![]() ![]() ![]() |
Mesnevî-i Nuriye - Habbe - s.1326 |
Binaenaleyh, cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünkü, kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene'dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu gayr-ı kastî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.
İkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san'at, Rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir san'attır. Cenab-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kur'ân'ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.
Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubâb risalelerinde ispat ve izah edildiği gibi, mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye ve san'at-ı şuuriye-i Rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, firavunluğa delâlet eden ene'den, Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve tebârüz etti.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mâhiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor:
Biri, cesettir. Evet, cesedin genç iken lâtif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.
Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.
Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddittir. Dâim-i Bâkînin zikriyle muhafazası lâzımdır.
Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir; ne ileri, ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme.
Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü'l-Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: ümitsizliği intaç eden hırs gibi.
Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.
Biri de, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider, veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücû eder.
Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır.
Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Ve sür'at-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.
Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Mer'ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı haliyle, "Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim" diye kendisi döner, sürü de döner.
Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir
musibet taşına mâruz kaldığın zaman,
1
söyle ve merci-i hakikîye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade
düşünür.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviyeyle kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:
Görüyoruz ki, kalb, hangi birşeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır.
Mesnevî-i Nuriye - Habbe - s.1327
Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla, onunla beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam mânâsıya fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umur-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebedü'l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur'ân, semâdan nâzil olmuştur. Ve onun
nüzûlüyle semâvî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye de nâzil olmuştur. Bu mâide,
tabakat-ı beşerin iştah ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. O
mâidenin sathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avâma aittir. Meselâ:
2
âyet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu mânâyı ifham ve ifade ediyor:
Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz
da kup kuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de
yapışıklıklarını izâle ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat
çıkmaya başladı. Mezkûr âyetin ifade ettiği şu mânâya delâlet eden 3 âyet-i kerimesidir.
Çünkü, hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semânın
izdivacından tevellüd edebilir.
Mezkûr âyetin tabaka-i avâma ait safhasının arkasında şöyle bir safha da
vardır ki, nur-u Muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i acîniyeden, seyyarat ile
şemsin o nurun mâcun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı
delâletiyle teyid eden
4
olan hadis-i şerifidir.
İkinci misal:
olan âyet-i kerimenin tabaka-i avâma ait safhasında şu mânâ vardır:
"Onlar, daha acip olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar." Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir burhan vardır.
Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun? Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her sene de bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Nefsin belâhet ve hamakatine bak ki, bir Rabb-i Muhtar-ı Hakîm tarafından terbiye edildiğini ve o Rabb-i Hakîmin memlûk ve masnûu olduğunu bildiğine ve bu temellük ve terbiyenin bütün efrad, envâ, ecnasta câri olmakla meselenin bir kaide-i külliye şeklini aldığına ve bu feyzin şümullü olmakla bir nevi icmâ ve fiilî bir tasdike mazhar olduğuna nazaran kanun ve düstur şeklinde olan hadiseye ve kesb-i külliyet eden kaideye bakarak kanaat ve itminan etmesi lâzımken, bütün âfâkı cilvelendiren tecelliyât-ı esmâyı-kendisi de o cilvelerde hissedar olduğu halde-vasıta-i tesettür ve alâmet-i ihmal sanıyor. Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvâlini kontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir Hû gibi görüyor. Tecelliyâtın genişliğini imtinâa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, şeytanı bile yaptığı mugalâtadan utandırıyor.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Nefis daima ıztıraplar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki, şemsin tulû ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kaderle cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin-fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz ha!
Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semâvat ve arzın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı Külli Şeyin rububiyetine muhabbetle rızâdâde olmalıdır.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Birşeyin sânii, o şeyin içinde olursa, aralarında tam bir münasebet lâzımdır. Ve masnûatın adedince sânilerin çoğalması lâzımdır. Bu ise muhaldir. Öyleyse, sâni, masnû içinde olamaz. Meselâ, matbaa ile teksir edilen bir kitap, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor. O kitabın nakışları, harfleri, kendisinden sümbüllenmez.
Mesnevî-i Nuriye - Habbe - s.1328
Kâtip de o kitâbet san'atı içinde değildir. Ve illâ, intizamdan çıkar. Öyleyse, masnûun nakışları kendisinden değildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazılıyor.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Aklın pek garip bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazan kâinatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazan daire-i imkândan çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahaza, hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse bütün âlemi beraberce götürmek isteğindedir.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki, o nimetler, Mün'im-i Kerîmin taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in'âmı görmek demektir. İn'âmı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def eder. Zira, nimet zâil olduğundan, Mün'im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.
Evet; 6
olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in'am
şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan
hasıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse,
ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah'ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Bir zerre, kocaman şemsi tecelliyle, yani in'ikâs itibarıyla istiâb eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzat, yani hacimleri itibarıyla içine alamaz. Binaenaleyh, yağmurun şemsin timsaline mâkes olan katreleri gibi, kâinatın zerrat ve mürekkebatı, ilim ve iradeye müstenit kudret-i nurâniye-i ezeliyenin, tecellî ve in'ikâs itibarıyla lem'alarına mazhar olabilirler. Fakat, gözün içindeki bir hücre zerresi, âsab, evride, şerâyinde tesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menba olamaz. Bu acip san'at, muntazam nakış, ince hikmetin iktizasına göre, kâinatın herbir zerresi, herbir mürekkebatı, ulûhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menbâ ve masdar olması lâzım gelir. Veya o sıfatlarla muttasıf Şems-i Ezelînin tecelliyat lem'alarına mâkes olmaları lâzımdır.
Birinci şıkta kâinatın zerratı adedince muhalât vardır. Binaenaleyh, herbir zerre, o büyük yükün tahammülünden âciz olduğunu ikrarla "Mûcid, Hâlık, Rab, Mâlik, Kayyum ancak Allah'tır" diye şehadetini ilân eder. Ve keza, herbir zerre, herbir mürekkebat, muhtelif lisan ve delâletleriyle şu beyti terennüm ediyorlar:
Evet, herbir harf kendi vücuduna bir vecihle delâlet eder. Amma kâtibinin, sâniinin vücuduna çok vecihlerle delâlet eder. Evet,
İ'lem eyyühe'l-aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman ve saire gibi, tecellî-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü, asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nurânîlerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh, Cenab-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsaydı, senin elindeki aynada temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü, o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleriyle de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi.