![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 29 - s.1263 |
"Beşerin ne kıymeti vardır ki onun saadeti için kıyamet kopacak?" diye vârit olan sual, bu âyetle, "Arz bütün müştemilâtiyle istifadesi için yaratılan ve bütün envâ, itaat ve emrine verilen insan, netice-i hilkattir. Elbette ve elbette onun saadeti için kıyamet kopacaktır" diye cevaplandırılmıştır.
Dördüncü vecih: Evvelki âyet, kıyamette esbab ve vesaitin ortadan kalkmasıyla, insanın mercii yalnız Cenab-ı Hakka münhasır kalacağına işaret etmiştir. Bu âyet ise, dünyada da insanın merci-i hakikîsi Cenab-ı Hakka münhasır olduğunu söylüyor. Zira esbab ve vesaitin arkasında, kudretin şuası görünür; tesir Onundur, esbab ise perdedir.
Beşinci vecih: Evvelki âyet, saadet-i ebediyeye işarettir. Bu âyet de, saadet-i ebediyenin insana verilmesini iktiza eden ve sebep olan Cenab-ı Haktan sebkat etmiş fazl ve in'âma işarettir ki, kendisine arzın müştemilâtı ihsan edilmiş insanın, elbette saadet-i ebediyeye liyakatı vardır.
Bunun mâkabliyle cihet-i irtibatı dörttür:
Birinci cihet: Arz ve sema, tev'em, yani ikizdirler; birbirinden ayrılmazlar. Zikirde, fikirde daima beraber dolaşıyorlar. Bu cümleden evvelki cümlede arz zikredildiği gibi, bu cümlede de sema zikredilmiştir.
İkinci cihet: Beşerin arzdan istifadesini ikmal ve itmam eden, ancak semavatın tanzimidir.
Üçüncü cihet: Evvelki âyet, ihsan ve fazl delillerine işaret etmiştir. Bu âyet de, kudret ve azamete işaret ediyor.
Dördüncü cihet: Bu cümle, beşerin istifadesi yalnız arza münhasır olmadığına, sema dahi onun istifadesine teshir edildiğine işarettir.
Bu cümlenin mâkabliyle irtibatı, üç çeşittir:
1. ile
arasındaki irtibat gibidir. Nasıl ki memurun husulü
emrine
bağlıdır; semavatın tesviyesi de,
ya bağlıdır.
2. Kudretin taallûkuyla iradenin taallûku arasındaki irtibat gibidir. Yani;
iradenin taallûkuna, tesviye de kudretin taallûkuna benzer bir irtibattır.
3. Netice ile mukaddeme arasında bulunan irtibat gibidir. Çünkü semavatın
tesviyesi, mukaddemesi olan ya terettüp eder.
Bu cümle mâkabliyle iki vecihle merbuttur:
Birinci vecih: Bu cümledeki ilm-i küllî, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi, tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllînin vücuduna delildir.
İkinci vecih ise: Evvelki cümle kudret-i kâmileye, bu cümle ise, küllî ve şumullü ilme delâlet eder.
Cümlelerin nüktelerini beyan edeceğiz.
ilââhir. Bu cümle, mâkabliyle bağlı değildir. Ancak, müste'nife olup,
beş sual ile cevaplarına işarettir ki, bundan önce beyan edildiğinden tekrarına
lüzum yoktur.
deki
müptedadır.
sılasıyla beraber haberdir. Bu
cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi, hasra da delâlet
eder. Yani müştemilât-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakka münhasır olduğu gibi,
Hâlıkı da yalnız Cenab-ı Haktır. Bu hasr,
cümlesinde
nin
takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilât-ı arziyenin halkı Cenab-ı
Hakka münhasır olduğu için, kıyamette merciiyet de Cenab-ı Hakka münhasırdır.
sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstehakkı, nekre olmaktır. Burada
mârife olarak gelmesi, hükmün zahir ve malûm olduğuna işarettir. Yani,
"Cenab-ı Hakkın müştemilât-ı arziyenin Hâlıkı olduğu malûm ve
zahirdir."
Menfaat için kullanılan deki
eşyanın hilkaten mübah, helâl, menfaatli olarak
yaratılıp, bazı ârızalardan dolayı haram olmuş olduklarına işarettir. Meselâ
ağyârın malı, ismet-i şeriye için haram olmuştur. İnsanın eti hürmet ve keramet
için, zehir zarar için, lâşe eti necaset için haram olmuşlardır.
Ve keza, herbir şeyde bir fayda, bir menfaat olduğuna remizdir.
Ve keza beşer için herşeyde bir menfaati bulunduğuna remizdir. Evet, hangi şey olursa olsun, beşere bir cihetten bir istifadeyi temin eder, velev ibret almak için olsun.
Ve keza, arzın karnında istikbal insanlarını intizar eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir.
car ve mecrurunun
üzerine takdimi, beşere ait istifadelerin her gayeden evvel
ve evlâ olduğuna işarettir.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 30 - s.1264
Umumu ifade eden herşeyde menfaatleri aramaya insanları tergib ve teşvik içindir.
deki
nin
ya tercihi, en çok menfaatlerin arzın karnında olduğuna ve
arzın karnındaki eşyanın taharrîsine insanları teşcî ettiğine işarettir.
Ve keza, arzın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilemeyen anâsır ve maddelerden, tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delâlet eder.
arzdaki bazı eşyanın abes ve faydasız olduklarına ait evhamı def etmek içindir.
daki
arzın hilkatiyle semavatın tesviyesi arasındaki Cenab-ı
Hakkın ef'al ve şuunatının silsilesine işarettir. Ve keza, beşere menfaat hususunda,
semavatın tesviyesi arzın hilkatinden rütbece uzak olduğuna delâlet eder.
İ'câz ve ihtisar için, 1
yerinde
denilmiştir.
kelimesinin istimali, burada mecazdır. Yani, hedefe kastını
hasredip sağa sola bakmayanlar gibi, semavatın tesviyesini irade etmiştir.
Bu semadan maksat, semavatın maddesi olan buhardır.
deki
tefrîi ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivâya bağlanması,
nün
emrine
veya kudretin taallûku iradenin taallûkuna veya kazânın kadere olan terettüplerine
benziyor. Ve tâkibi ifade ettiğine göre, mukadder bazı fiilere imadır.
Takdir-i kelâm, ilââhir, den ibarettir. Yani, "Nevilere ayırdı, tanzim
etti, aralarında lâzım gelen emirleri, tedbirleri yaptı, sonra yedi tabakaya tesviye
etti."
Yani, "Muntazam, müstevi; envâı, eczaları mütesavi olarak yarattı."
Bu zamirin cem'i, semavat olacak maddenin nevilere münkasım olduğuna işarettir.
tâbiri, semavat tabakalarının kesretine işarettir ve bu tabakaların teşekkülât-ı
arziyenin edvar-ı seb'asıyla sıfât-ı seb'aya münasebettar olduğuna îmadır.
Bu semaların bir kısmı, seyyarat balıklarına denizdir; bir kısmı da
sabit yıldızlara mezraadır; bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan derâri
yıldızlara bahçe ve bostandır.
Bu
atıf içindir. Halbuki burada atfın tarafeyni arasında münasebet yoktur.
Öyleyse, bu münasebeti bulmak için takdire ihtiyaç vardır. Şöyle ki:
"Öyleyse, bu büyük ecramın Hâlıkı Odur."
"Öyle ise o ecramdaki
san'atı tanzim, tahkim eden Odur."
İlsakı ifade eden kelimesindeki
ilmin, malûmdan infikâk ve
infisalinin mümkün olmadığına işarettir.
tâmimi ifade eden bir edattır. Burada ifade ettiği tâmimden hiçbir şeyin, hiçbir
ferdin tahsisi ve daire-i şümulünden ihracı yoktur. Bu itibarla
2
olan kaide-i külliyeyi tahsis ediyor. Çünkü kendisi bu kaidenin şümulünden hariç
kalmıştır.
Bu kelime vacip, mümkin, mümtenie şâmildir.
Yani, zâtı ile ilim arasında zarurî, lüzumî sübut vardır.
