Yirmi
Birinci Bölüm: RASÛLULLAH'IN ATALARI
21.2.
HZ. PEYGAMBER'İN ŞECERESİ VE ARAP KABİLELERİYLE OLAN AKRABALIKLARI
Yirmi Birinci
Bölüm: RASÛLULLAH'IN ATALARI
Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.)'in ailesinin, Hazreti İbrahim (a.s.)'in, büyük oğlu İsmail (a.s.)'den
başlayan ve Beni İsmail ya da İsmail oğulları olarak bilinen soyundan geldiği
tarihi kayıtlardan sabit olmuştur. Hz. Peygamber (a.s.)'in şahsiyeti, karakteri
ve hayat hikâyesinin atalarının durumuyla yakından ilgisi bulunduğu için Hz.
İbrahim ve Hz. İsmail’in yaşantıları, başlarından geçen olaylar ve evlâtlarıyla
bıraktıkları eserler hakkında bilgi sahibi olmak zorundayız. Zira bu bilgilere
sahip olmadığımız takdirde, ait oldukları kabilenin Irak'tan Hicaz'ın iç
kısımlarına nasıl geldiğini, Kâbe’nin temelinin nasıl ve ne amaçla atıldığını,
Arabistan'ın çeşitli kabile ve aşiretleri ile Hz. Peygamber (a.s.)'in ne gibi
akrabalık ve yakınlığı olduğunu ve bu sebeple ülkenin bilinmeyen veya meçhul
değil, tanınan bir şahsiyeti olduğunu öğrenemeyiz.
Yukarda belirttiğimiz gibi, Hz.
İbrahim, Irak'ta dünyaya gelmiş ve orada yetişip büyümüştü. Memleketi olan Ur,
Irak’ta hüküm süren Nemrud Hanedanının başşehriydi. Tarihçi ve araştırmacılar,
Hz. İbrahim'in dünyaya geliş tarihini M.Ö. 2100 olarak tesbit etmişlerdir.
Tarihin bu döneminde Ur büyük bir ticaret ve kültür merkezi olarak ün yapmıştı.
Bu şehir aynı zamanda Iraklıların şirk, dinsizlik, sapıklık, fuhuş ve
ahlâksızlığının merkezi haline de gelmişti. Hz. İbrahim şirke karşı Tevhid
mücadelesine başlayınca sadece hükümet ve iktidar değil, aynı zamanda bütün
millet, ailesi ve hatta babası dahi O'nun düşmanları haline geldiler. Nemrud ve
diğer müşrikler önce baskı ve tehdit ile Hz. İbrahim'i Hak yolundan caydırmak
istediler; ama bu yolda başarı kazanamayınca kendisini ateşle dolu bir çukura
atmaya sözbirliğiyle karar verdiler. Ne var ki Hz. İbrahim'in atıldığı çukurun
ateşi Allah'ın emriyle söndü ve kendisi hiçbir zarar görmeden kurtuldu.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İbrahim'in ateşe atılması ve kurtulması ile ilgili
kıssalar etraflıca anlatılmıştır. (Bk. Enbiya; 68-69, Ankebut; 24 ve Sâffât;
97-98)
Kur'ân-ı Kerîm'in anlattığına
göre, Hz. İbrahim bu olaydan sonra memleketini terk ederek o sıralarda, Ken'an
ülkesi olarak bilinen Suriye ve Filistin'e hicret etti. Hicret sırasında
ümmetinden kendisine iman eden tek kişi olan yeğeni Hz. Lût eşlik etti. Hz. Lût
hicretten sonra peygamberlik makamına getirildi. Hz. İbrahim'in ikinci yol
arkadaşı, karısı Sare idi, ki son nefesine kadar yanında kaldı ve yardımını
esirgemedi. Kur'ân-ı Kerîm bu hususta şunları ifade ediyor:
"(Kavmi): O'nun için bir bina
yapın ve O'nu ateşe atın" dediler. O'na bir tuzak kurmak istediler. Biz
onları zelil ve alçak kıldık. "(İbrahim): 'Ben Rabbime (O'nun emrettiği
yere) gidiyorum. O bana yol gösterir' dedi." (Sâffât; 97-99)
"O'nu ve Lût'u kurtardık.
Onları, içinde âlemlere bereketler verdiğimiz yere[1]
ulaştırdık." (Enbiya; 71)
"Lût'a da hüküm ve ilim verdik."
(Enbiya; 74)
"Lût da gönderilmiş
peygamberlerdendir." (Sâffât; 133)
Hazreti İbrahim'in Irak'tan
Suriye'ye ve Filistin'e hicretinden sonra ümmetinin ne gibi bir akıbete uğradığı
bilinmiyor. Sadece Tevbe sûresinde, 70. ayette İbrahim'in kavminin de Allah’ın
azabına uğramış olan milletlerden biri olduğu belirtilmiştir.
Hz. İbrahim'in hicreti sırasında
kendisine Hz. Lût'un yanı sıra Hz. Sare'nin de refakat ettiğine dair kayıt Kur'ân-ı
Kerîm'de açıkça yer almamıştır. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'in bazı ifadelerinden,
hicret sırasında Hz. İbrahim'in evli olduğu ve zevcesinin kendisine eşlik
ettiği anlaşılıyor. Meselâ Sâffât sûresinde Hz. İbrahim'in Allah'a şöyle dua
ettiği kaydedilmiştir. "Ey Rabbim, bana salihlerden bir evlâd ihsan
buyur." (âyet; 100). Böyle bir duayı ancak evli bir kişi yapabilir.
Ayrıca, Hz. İbrahim'in, bu duayı, hicrete başlamak üzere olduğu sırada
yaptığını da unutmamalıyız, İncil'de yer alan tarihi kayıtlara göre de Hz.
Sare, hicret sırasında Hz. İbrahim'in yanında idi. Ne var ki bu konuda İncil'in
bazı diğer kayıtlan çok tutarsızdır. Meselâ İncil'e göre, Hz. Sare, Hz. Lût'un
öz kardeşi ve Hz. İbrahim'in öz yeğeni olup, Hz. İbrahim'in nikâhlı karısıydı.
İncil ayrıca, hicret yolculuğunda Hz. İbrahim'in babasının da kendilerinin
yanında olduğunu belirtiyor (Bk: Doğuş, Bölüm: 11, 27-32). Halbuki, sadece
Kur'ân-ı Kerîm değil, Talmud da, Hz. İbrahim'e baskı ve zulüm uygulayanlar arasında
babasının yer aldığını açıklıyor. (Bk: Talmud'dan Seçmeler, H. Polano, Londra,
s. 30-42) Ayrıca, Allah'ın şeriatına göre, bir peygamber şöyle dursun, alelâde
bir insan bile öz yeğeni ile evlenemez.
21.1.1. Hz. İbrahim'in Dini Yayma Çalışmaları
Hz. İbrahim, Hz. Nuh'tan sonra
Allah tarafından İslam dinini bütün dünyaya yayma görevi verilen ikinci büyük
peygamberdi. Hz. İbrahim ilk önce Irak'tan Mısır'a ve Suriye'den Filistin'e
kadar uzanan bölgede vaaz ve telkin işini şahsen yürüttü. Binlerce kilometrelik
yol kat etti. Dağ, bayır ve çöl demeden her tarafa Allah’ın dinini yaymaya
çalıştı ve bu çalışmaları yıllarca sürdü. Daha sonra Hak dinini yaymak üzere
birçok bölgelere ve ülkelere halife ve temsilcilerini gönderdi. Nitekim,
Ürdün'e yeğeni Lût'u, Suriye ve Filistin'e küçük oğlu İshâk'ı, Arabistan'ın iç
kısımlarına büyük oğlu İsmail'i yolladı. Daha sonra, Mekke'de Ka'be denilen
Allah’ın evini inşa etti, ki burası yine Allah'ın emriyle dini yayma
çalışmalarının merkezi seçildi.
Hz. İbrahim'in soyunun iki ana
kolu vardı. Biri, Hz. İsmail'in evlâtları, ki Arabistan'da kaldı. Kureyş ve
Arabistan'ın diğer belli başlı kabileleri, Hz. İsmail'in evlâtlarıydılar.
Arabistan'ın diğer kabileleri de aynı soydan gelmemesine rağmen, Hz. İsmail'in
yaydığı dinden az çok etkilendikleri için O'nun evlâtlarından olduğunu
söylemekte sakınca görmüyorlardı.[2]
Diğerleri, Hz. İshâk'ın evlâtları, ki bunlar arasında Hz. Yakûb, Yusuf, Musa,
Davûd, Süleyman ve Îsa (a.s.) gibi tanınmış peygamberler vardı. Hz. Yakûb'un
künyesi İsrail olduğu için evlâtları İsrailoğulları olarak meşhur oldu. Hz.
Yakûb ve diğer peygamberlerin vaat ve tebliğleri sayesinde onların dinini
kabul eden diğer milletler de zamanla hüviyetlerini hemen hemen kaybettiler. Bu
milletlerden bazıları ırkî özelliklerini koruyabildilerse de dinen İsrail
oğullarına tâbi oldular. İsrail oğulları madden ve manen çökünce Yahudilik ve
daha sonra Hıristiyanlık ortaya çıktı.
Hz. İbrahim (a.s.)'in asıl
vazifesi dünyayı Allah'a itaat etmeye çağırmaktı. Hz. İbrahim, insanların
Allah'tan gelen hidâyet ve talimata göre bireysel ve toplumsal yaşantılarını
düzeltme görevini yerine getirmek üzere dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim Allah'a
tâbi ve irfanı yaymakla mükellef olmuştu. Hz. İbrahim işte bu sıfatla ve bu
vazife ile dünyanın lideri, imamı ve önderi yapılmıştı. Bundan sonra liderlik
ve imamlık, Hz. İshâk ve Hz. Yakûb'dan başlayan İbrahim soyunun İsrail oğulları
olarak bilinen koluna verildi. Peygamberler ve dinî önderler işte bu koldan
doğdular ve doğru yolda olmaları işte bu koldan beklendi. Bu nesle Allah tarafından
verilen hidâyet nimeti sık sık hatırlatıldı Aynı soydan olanlar Hz Süleyman
(a.s.) devrinde Kudüs'ü merkez olarak seçtiler. Bu sebeple, imamlık ve liderlik
mevkiinde bulunduğu sürece Kudüs, Allah tarafından gelen dâvet ve Allah'a
inananların kıblesi durumunda bulundu.
21.1.2. Hz. İsmail (a.s.)'in Doğuşu
İbrahim oğullarının ikinci
kolunda, yani İsrail oğullarında ortaya çıkan çeşitli ayıp ve kötülüklerden
biri tarihi ve dînî kitapları tahrif etmeleriydi. İsrail oğulları geçmişe ait
bütün başarı ve faziletleri kendilerine mal etmeye çalıştılar. Buna karşılık,
tarih boyunca hangi milletlerle rekabete girmiş veya ihtilâfa düşmüşlerse
onları kötülemek ve karalamak için olanca güçleriyle çalıştılar. İncillerde
bunun çeşitli misalleri vardır. Meselâ, İncillere göre Hz. Lût bir peygamber
değildi ve kendisi Hz. İbrahim (a.s.) tarafından vaaz ve telkin için Sodom'a
gönderilmemişti. İncillere göre amca ve yeğen arasında kavga çıkmış ve amca,
yeğeninden başka bir ülkeye gidip yerleşmesini istemişti. (Doğuş, Bölüm:
13,5-12). Bundan daha kötü örneği de vardır. Meselâ, İncillerdeki kayıtlara
göre, Lût kavmine Allah'ın azabı inince Hz. Lût iki kızını oradan alıp Sodom'u
terk etti ve Sodom yakınlarında Hebron şehrinde bulunan amcası Hz. İbrahim'e
gitmeyip bir mağaraya yerleşti. O mağarada hâşâ iki kızı Hz. Lût'a içki
içirerek kendisiyle cinsel ilişkide bulundular ve hamile kaldılar. Kızlardan
biri Muâb'lıların atası olan Muâb'ı doğururken diğeri Ammun oğullarının atası
olan Bin Ammî'yi doğurdu. (Doğuş, Bölüm 19, 30-38). İsrail oğulları işte bu
şekilde Muâb'lılar ile Ammun oğullarına karşı duydukları kin ve nefreti
kustular, çünkü tarihte İsrail oğulları ile bu kabileler arasında büyük dinî,
siyasî ve askerî çekişmeler olmuştur.
İsrail oğulları aynı muameleyi
İsmail oğulları için de revâ gördüler. İncil'deki kayıtlara göre Hz. İsmail’in
annesi Hz. Hâcer, Hz. Sare (r.a.)'nin hizmetçisiydi. Yine İncil'e göre, Hz.
Hâcer'in evlatsız olduğunu görünce kocası Hz. İbrahim'den hizmetçisine gidip
kendisiyle cinsi münasebet kurmak suretiyle çoluk, çocuk sahibi olmasını temin
etmeye çalıştı. Hz. İbrahim (a.s.) hâşâ dediğini yaptı ve böylece Hz. Hâcer'in
batınından Hz. İsmail (a.s.) doğdu. (Doğuş, Bölüm: 16, 1-4 ve 15-16). Halbuki,
İncil'in Doğuş kitabının 12. bölümünün 16. ayetinde, o dönemin Firavun'unun,
Hz. İbrahim'e verdiği bol miktarda mal mülk, servet, hayvan, uşak ve
hizmetçiler arasında Hz. Hâcer'in[3]
de yer aldığı belirtilmiştir. Bu itibarla, Hz. Hâcer'in Hz. Sare (r.a.)'nin
hizmetçisi olduğu beyanatı bizzat İncil'e göre yanlıştır. Hz. Hâcer, Hz.
İbrahim'in cariyesi veya hizmetçisi olduğu için onunla temettü etmek (cinsi
münasebette bulunmak) hususunda Hz. Sare'nin iznine muhtaç değildi.
Yine İncil'in kayıtlarına göre Hz.
İsmail, babası Hz. İbrahim ile Filistin'de kaldı ve kendisi 14 yaşında iken
Hz. Sare'nin batnından Hz. İshâk (a.s.) doğdu. (Doğuş, Bölüm: 18, ayet: 24-26,
Bölüm: 21, ayet: 1-5). Daha sonra İncil'de şu metne rastlıyoruz:
"Ve o çocuk (Hz. İshâk)
büyüdü ve sütten kesildi. Izhak (İshâk)'ın sütten kesildiği gün Abraham (Hz.
İbrahim) büyük bir ziyafet verdi. Ve Saran baktı ki, Mısırlı Hâcer'in
İbrahim'den doğmuş olan oğlu kahkahalarla gülüyor. Bunun üzerine İbrahim'den o
hizmetçi (Hâcer) ve oğlunu oradan uzaklaştırmasını istedi. Böylece hizmetçinin
oğlu, onun oğlu İshâk ile mirasında ortak olmayacaktı. İbrahim oğluyla ilgili
bu sözlerden hoşlanmadı. Ve Tanrı İbrahim'e dedi ki, sen bu hizmetçi ve oğlu
için canını sıkma ve Sarah'ın sana dediklerini yap... Ondan sonra, İbrahim
sabah kalkarak ekmek ve bir su tulumu alıp Hâcer'e verdi, daha doğrusu omzuna
yerleştirdi ve çocuğuyla beraber oraya vedâ etti. Böylece, o oradan ayrıldı ve
Hâcer bir-i Sebe' çölünde dolaşmaya başladı. Tulumdaki su bitince çocuğu bir
çalının yanına bıraktı ve ondan bir ok fırlatılışının mesafesinde gidip oturdu
ve 'hiç olmazsa oğlumun öldüğünü kendi gözümle görmeyelim' diye dövünmeye
başladı. Fakat Allah o çocuğun yalvarışını dinledi ve Allah'ın meleği gökten
Hâcer'e seslendi 'ey Hâcer sana ne oldu? Sen korkma; Allah çocuğun bulunduğu
yerden onun sesini işitmiştir. Kalk ve çocuğunu kaldır, zira Allah onu büyük
bir ümmet yapacaktır.' Daha sonra Allah onun gözlerini açtı. O sırada O (Hâcer)
orada bir kuyu gördü ve tulumunu oradan suyla doldurdu ve oğluna bu suyu
içirdi. Ve Allah O çocukla beraberdi. O (çocuk) büyüdü ve çölde yaşamaya
başladı ve iyi bir okçu oldu. O Faran vâdesinde yaşıyordu ve annesi O'na
Mısır'dan bir gelin buldu." (Doğuş, Bölüm: 21, ayet: 8-21).
Görülüyor ki, bütün bu saçma sapan
masalı İsrail oğulları, Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)'in Arabistan,
Mekke, Ka'be ve zemzem ile bütün ilişkilerini koparmak amacıyla uydurmuşlardır.
Çünkü, Hz. İbrahim'in Arabistan'a yaptığı yolculuğu yok saymak, Hz. İsmail'in
14 yaşına kadar Filistin'de kaldığını göstermek ve daha sonra Faran vadisinde
O'nun yaşamış olduğunu, su kuyusunun orada belirmiş bulunduğunu ve Mısırlı bir
kadınla evlenmiş olduğunu göstermek suretiyle Din-i İbrahimî'nin merkezinin
Arabistan ve Mekke olduğuna ilişkin İslâm tarihi'nin önemli bir bölümüne sünger
çekmeye çalışmışlardır. İncil'de Faran ile ilgili geçen kayıtlara göre bu vâdi
Filistin'in güneyinde, Araba vadisinin batısında, Sina çölünün kuzeyinde ve
Mısır ile Akdeniz'in doğusunda idi. Anlaşılacağı gibi, bunun Mekke'yi
çevreleyen Faran dağlarıyla bir ilgisi yoktur. Ayrıca bu hikâyede Hz. Sare ve
Hz. İbrahim (a.s.)'in karakterinin kötü ve adi olarak gösterilmiş olması ve bu
işe Cenab-ı Allah’ın adının bile karıştırılmış bulunması, İsrail oğullarının
ahlâkî değer ve kavramlarının ne kadar düşük olduğunu göstermeye yeter. Bu
hikâyede bir peygamber (Hz. İbrahim)'in karısı ve başka bir peygamber (Hz.
İshâk)'in annesi kıskanç bir kadın ve kuma olarak gösterilmiştir. Bu kadın,
kumasının oğlunun gülmesine ve neşelenmesine tahammül edemiyor ve kocasından
O'nu ve annesini kovmasını ve mirasından mahrum bırakmasını istiyor. Büyük ve
tanınmış bir peygamber olan kocası da acımasız bir baba gibi ortaya çıkıyor.
Nitekim, 15-16 yaşlarındaki çocuğunu annesiyle birlikte sadece ekmek ve su
tulumuyla çöle sürdüğü ve ölümleri veya yaşamaları hakkında herhangi bir haber
almadığı gösteriliyor... Allah-u Teâlâ da İsrail oğullarının atası olan Hz.
İshâk uğruna, annesinin kendi kumasına karşı duyduğu nefret ve oğluna karşı
beslediği kine mağlup olarak ileri sürdüğü isteklerinin Hz. İbrahim (a.s.)
tarafından yerine getirilmesini isteyen bir varlık olarak ortaya konuyor.
Yani, bir bakıma Allah da Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte Hz. Sare'nin hâşâ
zulmüne ve oyununa âlet oluyor. Bu asılsız iftiralarla dolu olan saçma sapan
masala tarih adını vermek tarihe hakarettir. Zira tarih ve gerçekler, ancak
Kur'ân-ı Kerim ve Hadis'te vardır. Kur'ân ve Hadislerin anlattıkları; 4 bin
yıldan beri Araplar arasında nesilden nesile intikal eden rivayetler ve diğer
tarihi malzemeler tarafından teyit ediliyor.
Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesine göre,
Hz. İbrahim (a.s.) anayurdundan hicret ederken Allah'a şöyle bir istekte
bulunmuştu: "Ey Rabbim, Bana salihlerden bir evlât ihsan buyur dedi."
(Sâffât; 100). Hz. İbrahim'in bu duası aradan uzun bir zaman geçtikten ve
kendisi hayli yaşlandıktan sonra Allah katında kabul olundu. Nitekim, Kur'ân-ı
Kerîm'de bu hususta, Hz. İbrahim'in şu sözlerine yer verilmiştir: "Bana
ihtiyarlığımda İsmail ve İshâk'ı bahşeden Allah'a hamd ederim." Hz. İsmail
ile İshâk'ın doğumundan önce, Allah (cc.) Hz. İbrahim'e gereken müjdeyi
vermişti. Hz. İsmail’in doğumuyla ilgili müjde şöyle idi: "Biz de O'nu
halîm (uysal) bir evlât ile müjdeledik." (Sâffât; 101). Aradan birkaç yıl
geçtikten sonra , hatta, Hz. İsmail delikanlılık çağına girdikten sonra, Hz.
İbrahim'e ikinci oğlu İshâk ile ilgili müjde verildi. "Onlar, 'korkma'
dediler. Ve O'nu ilim sahibi bir evlât ile müjdelediler." (Zâriyat; 28).
Bu ikinci müjdeyi aldıktan sonra Hz. İbrahim şöyle dedi: "Bana ihtiyarlık
gelmişken, beni evlât ile mi müjdeliyorsunuz? Neye dayanarak
müjdeliyorsunuz?" (Hicr; 54). Müjdeyi aldıktan sonra Hz. Sare (r.a.)nin
durumu da şöyle oldu: "Bunun üzerine zevcesi, bir hayret içinde onlara
dönüp elini yüzüne vurarak, 'ben kısır bir kocakarıyım' dedi." (Zâriyat; 29).
Bu ayetlere bakarak, Hz. İbrahim 86 yaşında iken Hz. İsmail'in doğduğu ve 100
yaşında iken Hz. İshâk'ın doğduğu yolunda İncil'in ifadesinin doğru olduğunu
söyleyebiliriz. (Doğuş, Bölüm: 16, ayet-16 ve Bölüm: 21, ayet: 5).
21.1.3. Hz. İsmail'in Mekke'ye Yerleşmesi
Yukarıdaki satırlardan, Hz.
İsmail'in, Hz. İbrahim'in ilk evlâdı olup babasının hayli ihtiyar olduğu bir
sırada doğduğu anlaşılıyor. Normal bir durumda, ihtiyarlığında doğmuş olan ve
14 yaşma kadar da tek evlât sıfatını koruyan bir çocuğun babası kendisine
ziyadesiyle düşkün olacak ve bir an bile gözünden ırak tutmamaya gayret
edecekti. Ancak Hz. İbrahim bir peygamberdi ve Hakk'a daveti, her sevgi ve
vazifesinden üstündü. Hz. İbrahim bu uğurda vatanını terk etmiş, hicret ederek
gurbette dolaşmış ve her yerde bütün güç ve yeteneklerini harcamıştı. Hz.
İbrahim (a.s.) sevgili çocuğunun doğmasından sonra, dünyada son peygamberliğin
merkezi ve Hak dinin karargâhı olması kararlaştırılan Arap topraklarında
Tevhid'e davetin merkezini kurma fikrini gerçekleştirmeye çalıştı. Kur'ân-ı
Kerîm'in ifadelerine göre, Cenâb-ı Allah, inşa edilmesi gereken dinî merkezin
yerini Hz. İbrahim'e önceden bildirmişti. Nitekim, Hac suresinin 26. ayetinde
şöyle buyurulmuştur: "İbrahim'e Beyt'in yerini gösterdiğimizde Bana hiçbir
şeyi eş tutma. Beytimi, tavaf edenler, orada namaz kılanlar, rükû ve secde
edenler için iyice temizle." Allah'ın bu emrine uyan Hz. İbrahim (a.s.)
henüz anne sütüyle beslenen küçük çocuğunu, olağanüstü bir sabır ve tahammüle
sahip olan annesiyle birlikte, ilerde tam Allah’ın evi Kâ'be'nin inşa edileceği
yere götürüp, görünürde sahipsiz ve kimsesiz bırakıverdi.
Sahîh-i Buhârî'de bu olay Hz.
Abdullah bin Abbas tarafından rivâyet edilmiştir. Hz. İbn Abbas'ın bu
rivâyetinde sık sık Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)'in buyrukları geçiyor.
Bunlardan, Hz. İbn Abbas'ın anlattıklarının, Rasûlullah (a.s.)'dan
duyduklarına ve öğrendiklerine dayandığı anlaşılıyor. Rivâyet şöyledir: Hz.
İbrahim (a.s.), Hz. Hâcer (a.s.)'i ve henüz süt çocuğu olan Hz. İsmail'i yanına
alarak bir ağacın dibine götürdü ve oraya bıraktı. Hz. İsmail (a.s.)'in
bulunduğu yerden zemzem suyu fışkırdı. Mekke o sıralarda bir çöldü ve
etrafında tek bir canlı yoktu. Herhangi bir su yeri de yoktu. Hz. İbrahim
(a.s.), Hz. Hâcer'in yanına içinde hurmalar bulunan bir deri çantası ve bir su
tulumu bıraktı. Hz. İbrahim onları oraya bıraktıktan sonra ayrılırken Hz. Hâcer
O'nun peşinden, "Ey İbrahim nereye gidiyorsun? Bizi bu ıssız çöle niye
bırakıyorsun?" diye birkaç defa seslendi. Fakat Hz. İbrahim onlara dönüp
bakmadı.[4]
Nihayet Hz. Hâcer kendisine şöyle dedi: "Bunu Allah mı emretmiştir?"
Hz. İbrahim ise sadece "evet" diye cevap verebildi. Bunun üzerine
Hz. Hâcer "Öyleyse, Allah bizi koruyacaktır" dedi ve çocuğuna döndü.
Hz. İbrahim, dağın ardına ve karısı ve oğlunu göremeyeceği yere gelince oradan
Beytullah istikametine (yani daha sonra inşa edeceği Allah'ın evinin bulunduğu
yer) yürümeye başladı ve Allah'a şunları söyledi.
"Ey Rabbimiz, Ben senin
mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir vadide evlâtlarımdan bir kısmını
yerleştirdim. Ey Rabbimiz bu Beyt-i Haram'da dosdoğru namaz kılmaları içindir.
İnsanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir. Şükretmeleri için, o
belde halkını bazı meyvelerle rızıklandır." (İbrahim; 37)
Bu arada, Hz. İsmail (a.s.)'in
annesi kendisine süt içirmeye ve su tulumundan su vermeye devam etti. Ancak
bir süre sonra su bitti, ikisi de susadı. Çocuğunun susuzluktan kıvrandığını
gören ana yüreği dayanamadı ve Hz. Hâcer, çölün aşağı kısmına, bir insan veya
su aramaya çıktı. Fakat etrafta kimsecik yoktu. Sonra safa tepesinden vadinin
ortasına geldi ve kollarını açarak perişan bir kişi gibi koşmaya başladı. Daha
sonra Merve tepesine çıkarak etrafa bakındı, ama kimseyi göremedi. Hz. Hâcer,
Safâ ile Merve arasında böylece 7 defa koştu. Abdullah İbn Abbas bu sebeple
Rasûlullah (a.s.)'ın hacıların Safâ ile Merve arasında sa'y yaptıkları
(koştukları)'ın belirttiğini ifade etmiştir.[5]
Hz. Hâcer "ey şahıs, sen kendi sesini bana duyurdun, fakat sen benim
feryadımı dinleyebilir misin?" diye seslendi. Birden Zemzem denen yerde
bir meleği gördü, (İbrahim bin Nâfî ve İbn Cüreyc, Hz. Hâcer'in Hz. Cebrail'i
gördüğünü belirtirler). Bu melek topuğu veya koluyla yeri kazıyordu, ta ki su
çıkıverdi. Hz. Hâcer, tulumunu bu su ile doldurdu. Bu arada su fışkırmaya
devam etti. İbn Abbas, Hz. Peygamber (a.s.)'in şunları söylediğini belirtir:
"Allah-u Teâlâ, İsmail'in anasına rahmet eylesin, eğer kendisi Zemzem'i
olduğu gibi bıraksaydı (yani, etrafını topraklarla çevirerek bir çeşme haline
getirmeseydi) bu akan bir çay olurdu." Böylece, Hz. Hâcer su içti ve
çocuğuna da su içirdi. Melek ona dedi ki, "kendinizin mahv ve perişan
olacağınızı sanmayın. Burada Allah'ın evi vardır. Bunu bu çocuk ve babası inşa
edeceklerdir. Ve Allah (cc.) bu evin insanlarına zarar vermeyecektir." Bu
durum bir müddet devam eti. Bundan sonra Cürhüm kabilesinden[6]
bazı kimseler Küda'dan gelerek Mekke'nin aşağı kısmında konaklamak istediler. O
sırada üzerlerinde bir kuşun dolaştığını gördüler ve şaşkınlık içinde,
"Allah Allah, bu kuş mutlaka bir çeşme üzerinde uçuyor, halbuki buradan
daha önce de geçmiştik ve hiçbir yerde su görmemiştik." dediler. Daha
sonra adamlarından ikisini su olup olmadığının tesbiti için kuşun bulunduğu yere
gönderdiler. Onlar dönüp suyun bulunduğunu doğruladılar. Sonra hepsi oraya
geldiler. Orada Hz. İsmail’in annesini gördüler. Onlar ona yakın bir yere
yerleşmelerine izin verip vermeyeceğini sordular. Hz. İsmail’in annesi
kendilerine oraya yerleşme izni verdi, ama suyun kendisine ait olması şartıyla.
Onlar bu şartı kabul ettiler. İbn Abbas'ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber
(a.s.) şöyle buyurdular: "Cürhümlüler, İsmail’in annesini hanımefendi,
kibar ve uysal buldular. Zâten Hâcer de insanların gelip yerleşmesini arzu
ediyordu." Böylece, gelen Cürhümlüler oraya yerleştiler. Daha sonra başka
insan ve gruplar da gelerek buraya yerleşmeye devam ettiler. Hz. İsmail bunlar
arasında yetişip büyüdü ve onlardan Arapça öğrendi.[7]
Cürhümlüler bu çocuğu çok severlerdi ve onun kendi kabilelerinden bir kızla evlenmesini
isterlerdi.
21.1.4. Hz. İbrahim (a.s.)'in Oğlunu Kurban Etme Olayı
Hz. İbrahim, sevgili oğlu ve
karısını Mekke çölüne bıraktıktan sonra onlarla bütün alâkasını kesmiş değildi.
Aksine, arada sırada onlara gelip bir süre beraber kalırdı. Onların iyi olup
olmadıklarını da devamlı öğrenmeye çalışırdı. Hz. İbrahim karısı ve süt
bebeğine bıraktığı yerin mamur ve meskûn olmasını dilemişti ve Allah'a şöyle
yalvarmıştı: "Rabbim bunu huzurlu bir şehir yap." Bu duası çok kısa
zamanda Allah'ın katında kabul olundu ve ailesinin bulunduğu yer bir yerleşim
merkezi oluverdi. Hz. İbrahim'in buraya yerleşmiş olan Cürhümlüler arasında
dinî tebliğ etmiş olması pek mümkündür.
Bundan sonra ise, tarihte eşine
rastlanmayan meşhur kurban vak'ası vuku buldu. Yani, Hz. İbrahim (a.s.)
Allah'ın işaretini alır almaz, ihtiyarlığının ilk ve tek evlâdını delikanlılık
çağına erişirken kurban etmeye hazır oldu. Kur'ân-ı Kerîm'de bu olay şöyle
anlatılmıştır:
"Yakta ki çocuk O'nun yanında
koşma çağına geldi, (İbrahim ona) şöyle dedi: 'Yavrum, rüyamda görüyorum ki
seni boğazlıyorum. Bak sen buna ne dersin?" (Oğlu cevaben) 'Babacığım,
sana emrolunanı yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulursun' dedi. Vaktaki,
ikisi de kazaya (Allah’ın emrine) teslim oldu, İbrahim O'nu yüzüstü yatırdı.
Biz O'na, 'Ey İbrahim', diye nida ettik. 'Rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok
ki, biz, güzel amel işleyenleri böyle mükâfatlandırırız." Bu apaçık bir
imtihandır. O'na büyük bir kurbanlık fidye verdik." (Sâffât; 102-107)
Bu olay Mekke[8]'de
meydana gelmişti ve Hz. İbrahim'in, oğlunu Allah'a kurban etmek üzere götürdüğü
yer Mina idi; ki bugün müslümanlar her yıl kurban Bayramında (10 Zilhicce
tarihinde) burada kurban keserler.[9]
Ayrıca, bu olay, Hz. İsmail (a.s.) henüz 12-13 yaşında iken ve Hz. İshâk doğmamışken
meydana gelmiştir. Çünkü Sâffât sûresinde daha sonra şöyle deniliyor.
"O'na salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk'ı müjdeledik."
Yukarıdaki ayetlerde açıklanacak
bazı noktalar vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1) Hazreti İbrahim (a.s.) rüyasında
kendi oğlunu boğazlamışken değil boğazlamak üzere iken görmüştü. Fakat, bu
rüyalardan, Allah (c.c.)’ın kendisini sınava tabi tutmak istediğini ve oğlunu
kurban etmesini istediğini anlamıştı. Hz. İbrahim bunun üzerine yüreğine taş
basarak kendi ciğer paresini kurban etmeye karar vermişti.
2) Hz. İbrahim'in, oğluna rüyalar
ile ilgili fikrini sormasının amacı onun iznini almak değildir. Hz. İbrahim
sadece Allah'ın kendisine daha evvel müjdelediği evlâdın sâlih olup olmadığını
tesbit etmek istiyordu. Bilindiği gibi kendisi Allah'tan sâlih bir evlat
istemiş ve Allah da öyle bir vasıfta olan Hz. İsmail'i ihsan ettiğini
bildirmişti. Eğer çocuk Allah'ın rızası için canını fedâ etmeye hazır olsaydı,
demek ki, Hz. İbrahim'in duası tam olarak kabul edilmiş ve İsmail yalnız
vücutça değil ahlâki ve manevî açıdan da onun oğlu olarak yetişmişti.
3) Hz. İsmail’in, "babacığım,
sana emrolunanı yap" demesi, babasının rüyasında gördüklerini gerçekten
Allah’ın emri ve vahyi olarak kabul ettiğini gösteriyor. Hz. İsmail'in bu
fikri doğru olmasaydı, Hz. İbrahim pekâlâ diyebilirdi ki bunlar birer rüya
olup Allah’ın emri derecesinde değildir.' Ayrıca Cenâb-ı Allah da vahiy ile
durumu açıklığa kavuşturabilirdi. Bundan dolayıdır ki, peygamberlerin rüyaları
da birer vahiy olarak kabul ediliyor.
4) Hz. İbrahim, oğlunu boğazlamak
için sırtüstü değil yüzükoyun yatırdı ki, çocuğun yüz ifadesini görüp baba
sevgi ve şefkati ağır basmasın ve son anda Allah'ın emrini yerine getirmekte
bir kabahati olmasın.
5) Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'i
boğazlamasından önce Cenâb-ı Allah’ın, "ey İbrahim,rüyana sadakat
gösterdin" demesi, rüyada Hz. İbrahim'in, oğlunu boğazlamış değil,
boğazlamak üzere iken görmesi açısından yerinde bir söz idi. Bu nedenle, Hz.
İbrahim'in rüyada gördüğü işi gerçekten yapması üzerine, rüyasına sadık kaldığı
ve kendisi için hazırlanan imtihanı başarıyla geçtiği ve bunun mükâfatının
büyük olduğu açıklandı.
6) Ayetlerde geçen "büyük bir
kurbanlık" kelimesi, Hz. İsmail (a.s.) yerine kurban edilmek üzere Allah
tarafından bir melekle beraber gönderilen varlık için kullanılmış olabilir. Bu
kelimenin daha geniş bir anlamı da olabilir. Şöyle ki, Hz. İbrahim döneminde
Hz. Muhammed (a.s.)'e kadar ve daha sonra her yıl kurban bayramında bütün
dünyada müslümanlar ve Mekke'de hacılar tarafından kestikleri kurbanlar da
"büyük kurban" sayılabilir.
21.1.5. Kim Kurban Edilecekti? Hz. İsmail mi, Yoksa
Hz. İshâk mı?
Daha önce işaret ettiğimiz gibi,
İsrail oğulları tarih boyunca iftihar edilecek ve kendilerini yüceltecek ne
kadar olay ve masal varsa hep kendilerine mal etmeye çalışmışlardır. Diğer
millet ve ümmetleri ise kötülemeye ve iftiralarla boğmaya çabalamışlardır.
Bunları yaparken tarihi ve dinî kitapları alabildiğince tahrif etmişler ve
bazen başka milletlerin iftihar kaynağı olan bir olayı da kendi hesaplarına
katmışlardır. Âdetleri üzere, Kurban vak'asını Hz. İsmail'e değil Hz. İshâk'a
mal etmişlerdir. İncil bu hususta şunları yazmaktadır.
"Allah, Abraham (İbrahim)'ı
imtihan etti ve dedi ki, 'ey İbrahim, tek ve yegâne sevdiğin oğlun İshâk
(İshâk) 'ı yanına alarak Moriah ülkesine git ve orada benim göstereceğim
dağlardan birine onu kurban et." (Doğuş, Bölüm: 22,1-2).
Bu satırlarda dikkate değer iki
nokta vardır. Birincisi, kurban edilecek evlâd'ın İshâk olduğu belirtilmiştir.
İkincisi, bu çocuğun, Hz. İbrahim'in tek evladı olduğu söylenmiştir. Halbuki,
bizzat İncil'in bazı diğer kayıtlarından bu sözlerin tamamıyla yanlış olduğu
anlaşılıyor. Meselâ İncil'in şu paragraflarına bakın:
"Ve İbrahim'in zevcesi Sarah
(Sâre)'ın hiçbir çocuğu yoktu. Onun Mısırlı bir hizmetçisi vardı, adı Hâcer
idi. Sarah Abraham (İbrahim)'e dedi ki, 'Bak Hüdavend beni evlâttan mahrum
bırakmıştır. Onun için sen benim hizmetçimin yanına git. Belki de böylece
evimiz neş'e ile dolar.' 'Ve İbrahim, Sarah'ın dediğini yaptı. Ve İbrahim,
Ken'an ülkesinde 10 seneden beri kalıyordu ve işte bu sıralarda karısı Sare
kendi hizmetçisini O'na verdi, ki O'nun karısı olsun. Ve O, Hâcer'in yanına
gitti ve O hamile kaldı." (Doğuş, Bölüm: 16, 1-3). "Allah'ın meleği
O'na dedi ki, sen hamilesin ve sen bir erkek çocuk dünyaya getireceksin. Adını
İsmail koy." (Doğuş, 16-11)
"İbrahim ve Hâcer'den İsmail
doğduğu zaman İbrahim 86 yaşında idi." (Doğuş, 16:16).
"Ve Hüdavend, İbrahim'e dedi
ki, senin karın olan Sarah'dan da sana bir erkek çocuk bahşedeceğim. Adını
İshâk koyarsın... O, gelecek yıl aynı tarihte Sarah'dan doğacaktır... O zaman
İbrahim, oğlu İsmail’i ve evin diğer erkeklerini yanına aldı ve aynı gün
Allah'ın emriyle onları sünnet etti. İbrahim 99 yaşında iken sünnet oldu.
İsmail ise sünnet olduğu zaman 13 yaşında idi." (Doğuş, 17:15-25).
"Ve oğlu İshâk doğduğu zaman
İbrahim 100 yaşında idi." (Doğuş, 21:5).
Bu ifadeler ile İncil'in, içine
düştüğü çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor. Şöyle ki, 14 yaşına kadar Hz.
İsmail, Hz. İbrahim'in tek evlâdı sıfatını koruyordu. Eğer Allah, Hz.
İbrahim'den tek evlâdının kurban edilmesini istemişse o İsmail olmalıdır. Yok
eğer Allah, Hz. İshâk (a.s.)'ın kurban edilmesini istemişse, o zaman O'nun Hz.
İbrahim'in tek evlâdı olduğunu söylemek yanlış olur.
Bu hususla, İslâm kaynaklarında da
derin ihtilâflar vardır. Müfessirlerin bir bölümünün sahabeler ve tâbîler'den
naklettikleri hadislere göre Kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshâk'tı. Bu
grupta şu isimler yer almaktadır.
Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah
bin Mes'ud, Hz. Abbas bin Abdulmuttalib, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Ebû
Hureyre, Katâde, İkrime, Hasan Basrî, Sa'id bin Cübeyr, Mücâhid, Şa'bi,
Mesrûk, Mekhûl, Zührî, Atâ, Mukâtil, Süddî, Ka'b-i Ahbâr, Zeyd bin Eslem (r.a.)
vs.
İkinci grupta yer alanlar ise
kurban edilmesi emrolunan çocuğun Hz. İsmail (a.s.) olduğunu savunuyorlar ki,
bunlar şöyle sıralanabilirler: Hz. Ebû Bekr, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Ömer,
Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Muaviye, İkrime, Mücâhid, Yusuf
bin Mehran, Hasan Basrî, Muhammed bin Kâ'b el-Kurâzî, Şa'bi, Said bin
el-Müseyyeb, Dahhâk, Muhammed bin Ali bin Hüseyin (İmam Muhammed el-Bâkır),
Rebi' bin Enes ve İmam Ahmed bin Hanbel vs.
Bu iki listeyi birbiriyle
karşılaştırınca bazı isimlerin müşterek olduğunu görürüz. Yani, aynı zât'ın
değişik hadisler naklettiği belirtilmiştir. Meselâ, İkrime'nin, Hz. Abdullah
bin Abbas'tan naklettiği hadise göre kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz.
İshâk'tı. Fakat Atâ bin Ebi Rebâh'ın yine Hz. Abdullah bin Abbas'tan naklettiği
hadis şöyledir: "Yahudiler, kurban edilmesi istenen çocuğun İshâk olduğunu
iddia ediyorlar. Ama Yahudiler yalan söylemektedir". Aynı şekilde Hz.
Hasan Basrî'nin, Hz. İshâk'ın "zebîh" (Allah yolunda kurban edilen)
olduğuna inandığına dair bir hadis vardır. Fakat, Amr bin Ubeyd'in ifadesine
göre, Hz. Hasan Basrî, Hz. İsmail’in zebîh olduğu konusunda hiç tereddüt
etmiyordu.
Hadisler ve tefsirlerde bu konuda
ortaya çıkan anlaşmazlık, gayet doğal olarak ulema ve fakihin de iki ayrı
gruba bölünmesine yol açmıştır. Nitekim, İbn Cerir ile Kadı İyâz vs. reylerini
kesinlikle Hz. İshâk lehinde vermişlerdir. İbn Kesir gibi alimler ise
kesinlikle Hz. İsmail’in zebîh olduğuna karar vermişlerdir. Fakat, Celâleddin
Suyutî gibi âlimler de ortada kalmış ve kesin bir tavır takınmaktan
kaçınmışlardır. Fakat elimizdeki bütün kaynakları bilimsel ve objektif şekilde
değerlendirecek olursak "zebîh"in, Hz. İsmail olduğuna karar
verebiliriz. Bu hususta şu delilleri ileri sürebiliriz.
1. Sâffât suresinde, Hz.
İbrahim'in, anayurdundan ayrılırken Allah'tan kendisine sâlih bir evlât ihsan
etmesini istediği belirtilmiştir. Buna cevap olarak, Allah(c.c) kendisine halim
(uysal ve mütevazi) bir evlât bahşedileceğini müjdelemiştir. Olayların
gelişmesi, Hz. İbrahim'in o ân içinde bulunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz.
İbrahim'in, duasını evlatsız olduğu bir sırada yaptığını gösteriyor. Müjdelenen
çocuğun da onun ilk erkek çocuğu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca sure'nin dili,
üslûbu ve hâdisenin mahiyeti aynı çocuğun delikanlılık çağma geldiği zaman Hz.
İbrahim'in O'nu Allah'ın arzusuna göre kurban etmeye karar verdiğini de
gösteriyor. Böylece, Hz. İbrahim'in ilk evlâdının Hz.İsmail olduğu kesinlikle
ortaya çıkıyor. Buna ilâveten, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in iki oğlundan
bahsedilirken isimleri de sıra ile anılmıştır.
"Bana ihtiyarlığımda İsmail
ve İshâk'ı bahşeden Allah'a hamdederim". (İbrahim; 39)
2. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İshâk'ın
doğacağına dair verilen müjdede kendisi için "ilim sahibi" (Zâriyat;
28) kelimesi kullanılmıştır. Hicr suresinde de şöyle denilmiştir: "Biz
seni âlim bir evlât ile müjdeliyoruz"
(Ayet; 53). Fakat Sâffât sûresinde
müjdelenen çocuğun "halîm" (uysal, mütevazı) olduğu beyan edilmiştir.
Demek ki, her iki çocuk da ayrı ayrı huy ve karaktere sahiptiler. Hz. İsmail'in
karakterinin belirgin özelliğinin "halim" olduğu anlaşıldıktan sonra,
kurban edilmesi emrolunan çocuğun İsmail’den başka birisinin olmadığı da
sanırız anlaşılmış olacaktır. Zira. Hz. İbrahim tarafından kurban edilmesi
istenen çocuğun âlim değil, halîm olduğu Kur'ân-ı Kerim'de belirtilmiştir.
Ayrıca halîm olan ilk çocuk ancak delikanlılık çağma yaklaştığı zaman âlim olan
ikinci çocuk doğmuştu, ikinci çocuğun doğacağına dair müjde de ancak kurban
vak'asından sonra verildiğine göre ilk kurbanlık muhakkak Hz. İsmail'di.
3. Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. İshâk'ın
doğacağına ilişkin müjde verilirken İshâk'ın da Yakûb adında bir çocuğa sahip
olacağı belirtilmiştir:
"Ayakta duran İbrahim'in
zevcesi güldü. Biz de O'na İshâk'ı, O'nun ardından da Yakûb'u müjdeledik".
(Hûd; 71)
Şimdi, Hz. İbrahim, rüyasında
ilerde olacak bir çocuğunu boğazlarken görmüş olsaydı, Allah'ın onun gerçekten
kurban edilmesini istediğine ihtimal vermezdi. Zira, bu çocuk kurban edildiği
takdirde onun Yakûb adında bir evlâdın babası olması söz konusu olamazdı.
Allame İbn Cerir bu delili çürütmek maksadıyla diyor ki, belki de Hz. İbrahim
rüyasını, Hz. İshâk, Yakûb adında bir erkek çocuğuna sahip olduktan sonra
görmüştür. Fakat bu çok uzak ve gülünç bir tahmindir. Zira, Kur'ân-ı Kerim,
kurban edilmesi istenen çocuğun "babasıyla beraber koşacak yaşa
geldiği" zaman kurban edilmeye götürüldüğünü açık bir dille ifade ediyor.
Herhangi bir ön yargı olmayan bir kişi bu cümleyi okuyunca kurbanlık çocuğun
ancak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu düşünecektir. Çoluk-çocuk
sahibi bir gençten söz edilirken böyle bir ifadenin kullanılabileceği düşünülemez.
4. Kur'ân-ı Kerim'de kurban
vaka'sının tümü anlatıldıktan sonraki ayetlerde Hz. İbrahim'e "peygamber
olacak İshâk adında salihlerden bir evlâdın müjdelendiği" belirtilmiştir.
Bu ayetlerden de kurbanlık çocuğun Hz. İshâk olmadığı belli oluyor. Aksine,
önce İsmail adında bir başka çocuğun müjdelendiği ve babasıyla beraber koşacak
yaşma geldiği zaman O'nun kurban edilmesi istendiği ifade edilmiştir. Hz.
İbrahim bu imtihandan başarıyla geçtikten sonra O'na İshâk adında başka bir
çocuk müjdelenmiş oldu. Olayların bu zinciri ve sıralaması, kurbanlık çocuğun
Hz. İshâk olmadığını, aksine bu çocuğun İshâk'tan birkaç sene önce doğmuş
olduğunu açık seçik bir şekilde ortaya çıkarıyor. Allâme İbn Cerir bu açık
delili şu tezle reddediyor. İlk önce İshâk'ın doğacağı müjdelenmişti ve
Allah’ın dileği üzerine ölmeye hazır olunca O'na mükâfat olarak peygamberlik
verileceği bildirilmişti. Ne var ki, İbn Cerir'in bu delili eskisinden daha da
zayıftır. Çünkü gerçekten böyle bir şey olsaydı, o zaman Cenab-ı Allah,
"O'na salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk'ı müjdeledik" yerine,
"aynı çocuğun salihlerden bir peygamber olacağını O'na müjdeledik"
ifadesini kullanırdı.
5. Güvenilir rivâyet ve hadislere
göre Hz. İsmail'in fidyesi olarak kurban edilen mandanın boynuzu Ka'be'de Hz.
Abdullah bin Zübeyr (r.a.) dönemine kadar muhafaza edilmişti. Daha sonra,
Haccâc bin Yusuf Harem'de Hz. Zübeyr'i kuşatıp Kâbe'yi yerle bir edince bu
boynuz da ortadan kayboldu. İbn Abbas ve Amir Şâ'bi bu boynuzu Kâbe'de
gördüklerini belirtiyorlar. (Bk. İbn Kesir). Bu gösteriyor ki, Kurban vak'ası
Suriye'de değil, Mekke-yi Muazzama'da vuku bulmuştu ve kurbanlık Hz. İsmail
(a.s.)'di. Çünkü böyle olmasaydı, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından inşa
edilen Kâbe'ye kurban vak'asının bir hatırası olarak boynuz saklanmazdı.
6. Arap rivâyetlerine göre,
Arap'lar yüzyıllar boyu Kurban vak'asının Mina'da meydana geldiğine inana
gelmişlerdi. Ve o zamandan başlayarak Hz. Peygamber (a.s.) zamanına kadar,
hacılar Mina'ya gidip Hz. İbrahim'in geleneğine göre kurban kesmişlerdi. Daha
sonra Hz. Muhammed peygamberlik payesine yükselince bu geleneği İslâmiyet'in
hac farizasının bir parçası haline getirdi. Bugün dahi müslüman hacılar 10
Zilhicce tarihinde kurbanlıklarını Mina'da kesiyorlar. Geçen 4500 yıldan beri
kesintisiz sürdürülen bu gelenek, Hz. İbrahim'in kurban etmek istediği oğlunun
İshâk değil, İsmail olduğunu inkâr edilmez bir kanıtıdır. Hz. İshâk'ın soyundan
oldukları bilinen Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında müslüman ümmeti gibi,
bütün milletin belirli bir günde kurban kesmesi veya bundan Hz. İbrahim'in
kurban kesmesinin bir anısı olarak sürdürülen bir gelenek yoktur.
Bunlar öylesine sağlam ve inkâr
edilmez delillerdir ki, bunların ortada bulunmasına rağmen bizzat
müslümanların bazı ileri gelenlerinin Hz. İshâk'ı "zebîh" (kurbanlık)
olarak neden kabul ettiklerine hayret edilebilir. Yahudilerin böyle iftihar
edilmesi gereken bir olayı, Hz. İsmail yerine ataları olan Hz. İshâk'a mal
etmeleri anlaşılır bir şeydir. Ama, müslümanların bir grubunun bu haksızlığı
kabullenmelerine ne demeli? Allâme İbn Kesîr bu sorunun gayet tatminkâr
cevabını meşhur tefsirinde vermiştir:
"Hakikati ancak Allahu Teâlâ
bilir. Fakat dikkat edildiğinde Hz. İshâk'ın zebîh (kurbanlık) olmasıyla ilgili
bütün hadis ve rivayetlerin, Kâb-ı Ahbâr tarafından nakledildiği ortaya çıkar.
Bu zat, Hz. Ömer döneminde müslümanlığı kabul etmişti ve müslümanlara Yahudi
ve nasarânın kitaplarından pasajlar okurdu. Kâ'b-ı Ahbâr'ın okuduğu parçaları
ilk önce sadece Hz. Ömer dinlerdi, daha sonra bazı diğer kimseler de bunları
dinlemeye başladılar. Böylece, Ka'b'ın bazı doğru, yanlış ve uydurma hikâye ve
masallarını da müslümanlar dinler hale geldiler. Halbuki, bu ümmet'in Ka'b'ın
bilgi hazinelerine ihtiyacı yoktu."
Bu konuya Muhammed bin Kâ'b
Kurazî'nin bir hadisi de ışık tutuyor. Muhammed bin Kâ'b Kurazî diyor ki,
"bir defasında benim yanımda Hz. Ömer bin Abdülaziz ve bazı diğer
arkadaşları arasında 'zebîh'in İsmail mi yoksa İshâk mı olduğu tartışması
çıktı. Toplantıda, daha önce Yahudi ama sonradan dindar bir müslüman olan bir
zât da vardı. O dedi ki, 'ya Emir'ul Mü'minin, vallahi billahi, zebîh, Hz.
İsmail'di. Yahudiler bu gerçeği çok iyi biliyorlar, fakat Araplara karşı kin ve
kıskançlıkları olduğu için Hz. İshâk'ın zebîh olduğunu iddia ediyorlar"
(İbn Cerir).
Bu iki olayı bir araya getirip
inceleyecek olursak, Hz. İsmail'in kurban oluşuyla ilgili ortaya çıkan
ihtilâfın, Yahudilerin sinsi ve plânlı bir propagandasının neticesi olduğunu
anlayabiliriz. Müslümanlar başından beri ilmi konularda ihtiyatlı ve toleranslı
davrandıkları için Yahudiler tarafından naklonunan rivâyetleri birer tarihi
gerek olarak kabul ediverdiler ve bunları yeterince araştırıp, ölçüp, biçip
reddetmediler.
Daha önce zemzem suyu sayesinde
Cürhüm kabilesinden bazı kimselerin Hz. Hâcer ile İsmail'in yanına gelip
yerleştiklerine ve Mekke'nin yavaş yavaş hatırı sayılır bir şehir durumuna
gelmeye başladığına işaret etmiştik. Hz. Hâcer'in aslında iyi ve uysal bir
insan olduğunu ve bu sebeple gerek kendisinin gerekse de Hz. İsmail'in yeni
yerleşenler tarafından çok sevildiklerini de beyan etmiştik. Hz. İsmail
Cürhümlüler arasında büyüyüp genç bir delikanlı olunca, Cürhümlüler O'nun
yakışıklılığı ve güzel ahlâkı yüzünden kendi kabilelerinden bir kızla
evlenmesini içtenlikle arzu ediyorlardı. Sahih-i Buhârî'de Hz. Abdullah bin
Abbas'ın bir rivâyeti nakledilmiştir. Buna göre, Hz. İsmail önce Cürhümlü bir
kızla evlendi, ancak Hz. İbrahim bu gelinini beğenmedi. Bunun üzerine Hz.
İsmail başka bir kızla evlendi. Bu kızı Hz. İbrahim çok sevdi. Bu kızdan 12
erkek çocuk doğdu. Aynı rivâyete göre, Hz. Hâcer, oğlunun ilk evliliğinden
sonra vefat etti.
Kâbe'nin Yerleşim Plânı
Bundan sonra, Hz. İbrahim (a.s.)
otuz yıl önce ailesinden bir kısmını getirip ıssız ve tenha çöle
yerleştirmesinin altında yatan asıl amacı gerçekleştirmeye koyuldu. Yukarıda
bahsettiğimiz Sahih-i Buhârî'de geçen İbn Abbas'ın rivâyetinin geriye kalan
bölümü şöyledir: "Bir gün Hz. İsmail zemzem kenarında bir ağacın dibinde
oturup oklar yaparken, birden bire Hz. İbrahim yanına geldi. Hz. İsmail O'nu
görünce ayağa kalktı ve baba ile oğul, her baba ve oğlun buluşup kucaklaşmaları
gibi kucaklaştılar. Daha sonra, Hz. İbrahim Allah'ın kendisine bir iş yapma
emri verdiğini söyledi. Hz. İsmail de Allah'ın kendisine emrettiği işi
yapmanın doğru olacağını söyledi. Hz. İbrahim, "bu işte bana yardım eder
misin?" diye sordu. Hz. İsmail, "tabii" diye cevap verdi. Bunun
üzerine, Hz. İbrahim, vadinin çevresindeki topraklardan biraz yüksek olan bir
kısmına işaret ederek, "işte orada Cenab-ı Allah benim bir ev yapmamı
istemiştir" dedi. Dolayısıyla, baba ile oğul Beytullah (Allah'ın evi)'ın
temellerini atlılar. Hz. İsmail taş ve kaya parçalarını getirir, Hz. İbrahim de
onları yerlerine göre yerleştirirdi. Beytullah'ın duvarları yükselince, Hz.
İbrahim (a.s.) bugün "Makam-ı İbrahim" (İbrahim'in yeri) olarak
bilinen taşı getirdi ve onun üzerine çıkarak yeniden tuğla ve taşları
yerleştirmeye başladı. Bu iş, duvarlar iyice yükselinceye kadar sürdü.
21.1.6.1. Arabistan'da ve Dünya'da Kâ'be'nin Durumu
Ka'be, diğer mescit veya camiler
gibi sadece bir ibadet yeri değildir. Aksine ilk günden beri İslâm dininin
merkezi olarak kullanılmaya başlandı. İslâm dininin evrensel mesajı buradan
bütün dünyaya yayılmaya başlandı. Tek Allah'ı tanıyan ve O'na iman edenler
dünyanın dört bir bucağından akın akın buraya gelip beraber ibadet eder,
Allah'ın önünde eğilirlerdi ve daha sonra İslâmiyet'in mesajını Tevhid ve
Risâlet'i ait oldukları ülke ve bölgelere dönerek yeni bir şevk ve heyecanla
yaymaya çalışırlardı. İman sahiplerinin Ka'be'de toplanma hareketine
"hac" ismi verildi.
Beytullah veya başka bir deyimle,
Kâbe'nin inşasının nasıl başladığı, Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail'in hangi
dua, temenni, dilek, istek ve heyecanla bunun temelini attıkları, duvarlarını
yaptıkları, hac ananesinin nasıl başladığı, bunun anlamının ne olduğu Kur'ân-ı
Kerim'de ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Gelin onlara bir gözatalım:
"İnsanlar için tesis olunan
ilk ev, Mekke'deki mübarek ve âlemlere hidâyet sebebi olan (mabet)dir. Orada
Allah’ın apaçık âyetleri ve İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emin
olur." (Al-i İmrân; 196-197)
"Çevrelerinde insanların
zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağmen (Mekke'yi) korkusuz (ve emin bir
belde) yaptığımızı onlar görmediler mi?" (Ankebut; 67)
Yani, Arabistan'da yaklaşık 2000
yıl her tarafta huzursuzluk, cinayet, katliam, kavga ve savaş devam ederken,
tek huzur ve sükûn yeri Beyt'ul Haram (Harem) idi. Her tarafta kan dökülürken
ancak burası emin bir yerdi ve burada kan akıtmak haramdı. Kâ'be'nin bu
hürmeti o kadar yaygın ve etkileyici idi ki, kan davasının bir gelenek ve
iftihar kaynağı haline ' geldiği Arap toplumunda, bir vahşi bedevi bile
Beytullah'ın içinde babasının katilinin kılma dokunmaya cesaret edemezdi.
"Bizim, Beyti sevab
kazanılacak yer ve emniyet mahalli eylediğimizi yâd et. İbrahim'in makamını
namazgah yaptınız. İbrahim ve İsmail’e, Beytimi tavaf edenler, itikâf
eyleyenler ve namaz kılanlar için temizleyin diye emrettik. İbrahim, 'Ya Rabbi!
Burayı emniyetli bir belde kıl. Ve halkından, Allah'a ve Ahiret'e iman
edenleri dünyanın mahsulünden rızıklandır' dediğinde Allah, onlardan inkâr
edenleri az bir şey faydalandıracağım. Sonra cehennem azabına icbar ederim.
Orası ne fena gidilecek yerdir' buyurdu. İbrahim ile İsmail, Beyt'in
duvarlarını yükselttiklerinde, 'ya Rabbi, bizden kabul buyur. Sen işitir ve
bilirsin'. 'Ya Rabbi, biz sana teslimiyetle sabit kıl. Zürriyetimizden sana
boyun eğen müslüman bir ümmet yarat. Bize menasikimizi (ibadet edecek
yerlerimizi) göster, bizi mağfiret el. Sen kullarına acır ve af edersin. Ya
Rabbi, O müslüman ümmete kendilerinden bir peygamber gönder ki, onlara
âyetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlardan temizlesin.
Sen aziz ve hakimsin' diye dua ettiler". (Bakara; 125-129)
"Ey Rabbimiz! Ben senin
mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir vadide evlâtlarımdan bir kısmını
yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Bu, Beyt-i Haram'da dosdoğru namaz kılmaları
içindir. İnsanlardan bir kısmını kalplerini onlara meylettir. Şükretmeleri
için, o belde halkını bazı meyvelerle rızıklandır" (İbrahim; 37)
"Şunu hatırla ki, İbrahim,
'ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl. Beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak
tut." 'Ey Rabbim, o putlar insanlardan bir çoğunu yoldan çıkardılar.
Artık bundan sonra kim bana tabi olursa o bendendir. Ve bana âsî olan senin
kudretin altındadır. Sen Gafursun, Rahimsin". (İbrahim; 35-36)
"İbrahim'e Beyt'in yerini
gösterdiğimizde, 'Bana hiçbir eş tutma. Beytimi, tavaf edenler, orada namaz
kılanlar, rükû ve secde edenler için iyice temizle. İnsanlara haccı ilân et.
Sana yürüyerek, zayıf develere binerek ve uzak olan her yoldan gelsinler. Ta
ki, kedilerine ait menfaatlere şâhid olsunlar ve Allah'ın kendilerine rızık
olarak verdiği kurbanlar üzerine malûm olan günlerde Allah’ın ismini
zikretsinler. O kurbanlardan yeyin ve muhtaç olan fakirleri doyurun".
(Hacc; 26-28)
21.1.6.2. Cahiliyye Döneminde Kâ'be'nin Bereketleri
Daha önce işaret ettiğimiz gibi,
Ka'be alelâde bir ibadet yeri değildi. Hicaz veya Arabistan'da bunun önemli bir
dini ve içtimai hüviyeti vardı. Ka'be, merkezi yeri ve kutsallığı açısından
bütün ülkenin siyasi, içtimai, iktisadi ve kültürel hayatında önemli bir
mevkiye sahipti. Hac ve umre için bütün ülkenin insanları buraya gelip
toplanırlardı. Bu toplantı, kavga ve savaşlar yüzünden tam bir anarşik manzara
arzeden Arabistan'da geçici olarak da olsa birlik ve beraberlik havası estirirdi.
Ülkenin her köşesinden gelen İnsanlar birbirini görür, tanışır, kaynaşırlardı.
Çeşitli bölge ve kabilelere ait İnsanlar arasında toplumsal ve sosyal
ilişkiler kurulurdu. Hac mevsiminde yapılan şiir müsabakası, Arap dil ve
edebiyatının gelişmesine ve arınmasına yardımcı olurdu. İnsanların bir araya
gelmesi ve ticari alışveriş için de faydalı olurdu ve böylece bütün memleket
bunun ekonomik yararlarını görürdü. Haram aylar[10]
sayesinde Arabistan'da senenin üçte birinde huzur ve barış sağlanmış olurdu.
İşte bu aylarda Arap kafileleri, ticaret ve diğer gayeler için ülkenin bir
ucundan öbür ucuna gidip gelebilirlerdi. Kurbanlık hayvanlar, boyunlarında
taşıdıkları işaretler ile kafilelerin dolaşımını hayli kolaylaştırırlardı.
Zira, bu işaretleri görenler saygılarını belirtir ve kâfirlere dokunmaya
cesaret edemezlerdi.
21.1.7. Hz. İsmail'in Peygamberliği ve Arabistan'da
Bunun Etkileri
Galib ihtimal şu ki, Hz. İbrahim
ile Hz. İsmail'in, Allah’ın evini inşa edip bunun dinin merkezi ve her sene
haccın yapılacağı yer olduğunu ilân etmelerinden hemen sonra Cenab-ı Allah, Hz.
İsmail'i Arabistan'da İslâm dinini yaymak üzere peygamberlik mevkiine getirdi.
Kur'ân-ı Kerim'de bu hususta şöyle
buyurulmuştur:
"Kitapta İsmail'i de an. O,
va'dinde sâdık ve gönderilmiş bir peygamberdi. Ehline namaz ve zekâtla
emrederdi. Ve Rabbinin yanında makbul idi.”
(Meryem; 54-55)
Gerçi tarihte Hz. İsmail'in hayatı
ve peygamberlikle ilgili çalışmaları hakkında etraflıca bilgi verilmemiştir.
Fakat peygamberlik vazifesini başarıyla tamamladığı, Kâbe'nin bütün
Arabistan'da merkezi bir yer olarak ortaya çıkmasıyla belli oluyor. Umre ve hac
için Arabistan'ın her tarafından İnsanlar buraya gelip toplanırlardı. Hac ile
ilgili kaide ve kurallar cahiliyye döneminde de ve İslâmiyet'in doğuşundan
sonra da hemen hemen aynı kaldı. Safa ile Merve arasındaki sa'y (koşu) ve 10
Zilhicce'de Mina'da kurban kesme adeti ilk günkü gibi devam etti. Bunlar
şüphesiz Hz. Hâcer'in sa'yi ile Hz. İbrahim'in kurban kesmesini hatırlatan
vecibelerdi. Umre ve hac için dört ayın haram ilân edilmesi geleneği de Araplar
arasında herhangi bir aksaklığa uğramadan devam eden bir gelenekli. İbrahim'in
dininin bazı diğer şiarları da Araplar arasında geniş çapta benimsenerek devam
etti. Meselâ, sünnet, cünüplükten sonra banyo, hayvanları kesmek, ölüleri
gömmek, nikâh ve boşanma (talak) ve ihdâd (dul kadının yas tutması) evlilik
ilişkilerinde oğulları ile anne ve kız kardeşlerin mahrem sayılması, diyet ve
kısas ile kesâmet hakkındaki hükümler. Buna ilâveten, bazı Arap âlim ve
düşünürleri abdest alırlar ve namaz da kılarlardı. Meselâ Kuss bin Sâ'idet'ul
İyâdî. Nitekim, Hz. Ebû Zer Gıfarî de İslam dinini kabul etmesinden üç yıl önce
namaz kılmaya başlamıştı. Fakat bu namazın nasıl olduğu henüz bilinmiyor.
Araplarda oruç tutma geleneği de vardı. Ayrıca itikâf da ederlerdi. Nitekim,
hadislerden birinde Hz. Ömer (r.a.)'in cahiliyye döneminde bir gece itikafa
niyet ettiği belirtilmiştir. Bunun dışında, Araplar bazı fiillerin iyi ve
hayırlı olduğuna inanırlardı. Örneğin, misafir ve yolcuyu ağırlamak, fakir
dilencilere sadaka vermek ve yardım etmek, zor durumda olanlara merhamet etmek
vs. Şayet Hz. İsmail (a.s.)'in peygamberliği, vaaz ve telkinleri son derece
başarılı olmasaydı, Arap'ların 2500 yıl cehâlet ve dalâlette yaşamalarına
rağmen Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın peygamberliğine kadar çeşitli dinî
vecibe ve talimatın, Arabistan'da tatbik edilmeye devam etmesine imkân
olamazdı. Her şeyden önemlisi, gerek Hz. İsmail'in talimatı gerekse ona tabi
olanların vaaz ve telkinleri sayesinde Hz. Peygamber (a.s.) devrine kadar
Araplar arasında Tevhid veya tek Allah'a yakın kavramlar devam etti. Bu
noktaya, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli yerlerde değinilmiştir: (Meselâ, Bk. Zuhruf;
87-Ankebut; 61-63, Mü'minûn; 61-63, Yunus; 22-23 ve 31, ve İsrâ; 67).
Ayrıca, Hz. İsmail'in
peygamberliğinin tesirlerinden biri, Hz. Peygamber (a.s.)'in dünyaya gelişine
kadar Arabistan'da Hunefa olarak bilinen dini bir toplumun bulunmasıdır.
Hunefa, çeşitli Arap kabilelerine dağılmışlardı. Bunlar şirke karşı çıkıyor,
Tevhid'e bağlılıklarını belirtiyor ve Din-i İbrahim-i tatbik etmek
istiyorlardı. Hunefa veya haniflerden bazı ileri gelenler şunlardı:
En-Nâbığat'ul Ca'di: Bu zât, Amir
bin Sa'sa'a kabilesindendi. Cahiliyye'de arada sırada İbrahim'in dini ve
"haniflik"ten bahsederdi. Oruç tutar, tövbe ve istiğfar ederdi.
Cahiliyye dönemine ait şiirlerinde Tevhid ve ölümden sonraki hayat gibi konular
işlenmiştir. Ayrıca suç ve ceza, cennet ve cehennem gibi kavramlara da
rastlanıyor. Daha sonra İslâmiyet'i kabul etti. (Bk. el-İsti'ab, C.I, s. 31).
Sırma bin Enes: Bu zât Adiyy bin
Neccar kabilesindendi. Cahiliyye'de dervişliğe özenmiş ve dünyadan elini,
eteğini çekmişti. Putperestliği terk etmişti. Cünüplükten sonra banyo yapar ve
aybaşı olan kadınla cinsi münasebetten kaçınırdı. İçki ve uyuşturucu maddeleri
sevmezdi. Önce Hıristiyan olmak istedi ama sonradan vazgeçti. Kendi kendine bir
mescit yapmıştı ve burada ibadet ederdi. Buraya cünüp olan veya aybaşı olan
bir kadını almazdı. İbrahim'in Rabbine ibadet ettiğini ve İbrahim'in dininden
olduğunu söylerdi. Şiirlerinden biri şöyledir:
"Hamd olsun, hiçbir ortağı
olmayan benim Rabbim olan Allah'a O'nu tanımayan bir şahıs kendi nefsine zulüm
eder."
Rasûlullah (a.s.) Medine'ye teşrif
buyurduğu zaman Sırma bin Enes hayli yaşlanmıştı. Ama Rasûlullah'ın geldiğini
haber alır almaz O'nun yanına gelip İslâmiyet'i kabul etti. (el-İsti'ab, C.I,
s. 323, El-İsâbe, CII, s. 179-İbn Hişâm, CII, s. 156).
Amr bin Abese: Bu zât, Beni
Süleym'dendi. İbn Sâd'in belirttiği gibi, Amr, İslâm'ın doğuşundan önce
putperestliği terk etmişti. İmam Ahmed, Amr'ın şu sözlerini nakletmiştir:
"Cahiliyye döneminde insanların yanlış yolda olduğunu biliyordum. Ayrıca,
putların hiçbir mana taşımadıklarını da anlıyordum". Kendisinin şu sözleri
de hadislerde yer almıştır: "Putlara tapmanın yanlış olduğu sanki kalbime
inen bir gerçekti. Bir defasında adamlardan biri benim ne düşündüğümü duyunca
Mekke'de de benim gibi düşünen bir adamın bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine
Mekke'ye geldim. Benim aradığım zât Rasûlullah (a.s.) idi. Kendisiyle görüştüm
ve O'nun talimatını öğrendim, sonra peygamberliğine iman ettim".
(El-İsti'ab, CU, s. 431).
Zeyd bin Amr bin Nüfeyl: Zeyd bin
Amr'ın hikâyesi çok ibret verici ve ilginçtir. Kendisi Hz. Ömer (r.a.)'in amca
oğlu olup Hz. Said bin Zeyd'in (Hz. Ömer'in eniştesi ve cennete gidecekleri
müjdelenen 10 sahabeden biri) babasıydı. Tevhid akidesine sıkı sıkıya
bağlıydı, putperestlikten nefret ederdi ve ölü hayvanların eti ile putlara
kurban edilen hayvanların etini haram sayardı. Kız çocuklarının öldürülmesi ve
diri diri gömülmesine şiddetle karşı olup böyle bir vak'a olunca kızları
kurtarmaya çalışırdı. Yahudilik ile Hıristiyanlığı da, "bizim
milletimizin şirki ile bunların şirki arasında herhangi bir fark yoktur"
diye reddetmişti. Hz. Ebu Bekr kızı Esma, O'nun hakkındaki bir anısını şöyle
dile getirmiştir: "Bir defasında Zeyd bin Amr'ın Kâ'be'nin duvarına
yaslanarak oturduğunu ve şöyle seslendiğini gördüm, 'ey Kureyşliler, Allah'a
yemin ediyorum, Allah'tan başka biri için kurban edilen bir hayvanın etini
yemeyeceğim. Vallahi, benden başka İbrahim'in dini üzerinde olan yoktur".
Kendisi şunları derdi: "Ey Allah, sana ibadet edilme yollarından
hangisinin en çok senin hoşuna gittiğini bilsem öyle sana ibadet eder, tapardım".
Zeyd bin Amr daha sonra elleri üzerinde secde ederdi.Din-i İbrahim'in aslını
bulmak için Suriye'ye seyahat etti, ama bunu orada ne Yahudilerde ne de
Hıristiyanlarda bulabildi. Sonra ellerini havaya açarak şöyle dedi: "Ya
Rab, Sen şâhidim ol, ben İbrahim'in dinine bağlıyım". Ne yazık ki, Lahm
bölgesinde, Hz. Muhammed (a.s.)'in nübüvvetinden beş yıl önce, bilinmeyen bir
kişi tarafından öldürüldü. Zeyd bin Amr'ın amcası ve üvey kardeşi Hattâb[11],
O'nun atalarının dininden dönmesi üzerine O'nu sürekli olarak rahatsız
ediyordu; hatta O'nu Mekke'yi terke mecbur etmişti. Ayrıca Kureyş'in
zorbalarını, O'nu şehre sokmamaları için peşine takmıştı. İslâm'ın doğuşundan
sonra, bir defasında Hz. Ömer ile Hz. Said bin Zeyd, Rasûlullah (a.s.)'ın, Zeyd
bin Amr ile ilgili fikrini sordular ve O'nun için mağfiret duası edip
etmeyeceğini öğrenmek istediler. Rasûlullah, "evet" dedi ve şöyle
devam etti, "O kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak kalkacaktır"
(El-İstiab, CU, s. 539- el-İsâbe, C.I, s. 552, İbn Hişâm, el, s. 239-240).
Ancak Arap'ların şirkinin
mahiyetini anlamak için hac sırasında hep bir ağızdan ettikleri şu dua
(telbiye)'ya dikkat etmeliyiz:
"Ben hazırım, Benim Allah'ım
ben hazırım, ben hazırım, Senin ortağın olanlardan başka bir ortağın yoktur.
Sen onun (ortağının) da ve diğer bütün şeylerin de mâlikisin".
Bu dua gösteriyor ki, Arap
müşrikleri, çeşitli tanrı ve tanrıçalara inanmalarına rağmen en büyük tanrı
olarak Allah'ı da tanıyorlardı. Onlara göre diğer tanrı ve mabudlar Allah'a
tabi ve bağlıydılar. Cehâlet ve dalâletin derinliklerine inmesine rağmen
tanrılar ve Allah hakkında böyle bir fikir taşımalarının ancak Hz. İsmail'in
vaaz ve telkinlerinin bir sonucu olduğu inkâr edilemez.
21.1.8. Hz. İsmail'den Sonra Kâbe'nin İdaresi
Hz. İsmail yaşadığı sürece
Kâbe'nin idaresi onun elinde kaldı. Hz. İsmail'den sonra Beytullah'ın
mütevellisi (idarecisi) oğlu Nâbit oldu. Ancak Nâbit'in vefatından sonra,
Cürhümlüler -ki Hz. Hâcer zamanından beri Mekke'ye yerleşmişlerdi- Kâ'be'nin
idaresini ele aldılar. Zira, İsmail'in evlâtları sayıca Cürhümlülerden azdı ve
maddi yönden de daha zayıftılar. Cürhümlüler ile beraber Amaliklıları bir kolu
olan Katura veya Kaytur kabilesi de bir süre Mekke ve dolayısıyla Kâ'be'nin
yönelimini elinde bulundurdu. Mekke'nin yukarı kısmına gelenlerden Cürhümlüler
ve aşağı kısmına (Ecyâd'a) gelenlerden Amalikalılar vergi veya harç alırlardı.
Fakat Cürhümlüler bir süre sonra Amalikalılarla savaşarak onları şehri terk
etmeye mecbur ettiler. Bundan sonra Cürhümlüler asırlar boyunca Mekke ve
Kâ'be'nin rakibsiz hâkimi oldular. (Mürûc'üz-Zeheb, Mes'udi, CU, s. 50, İbn
Hişâm, C.I, s. 118). Fakat zamanla onlar yozlaştılar. O kadar ki, Mekke'nin ve
Kâ'be'nin hürmetini zedelemeye başladılar. Kâ'be'ye sadaka veya hediye olarak
verilen mal ve mülkü yemeye başladılar. Ziyarete ve hacca gelenleri rahatsız
ettiler. İşi o kadar çığırından çıkardılar ki, zina için herhangi bir yer
bulamayanlar gidip bu günahı Ka'be'de işlerlerdi. Nitekim, ahlâkî bozukluğun
devam ettiği bu dönemde İsâf adlı bir şahıs Naile isimli bir kadınla Kâ'be'nin
ortasında zina yaptı. Allahu Teâlâ her ikisini lânetledi ve onlara azab
göndererek helâk etti. Bu vak'a bir müddet Mekkeliler için ibret kaynağı olmaya
devam etti. Ama ahlâkî değer ve ölçüleri o kadar bozulmuştu ki, bir süre
sonra, bu iki günahkâr kişinin putlarını yaptılar, birini Safa'ya, öbürünü de
Merve'ye yerleştirerek bunlara ibadet etmeye başladılar. Kâ'be'nin idarecileri
ahlâk yönünden işte böylesine alçalmışlardı.
Cürhümlülerin cehalet, dalâlet ve
sapıklığı had safhaya varınca Beni Kinâ'dan Beni Bekr bin Abd Menâfi ve Beni
Hüzâ'a'dan Gubşân'lılar onlara karşı savaş açtılar ve onları Mekke'den
kovdular. Cürhüm'lüler giderken Kâ'be'nin hazinesini zemzeme atarak izini yok
ettiler. Hatta zemzem kuyusunu da kapattılar. Daha sonra memleketleri olan
Yemen'e gittiler. Cürhümlülerin Mekke'den ayrılmalarından sonra Kâ'be'nin
yönetimi Gubşânlıların eline geçti. Gubşânlılar takriben 300-400 yıl
Beytullah'ın mütevellileri veya idarecileri olarak kaldılar ve bu süre içinde
Allah'ın evi tam bir puthaneye dönüştü. Kâbe’ye çok sayıda putların
yerleştirilmesi işlemi şöyle başladı. Gubşânlıların reisi Amr bin Luhayy
serveti, cömertliği ve şan-ü şevketi yüzünden Huzaa kabilesinin taçsız kralı
haline gelmişti. Yaptığı her iş ve verdiği her emir aynen uygulanırdı.
Çıkardığı her bid'atı da aynı şekilde benimsetirdi. Amr bir defasında Suriye'ye
gitti. Oradaki Amalikalıların putlara taptığını gördü ve bu işi çok beğendi.
Amr oradan dönerek yanında Hubel adlı bir de put getirdi ve bunu Kâbe’ye
yerleştirdi. Zamanla Kâ'be'ye bazı diğer putlar ve heykeller de kondu. Hz.
İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Meryem'in putları da yapılıp buraya yerleştirildi.
Hz. Meryem'in pulunun yerleştirilmesinin amacı herhalde Hıristiyanların dikkatini
de buraya celp etmekti. Sahih-i Buhârî'nin kitabü'l-enbiya bölümünde Hz.
Abdullah bin Abbas'ın naklettiği hadise göre, Ka'be'de Hz. İbrahim ve Hz.
Meryem'in resim ve tabloları da vardı. Başka bir hadise göre, bir resimde Hz.
İsmail, Hz. İbrahim ile birlikte ve iki elinde iki terazi ile gösterilmişti.
İbn İshâk diyor ki, bahire, sâibe, vesile ve ham gibi bid'atler de Amr bin
Luhayy tarafından icat edilmiş ve daha sonra Kur'ân-ı Kerim (Maide, âyet; 103)
tarafından yasaklanmıştı. Fakat İbrahim'in dinine tabi olanlar arasında
putperestliği başlatanın Amr olduğunu söylemek yanlış olur. Putperestlik daha
önce ve çok yaygın bir şekilde benimsenmiş durumda idi. İbn İshâk'ın dediği
gibi, çeşitli amaçlar için Mekke'ye gelenler memleketlerine dönerken buradan
birer taş parçası da götürür ve bulundukları yerde bunlara tapmaya ve
etraflarında dönmeye (tavaf etmeye) başlarlardı. (İbn, Hişâm, C.I, s. 79-80).
Kâbe'nin idaresi Kureyşlilerden
Kusayy bin Kitab'ın, Gubşânlıların kızıyla evlenmesi üzerine Beni Hüz'aa'dan
Kureyş kabilesine geçti. Bunun ayrıntılarını daha sonra vereceğiz.
21.1.9. Hz. İsmail'in Evlâtları
Arap vakânüvisleri ile
antropologları ve İncil, Hz. İsmail'in 12 oğlu olduğu konusunda ittifak
ediyorlar. Fakat, Cürhümlüler Mekke'ye iyice hakim olunca, İsmail'in
evlâtlarından çok azı bu şehirde kaldı ve çoğu ülkenin çeşitli bölgelerine
dağılıverdi. Hz. İsmail'in 12 oğlunun hangi istikametlere gittiği veya
onlardan hangi kabilelerin doğduğu bilinmiyor. Bu hususta tarihi kaynaklarda
herhangi bir kayda rastlanmıyor. Fakat, Arap kaynaklarından sabit olan
güvenilir ve doğru bir rivâyete göre Hz. İsmail'in büyük oğlu Nâbit'in
evlâtları arasında Adnan adlı bir şahıs vardı. Hz. İsmail ile Adnan arasında
geçen kuşakların adedi hakkında ihtilaf vardır ve Adnan'dan önceki şecere
maalesef muhafaza edilmemiştir. Urve bin Zübeyr (r.a.)'in ifadesine göre, Hz.
İsmail ile Adnan arasındaki aile bağını tam olarak bilen bir kişiye
rastlanmadı. İbn Mes'ud ile İbn Abbas ise, Adnan'dan önceki şecereyi
bildiklerini iddia edenlerin yalan söylemekte olduğunu belirtmişlerdir. Hz.
Ömer şecereye Adnan'dan başlamanın en doğru yol olduğunu söylüyor. İbn Sa'd'ın
"Tabakat" isimli eserinde ve Belâzuri'nin "Ensâb'ul-Eşrâf"
isimli kitabında bizzat Hazreti Peygamber efendimizin (a.s.) şu sözlerine yer
verilmiştir: "Ma'ad bin Adnan bin Udev'den öteye aile bağlantısını
gösterenler yalancıdır". Fakat Adnan'ın ötesindeki şecerenin bilinmeyişi,
Adnan'ın, İsmail'in evlâtlarından olmadığı anlamına gelmemelidir. Çünkü, bütün
Araplar, Adnan'ın İsmail oğullarından olduğu konusunda birleşiyorlardı. Bütün
Arap'ların bu hususta ittifak etmeleri Adnan'ın, İsmail oğullarından olmasının
inkâr edilmez bir gerçeğidir. Zira Araplar aile bağlarına ve şecereye büyük
önem verirdi ve bir kişinin aile bağını nesilden nesile bilmeden ve bu hususta
emin olmadan ittifak etmeleri mümkün değildi.
21.2. HZ.
PEYGAMBER'İN ŞECERESİ VE ARAP KABİLELERİYLE OLAN AKRABALIKLARI
Adnan'dan sonraki şecere tam
olarak muhafaza edilmiştir ve bu konuda Arap tarihçileri ve antropologları
arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Biz burada ilk önce Hz. Rasûl-i Ekrem
(a.s.)'in şeceresini vereceğiz. Daha sonra hangi kuşakta hangi Arap
kabilelerinin Hz. peygamber ile akraba olduklarını araştıracağız. Hz.
Peygamber'in şeceresi şöyledir.
Hz. Muhammed Rasûlullah (a.s.) bin
Abdullah bin Abdulmuttalib bin Hâşim bin Abdi Menaf bin Kusayy bin Kılâb bin
Mürre bin Kâ'b bin Lueyy bin Ğâlib bin Fihr bin Mâlik bin Nadr bin Kinâne bin
Huzeyme bin Müdrike bin Elye's[12]
bin Mudar bin Nizar bin Ma'ad bin Adnan.
Şu şeceredeki her kuşağın
büyüğünden çıkan ve böylece Hz. Peygamber ile akrabalıkları doğan kabilelerin
adları şunlardır:
Adnan'dan, oğlu Akk'ın, Yemen'e
gidip yerleşen evlâtları. Bunlar Hz. Ebu Musa Eş'arî'nin ait olduğu kabilesiyle
evlilik ilişkileri kurmuşlardı.
Ma'ad'dan, Kudâ'a ve lyâd
kabileleri
Nizâr'dan, Enmar (Has'am ve
Becile) kabilesi ve Rebia'nın bütün kabileleri (ki bunlar arasında Beni Bekr
bin Vâil, Tağlib ve Cedile yer alıyorlar), Abdul Kays, Aneze ve Nemir bin
Kâsit kabileleri.
Mudâr'dan, Kays'ın bütün
kabileleri (Süleym, Mazin, Fezâre, Abs, Eşca', Mürre, Zübyan, Gatafan, Ukayl,
Kuşeyr, Cüşem, Sakif, Bâhile, Beni Sa'd bin Bekr ve Beni Hevâzin'in tümü vs.)
Hz. Peygamber'in dadısı Halime, Beni Sa'd bin Bekr'e bağlıydı.
Elye's'den, Beni Temim, Beni
Dabbe, Müzeyne, Hüzâ'a, Eslem, Ukl ve Teym kabileleri.
Müdrike'den, Hüzeyl kabilesi, Hz.
Abdullah bin Mes'ud işte bu kabileye mensuptu.
Huzeyme'den, Beni Esed, Kare, Beni
el-Hûn'un tümü.
Kinâne'den, Beni Abd-i Menaf (ki
bunlar arasında Beni Bekr ve Beni Damre de yer alıyor), Beni Melkân veya Milkân
ve Beni Hudâl vs. Beni Firaş ile Beni Fukaym de Kinâne'nin evlâtlarındandı. Hz.
Ebû Zer'in kabilesi Gıfar, Beni Melkân'a mensuptu.
Ulema ve tarihçilerin bir grubu,
En-Nadr bin Kinâne'nin lakabının Kureyş olduğuna inanıyor. Ama bazı diğer ulema
ve tetkikçiler, Kureyş'in En-Nadr'ın torunu ve Mâlik bin Nadr'ın oğlu Fihr'in
lakâbı olduğunu belirtiyorlar. Bu âlimlere göre ancak Fihr'in evlâtları
Kureyş'li sayılabilirler[13].
Şimdi Hz. Peygamber (a.s.)'in
şeceresine tekrar dönelim ve bu defa hangi kuşakta Kureyş'in hangi ailesiyle
akrabalığı olduğuna bir göz atalım:
Fihr'den, Beni Muharib ve Beni
el-Hâris aileleri çıktı. Hz. Ebû Ubeyde bin El-Cerrah, Beni Haris'in bir
koluna mensuptu.
Ğâlib bin Fihr'den, Beni Teym'ul
Edrem ailesi doğdu.
Lueyy bin Ğâlib'den, Beni Amir
kabilesi başladı. Bu kabilenin dalından Hz. Fatma bint-i Zâide doğmuştu ki,
Ümmü'l-Mü'minin Hz. Hatice (r.a.)'nin annesiydi. Aynı kabilenin bir başka
koluna Süheyl bin Amr bağlıydı. Bu zât küfür ve dalâlet üzerinde iken
Hudeybiye Antlaşmasının hazırlanma işini yapmış ve oğlu Ebu Cendel'e zulüm ve
işkence yapmıştı. Fakat Mekke'nin fethinden sonra müslüman oldu ve Hz.
Peygamber (a.s.)'in ölümünden sonra Mekke'de irtidâd ve bid'at yayılmaya
başlayınca buna şiddetle karşı koydu. Aynı ailenin bir başka dalından
Ümmü'l-Mü'minin Hz. Sevde (r.a.) doğmuştu.
Kâ'b[14]
bin Lueyy'den, Beni Adiyy, Beni Cuman ve Beni Şehm aileleri başladı. Hz. Ömer,
Adiyy ailesine mensuptu. Hz. Osman bin Ma'zun, Beni Cumah'dandı ve Hz. Amr bin
As ise Beni Şehm ailesinin bir ferdiydi.
Mürre bin Ka'b'dan Beni Teym ve
Beni Mahzûm aileleri başladı. Hz. Ebu Bekr Sıddîk Beni Teym'dendi. Hz. Talha da
aynı aileye mensuptu. Ümmü'l-Mü'minin Hz. Ümmü Seleme ve ilk kocasının kabilesi
Beni Mahzûm'du ve aynı kabileden Ebu Cehl doğmuştu. Hz. Ömer'in annesi Hanteme
binli Hişâm da aynı sülâledendi ve bu akrabalık yüzünden Ebu Cehl, İbn Hişâm'ın
dayısı olurdu. Hazreti Peygamber (a.s.)'in vaaz ve telkinlerinin ilk
yıllarında, evi bir tebliğ merkezi olarak kullanılan Hz. Erkam da
Mahzûm'luydu. Aynı kabilenin bir kolunda Hz. Halid bin Velid doğdu. Rasûlullah
(a.s.)'ın öz babaannesi Fatma bint-i Amr da Mahzûm sülalesine bağlıydı. Hz.
Peygamber'in (a.s.) babası ve amcaları Ebû Tâlib bu hâtûndan doğmuşlardı.
Kilâb bin Mürre'den Beni Zühre
doğdu. Rasûlullah (a.s.)'ın annesi Amine, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkâs ve Hz.
Abdurrahman bin Avf Beni Zühre'ye bağlıydılar. Hz. Hamza'nın annesi Hâle binti
Uheyb de aynı aileden gelip Hz. Amine'nin amca kızıydı.
Kusayy bin Kılâb'dan Beni Abdü'1-Uzza,
Beni Abdü'd-Dâr ve Beni Abd bin Kusayy (veya Abd Kusayy) aileleri doğdu.
Ümmü'l-Mü'minin Hz. Hatice, Hz. Zübeyr bin el-Avvam, Varaka bin Nevfel ve Hz.
Hakîm bin Hizam (Hz. Hatice'nin yeğeni) hepsi Abdü'1-Uzza sülâlesinden geliyorlardı.
Hazreti Peygamber (a.s.)'in anneannesi Berre, Abdü'd-dâr ailesine bağlıydı ve
aynı ailenin bir kolundan Hz. Mus'ab bin Umeyr de geliyordu.
Abdi Menaf bin Kusayy'dan Beni
Abdul-Müttalib, Beni Abdi Şems ve Beni Nevfel çıktılar. Ümeyye hanedanının
hepsi Şems'in evlâtlarıydılar. Aynı kabilenin bir kolundan meşhur İslâm
düşmanı Ukbe bin Ebi Muayt da doğmuştu. Bunun ikinci kolundan Ümmi Cemil (Ebu
Leheb'in karısı Hammâlet'ul-Hatab) Ebu Süfyân ve kızı Ümmü'l-mü'minin Hz. Ümmü
Habibe geliyorlardı. Üçüncü kolundan Hz. Osman bin Affan geliyordu. Dördüncü
kola Mervan'ın babası Hakem bağlıydı. Abdi Şems sülalesinin diğer meşhur İslam
düşmanları Utbe ile Şeybe idiler. Utbe'nin kızı Hind (Ebu Süfyan'ın karısı) ve
oğlu Hz. Huzeyfe idiler. Beni Nev-fel'in ileri gelen kişileri arasında Hz.
Cübeyr bin Mut'im yer alıyordu. Beni Muttalib ise, Hz. Peygamber (a.s.)'in
doğuşundan önce de, kederde kıvançta Beni Hâşim'den yardımlarını esirgememiş
bir aile idi. Hz. Muhammed (a.s.), peygamber olunca da bu aile Beni Hâşim ile
birlikle Rasûlullah'ı ve müslümanları korumak ve desteklemek için elinden gelen
çabayı harcadı. Muttalib'e yakışıklılığı yüzünden "kamer" (ay
parçası) denilirdi.
Hâşim bin Abdi Menaf tan Beni
Hâşim'in tümü doğdu. Hâşim'in bir karısı Beni Kudâ'a'dandı. Nadle bin Hâşim ve
Şifâ binti Hâşim bunun batınından doğdular. Hâşim'in ikinci karısı Mâzin'den
Halide binti Hâşim ve Da'ife binti Hâşim dünyaya geldiler. Üçüncü karısı
Hüzâ'adan Esed bin Hâşim dünyaya geldi. Dördüncü karısı Hind binti Amr bin
Sa'lebe Hazrecliydi ki Hayye adlı bir kız ve Ebû Sayfi adlı bir erkek çocuk
dünyaya gelirdi. Beşinci eşi Medine'nin Hazrec kabilesine bağlı Beni Neccar
ailesinin kızı olan Selmâ binti Amr idi. Abdulmuttalib ile kız kardeşi
Rukayye'nin anneleri işte bu hanımdı. Böylece, Hazreti Peygamber efendimizin
akrabalığı önceden Medinelilere kadar uzanmıştı.
Abdulmuttalib'den, Abdulmuttalib
ailesinin hepsi meydana geldi. Abdulmuttalib'in bir zevcesi Fatma binti Amr bin
Âiz, Beni Mahzûm'dan geliyordu. Bu hâtûndan Hz. Muhammed (a.s.)'in babası
Abdullah, iki amcası Ebu Tâlib ve Zübeyr ile beş teyzesi Berre, Ümmül Hakim-ul
Beyda, Âtike, Umeyme ve Ervâ doğdular. Hz. Ebû Seleme ile Ebû Sebre, Berre'nin
çocuklarıydılar. Ümmül Hakîm ul-Beydâ, Hz. Osman (r.a.)'ın anne-annesiydi.
Umeyme, Hz. Abdullah bin Cahş ve Ümmül Mü'minin Hz. Zeyneb'in annesiydi.
Âtike'nin oğulları ise Zübeyr bin Ebî Ümeyye ve Abdullah bin Ebî Ümeyye idiler.
Hz. Abdulmuttalib'in ikinci eşi Hâle bint-i Uheyb, Beni Zühre'den geliyordu ve
Hz. Peygamber (a.s.)'in annesi Amine'nin amca kızıydı. Bu hatundan Hz.
Peygamber (a.s.)'in üç amcası, Hz. Hamza, Mukavvim ve Hacl doğdular. Hz.
Peygamber (a.s.)'in teyzesi Safiyye de aynı hanımdan doğmuştu, ki oğlu Hz.
Zübeyr bin el-Avvam'dı. Hz. Zübeyr'in babası Avvam bin Huveylid, Hz. Hatice'nin
kardeşiydi. Abdulmuttalib'in üçüncü eşi Nüteyle bint-i Cenâb, Benî En-Nemr bin
Kâsıt'tan geliyordu. Bu hatundan Hz. Abbâs ve Dırar doğdular. Dördüncü eşi
Semra binti Cündüb, Benî Bekr bin Hcvâzin'e bağlıydı, ki kendisinden Hâris bin
Abdulmuttalib doğdu. Bir başka karısı Lübünâ bint-i Hâcire idi ki, Benî
Hüzâ'a'ya bağlı idi ve ondan Ebû Leheb doğdu.
Rasûlullah (a.s.)'ın bu şeceresi
ve Arabistan'ın birçok kabilesiyle yakın akrabalığını gösteren yukarıdaki
tabloya baktığımızda şu noktalar derhal gözümüze çarpar.
Dünya'nın hiçbir peygamberi ve
hiçbir din kurucusu veya liderinin şeceresi ve geçmişi böylesine derinliğine
araştırılıp muhafaza edilmemiştir. Hz. Peygamber (a.s.)'in şeceresi ve ailesi
hakkında son derece dikkat ve titizlikle toplanan bunca geniş, muteber ve
güvenilir bilgilerle, onun özü, ırkı, ailesi, çevresi ve akrabaları bütün
çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor. Yani Hz. Peygamber (a.s.) geçmişi en iyi
bilinen ve didik didik edilen tarihi ve dini bir şahsiyet olarak ortaya
çıkıyor.
İkincisi, Hazreti Peygamber
(a.s.)'den başka bir dinî veya dünyevi liderin köklerinin kendi millet ve
toplumunda bu kadar derinliğine indiğine dair bu kadar etraflıca bilgi edinmek
mümkün değildir. Görüldüğü gibi, Arap'lar için Hz. Muhammed (a.s.)'in adı, sanı
ve sülâlesi bilinmeyen bir şey değildi. Aksine, ülkenin bir ucundan öbür ucuna
kadar yayılmış olan yüzlerce kabile ve gruplar Hz. Peygamber (a.s.)'in hangi
aileye mensup olduğunu ve bu aile ile kendilerinin ne gibi akrabalıklarım
olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Üçüncüsü, Mekke ve etrafında
oturmakta olan, Kureyş kabilesine bağlı ne kadar aile varsa onlarla Hz.
Muhammed (a.s.)'in bir akrabalığı vardı. Nitekim, Buhârî'den Hz. Abdullah bin
Abbas'ın şu sözlerine rastlanıyor:
"Kureyş'in her ailesiyle Hz.
Peygamber (a.s.)'in şöyle veya böyle akrabalığı vardı."
21.2.1.1. Kureyşlilerin Mekke'de Toplanarak Kâ'be'nin
İdaresini Ele Almaları
Daha önce işaret ettiğimiz gibi,
Cürhüm kabilesi Mekke'ye hâkim olduktan sonra İsmail oğulları Arabistan'ın
çeşitli bölgelerine dağılmışlardı. Aynı durum, Benî Hüzâ'a'nm bir kolu olan
Ğubşânlıların Kâbe'nin idaresini ellerinde bulundurdukları sırada da devam
etti. İsmail oğullarının diğer kolları gibi, Kureyşliler de Beni Kinâne'nin
yerleşim bölgelerine dağılmış durumda idiler ve çok az bölümü Mekke'de
oturuyordu. Tahminen M.S. 400'de[15]
Kusayy bin Kilâb bu duruma son verdi ve bundan böyle Kureyşliler gerek
Mekke'ye gerekse Beytullah'a hâkim oldular.
Bu olay şöyle özetlenebilir.
Kusayy’ın babası Kilâb bin Mürre öldükten sonra annesi Fatma binti Sa'd ki,
Ezd'i Şenev'e kabilesine bağlıydı. Benî Kudâa'nın bir ferdi olan Rabia bin
Harâm ile evlenip Suriye'ye gitti ve orada ikinci kocasından Rizâh bin Rabîa
isminde bir erkek çocuk doğurdu. Kusayy genç bir delikanlı olunca Beni
Kudâ'a'nın bir ferdiyle kavga ettiği sırada o şahıs kendisine şöyle bir lâf
attı: "Sen bizde yetişip bize kafa tutuyorsun. Sen burada ne arıyorsun,
git kendi adamlarına". Bunun üzerine Kusayy, annesine "ben
kimim?" diye sordu. Annesi de kendisinin Kitab'ın oğlu ve Kureyş
kabilesinin bir ferdi olduğunu söyledi. Ayrıca, Kureyşlilerin Beyt-ul Haram'ın
yanında ve Mekke şehrinin çevresinde oturduklarını açıkladı. Kusayy bunun
üzerine kendi adamlarına gitmeye karar verdi. Nitekim, hac mevsiminde Benî
Kudâ'a'nın kâfilesiyle birlikte Mekke'ye vardı ve oraya önceden yerleşmiş olan
ve Kitab'ın vefatına kadar genç yaşta olan öz kardeşi Zühre'ye misafir oldu.
Zühre, o sırada Mekke hâkimi ve Kâ'be'nin idaresinin Kusayy'a geçişiyle ilgili
rivayetlerde bazı ihtilâflar vardır. Bir rivayete Huleyl, ölümünden sonra
yerine Kusayy'ın geçeceğini vasiyet etmişti. Başka bir rivayete göre, Hulcyl'in
mütevellisi olan Hüleyl bin Hubşiyye Hüzal’ın kızı Hübba'yı kardeşi Kusayy
için istedi. Huleyl, Kusayy'ın asaleti ve etkileyici şahsiyetini görüp bu teklifi
memnuniyetle kabul etti. Bundan sonra, Mekke'nin hakimiyeti ve Kâ'be'nin
ölümünden sonra Kusayy herkesten çok kendisinin Mekke'nin hakimiyetine ve
Kâ'be'nin idaresine lâyık olduğunu iddia etti ve Beni Hüzâ'a ile Beni bekr bu
iddiasını kabul etmeyince Kusayy yardımına üvey kardeşi Rizâh ve Benî Kinâne
ile Kudâ'a'yı çağırdı. Kusayy ayrıca Mekke'nin etrafındaki Kureyşlileri de bir
bayrak altında toplayarak düşmanlarıyla mücadele etti ve savaşarak Beni Hüzâ'a
ile Beni Bekr'i Mekke'den kovdu. Daha sonra taraflar, aralarında çıkan ihtilâf
ile ilgili karar vermek üzere Ya'mur bin Avfı (ki kendisi Beni Abd-i Menat bin
Kinane'dendi) hakem seçtiler. Ya'mur, Kusayy'ın ve ailesinin kesinlikle İsmail
oğullarından oldukları için Kâ'be'nin idaresini Hûzâ'a'lılardan daha çok hak
ettiklerine karar verdi ve herkes bu kararı kabul etti.
Kusayy, Hüzâ'a ile olan kavgasını
hallettikten sonra Beni El-Ğavs bin Mürr'ün işini bitirmeye çalıştı. Sûfe
olarak bilinen Benî El-Ğavs, Cürhüm ve Huzâ'alıların zamanından beri hac
mevsiminde Arafat ve Mina'da sahip oldukları bazı imtiyazlar yüzünden keyfi
hareket ederlerdi. Hac farizası edâ edilirken her konuda öncelik bunlara
tanınırdı ve bunların izin vermediği yerlere diğer hacı adayları
gidemiyorlardı. Kusayy, Beni El-Ğays bin Mürr'ün bu keyfi hareket ve
imtiyazlarını ortadan kaldırmak amacıyla hac sırasında kendileriyle silahlı
çarpışmaya girişti ve onları yenerek sahip oldukları mevkiye son verdi.
(Tafsilât için Bk: İbn Hişâm).
Böylece, Kusayy hem Mekke'nin hem
de Kâ'be'nin yönetimini ele geçirdikten sonra Kureyş olarak bilinen Fihr'in
bütün evlâtlarını Arabistan'ın muhtelif bölgelerinden getirterek Mekke'ye
yerleştirdi. Kusayy bütün Mekke şehrini Kureyşliler arasında taksim etti ve
her mahallesine birer aileyi iskân etti[16].
Bu sebepten dolayıdır ki, Kureyşliler kendisine "Mücemmi"' (Toplayan
kişi) lakabını verdiler. Nitekim Huzâfe bin Gânim Adevî adlı bir şair'in bir
beyti şöyledir:
"Senin baban Toplayan
(Mücemmi') Kusayy idi Allah O'nun vasıtasıyla Fihr'in kabilelerini
topladı."
21.2.1.2. Mekke'nin Yönetimi ve Hac İle İlgili
Çalışmalar
Kusayy'ın bu değerli hizmet ve
çalışmaları sebebiyle bütün Kureyş kabileleri kendisini reis ve lider olarak
kabul ettiler. Kusayy her konuda Kureyşliler ile Arap'ların lideri, imamı ve
akıl hocası oldu. Genç bir kıza etek giydirme merasimi yapıldığı zaman
Kusayy'ın evi seçilirdi. Bir nikâh kıyıldığı zaman Kusayy'ın evinden daha iyi
bir yer yoktu. Önemli bir meseleyi konuşmak için yine Kusayy'ın evi bir
karargâh olarak seçilirdi. Bir kabile ile savaşa gidilmeden önce de bütün
kabile ve aile reisleri yine Kusayy'ın evinde toplanırlardı. Bu sebeple,
Kusayy'ın evine "Dâr ün Nedve" denir ve bir kapısı Kâ'be'ye açılırdı.
Savaş sırasında Kusayy'ın evlâtlarından biri bayraktar olurdu. Bayraktarın adı
Arapçada "el-Livâ" idi. hac ile ilgili bütün vazifeler ve çalışmaları
yine Kusayy yapardı. Bu hizmetlerden biri, hacılara su içirmek, diğeri de yemek
yedirmekti. Yemek, içmek ile ilgili masrafların karşılanması için bütün Kureyş
aileleri para toplayıp Kusayy veya O'nun temsilcisine verirlerdi. Hac devam
ettiği sürece kendi yeme ve içme meselelerini halledemeyen hacıların masrafları
bu paradan karşılanırdı. Kusayy ve evlâtları Kâ'be'nin anahtarını da
kendilerinde bulundururlardı. Kâ'be'nin kapısını açıp kapama görevini onlardan
başkası yapamazdı.
Kusayy yaşadığı sürece Mekke'nin
bütün yönetimini kendi elinde bulundururdu. Ölüme yaklaştığı zaman, oğlu Abd-i
Menâfin ününün bütün Arabistan'a yayıldığını ve herkesin onun kişiliği ve
kabiliyetinden sözetmeye başladığını görünce Mekke'nin yönetimini ve Hac ile
ilgili bütün hizmet ve vazifeleri ikinci oğlu Abd-üd-Dâr'a devreni. Kusayy'ın
vefatından sonra bir müddet Mekke ve Kâ'be'nin idaresiyle ilgili kararma saygı
gösterildi, fakai daha sonra evlâtları idareye ortak olmak için birbirine girdiler.
Kureyşlilerin çoğu iki kampa bölündü. Bir kısmı Benî Abd-üd Dâr'ın diğer bir
kısmı da Beni Abd-i Menâfin yanında yer aldı.[17]Bir
çatışmanın çıkması an meselesi idi. Fakat son anda anlaşmaya varıldı ve
Kureyşliler bir iç savaştan kurtuldular. Varılan anlaşmaya göre Beni Abd-üd
Dâr'a üç görev verildi. Kâbe'nin anahtarını bulundurmak, savaşa bayraktarlık
yapmak ve Abd-üd Dâr'ın evini toplantı ve müzakere yeri olarak kullanmak. Beni
Abd-i Menâfa ise hac mevsiminde hacıların yemek içmek gibi ihtiyaçlarını
karşılamak vazifesi verildi. Beni Abd-i Menaf aralarında müzakere ve istişare
yaptıktan sonra kendilerine verilen her iki vazifeyi Hâşim'e devrettiler.[18]
Hâşim'in asıl ismi Amr idi. Hâşim
ise lakâbı idi. Bu lakabın verilmesinin sebebi şu idi: Mekke'de bir defasında
şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgösterdi. Hâşim, ailesi ve yakınlarının
açlığını gidermek üzere Suriye'den hububat getirtip ekmekler yaptırdı ve
birçok deveyi kesip etli yemek pişirtti. Bu yemeğe ekmek parça ve
kırıntılarını karıştırarak adamlara dağıttı. "Heşm" Arapçada kırmak
ve ezmek anlamına gelir. Amr ekmekleri parçalayıp kırıntılarını yemeğe
karıştırdığı için kendisine "Hâşim" lakâbı verildi. Hacılara yedirme,
içirme görevi kendisine verildikten sonra Hâşim, Hac mevsimi yaklaştığı zaman
Kureyşlileri toplayarak şunları söylemeyi âdet edinmişti. "Bu İnsanlar
Allah’ın evini ziyarete gelmişlerdir. Bunlar Allah’ın misafiridirler. En çok
dikkat edilmesi ve ağırlanması gereken kişiler tabii ki Allah'ın
misafirleridir. Cenâb-ı Allah size bazı imtiyazlar tanımış ve size şerefli bir
görev vermiştir. Allah sizi öyle korumuştur ki, bir komşu bunu yapamaz. Bu
sebeple, çok uzak yerlerden, zayıflamış ve halsiz olmuş dişi develerin
sırtında yorgun, perişan ve tozlarla dolu bir şekilde gelen O'nun misafir ve
ziyaretçilerini ağırlamak konusunda hiçbir şey esirgemeyin. Bu zavallı
insanların elbiseleri kirlenmiş, saçları kirlenmiş ve erzakları bitmiştir.
Onun için onlara yemek verin, su içirin." Bu çağrı üzerine Kureyş'in
bütün kabile ve ailelerinden para ve yiyecek gönderilir ve bunlara en büyük
payı Hâşim katardı. Daha sonra, zemzem kuyusu Cürhümlüler tarafından
kapatıldığı için Mekke'nin diğer kuyularından su toplanır ve hacılara
dağıtılırdı. Yemekler pişirilir ve ekmek parçaları ete katılırdı. Ekmek süte de
karıştırılır ve lapa haline getirilirdi. Hacılara hurma ve bazı diğer
yiyecekler de verilirdi. Hacılar Mina'dan dönünceye kadar bu şekilde
ağırlanırlardı. Bu sebeplerden dolayı, Hâşim bütün Arap kabilelerinin
sevgilisi haline geldi.
21.2.1.4. Kureyşlilerin Ticaretle Uğraşması ve
Refahları
Kureyş sûresinde, Allah'ın bir
rahmeti ve inayeti olarak yaz ve kış mevsiminde yapılan seyahat olarak
belirtilen Kureyşlilerin ticaretini ilk önce başlatan Hâşim'di. Arap'ların
dünya ticaretine katılma fikri ilk önce Hâşim'in kafasında doğmuştu. Hâşim üç
kardeşi Abd-i Şems, Muttalib ve Nevfel'i toplayarak Doğu ülkeleri ile Suriye ve
Mısır arasında Arabistan üzerinden yapılan ticarete katılma yollarını aradı.
Hâşim ayrıca iç piyasanın ihtiyaçlarına göre iç ticarete önem vermeye çalıştı
ve uluslararası ticaret yolundan geçecek olan ticaret kafilelerinin Arap'ların
ihtiyaç duydukları malları satma geleneğini de başlattı. Böylece Arabistan'ın
iç kısımlarından ve Mekke'den birçok tüccar halkın ihtiyaç duyduğu malları da
satmaya başladılar. O sıralarda İran'da işbaşında bulunan Sasanî hanedanı
beynelmilel ticarete tamamıyla hâkimdi. İranlıların ellerinde bulundurdukları
ana ticaret yolu Doğu ülkelerinden başlayarak kuzey bölge ve Basra Körfezinden
geçiyor ve Roma ve Bizans İmparatorluklarına kadar uzanıyordu. Bu ticaret,
özellikle Arabistan'ın güneyinde Kızıldeniz kıyıları boyunca zenginlik, refah
ve saadet yollarını açmıştı.
Arabistan'ın diğer ticari
kafilelerine nisbetle Kureyşliler her tarafta saygıyla karşılanıyor ve ilgi
görüyorlardı. Bunun sebebi, Kâ'be'ye ve hacılara hizmet etmeleriydi. Bilindiği
gibi, Hac mevsiminde Kureyşliler hacıların yeme, içme ve kalmaları için
cömertçe hareket ediyor ve rahat etmeleri için ellerinden gelen çabayı
harcıyorlardı. Kâ'be'yi mütevellileri olmaları bakımından da ayrı bir saygı ve
itibar kazanmışlardı. Bu bakımdan Arabistan ahalisi kendilerine oldukça
minnettar ve şükran borçluydular ve ticaret kafileleri nereden geçerse geçsin kendilerine
her türlü kolaylık göstermeye amade oluyorlardı. Arap tüccarları arasında
sadece Kureyşliler korkusuzca ve kaygısızca yolculuk edebiliyorlardı. Yolda
kendilerine saldırı yapılacağından veya soyulacaklarından korkmuyorlardı.
Kureyşlilerden, geçtikleri yollarda diğer kafilelere oranla çok az miktarda
vergi veya gümrük alınırdı. Hâşim bütün bu faktörleri göz önünde bulundurarak
ticaret işine el atmaya karar verdi ve buna üç kardeşini de ortak yaptı. Hâşim
plânını gerçekleştirmek amacıyla adım adım ilerledi. Ticari konularda Hâşim
Suriye'nin Gassanlı hâkiminden, Abd-i Şems Habeş kralından, Muttalib Yemenli
emirlerden ve Nevfel Irak ve İran yöneticilerinden bir takım imtiyazlar elde
etmeyi başardılar.[19]
Bu şekilde, Kureyş'in ticareti kısa bir zamanda bir hayli gelişti ve dört
kardeşe "tüccarlar" lakâbı verildi. Ayrıca, çevredeki kabile ve
komşu ülkeler ile kurdukları iyi ilişkiler sebebiyle de kendilerine
"Eshâb-ul İylâf" ünvanı da verildi. Bu deyimin lügat manası
"sevgi yaratanlar"dır, ama ıstılah olarak yollardan geçerken dostane
münasebetler sayesinde ticaret kafilelerinin barış ve huzur içinde geçmelerini
temin etmişlerdi.
Ticaret yüzünden Kureyşliler
Suriye, Mısır, İran, Irak, Yemen, Habeşistan ve diğer ülkelerle ticari,
ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler kurma fırsatını buldular. Kureyşliler
ve dolayısıyla Araplar, çeşitli ülkelerin kültür ve medeniyetini kendi
gözleriyle görme ve bilme imkânına sahip oldular. Tabii ki bu temaslar
sayesinde akıl, kültür ve zekâ ile tecrübe seviyesi bakımından Kureyşliler
diğer bütün Arap'ları geçtiler. Servet ve refah bakımından da üstün hale
geldiler. Mekke de Arabistan'ın en mühim ticaret ve kültür merkezi durumuna
geldi. Kureyşlilerin beynelmilel münasebetleri sırasında kültür alanında elde
ettikleri önemli bir kazanç da Irak'dan ilerde Kur'ân-ı Kerim için kullanılacak
Arapça yazısını öğrenmeleri oldu. Kureyşliler arasında okuma yazma bilenlerin
oranı diğer kabilelere nisbetle daha fazlaydı. Bu sebepten dolayıdır ki,
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) "Kureyşliler, halkın lideridirler"
dedi. (Bk: Müsned-i Ahmed, Amr bin el As'ın hadisleri) Hazreti Ali'nin rivâyet
ettiği bir hadise göre de Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular. "Arapların
liderliği önce Himyerlilerde idi. Daha sonra, Allahu Teâlâ bu liderliği
onlardan alıp Kureyş'lilere verdi."
Kureyşliler maddi kalkınma ve
refahın en iyi dönemini yaşarken, Habeşli vali Ebrehe Mekke'ye yürüdü. Eğer
Ebrehe Mekke'yi fethedip Kâ'be'yi yıkmaya muvaffak olsaydı yalnızca
Kureyşlilerin iktidar ve ikbâli değil, Beytullah'ın dinî nüfuzu ve hürmeti de
ortadan kalkmış olacaktı. Cahiliyye dönemi Araplarının, Kâ'be'nin Allah'ın evi
olduğuna dair inançları büsbütün yok olacaktı. Habeşlilerin Mekke'ye kadar
uzanmalarından sonra Bizanslılar da Kureyşliler ile Arap'ların ellerinde
bulunan Mekke ile Suriye arasındaki ticaret yolunu ele geçirmeye
çalışacaklardı. Neticede, Kureyşliler Kusayy bin Kitab'tan önceki zayıf,
çaresiz ve perişan duruma düşeceklerdi. Fakat, Cenâb-ı Allah tam zamanında
binlerce küçük kuş tarafından küçük taşlar attırmak suretiyle Ebrehe'nin 60 bin
kişilik ordusunu imha etti ve bu ilahî azabtan kaçmaya çalışan Habeşlilerin
cesetleriyle Mekke'den Yemen'e kadar bütün yollar doldu. Böylece, hem Araplarda
Kâ'be'nin Allah'ın evi olduğuna dair inanç daha da güçlendi, hem de
Kureyşlilerin gücü ve itibarı bütün ülkede yükselmiş oldu. Bu büyük ve ibret
verici olaydan sonra bütün Arap'lar Kureyşlilerin Allah'ın koruması altında
olduğuna inandılar. Bundan sonra Kureyşlilerin ticari kafileleri daha bir
serbesti içinde ülkede dolaşmaya ve zenginlik ile bolluk içinde yaşamaya
başladılar.
21.2.1.5. Abdulmuttalib bin Hâşim
Hâşim ticari yolculuklarda ilgili
Suriye'ye giderken ekseriya Medine'de kalırdı. Medine'deki Hazrec kabilesinin
bir kadınıyla daha önce evlenmişti. Bu kadından iki çocuk doğdu; biri Hayye
(kız) ve diğeri Ebû Sayfî (erkek). İşte bu yolculuklarından biri sırasında
Hâşim yine Medine'de idi. Orada yine Hazrec kabilesine bağlı Beni Neccar
ailesinin genç ve güzel kızı Selmâ binti Amr bin Zeyd'i, pazar yerinde yüksek
bir yere oturup kendisi için satılacak ve alınacak mallara işaret ederken
gördü. Hâşim bu kızın gerek büyüleyici güzelliği, gerekse asaleti ve zekâsına
hayran kaldı ve onunla evlenmek istedi. Ama, bu kızın evlenmek için bir şartı
vardı, o da şu. Kendisi evlendikten sonra tamamıyla özgür olacaktı ve kocasının
huy ve alışkanlıklarını beğenmediği takdirde ondan ayrılacaktı. Hâşim bu şartı
kabul etti. Düğün Medine'de yapıldı ve aynı şehirde bu kızdan Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.)'nın dedesi Abdulmuttalib yaklaşık M.S. 495'dc dünyaya geldi.
Hâşim bu ticari yolculuktan sağ dönemedi ve Gazze'ye vardığında hastalanarak
öldü. Böylece Abdulmuttalib gençlik çağına kadar Medine'de annesinin yanında
kaldı. Hâşim ölmeden önce kardeşi Muttalib'in Kâ'be'nin mütevellisi olacağını
ve hacılara yemek verme ve su içirme hizmeti yapacağını vasiyet etmişti.
Ayrıca, Muttalib'i kendi ailesinin ve emlâkinin vekili de tâyin etmişti. Bu
tarihten itibaren Hâşim ve Muttalib aileleri birbirlerine ayrılmayacak şekilde
yaklaştılar. Buna karşı, aralarında Ümeyye ailesinin de bulunduğu Abd-i Şems
ile Nevfel aileleri birbirleriyle ittifaka girdiler ve sonuna kadar böyle
kaldılar. Rasûlullah (a.s.)'ın peygamberlik döneminde diğer Kureyşli kabilelerin
Hz. Peygamber (a.s.) ve bir avuç müslümana karşı sosyal boykot uygulamaya
başladıkları zaman en çok eziyeti Beni Hâşim ile Benî Muttalib çekmişlerdi.
Beni Nevfel ile Beni Abd-i Şems ise muhtelif kampta idiler.
Asıl adı Şeybe olan ve kendi
meziyetleri yüzünden "Şeybetül Hamd" olarak tanınan Abdulmuttalib
Medine'de çocukluk çağını yaşarken bir defasında Hassan bin Sabit'in babası
olan Sâbit bin Münzir Mekke'ye gitti ve daha önceden iyi arkadaş olduğu
Muttalib ile görüştü. Görüşme sırasında Muttalib'e, "sen yeğenini
görürsen çok sevineceksin. Zira kendisi çok yakışıklı ve etkileyici bir
gençtir" dedi. Bunun üzerine Müttalib'de yeğenini görme arzusu uyandı.
Mekke'den Medine'ye gitti ve Abdulmuttalib'i deveye bindirip eve getirdi.
Kureyşliler bir delikanlıyı Muttalib ile görünce, "bu Abdulmuttalib
(Muttalib'in uşağı)dır" dediler. Muttalib adamlara kızdı, delikanlının,
kardeşinin oğlu olduğunu, adının Şeybe olduğunu ve bu itibarla
"Abdulmuttalib" diye çağrılmasını istedi. Ne var ki,
"Abdulmuttalib" ismi o kadar yaygınlaştı ki, asıl adı unutulmuş oldu.
Bundan kısa bir süre Muttalib ticari yolculuğu sırasında Yemen'e gitti ve orada
öldü. Ölümünden sonra Abdulmuttalib halefi oldu ve hacılara hac mevsiminde
yemek verme ve su içirme görevine devam etti. İbn Sa'd, Abdulmuttalib'i şöyle
tarif ediyor: "Abdulmuttalib Kureyşlilerin en yakışıklısı, en cüsselisi,
en güçlü, en ciddisi, en kibarı, en cömertiydi ve erkeklerin bütün ayıp ve
kötülüklerinden uzaktı." İbn Hişâm kendisi hakkında şunları yazıyor:
"Abdulmuttalib kendi halkı arasında öylesine yüksek mevkiye ve şerefe
yükseldi ki atalarından kimse O'nun yerine erişemedi. Halkı O'nu seviyor ve
takdir ediyordu." İbn Kesîr'in yazdıkları ise şunlardır:
"Abdulmuttalib de her sene Ramazan ayında Hira mağarasına gidip ibadet
eder ve ay boyunca fakir fukaraya yemek ve içecek dağıtırdı."
Taberî, İbn Kesir ve Belâzuri'nin
beyan ettiklerine göre Abdulmuttalib'in amcası Nevfel, Hâşim'in bıraktığı
mirasdan bir bölümünü gaspetmişti. Abdulmuttalib bu yüzden Nevfel'i Kureyş kabilesinin
büyükleri nezdinde şikayet etmişti. Fakat büyükler amca ile yeğen arasındaki
davaya karışmaktan kaçındılar. Bunun üzerine Abdulmuttalib derdini annesinin
akrabalarına anlattı ve Medine'den Beni Adiyy bin Neccâr'ı yardımına çağırdı.
Bu çağrıya uyan Abdulmuttalib'in dayısı Ebu Said bin Ades 80 kişiyle Mekke'ye
geldi ve zor kullanarak Nevfel'i yeğeninin hakkını geri vermeye mecbur etti.
Bundan sonra Benî Nevfel de Benî Hâşim'e küserek Beni Abd-i Şems ile birleşti
ve Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine kadar Beni Hâşim'in muhalifleriyle
beraber kaldı. Abdulmuttalib, Beni Nevfel'in muhalif kampa gittiğini gördükten
sonra Hüza'a'nın ileri gelenleri ile temasa geçti ve onlarla bir dostluk ve
işbirliği anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Ka'be'de hazırlandı ve imzalandı ve
taraflar buna bağlı kalmak için and içtiler, İbn Sa'd ile Belâzuri'nin ifadesi
bundan biraz değişiktir. Bu yazarlara göre anlaşma Benî Hüzâ'a'nın isteği
üzerine hazırlanmıştı ve buna Beni Abdulmuttalib ve Benî Hâşim aileleri
katılmıştı. Benî Abd-i Şems ile Nevfel bu anlaşmanın kapsamına girmediler. Aynı
yazarlara göre anlaşma Dar-ün Nedve'de hazırlandı ve Kâ'be'ye asıldı.
Abdulmuttalib bu anlaşmaya göre evlâtlarından girdikleri taahhüde sadık
kalmalarını istemişti. Bu anlaşmanın etkisinden dolayıdır ki, Hudeybiye
Anlaşması uyarınca çeşitli Arap kabilelerinin istedikleri tarafa katılmakta
serbest oldukları belirlenince Beni Hüzâ'a, Hz. Muhammed Rasûlullah (a.s.)'ın
safını seçti.
21.2.1.6. Abdulmuttalib 'in Zemzem Çeşmesini Tekrar
Açması
Zemzem çeşmesini tekrar akıtma
şerefi de Abdulmuttalib'e aittir. Bilindiği gibi, Cürhüm kabilesi zemzemi taş,
toprakla doldurup kapatmıştı. Öyle ki zemzemin izi bile kaybolmuştu. Muhammed
bin İshâk'ın, Hazreti Ali'ye dayanarak anlattığına göre Abdulmuttalib'e
rüyasında zemzemin yeri gösterildi ve Onun bu mukaddes kuyuyu tekrar açması
istendi. O sıralarda Abdulmuttalib'in sadece tek oğlu, Hâris vardı.
Abdulmuttalib oğlunu yanına alarak kazma ve kürekle gösterilen yeri kazmaya
başladı. Kuyudan su fışkırınca Abdulmuttalib sevinç içinde çığlık attı.
Çığlığı duyan Kureyşliler O'nun etrafında toplandılar ve "ya
Abdulmuttalib, bu bizim atamız Hz. İsmail'in çeşmesidir ve bundan biz de
seninle ortağız" dediler. Fakat O, "hayır bu çeşme sizin değildir.
Bunun beşareti (müjdesi) sadece bana verilmiştir ve bu benimdir" diye
karşılık verdi. Ancak Kureyşliler kolay kolay pes edecek değillerdi ve kavga
etmeye başladılar. Nihayet, kavga ile ilgili karar vermek üzere bir hâkeme
başvurulmasında anlaşıldı. Kureyşliler hakem olarak beni Sâ'd bin Hüzeym'e
mensup olan Kâhine'nin ismini teklif ettiler ve bu teklif Abdulmuttalib
tarafından kabul edildi. : Kâhine, Suriye'nin yukarı kesiminde
oturuyordu. Taraflar, yani Abdulmuttalib ve birkaç arkadaşıyla Kureyş
kabilesinin bazı ileri gelenleri ve özellikle Beni Ümeyye'nin bazı temsilcileri
böylece Suriye'ye hareket eltiler. Yolda çorak bir yere gelindi. Burada
Abdulmuttalib ve arkadaşlarının içme suyu bitti ve susuzluktan öleceklerini
sandılar. Yoldaşları olan Kureyşlilerden su istediler. Fakat Kureyşliler,
"burada hiçbir yerde su yoktur, eğer biz kendi suyumuzu size verirsek biz
de sizin gibi susuzluktan ölebiliriz" gerekçesiyle bu isteği reddettiler.
Bundan sonra Abdulmuttalib arkadaşlarına, "daha elimizi, ayağımızı
kıpırdatabiliyoruz. Gelin hep beraber birer çukur kazalım ve kim ölürse o
kendi çukurunda gömülsün" diye tavsiyede bulundu. Bunun üzerine bütün
arkadaşlar kendileri için birer çukur kazdılar ve ölümlerini beklemeye
başladılar. Ancak kısa bir süre sonra, Abdulmuttalib ölümü böyle çaresizlik
içinde beklemenin iyi bir davranış olmayacağını belirterek arkadaşlarına, son
bir gayretle etrafta su aramalarını öğütledi. Bunun üzerine, hepsi ayağa
kalktılar. Abdulmuttalib de devesini kaldırdı, ama tam o sırada devenin ayak
bastığı yerden bir su çeşmesi beliriverdi. Abdulmuttalib hemen bir çığlık attı,
arkadaşları da yerlerinden fırladılar ve doyasıya su içtiler ve su tulumlarını
doldurdular. Abdulmuttalib daha sonra diğer Kureyşlileri de yanına çağırdı,
kendilerine Allah'ın su ihsan ettiğini söyleyerek, su içmelerini ve
kovalarıyla tulumlarını doldurmalarını istedi. Kureyşliler, Abdulmuttalib'in bu
jestini çok beğendiler ve kendisine hitap ederek şöyle dediler. "Ey
Abdulmuttalib, davamızla ilgili olarak Cenab-ı Allah kararını senden yana vermiştir.
Rabbimize yemin ederek söylüyoruz, artık zemzem konusunda seninle kavga
etmeyeceğiz. Bu uçsuz bucaksız çorak toprakta sana su ihsan eden Tanrı sana
zemzemi de vermiştir elbette. Artık Suriye'ye gitmeye gerek yok. Sen huzur ve emniyet
içinde zemzem kuyusunun başına dönebilirsin. Bu suretle, hem Abdulmuttalib hem
Kureyşliler Mekke'ye döndüler.
Abdulmuttalib'in hacılara su
içirme vazifesine, zemzem suyunu ikram etme işi de dahil oldu ve bunları
kendisi sonuna kadar yerine getirdi. Bundan sonra bu vazife Ebû Tâlib'e geçti.
Ancak Ebû Tâlib eli açık bir insandı ve maddi imkânlarının dışında hacılara
su, şerbet ve süt vermeye başlayınca birkaç defa kardeşi Abbas'tan borç almak
zorunda kaldı ve bu borçları ödeyemez duruma geldi. Nihayet, Hz. Abbas,
borçlarını ödeyemediği takdirde su içirme vazifesinin kendisine verilmesini
şart koştu. Nitekim, sonuç aynı oldu ve Hz. Abbas hacılara su içirme görevini
devraldı. Bu devir-teslim Cahiliyye'de olmuştu. İslâmiyet'in doğuşundan sonra
da devam etti.
21.2.1.7. Abdullah bin Abdulmuttalib
Muhammed bin İshâk'ın
anlattıklarına göre zemzemin kazılması sırasında Abdulmuttalib, oğlu Hâris ile
birlikte, Kureyşlilerin yanında sayıca azınlıkta kalmıştı. O zaman Allah'tan
kendisine yardım edecek 10 erkek çocuk ihsan etmesini istemişti. Abdulmuttalib
bu çocuklardan bir tanesini Allah için kurban edeceğine and içmişti. Cenâb-ı
Allah duasını kabul etti ve ona 10 erkek çocuk verdi. Bunlar bülûğ çağma
gelince Abdulmuttalib kendilerini toplayarak kendilerine adağından ve andından
söz etti. Çocuklar babasının andını yerine getirmesini istediler. Bundan sonra
Abdulmuttalib çocuklarıyla birlikte fal açmak amacıyla Kâ'be'deki Hubel
heykeline gitti. Abdulmuttalib falına bakarken 10 oğlundan hangisini kurban etmesi
gerektiğini öğrenmek istedi.[20]
Fal'da Abdulmuttalib'in en yakışıklı ve en sevdiği oğlu Abdullah'ın adı geçti.[21]
Abdulmuttalib hiç çekinmeden ve duraklamadan Abdullah'ın elinden tutarak
kurban etmek üzere İsâf ve Nâile'nin putlarına doğru yürüdü. Abdulmuttalib'in
öbür elinde de bıçak vardı. Kureyşliler bu vaziyeti görünce yerlerinden fırlayarak
Abdulmuttalib'e: "Ya kardeşim, ne yapıyorsun? Böyle şey olur mu? Kendi öz
evlâdını kurban ediyorsun. Böyle yaparsan, gün aşırı bir kişi evlâdını kurban
etmeye başlayacak, bunun haddi hesabı olmayacak. Gel, akıllı bir kişiye veya
falcıya gidelim, bu meselenin hallini ondan öğrenelim" dediler.
Abdulmuttalib Kureyşlilerin bu yalvarmalarına kulak verdi ve istenen nitelikte
akıllı bir kişi aramaya razı oldu. Hep beraber, böyle vasıfları haiz ihtiyar
bir kadının[22]
Hayber'de bulunduğunu öğrendiler ve oraya gittiler. Görüştükleri kadın bir
falcıydı. O'na durumu anlattılar. Falcı kadın, "sizde bir insanın diyeti
(bedeli) nedir?" diye sordu. Kureyş'liler ve Abdulmuttalib, "deve"
diye cevap verdiler. Kadın, "o halde gidin ve Abdullah mı yoksa 10 deve mi
kurban edilsin diye fala baktırın, eğer falda çocuğun kurban edilmesi
gerektiği belli olursa develerin sayısını iki misline çıkarın ve tekrar fala
baktırın. Fal develer lehinde çıkana kadar develerin sayısını arttırmaya devam
edin. Bu demektir ki, çocuğun değeri o develer kadardır" dedi. Falcı
kadının tavsiyesi üzerine Kureyşliler ve Abdulmuttalib Mekke'ye geldiler ve
fala baktırmaya başladılar. 10, 20, 30'dan başlayarak 90 deveye kadar fal hep
Abdullah için çıktı. Sıra 100 deveye gelince fal develer lehine çıktı.[23]
Kureyşliler, "Allah'ın rızası belli olmuştur. Artık oğlun Abdullah yerine
develeri kurban edebilirsin." dediler. Fakat Abdulmuttalib tatmin olmadı
ve üç defa fal çıkartmak istediğini söyledi. Nitekim öyle yapıldı. Üç defa zar
atıldı ve her defasında fal develer için çıktı. Nihayet Abdulmuttalib 100 deve
kesti ve herkese etlerini dağıttı.
Böylece, İbrahim sülâlesinden bir
kişi daha, Mekke'ye ilk defa gelip yerleştiklerinde yaptıkları kurbanı
tekrarlamış oldu. Gerçi nitelik ve anlam bakımından bu iki kurban vak'ası
birbirinden farklıdır. Fakat Allah'ın kudreti ve hikmeti bambaşkadır. Önce bu
sülâlenin kurban edilmesi emrolunan bir ferdi Arabistan'da İslam dinini yaymakla
görevlendirilmişti ve daha sonra aynı aileden kurban edilmesi istenen kişinin
oğluna, yani Hz. Muhammed (a.s.)'e de aynı dini bütün insanlara tanıtma ve
yayma vazifesi verildi. İlk kurbanın fidyesi bir manda idi, ikinci kurbanın
fidyesi de 100 deve.
21.2.1.8. Abdullah'ın Evliliği
Abdullah 25 yaşında iken babası
onu, Zühre bin Kılâb kabilesinin reisi Hub bin Abd-i Menâfin kızı Âmine ile
evlendirdi. Âmine kendi kabilesinin en iyi ve en temiz kızlarından biriydi.
Evlendikten birkaç ay sonra Âmine hamile iken Abdullah bir ticaret kafilesiyle
Filistin'in Gazze şehrine gitti. Oradan dönüşte Medine'ye gelince hastalandı.
Arkadaşlarına Mekke'ye gitmelerini söyledi ve kendisi babaannesinin yanında
kaldı. Aradan bir ay geçtikten sonra öldü ve Dar-ün Nâbigat-ul Câ'di'de gömüldü.
Abdullah'ın arkadaşları Mekke'ye gidip Abdulmuttalib'e oğlunun hastalığını
anlatınca, kendisi derhal büyük oğlu Haris'i Medine'ye durumu öğrenmeye
gönderdi. Ama o zamana kadar Abdullah vefat etmişti.
Abdullah ve Abdulmuttalib hakkındaki
bu bilgiler gerçeklere uygundur ve hemen hemen bütün güvenilir kaynaklar
tarafından doğrulanabilir. Bazı zayıf kaynaklarda Abdullah'ın, Hz. Muhammed
(a.s.)'in 28 aylık, bazısında 7 aylık ve yine bazılarında iki aylık iken vefat
ettiği yazılmışsa da bunlara güven olmaz. Doğru olan, Hz. Muhammed (a.s.)'in
henüz doğmamışken babasının ölmüş olmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de bir yerde bu
gerçeğe işaret etmiştir:
"Ey Peygamber, Biz seni öksüz
iken bulmadık mı ve sana barınak vermedik mi?" (Duhâ; 6)
[1]
Bereketli yerden Suriye ve Filistin toprakları kastedilmiştir. Aynı deyim
Kur'an-ı Kerim'in diğer bazı sûrelerinde de kullanılmıştır. (Bk: A'râf; 137,
İsrâ; 1, ve Enbiya; 81).
[2]
Hz. Peygamberin zuhuruna kadar geçen 2500 yıllık süre içinde İsmail oğulları,
çevredeki kabile ve milletlerle evlilik dahil çeşitli ilişkilere girdiler.
[3]
Hz. Hâcer, Ümmül Arab veya Ümmül Arik adlı bölgede doğmuştu. Ümmül Arab, Mısır'ın
doğusunda Akdeniz kıyısından üç km. uzaklıktaki l-'armâ veyâ Kuîne'ye yakın bir
yerdi ve Firavunların zamanında burada bir kale de vardı. Bugün bu bölgeye
Tellul l'armâ denilir.
[4]
Hz. İbrahim'in dönüp bakmamasının sebebi katı yüreklilik veya merhametsizlik
değildi. Kendisi her ne kadar büyük bir peygamber ise de yine bir insandı ve O
da her insan gibi ciğer parelerine bakmak isterdi muhakkak. Ancak tek
düşüncesi Allah'ın emrini eksiksiz yerine getirmekti. Ciğerinin bir parçası
olan süt çocuğunu ve karısını ıssız bir çöle bırakırken ne acılar çektiğini
anlayabiliriz. O, bir yandan Allah'ın emri ve bir yandan baba şefkati ve koca
sevgisi arasında bocalıyordu ve tam o sırada karısı ve çocuğunun
yalvarışlarına dayanamayarak onlara dönseydi pek mümkündür ki O'nun yüreği,
onları oraya bırakmaya dayanamazdı; ama böylece Allah'ın emrine de karşı gelmiş
olacaktı. Onun için, geri dönüp bakmamayı tercih etti.
[5]
Bu Safa ile Merve arasındaki sa'y (koşu)'in tarihî bir delilidir. Kâ'be'nin Hz.
İbrahim tarafından inşasından sonra aradan geçen binlerce yılda milyonlarca
insan bu tarihi olayı anmak üzere Safâ ile Merve arasında Hac sırasında sa'y
yapmışlardır. Bu tarihi olay başlı başına tarihi bir gerçektir. İncil'in beyan
ettiği Faran çölüyle ilgili hikâye ise efkar-ı umumiye tarafından kabul edilmediği
için Fârân'da sa'y veya koşu yapılmasının herhangi bir kanıtı yoktur.
[6]
Bu, Yemen'de bulunan Katılan! Araplara bağlı kabilelerden biridir.
[7]
Hz. İbrahim (a.s.)'in ana dili Arapça değildi. Çünkü kendi Iraklıydı ve daha
sonra Ken'an bölgesine yerleşmişti. Hz. Hâcer'in dili de arapça değildi, zira o
Mısırlıydı
[8]
Kur'ân-ı Kerîmde bu yerin ismi Bekke (Âl-i İImrân; 96) olarak da geçiyor. Ancak
İbn Hişâm'ın eserinde (C. I, s. 119) Mekke'nin eski adının Bekke olmadığı
aksine burası kutsal bir kent olduktan sonra bu isimle de çağırılmaya başladığı
belirtiliyor. İbn Hişâm'a göre Mekke'nin, Bekke adını almasının sebebi,
"zâlimlerin boynunu kıran" bir şehir hüviyetini kazanmasıdır. İbn
Hişâm bu yakıştırmayı açıklarken, cahiliyye döneminde bile zâlim ve gaddar
kimselerin Mekke'ye yan bakmaya cesaret edemediklerini ve burada bulunan
zâlimlerin de barınamadıklarını ifade ediyor.
[9]
Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmek üzere Mekke'den Mina'ya götürmesinin sebebi
Mekke'nin kalabalık bir yerleşim merkezi haline gelmiş olmasıydı. Ayrıca
kentte Hz. İsmail’in annesi, Hz. Hâcer de vardı. Bu sebeple, Hz. İbrahim,
Mekke'ye biraz uzakta tenha bir yeri seçti.
[10]
Haram aylar, umre farizasının yerine getirildiği Recep ve hac farizasının
yapıldığı Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem'dir. Bu aylarda kavga ve savaşlara
ara verilirdi ve kan akıtılmazdı. Ayrıca umre ve hac için Mekke'ye yolculuk
edenlere kimse dokunmazdı.
[11]
Aslında Zeydin annesi önce Nüfeyl bin Abdüluzza ile evliydi, ki bundan Hz.
Ömer'in babası Hattâb doğdu. Nüfeyl öldükten sonra, oğlu Amr kendi üvey annesi
yani Hattab'ın annesiyle evlendi. Bu evlilikten Zeyd doğdu. Böylece Zeyd,
Hattâb'ın hem yeğeni hem üvey kardeşi idi. cahiliyyede üvey anne ile evlenmek
bir âdetti. Kur'ân-ı Kerim bu âdeti yasakladı. (El-Eğânî, C. III, s. 133).
[12]
Bazı yazarlar bunu İlyas olarak yazmışlardır. Ancak Süheylî, bundan doğru
yazılışının Elye's olduğunu belinin iştir. Belâzurî de bunu aynı şekilde
yazmıştır.
[13]
Kureyş kelimesinin değişik manaları vardır. Biri, dağılıp toparlanmak demektir.
Ama bu manâya göre Kureyş ancak Kusayy bin Kilab'ın lâkabı olabilir. Zira O'nun
zamanında Kureyş'in bütün üyeleri Mekke'de toplanmışlardı. Kelimenin ikinci
manası geçim ve ticarettir. Bilindiği gibi Kureyşlilerin mesleği ticaretti. Kelimenin
üçüncü manâsı "teftiş"tir. Bu anlamda bu kelime ancak En-Nadr bin
Kinâne'ye uygun düşüyor. Zira rivâyetlere göre Nadr fakir ve muhtaçlara yardım
eder onların durumunu incelerdi. Kureyş'in bir başka anlamı da, her şeyi yiyen
bir deniz hayvanıdır. Bir deyime göre, Nadr bin Kinâne kabilesine mensup Kureyş
bin Bedr adlı bir şahıs kendi adamlarına katır ve erzak temin ederdi. Kureyş
bin Bedr bu işi kafilesiyle dolaşırken yapardı. O'nun için bazı kimseler onu
görünce, "Kureyş kafilesi geldi" derlerdi, bu çeşitli anlam ve
rivâyetlere rağmen "Kureyş'in genellikle Fihr'in evlâtlarının adı
olduğuna inanılıyor.
[14]
Kâ'b Arabistan'ın çok heybetli ve nüfuzlu kabile reislerinden biriydi.
Ebrehe'nin Mekke'ye saldırmasından önce Arap'lar günlerin hesabını Kâ'b'ın
ölüm tarihine dayanarak çıkarırlardı. Kâ'b cuma günü halka güzel ahlâk
konusunda telkinlerde bulunurdu (Fethul Bâri, İbn Kesir, Belâzurî).
[15]
İbn Kesir'in rivâyetine göre Kâ'b bin Lueyy (Kusayy'ın büyük babasının ölümü
ile Rasûlullah (a.s.)'ın peygamberliği arasında 580 yıllık bir ara var. Bu
bakımdan Ğâlib bin Fihr, Hz. İsa (a.s.)'nın çağdaşı olabilir. İbn Kesir,
Süheyli ve diğer imamlara dayanarak, Ma'ad bin Adnan'ın Buhtün Nasr'ın Kudüs'ü
yerle bir etliği dönemde yaşadığım yazmıştır. Bilindiği gibi, bu olay MÖ.
587'de meydana gelmişti. Belazuri, Ma'ad bin Adnan'ı Buht-un Nasr'ın çağdaşı
olarak belirtmiştir.
[16]
Kusayy, Kâ'be'nin çevresinde ve iki tarafın dağlık bölgelerinde Beni Kâ'b bin
Lueyy'in muhtelif ailelerini yerleştirdi. Bunlar arasında şu kabileler yer
alıyordu: Benî Adiyy, Benî Cumah, Benî Şehm, Benî Teym, Benî Mahzûm, Benî
Zühre, Benî Abdül Uzza, Benî Abd ud Dâr, Benî El-Muttalib, Benî Hâşim, Benî
Abd-i Şems ve Benî Nevfel. Bunlara "Kureyş-el Bitâh", yani Mekke'nin
içinde oturanlar, denilirdi.
Fihr'in evlâtları, yani Benî Muharib, Benî el-Hâris, Benî
Teym ul F.drem, Benî Âmir bin Lueyy ise 'Kureyş uz Zevahir" (yani
Mekke'nin dışındaki Kureyş) olarak bilinirlerdi.
[17]
Benî Abd-i Menaf tan yana olanlar arasında Benî Esed bin Abdül Uzza, Benî Zühre
bin Kilâb, Benî Teym bin Mürre ve Benî el-Hâris bin Fihr vardı. Bunların lideri
Abd-i Şems'di. Abd-üd Darın yanında yer alan Kureyşliler ise şunlardı: Benî
Mahzûm, Benî Şehm, Benî Cuman ve Benî Adiyy bunların lideri Amir bin Hâşimdi.
Benî Âmir bin Lueyy ile Benî Muharib bin Fihr bu kavgada tarafsız kaldılar.
[18]
Hz, Peygamber (a.s.)'in Mekke'yi fethetmesine kadar bu görevler aynen bu
şekilde devam elli. Mekke Fethinden sonra Hz. Peygamber, Kâ'be'nin anahtarının
bulundurulması ile hacılara su verilmesinin dışındaki bütün görevleri iptal
etli. Kâ'be'nin anahtarını bulundurma vazifesi bugün dahi Benî Abd-ud Darın
bir kolu olan Şeybe bin Osman'ın elinde bulunuyor. Su verme vazifesi ise Abbas
bin Abdulmuttalib'in eline geçtikten sonra uzun bir müddet Benî Abbas'ta kaldı
la ki ilk Abbasi halifesi bu vazifeden kendisi feragat edene kadar.
[19]
Taberî'de verilen bilgilere göre Hâşim, Bizanslılar ile Suriye ve Gassanî;
hâkimlerden, Abdi Şems, Habeş kralı Necâşiden, Nevfel, İranlı imparatorlardan,
Muttalib, Himyerli hâkimlerden ticarî imtiyazlar ve yolculuk sırasında
emniyetlerinin teminat altına alınmalarına dair tezkereler aldılar. İbn Sa'd'a
göre, Hâşim Bizanslılar tarafından iyi tanınırdı ve işleriyle ilgili olarak
Angora (Ankara)'ya kadar gidip gelirdi.
[20]
İbn Hişâm'ın bu hususu naklettiği hikâye çok ilginçtir. Kâ'be'de Hübel'in
heykeli Kâ'be'ye verilen adak ve hediyelerin muhafaza edildikleri bir kuyunun
başında bulunuyordu. Burada fala bakılması için 7 ok vardı. Her okun üzerinde
bazı yazılar bulunuyordu. Fal baktırmak isleyen kişi heykelin yanında bulunan
falcıya gider, kendisine bir deve hediye eder ve hangi fala baktırmak
istediğini kendisine söylerdi. Falcı fala bakmadan önce Allah'a şu şekilde dua
ederdi: "Ya Rab, falan şahıs senden falan konuda kararını vermeni istiyor.
Sen onun hakkında en iyi olan kararını ver." Abdulmuttalib de bu şekilde
fal çıkarttı.
[21]
Bazı tarihçi ve yazarlar, Abdullah'ın Abdulmuttalib'in en küçük oğlu olduğunu
yazmışlardır ki, yanlıştır. Süheyli'nin verdiği bilgiye göre Hz. Hamza ve Hz.
Abbas, Abdullah'dan çok daha küçüktüler. Hz. Hamza, Hz. Rasûlullah (a.s.)'tan
sadece 4 yıl büyüktü. Hz. Abbas ise sadece üç yaş büyüklü. Hazreti Abbas,
kendisi üç yaşında iken Hz. Peygamber (a.s.)'in doğduğunu beyan etmiştir. Hz.
Abbas'ın ifadesine göre, evin hanımları yeni doğan bebeği (Hz. Peygamberi)
yanına getirip yeğenini sevmesini istediler. (Ravd-ul Cnuf).
[22]
Süheylî, bu kadının isminin Kutbe olduğunu ve Medine yakınlarında Hicr köyünde
oturduğunu belirtmiştir.
[23]
Demek ki Arap örf ve adetlerine göre bir kişinin diyeti 10 deve idi. Bundan
sonra ise bir kişinin diyeti 100 deve olarak kabul edildi.