![]() ![]() ![]() |
On Üçüncü Söz - s.60 |
Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü
Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,
Benim kat'î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inayet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faydasızlıktan, bâd-ı hava zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.
Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.
İşte, şimdi sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyete deyiniz ki: "Değil elimize bıçak, belki mavzer ve revolver de verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur'ân'ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik" diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.
Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette, hiç şüphe yok ki: Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten on binler defa dâvâ edip haber veren ve sarsılmaz, kat'î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle hayat-ı bâkiyeyi kat'iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi; elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'ân'ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika'nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rû-yi zeminin geniş kıt'aları ve büyük hükûmetleri Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, kat'iyen Kur'ân'ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz.
Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mucize-i kübrânın elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur'âniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me'hazı ve mercii olmayan ve bir mucize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış. Ve dalâletin en sert, kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi ile parça parça etmiş. Ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ'daki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.
Bu kısım On Birinci Şua'nın Altıncı Meselesi'nde yer almaktadır.
On Üçüncü Söz - s.61
Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû ebeden dâima
Çok aziz ve sıddık kardeşlerim,
Kardeşlerim, 1ve 2
deki Hüve lâfzında, yalnız maddî cihette
bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede, hava sayfasının mütalâasıyla âni bir surette
görünen bir zarif nükte-i tevhidde, meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub
derecesinde suhuletli bulunmasını ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede
müşkilâtlı, mümteni binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir
işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.
Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin, adeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de, emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan Hüve lâfzındaki havada, küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o Hüve'deki havanın, belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar âşikâre görünüyor.
Eğer Sâni-i Zülcelâle verilse, hava bütün zerratıyla O'nun emirber neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisap ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudretiyle ve bir anda, şimşek sür'atinde ve Hüve telâffuzu ve havanın temevvücü suhuletinde yapar. Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sayfa olur. Ve zerreleri, o kalemin uçları; ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.
İşte, benve
deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini
temâşâ ve o unsurun sayfasını mütalâa ederken, bu mücmel hakikati tam vazıh ve
mufassal, aynelyakin müşahede ettim. Ve Hüve'nin lâfzında, havasında böyle
parlak bir burhan ve bir lem'a-i Vâhidiyet bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde
gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve "Hüve
zamirinin mutlak ve müphem işareti hangi Zâta bakıyor?" işaretine bir karine-i
taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hem ehl-i
zikir, makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye, ilmelyakin bildim.
Evet, meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir
adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük
zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı
anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup
karışacağı halde, aynelyakin gördüm ki, Hüve'nin anahtarıyla ve
pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir
zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya
konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı
pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve
zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri
kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda,
mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç
karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan
çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber,
kemâl-i serbestiyetle, cezbedârâne, hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve
lisanıylave
deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve
gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve
vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir
On Üçüncü Söz - s.62
iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakin müşahede ettim.
Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyleyse, bu sahife-i havanın, hakkalyakin, aynelyakin, ilmelyakin derecesinde bedahetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz, gayr-ı mütenâhi ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sayfası ve bir Levh-i Mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir Levh-i Mahv, İsbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.
İşte, hava unsurunun yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdâniyeti ve
mezkûr acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi; unsur-u
havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, ziya gibi
sair letâifin naklinde şaşırmadan, muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü
aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat ve
hayvanata teneffüs ve telkih gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemâl-i intizamla
yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlâhiyenin bir arşı olduğunu kat'î bir surette ispat
ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab
ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine
karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde
ispat ettiğini kat'î kanaat getirdim. Ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hal ileve
dediklerini bildim. Ve bu
Hüve anahtarıyla havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da
bir Hüve olarak âlem-i misal ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu.
Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı. Umuma binler selâm. (Devamı için..)
KUR'ÂN-I HAKÎMİN ve Kur'ân'ın müfessir-i hakikîsi olan Hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyâdı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde, o hakikatlerin bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz. Ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. O hakikatlerden haşir ve kıyametin nazireleri Onuncu Sözde, bilhassa Dokuzuncu Hakikatinde zikredildiği için, tekrara lüzum yoktur. Yalnız, sair hakikatlerden nümune olarak Beş Mesele zikrederiz.
BİRİNCİSİ: Meselâ,4"Altı günde gökleri ve yerleri yarattık"
demek olan; hem, belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı
Kur'âniye ile, insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden
hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda,
herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâlin halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar
kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar
gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâlin emriyle âlem
dolar, boşanır.
İKİNCİSİ: Meselâ,
gibi âyetlerin ifade ettikleri ki, "Bütün eşya, bütün ahvâliyle, vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor" demek olan hakikat-i âliyesine kanaat