![]() ![]() ![]() |
On İkinci Söz - s.51 |
bir sohbet eder, der: "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın." Halbuki ayna sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.
İşte, bu iki temsilin dürbünüyle Kur'ân'a bak, ta ki i'câzını göresin ve kudsiyetini anlayasın.
Evet, Kur'ân der ki: "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa, Cenâb-ı Hakkın kelimâtını yazsalar, bitiremezler."1 Şimdi, şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam Kur'ân'a verilmesinin sebebi şudur ki:
Kur'ân, İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş.
Amma sair kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz'î bir
ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellîsiyle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir
saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde
dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok
mütefavittir. Meselâ, en cüz'îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı
nâsın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya
ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte, şu sırdandır ki, kalbin
telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: Yani, "Kalbim benim Rabbimden haber veriyor." Demiyor,
"Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor." Hem der: "Kalbim Rabbimin
aynasıdır, arşıdır." Demiyor, "Rabbü'l-Âlemînin arşıdır."
Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i
derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.
İşte, bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz'î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âli ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, aynadaki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik ise; Kur'ân-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.
Kur'ân'dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin,
dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır; o sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer
bütün cin ve insanın Kur'ân'dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa,
yine Kur'ân'ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur'ân'ın İsm-i
Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen,
Âyetü'l-Kürsî ve âyet-i 2
ve âyet-i 3
ve âyet-i 4
ve âyet-i 5
ve âyet-i 6
ve âyet-i 7
ve âyet-i 8
ve âyet-i 9
ve âyet-i 10
ve âyet-i 11gibi âyetlerin küllî,
umumî, ulvî ifadelerine bak. Hem başlarında
veyahut
bulunan sûrelerin
On İkinci Söz - s.52
başlarına dikkat et. Ta bu sırr-ı azîmin şuâını göresin. Hemlerin ve
ların ve
lerin
fâtihalarına bak, Kur'ân'ın, Cenâb-ı Hakkın yanında ehemmiyetini bilesin.
Eğer şu Dördüncü Esasın kıymettar sırrını fehmettinse, enbiyaya gelen vahyin
ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın.
Hem en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını
anlarsın. Hem Kur'ân'ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i'câzının
sırrını anlarsın. Hem Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta semavata, ta
Sidretü'l-Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip, 12olan
Zât-ı Zülcelâl ile münacat edip, tarfetü'l-aynda yerine gelmek sırrını anlarsın.
Evet, şakk-ı kamer nasıl ki bir mucize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse
gösterdi. Öyle de, Mirac dahi bir mucize-i ubudiyetidir; habibiyetini ervah ve
melâikeye gösterdi.
KUR'ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.
İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukule tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini âdi görüp küfran perdesini üste çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.HAŞİYE
İşte, Kur'ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al! İşte bu sırdandır ki, Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir. Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam
On Üçüncü Söz - s.53
ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:
Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi'l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.
Evet, nasıl ki semada olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekserî yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, nücum-u âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.15nun
bir sırrını bil.
Hem âyet-isırrını da bununla anla
ki: Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle
süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur'ân'ın hakikatleri o kadar büyük, âli,
parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet
küçük ve sönük kalır. Meselâ,
gibi hadsiz hakikatleri buna şahittir.
Kur'ân'ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i'caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur'ân'ın lisan-ı ulviyesinden
gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem,sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl
diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde
birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat
20sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir
ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz
bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i
tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr
zevkin dekaikını göremezsin.
Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'ân'ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile, yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i'câzı içinde bu nevi i'câzını zevk edemezsin.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsili dinle, bak. Şöyle ki:
Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görünmeyen-ve halen görünmüyor-o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse,