Mesnevî-i Nuriye - Lâsiyyemalar - s.1290

1. O icad fiili, pek azîm ve geniş bir sehavet-i mutlakadan geliyor.

2. Bir suhulet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadan çıkıyor.

3. Mutlak bir intizamla, sür'at-i mutlakada meydana geliyor.

4. Mevzun ve mizanlı olarak bir vüs'at-i mutlakada bulunuyor.

5. Güzel bir eser-i san'at olmakla beraber, mutlak bir ucuzlukta görünüyor.

6. Taallûk ettiği şeyler pek karışık olmakla beraber, büyük bir imtiyaz-ı mutlak ve adem-i iltibasla yapılıyor.

7. Mahall-i taallûku gayr-ı mütenahi olmakla beraber, eserlerinde çirkinlik görünmez, ahsen şekilde husule gelir.

8. Efrad ve envâ arasında, bu'd-u mutlak ile beraber, tevafuk-u mutlak var.

Arkadaş! Bu fıkraların herbirisi tek başına da o sikkeyi izhar etmeye kâfidir.

Bakınız, en harika bir sehavetle en harika bir hüsn-ü san'at, muhit bir kudretin hassasıdır.

Ve intizamla beraber harika bir suhulet, hiçbirşeyden âciz olmayan muhit bir ilim sahibine mahsustur.

Tartılmış gibi gayet mizanlı olmakla beraber, mucizâne bir sür'at-i mutlaka, herşeyi emrine ve kudretine teshir eden Zâta mahsustur.

Nevilerin pek dağınık bulunmasından, pek geniş bir tasarrrufla harika bir hüsn-ü san'at, ilim ve kudretiyle herşeyin yanında bulunan Zâta hastır.

Kesret ve mebzuliyetle beraber her ferdin san'at itibarıyla kıymettar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ı mütenahi hazinelere malik olan Zâta mahsustur.

Efradın ziyadesiyle karışık olmasıyla beraber iltibassız ve fevkalâde imtiyaz ve teşahhuslara mazhar olmaları, herşeye basîr ve herşeye şehîd ve herbir fiili kendisini diğer bir fiilden men etmeyen Zâta mahsustur.

Ve keza, arzda dağınık bulunan efrad arasındaki uzaklıkla beraber, suretçe, vücutça, teşkilâtça aralarında husule gelen tevafuk, küre-i arz yed-i tasarrufunda, ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan Zâta mahsustur.

Ve keza, nev'in kesret-i efradıyla beraber her ferdin harikulâde bir hüsn-ü hilkate mâlik olması, Kadîr-i Mutlaka hastır ki, az çok, küçük ve büyük herşey Ona nisbeten birdir.

Geçen fıkraların herbirisinde, herşeyin tek bir Sâniin sun'u ve san'atı olduğuna delâlet eden başka bir âyet daha vardır. Evet, sehavetle kuvve-i iktisadiye arasında ve sür'atle mizanlı olmak arasında ve ucuzlukla kıymetli olmak arasında ve karışık olmakla mümtaz bulunmak arasında tezat vardır. Bu zıtları bir fiilinde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sâni-i Kadîre mahsustur.

Hülâsa: Herbir fıkra, tek başına hâtem-i ehadiyeti izhara kâfi olduğu takdirde, fıkraların heyet-i içtimaiyesi pek zahir bir tarik-i evlâ ile hâtem-i ehadiyeti gösterir. İşte bu izahtan,

f01017.gif (1960 bytes)

âyet-i kerîmesinin sırrı zahir oldu. Yani, o inatlı münkire, "Hâlık-ı Semavat ve Arz kimdir?" diye sorulduğu zaman, çar u nâçâr, "Allah'tır" diyecektir.

Arkadaş! Ulûhiyet, risalet, ahiret, kâinat arasında hakikatte telâzum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve sübutu, ötekisinin de vücut ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir.

Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye iman etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san'at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.

Ve keza, deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozuk olmayanlar için, kemal-i intizamla tahavvül ve teceddüd eden şu kâinatın şuhudu, Bâni ve Sâniin vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kâinatı meşiet ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla tafsil ve âdetinin kanunlarıyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvir eden, ancak ve ancak Bâni ve Sânidir.

Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul edilmediği takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz


Mesnevî-i Nuriye - Lâsiyyemalar - s.1291

ilâhların kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk etmeye kadir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın herbir cüz'îsi, zevilhayatın küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüz'îyi halk eden, küllîyi de halk etmeye kadir olmalıdır.

Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusülle olur.

Ve keza, hadd-i kemale bâliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.

Ve keza, kemal-i cemale bâliğ olan kemal-i hüsn-ü sanat, resullerin delâletiyle olur.

Ve keza, rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka ilân etmeleriyle mümkün olur.

Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir ayna bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle Hâlıkın hüsnüne aynadır; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.

Ve keza, bir zâtın cevahirle, zîkıymet eşyayla dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zatın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak o zatın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o memur resuldür.

Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, en kâmil, en fâzıl o zattır. Tam tamına teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilân eden, o zattır.

Aziz arkadaş! "İman-ı billâh" ile "âhiret imanı" arasındaki telâzuma geldik. Hazır ol, dinle:

Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahır ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzat menzilleri âhirettir.

Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kısmı âhirette olur.

Ve keza, lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-i mutlakaya sahip olan bir sultan için umumî ve daimî bir dâr-ı ziyafet lâzımdır. Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiplerinin devam ve bekalarını ister. Bu da ancak âhirette olur.

Ve keza, bir cemal sahibi, dâima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise âhiretin vücudunu ister. Çünkü daimî bir cemal, zâil ve muvakkat bir müştaka râzı olmaz, onun da devamını ister. Bu da âhireti ister.

Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda, pek rahîmâne bir şefkat sahibi olan bir sultan-ki ednâ bir mahlûkun ednâ bir isteğini derhal yapar, verir-elbette bütün mahlûkatın en büyük bir ihtiyacını kemal-i suhuletle yapar. Böyle umumî ve en mühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.

Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimâları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış; dâimî olarak milleti istiâb edemez, daima dolar boşalır. Ve bir imtihan meydanı var; her vakit değişir, tebeddül eder. Ve sultanın bazı âsâr-ı san'atına ve ihsanatına bazı nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup ve sakinleri sabit ve daimî kalacaklarına bilbedâhe delâlet eder.

Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a'mallerini, ef'allerini, hizmetlerini, hâcetlerini tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hadise ve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücâzâtın vukua geleceğine kat'î bir surette delâlet eder.

Ve keza, mükâfat ve mücâzat hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ve vaîd edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.

Ve keza, hadd-i tevatüre bâliğ olan muhbirlerin ittifak ve icmâlarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı ve cevelangâhı ancak âhiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz. Çünkü, bu gibi zâil, mütebeddil şeyler, o müstakar saltanata makar olamaz.

Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok şeyleri, içtimâları, iftirakları gösteriyor.


Mesnevî-i Nuriye - Lâsiyyemalar - s.1292

Fakat, bizzat maksat o şeyler değildir. Ancak âhiretin meydan-ı ekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir. Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir.

Evet, o Sultanın şu fâni menzillerde ve korkunç meydanlarda gösterdiği hikmet, inayet, adalet, rahmet ve şefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkân hâricidir. Elbette bu kadar yüksek ve geniş harika san'atlar, daimî mekânları, sabit meskenleri ve zevalsiz sakinleri isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine mazhar olsunlar. Ve illâ, şu görünen hikmet, inayet ve merhametin inkârı lâzım gelir. Ve aynı zamanda, bu kadar hikmetinden ve inayetinden zuhur eden fiiller sahibinin-hâşâ!-zâlim, gaddar, sefih olduğuna zehab edilir. Bu ise, inkılâb-ı hakâiki istilzam eder.

Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, burhanlar vardır. Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkânı yoktur. Çünkü rububiyetin saltanatı mükâfat ve mücâzatı ister.

Ve keza, Sâni-i Âlemin herşeyi içine almış ve herşeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır. Validelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belâlarla karışık, zâil ve gayr-ı sabit olan şu nimetler ve ebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder.

Ve keza, âlemde görünen tasarrufattan anlaşılıyor ki, Sâni-i Âlemin pek yüksek, celâlli, izzetli bir haysiyeti vardır ki, ubudiyetle Sânii tâzim etmeyenlerin veya istihfaf edenlerin tediplerini, tehir ve imhal etse bile, ihmal etmez.

Ve keza, o Sultanın emirlerini, nehiylerini kıymetsiz görüp imanla imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve şükranla hürmette bulunmayanlar için rububiyetin ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat ve mücâzat olacaktır.

Ve keza, bütün mahlûkatta görünen hüsn-ü san'atlar, intizamlar ve ihtimamlardan ve herşeyde takip edilmekte olan maslahat ve faydalardan anlaşılıyor ki, kâinat taht-ı tasarrufunda bulunan Sâni-i Zülcelâlde pek büyük bir hikmet-i âmme vardır ki, itaat ve iltica edenlerin büyük taltif ve in'amlara mazhar olacakları o hikmet-i âmmenin iktizasındandır.

Ve keza, görünüyor ki, herşey lâyık mevkiine vaz ediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin hâceti, istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlupları-bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun-cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübrâ lâzımdır ki, rububiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü, fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyleyse, o büyük Sultan-ı Âdil için bir Cennet-i bâkiye, bir cehennem-i dâime lâzımdır.

Ve keza, görünüyor ki, bu âlemin Sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle, harika bir sehavete sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereleriyle hâmile eşcar ve ağaçlar misilli pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehavet, tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devamla muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira, nihayet bir sehavet, harika bir kerem, daima halka ihsan ve in'am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in'amlara minnettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını ister.

Ve keza, şu mucizeli ve hikmetli ef'âl-i kerîmânenin tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni-i Fâilin pek gizli kemalâtı vardır. Ve daima o kemâlâtı, enzar-ı âleme arz ve teşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemal, daimî bir tezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder. Çünkü, adem-i mutlaka namzet olan insan, kemâlâta kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder.

Ve keza, bu güzel, müzeyyen, münevver masnûatın Sânii için mücerred mânevî bir cemal vardır. Ve Onun, o mahfî hüsün ve cemal için pek çok mehâsin ve letâifi vardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemalin kesif aynalarından biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecellî etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.

Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor.