![]() ![]() ![]() |
Yirmi Sekizinci Lem'a - s.732 |
Evet, nev-i beşerin bütün san'atlarının mâdeni ve terakkiyâtının menbaı ve
kuvvetinin medârı demirdir. İşte bu azîm nimeti ihtâr için, makam-ı imtinân ve
in'âmda, kemâl-i haşmetle ferman ediyor. Nasıl ki Hazret-i
Dâvud'a en mühim bir mûcize olarak 1
ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere büyük bir mûcize ve büyük bir nimet
olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.
Sâniyen: "Yukarı," "aşağı" nisbîdir. Küre-i arzın merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan birşey, Amerika kıt'asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz tarafına gelen maddeler, sath-ı arzda olanlara göre vaziyeti değişir.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân i'câz lisânı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menâfii, o kadar geniş fevâidi vardır ki, insanın hânesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak âdi bir madde değildir. Ve rastgele hâcâtta istimâl edilmiş fıtrî bir mâden değildir. Belki Hâlik-ı Kâinatın tarafından rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş bir nimet olarak, "Rabbü's-Semâvâti ve'l-Arz" ünvân-ı haşmetiyle de küre-i arz sekenesinin hâcâtına medâr olmak için demiri inzâl etmiş, indirmiş diye, demirdeki umûmî menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziyâ gibi öyle şümullü faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor, küre-i arzın dar anbarından değil. Belki kâinat sarayındaki büyük hazine-i rahmetten ihzâr edilerek gönderilip, küre-i arzın anbarında yerleştirilmiş; o anbardan asırların ihtiyâcına nisbeten parça parça ihraç ediliyor.
Kur'ân-ı Azîmüşşân, bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız "sarf etmek" mânâsını ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübrâdan o nimet-i azîmeyi küre-i arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, Hâlik-ı Zülcelâl, güya küre-i arzı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzâl etmiş ve ekser ihtiyâc-ı beşer onunla temin edilmiştir. Kur'ân-ı Hakîm, "Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz" diye, mûcizâne ferman ediyor.
Bu âyette hem def-i a'dâya, hem celb-i menâfie medâr iki nimet beyan ediyor.
Nüzûl-u Kur'ân'dan evvel demirle ehemmiyetli menâfi-i beşeriye temin edildiği
görülmüş. Fakat istikbalde demirin gayet hârika ve muhayyirü'l-ukùl bir surette,
denizde, havada ve karada gezerek küre-i arzı musahhar edip, mevt-âlûd bir hârika
kuvveti gösterdiğini ifade için, 2
kelimesiyle, ihbâr-ı gaybî nev'inden bir lem'a-i i'câz gösteriyor.
Geçmiş nükteden bahsederken hüdhüd-ü Süleymandan bahis açıldı. Israrcı ve
sualci bir kardeşimiz:HAŞİYE
1 "Hüdhüdün, Cenâb-ı Hakkı tavsifte
3
diyerek mühim makamda, mühim evsâf-ı İlâhiye içinde, nisbeten hafif bu vasfın
zikrine sebep nedir?"
Elcevap: Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san'atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü'l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san'atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san'atçığıyla bilip ifade ediyor.
Evet, hüdhüd pek güzel görmüş. Çünkü, toprak altındaki had ve hesaba gelmeyen tohumların, çekirdeklerin, mâdenlerin muktezâ-yı fıtrîsi, aşağıdan yukarıya çıkmak değildir. Çünkü ecsâm-ı sakîle ihtiyarsız, ruhsuz olduğu için, kendi yukarıya çıkamaz; yukarıdan kendi kendine aşağıya düşebilir. Aşağıdan, hususen toprak sıkleti altında gizlenen bir cisim, câmid omuzundaki ağır yükü silkip çıkmak, kat'iyyen kendi kendine olamaz. Demek bir kudret-i hârika ile çıkarılıyor.
İşte, hüdhüd, berâhîn-i mâbûdiyet ve mescûdiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arîfliğiyle bilmiş, bulmuş; Kur'ân-ı Hakîm onun hakkındaki ifadesine bir i'câz vermiştir.
Yirmi Sekizinci Lem'a - s.733
âyeti,5
âyetinde beyan ettiğimiz nüktenin aynını tazammun edip, hem onu te'yid ediyor, hem
onunla teeyyüd ediyor.
Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân Sûre-i Zümer'de 6 demeyip, 7
demesiyle ifade ediyor ki:
"Sekiz nevi hayvânât-ı mübârekeyi size hazine-i rahmetinden, güya Cennetten
nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş." Çünkü o mübârek hayvanlar, bütün
cihetleriyle, bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevîlere seyyar hâneler,
elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden
pabuçlar ve saire, hattâ gübreleri mezrûâtın erzâkı ve insanların mahrûkàtı
hükmünde olup, güya o mübârek hayvanlar, tecessüm etmiş ayn-ı nimet ve
rahmettirler.
Onun içindir ki, yağmura "rahmet" nâmı verildiği gibi, bu mübârek
hayvanlara da "en'âm" nâmı verilmiş. Güya nasılki rahmet tecessüm etmiş,
yağmur olmuş; öyle de nimet dahi tecessüm etmiş, keçi, koyun, öküz ile manda ve
deve şekillerini almış. Çendan cismânî maddeleri yerde halk olunuyor; fakat
nimetiyet sıfatı ve rahmetiyet mânâsı, maddesine tamamiyle galebe ettiğinden, 8
tâbiriyle, doğrudan doğruya bu mübârek hayvanları hazine-i rahmetin birer hediyesi
olarak, Hâlik-ı Rahîm, yüksek mertebe-i rahmetinden ve mânevî, âli Cennetinden
yeryüzüne indirmiş.
Evet, nasıl ki bazan beş paralık bir maddede beş liralık bir san'at derc edilir. O zaman o şeyin maddesi nazara alınmıyor; san'at noktasında kıymet veriliyor: sineğin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük san'at-ı Rabbâniye gibi. Bazan beş liralık bir maddede beş kuruşluk bir san'at bulunur; o vakit hüküm maddenindir.
Aynen onun gibi, bazan cismânî bir maddede o kadar nimet ve rahmet mânâsı bulunur
ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdetâ cismânî maddesi gizlenir;
hüküm, nimetiyet cihetine bakar. İşte, demirin pek azîm menâfii ve çok semereleri,
onun maddî maddesini gizlediği gibi, mezkûr mübârek hayvanların dahi her cüz'ünde
nimet bulunması, onların cismânî maddelerini güya nimete kalb ettirmiş. Onun
içindir ki, cismânî maddelerinin hükmü nazara alınmış, ,
tâbir edilmiştir.
Evet , hakikat itibârıyla sâbık nükteyi ifade ettikleri gibi,
belâgat noktasında da ehemmiyetli bir mânâyı mûcizâne ifade ediyorlar. Şöyle ki:
Demir gayet sert fıtratıyla ve gizliliği ve derinliğiyle beraber, her yerde hazır
bulunmak ve hamur gibi yumuşatmak hâsiyetini ihsân ettiğinden, herkes, her yerde, her
işte kolayca elde etmesini ifade etmek için, tâbiriyle, güya fıtrî ve
semâvî nimetler gibi, demir âletlerini yukarı bir tezgâhtan indirip beşerin ellerine
verilmiş gibi kolaylıkla elde ediliyor.
Hem hayvânât cinsinden, sivrisinekten tut, tâ yılan, akrep, kurt, arslana kadar
insanlara zararlı vaziyetleriyle beraber, hayvânâtın mühimlerinden olan koca manda ve
öküz ve deve gibi büyük mahlûkat gayet derece musahhar, mutî; hattâ zayıf bir
çocuğa da yularını verip itaat etmek mânâsını ifade için, 9 tâbiriyle, güya bu
mübârek hayvanlar dünya hayvanları değil ki, içinde tevahhuş ve zarar bulunsun.
Belki mânevî bir Cennetin hayvanları gibi menfaattar, zararsızdırlar. Yukarıdan,
yani, rahmet hazinesinden indirilmiştir, diye ifade ediyor.
Muhtemeldir ki, bazı müfessirlerin bu hayvanlar hakkında "Cennetten indirilmiştir" dedikleri, bu mânâdan ileri gelmiştir. ZahrındaHAŞİYE 2 Kur'ân-ı Hakîmin bir harfi için bir sahife yazılsa, uzun
Yirmi Sekizinci Lem'a - s.734
olmuş denilmemeli. Çünkü kelâmullahtır. Onun için
tâbiri için iki üç sayfa yazılmakla israf edilmiş olmaz. Bazan Kur'ân'ın bir
harfi, bir hazine-i mâneviyenin anahtarı olur.
Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur'un dâiresi hâricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nur'un penceresinden ışık veren mânevî güneşe bedel bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.
Hem Risale-i Nur'un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren "meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet" ise, hâriç dâirelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; birtek peder yerine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir.
Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir. Hem Risaletü'n-Nur'un velâyet-i kübrâ olan sırr-ı verâset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakâik dâiresindeki ilm-i hakikat dahi dâire hâricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nur ve zevklere müptelâ ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola...
Bu dünya dârü'l-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçülür-dârü'l-mükâfat değil. Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk ve envâra ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.
Hem Risale-i Nur'un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz.
Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur'un şâkirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şâkirtleri severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere peder değil, belki kardeş olsun-fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.
Hem bu hâdisede göründü ki, Risale-i Nur'a intisâbın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslâm nâmına dinsizliğe karşı mücâhede vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleği terk edip başka mesleklere giremez.
Said
Eskişehir Hapishanesinde yazılmış bir parça
Kardeşlerim! Müteaddid defa Risâle-i Nur'un şakirtlerini lâyık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşâallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risâle-i Nur'u, hem şâkirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtâr ederim ki: "Bu müdâfaamdaki kıymeti muhâfaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risâle-i Nur'dan küsmemek ve üstâdından darılmamak ve kardeşlerinden-sıkıntıdan gelen bahanelerle-nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir." Yalnız tahattur edersiniz ki, Risâle-i Kader'de ispat etmişiz ki: "Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhî'nin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz."
Evet, kader, Risâle-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye inkişâf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; "Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım", demeyiniz.
Said Nursî
Kardeşlerim,
Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki, Mesnevi-î Şerif, şems-i Kur'ân'dan tezâhür eden yedi hakikattan bir hakikatın aynası olmuş, kudsî bir şerâfet almış; Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risâle-i Nur şems-i Kur'âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb'ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden-inşâallah-yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak.