![]() ![]() ![]() |
Mesnevî-i Nuriye - Katre - s.1299 |
ile meselenin ilânıyla Hâlıkın bir olduğuna delâlet ve şehadet eder.
Ve keza, meselâ bulutla arz gibi câmid ve mütehalif şeylerde tecavüb ve muavenet,
yani birbirinin hâcetine cevap vermek ve seyyarat gibi şemsten pek uzak olan
yıldızların şemse veya birbirine tesanüd etmeleri, bütün eşyanın bir Müdebbirin
idaresinde bulunduğuna şehadet ederek ile ilân eder.
Ve keza, semâvatın yıldızlar gibi âsâr-ı muntazamadaki müşabehet ve arzın
birbirine benzeyen çiçeklerinde, hayvanatındaki münasebet, Hâlıkın bir olduğuna
delâletle şehadetini ile ilân eder.
Ve keza, herbir zîhayat, çok isim ve sıfatların tecellîsine mazhardır. Meselâ,
bir zîhayat vücuda geldiğinde Bâri isminin cilvesine, teşekkülünde Musavvir
sıfatının cilvesine, gıdalandığı zaman Rezzak isminin cilvesine,
hastalıktan şifa bulduğunda, Şâfi isminin tecellîsine, ve hâkezâ, tesirde
mütesanit, âsârda mütehalif, çok sıfat ve isimlere mazhardır. Bu sıfatların ve
isimlerin hedefleri bir olduğundan, elbette müsemmâları da bir olur. İşte her bir
zîhayat, şu mazhariyetle Hâlıkın bir olduğuna dair olan şehadetini, ile
ilân eder.
Ve keza, manzume-i şemsiyeyle balarısının gözleri arasındaki irtibat ve
keyfiyetçe birbiriyle münasebetleri, ikisinin bir Nakkaşın nakşı olduğuna olan
delâletlerini ile ilâm ediyorlar.
Ve keza, zerrat arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlar arasında bulunan
câzibeye kardeş olması, her iki kısmın da bir kalem-i vahidin yazısı olduğunu ile
izhar ediyorlar.
Ve keza, terkip ve mürekkebatta görünen intizam, o mürekkebattaki her zerrenin, lâyık mevziine konulmasıyla hasıl olmuştur. Binaenaleyh, o zerreleri, aralarındaki münasebetler bozulmamak şartıyla lâyık mevkilerine koyabilmek, ancak bütün o mürekkebatı yaratabilecek bir kudret sahibine hastır.
İşte, zerrattaki intizam ve şu vaziyetin lisanıyla Allahu ekber diyerek, yu
okur.
Ve keza, bir neviden bir ferdin, bütün efraddan imtiyazını temin edecek teşahhus ve taayyününün kalem-i kudretle yazılması, bütün nev-i beşerin, meselâ, efradının nazar-ı kudrette meşhud ve melhuz olduğunu istilzam eder. Çünkü, bir fert, alâmet-i farikası cihetiyle bütün efrada muhalif olacaktır. Eğer bütün efrad hazır bulunmazsa, taayyünlerinde, alâmatlarında muhalefetin bulunmaması ihtimali vardır. Bu ihtimal ise bâtıldır. Öyleyse, bir ferdin hâlıkı, bir nev'in hâlıkı olacaktır.
Ve keza, bir nev'e hâlık olabilmek, cinse de hâlık olabilmeye mütevakkıftır. En
nihayet, iş da nihayet bulur...
Ve keza, hilkat ve yaratılışın Vâcibü'l-Vücuda isnad edilmesini, nazarları çok kısa olanlar, baîd, garip, külfetli olduğunu tevehhüm etmekle inkârına zehab ediyorlar. Halbuki, esbaba isnad edilirse, onların tevehhüm ettikleri bu'd, garabet, külfet kat kat muzaaf olarak hakikate inkılâp eder. Çünkü Vâcibe daha kolay olur. Meselâ, bir adamdan birkaç şeyin suduru, birkaç adamdan birşeyin sudurundan daha ehvendir. Meselâ, balarısının hilkati, kudret-i İlâhiyeye isnat edilmezse, nihayetsiz müşkilât olur.
Maahaza, vahidin kesrete yaptığı vaziyet ve maslahatı, kesret çok meşakkatlerden sonra yapabilir. Meselâ, bir kumandanın pek çok neferlere verdiği intizam vaziyeti o neferlere verilse, suhuletle yapamazlar. Demek Hâlık-ı Vahide yapılan isnadda zahiren bu'd ve garabet varsa da, esbab ve kesrete edilen isnadda muzaaf olarak müteselsil muhaller vardır. Şöyle ki:
Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun sıfatlarını farz etmek lâzım geliyor. Çünkü, nakıştaki kemal, san'attaki hüsün, o sıfatları ister. Hem şirketi kabul etmeyen vücub hakkında, gayr-ı mütenahi şeriklerin farzı lâzımdır. Hem herbir zerrenin, bütün zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olması lâzım geliyor. Çünkü, nizam ve intizam öyle ister. Hem herbir zerrede, ihatalı bir şuur, tam bir ilim lâzımdır. Çünkü, zerreler arasında tesanüd ve muvazene vardır. Bu tesanüd ve muvazene ise ilimle olur.
İşte, eşyayı esbaba isnad etmekte bu kadar muhaller vardır. Amma sahib-i hakikî olan Vâcibü'l-Vücuda isnad edildiği vakit, o zerreler şöyle bir vaziyete girerler ki, şemsin cilvelerine, timsallerine, lem'alarına mazhar olan su katreleri gibi kudret-i ezeliyenin nurânî tecellîsine, cilvelerine, lem'alarına o zerreler de mazhar olup, sahib-i kudretin izniyle, gayr-ı mütenahî olan ilim ve iradesiyle, o zerrelerde teşekkülât ve terkibat yapılır. Binaenaleyh, kudret-i ezeliyenin bir lem'ası kudretin hâsiyetine mâlik olduğundan, esbabın binler lem'asından ve esbabın sultanından daha tesirlidir.
Mesnevî-i Nuriye - Katre - s.1300
Çünkü, bunda tecezzî ve inkısam vardır, kudret-i ezeliyede ise yoktur.
Ve keza, külfet ve uğraşmak da yoktur. Çünkü, kudret Sâniin zatına zatîdir, ârazî değildir. Acz, kudretine tahallül edemez. Kudretin bir lem'asına zerreler, şemsler mütesavidir. Büyük, küçükten ağır ve zahmetli değildir. Ve keza, hayat, vücut, nur gibi şeylerin zahir ve bâtınları şeffaf olduğundan, icadları zamanında, vesait-i esbab altında kudretin tasarrufu görünür. Evet, hayatın vaziyetlerine ve derecelerine dikkat edilirse kudretin tasarrufu görünür.
Meselâ, bir salkım üzümün yapılması için ince, câmid bir dal; ve bir cam parçasında şemsin timsalini tersim için küçük bir delikten ziyanın geçmesi; ve bir evi tenvir için bir kibrit tavassut ediyor. Ve bu gibi basit esbab altında yapılan o azîm ve garip işlerde kudretin tasarrufu gündüz gibi görünmesi âşikârdır.
Ve keza, eşyanın esbaba isnadındaki istib'addan ve istiğrabdan hasıl olan inkârdan neş'et eden dalâletlerden hasıl olan ıztırabat, bütün akılları, ruhları Vâcibü'l-Vücuda firar ve iltica etmeye mecbur eder. Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah'a ilticayla olur. 1 2
İşte, kâinat şu hakikatin lisanıyla, yu söylüyor.
Ve keza, esbab-ı zahiriye pek basit, mahdut, fakir, câmid, şuursuz, iradesiz ve
kanunlar kısmı da itibarî, mevhum şeylerdir. Müsebbebatta bulunan harika nakışlar,
ziynetler, garip ve acip san'atların o gibi kıymetsiz esbabla kat'iyen münasebetleri
yoktur. Binaenaleyh, meselâ bedenin hüceyratındaki nizamlı, intizamlı
teşekkülâtı, ekmek yemesine ve kuvve-i hâfızada yazılan gayr-ı mahdud muntazam
nakışları, kulaktaki ve baştaki telâfife ve konuşmakta, tefekkürde, harflerin
teşekkülâtına ve suver-i zihniyenin husulüne, lisan ve zihnin hareketleri gibi esbaba
isnadları, ahmakçasına bir hükümdür. Ancak, o gibi müsebbebat, gayr-ı mütenahî
bir kudretle bir ilim ve bir iradeyi iktiza ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki,
kevn ve vücutta müessir-i hakikî ancak kudreti gayr-ı mütenahî bir Hâlık-ı
Kadîrdir; esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir. Havas ve hasiyetler dahi,
kudretin tecellîyatına ve lem'alarına isim ve unvanlardır. Hem kanunlar ve nevâmis
denilen şeyler, ancak ilimle irade ve emrin envâa olan tecellîlerinin isimleridir.
Evet, kanun emirdendir, nâmus iradedendir. İşte, kâinat müsebbebatın lisanıyla ile
Hâlık-ı Hakikîyi ilân ediyor.
Ve keza, kâinat sayfasında pek büyük bir itina ve ihtimamla harika bir tarzda yazılan nakışlar, münferiden ve müçtemian, gayr-ı mütenahî bir kudreti iktiza ettiklerinden, kâinat da bir Vâcibü'l-Vücud, bir Hâlık-ı Kadîrin vücuduna bizzarure delâlet eder ki, o Hâlıkın tesir-i kudretine nihayet olmadığından, şeriklerden bilbedâhe müstağnidir, şerike ihtiyacı yoktur.
Maahaza, şerik hadd-i zatında mümtenidir. Bir ferdinin vücudu mümkün değildir. Çünkü, kudret-i kâmilenin tesiri gayr-ı mütenahidir. Şerik olduğu takdirde, kudretin tesiri mahdut olur. Mütenahi olmadığı halde mütenahî olur, inkıtaa uğrar. Bu ise birkaç cihetten muhaldir. Öyleyse, istiklâl ve infirad, ulûhiyet için zatî hassalardır.
Maahaza, şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zatî yoktur. Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neş'et eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur. Bilâkis, hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi görünür. Demek, müessir-i hakikî ancak ve ancak Allah'tır.
Evet, insan kâinatın en eşrefi ve esbab içinde ihtiyarı en geniş olduğu halde, ef'âl-i ihtiyarîsi içinde yemek ve içmek gibi en âdi bir fiilinde, yüz cüz'ünden ancak bir cüzü insana ait olabilir. Esbabın sultanı olan insan, böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı câmide ne halt edebilir?
İşte kâinat şu hakikatten tebarüz eden vücut ve vahdet lisanıyla yu
tilâvet eder.
Ve keza, kâinatın bütün eczâ ve zerratına tecellî eden esmâ-i İlâhiye
arasındaki tesanüd, yani birbirine dayanarak tecellî ettikleri bir temazüç, yani
elvan-ı seb'a gibi birbiriyle memzuç olarak eşyayı cilvelendirdikleri eserleri bir
olduğu gibi, müsemmâlarının da vâhid, ehad olduğuna şehadet eder. Ve bu şehadet
lisanıyla, kâinat diyerek ilân ediyor.
Ve keza, kâinatın-küllî ve cüz'î-ihtiva ettiği bütün eczasını istilâ eden bir hikmet-i âmme görünür. Ve bu hikmet-i âmme, kast, şuur, irade, ihtiyar sıfatlarını tazammun ediyor. Bu sıfatlar, bir Hakîm-i Mutlakın vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü, kâinat mef'ul ve münfaildir.
Mesnevî-i Nuriye - Katre - s.1301
Mef'ul fâilsiz olamadığı gibi, mef'ulün câmid bir cüz'ü de fâil olamaz.
Ve keza, kâinat sayfasında bir inayet-i tâmme parlıyor. Bu inayet, tazammun ettiği hikmet, lütuf, tahsin sıfatlarıyla, bir Hâlık-ı Kerîmin vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü, in'am ve ihsan, mün'im ve muhsinsiz olamaz.
Ve keza, kâinatı müştemilâtıyla beraber içine alan pek geniş bir merhamet görünüyor. Bu merhamet, rahmet, hikmet, inayet, in'am gibi çok sıfatları tazammun ediyor. Bu sıfatlar, bir Rahmân-ı Rahîmin vücub-u vücuduna şehadet eder. Çünkü, sıfat mevsufsuz olamaz.
Ve keza, zevilhayat ve canlı mahlûkata tevzi edilen bir rızk-ı âmm vardır. Ve bu rızık sıfatı, geçen sıfatları istilzam etmekle, bir Rezzak-ı Rahîmin vücuduna delâlet eder. Çünkü fiil fâilsiz olamaz.
Ve keza, bütün kâinatta intişar eden bir hayat vardır. Bu hayat sıfatı dahi, geçen sıfatları iktiza etmekle, bir Hayy-ı Kayyûm, bir Muhyî ve Mümît Hâlıkın vücub-u vücuduna delâlet eder.
Arkadaş! Elvan-ı seb'a gibi memzuc olan şu beş hakikat, kâinata bir Rab, Kadîr,
Alîm, Hakîm, Kadîm, Rahîm, Rahmân, Rezzak, Hayy-ı Kayyûm zarurî olduğuna
bilbedahe delâlet ve şehadet eder. Ve kâinat bu şehadetlerini ile
ilân eder.
Ve keza, kâinat yüzünde hüsn-ü zatîyi gösteren bir hüsn-ü arazî ve bir
cemal-i mücerredi gösteren bir cemal-i hazîn ve mahbub-u hakikîye işaret eden bir
aşk-ı sâdık ve bütün esrarı cezb eden bir hakikat-ı câzibeye işaret eden bir
cezbe ve bir incizap vardır. Bu hakikatler, kâinata bir Rabb-i Vâcibü'l-Vücud lâzım
ve zarurî olduğuna şehadet ettiklerini, kâinat ile tâlim ve ilâm ediyor.
Ve keza, bütün envâın cüz'iyatında bir tasarruf var. Bu tasarruf, faydalı iş ve
maslahatlar içindir. Ve nebatat ve hayvanatta bir tebeddül ve tahavvül var. Bu da pek
çok menfaatler içindir. Küre-i arzda gece ve gündüz cihetiyle bir tağyir var. Bu
dahi büyük büyük gayeler içindir. Kâinatta hükümferma olan nizam ve intizamla
beraber, faaliyet hususunda elvan-ı seb'a gibi tebarüz eden şu hakikatler, bilbedahe
bir Mutasarrıf-ı Hakîm, Kadîr, Fâil-i Muhtar gibi bütün evsaf-ı kemaliyeyle
muttasıf bir Hâlıkın vücub-u vücuduna yaptıkları delaleti, kâinat ile
tebliğ ediyor.
Ve keza, kâinatın ihtiva ettiği bütün envâ ve eczâ ve zerratı istilâ eden hudus, bir Muhdis ve bir Mûcidi iktiza eder.
Ve keza, kâinat bütün eczâsıyla beraber gayr-ı mütenahî eşkâl ve vaziyetlere kabiliyeti, ihtimali, imkânı varken bu şekl-i hâzıra girmesi, elbette bir Hâlık-ı Vâcibü'l-Vücudun ihtiyar, irade ve tercihiyle olmuştur.
Ve keza, büyük bir fakr ve ihtiyaçta bulunan kâinatın envâ ve eczâsına lâzım
olan işlerini, hâcetlerini evkat-ı münasipte
3
ifa ve is'af etmek, bir Rezzak-ı Kerîmin vücub-u vücuduna delâlet eder.
Ve keza, kâinat, umumî ve hususî, maddî ve mânevî pek büyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerek bekasına lâzım şeyleri, işleri görmekten âcizdir. Bu gibi matluplarının şuuru olmaksızın yerine getirilmesi, elbette Rahmân-ı Rahîm ve Vâcibü'l-Vücud bir Sâni-i Hakîm tarafındandır.
Ve keza, kevn ve vücutta, imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nâzırdır, onu iktiza eder. İnfial mertebesi, fâiliyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vâcip, vâhid, fa'al bir Hâlıkı iktiza ve istilzam eder.
Ve keza, bakıyoruz ki, kâinatta herhangi birşey, hadd-i kemale vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemali ister, kemal de sübutu iktiza eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemalledir. Kemalin kemali de devamla olur. Öyleyse, bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak var ki, mümkinatın bütün kemalâtı, Onun nur-u kemalinin cilvelerine birer gölgedir. Öyleyse, Cenab-ı Hak zatında, sıfâtında, ef'âlinde kâmil-i mutlaktır.
Ve keza, herşeyin bâtını zahirinden daha lâtif, daha şeffaftır. Bu ise, Sâniin o şeyden hariç ve baîd olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşyayla nizam ve muvazenesinin Sânii tarafından temin edildiği cihetle de, Sâniin o şeyde dahil olmamasını iktiza eder. Öyleyse, bir masnûun zatına bakılırsa, Sâniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrısıyla birlikte bakılırsa, Sâniin fevkalküll bir sem' ve basara mâlik olduğu görünür. Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sâni-i Âlem, âlemde dahil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi,