şeytan idi.
Aynı şekilde bu ümmete
mensup bid'at, sapıklık ve şirk ehli kişilerin çoğu da bu durumdadır. Şöyle kİ;
Böyle bir kişi, ölmüş şeyhine dua edip ondan yardım talebinde bulunmakta ya da
bizzat mezarı başına giderek birtakım dilekler dileyerek kendisine yardım
etmesini istemekte ve diğer müşrikler gibi onlar adına adaklar adamaktadır. O
kişiyi bazan havada gördüğünü ve kendisinden bazı olumsuzlukları giderdiğini
sanmaktadır. Ya da bizzat görüşüp sorduğu birtakım sorularla cevaplar aldığını
söylemekledir. Kısacası şeyhinin diri imişçesine kendisine geldiğini
zannetmektedir.
Ben bizzat böyle
inanan birçok cemaat tanıyorum. Bunlar yardım istediklerinde şeyhlerinin uçarak
geldiğini ve kendileriyle görüşüp dileklerini ve yardım talebinde bulundukları
konuları dinlediğini anlatıyorlardı. Bu cemaatlar sürekli böyle şeyhlere
gidiyor, onlardan yardım talep ediyorlardı. Tüm problemlerini onlara götürmek,
mesleklerinin bir gereği haline gelmişti. Şeyh kendisine getirilen mesele
hakkında bilgi sahibi olmadığı, ya da meselenin muhtevasını bilmediğinde,
riyaseti seven, insanların önünde yürümeyi isteyen birisi ise konuyu
bilmediğini gizlemek için susar ve müritlerine ruhaniyetinin kendilerine mana
aleminde yardım edeceğini ima ederdi. Bİİgİsİziik ve sapkınlığına rağmen hiç
değilse doğru olmaya çalışanları ise "Size gelen şey, yüce Allah'ın benini
biçimime sokarak gönderdiği bir melektir." derdi. Böylelikle bu eylemi
salih kimselerin kerametlerine bağlayarak onlardan medet umanlara bir dayanak
yapardı. Müridler de böylelerini Allah'tan başka Rabb'Ier edinir, onlardan
medet umduklarında, Allah'ın kendilerine yardım etmek ve dertlerine çare bulmak
üzere onlar suretinde melekler göndereceğini zannederlerdi.
Ben buna benzer pekçok
büyük şeyh tanıdım. Aralarında gerçekten doğru sözlü, zühd ve takva sahibi,
ibadete düşkün kimseler de vardı. Bunlar olağanüstü görünen birtakım olayları
salih-lerin kerametlerine hamlettiklerinden müridlenne şu tavsiyede bulunurlardı.
"İçinizden ihtiyacı olanlar benden yarım dilesin, medet umsun ve hana
sığınsın! Zira ben öldükten sonra da, yaşarken yaptıklarımı yapmaya devam
edeceğim". Bu safdil zavallılar müridlenne görünenlerin, kendileri ya da
kendi suretlerine bürünmüş melekler olmayıp hem kendilerini hem de müridleri-ni
saptırmak için kendi biçimlerine girmiş şeytanlar olduğunu bilmiyorlardı. Böylelikle
şeytan onlara Allah'a
şirk koşmayı, O'ndan başkasına
dua etmeyi, Allah'tan başkasından medet ummayı güzel ve hoş göstermiş ve
onlarda bunu yutmuşlardı. Bununla Ja yetinmeyen cin ve şeytanlar onların
kainlerine, "yaşadığınız sırada sizin suretlerinize bürünmek sureliyle
arkanıza takılanları ayarttığımız gibi siz öldükten sonra da sizin adınıza
aynı numaralan tekrarlayacağız!" diye fısıldarlar. Şeyh elendiler de,
kalplerine alılan bu şeytani fısıltıları, kalblerİne doğan ilahi keşifler
sanarak taraftarlarına böyle yapmalarını tavsiye ederlerdi.
Şeytanların musallat
olup da hayatları boyunca müridlcrine kendilerinden yardım, medet ve sığınma
istemelerini söylettikleri nice şeyhler tanıdım. Öldüklerinde bu şeytanlar
onların suretlerine girerek, müridlerini ölmediklerine inandırmışlar ve onlara
onun ağzından çeşitli mesajlar iletmişlerdir.
Böylesi şeyhlerin
bağlılarından bir kısmı zaman zaman benim çevremde de bulundu. Doğrusu
aralarında zühd sahibi, İbadete düşkün kimseler de yok değildi. Bu insanlar
hem beni hem de o şeyhleri severdi ve bunu bile keramet sayarlardı. Mesela şeyhin
hiçbir zaman ölmeyeceğine inanırlardı. Bana, mürşidlerinin Ölümünden sonra,
kendilerine ilettikleri mesajları (keşifleri) anlatır ve tuttukları notlan
okurlardı; ki bunlar şeytanın sözlerinden başka birşey değildi.
Yİne tanıdığım birçok
kişi darda kaldıklarında ruhaniydim -den istİmdad etliklerini ve o anda beni
havada uçarken gördüklerini ve kendilerini içinde bulundukları sıkıntıdan
kurtardığımı anlatmışlardır. Örneğin bunlardan biri bir keresinde hıristiyan
Ermeniler, taralından kuşatılır. Üzerinde de yakalanmaları halinde kendisini mutlaka
öldürecekleri, nasihalçıların (aziz) latifelerini içeren kitaplar varmış. Bir
diğeri ise düşmanlarının muhasarasından kurtulur.
Bu ve benzeri olayları
anlattıklarında kendilerine böyle bir-şeyden kesinlikle uzak olduğumu
söylerdim. Bazı evliyaların kerametlerini gizledikleri gibi, benim de
kerametlerimi gizlediğimi düşünmesinler diye yemin de ederdim. Bu
davranışlarının asla meşru olmadığını biliyordum. Bu yaptıkları düpedüz şirk ve
bid'aUı. Daha sonra bilgilerim ışığında bütün bunların, kendisinden yardım
dilenen zatın suretine bürünen şeytanlarla cinler tarafından yapıldığını
açıklardım.
Bunun gibi birtakım
şeyh efendilerin müridîeri de bana, şeyhlerden istimdâd edenlerin başından da
bu tür olayların geçtiğini hikaye etmişlerdi. Birçok insan gerek havadarında,
gerekse de ölümlerinden sonra şeyhlerinden yardım istediklerini ve bunun
üzerine onlara benzer kimseler gördüklerini anlatmışlardı, îstimdad dileme, bu
yardımların şeytanlar tarafından yapıldığını anlayıncaya dek sürmüştü; çünkü
şeytan, İmkanları ölçüsünde insanlara vesvese verip onları saptırır. Onların bu
oyunlarına düşüp de İslâm dinini yeter derecede bilmeyen kişi apaçık şirke ve
saf küfre sürüklenir. Kendisine musallat olan şeytanlar sürekli ona Allah'ı
zikretmemesini, O'nıın yerine şeytanlara secde etmesini, kurbanlarını şeytan
aoına kesmesini, ölü eti yemesini ve fuhşiyat İşlemesini fısıldarla".
Bu tür olaylar halkı
tamamen kafir olan ülkelerin yamsıra kafirlerle zayıf müslümanlann bir arada
yaşadıkları memleketlerde ve halkının imanca zayıf olduğu birtakım İslâm
beldelerinde de çokça olur. Nitekim Mısır ve Şam gibi önemli İslâm ülkelerinde
bile, halk arasında uzun uzadıya anlatılan, bu türden efsaneleşmiş olaylar
olmaktadır. Özellikle Uzak Doğu'da örneğin Tataris-tan'da İslâm öncesine
dayanan bu tür efsanelere çokça rastlanırdı. Halkın İslâm'ın hakikatini öğren
m esiyle birlikte şeytanların bu tür etkinlikleri hayli azalmıştı.
Bir müslüman, şeriatça
ve insan vicdanınca çirkin bulunan fiilleri işlemeye ve zulme yönetip yola
girdiğinde, ona musallat olan şeytanlar bu hususta kendisine gerçekten yardımcı
olur ve yollan kolaylaştırırlar. Cahili yaşam tarzının İslâmi yaşam tarzı ile
içice yaşandığı, halkının bir kısmının İyi bir kısmının kötü olduğu,
kozmopolit toplum yapısına sahip ülkelerle kent ve kasabalarda böylesi
kimselere çokça rastlamak mümkündür.
Şeyhlik iddiasında
bulunan kişi dinine gerçeklen bağlı bir müsiüman olmakla birlikte Allah'ın
elçisiyle gönderdiği vahiy tierccûi hakkındaki bilgisi az, bildikleri sadece
cviivaların menkı-beleriyîe kerametlcriylc sınırlı biri ise boyleleri gerçek
manada veliliğin ne demek olduğunu dahi bilmezler. Asıİ velilik ve mükemmel
anlamda velayet "iman, takva, gizli -açık her durumda peygamberlere
iuiba"dır. Hatta bu kişi bu kavranılan detaylı bir şekilde bilmek bir yana
kısa ve genel olarak dahi bilmez. Sonra içteki imanın hakikati ile İslâm'ın
zahiri şeriatlarını da bilmez ki, bu sayede Rahmani hallerle, şeytani ve
nefsâni halleri birbirinden ayırabilsin.
Nitekim üç kısmı rüya
vardır: Allah tarafından ilhanı edilen rüya, kişinin uyanıkken yaptığı ve
etkilendiği işlerden bazılarını gördüğü psikolojik rüya ve şeytan tarafından
ilham edilip gösterilen rüya.
Mistik meselelerle
ilgili durumlar da bunun gibidir. Şeytan bunlardan her birisinin elinde, Hz.
Muhammed'İn (s.a) Allah katından getirdiği dinin hakikati hakkında az bilgi
varsa, red ve inkar edilmeyecekleri birtakım emirler verir. Bu numaralarını
kimi zaman bu yola girmiş kişilerden herhangi birini havada uçurup Arafat
dağına indirmek ve sonra tekrar ülkesine götürmek şeklinde yapar. Sözkonusu
kişinin o sırada ihramlı ve başı açık olması gerekirken ne ihram giymiştir ve
ne de başı açıktır. Üzerinde normal zamanlarda giydiği elbiseleri vardır.
Ayrıca bu sırada ihramlınm soyunması gereken şeylerden de soyunmuş değildir.
Şeytanlar kendisini Arafat'taki vakfeden sonra farz olan tavafı yapmaya ve
şeytan taşlayıp haccmı tamamlamaya da çağırmazlar. O kişi burada yapılması
gereken ibadetin, yapmış olduğu vakfeden ibaret olduğunu sanır. Bu da İslâm
dini hakkında yeterli bilgi sahibi olmamasından kaynaklanmaktadır. Eğer İslam
dinini hakkıyla bilmiş olsaydı, bu hareketlerinin Allah adına yapılmış ibadet
niteliği taşımadığını bilirdi; çünkü bunları helal diye yapması halinde
öldürülmesi gereken bir mürted (dinden dönen) konumundadır Zira bütün
müslümanlar, Mikâl'ta ihram giymenin hırz okluğunu bilirler ve bu hususta
ittifak halindedirler. Eğer giymesini gerektiren meşru bir özrü yoksa
ihramlınm, ih-ramh İken dikişli elbise giymesi, caiz değildir. Hac farizasını
yerine getirmeye giden kişi Arafat'ta vakfe ile yetinemez. Müslümanların
ittifakına göre vakfeden sonra farz olan tavafı yapmak zorundadır. Ayrıca
Mcş'ar-i Haram'a gidip Cemre-i Akabe'de şeytan taşlaması da gerekil".
Burada İslâm alimleri arasında bir tartışma sözkonusudur. Şöyle ki; Şeytanı
taşlamak bir rükün müdür, değil midir; terkediimesi halinde kurban kesmek
gerekir mi? Yine müsiüman alimlerin ittifakıyla cemrelerin Mina günlerinde
taşlanması gerekir.
Kimi zaman cin yine
böylesi bir kişiyi alıp Beyt-i Makdis'i ziyaret ettirir. Onu kendisi ile
birlikte havada uçurur; suyun üzerinde yürütür. Ona evliyalar şehrine
gittiğini gösterir. Hatta kimi zaman cennet meyvelerinden yeyip, cennet
pınarlarından ve nehirlerinden içtiğini gösterir.
Tanıdığım birçok
kişinin başına geldiği için bu ve benzeri olayların gerçekliklerini, mana ve
mahiyetlerini oldukça iyi biliyorum. Ne var ki, burası bunları uzun uzadıya
anlatmaya müsait değildir.
Bunları anlatmaktan
maksadımız, şirk koşma olayının temelinin salih kimseler Üe heykellerine ve
resimlerine tapmak olduğunu göstermektir. Şirkin bir çeşidinin temeli de
yıldızlara tapmak idi. Bazı toplumlar güneşe, aya ya da daha başka gök cisimlerine
tapıyorlar ve onlar adına tılsımlı putlar yapıyorlardı. En doğrusunu bilen
Allah'tır. Hz. İbrahim (a.s) kavminin şirkleri bu türdendi: ya da en azından
bir kısmı bu durumdaydı.
Kimi şirk türlerinin
temelinde ise meleklere, cinlere tapmak yatmaktadır. Sözkonusu müşrikler
bunlara hem tapıyorlar hem de adlarına putlar dikiyorlardı. Belki diktikleri
cansız putların bizzat kendilerine tapmıyorlardı; ama yaptıkları bunu gerektiriyordu.
Aralıların içinde
bulundukları şirk türü, en büyük şirklerden olan birinci türe girmekte idi;
zira bu şirk diğerlerinin tamamını bünyesinde taşımaktadır.
Tcvhid dininin babası
Hz. İbrahim'in fa.s) dinini ilk değiştiren kişi Aınr b. Luhayy adında biriydi.
Bu adam bir ara Şam'a gİ-der. Belka'a bölgesindeki eski ıViaâb kentine
vardığında bura halkının birtakım putlarının olduğunu, bu putiann onlara
birtakım yararlar sağlayıp zararları onlardan giderdiklerini görür, Mekke'ye
döndüğünde bu putların aynını reisi bulunduğu Huzâ'a kabilesi için de yapar.
Konu ile ilgili olarak
Buharı ve Müslim'de rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü (s.a) şöyle
buyurmuşlardır:
Aınr b. Luhayy b.
Kam'a b. Hındık'ı cehennem ateşin de barsak-lannı sürürken gördüm; çünkü o
İbrahim'in dinini ilk değiştiren, bahire (beş kez doğurup da beşincisi dişi
olan develeri kulağını çentip putlar adına başıboş bırakma) ve sâibe (bir
hastalıktan kurtulan kimsenin devesini sağılmamak ve binilmemek üzere putlara
adama) bid'atmı ilk icat eden kişiydi.7
Allah bilir ya Nûh
kavminin şirki de böyle idi. Her ne kadar şirkleri başlangıçta birtakım salîh
kimselere tapmak şeklinde idiyse de, bilahare şeytan onları daha başka şirk
çeşitlerine sürüklemiştir. Ancak insanlara en yakın olan şirk biçimi budur;
çünkü insanlar salih kişiyi bizzat tanıyorlar. Bu nedenle de yaşarken mübarek
bir kişi olduğuna inanarak ona dua ediyor, ölümünden sonra da ona bağlılıktan
ve ondan medet ummaktan vazgeçmiyor, mezarlarına tapınmaya başlıyorlar ve onu
bir çeşit amaç haline getiriyorlar. Bu şirk bazan bizzat o ölünün kendisinden
birtakım isteklerde bulunma, bazan onun adıyla Allah'tan dilekte bulunma
("Falanca veli kulunun yüzü suyu hürmetine senden şunu diliyorum
Allah'ım!" gibi), kimi zaman da onun adına namaz kılma ve ev ve mescid
gibi mekanlarda kılınanlardan daha faziletli ve daha kabul edilmeye layık
olduğu mezarı başında namaz kılma ve dua etme şeklinde kendisini gösteriyordu.
Şirkin başlangıcı ve
en tehlikeli biçimi bu olduğundan Kâinatın Efendisi (s.a) yıldızlara tapma vb.
diğer tüm şirk biçimlerine açılan kapılardan önce bu kapıyı kapamış ve bu
konuda son derece titiz davranmışlardır. Nitekim Müslim'in Sahîh'inde
Rasû-lüllah'm, ölümünden yaklaşık beş gün önce şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir:
Sizden önce birüıkım
milletler, mezarlıkları mescid edindiler. Dikkat edin, sizi uyarıyorum: Sakın
mezarlıkları namaz kılma yerleri (mescidler) edinmeyin! Sizi bundan kesinlikle
ınenedî-yorum.8
Yİne Buharı ve
Müslim'in kaydettiği bîr hadiste, sahabenin Habeşistan'da gördükleri bir
kilisenin yapısının ve içindeki resimlerin güzelliklerinden bahs etmesi
üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:
O sözünü ettiğiniz
insanlar, ölen salih zatların mezarları üzerine mescid yaparlar ve içerisine
onun resimlerini çizerlerdi. İşte onlar kıyamet gününde Allah katında
yaratılmışların en kötüleridir.9
Buharı ile Müslim aynı
bağlamda, Allah elçisi'nin ölüm hastalığı sırasında söylemiş oldukları bir
hadisi şöylece kaydetmişlerdir:
Allah yahudilerle
hiristiyanlara" lanet etsin; çünkü onlar yapmaktan sakındırıldıktan halde
peygamberlerin kabirlerini mescid edinmişlerdir".10 Âişe validemiz
"Eğer Allah llasûlü'nün bu hadisi olmasaydı onun kabrini açıkta yapardım;
ama o mezarının mescid edinilmesini uygun görmemiştir." der.
Öte yandan Ahmed'in
Müsııedinde -Ebû Hatim aracılığı ile-Allah Rasûlü'nden sahih olarak şöyle bir
hadis nakledilmiştir:
tnsanlarm en kötüleri,
kıyamet saati kendilerine eriştiğinde henüz yaşıyan insanlarla mezarlıkları
mescid edinen kimselerdir.11
Ebû Dâvud ve diğer
kaynaklar da Rasûlüllah'm şu hadisini
Mezaııınm bulunduğu
yeri sakın bayram yerine çevirmeyin! Bana nerede bu] ti nursun oradan sahil ve
selam getirin! Snîât ve selamınız bana mutlaka ulaştırılır.12
Mâlik'in,
Muvatta'ında, aynı konu ile ilgili olarak rivayet etliği bir hadiste Hz.
Peygamber
'Allahım! Mezarımı
tapılan bir puf haline gefirme!' diye dua ci-tikten sonra 'Çünkü peygamberlerinin
mezarlarını ibadethaneler haline getiren toplumlara senin gazabın çok
şiddetlidir.'
buyurmuşlardır.13
Müslim, EbıVl-Heyyâc
d-Esedî'dcn şu haberi nakietmiştir: "Ali b. Ebî Talib (r.a) bir keresinde
bana şöyle dedi: "Allah elçisinin beni uyardığı bir konuda ben de seni
uyarıyorum. Rasûlüllah bana mezarların üzerini yükseltmememi, dümdüz,
bırakmamı, gördüğüm herhangi bir resim ve heykeli bozmamı emretmişlerdir"."
Rasûlüllah (s.a) Hz.
Ali'ye (r.a) ölen bir kişi için yapılanlar ve mezarlar üzerine yükseltilen
türbelere konanlar olmak üzere iki tür heykeli ve resmi yokelmesini
emretmişlerdir; çünkü her iki durumda da şirk unsuru meydana gelmektedir.
Hz. Ömer bir yolculuk
sırasında birtakım insanların belirli bir yerde sıra ile namaz kıldıklarını görür.
Niçin böyle yaptıklarını sorduğunda "Burası Allah Rasûlü'nün havutta iken
namaz kıldığı bir yerdir. Bu yüzden biz de burada teberrüken namaz kılıyoruz."
cevabını verirler. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) şöyle der. "Sizden önce
birtakım milletler bu yüzden helak olmuşlardır. Onlar peygamberlerinin
bıraktıkları eserleri namazgah haline getirmişlerdi. Böyle bir yerde namaz
vaktine erişirse farz olan namazını eda elsin, vakit gelmemişse geçip
gitsin!" 14
Yine, bir grup
İnsanın, Hz. Peygamber'in altında sahabilcriy-le bi'atlaştiğı ağacın yanına
gidip geldiklerini ve orayı ziyaret ye-ri haline getirdiklerini haber alan Hz.
Ömer o ağacın kesilmesini emretmiştir.16
Hz. Ömer yine bir
keresinde Danyâl adıyla bilinen saygın bir kişinin {peygamber veya aziz olması
muhtemel) mezarının bulunduğu haberini aldığında Ebû Musa'ya; gidip orayı
kaybetmesini, gizlemesini emretmiştir. Güya sozkonusu mezarın yanında
gelecekle olacak önemli olayların yazılı olduğu bir kiiap vardır ve bunda
müslümanlarm tarihlerinden de sözcdilmcktcdİr.17 O çevrede yaşayan İnsanlar bir
kuraklıkla karşılaştıkları zaman bu kabri açarak yağmur yağdınrlarmış. Hz. Ömer
Ebû Musa'ya gündüz vakti onüç farklı yerde mezar kazmasını ve gece olduğunda
da o kişiye atfedilen kalıntıları bunlardan birisine gömmesini; insanların
kabrin, yerini bilip böylesi fitnelere düşmemeleri, Allah ve Rasûlü'nün haram
kıldığı mezarları m esc id edinme günahını, şirkini işlememeleri için ortadan
kaybetmesini emretmişti. Saygın kişilere ait mezarların üzerine açıktan mescid
yapılmasa bile teberrüken oraya gidip gelmek, orada yapılanların başka
yerlerde yapılanlardan daha makbul olduğuna inanarak dua ve ibadet etmek de
yasaklanmıştır. Bu yetmezmiş gibi bir de kalkıp üzerine doğrudan mescid yapmak
elbetteki çok daha büyük bir günah ve çok daha büyük bir şirktir.
Bu nedenledir ki İslâm
uleması şöyle demiştir: ''Mezarlar üzerine mescid yapmak kesinlikle haranı
kılınmıştır. Bu tür mescid ve camilerin yıkılması gerek. İçerisine ölü gömülmüş
mescidin yıkılma olanağı yoksa hiç değilse mezarı belli -olmayacak şekilde
düzlenme-lidir; çünkü mezarın şeklinin belli olması halinde ona itibar etmelerinden
Ötürü şirke kapı açılması kaçınılmaz olur".
Nitekim Rasûlüllah'ın
(s.a) günümüzde de mevcudiyetini sürdüren mescidinin yeri daha önceleri müşrik
mezarlığı idi.18 Burada hurma ağaçları ile harabeye dönmüş birtakım kalıntılar
vardı. Allah Rasûlü'nün emri ile mezarlar eşilip açığa çıkarıldı. Ağaçlar
kesilip kalıntılar düzeltildi. Böylece burası mezarlık olmaktan çıkarılarak
mescid yeri haline getirildi.
Daha sonra nasıl
olduysa oldu İslâm dünyasında birtakım mezarlıklar namaz kılma ve ibadet
yerleri haline getirildi, haram
kılınmasına rağmen
mezarlıklar üzerine mescidler yapıldı. Oysa sahabe ile iman ve ihsan üzere
onların izinden giden tabiîn zamanında böyle birşey asla yoklu. Mezarlar
üzerine mescid yapma diye birşey bilinmiyordu.
Sözgelimi Hz.
İbrahim'in kabri fr.a) Kudüs'te bir mağarada bulunmaktaydı. Mağaranın ağzı da
hiç kimsenin giremeyeceği şekilde kapatılmıştı. Sahabe hayatta iken ne orası ne
de başka bir mezarlık için özel ziyaret kırları düzenlememişlerdi; çünkü Ebû
Hureyre ile Ebû Said'in (r.a) nakledip Buharı ile Müslim'in kaydettikleri bir
hadiste Rasûlüllah şöyle buyurmuşlardır:
Denkler yalnızca üç
mescid için bağlanabilir; yani ziyaret kastıyla yolculuk yapılabilir: Mcscid-i
Haranı, Mescid-i Aksa ve benini şli mescidim. 19
Sahabeden kim Mescid-i
Aksâ'ya gitse orada mutlaka namaz kılardı. Ama gerek Mescid'in yakınlarında
bulunan gerekse de mezarının bulunduğu bu mağaraya uğramazlardı. Bu durum
Şam'ın Hicrî IV. asrın sonlarına doğru hıristiyanlar tarafından işgaline dek
sürdü. Hristiyanlar bu bölgeyi işgal ettiklerinde mağaranın kapısını açarak
orasını kilise haline getirdiler. Bilahare İslâm orduları burayı fethettiklerinde
kimi müslümanlar burasını mescid olarak kullandı. İlim sahibi kişiler onların
bu davranışlarını kınamış ve o mekanın mescid olarak kullanılmasına karşı
çıkmışlardır.
Bazı râvîler, Miraç
yolculuğu sırasında Allah Rasûlü'ne "Burası Taybc'dİr; burada in ve namaz
kıl!" denildiği, Rasulüllah'ın da inip namaz kıldığı ve ardından
"Burası da senin babanın (İbrahim'in) makamıdır, in ve orada da namaz
kıl!" denildiğini rivayet etmişlerdir,20 ki bu apaçık düzmecedir,
yalandır. Hz. Peygamber (s.a) Miraç gecesinde, Mescid-i Aksâ'nm dışında hiçbir
yere uğramamışlardır. Müslim'in Sahîh'inde de kaydedildiği gibi Allah Rasûlü bu
yolculuk sırasında yalnızca buraya inmişlerdir.21 Bundan dolayı, sahabeden
sayısız kişi Şam'a geldiklerinde,
Ömer b. Haitab Bcyt-İ
Makdis'i feth için buraya uğradığı, Şam diyarının fethinden sonra,
hıristiyanlarla cizye ve İslâm hukukunun koyduğu diğer şartlar üzerine anlaşma
yapmak için Ensâr ile Muhacirlerin önde gelen isimleriyle birlikte üçüncü kez
Şam diyarına gelip Scrağ'a kadar vardıkları halde hiçbiri ne Hz. İbrahim'in
mağarasına gitmiş ne de Beyt-i Makdİs'te Şam'da veya başka yerlerde bulunan
peygamberlerin kalıntılarını ziyaret etmişlerdi. Mesela bu bölgede Kâsiyûn
denilen bir dağ vardır ki burada üç önemli eserin bulunduğu söylenir. Batı
yakasındaki bir tepe ) İz. İsa'ya nisbet edilir. Doğu yakasındaki yer ise Hz.
İbrahim'in makamı olarak bilinir. Dağın ortasında ve en yüksek yerinde ise
"kan mağarası" adı verilen ve Kabil'in Hâbil'i öldürdüğü yer oiarak
bilinen bir yer vardır. İlk öne geçen müslümanlar-dan hiçbiri ne buraları ne de
bunlara benzer başka yerleri özel bir niyetle ziyaret etmemiş ve buralara
herhangi bir kutsallık izafe etmemiştir; çünkü bu tür yerler ibadet yerleri
olmaktan ziyade bilerek ya da bilmeyerek insanların daha çok şirke düştükleri
yerlerdir.
Bu tür yerler
şeytanların çokça bulundukları yerlerdir. Bu gibi mekanlara gittiğimde insan
şekline bürünmüş birçok Şcy-tan/şeytanlaşmış insan görürüm. Bunlar kendilerine
gnyb adamları (ricâl'ul-gayb) derler. Saf-dİl İnsanlar da bunların insan cinsinden
gözlere görünmeyen kimseler olduklarını sanırlar. Oysa hepsi kendilerine
adamlar (rical) denilen cinlerdir... Nitekim Cc-nab-ı Hak bunlar hakkında şöyle
buyurmuştur:
Doğrusu insanlardan
bazı erkekler, cinlerden ba/.ı erkeklere sığınırlardı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı.
(Cinn,72/6)
İns cins adı'nın
verilmesi, görülmesinden dolayıdır. Sözgelimi bir âyette bu kelime bir ayette
"Ben bir ateş gördüm (ânestü)" (Nemi, 27/7) şeklinde kullanılmıştır.
Cine cin denilmesi ise
gözlerden gizlenebilmesinden ötürü-
dür. Kur'ân bu
kelimeyi şöyle kullun m ıştır; "Gece üzerine basıp mm gözlerden gizleyince
(çetine)..." (En'âm, 6/77); yani, gece onu kuşatıp örttüğü zaman...
lliçbir insan, diğer
İnsanların gözlerinden sürekli saklı kalamaz. Bazı insanlar için, bazı
zamanlarda bu tür olağanüstülükler olabilir. Kimi zaman bu o kişinin
kerametinden kaynaklanır. Kİ-mi zaman da sihir (büyü) ve şeytanların yaptıkları
birtakım numaralarla olur. Bunlar aralarındaki faiklara ilişkin geniş bilgi,
başka bir konuda, daha etraflı bir şekilde verilmiştir.
Bizim buradaki
amacımız şudur: Sahabe ve tâbiîn'den hiçbiri Rasûîüllalı'ın ya da herhangi bir
salih kişinin kabirleri üzerine türbe yapmamışlar ve buraları insanların gelip
gördükleri ziyaret yerleri haline
getirmemişlerdir. Mezarların üzerlerine
bina ve mescidler kondurmadıkları gibi, peygamberlerin yaşadıkları dönemlerde
uğrayıp iz bıraktıkları yerleri de kutsal mekanlar şekline dönüştürmemiştir.
Allah elçisinin konakladığı, namaz kıldığı ya da başka bir insani fiil işlediği
hiçbir yeri kutsamamışlardir. Yİne onların hiçbiri peygamberlerin ve salih
insanların uğradıkları mekanlara mescidler yapmayı, Allah elçisinin amaçlı
olarak konakladığı, ya da namaz kıldığında ittifak edilen mekanlar dışında normal koşullarda namaz kıldığı yerlerde, ona
uymak amacıyla namaz kılmayı düşünmemişlerdir. Hatta Hz. Ömer gibi, sahabenin
Öncüsü konumundaki kişiler, Rasûlüllah'm belirli bir amaca mebnî olarak namaz
kılmadığında görüş birliğine varılan mekanlarda namaz kılmayı
yasaklamışlardır. Sahabe arasında valnızca İbn Ömer'in, Rasûlüllah'm yürüdüğü,
konakladığı ve namaz kıldığı mekanları özellikle aradığı rivayet edilmiştir.
Allah Rasûlü'nun sözkonusu mekanlardaki eylemlerinin belirli bir amaç
taşımadığı hakkında müslümanlar görüş birliği içerisinde olsalar bile, îbn Ömer
kendi kişisel olarak yöntemini uygulamaktaydı.
Kaldı ki İbn Ömer, Hz.
Peygambcr'c sıkı sıkıya bağlı, son derece salih bir insandı. Onun
Ra.sûiüllah'a illibâ anlayışı böyle idi.
Babası, öbür râşid
halifelerden Osman ve Ali ile İbn Mes'ûd, Mu'az b. Cebel, Übeyy b. Ka'b gibi
sahabenin diğer önemli İsimleri de onun gibi davranmamış ve onun gibi
düşünmemişlerdi. Bize göre cumhurun (büyük grubun) görüşü, ibn Ömer'inkin-den
daha doğrudur.
Evet, Rasûlüllah'a
uyma, onun amaçlı olarak yaptığı eylemleri, kendisini taklid biçiminde aynen
yapmaktır. Sözgelişi namaz vs. gibi belirli ibadetleri, belirli mekanlarda
amaçls olarak yapmışsa, aynı İbadetleri, aynı mekanlarda ve onun yaptığı gibi
yapmak, ona uymanın bir gereğidir. Bazı zaman ve zeminlerde, o ibadetleri
amaçlı olarak yapmamışsa, bir müslümanin onun yapmadığı ibadetleri aynı zaman
ve mekanlarda amaçlı olarak yapması Rasûl'e ittiba değil, bilakis
muhalefettir.
Birincisine şu olayian
örnek verebiliriz: Rasûlüllah (s.a), Arafat'ta vakfe yapmayı, zikir ve dua
etmeyi, Müzdeîifc'de ve iki Cemre (şeytan) arasında amaçlı olarak yaptığı için,
müslüman-ların da aynı mekan ve zamanlarda aynı ibadetleri, aynıyla yapmaları
Rasûl'e uymanın bir gereğidir. Aynı şekilde, tavaf yaparken Makâm-ı İbrahim
denilen mekanın arkasında iki rekat namaz kıldığı için aynı yerde iki rekat
namaz kılmak da ona ittiba-dır. Yine Hz. Peygamber Safa ve Mcrve tepelerine
zikir ve dua maksadıyla çıktıkları için aynı amaçla bu tepelere çıkmak da ona
uymanın gerektirdiği bir zorunluluktur. Nitekim Seleme b. Ekvâ Mcscid'de
namazlarını hep bir direğin yanında kılar ve gerekçesini de "Ben Allah
Rasûlü'nun bu direğin yanında kıldıklarını gördüm." n diye açıklardı.
Sözkonusu râvi nin,
Allah Rasûlü'nii namaz kılmak için genellikle mescidin o mekanını tercih
ettiğini gördüğü için namazlarım orada kılması, ona uymak içindi.
İtban b. Mâlik gözleri
görmez olduğu İçin evine yakın bir yerde mescid yaptırmak istemiş ve Allah
Rasûlü'ne bir elçi göndererek "Ben, sizin benim evime gelip belirli bir
yerde namaz kılmanızı ve orayı kendime namaz kılma yeri edinmek
istiyorum." ricasinda bulunnııışiu. Başka bir rivayetle İlbân Rasûlüllah'a
"Buyur, benim için bir mescid yeri çiz!" demiştir.
Allah elçisi ve
sahabeden kendisiyle gelmek isteyenlerle birlikte sözkonusu sahabenin evine
gitmişlerdir.
Başka bir rivayette
râvi olayı şöyle anlatmaktadır: "Ertesi sabah Rasûlüihıh gün yükseldiği
sırada Ebûbekir'lc birlikte bana geldiler ve içeri girmek için izin istediler.
Ben de izin verdini. İçeri girdiklerinde oturmadan "Evin neresinde namaz
kılmamı istersin?" buyurdular: Ben de bir tarajı işaret ettim. Allah
Rasûlîı tekbir alarak namaza durdular. Biz de arkasında saf tuttuk. Rasûlüllah
iki rekat kıldıktan sonra selam verdiler".1*
İtbân kendisine bir
mescid yaptırmayı, ve orada iik namazı Allah elçisinin kılmasını, O'nun namazı
kıldığı yere de mescidi yaptırmayı istemiştir. Görüldüğü gibi burada asıl amaç
mescid yaptırmaktır. Ama sözkonusu sahabi, Allah Rasûlü'nün orada namaz
kılmasını istemiştir. Bu namaz, diğer müsîümanların da Hz. Peygambcr'e uymak
için kılmaları değil, yalnızca mescid yaptırma amacına mebnîdir. Mescidin
yaptırılması, Hz. Pcygam-ber'in orada namaz kılması için değildir. Sözkonusu
sahabinin Hz. Peygamber'e bu niyetle uyması, bir anlamda ona iüiba demektir.
Rasûlüllah'in orada amaçsız olarak namaz kılması ise farklıdır
Rasûl'e uymak amacıyla
Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutma durumu da bunun gibidir; çünkü Rasûlüllah,
halta içerisinde genellikle bu günlerde oruç tutmayı adet edinmişlerdi. Sahih
bir hadiste bu mesele şöyle açıklanmaktadır:
Her pa zar t es i ve
perşembe günü cennetin kapılan açılır ve mii'min kardeşi İle arasında kin ve
düşmanlık bulunan kişiden başka, Allah'a şirk koşmayan herkes mağfiret edilir.
Bu iki kişi barışmcaya dek "Bakın bu iki kişiye!" denilir.21
İbâdet maksadıyla Kubâ
mescidine gitmek de Rasûl'e uyma anlamı taşır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in
tesbit ettiği bir hadiste Allah Rasûlü'nün her cumartesi günü binekle veya
yürüyerek bu mescide gittiği ifade edilmiştir;25 çünkü Allah Teâlâ bu Mescid
için: "Tâ ilk günden takva üzere tesis edilen mescid, elbette İçinde
namaza durmana daha uygundur." (Tevbe, 9/108) nitelemesinde bulunmuştur.
Gcrçİ her mescid bu
niteliğe'layıktır. Nitekim sahih bir hadiste Hz. Peygamber, mescidin hangisi
olduğu sorulduğunda "Bu mesciddir!" diyerek kendi mescidlerini
göstermişlerdir. Burada bu niteliğe en uygun mescidin Kubâ mescidi olduğunu;
zira onun takva üzere kurulduğunu ve26 "Orada arınmayı isteyen adamlar
vardır. Allah çokça temizlenenleri sever". (Tevbe, 9/108) 27 ayetinin
bunun için indirildiğini anlatmak istemişlerdir.
Kubâ mescidine giden
sahabiler genellikle su ile taharetlenir, abdest alır ve yıkanırlardı. Böyle
yapmayı yakın komşuları yahu-dilerden öğrenmişlerdi; zira o dönemde Arablar
bunu bilmiyorlardı. Allah Rasûlü (s.a) takva üzere kurulan mescidin yalnızca
kubâ mescidi olup diğerlerinin böyle olmadığının sanılmamasi için, biraz önce
zikrettiğimiz hadiste kendi mescidinin takva üzere kurulan mescid olmaya daha
layık olduğunu söylemişlerdir; çünkü âyette geçen takva üzere kurulan mescid
ifadesi ile hem Kubâ hem de kendi mescidi anlatılmak istenmiştir. Bu ayet aynı
zamanda takva üzere yapılan tüm mescidleri kapsar. Tabii ki Dı-râr mescidleri
bu tanım ve kapsamın dışmdadııiar.
Bundan ötürü selef,
Rasûlüllah'a bu mescidde namaz kılarak benzemeye çalışmayı pek hoş
karşılamazlardı. Onlar eskinin yeniden daha faziletli olduğu görüşünde idiler;
çünkü onlara göre eski mescid (Mescid-i Atık) Dırâr mescidi olarak
yapılmasından korkulan yenisinden daha uzaktır. Ayrıca eski mescidi bizzat
Kur'ân övmüştür: "Sonra onların varacakları ev Beyt-i Atîk'tır."
(Hacc, 22/33) "Doğrusu insanlara ilk ibadet yeri olarak yapılan ev,
Mekke'de olandır". (Âl-i Imrân, 3/96)
Allah elçisinin Kubâ
mescidine gitmesi, orada çok ibadet yapmayı gerektiriyordu. Bu durum, o
mescidin faziletini de artırıyordu. Bu nedenle Medine'de yaşayan selef
alimleri ile diğerleri
Kubâ ve Rasûlüllah'ın
mescidi dışındaki mescid ve mezarların amaçlı olarak gezilmesini, ziyaret
edilmesini buralarda yapılan ibadetlerin diğer yerlerdekinden daha faziletli
olduğunun sanılmasını pek hoş görmemişlerdir; çünkü Hz. Peygamber, Küba'nın
dışındaki mescitlere aynı amaçla gitmemiştir. Halbuki Medine'de Küba mescidi
dışında daha birçok mescid bulunmaktaydı. Hatta her kabilenin kendine ait bir
mescidi vardı. Küba mescidinin dışında kalan bu mescidlerdcn herhangi birinin
diğerinden daha faziletli olduğuna işaret etmemiş ve amaçlı olarak öne çıkarmamıştır.
İslâm'da ilk mescidin
Medine'de yapılan Kubâ mescidi olduğunda kuşku yoktur. Bu nedenledir ki Allah
elçisi amaçlı olarak oraya gidip gelmeyi adet haline getirmişti. Nitekim bu
konuda -sahih olarak gelen bir rivayette- şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Kini evinde abdest
alıp, namaz kılmaktan başka bir amaç; olmaksızın Kubâ mescidine giderse bu,
kendisi için bir umre gibi-dir.28
Ancak bu hadise rağmen
başka kentlerden veya ülkelerden sırf Küba mescidine gitmek amacıyla yolculuk
yapılmaz. Medine'de ikamet eden insanlarsa bu amaçla gidebilirler. Kubâ mescidi
için Özel bir yolculuk turu düzenlenemez; çünkü ziyaret amacıyla yolculuk
yapılması İslâmca meşru kabul edilen üç mes-cid vardır. Nitekim bu konuda
Rasûlüllah (s.a.v) bir hadislerinde "Denkler yahuzen üç mescidi ziyaret
için bağlanabilir. Mcscid-i Haranı, Mescid-i Aksa ve benim mescidini."
buyurmuşlardır.
Bu nedenle Kubâ
mescidine gitmeyi nezreden (vaad câen bir müslüman) dört inezheh imamına ve
diğer önemli islâm alimlerine göre bu vaadini yerine getirmez. Mescid-i
Haram'sa böyle değildir; zira burası için yapılan ziyaret nezrinin mutlaka
yerine getirilmesi gerektiği hususunda tüm İslâm alimleri görüş birliği
içerisindedirler. En sağlam görüşe göre Medine'deki mescid (Mescîd-i Nebevi)
İle Beyt-i Makdis'in (Mescid-i Aksa) durumu da bovledir.
Bu konudaki görüşten
İmam Mâlik, Ahmcd ve Şâfiî'in görüşü bu yöndedir. Diğer görüş ise Ebû
Hanîfc'yc aittir. Ona göre böyle bir adakta bulunan kimse bu adağını yerine
getirmek zorunda değildir; ancak caiz ve müstchabdır; çünkü şeriatça farz
kılman hususların dışında herhangi bir eylem yalmzca adak İle farz kılınamaz.
Ulemanın çoğuna göre ise Allah'a itaat öğesi taşıyan her eylem, adak olarak
adanmasıyîa yerine getirilmesi gerekli bir eylem haline gelir. Nitekim
Buharı29 -Hz. Âişe aracılığıyla-Rasûlüllah'm bu konuda şöyle buyurduğunu
nakletmektedir;
Allah'a itaat amacıyla
bir amelde bulunmayı adayan kimse onu mutlaka yerine getirip Allah'a itaat
etsin. Kim de Allah'a isyan içeren bit" eylemde bulunma;'] vaad ederse, bu
eylemi yaparak Allah'a âsî olmasın!
Allah Rasûlü Medine
vadisinde oturan müsiümanlarla Uhud şehidlerinin medfun bu undukları
mezarların, içindekilere dua ve istiğfar etmek amacıy.a gezilmesinde, ziyaret
edilmesinde herhangi bir sakınca görmemi.ilerdir. Nitekim bizzat kendileri de
böyle yapmışlardı. Bununla birlikte tüm müslüman ölüler için selam verilmesi,
dua ve İstiğfarda bulunulması meşru kılınmıştır. Yalnızca bu amaca yönelik
mezar ziyaretlerinde bir sakınca yoktur. Bu mezarların peygamberlere, salih
kimselere ya da başka müsîümanlar ait olması da önemli değildir. Nitekim
Abdullah b. Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in mescidine girdiğinde "Allah'm selamı
üzerine olsun ey Ailoh'ın Rnsûlii! Selam olsun sana ey Ebâ Bekri Selam sana ey
babacığım!" der ve ardından geri dönerdi.3n
Peygamberlerin ve
salih kişilerin mezarlarının; kendilerinden birşey dilemek, onlara dua etmek ve
Allah'a onların adıyla yemin etmek için ya da burada yapılan duaların, kılman
namazların ve mescidlerdeki dua ve namazlardan daha üstün ve makbul olduğunu
zannederek ziyaret edilmesi hususuna gelince, bu tüm müslümanlarm ittifakı ile
apaçık şirk ve sapıklıktır. Sahabeden hiçbiri böyle birşey yapmamıştır. Onlar,
Allah elçisini, mezarın-Ha selamladıkları zaman orada duıup kendileri için bile
dua etmczîerdi. Bu nedenle İmam Mâlik ile diğer bazı alimler bunu çirkin
görmüş, selef ulemasının yapmadığı bir eylemin yapılmasını bid'at olarak
tanımlamışlardır.
Dört mezlıeb imamı ile
diğer önemli İslâm alimleri geçmiş müslümanlarm (özellikle selef ulemasının)
dua için kıbleye döndüklerinde, Allah Rasûlü'nün mezarına doğru
yönelmediklerinde ittifak etmişlerdir. Rasûlüllah'a selâm verirlerken kabrine
doğru döndüklerini ise alimlerin büyük çoğunluğu söylemektedir. Nitekim İmam
Şafiî, Mâlik ve Ahmed (r.a) böyle demişler. Ebû , Hanîle ise bu durumda bile
kabre karşı değil, kıbleye yönelinme-si ve kabrin sol tarafa alınması
gerektiğini söylemiş, hatta kıblenin arkaya alınması gerektiğini söyleyenler
de vardır.
Bu ilke şu esastan
hareketle çıkarılmıştır: Bilindiği üzere Allah elçisi, Ebû BekrM ile birlikte
hicret ettikleri sırada Sevr dağında bulunan bîr mağaraya sığınmışlardı. Bu dağ
ve mağara Medine'ye giden yol üzerinde değildi. Sevr dağı Yemen tarafında,
Me-dîne ise Şam tarafında düşüyordu. Allah elçisi, müşriklerin kendilerinden
haber alma yollarını kesmek, nereye gittiklerini bilmemeleri İçin üç gün
boyunca bu mağarada gizlenmek durumunda kalmışlardı; çünkü müşrikler onları
sürekli izliyor, yollarını ve gizlendikleri yerleri arıyorlardı. Hatta onu
getirene yüklü bir ödül vermeyi de va'detmişlerdi. Müşrikler Rasûlüllah'ın
sa-hâbesiyle birlikte Medine'ye hicret etmesini engellemeyi kafalarına
koymuşlardı. Bu nedenle de onları Mekke'den dışarı çıkarmamaya çalışıyorlar;
Öldürmeye güç yetiremedikleri için yakalayıp Mekke'de hapsetmek istiyorlardı.
Yola çıktıklarım ilk anda farkedebilselerdi kendisine kesinlikle
ulaşabilirlerdi. Bu yüzden Hz. Peygamber üç gün süre ile burada saklanmak
zorunda kalmışlardı.
Mekke'den Medine'ye
giden bir müslüman sünnettir diye sozkonusu mağaraya gidip geri dönse bu
hareketi müstahab de-ğîl, bilakis mekruh olur; çünkü Rasûlüllah (s.a) hicret
esnasında sahil yolunu tercih etmişlerdi. Oysa bu hayli uzun bir yoldur ve yuvarlak,
çemberimsi bir güzergâh söz konusudur. Medine'den umre ve hacc için Mekke'ye
gitmek üzere yola çıktıklarında ise bunu değil, orta güzergâhı kullanmışlardır;
çünkü burası Mekke'ye giden en kestirme yoldur.
Hicret yolculuğu
sırasında sahil yolunu tercih edişlerinin nedeni burasının, müşriklerin
kendilerini arayacakları güzergâh-dan uzak olmasıydı; zira biraz evvel de
değindiğimiz gibi, Medine'ye giden en kestirme yol ortadan gideniydi.
Müşrikler, Rasûlüllah'ın bu yolu kullanacağını düşünüyorlardı. Nitekim Rasûlüllah
bazı savaşlarda müşriklerin tahmin ettikleri yoldan başka bir-yoİ kullanmayı
tercih etmişti.
Rasûlüllah (s.a)
Huneyn savaşı sonrasında, o mıntıkada bulunan Ci'râne32 mevkiinde ganimetleri
taksim ettikleri sırada, umre ziyareti yapmak istemişlerdi. Müşrikler
kendisini Mekke'ye bu şekilde sokmayacakları için Hudeybiye'de ihrama
girmişlerdi. Oysa daha önce Medine'den Mekke'ye umre niyetiyle gidenler için
Zülhuleyfe denilen yeri, mîkat (ihram giyilen yer) olarak be-lhiemişîerdi.
Ertesi yıl, bir önceki yıl yapamadığı umresini kaza etmek için yola
çıktıklarında Zülhuleyfe'den İtibaren umreye niyetlenmişlerdir. Allah Rasûlü
Mekke'nin fethedildiği yıla kadar ne umre ne de hac için Ka'be'ye
sokulmamıştır. Buraya ancak fetih yılında girebilmişlerdir. Bu sırada Ka'be'de
bir sürü resim ve heykel (put) vardı.33 Bunlar atılıncaya dek oraya girmediler.
Bilahare Ka'be'nin içerisine girerek iki rekat namaz kıldılar.34 Oysa Ünımü
Mâni'nin rivayet ettiğine göre fetih günü, kuşluk vaktinde sekiz rekat namaz
kılmışlardır.35 Ancak bu namaz kuşluk vakti amaçlanarak kılınmış değildir;
yalnızca Rasûlüllah'ın bir seferden döndüklerinde36 mescide girip kıldıkları
iki rekatlık namazın bir benzeriydi.
Bir başka örnek de
şudur: Rasûlüllah uyku ve benzeri meşguliyetler nedeniyle gece namazına
kalkamadıklarında bunun yerine gündüz on iki rekat namaz kılarlardı. Oysa
geceleyin kıldıkları genellikle onbir rekat olurdu. Gündüz oniki rekat
kılmalarının nedeni -bize göre- vilir
vaktinin bıraktığı boşluğu kapatmak
içindir.37 Nitekim o bu konuda kendileri şöyle buyurmuşlardır:
Akşam n;îmazı,
gündüzün vitridir. Gece kıldığını?, namazın son rekatını vitir yapın (tek
rt'k'at olarak kılm)!3K
Başka bir hadiste de
"Geceleyin kıldığınız namazın sonunu vitir ynpjn!"39 buyurmuşlardır.
Yine aynı konu İle
alakalı olarak "Gece namazı ikişer ikişer kılınır. Sahalı namazı iyice
yaklaştığında tek rekallik vitir kılın!"40 buyurmuşlardır.
Bize aktarılan yaygın
uygulamaya güre selef kılmadan yattıkları vitir namazms, sabah namazından önce
kılarlardı. Vitir namazım, sabah namazından sonraya bıraktıkları vâki
değildir.
Bulıârî ile Müslim Hz.
Âişe'nin bu konu ile ilgili şöyle dediğini kaydetmişlerdir:
Ben Allah RasûRi'nun
duba (kuşluk) namazı kıldığını görmedim. Ancak ben kılıyorum, Hz. Peygamber'in
bir ameli yapmak istediği halde terketmesi insanların da aynı ameli yapmalarından
ve bu yüzden de üzerlerine farz kılınmasından korktuğu içindir.41
Yine Bulıârî ve
Müslim'in Sahîh'lerinde Allah Rasûlü'nün, Ebû Hüreyre ile Ebu'd-Derdâ'ya
"iki rekat kuşluk namazı kılmalarını tavsiye ettiği"ne dair hadisler
bulunmaktadır. Ancak bazı alimler Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethi günü
kıldıkları sekiz rekathk namazı duhâ-Kuşluk namazı olarak tanımlamışlardır.42
Diğer İslâm alimleri
ise bu konuda şöyle demişlerdir: "Allah Rasûlii Fetih Günü1 nün dışında
kuşluk namazı dîye bir namaz kıl-manaslardır. Buradan da Hz. Peygamber'in bu
namazı fethin müyesser olmasından dolayı kıldığı anlaşılmaktadır. Bu olaydan
sonra miıslüınanlar herhangi bir ülkeyi veya kenti fethettiklerinde, İslam'ın
(komutan ve müslüm ani arın İdaresi)'nin Allah'a şükür niyetiyle sekiz rek'at
namaz kılması müstehab kılınmış ve bu namazın adına da fetih namazı'
denilmiştir".
Allah Rasûlü'ne
uymakta dikkate alınması gereken tek Öge, yapılan eylemin amaçlı olup
olmadığıdır. Belirli bir amaç taşımayan eylemlerinde kendisine ittiba
gerekmez. Hz. Peygamber'in Fetih Günü kıldıkları namaz, zamana bağlı olarak
kılınmış değildir. Şayet burada vakit kasdedilmİş olsaydı Rasûlüllah onu her
gün ya da hiç değilse çoğu günler kılarlardı. Nitekim sabah namazının İki
rekathk sünnetini her gün muntazaman eda ederlerdi. Aynı şekilde Öğlenin
farzından önce iki veya dörl sonra da iki rekat kılarlar. Bu iki rekathk
sünneti kılmadıklarında, genellikle ikindi namazından sonra kaza ederlerdi.
Hz. Peygamberle
sahabesi Haybcr savaşı sırasında4İ uyuyakalıp kalkamadıkları bir sabah
namazını güneşin doğuşundan sonra iki rekat sünnet ve iki rekat da farz olmak
üzere kaza etmişler ve orada bulunan hiç kimse de bu zamanda namaz kılmanın daimi
bir sünnet olduğunu söylememişti; çünkü onlar bu namazı yalnızca kaçırdıkları
sabah namazının kazası olarak kılmışlardı.
Bunun gibi yine Hz.
Peygamberle ashabı Hendek savaşının yapıldığı günlerde de bazı ikindi
namazlarını geçirmişlerdi. Bunları da güneş batıp akşam namazının vakti
girdiğinde kaza etmişlerdir. 44
Yine Rasûlüllah ile
sahabesi öğle namazlarını45 (öğle ile ikindi) önemli bir gerekçeden ötürü
geçirdikleri zaman, güneşin batışından sonra bunları sırasıyla (öğle-ikindi-akşam)
kılarlardı. Buna şahit olanlar da diğerleri gîbi akşamla yatsı arasında on bir
rck'al namaz kılmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir; çünkü kıldıkları namaz
müstehab bir namaz değil, yalnızca gündüz, çok önemli nedenlerden dolayı
kaçırılan namazların bir kazası idi. Allah elçisinin akşamla yatsı namazı
arasında herhangi bir namaz kıldıkları nakledilmemiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de
geçen "nâşietejlcyl" (Müzemmil, 73/6) ifadesine gelince; bu kavram
alimlerin çoğuna göre, "bir insanın bir süre uyuduktan sonra geceleyin
kalkması" anlamına gelir. Bununla iiade edilen zaman dilimi kesinlikle
gecenin evveli değildir.
Bu görüş bizce de
doğrudur; çünkü Rasûiüllah (s.a) gece namazını bu şekilde kılarlardı. Allah
Rasûlü'nün uyuduktan sonra geceleyin kalkıp kıldıkları namazın yatsı namazı
olmadığı konusunda tevatür derecesine varan hadisler nakledilmiştir.46
RasûlüIIah'ın yeme
içme, giyim kuşamdaki uygulamasına gelince: Yemek konusunda müşkilat çıkarmaz,
ne bulurlarsa onu yerlerdi. Giyimdeki uygulaması ise, bulunduğu kent
sakinlerinin yadırgamadığı ve hoşlandığı giyim biçimini tercih eder, ona göre
giyinirlerdi. Giyerken insanların kendisinden kaçmasını, kendisini
yadırgamasını değil, onların beğenisini kazanmayı yeğlerlerdi; çünkü Allah bu
konuda kendisine serbesti ve kolaylık tanımıştı. O da bu kolaylığı en iyi
şekilde kullanırdı. Hurma, arpa ekmeği, kuru ve yaş meyveler, yeşil sebze,
kavun ve karpuz ile acur ve hıyar gibi bitkilerden bulabildiklerini yerdi
Giyimde genellikle
Yemen tarzını tercih ederlerdi. Bunun da sebebi o dönemde Yemen yöresinin giyim
kuşam ve yeme içme tarzının son derece sade ve kolay olmasaydı. Yoksa sadece
Yemen elbisesi giyip başka yörelere ait elbise ve yiyecekleri kullanmama gibi
bir durumları yoktu.
Sözgelişi genellikle
buğday, pirinç vb. tahıllarla üzüm, nar ve benzeri meyveler yetiştirilen ve
giyim kuşam tarzı da Yemen yöresinden farklı olan bir ülkenin insanlarına,
Peygamber'e İttiba adına o yörenin geleneğine aykırı düşecek tarım, ekip biçme,
yeme içme ve giyim kuşam biçimleri dayatılamaz; çünkü böyle bir dayatma onlara
güçlük çıkartma ve onları çıkmaza sürükleme ' anlamı taşır. Burada anlaşılan
gerçek, Allah Rasûlüne uymada dikkate alınması gereken esasın niyet ve kast
olduğudur. (Fiiller niyet ve amaca göre değerlendirilir.) Nitekim bizzat Hz.
Peygamber "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği vardır."
buyurmuşlardır, 47
Sahabenin önde gelen
isimleri ve büyük çoğunluğu da bu doğrultuda hareket etmişlerdir; ki en doğru
ve sahih yol da budur. Sahabenin önemli isimleri arasında adı geçen İbn Ömer (r.a)
ise Allah elçisinin namaz kıldıkları yerde namaz kılarken, onun kıldığı yerde
kılmış olmaktan başka bir amaç gütmem işti. O, Rasûlüllah nerede namaz kılmış,
nerede konaklamış, bildiği ve gördüğü herhangi bir hareketi nerede yapmışsa,
sırf onu taklîd amacıyla aynı eylemleri, aynı zaman ve mekanlarda yapmayı tercih
etmişti; zira onun sünnet ve Rasûl'e uyma anlayışı böyle idi. Oysa Allah Rasûlü
o yerlerde ve o zamanlarda namaz kılarken, konaklarken veya herhangi bir
eylemde bulunurken Özel bir amaç gütmemiş sadece normal koşullar altında
yapması gereken şeylerin yapılması o zaman ve mekanlara denk gelmişti.
Halbuki diğer
sahabilerden hiçbirisi, peygamberin hicret esnasında üç gün gizlendiği
-Kur'an'da da adından söz edilen- mağaraya ne ziyaret ve ne de namaz kılma
amacıyla gitmişlerdir. Allah Rasûlü, yol arkadaşı Ebû Bckr ile birlikte
kaldıkları üç gün boyunca beş vakit namazlarını orada kılmış olsalar bile
ashabı oraya gidip gelmeyi ve orada namaz kılmayı sünnet olarak kabul
etmemişlerdir.
Sahabe, Allah
Rasûlü'nün peygamberlik gelmezden önceki uzlet günlerinde genellikle çekildiği,
bildiklerİyle ibadet ettiği ve ilk vahyin kendisine geldiği Hira mağarasını da
bu amaçla ziyaret etmezlerdi. Rasûlüllah (s.a) hicretten sonra yaklaşık on
küsur yıl ikamet ettiği Medine'den ashabiyla birlikte ziyaret için kaç kez
Mekke'ye gittikleri halde ne kendileri ne de sahabesi Hira mağarasına
uğramamışlardır.[42]
Rasûlüllah tavaf
sırasında Ka'be'nin Yemen köşesini (Rükn-i Ye-mânî) selamlar, Şâmmeyn yönlerini
ise selamlamazlardı; çünkü bu ikisi, Hz. İbrahim'in attığı temeller üzerine
yükseltil m em iştir. Hacer-i Esved'i hem selamlar hem de öperlerdi. Yemen
köşesini selamlar, ama öpmezlerdi. Bunun yamsıra Hz. İbrahim'in makamında
namaz kılar, fakat burasını ne selamlar ne de Öperlerdi.
Bütün bunlar, Rükn-i
Ycmânî'nin dışında Ka'be'nin örtüsüne dokunmaımı, el ve yüz sürmenin, Hacer-i
Esvcd'den (siyah taş) başka şeyleri öpmenin sünnet olmadığına işaret eder.
Bunun gibi Rasülüllah'lan bu konuda nakledilen haberler, hac veya umre
şuasında İbrahim'in makamının
selamlanıp öpülmesinin de sünnet olmadığına delalet eder. Bu
mekanlar, bizzat Ka'be'nin kendisi ve yanibaşında bulunan Makâm-ı İbrahim'inde
olsa, buralarda Allah Rasûlü'nün (amaçlı olarak) yapmadığı bir hareketi yapmak
sünnet olmadığı gibi ona ittiba anlamı da taşımaz.
Sırf Ka'bc değil, tüm
nıescidierin hürmete layık olduğunu biliyoruz. Ama şüphesiz hiçbirinin
saygınlığı Ka'be'ninki gibi değildir. Şam'da varolduğu söylenen Makâm-ı
İbrahim ile başka bölgelerdeki -İbrahim'e ve diğer peygamberlere ait-
makamların hiçbiri Allah'ın "Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri
edinin!" (Bakara, 2/125) ayetinde zikrettiği makam gibi değildir. Buna
göre, Makâm-ı İbrahim dışındaki makamlara, diğer türbe ve ziyaret mahallerine
hac niyetiyle gidilip dokunulmaz (el-yüz sürülmez), peygamberlerin
makamlarından hiçbiri öpülmez; mescid, kaya vb. peygamberlerin makamı olarak
bilinen yerlerine namaz yeri olarak seçilir. Namaz yeri olarak yalnızca bu
ayette geçen Makâm-ı İbrahim seçilebilir. Bunun gibi yeryüzünde, Hacer-i
Esvcd'in dışında hiçbir şey de ibadet veya sünnet niyetiyle Öpülenıez.
Yine Rasûlüllah (s.a)
hac mevsiminde veya başka zamanlarda bulunduğu Mekke'de Mcscid-i Haram'ın
dışındaki mescidlerdc namaz kılmamış, hac için gezilmesi, durulması gereken
Minâ, Müzdelife ve Arafat gibi mekanların hiçbirine de ibadet niyetiyle
gitmemişlerdir. Bundan dolayı ümmetin Önde gelen alimleri, Mescid-i Haram'ın
dışındaki mescidlerc kutsallık atfederek buralarda özellikle namaz kılmayı
müstehab görmemiş ve Allah Rasûlü'nün amaçlı olarak gittiği mekanların
dışındaki yerlere ibadet kasdıyla gidilmesini hoş karşılamamiş/lardır.
Diğer peygamberlerin
eserleri İle Rasûliillah'ın ve Müslüman ilim adamlarının uygulamalar! bu
şekilde olduğuna göre mezarları mcscİd edinip de Allah'ın elçisi (s.a)
tarafından "lanetle anılan ve kıyamet gününde insanların en kötüleri
olarak tanımlanan" kimselerin durumunu artık siz düşünün.
İslâm dini namaz için
mescidlerin dışında yeryüzünde özel bir yer belirlememiştir. Hac ibadetinin
yerine getirildiği -Mcscid-i Haram'ın dışındaki- mekanlar namaz kılmak için
değil yalnızca menâsiklerin yapılması amacıyla belirlenmiştir. Sözgelişi Arafat'a
özgü bir namaz yoktur. Hz. Peygamber (s.a) hutbe okumuş ardından öğle ve ikindi
namazlarını kılmışlar ve namazdan sonra da Arafat'a çıkarak vakfe
yapmışlardır. Arafat, Müzdelife, Tak'ın yanı, Sala ve Mcrve, Cemreler arası,
şeytan taşlama vb. zaman ve mekanlarda Allah'ı anmak ve dua etmek de bunun
gibidir. Bu mekanlar da namaz için değil yalnızca bu tür ibadetler İçin
belirlenmiştir. Mescidlerle hac ibadetlerinin yapıldığı yerlerin dışındaki
mekanlara gelince, bunların hiçbiri namaz, zikir ve dua için belirlenmez; çünkü
müslüman namaz vakti nerede gelirse, -nehyedilen mekan ve zamanların dışında-
orada kılar, Allah'ı zikreder ve hiçbir yeri belirlemeden kolayına gelen yerde
duasını eder. Bütün bu anlatılanlardan sonra şehitlikler salih kimselerin
medfun bulunduğu türbeleri ve yeryüzünün buna benzer belirli mekanlarım ibadet
yeri edinen müslüman bundan menedilir; tıpkı mezarlıkta namaz-kılmaktan
menedildiği gibi. Cenaze üzerine kılman namazda olduğu gibi bir müslümanın ölü
kardeşine dua etmesi, ona ve diğer tüm müslümanlara istiğfar dileyip selam
vermesi ise bu yasaklamanın dışında tutulmuştur. Bir kimse cenaze namazı
cinsinden bir ibadet gereğince bir mii'min kardeşinin mezarını ziyaret
ettiğinde, biraz önce değindiğimiz fiilleri yapar ve bunda herhangi bir
sakınca yoktur. Kardeşi için başka yerlerde nasıl dua ediyorsa mezarını
ziyaret ettiği sırada da aynı amaç ve niyetle dua edebilir.[43]
Bu anlattıklarımızın
benzerlerinden biri de Ensar'ın Akabe gecesi, Cemre-i Akabe'nin arkasına düşen
yerde Allah Rasûlünc biat etmeleridir; çünkü burası ıVlinâ'ya oldukça yakın ve
içerisinde bulunan insanları gizleyebilme özelliğine sahip, oldukça korunaklı
bir mekandır. Ensar'dan yetmiş kadar kişi, müşrik kavimleri ile birlikte hac
için Mekke'ye gelmiş bulunuyorlardı. Nitekim insanlar İslam'dan sonra olduğu
gibi cahiliye döneminde de sürekli Mekke'ye gidip kendi inançlarına göre hac
ibadetini yapıyorlardı. Bu yetmiş kişi de kendi kavimleri ile birlikte hac
etmek üzere Minâ'ya gelmişlerdi. Bİatm yapıldığı mekana (Akabe Vadisi) de
faziletinden dolayı değil sırf insanlardan gizlenebilme olanağı tanıdığından
dolayı gitmişlerdir.
Bu nedenledir ki
Rasûlüllah İle sahabesi bilahare hac için oraya gittiklerinde, bu vadiyi
ziyaret etmemişlerdir. Daha sonra buraya bir mescİd yapılmışsa da bu
Rasûlüllah ve ashabından sonra olmuştur. Nitekim Mekke ve çevresinde Mescİd-İ
Haram dışındaki mesddlerin tamamı sonradan yapılmıştır. Allah elçisinin
yaşadığı dönemde hiçbiri mevcut değildi. Ne ki Rasûlüllah (s.a) burası
hakkında48 "Mİna, ovadan geçenler için bir genişliktir." buyurmuşlardır.
Bu nedenle de müslümanlar genellikle hac farizasını yerine getirirken burada
konaklarlar. Müslümanlar ayrıca hem Mina'da hem de başka yerlerde namaz
kılarlardı. Hz. Peygamber'den sonra gelen halifeleri de aynı uygulamayı
yapmışlardır. Hacılar Mina'da diğer mekanlardan daha fazla toplanır ve
dururlar. Burada en az dört gün ikamet etmektedirler. Nitekim Rasûlüllah (s.a)
ile Ebû Bekr ve Ömer (r.a) Mina'da ve daha başka yerlerde insanlarla birlikte
namaz kılarlardı.
Rasûlüllah ve adı
geçen halifeleri Mina, Arafat ve Müzdeli-fe'de namazı kısaltır, Öğle ile
ikindiyi Arafat'ta, akşam ile yatsıyı Müzdelifc'de birleştirerek kılarlardı.
Namazlarını Mekke'de oturan müslümanlarla birlikte kıldıkları gibi, dışardan
gelenlerle de kılarlardı. Ama istisnasız hepsi,"hac farizasını eda
ettikleri bu mekanlarda namazlarını kısaltırlar ve yine hepsi Arafat ve
Müzdeli-fe'de toplanırlardı.
İslâm uleması
Mckkelilerle civar kentlerden gelenlerin hac sırasında, bu mekanlarda namazlarını
kısaltıp kısaltmayacakları konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Kimisi "Namazı
kısaltamaz ve birkaç vakti birleştiremezler!" demiştir; ki imam Ahmed ile
Şâfıî taraftarları bu görüşü savunanlardandır. Ebû Hanîfe'nin dediği gibi
kimisi de "Bu bölgelerde ikamet eden müslümanlar namazlarını kısaltmaz,
ama birkaç vakti biraraya getirerek kılabilirler." demiştir. Ahmed ve
Şâfıî'in taraftarlarından bazıları da Ebû Ha-nîfe'ye katılmışlardır, imam
Mâlik, İbn Uyeyne, İshak b. Râhûye, Ahmed ve diğer mezheb İmamlarının
taraftarları da "Hem namazı kısaltır, hem de cem' ederler
(birleştirirler)" demişlerdir. Bunların doğru olanı kuşkusuz bu son
görüştür; çünkü Mekke sakinleri Rasûlüllah'm arkasında da böyle yapmışlardı. O
zaman ne Rasûlüllah ne Ebû Bekr ve ne de Ömer Mİna'da olsun Arafat ya da
Müzdelife'de olsun arkalarında namaz kılan Mekkelilere, "Ey Mekkeliler!
Siz namazlarınızı tamamlayın! Çünkü biz seferiyiz!" dememişlerdir. Ancak
Hz. Ömer'in bir keresinde Mekke İçinde namaz kılarken arkasındaki Mekkelilere
böyle söylediği rivayet edilmiştir.49
Aynı haber Ebû
Davud'un Sünen mâe Allah Rasûlü'nden nakledilmektedir. 50 Buna göre Hz.
Peygamber Mekke'nin fethi savaşında, Mekke içerisinde namaz kıldığı sırada,
ardındaki Mekkeliler böyle demişlerdir.
Bizce bu konudaki en
sağlam görüş, "şer'î ölçülere göre yolcu sayılan herkesin namazını
kısaltmasının meşruluğu"nu savunan görüştür; velev ki yolculuğu habercilik
veya elçilik niyeti ile ve de kısa olsun. Çünkü Arafat Mekke'den fazla uzak bir
yerde değildir. Yaklaşık dört fersah, yani yirmüki veya yirmiüç kilometre uzaktırlar.
Ne Rasûlüllah, ne de
halifeleri Mekke'de bayram namazı kılmamışlardır. Matta hiçbir yolculuklarında
bayram ve cuma namazı kılmamişlardır. Hutbeden sonra iki rekat cuma namazı kıldıkları
da vâki değildir. Yolculuk sirasmda başka günlerde kıldıkları gibi cuma günü
de yalnızca iki rekat kılmışlardır.
Bunun gibi Arafat'la
da, diğer günlerde olduğu gibi Öğle ve ikindi namazlarını müslümanlarla
birlikte iki rekat olarak kılmışlardı. Allah Rasûlü'nün yolculuk esnasında
Cuma günü kıldıkları iki rekathk namazda açıktan (cehri) okudukları da nakledilmiş
değildir.
Selef ulemasının büyük
çoğunluğu ile dört mezheb imamının ve diğer alimlerin çoğunun üzerinde
birleştiği en doğru görüş, yolcunun gerek cuma gerekse de bayram namazını
kılmayacağı yönündedir. Nitekim kendilerinin de çoğu yolculuk sırasında bayram
namazını kılmıyorlardı. İmam Mâlik , Ebû Hanife ve Alı-med'den bu konuda gelen
İki rivayetten birisi bu görüşü içermektedir, ki bizce de doğru olan budur;
çünkü Rasûlüllah (s.a) ile halifeleri yerleşik (mukîm) olmanın dışında yolculuk
ve benzeri durumlarda bayram namazım kılmamışlardır. Bayram na-mazmı, yalnızca
devlet başkanının veya vekilinin öncülüğünde ve geniş bir alanda kılmışlardı.
Müslümanlar önlerinde İdarecileri olduğu halde hep birlikte, kentin
yakınlarında bulunan geniş bir alana toplanarak bayram namazını eda ederlerdi.
Genellikle cuma namazları da aynı minval üzere kılınırdı.
Müslümanların hiçbiri
o dönemde bayram ve cuma namazlarını kendi kabilelerine ait mcscidlerdc ve
evlerinde kılmazlardı. Yine o dönem müslümanlaıından hiçbiri ne Allah
Rasûlü'nün hayalında, ne de onun ardından gelen halifeler döneminde kurban
bayramı namazını Mekke'de kılmamıştır. Onların bayramı Meş'aı-i Haram'daki
vazifeleri yerine getirilip, Cemret'ül-Aka-be'yi taşladıktan sonra Mina'da idi.
Bayram namazını burada diğer kentlerde nasıl kılmıyorsa öylece kılarlardı.
Şeytanları taşlar ve arkasından kurbanlarını keserlerdi. Diğer ülkelerde
yaşayan müslümanlar ise önce bayram namazlarını eda eder, ardından kurbanlarını
keserler. Rasûlüllah Mina'daki bu görevleri yerine getirdikten soma el-Muhassab
denen mıntıkaya inerek konaklarlardı. Sahabe burada konaklamanın sünnet olup
olmadığı hususunda ihtilaf etmişler ve Allah Rasûlü'nün buraya hangi amaçla
konakladığı hususunda kesin bir kanıya varamamışlardır. Acaba burada konaklamak
gerekli miydi; yoksa Hz. Peygamber orayı yola çıkmak daha kolay olduğu için mi
tercih etmişlerdi? Burası kesin olarak bilinemiyor. Bu durum bile, Rasûl'e
ittîba konusunda sahabe ile diğer selefin dikkate aldıkları tek unsurun niyet
ve amaç olduğunu başhbaşına ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber kaza
umresi için geldiklerinde Mekke henüz fethedİlmemişti ve müşriklerin elinde
bulunuyordu. Kuaygân dağına çekilen müşrikler müslümanlar hakkında
"Yesrib'in (Me-dîne) hummasından güçsüz düşmüş bir topluluk geliyor!"
diye sözlü sataşmada bulundular. Rasûlüllah da bu sırada Merve tepesinde
oturmuş onlara bakıyordu. Bu sözleri üzerine ashabına, müşriklere celadet ve
metanetlerini göstermek için, tavafın üç şavtmda remi yapmalarını, yani
omuzlarını silkeleyerek hareketli ve diri yürümelerini emretmişlerdir.31 Hatta
böyle yapanlara dua ettiği dahi rivayet edilmektedir. Ama iki rükün arasında
remi yapmamışlardır; çünkü müşrikler mü'minleri o taraftan göremi-yorlardı.
Buradaki remlin amacı o sırada müşriklere karşı bir tür mücadele (cihad)
vermekti. İlk çağ müslüman alimlerinden kimisi artık remi yapmanın hac ibadeti
için bir vecîbe olmadığını söylemişlerdir; çünkü remlin yapıldığı amacın
gerekçesi ortadan kalkmıştır. Ancak Buhân'nin 5n/;f/i'inde bu konuyla ilgili
olarak şu hadis kaydedilmiştir:
Rasûlüllah ile ashabı
hac ettiklerinde Hacer'ül-Esved'de başlayıp bitmek üzere rem] yapar ve
reml'lerini iki rükün arasında tamamlarlardı. 52
Bu durum sadece
Rasûlüliah'ın kaza umresine mahsus değildir. Nitekim Allah Rasûlü tamamen
güvenlik içerisinde yapılan
Veda haccinda da remi
yapmışlardır. Bu sırada kendisiyle birlikte hac yapanlar arasında mü'min
olmayan kimse yoktu. Bu da gösterir ki tavaf esnasında remi yapmak, hacem
sünnetlerinden-dir. Rasûiüllah bunu başlangıçta cihad maksadıyla yapmışlardı;
ama daha sonra Hâcer sa'yi ile ilgili haberde olduğu gibi haccın gereklerinden
oldu. Cemrelerin taşlanması ve kurban ile ilgili olarak da aynı şey rivayet
edilmişti. Bu tür eylemler başlangıçta belirli bir amaç için yapılmıştır.
Bilahare Allah hac ibadeti için yerine getirilmesi gereken bir görev (mensek)
ve ibadet olarak şe-riatlaştırıldı. Bu ve benzeri eylemler ancak yüce Allah'ın
şeriat olarak koyup emretmesi halinde ibadet ve mensek niteliği kazanır. Aksi
takdirde Allah'ın şeriat olarak belirlemediği hiçbir eylemi, hiç kimse meşru
kılamaz; yani Allah adına hiç kimse şeriat koyma yetkisine sahip değildir.
Mesela hiç kimse çıkıp da "Falan yerin veya kayanın Ka'be gibi tavaf
edilmesini ya da Allah'ın Ma-kâm-ı İbrahim'i namaz yeri edinmeyi emrettiği gibi
ben de Mû-sâ ile İsa'nın makamlarını namaz kılma yeri edinilmesini meşru
kılıyorum/şeriatlaştmyorum " Bu bağlamda ve bu anlamda söylediklerinin
hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur; çünkü Allah Teâlâ ayan ve fullerden ibadet
veya ahkam olarak belirlenmesi gerekenleri gerekçeleriyle belirlemiş ve
bildirmiştir. Herhangi birinin çıkıp kıyas yoluyla kendince birtakım eylemler
ve hükümler belirlemesi ibadet haline getirmesi imkansızdır. Allah kimseye böyle
bir hak vermemiştir. Hiç kimsenin Allah'ın koyduğu hüküm ve ibadetler üzerinde
belirleme vb. yöntemler ile oynama hakkı yoktur, Allah Tcâlâ da birtakım
eylemleri birtakım unsurlara insanların önerilen doğrultusunda bağlamaz. O
kendince belirlenmesi gereken bir ibadet ve eylemi yine belirlenmesi gereken
bir zaman ve mekana has kılmıştır. Mesela Ka'be'yi hacc edilmek, çevresinde
tavaf yapılmak için, Arafat'ı vakfe, Cemreleri ise taşlanmak için
belirlemiştir. Bunun gibi kimi aylan da haram aylar olarak belirlemiş ve
bunlarda savaşmayı yasaklamış, Ramazan'ı ise oruç tutmak için belirlemiştir...[44]
Hz. İbrahim ile Hz.
Muhammed Allah'ın dostu anlamına gelen halîhıllah niteliğine sahip iki
peygamberdir. Müslim'in Sahîli"ın-de Rasûlullah'ın bu konuda "Allah
İbrahim'i halîl (dost) edindiği gibi beni de dost edindi."*3 buyurdukları
kaydedilmiştir.
Yine aynı kaynakta
Rasûiüllah kendisine hayru'l-beriyye * diye hitap eden birine "O dediğin
kişi İbrahim'dir." 54 buyururlar. Aslında Hz. ibrahim (s.a) Hz.
Muhammed'den sonraki en üstün insandır. Rasûlullah'ın buradaki "O dediğin
kişi İbrahim'dir!" buyurması alçak gönüllülüğünün göstergesidir; çünkü
bir başka hadiste "Ben Adem'in çocuklarının (insanoğlunun) efen-disiyim,
bununla övünüyorum. Kıyamette Hz. Adem'in dışında bütün peygamberler benim
sancağım altında toplanacaktır, ki bununla da övünüyorum." 55
buyurmaktadırlar.
Bu ve benzeri birçok
nass, Rasûlüllah'm mahlukatın en üstünü Allah Teâlâ katında insanların en
kerametlisi olduğunu açıklamaktadırlar.
Kaldı ki İbrahim,
Cenâb-ı Hakk'ın da buyurduğu gibi insanlığın ve tevhid dininin imamıdır.
Nitekim Allah Teâlâ onun hakkında "Ben seni insanlara imam
yapacağım." (Bakara, 2/124) buyurmaktadır.
Öte yandan yüce Allah
yine Hz. İbrahim'in ümmet, yani öncü olduğunu bildirmektedir. "İbrahim;
Allah'a itaat eden, O'nu birleyen bir ümmet (bir lider) idi". (Nahl,
16/120)
Yüce Allah, yeryüzünde
Beyt'inin (Ka'be) yerini Hz. İbrahim'e hazırlattı ve insanları hacc için ona
çağırmasını emretti. Yine onun dili üzere Harem'i mahrem bir yer kıldı.
Harem'in yapılışında oğlu Hz. İsmail de onunla birlikte çalışmıştır. İsmail
kurban edilmesi buyurulduğunda bu ilahi buyruğa teslimiyet göstermiş, sıkıntı
ve imtihana sabretrnişti. Nitekim biz konuyu başka bir yerde etraflı bir
şekilde anlatmıştık.
'"Halkın/ytırntılmışlann
en hayırlısı" anlamında dikili taşlar (putlar) ve kendisi dışındaki
varlıklar adına kurban kesilmesini kesinlikle haram kılmıştır. Bunun gibi
kurban ya da başka bir hayvanın Allah'tan başkasının ismini zikrederek boğazlanması
da yasaklanmıştır. Bir hayvan kurban olarak değil sadece eti için kesilse bile
üzerine Allah'tan başka bir varlığın adı anılmaz. Anılması halinde eti haram
olur. Rasûlüllah (s.a) Allah'tan başkası adına kurban kesenlere lanet
etmişler57 ve Arab müşriklerinin adetlerinden olan cinler adına hayvan
boğazlanmasını da yasaklamışlardır.58 Bu konuda başka yerlerde gelen ayet ve
hadislerin de işaret ettiği gibi kendi adı zikredilmeden kesilen hayvanın
etini Allah mutlak anlamda haram kılmıştır.
Nitekim Allah Teâlâ
Rasûlü'ne "Rabb'in için namaz ki! ve kan akıt!" (Kevser, 108/2)
buyurmuştur.
Öte yandan Hz. Haiîl
de; "Benim namazım, ibadetim, yaşamım ve Ölümüm hep alemlerin rabbi Allah
içindir!" demişti. (En'âm, 6/162)
Hz. İbrahim aynı şeyi
Beyt'in temelleri yükseltilirken oğlu İsmail ile birlikte de söylemiş ve şöyle
dua etmişlerdi:
Rabbimiz! Eylemimizi
bizden kabul buyur! Kuşkusuz sen işitensin, bilensin!
Rabbimiz! Bizi sana
teslim olanlar yap! Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar! Ve bize
ibadet yerlerimizi de göster! (2/127-128)
Buradaki menâsik
kavramı hacla ilgili İbadetlerin tümünü kapsar. Yüce Allah bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
Bez her ümmete,
usulüne göre ibadet ettikleri bir ibadet yolu yaptık. (Hacc, 22/67)
Hiz her ümmet için,
AÎIah'm kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar boğazlanırken onların
üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mabed yapmışızdır. (Hacc, 22/34)
Onların ne etleri, ne
de kanları Allah'a ulaşmaz. O'na ancak sizin takvanız ulaşır. (Hacc, 22/37)
Kim Allah'ın
işaretlerini tazim ederse, kuşkusuz bu kalblerinin takvasındandir. (Hacc,
22/32)
Bütün bu fiillerin
yapılmasındaki amaç kalblerin Allah için takvalanmış olmasıdır. Bu da, tüm
kulluk ödevlerini başkası için değil yalnızca O'nun adına yapmasıdır. Sadece
O'nun önünde arz-ı ubudiyet edilmeli ve alcalmmahdır. Burada kulluk kavramıyla
anlatılmak istenen mana ihlâs, alçak gönüllük, sevginin son noktasına erişmek
ve bütün bunları yalnızca Allah adına yapmaktır. İşte İbrahim'in milleti
denilirken ifade edilmek istenen anlam budur:
Bütün bu
anlatılanlardan ortaya çıkan hakikat, temel amaç kalplerin ibadet etmeleri ve
takva ile dolmalarıdır. Nitekim Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmaktadırlar:
Bedende bir et parçası
vardır; ki o sağlıklı olduğunda bedende sağlıklı. O bozuk olduğunda beden de
bozuk olur.
Niyet ve kast (amaç',
her ikisi de kalbin eylemleridir. Bu nedenle de Allah Rasûlü'ne uyma da temel
ölçü olarak yalnızca bu ikisi dikkate alınmıştır.[45]
Allah Rasûlü'nün kan
aldırmasının ve müslümanlara buyurmasının espirisi de bu kabildendir. Konuyla
ilgili bir hadiste şöyle buyur ulmaktadir:
Ümmetimin şifası üç
şeydedir: Kan alma aleti ile vurmakta, bal şerbeti içmek ve ateşle dağlamak.
Ama ben ateşle dağlamayı istemem.60
Hacamattan (kan
aldırma) maksat vücutta birikip de zarar veren fazla kanın, çeşitli yöntemlerle
akıtılmasıdır. Allah elçisinin şifa olan şeylerden sözederken kan aldırmaktan
özellikle bahsetmesinin başlıca nedeni şudur: Genellikle iklimi sıcak olan memleketlerde
kan vücudun yüzeyine çıkar ve bu kanın fazla olan kısmının kan aldırma
yöntemleri ile dışarı atılması gerekir. Bu nedenle kan aldırma Hicaz ve benzeri
sıcak iklimlerde, fazla ve sıcaklık nedeniyle bedenin yüzeyine çıkmış olan
kanın vücuttan alılma amacına dayanır. İklimi soğuk olan ülkelere gelince bu
bölgelerde kan bedenin yüzeyine değil, damarların iç çeperlerine hücum eder ve
bu yüzden soğuk bölgelerde kan aldırma operasyonu, belli bazı kan damarları
yarılarak yapılır. Bunun böyle olduğu duyu organları ve tecrübe İle
bilinmektedir. Soğuk mevsimlerde, dış yüzeyler soğurken, sıcaklık içe doğru
çekilir; çünkü herşey benzeri tarafından çekilir. Sözgelişi hava soğuduğunda
yeryüzünde iiişkili olduğu varlıklarla birlikte vücut da soğur. Soğuk
nedeniyle dış yüzeyde yaşama şansı kalmayan sıcaklık içe, derinlere doğru
çekilir. Böylelikle soğuk mevsimlerde gerek yeryüzünün gerekse de canlı
varlıkların vücutlarının içi ısınır. Bu yüzden kış geldiğinde canlılar
yerkabuğunun derinliklerine çekilerek, mevsimi orada geçirir.
Sıcaklığın vücut
İçerisinde çekilmesi nedeniyle kış mevsiminde ve soğuk İklimlerde yaz
mevsimindekinden ve sıcak ülkelerdekinden daha çok yemek yenir; çünkü sıcaklık
yiyeceği çabucak yakarak vücudun kullanımına hazır hale getirir.
Genelde kış
mevsimlerinde pınar suları, yer kabuğunun iç bölgelerinin sıcak olması
nedeniyle ılık olur. Kan da bunun gibi, soğuk mevsimde derinin yüzeyinde soğuk,
damar derinliklerinde ise sıcak olur. Bu iklimlerde ve mevsimlerde kan
aldırılması yarardan çok zarar verir.
Yaz mevsiminde ve
iklimi her zaman sıcak olan bölgelerde, hem insan bedeninin hem de yerkabuğunun
içi değil, dış yüzeyi sıcak olur. Sıcaklığın dış yüzeye çıkması nedeniyle,
yazın yenilen besinler kış mevsimindeki gibi kolay sindirilemez. Yerkabuğunun
derinliklerinin soğuması nedeniyle, yerden fışkıran pınarlar, yazın kışa oranla
daha soğuk olur. Ayrıca havanın ısmmasıyla, kış mevsiminde toprağın
derinliklerine çekilen canlı varlıklar, börtü böcek yeryüzüne çıkmaya başlar.
Bu gibi sıcak iklimlerde yaşayan insanların damarlarının varılmasıyla kan
aldırmaları kendilerine bir yarar sağlamaz; hatla zararlı olduğunu bile söyleyebiliriz.
Böylesi yörelerde hacamat yöntemiyle kan aldırmak daha yararlıdır.
Rasûlüllah'ın
sözkonusu hadisinde geçen, "ümmetimin şifası" kavramı, o dönemde
kendi çevresinde yaşayan insanlara işaret çimektedir. Ve bunların lamamı,
iklimi oldukça sıcak olan Hicaz bölgesinde yaşamaktaydı. Buna göre bu hadis, bu
bölgedeki ınüs-lümanlan ilgilendirmektedir.
Aynı şekilde Hz.
Peygamber hadislerinde "Doğu İle Batı cıvasında tek bir kıble
vardır." 6I ifadesini kullanmışlardır.[46]
Gerçekten de bu hadisin
söylenildiği sırada ümmetin kıblesi o şekilde idi; çünkü müsiümanlar o zaman
yalnızca Medine ve çevresinde yaşıyorlardı. Kıble ile ilgili son emir,
Hicret'in 9. veya 10. yılında, haccın farz kılınmasından sonra inmiştir. O
dönemde ibadet vakitleri sadece üç yöre için belirlenmişti: Medine, Necid,
Şam.. Yemen fethedildiğinde orada yaşayan müsiümanlar için de namaz ve diğer
ibadet zamanlan belirlendi. Onlar için Yelemlem bölgesi esas alınarak yapıldı.
Daha sonra İrak yöresi için de ayrıca namazların ve diğer ibadetlerin
vakitleri tayin edildi. Her ayarlama işleminde yöresel farklılıklar dikkate
alındı.
Fıtır sadakasının,
küçük büyük, kadın erkek tüm müsiümanlar için hurma ve arpadan bir ölçek olarak
farz kılınması da bunun gibidir.62 Bu sadaka, bu biçimi ile o zamanki Medineli
müslü-manlara farz kılınmıştı; çünkü bu dönemde, yöre halkının ürettikleri
tarımsal ürünler genellikle hurma ve arpa idi. Ekonomik güçlerinin temel
unsurları bunlardı. Şayet ulemanın Önemli bir çoğunluğu o dönemde fıtır sadakasının ölçüsünü belirlerken
hurma ve arpayı değil
de pirinç ve mısırı baz alıp fıtır sadakasının baremini buna göre saptamış
olsalardı, bu onların üretim güçlerinin dışına çıkma anlamına gelirdi. İmam
Ahmed'den gelen rivayetlerden biri bu yöndedir. Böylesi bir belirleme olmaksızın,
hurma ve arpanın dışına çıkılmasının fıtır sadakasının ölçüsünü belirlemek
için yeterli olup olmayacağı konusunda ihtilaf vardır.[47]
Sahabe savaşlarda oklarını
hallaç yayma benzer uzun Arab yayı ile atardı. Allah Teâiâ onlara o kadar
ülkeyi bununla fethettirdi.
Bazı selef
alimlerinden, kafirlerin işaretlerine benzediği için İranlıların kullandıkları
yaylarla ok atmanın mekruh olduğuna dair bazı sahabe ve tabiîn sözleri
nakledilmiştir; ama bilahare müslümanİar bu tür yayları kullanmaya, hem de
çokça kullanmaya başladılar.
Yapılan cihadlarda bu
yayın eskiden sahabenin kullandığı Arap yayından daha yararlı olduğu ortaya
çıktı. Ulemadan hiçbi-ris de bu yayın kullanılmasında bir sakınca görmedi;
çünkü şu ayet-i kerime ile bunu bizzat Kur'ân önermektedir:
Onlara karşı, gücünüz
yettiği kadar, kuvvet ve cihad için zamanın koşullarının gerekli kıldığı
bağlanıp beslenen atlar (savaş için gerekli tüm araç ve gereçleri) hazırlayın!
(Enfâl, 8/60)
Burada güç kavramının
açıklığında kuşku yoktur. Kaldı ki o dönemde sahabenin elinde, sözkonusu yaydan
başka savaş malzemesi yoktu. Onun yerine koyabilecekleri veya kullanabilecekleri
başka bir araca sahip değillerdi. Burada o yayı niçin kullandıklarına bakmak
gerekir. Ondan başka yayları olmadığı ve elleri mahkum olduğu için mi onu
kullanmışlardı; yoksa kullanmalarının Özel bir anlamı mı vardı? İranlılar'm
kullandıkları yayla ok atmayı sakıncalı gören alimler gerektiren bir nedenden
ötürü mü, yoksa kafirlere özgü alametlerden olup da kullanılması halinde
kafirlere benzeme tehlikesi bulunduğundan dolayı mı sakıncalı görmüşlerdir?
Bu şuna benzer: Bir
müslümanın, yahudi ve hıristiyan kafirlerin giydikleri san ve mavi şapkayı giymesi,
onlara benzeme durumu olduğu için yasaklanmıştır. Benzeme tehlikesinin sözkonusu
olmadığı herhangi bir giysinin giyilmesinde ise bir sakınca yoktur.
Müslümanlara bulundukları ortamda sadece kafirlere özgü giyim biçimlerini
kullanmaları yasaklanmıştır. Dİğer müs-lümanların giyim tarzlarını almalarında
ise herhangi bir sakınca yoktur.
Gerçi İmam Ahmed ve
diğer bazı alimler zalimlerle yardakçılarına benzeme öğesi taşıması nedeniyle
siyah elbise giymeyi pek hoş görmemişler; hatta zulme destek olabileceği
korkusuyla bu tür giysilerin satışını dahi sakıncalı bulmuşlardır. Böyle bir sakıncanın
sözkonusu olmadığı herhangi bir giysinin giyilmesinde ise bir yasaklama
sözkonusu değildir.[48]
Satın alan müslümanın
ödeyeceği para ile, cizye vergisi vermek zorunda olan zımmiye benzeyeceğinden
aynı şekilde sahabe ve tabiîn haraç arazilerinin satılmasını uygun görmemişler.
Zira haraç İslam hukukuna göre toprağın yergisidir. Parasız olsa bu kez de
diğer müslümanlann o topraklardaki haklarını gasbederek kardeşlerine zulmetmiş
durumuna düşecektir.
Öte yandan kimi
alimler de vakıf niteliğinde olduğu için haraç arazilerinin satın alınmasında
bir sakınca görmemişlerdir çünkü vakıf olan gayr-i menkullerin satılmasının
yasaklanması, satış işleminin sözkonusu taşınmazın vakıflık niteliğini ortadan
kaldırmasından dolayı idi. Bu nedenle vakıf ne satılabilir, ne satın
alınabilir, ne bağışlanabilir ve ne de miras bırakılabilir. Haraç arazisi ise
bütün alimlerin ittifakı ile bir başkasına miras bırakılabilir ve
bağışlanmasında da bir sakınca yoktur. Böyle bir araziyi hibe yoluyla alan
kişi, para ile salın alan gibi değerlendirilir ve kendisine verilen miktarın
bedelini öder. Vakfın satışında ve satın alınmasında olduğu gibi, kullanmaya
hak kazanmak için haraç arazisinin salın alınmasında da herhangi bir sakınca
yoktur. Nedense çoğu fıkıhçı bu konuda hataya düşmüştür. Nedeni de sözkonusu
arazinin, vakıf niteliğinde bulunduğundan dolayı satılmasının ve salın
alınmasının sakıncalı olduğunu sanmalarıdır; yani, haraç arazisini, vakıf
arazisine benzetmeleridir. Çünkü onlar vakıf arazisinin satılmasının sakıncalı
olduğuna dair rivayetlerin haraç arazisi ile ilgili olduğunu sanmışlardır. Hz.
Ömer haraç arazisini -mücahidîcrle diğer müslümanlar arasında- taksim
edilmeyen fey' cinsinden bir ganimet olarak tanımlamıştır. Buna göre bu tür
araziler vakıf niteliğindedir. Haraç arazisinin satılması ve satın alınması
belki de bu anlamda sakıncalı görülmüştür. Bu görüşteki alimler meseleyi
gereği gibi irdeleyip üzerinde yeterince düşünmemişler, üstünkörü bir
anlayışla değerlendirmiş ve yargıya varmışlardır. Bu nedenle de bu tür bir
satışın ve alışın, vakıf ve benzeri arazilerin satılması ve satın alınması
gibi yasak olmadığını farkedememİşlerdir. Halbuki bu tür arazilerde araziyi
kullanan kişi satıştan önce ve sonra Ödemesi gereken meblağı, belirli bir ölçü
dahilinde hak sahibine öder. Bu da satıldığı zaman vakfeden kişinin
tasarrufundan çıkıp satın alana intikal eden evin durumu gibi değildir.
Bundan daha şaşırtıcı
olanı da, bir grup ilim adamının ileri sürdükleri "Mekke'nin dörtte
birinin satılması, satın alınması, burasının zor kullanılarak fethedilmesi
nedeniyle sakıncalı görülmüştür. Aynı nedenden ölürü bu dörtle birlik miktar
taksim de edilemez." görüşüdür.
Oysa bunlar diğer tüm
alimlerle birlikte "Zor kullanılarak fethedilen ve fey' diye tanımlanan
toprakların yöre sakinlerine satılması caizdir. Haraç arazisi ise yalnızca o
yörede ikamet etsin etmesin yapan her müslümana satılabilir."
demişlerdir. Eğer Mekke, müslümanlann toprağı olarak belirlenmiş, böyle olduğu
herkeşçe bilinmiş ve topraklan için belirli bir haraç bedeli konul-muşsa bu
toprakların orada oluranlara satılmasını imkansız kılan hiçbir neden yoktur.
İçerisinde oturulduğu, müslümanlann elindeki tarım arazilerinin taksim
edilmeyeceğini, o topraklar üzerine belirli bir haraç bedeli konulamayacağı
görüşü nasıl kabul edilebilir? Kimileri, buna dayanarak Mekke'nin zorla değil,
barışçıl yollardan fcthcdildiğini dahi söylemiştir.
Kaldı ki Mekke'nin
sulh yoluyla ile değil zor kullanılarak fet-hedildiği hususunda hiç kimsenin
kuşkusu yoktur; çünkü bu konuda gelen hadisler tevatür derecesindedir. Ne ki
Rasûlüllah fs.a) savaşa katılanlar dışında halkın tamamını serbest bırakmışlar;
çocuklarını ve kadınlarını esir mallarını ve mülklerini ganimet olarak
almamışlardır. Bu nedenle onlara "serbest bırakılanlar" (tulekâ)
denilir.
Ahmed ve seleften
diğer alimler bunun nedeni olarak Mekke'nin dörtte birlik bölümün satılmasının
ve satın alınmasının sakıncalı bulunmasının nedeni olarak burasının müşriklerle
mü'minler arasında ortak olduğu halde zor kullanılarak fethedilmiş olmasını
göstermişler ve delil olarak da şu ayeti getirmişlerdir:
...Gerek yerli gerekse
de dışarıdan gelen bütün insanlar için ibadet yeri yaptığımız Mescid-i
Haram'dan insanları geri çevirenler... (Hacc, 22/25)
Bu nedensellik (illet)
yalnızca Mekke'ye özgü bir ayrıcalıktır; çünkü Allah Teâla tüm inananlara
-imkanları olduğu takdirde burayı ziyaret etmelerini farz kılmıştır. Yine
buranın imarını bir şeriat ilkesi haline getirmiş, mülkiyetini ise bütün inanan
kullan arasında ortak yapmıştır. Nitekim ayette "gerek yerli gerekse de
dışarıdan gelen insanlar" ifadesi kullanılmıştır. Bu nedenle Mina ve hac
ibadetinin yerine getirildiği diğer mekanlarla -mescidler gibi- müslümanlann
birlikte kullanmak durumunda oldukları öteki yerler, konumlan ve kullanım
alanları başka birşeye çevrilinceye dek bu niteliktedirler. Mekke'nin kendisi
de bu nitelikte olmaya, diğer kent ve mekanlara oranla daha layıktır.
Bunun gibi Mekke'de
konut sahibi olan bir insan gereksinim duyduğu sürece, kendi konutunu
kullanmaya en fazla hak sahibi olan kişidir. Ama onun kullanıma gereksinimi
yoksa hiçbir karşılık gözetmeksizin kullanımını diğer hacılara verir.
Mekke'de bulunan konut
ve arazilerin kiraya verilmesi ve dörtte birlik bölümünün satılması ile ilgili
olarak üç farklı görüş ileri sürülmüştür:
Bir görüşe göre
buradaki arazi ve konutların satılması veya kiraya verilmesi caiz değildir.
Diğer bir görüşe
göreyse kiralanması da satılması da caizdir. Bizce doğru olan dörtte birinin
satılmasının caiz olduğudur; ancak kiraya verilmesi caiz değildir. Rasûlüllah
ve sahabeden gelen haberler de buna işaret etmektedir. Sahabe ellerinde bulunan
taşınmazları devren satarlardı; devren satılan mülkler ise miras bırakılabileceği
gibi bağışlanadabilir. Miras bırakılması ve bağışlanması caiz olduğu gibi
doğrudan satılması ve satın alınması da caizdir. Vakıf taşınmazların ise
farklıdır; çünkü vakıflar satılmaz, miras bırakılmaz ve bağışlanmaz. Çocuk
doğuran cariyenin (ümmü veledj durumu da bunun gibidir; satılması caiz görülmediği
gibi bağışlanması ve miras bırakılması da caiz değildir.
Kiraya verilme
durumlarına gelince: Peygamber (s,a), Ebû Bekr ve Ömer (r.a) zamanındaki
uygulamada oturmaya muhtaç olanlar oturur, muhtaç olmayanlarsa başkasının
iskanına imkan verirdi. O dönemdeki müslümanlarm hepsinin bu tür konutlara
ihtiyaçları vardı. Bunlardan yararlanmak tıpkı tüm müslümanlarm gereksinim
duydukları ve kullanmak zorunda oldukları ortak alanlar olan mescidler, yollar,
sokaklar, caddeler vb. alan ve mekanlardan yararlanmak gibi idi. İhtiyacı daha
fazla olanlar bu mekanları kullanmaya diğer insanlardan daha fazla hak sahibi
idi. İhtiyacı kalmadığı zaman da kullanımını hiçbir bedel ödemeksizin bir
başka müslüman devralırdı.
İnsanların ortaklaşa
kullandıkları diğer hizmet alanlarının durumu da bunun gibidir. Müşteri
durumundaki kişi ihtiyacı olduğu sürece, bundan yararlanmaya diğer insanlardan
daha fazla hak sahibidir. Bir kimsenin böyle bir taşınmazı satması halinde
belirli bir kimseye aidiyeti kesinleşir ve satın alan kişi sözkonusu taşınmazı
kendisinden sonra bir başkasına miras bırakabilir. Bu nedenle de bu tür bir
gayr-i menkûl muayyen bir bedel alınmaksızın devredilemez.
Kaldı ki Rasûlüllah
(s.a) fetih sırasında ve bilahare Mekkelile-re ihsanda bulunmuşlardır; çünkü
bir yarardan ötürü tutsak alınan insanlara getireceği faydalar gözönünde
bulundurularak iyi davranıp ihsanda bulunmakta ve çocuklarıyla birlikte
mallarının kendilerine iade edilmesinde bir mahzur yoktur. Nitekim Allah
elçisi, birbirleriyle savaşan iki mü'm in topluluktan biri olarak huzuruna
getirilen Hevâzİn kabilesine ihsanda bulunmuşlardır. Tutsaklarını mı, yoksa
mallarını mı geri almak istedikleri sorulduğunda Hevâzinliler, tutsaklarını
almayı tercih ettiler. Bunun üzerine alman esirler, ganimet olarak taksim
edildikten sonra kendilerine geri verildi. Payına düşen esiri vermeye razı olmayanlara
da bunların karşılığı ödendi. Müslümanlar arasında taksim mallan ise iade
edilmedi. Oysa Mekke'nin fethi sırasında Ku-, reyş, Rasûiüllah'la, Hevâzin
kabilesinin savaştığı gibi savaşma-mışlardı. Hz. Peygamber müslümanlara karşı
direnişe geçmeyenlerini azad etmek suretiyle Mekkelilere ihsanda bulunmuşlar
ve şöyle buyurmuşlardır
Kim evine girip
kapısını kilitlerse güvendedir! Kim silahını atarsa emniyettedir! Yine kim de
Mcscid'e girerse emniyet içindedir! W
Müşriklerin geneli
savaşmaktan ellerini çektiğinde müslü-manlar onların tamamının serbest
bırakıldığını anladılar. Bu nedenle de mallarını, aile efradlanni ganimet
olarak almaya kalkışmadılar, kendilerinin yada
çocuklarının boyunlarını vurmaya yonclmcdilcr ve onlara "Kureyş'in
serbest bîrakılanlan" adını verdiler. Taksim edilip köleleştîrildikten
soma azad edilmiş olan Sakil kabilesine ise "azad edilenler"
denilmişti.
Bu olay mii'minlerin
imamının (idarecisinin) savaşta elde edilen mal taşırın" taşınmaz mülkler
konusunda duruma göre uygun bir karar vermesinde hiçbir olmadığını gösterir;
çünkü Ra-sûliillah (s.a) Hayber'in fethinden sonra elde ettikleri tüm ganimetleri
ve esirleri müslümanlar arasında taksim etmişlerdi. Kadınlardan bir kısmını da
tutsak almışlardı. Taksim sonrasında geriye kalanları çocukları ve eşleri ile
birlikte serbest bırakmış, onları tutsak etme {köleleştirme) gereği duymamıştı.
Nitekim Mekke'nin fethi sırasında da, kenti güç kullanarak fethetmelerine
rağmen, her iki tarafın da yararını gözeterek Mekkelilerin mallarını ve
ailelerini ganimet olarak dağılmamışlardır.
Alimler, fethedilen
topraklar konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Herhangi bir toprak zor
kullanılarak fethedildiğinde -Hay-ber'in fethinde olduğu gibi- elde edilen mal
ve insanlar, ganimet sayılarak dağıtılabilir mi, dağıtılamaz mı? Yoksa Haşr
suresinde buyurulduğu gibi bunlar fey durumuna mı gelir; zira toprak ganimet
olarak nitelenen mallar arasında değildir. Ya da müslü-manların imamı iki
uygulama arasında serbest mi bırakılır? Bu konuda üç görüş vardır. Alimlerin
geneli, imamın serbest bırakılması gerektiğini savunmuşlardır; ki bizce de
doğru olan budur. Nitekim Ebû Hanîfe bu görüştedir. Ayrıca Ahmed'den bu konuda
gelen görüşlerden en meşhur olanı bu görüştür.
Müslümanların imanımın
(devlet başkanı) fethettiği bir ülke halkının müslüman olup inananlarla
birlikte küfre karşı cihad edeceklerini tahmin etmesi halinde, mallarım ve
ailelerini bir cemile olarak onlara bağışlamasında herhangi bir sakınca
yoktur. Rasûlüllah da Mekke'de böyle yapmıştı. Onun bu iyiliği karşısında tüm
Mekkeliler, hilafsız müslüman olmuştu. Hayber halkının durumu ise larklıydı;
çünkü onların hiçbiri müslüman olmamıştı. Küfürde ısrar etmeleri nedeniyle,
Allah Rasûlü (s.a) onların arazilerini, mallarını ve ailelerini ganimet olarak
müslümanlar arasında paylaştırmalardır. İmamın fethettiği bir ülkenin halkını
ve onların mal vb, değerlerini müsiümanlara dağıtmaması, gelecekte hepsinin de
müslüman olmalarının muhtemel olması nedeniyledir. Cihadının gayesi, Allah'ın
adının ve şanının en yücelerde olması, kelimesinin (hükmünün) en üstün
tutulmasıdır. İslâm'a göre cihad 'ilâyı keliınctıılialı ve dinin yalnızca
Allah'a has kılınması için yapılır. Cihadın ve savaşın hiçbir gerekçesi yoktur.[49]
Allah Rasûlü'nün
(s.a), İslâm terminolojisinde nıüeilcfe-i kuh'ıb olarak bilinen (henüz müslüman
olmamış, ancak İslâm'a karşı bir ilgi, sevgi duyan ve müslüman olmaları
kuvvetle muhtemel) kimselere ganimet ve zekattan pay vermesi yalnızca, onları
İslâm'a ısındırmak, kalblerini kazanmak içindir, Kalbi er bu yolla
kazamliyorsa, savaş sonrasında mallarını, canlarını ve ülkelerini taksim
etmeden sırf iyilik olsun diye kendilerine bırakmakla İslâm'a haydi haydi
ısındırılır.
Nitekim Hz. Peygamber
Huneyn savaşında, kalblerini İslam'a daha iyi ısındırmak için müeİicfe-i
kulûbdan olup da kendisiyle birlikte bulunan birtakım kimselere ganimetlerden
pay ayırmış ve vermişlerdi. Allah Rasûlü'nün bir davranışı Ensar'dan bazılarının
canını sıkar. Konuyla ilgili olarak Buharı ve Müslim'de Enes b. Mâlik'ten şu
haber nakledilmekledir:
Allah Hevâzin kabilesi
ile yapılan savaşta elde edilen ganimet mallarından Rasûlü'ne fey' olarak
verdiği ve kalblerini İslâm'a ısındırmak, İslâm'la barıştırmak için Kureyş'tcn
birtakım kimselere yüzer deve dağıttığı sırada Ensar'dan bazı kimseler "Allah,
Rasûİüne mağfiret etsin! O bizi bırakıp Kureyş'e veriyor. Oysa kılıçlarımızdan
halâ Kureyşli'lerin kanlan damlıyor! dediler. Bunun üzerine Rasûlülkıh, haber
göndererek Ensar'ı deriden bir
çadıra topladı. Diğer
miislümanları çağırmamışlardı. Hz. Peygamber ayağa kalkarak "Ey Ensar!
söz nedir?" buyurdular En-sar'm ileri görüşlü ve iyi niyetlileri de
"Ey Allah'ın Rasûlü! Aramızda görüş bildirme yetkisine sahip önderlerimiz
sîzi üzecek hiçbir şey söylememişlerdir; ama içimizden bazı gençler
"Allah, Rasûlü'ne mağfiret eylesin! O ganimetleri Kureyşlilere veriyor da
bizi bırakıyor. Oys;ı bizim kılıçlarımızdan hâlâ onların kanı damlıyor."
demişlerdir." karşılığını verdiler. Bunun üzerine Ra-sûîüllah (s.a) şöyle
buyurdular:
"Ben Kureyş'ten
bazı kimselere dünyalık birtakım mallar veriyorum kİ, bunlar küfür ve şirk
zamanına yakın insanlardır. Ben bunları onların gönüllerini İslâm dinine
ısındırmak ve alıştırmak amacıyla veriyorum. Kaldı ki o insanlar aldıkları
mallarla giderlerken, sizler evlerinize Peygamberle birlikte dönmekten hoşnut
değil misiniz? Allah'a yemin ederim ki, sizin Peygam-ber'le birlikte Medine'ye
dönüp gitmeniz, onların ganimet mal-iarıyia evlerine gitmelerinden çok daha
hayırlıdır". Bunu işiten Ensar "Ey Allah'ın elçisi! Bizler seninle
birlikte Medine'ye dönmekten memnunuz!" dediler. Hz. Peygamber de
"yakın bir gelecekte başka insanların sizlere tercih edildiğine şahit
olacaksınız. O zaman Allah'a ve O'nun elçisine erişinceye dek sabrediniz. Siz
geldiğiniz zaman ben havuz başında olacağım." buyurdular. Onlar da
sabredeceklerine dair söz verdiler".
Aynı hadis başka bir
rivayette şöyle kaydedilmiştir:
Eğer insanlar bir
vadiye -ya da dar bir dağ yoluna- Ensar da bir başka vadiye -veya dağ yoluna-
gitseler ben kesinlikle Ensar'm girip gittiği açık vadi veya dar dağ yoluna
girip onlarla birlikte giderim. Benim için diğer insanlar kaftan, Ensar ise
onun altına giyilen gömlektir. Eğer hicret etmeseydim. Ensar'dan bir kişi
olurdum. Hz. Peygamber Ensar'la ilgili öyle sözîer söylediler, ki orada bulunan
herkes ağladı. -Allah hepsinden razı olsun.64
Bütün bu iyilik ve
ihsanlar yalnızca insanlann müslüman ol-malarım sağlamak içindir ve tek amaç
cihaddır.
Kimileri müslümanların
İmamının, savaşta elde edilen bütün menkul ve gayr-i menkulleri, o savaşa katılan
katılmayan müslü-manlar arasında paylaştırması gerektiğini savunmuşlardır, ki
bu son derece zayıf bir görüş olup Allah'ın Kitab'ma ve Rasûlü'nden nakledilen
mütevatir haberlere aykırıdır. Bunu gerekli kılacak tekbir deli] de yoktur;
vücuba işaret edemez; nitekim Mekke de güç kullanılarak fethedildiği halde
halkının mallarının ve ailelerinin taksimi yoluna gidilmemiştir. Bu da konu
ile ilgili tüm hadisler üzerinde derinlemesine düşünmek gerektiğini ve bunun
kaçınılmaz olduğunu anlatır. Zaten nakledilen haberler de bu doğrultudadır.
Buna göre müslümanlann imamının her savaşta elde edilen ganimeti savaşçılar
arasında eşit biçimde bölüştürmesi gerekliğini savunan kimsenin görüşü de
diğerİninki gibi zayıftır. Birtakım dengeler ve yararlar gözönünde bulundurularak
bazı insanların üstün tutulması, bunlara diğerlerindendaha fazla pay verilmesi
gerekir; ki Rasûlüllah da birçok savaşta, üstün tuttuğu bazı kimselere daha
fazla pay vermişlerdir.
Allah Rasûlü'nün
Hayber-savaşı sonrasında müellefe-i kulû-ba ganimetten pay vermesi konusunda
iki görüş vardır; Birincisi, Allah Rasûlü'nün bunu humustan (beşte birlik
paydan) verdiği; ikincisi de verilen şeylerin ganimetlerin aslından olduğudur.
Bizce aşikar olan ikincisidir; çünkü Rasûlüllah'm onlara verdiği mallar, humus
olabilmesi ihtimalinden oldukça fazla idi. "Onlara verilenler humusun
humusu (beşte birin beşte biri) idi." diyen kimse bu olay hakkında bilgisi
olmadığını gösterir; çünkü bugüne dek hiçbir alim böyle bir şey söylememiştir.
Rasûlüİlah da bu konuda şöyle demişlerdir:
Allah'ın size ganimet
olarak verdiği humustan başka birşey verme hakkını yoktur. Size verilen pay
humustur, (beşte birdir).65
Bunun nedeni
müellefe-i kulûb olarak tanımlanan insanlann Rasûİüllah'ın askerlerinden
olmalarıdır. Fey'den onlara daha fazla pay verilmesi bir dengenin
gözetilmesinden ileri geldiği gibi, burada da diğer savaşçılardan daha fazla
verilmesi yine gözetilen bir denge ve yarardan dolayı idi.
Bu olay müslümanların
imam'ınm gerek fey'i gerekse de ganimetleri kendi içtihadına göre paylaştırma
yetkisine sahip olduğunun delilidir. Adil bir İmam taksimi adil Ölçüler
dahilinde yapar. Kaldı ki, ganimet ve fey' mallarının imam tarafından savaşçılara
taksim edilmesi, mirasın varislere ve zekatın Kur'an'da sekiz sınıf insana paylaştırılması
gibi de değildir Bu nedenledir ki Rasûlüllah'ın kendisinden zekat talebinde
bulunan birisi hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Allah ne peygamberin
ne de Bir başkasının taksimine razı değildir; çünkü O zekat verilmesi gereken
insanları sekiz sınıf olarak belirlemiştir. Eğer bunlardan birine giriyorsan,
sana da zekattan pay vereyim.66
Allah'ın bir kısım
kafirlere, ganimetlerden pay vermesi ise bunun dışındadır. Nitekim Rasûlüllah
(s.a) Hayber'deki Hz. Ali'nin kardeşi Ca'fer'le (Tayyar) birlikte gelen gemi
yolcularına (veya tayfalarına) pay verirlerken yanlarında bulunmayan, savaşa
(cihada) katılmayan müslümanlardan hiçbirisine ganimetten pay vermemişlerdir.
Sonra, Medine'de
bulundukları halde Hz. Osman, Talha ve Zübeyr'e (r.a) Bedir ganimetinden pay
vermişlerdi. Evet bunlar savaşa katılmamışlardı; ama geride kendi işleriyle
değil, cihad etmekte olan müslümanlarm işleriyle uğraşıyorlardı ve zaten savaşa
katılmayı da çok istemişlerdi.
Gemide bulunanlar ise
Talha, Zübcyr, Osman ve diğer insanlar gibi olmayıp konumları hepsinden
farklıdır. İslâm'da savaş, ganimet için yapılmadığı gibi ganimetlerdeki
ortaklığın mübah-lığı da odun ve avdaki ortakliklarmkine benzemez. Çünkü bu tür
eylemler sözkonusu mallan kazanma amacı taşır. Ganimetlerin durumu ise bunun
tersinedir; çünkü ganimet için savaşan kimse Allah yolunda cihad etmiş
sayılmaz. Bu yüzden de bizden önceki ümmetlere.mübah kılınmamışken dine yardım
etme amacına binaen bize mubah kılınmıştır.
Ganimetlerin Muhammed
ümmetine serbest kılınmasında hem İslam dini'nin hem de inananların yararı
gözetilmemiştir.
Cihada bizzat
katılmadığı halde mücahidlere maddi manevi yardımlarda bulunanlar da onlar
arasında sayılmıştır. Rasûlüllah bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
Müslümanlar tek bir
eldir. En güçsüzünden en güçlüsüne hepsi birbirini korumaya çalışır; cihada
çıkanlar oturanlara dayanır67
Mücahidler akma, ancak
geride kalıp çalışanların hazırladığı güçle çıkabilirler. Bu nedenle
mücahidlere yardımcı olanlar da mücahid sayılmıştır. Bu mesele ayrı bir yerde,
daha geniş bir şekilde eîe alınmıştır.
Bu Örnekleri enine
boyuna anlatmaktan maksadım, Allah Ra-sûlüne uymanın ölçülerini gereğince
ortaya koymaktır. Daha önce de değindiğimiz gibi Rasûlüllah'a uymada dikkate
alınması gereken tek unsur yapılan eylemde bir amacın bulunmasıdır. Sözgelimi
Allah Rasûlü bir ibadet için muayyen bir mekan ve zaman seçmişse, bu kasdı
sünnet olup müslümanlarm bu konuda ona uymaları gerekir. Ama belirli bir amaca
dayanmadığı konusunda ilim adamlarının görüş birliği halinde bulunduğu herhangi
bir ibadet müslümanlarm o konuda kendisine uymalarını gerektiren bir sünnet
değildir. Bu nedenlede sahabenin geneli bu tür konularda Allah Rasûlü'ne
benzemeyi amaç edinmemişler. Ashabın önde gelen isimleri arasında yer alan îbn Ömer
ise bunu bildiği halde, amaçlı olarak namaz kılmadığı, konaklamadığı veya
başka bir eylemde bulunmadığı mekan ve zamanlardaki za-hirİ eylemlerinde de
Allah Rasûlüne benzemekten hoşlanır; mümkün mertebe onun gibi yapmaya
çalışırdı. Bu yüzden Ah-med b. Hanbel, diğer müslümanlarm da bir sorun
çıkarmadığı sürece kolaylarına gelen konularda kullanmalarında bir sakınca
görmemekle birlikte aşırıya vardınlrnasmdan ve çeşitli olumsuzluklara
yolaçmasından korkarak yasaklamıştır. Bu olumsuzluklar ise sözkonusu mekanlarla
geçmiş peygamberlere ait kalıntıların mescid ve ziyaret yerleri haline
dönüştürülmesidir.
Mezarların ve eski
eserlerin üzerine mescid ve türbeler yapılması, İslâm'a sonradan sokuşturulmuş
bid'atlardır. Bunları yapanlar genellikle îslâm şeriatım bilmeyen kimselerdir.
Oysa Allah'ın, elçisi Muhammed'i dini yalnız kendisine özgü kılan en yetkin
tevhid mesajıyla göndermesi, şeytanların şirk kapılarını kapamak içindir.
Sözkonusu kişi böylesi bid'atları, bu kavramlar ve durumlar hakkında yeterli
bilgiye sahip olmadığı için İşlemektedir. Bundan dolayıdır ki bu tür yerlere
ve konulara en çok bilgi ve saygı duyan insanların İslam dinini gereği gibi
bilmeyen, tevhidden ve dini yalnızca Allah'a halis kılmaktan (ihlastan) uzak
insanlar arasından çıktıkları görülür. Allah Rasûlü'nün sünnetini ve hadisini
bilenler tevhid ve dini yalnızca Allah'a has kılma hususunda en İleri düzeyde
olan kimselerdir. Bu konulan'bilmeyen cahillerse şirk ve bid'atlara en yakın
kişilerdir.
Bu nedenle de
Râftzîler arasında böylesi bid'at ve şirk ehli insanlara daha çok rastlanır;
çünkü onlar, İslâm dini konusunda diğer müslüman milletlere göre daha
bilgisizdirler. Bu yüzden çokları şirk ve bid'at içerisindedir. Türbe vb.
ziyaret yerlerine diğer İslâm milletlerinden daha fazla saygı duymaları da bu
yüzdendir. Mescidlerinİ harabeliğe çevirmelerinin sebebi de budur. Nitekim
onlar namazlarını mescitlerde tek tek kılarlar, cemaatla ve cuma namazı
kılmazlar.
Türbe ve ziyaret
yerlerine gelince, bu tür mekanlara, mescid-lerden daha fazla tazim
gösterirler. Hatta içlerinden bazıları bu gibi yerlerin ziyaretini hacdan daha
Önemli görür ve bu ziyaretlere hacc-ı ekber (en büyük hac) adını verirler.
Nitekim alimlerden İbn'ül-Müfîd bu konuda; Türbe ve Ziyaret Yerlerini Haccetmenin
Mcnâsiki adıyla bir kitap bile yazmış ve bunda kendileri gibi çeşitli şirk,
bid'at İçerisinde düşmüş diğer müslüman grupların kitaplarında rastlanmayan
yalan yanlış sözleri hadis olarak zikretmiştir.
Hz. Muhammed'e (s.a)
gereği gibi uyan kimse Allah'ı birlemenin ve dini yalnızca O'na özgü kılmanın
zirvesine çıkar. O'na uymaktan uzaklaştığı zaman, uzaklaşması ölçüsünde
dininden kaybeder. O'ndan uzaklaşması iyice arttığında, Rasûle uymaya ondan
daha yakın olanların şahsiyetinde ortaya çıkmayan şirk ve bid'at türleri onun
kişiliğinde açığa çıkar.
Allah Teâlâ Kitab'mda
ve elçisinin sünnetinde kullarına mes-cidlerde ibadet etmelerini buyurmuştur.
Bu, o mekanların imar edilmesi demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:
Allah'ın
mcscidlerİnde, O'nun adının zikredilmesini engelleyen ve onların harap
olmalarına çalışandan daha zalim kim vardır?" (Bakara, 2/114)
Görüldüğü gibi Allah
âyette mesâcid (mescidler) ifadesini kullanmış, nıeşâhİd (türbeler şehidlikler,
ziyaret yerleri) dememiştir. Bir başka ayette de şöyle büyütülmüştür:
"De ki: Rabbim
bana adaleti emretti. Her mescidde (inde küili mescidin) yüzlerinizi O'na
doğrultun ve dini yalnız kendisine özgü kılarak O'na dua edin! (A'râf, 7/29)
Burada da inde külli
meşhedm (her şehidlikte) dememiştir; çünkü türbelere ve benzeri ziyaret
yerlerine değer vererek bunları mescidlerden üstün tutan kimselerde dini
yalnız Allah'a özgü kılma düşüncesi yoktur. Hatta bir çeşit şirk
içerisindedirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Müşrikler,
nefislerinin küfrünü göre göre Allah'ın mescidlerini onarmazlar. Onların tüm
yaptıkları boşa çıkmıştır. Ve onlar ateşte ebedi kalacaklardır.
Allah'ın mescidlerini,
ancak Allah'a ve ahiret gününe inanıp namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan
başka hiç kimseden korkmayan kimseler onarır. İşte hidayete erenlerden
olmaları umulanlar bunlardır! (Tevbe, 9/17-18)
Tirmizî de bu bağlamda
şöyle bir hadis nakletmiştir:
Hz. Peygamber bir
keresinde "Bir adamın mescide devam etmeyi alışkanlık haline getirdiğini
gördüğünüzde, onun mü'min olduğuna şahillik ediniz! "buyurdular ve
arkasından da Tevbe/17-l8 ayetlerini okudular.68
"Mescidlerin
onarılması" ifadesi ile anlatılmak istenen namaz, itikaf gibi ibadetlerin
buralarda yapılarak, ma'mur hale getirilmesidir. Sözgelişi yeterli nüfusa
sahip kent ve kasabalara ma'mur, nüfusu yetersiz olanlara harabeye dönmüş
kentler denilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ey müşrikler! Siz,
hacılara su verme ve Mescid-i Haram']- imar etme işini yapanları, Allah'a ve ah
i ret gününe inanıp O'nun yolunda cihad edenlerle bir mi tuttunuz? Bunlar
Allah katında aynı düzeyde olmazlar... (Tevbe, 9/19)
Kaldı ki mescidlerin
inşaatlarını iyi-kötü, müslüman-kafir herkes yapabilir. Hadis-i şerifte mescide
bina adı verilmesi de bundan dolayıdır:
Kim Allah adına bir
mescid bina ederse Allah da ona cennette bir köşk yapar.69
Biraz önce geçen
ayette Allah Teâlâ müşriklerin, nefislerinin kafirliğini göre göre Allah'ın
mescidlerini onarmayacaklannı açıklamaktadır. Buna karşın onları yalnızca
"Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılıp zekatı veren ve Allah'tan
başka hiç kimseden kormayanların onaracakları" belirtilmiştir; çünkü
mescidleri onarma sıfatı Allah'tan başka kimseden korkmayan tevhid ehli ile
dini yalnızca Allah'a özgü kılan mü'minlerin sıfatıdır. Onlar, Allah'tan başka
kimseden korkmadıklan gibi O'nun dışında hiç kimseden birşey de ummazlar,
yardım ve destek beklemezler; yalnızca O'na dua ederler.
Türbe ve benzeri
yerlerin imarı ile ilgilenenler ise genelde Allah'tan başkalarından korkan,
Onun dışmdakilerden uman ve O'ndan gaynsma dua eden kimselerdir. Oysa Allah
Teâlâ -biraz önce de değindiğimiz gibi- ayette "Allah'ın meşhedlerini
ancak falancalar onarır." ifadesini kullanmamıştır; çünkü türbe vb. ziyaret
yerleri Allah'ın evleri değildir. Buralar yalnızca ve yalnızca şirk evleridir.
Bu nedenle Kur'ân'da türbeleri ve benzeri ziyaret mahallerini öven tek bir ayet
yoktur. Rasûlüllah'lan da bu konuda herhangi bir hadis nakledilmenıiştir.
Ancak yüce Allah bizden önceki milletlerin, Ashab-i Kehf'in mezarları üzerine
mescid yaptıklarından sözetmiş; Hz. Pcygamber'de şu hadisleriyle onlara
benzememizi yasaklamışlardır:
Sizden önce yaşamış
birtakım insanlar mezarlıkları mescid edinmişlerdi. Dikkat edin, sizi
uyarıyorum, mezarlıkları mescid edinmeyin! Bunu yapmaktan sizi kesinlikle
menediyorum.
Bu hadiste türbelere
önem verenler kınanmaktadır. Bu konuda başka sahih hadisler de vardır. Mesela
Rasûİüilah aynı konu ile İlgili bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah
menedildikleri halde peygamberlerinin mezarlarını mescid edinen yahudi ve
hıristiyanlara lanet etsin!"
"Onlar, salih bir
zat öldüğünde mezarı üzerine bir tapınak yapar ve içerisine o kişinin resim ve
heykellerini koyarlardı. Kıyamet günü Allah katında insanların en kötüleri
onlardır".
Bundan başka türbe ve
benzeri yerleri tapmak haline getirenlerin çoğu, buraları yalandan icad
etmişlerdir. Çoklarının aslı yoktur; zira bu tür yerlere, mescidlerden daha
fazla önem veren insanlar genellikle yalancı kimselerdir. Çünkü şirk, Allah'ın
Kita-bı'ndan ziyade, yalana yakındır. Nitekim bu konuda yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Yalan sözden
kaçının!
Allah'a şirk
koşmadan, halis olarak
O'nu birleydiler olun!
(22/30-3İ)
Aynı bağlamda
Rasûlüllah da, "Yalan yere tanıklık etmek, Allah'a şirk koşmakla bir
tutulmuştur.'*70 buyurmuşlardır.
Yalan yere kurulmuş
türbelerden biri de Kahirc'de Hz. Hüseyin'in kafasının gömüldüğü iddia edilen
yere yapılan türbedir. Bu ilim ehli İnsanların ittifakı ile düpedüz yalan ve
uydurmadır; çünkü Hz. Hüseyin'in başı oraya kesinlikle taşınmamış; Askalan'daki
bir mezara gömülmüştü]". Kâhirc'dekİ türbede aslında bir rahibin başının
gömülü olduğu ve Hüseyin'in başının Aska-lan'da da bulunmadığı söylenmektedir.
Bu mülhid (tanrı tanımaz) Benî Ubeyd devletinin son yıllarına doğru mülhidlerce
ortaya atılmış düzmece bir iddiadır.
Hz. Ali'ye atfedilen
türbenin durumu da bunun gibidir. Bu iddia da Biivcyhoğullan devleti zamanında
ortaya atılmıştı. Nitekim Muhammed b. Abdillah Mutayyen cl-Hafiz ile diğer
bazı ilim adamları bu mezarın Hz. Ali'ye değil, ıVluğîre b. Şu'bc'ye ait
olduğunu, Hz. Ali'nin Küfe emaret (emirlik) köşküne, Muâvi-ye'nin ise Dımaşk
(Şam) emâmet köşkünde defnedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bunun gibi Amr
ibn'ül-As'da Mısır'daki emâ-ret köşküne dcfnedilmiştir. Bu sahabilerin mezarlarının
belirsiz olmasının nedeni, cesetlerinin dinden çıkan Haricîler tarafından
çıkarılmasından korkulduğundan dolayıdır; çünkü Haricîler üçünü de öldürmeyi
ahdetmişlerdi. Suikastçılardan biri olan îbn Mülcem Hz. Ali'yi katletti; diğeri
Muâviye'yi yaraladı; üçüncüsü ise, Amr lbn'ül-As'ın o sırada yerine vekil
bıraktığı Hârice adlı birini öldürmüştü. Bunun farkına varan katil, "Ben
Amr'ı Öldürmek istedim; ama Allah Harice'nin ölmesini istemiş!" dedi.
Daha sonra bu söz insanlar arasında darb-ı mesel olarak kullanılmaya başlandı.
Burada anlatmak
İstediğimiz, bu türbelerin mülhid Ubeydo-ğullan devleti döneminde ortaya atılan
iddialardan ibaret olduğudur. Bunlar arasında bilgisizlik, sapıklık yaygın
haldeydi. Bunun gibi kendilerinden tanrı tanımazları destekleyen ve bid'at
ehli olan Râzfızilerle Mu'tezilc'ye ait birçok özellik de vardı. Bu nedenle de
İslâm onların zamanında gücünden çok şey yitirmişti. Hıristiyanlar Şam
bölgesine onların döneminde girmişlerdir; çünkü Ubeydoğulları tanrı tanımaz,
münafık kimselerdi. Allah'a ve elçisine inanmak, fî-sebiîillah cihad etmek gibi
bir amaçlan ve niyetleri yoktu. Bilakis imkanları ölçüsünde küfür ve şirk içerisinde
yaşamayı, İslam'a düşmanlık etmeyi amaç haline getinnişlerdi. Bağlılarının da
hepsi bid'at ve sapıklık üzere yaşayan kimselerdi. Onların devletleri
döneminde hıristiyanlar Şam bölgesinin büyük bir kısmını işgal etmişlerdi.
Daha sonraları yüce Allah Nurcddin Zcngî ve Selahaddin-i Eyyûbî gibi sünnet ve
şerî'at ehli idarecilerin iş başına geçmelerine hükmetti. Bunlar ve bağlıları
idarede oldukları donemde birçok İslam beldesini yeniden fethedip kafir ve
münafıklarla sürekli cihad ettiler.[50]
Allah Rasûlü güneşin
doğma ve batma zamanlarında namaz klimayı yasaklamışlardır. Sebebine gelince:
Müşrikler bu vakitlerde güneşe tapıyor, şeytanlar'da kendilerine eşlik
ediyordu. Her ne kadar müslümanlar bu sırada kıldıkları namazlarla güneşe secde
etmeyi amaçlamıyor olsalar da, bazı hususlarda müşriklere benzemelerinin önüne
geçmek için böyle bir yasaklama getirilmiştir; çünkü müslümaniarııı birtakım
konularda müşriklere benzemesi insanı şirke düşürme ihtimali olan
hallerdendir. Bu neden-ledirki Allah Rasûlü (s.a.v) bu iki vakitte namaz kılma
tercihini yasaklamışlardır. Bu yasaklama -îbn Ömer'in lafızları ile- Buhâ-rî ve
Müslim'de rivayet edilen bir hadiste zikredilmiştir.71 .
Bu zamanlara denk
düşen tahiyyet'ül-mescid, husuf ve küsuf (güneş ve ay tutulması) namazları
tilâvet secdesi, iki rekat olarak kılınan tavaf namazı vb. durumlarda nasıl
hareket edilecektir? Bu konularda alimler arasında yaygın görüş ayrılıkları
vardır. Ama en açık görüş bu tür namazların, bu zamanlarda kılınmalarının caiz
ve müstehab oldukları yönündedir; çünkü bunları kılmakta şer değil hayır
vardır. Bırakıldıklarında da kazaları olmadığından zamanları geçer. Bu
zamanlarda yasaklanan namaz biçimi, özellikle o vakitte tercih edilendir. Eğer
zaman amaç haline getirilmişse, o zamanda o fiilin yapılması için hiçbir neden
yoktur. Amaçlı fiillerin durumu ise bunun tersinedir; çünkü eylem, amaçlanan
neden için yapılmıştır. Bu yüzden de zamanla bir ilişkisi yoktur. Nitekim
Rasûlüllah mezarlıklarda namaz kılmayı yasaklayarak şöyle buyurmuşlardır.
"Mezarlıklarla ve
hamamlar dışında bütün yeryüzü mesciddir".73
Hamamlarda namaz
kılmanın yasaklanması, buraların genellikle şeytan ve cin barınağı
olmalarından dolayıdır. Mezarlıklarla ilgili yasaklama ise, kabirleri mescid
edinen sapıklara benzeme unsuru taşunasmdandır. Namaz kılan kimse, bu mekanın
başka mekanlardan daha faziletli olduğuna inanmasa dahi yasaklama gencidir.
Ancak bütün iyi niyetlere rağmen, bu gibi yerlerde kılınan namazlarda, oraları
ibadet yerleri haline getirenlere bir benzeme sözkonusudur. Bunun için de Allah
Rasûlü güneşin doğma ve batma zamanlarında olduğu gibi mezarlıklarda da namaz
kılmayı mutlak anlamda yasaklamıştır. Her ne kadar bu yer ve zamanlarda namaz
kılan kişi, namazın, o zamanın diğer zamanlardan daha faziletli olduğuna
inanarak kılmıyor ise de, o zamanda yapılan ibadetlerin diğer zamanlardakİnden
faziletli olduğuna inanan müşriklere benzeme unsuru taşıdığı İçin, Rasûlüllah
bu zamanlarda namaz kılmayı yasaklamış ve aynı yasağı biraz önce zikrettiğimiz
mekanlar için de koymuştur.
İnsanoğlunu sapıklığa
en çok sürükleyen şirk çeşidi "insana ve insan biçiminde yapılan resim ve
heykellere tapma ve tazim etme" temeline dayanmakta olup müşrikler
"taptıkları tanrıların bir başkası tarafından doğurulduğunu, bir başkasını
doğurduklarını, onların birilerine, birilerinin de onlara mirasçı olduğunu
herbirinin kâinattaki herhangi birşeyden olduğunu" söylemeyi adet haline
getirmişlerdir. Bu yüzden de Hz. Peygamber'c ibadet ettiği ilahın nasıl birşey
olduğunu, neyden meydana geldiğini sormuşlar; "O şu maddeden midir, bu
maddeden midir? Dünyada kimin mirasçısıdir, kendisinin mirasçısı kimdir?"
demişlerdir. Cenab-1 Hak bu tür sorulara cevap olarak şöyle buyurmuştur:
"De ki: "O
Allah birdir, Allah sanıcddir. Kimseyi doğurmadı, kimse tarafından
doyurulmadı. Hiçbir şey O'nıın dengi ottandı". (th-las, 112/1-4)
Übeyy b. Ka'b'ın
hadisinde ise şöyle denilmiştir.
"Biri veya birşey
tarafından dogurulan her varlık muhakkak ölecektir. Bir başkasına mirasçı
olana, mutlaka mirasçı olunacaktır. Allah'ın dışında tapılan kulların,
tanrıların hepsi mutlaka bir başkası tarafından doğur ul m ustur. Üzeyir, Mesih
ve diğer salih insanlar ve onlar adına yapılan resim ve heykeller, tanrılık
iddiasında bulunan tüm firavunlar... hepsi doğmuş oldukları için ölümlüdürler.
Kendileri bir başka ölümlünün mirasçıları olduğu gibi, Öldüklerinde başka
birileri de onların mirasçıları olacaktır".
Bütün eksikliklerden
münezzeh ve müberrâ olan şanı yüce Allah ise sürekli diridir, asla ölmeyecektir
ve hiçbir varlık O'nun mirasçısı değildir.
Her türlü eksiklikten
uzak olan Allah'ın sânı ne yücedir!
En doğruyu bilen
yalnızca O'dur!
Salât ve selam olsun
Rasûlü Muhammed'in üzerine![51]
1- Atımed,
Zındıklara Reddiye, s. 47.
2- Begavî ve
Hâzin bu haberi senedsiz olarak İbn Abbas'tan naklet m işi erdir. İV/ 320;
Tefsirü ibn Cevzî,
IV/266.
3- Taberî.
XXX/ 343; el-Dürr'ül-Mensûr, VII1/670-671.
4- Tirmizî,
Cennetin Niteliği W/ 695; Darimî, Rckâik, s. 733. İbn Mâce, Ziilıd 11/1452;
Ahmed, 111/ 9. 5^
Buharı, TefsirV177,.
6- Buhâri TefrYV/147; Müslim, İman 1/180. _
7- Buhâri, Menkıbeler IV/I60, Te/i/r V/191;
Müslim, Cennet 111/2191-92; Ahmed,
Mü<ned, 11/275-366;
cd-Diirr'ül-Mensûr, 111/210.
8- Müslim, Cenazeler, 1/377-378.
9- Buharı,
Namaz 1/110-111; Müslim, Mcscidkr 1/376; Nesâi, H/42,
10- Buharı, Namaz
1/112, Cenazeler 11/90, 106 Peygamberler W i \ AA, Savaşlar V/139; Müslim,
Mescidkr 1/376-377; Ebû Dâvud, 113/553; Nesâi, 11/41, IV/96; Dârimî, s. 327;
Ahmed, 1/218; 11/284-285, 366, 396, 454, 518; VI/34, 80, 121, 146, 229, 252,
255, 274-275-.
II- el-Mitsncd, 1/405,
437, 454.
12- Ebû Dâvııd, Menâsik 11/534; Ahmed, Müsncd,
11/367.
13-
el-Muvattâ, s. 3 72; Alınıed, 11/246.
14- Müslim,
Cenazeler 1/666; EbO Dâvud, Cenazeler III/548; Tirmizî 111/366; Nesâî, IV/88;
Ahmed,1/96, 129-145.
15- İbn'ül-H.acer,
Fethül-Bâri, 569.
16- İbn Ebî
Şcybe, cd-Dürıiii, Mensur, VIII/522.
17- Tarîh-i
Taberi, İV/92-93.
18- Buharı,
Namaz 1/111, Medine'nin Faziletleri 11/220, Ensâr'm Menkıbeleri IV/226; Müslim,
Afcad/cj 1/373; F.bû Dâ\ııd, 1/312, Nesâî, 11/40; Ahmed III/212.
19- Buharı,
11/Avın Cezası 11/220, Oıııe 11/250; Müslim, Hac 1/976, 1014-1015; Ebû Dâvud,
11/529; Tinnizî, 11/148; Nesâi, 11/37; İbn Mâce, 1/452; Alımca1, 11/234, 238,
278,501,111/7,34,45,51,53,64,71,77-78.
20- Sûyûtî,
al-Diimil-Mcnsıîr, V/185; el-Heysemî, Mcaııa'ıız-Zcvâid, 1/72-74
21- Müslim,
1/145.
22- Buharı,
Namaz 1/127; Müslim, 1/364-365; İbn Mâce 1/459; Ahnıed, IV/48
23- Buhâri,
Namaz VI 10; Müslim, îman 1/364-365; İbn Mâce, Mcscidler i/349.
24- Müslim,
But 11/1987; Ebû Dâvud, Edeb V/216, h. no: 4916; Tinnizî, B/rr İV/373, h. no:
2023; Ahmed, C. 11/268, 279, 400, 465; İbn Mâce, 1/533, h. no: 174.
25- Buhâri,
Mekke ve Medine Mesddlcrinde Namaz Kılmanın Fazileti 11/57; Müslim, Hacc
T/1016; Nesâi, Mescidlcr IH/37.
26- Müslim,
HaccI/I015; Tirmizî, V/280; Nesâ-î, 11/36; Ahmed, III/8,V/116,331,335;
ed-Dürr'ül-Mensin, WI287.
27- Tirmizî,
V/ 280; Ebû Dâvud, 1/39, h. no: 44; İbn Mâce, 1/128; cd-Dîirr'iil-Mcnsûr,
IV/289.
28- İbn
Mâce, 1/453, h. no: 1412; Nesâî 11/37; Beyhakî, Sünen'ül-Kübıâ, V/248.
29- Buhâri,
Yemin veAdak!(irVÎV2?>3-23,4; Ebû Dâvud, 111/ 593; h. no: 2389; Tirmizî,
IV/104, h. no: 1526; Nesâî, VI11/17; İbn Mâce, 1/686; h. no: 2126.
30- Beyhâkî,
Sünen, V/245.
31- Buhâri,
Eıısar'ııı Menkıbeleri, IV/254, 258; Beyhakî, Delâil'uıı-Nübüvvc 11/ 471-472.
32- Beyhâkî,
Delâil'ün-Nübüvve V/201.
33- Buhâri,
Hacc 11/161; Beyhakî a.g.e, V/72-73.
34- Htıhârî,
Namaz; Fcthiı'i-Bâri, 1/500.
35- Buhâri
Namaz 1/94; Müslim, Yolaılann Namazı 1/498.
36- Müslim,
1/496; Ebû Dâvud, 11/64.
37- Müslim,
Yolcuların Namazı 1/515.
38- Ahmed,
H/30, 41, 83, 153; el-Elbânî, Sahilm Câmi'us-Sagîr, 5696.
39- Buhâri,
1/121; Müslim, 1/517; Ahmed, 11/39, İ50.
40- Ihıhârî,
V;>rli/12, Teheccüd 11/45; Müslim, Yolcuların Namazı 1/516; Ebû Dâvud,
Nafile İbadetler 11/80; Tirmizî, 11/301; Dârimî, s. 340; Nesâî, İII/227, 233;
Mâlik, el-Mııvatta, s. 123; Ahmed,
Miisncd, 11/ 10, 30, 33, 40, 44, 49, 58, 66, 71. 76, 77, 79,81,83, 119.
41- Buhâri, Teheccüd 11/43, 53-54; Müslim,
Yolculunu Namazı 1/497; Ahmed, VI/31, 85.
42- Buhâri s. 54; Müslim, 1/499.
43- Müslim, 1/471; Beyhakî, Delâil'ün-Nübüvvc
IV/273.
44- Buharı, Savaşlar V/495, Vakitler 1/147-148,
Ezan 1/157; Müslim, 1/438; Tirmizî, 1/338-339.
45- Tirmizî, i/; Ahmed, 1/375, 423, 46; Buhâri,
Teheccüd 11/47; Müslim, Yolcuların Namazı 1/512; Ahmed, VI/102-253.
46- Buhâri, Teheccüd 11/47; Müslim, Yolcuların
Namazı 1/ 512; Ahmed, VI/102, 253.
47- Buhâri, Vahyin başlangıcı 1/2, İman, 1/20;
Müslim, İtuaret Uf \515; Ebû Dâvud, Bo-
şanma 11/651; Tirmizî,
ÎV/'! 79; Nesâî VI/15S; İbn Mâce 11/1413; Ahmed, 1/25, 43.
48- Ebû Dâvud, Menâsik 11/522; Tirmizi, 111/ 22S;
İbn Mâce, 11/1000; Dârimî, s. 479; Ahmed, VI/182-207.
49- Mâlik, cUMııvatta, s. 149-402; Beyhakî,
Sünen, IÎI/157.
50- Ebû Dâvud, H/24, no: 1229; Beyhakî, Sünen,
III/J57.
51- Bulıârî, Hacc 11/ 161, Savaşlar V/86; Müslim,
1/1923; Ebû Dâvud, 11/445-446, h.no: 1885-1886; İbn Mâce, 11/984; Ahmed, 1/229,
233, 290; Beyhakî, Delâil'ün-Nübüvve, IV/325-327.
52- Buhâri, 11/?; Müslim, 1/922-923;. Ebû Dâ\aıd,
11/445; Tirmizi III/221-212, h. no: 856-857; Nesâ-i, V/230; İbn Mâce, H/983;
Mâlik, cl-Muvatta, s. 364; Ahnıed, Müsned, 11/40-59, 71-10...
53- Müslim, Sahabenin Faziletleri 11/ 1855,
Delâil'ün-Nübüvve V/485.
54- Müslim, Faziletler 11/1839; Ebû Dâvud, Sinine
V/54, h. no: 4672; Tirmizi, V/246, h. no.: 3352; Ahmed, 111/178,184.
55- Ahmed, 111/22; Tirmizi, V/587; İbn Mâce,
Ziihdfl44Q, h. no: 4308; İbn Hibban,
s. 2127.
56- Tirmizî, Hacc IH/246; Ebû Dâvud, 11/447, h.
no: 1888; Dârimî, s. 446.
57- Müslim, Kurbanlar 11/1567; Nesâi,
Kurbanlar,^/ 232; Ahmed, 1/108,118,152.
58- Beyhakî, Sünen IX/314; İbn'ul-Cev/Î, hadisi
mevzular arasında saymıştır.
59- Bulıârî, İman, 1/19; Müslim, Sulamalar W1220;
İbn Mâce, 11/1318; Darımı, s. 641; Ahmed, 1V/270-274.
60- Buhâri, TıW'VII/12;İbn Mâce, 11/ 1155, h.no:
3491; Ahmed, i/245-246; Buhâri, VTI/12,15,16; Müslim, 11/1729; Ahmed, 111/343,
el-Elbânî, Sahih, h. no: 1154.
61- Tirmizi, Namaz, H/173, h. no: 344; Nesâî,
Oruç, İV/ 172; İbn Mâce, İkâme, 1/323.
62- Buhâri, 1/138; Müslim, 1/677; Tirmizî,
111/61; Nesâî, V/46; Ahmed, V/63; Beyha-ki,S»MC/ıIV161-162.
63- Müslim, Ciîıad 11/1407; F.bû Dâvud, 111/ 418,
h. no: 3024; Ahmed, 11/292-538.
64- Buhâri, Humus IV/59, Savaşlar (Mcgâzi) V/104;
Müslim, Zekât 1/734-736; Ahmed, Miisncd, 111/166.
65- Mâlik, .\4uvattas. 458; Nesâî. fr/VIl/131,
Ahmed, VI/316-319-326.
66- Ehı'ı Dâ\'iıd, il/ 287, h. no: 1630; d-Elbânî
İm hjdisi Câııü'iis-Sagir'iıı Zayıf Ha-dişleri adlı eserinde zikretmiş, lı. no:
1642.
67- Ehı'ı Dâvud, IV/670; lı. no: 453 i; îbn Mâce,
11/895, h. no: 2685.
68- Tirmizî,
Tefsir V/277; Ibn Mâcc, 1/263, h. no: 802; Dârimî, s. 278; Ahmed, 111/68 76.
69- Bıılıâri,!/] 16; Müslim, 1/378; İhn Mâcc,
1/343, h. no: 736; Ahmcd, 61, 70.
70- Tirmizî, Ş;ılıitlildeı* IV/547; İbn Mâcc,
ü/749, h. no:2372, Ebıı Dâvııd, IV/24, lı. no: 3599; Ahmed, İV/] 78, 233,
321-322.
71- lîııbüri, Vakitleri/ 145-î46; Müslim,
Yolcuların Namazı 1/567-568 Ahmed, Müs-
ııal
11/13,19,33,36,63,106; Mâlik, Mııvatta, s. 220.
72- Ebıı Dâvııd, 1/ 330; lı. no: 492; Tirnıizi,
N/131; İbn Mâcc, 1/246; h.no: 745; Ahmed, 111/83-96.
366
[1] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 7-14.
[2] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 14-15.
[3] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 17-18.
[4] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 18.
[5] Bkz. İmâm îbn Teymiye ve Te'vil île İlgili Görüşü Dr. Murnımmed Seyyid c/-Çıieyind, Kahire, 1973.
[6] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 18-23.
[7] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 25-31.
[8] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 31.
[9] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 33.
[10] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 33.
[11] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 34-37.
[12] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 34-42.
[13] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 42-44.
[14] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 47-73.
[15] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 77-82.
[16] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 83-86.
[17] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 87-91.
[18] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 93-96.
[19] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 96-109.
[20] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 111-122.
[21] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 123-128.
[22] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 128-142.
[23] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 142-143.
[24] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 144.
[25] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 145-150.
[26] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 150-157.
[27] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 157-160.
[28] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 160.
[29] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 161-167.
[30] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 167-168.
[31] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 168-171.
[32] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 171-182.
[33] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 182-183.
[34] Yani din konusundaki doğruluğunu belirleyebilmek için insanların söyledikleri Allah'ın kitabı iic Rasıılü'nim sünnetine götürmek gerekir. (Çev.)
[35] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 187-205.
[36] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 205-211.
[37] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 211-215.
[38] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 215-216.
[39] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 216-227.
[40] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 227-290.
[41] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 293-305.
[42] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 305-329.
[43] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 329-331.
[44] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 332-336.
[45] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 337-341.
[46] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 341-343.
[47] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 343-344.
[48] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 344-345.
[49] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 345-351.
[50] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 351-361.
[51] İhlas ve Tevhid, İbn-i Teymiyye, Pınar Yayınları, 1/ 361-363.