Yani, "Düşün o zamanı ki, Rabbin melâikeye hitaben 'Ben yerde bir halifeyi yaratacağım' dedi. Melâike de 'Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Halbuki biz, hamdinle Seni tesbih ve takdis ediyoruz' dediler. Rabbin de 'Sizin bilmediğinizi Ben biliyorum' diye onlara cevap verdi."
Arkadaş! Melâikenin vücudunu tasdik ve kabul etmek, imanın rükünlerinden biridir. Birkaç makamda bu rüknü ispat ve izah edeceğiz.
Birinci makam: Arzın, ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlûkatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 30 - s.1265
yüksek burçlarında, hayatlı sâkinleri olduğuna kat'î bir şekilde hükmeder.
Evet, o burçlarda melâikenin vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken, şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki, canlı mahlûkatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki, nebatat, balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki, pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgâhlar bulunur. Fakat, o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından, o yüksek, müzeyyen sarayları, sakinlerden boş, hâli olduğunu itikad eder.
Melâikenin vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bilâ-tereddüt, o yüksek kasırların da hayat yeri ve onlarda da onlara münasip sâkinler bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara mahsus ve münasip hayat şartları vardır. Fakat oraların sâkinleri pek uzak olduklarından, görünmemeleri, yok olduklarına delâlet etmez.
Binaenaleyh, arzın zevilhayatla dolu olmasından kat'iyetle anlaşılıyor ki, bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım ve müştemil semavatta, şeriatın "melâike" ile tesmiye ettiği zîhayatlar mevcuttur.
İkinci makam: Bundan evvel ispat ve izah edildiği gibi, hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh, bu geniş fezanın sâkinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâli olduklarının imkânı var mıdır? Evet, bütün ukalâ, akıl, nakil manevî bir icmâ' ve ittifakla melâikenin mânâ ve hakikatlerine hükmetmişlerdir; fakat tâbirleri çeşit çeşittir. Meselâ, Meşaiyyun, envâ-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile, İşrakiyyun ise ukul ve erbabü'l-envâ ile, dinler dahi melekü'l-cibal, melekü'l-bihar, melekü'l-emtar gibi tâbirlerle tâbir etmişlerdir. Hattâ, akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melâikenin mânâsını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sariye ile tâbir etmişlerdir.
S - Kâinatın irtibatını, hayatını temin için, hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi gelmez mi?
C - Senin dediğin o sâri kanunlar, namuslar, itibarî ve vehmî emirlerdir. Muayyen vücutları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların mâkesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melâike ile sabit olur.
Ve keza, teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid âlem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasip ve muvafık çok âlemlere müştemil olan âlem-i gayb, melâike ile dolu ve âlem-i şehadetin hayatına mazhardır.
Hülâsa: Melâikenin mânâ-yı hakikati, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh, melâikenin suretleri, eşkâlleri arasında, ukul-u selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki, melekler mükerrem abddirler; emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve lâtif ve nuranî cisimlerdir.
Üçüncü makam: Arkadaş! Melâike meselesi öyle meselelerdendir ki, bir cüz'ün sübutuyla küll sabit olur; bir ferdin vücuduyla, nevi tahakkuk eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder. Binaenaleyh, zaman-ı Âdemden şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icmâ ve ittifakla melâikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde, melâikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücutları hissedilmediği elbette muhaldir.
Kezalik, beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılâpta itirazlara maruz kalmayarak devam eden melâike itikadının bir hakikate, bir asla dayanmaması ve mebâdi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Herhalde beşerin bu umumî itikadı, mebâdi-i zaruriyeden neş'et eden ve müşahedat-ı vâkıadan hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet, bu itikad-ı umumînin sebebi, kat'î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melâikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat'î delil ve emarelerdir. Çünkü melâike meselesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa, beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.
Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nev'in vücudu tahakkuk eder. Nev'in vücudu tahakkuk etse, herhalde Şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.
Bu âyetin, sâbık âyetle dört vecihle irtibatı vardır.
Birinci Vecih: Bu âyetler, beşere verilen büyük nîmetleri tâdad ediyor. Birinci âyetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki; beşer, hilkatın neticesidir ve arzın müştemilâtı ona teshir edilmiştir,