![]() ![]() ![]() |
Emirdağ Lâhikası (2) - Mektup No: 83 - s.1857 |
Zaman onu ikinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tâbir ediyor ki:
İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye mânen o ikinci Harb-i Umumîden daha dehşetli olmasından, Eski Said'in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını tam tâbir ediyor ve o hiss-i kablelvukuunu gözlere gösteriyor. Ve o muteriz ehl-i velâyeti zahiren haklı, fakat hakikaten Eski Said'in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın itirazını tam reddediyor.
Said Nursî
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,
Evvelâ: Medresetü'z-Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da, umum kâinat mevcudatı hesabına Miraç gecesinde, Fahr-i Kâinat ve Netice-i Hilkat-i Âlem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, huzur-u İlâhîde nev-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlûkat namına, selâm yerinde,
demesi; ve içinde bir küllî mânâ bulunduğundan bütün ümmet hergün çok defa namazlarında zikretmesi ile; ve ehl-i iman içinde, herbir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu; ve bundan evvel Hüve Nüktesinin haşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun harika mucizât-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:
"Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice
verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdetâ
kendi hususî dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi, kendi hususî dünyası kadar bir
mükâfat alacağı işârât-ı Kur'âniyeden anlaşılır" diye, Hüccetü'z-Zehra'nın
ikinci makamında, ilm-i İlâhî mebhasinde ilâ âhirin küllî mânâları
ruhuma gelip, öylece teşehhüdde;
derken, birden hayalime hususî
dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil
oldular. Herbir dil, milyarlar, hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince
kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.
Bu unsurlardan "toprak" unsuru bir dil olarak, bütün zîhayatların herbiri
bir kelime-i zîhayat olup derler. Çünkü herbir avuç toprak ekser nebatata saksılık
edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde, herbir avuç toprakta, ya bütün
beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince mânevî küçücük mikyasta
fabrikalar herbir avuç toprakta bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız... Veyahut
bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak. Demek toprak
unsuru, bütün eczasıyla ve zerratıyla bu mazhariyet için hadsiz
der.
Yani, ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zât-ı
Vâcibü'l-Vücuda hastır.
Sonra herkesin hususî dünyasındaki gibi, benim de hususî dünyamın ikinci unsuru
olan "su" unsuru dahi, küllî bir lisan olarak bütün zerratıyla, hususan
zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında, trilyonlar,
katrilyonlar adedince kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.
Çünkü, suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin
ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet
acip ve güzel ve harika o küçücük mahlûkların ve yavruların büyük ve gayet
intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile
"Bârekâllah" dediren ve hadsiz "Bârekâllah, mâşaallah" dedirmeye
vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri, o su unsurunun herbir zerresinin
binler Eflâtun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak
lâzımdır. Bu ise, suyun zerratı adedince muhaldir. Öyleyse, bir Kadîr-i Zülcelâlin
ve bir Rahmân-ı Rahîmin hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o
mübareklerin, o hadsiz mucizâta mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince
kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlûkat namına, Miraç gecesinde,
Netice-i Hilkat-i Âlem olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm,
demiş. Yani, bütün bu medar-ı tebrik ve mâşaallah ve barekâllah dediren bütün
hâletler ve san'atlar Zat-ı Zülcelâlin kudretine
Emirdağ Lâhikası (2) - Mektup No: 83 - s.1858
mahsus olduğundan, bütün o hadsiz ları Cenab-ı Hakka huzuru ile
hediye ediyor.
Sonra, herkesin hususî dünyasındaki "hava" unsuru dahi bir hüve kadar,
herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkılelik
vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden
cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için, hava unsuru küllî bir lisan olarak o
hadsiz kelimatlarını katrilyonlar, belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sânilerine,
Hâlıklarına takdim ettiklerinden, onların namlarına o küllî mânâ ile Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakka
diye takdim etmiştir. Yani,
"Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve
ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı Külli Şeye mahsustur."
Çünkü Hüve Nüktesinin haşiyesinde denildiği gibi, ya, hüve kadar bir avuç havanın herbir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak herşeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tâmmeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat'î bir zaruretle, o zerrelerin herbiri, Sâni-i Hakîmi bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta, âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.
Demek zerrat-ı havaiye adedince salâvatları ifade eden, Mirac-ı Ahmedîde
Aleyhissalâtü Vesselâm denilmiştir.
Sonra kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden "nar" ile
"nur" unsuru, yani hararetli ve hararetsiz maddî ve mânevî nur unsuru bir
küllî dil olarak, hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile, hadsiz dillerle
diyor.
Yani, bütün güzel sözler, güzel mânâlar, harika güzel cemaller ve bütün
kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnânın cilveleri ve başta
enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve
mahlûkatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş'et eden güzel
sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler
1
sırrı ile Arş-ı Âzam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet
yüzünden gayet güzel olan esmâ-i İlâhiyeye aynalık eden birinci yüzündeki hadsiz
güzellikler, tayyibeler; ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz
hasenatlar, hayırlar ve mânevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla, Ezel-Ebed Sultanı
Kadîr-i Zülcelâle mahsustur diye, nar ve nur unsurunun bu küllî diliyle bu küllî
ubudiyeti, Mâbud-u Zülcelâle takdim etmek mânâsında olarak, Fahr-i Kâinat
Aleyhissalâtü Vesselâm, umum mahlûkat hesabına
demiş. Çünkü maddî ve
mânevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber, hem ayrı ayrı
Zat-ı Vâcibü'l-Vücuda işaret ve şehadet ettikleri milyarlar nümuneleri var.
Evet, nur ve nar unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat'î ve bedihî ve zarurî bir surette ve nümunelerle gösteriyor ki, bütün esbap yalnız bir perdedir. Bütün icatlar ve tesirler Zât-ı Kadîr-i Zülcelâlindir. Çünkü, nur, aynen vücut ve hayat gibi, kudret-i İlâhiyenin perdesiz, bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz'î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki, Hüve Nüktesi haşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar nümunelerinden iki küçük nümunesinden:
Birisi: Mânevî nurun, ilim sûretinde beşerin kafasında cilvesinin bir cüz'îsi, tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sayfasının yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları, o tırnak kadar kuvve-i hafızanın sayfasında, istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.
İşte bu tırnak kadar kuvve-i hafızanın, bahr-i umman gibi bir vüs'ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-yı mânevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sayfaları olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüz binler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan, elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hafıza, Levh-i Mahfuz bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlakın, ilim ve hikmet ve kudretiyle, o Levh-i Mahfuzun bir nümunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.
Emirdağ Lâhikası (2) - Mektup No: 83 - s.1859
İkinci cüz'î ve küçücük bir nümunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lâmbasının acip vaziyetini tetkik etmiş. Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerdeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde, yalnız gayet cüz'î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini, yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil.
Ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber, birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyunlar toplansalar, bunu bir sofestaîye de kabul ettiremezler.HAŞİYE
Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyz alan ve Nuru'n-Nur ve Hâlıku'n-Nur ve Müdebbiru'n-Nur olan Kadîr-i Zülcelâlin ve Allâmü'l-Guyûbun ve Alîm-i Mutlakın kudretiyle ve hikmetiyle olacak. İşte bu iki nümuneye kıyasen hadsiz nümuneler var.
İşte bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı
tayyibeleri ve hayırları ve kemâlâtları Zat-ı Zülcelâle nur unsuru diliyle kâinat
takdim ettiği gibi, netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm dahi, namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat
hesabına, Miraç gecesinde o küllî mânâ ile
demiş.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm biadedi zerrâti'l-enâm bu dört kelimât-ı
cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra-Risâle-i Nur'da izah edildiği gibi-Cenab-ı
Hak demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve mânevî emir ve
ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş. Birden Peygamber
demekle, o kudsî selâmı hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki
emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip, bütün
mahlûkatın meb'usu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.
Ümmeti ise her namazda demeleri, o selâm-ı İlâhîdeki emir ve fermana bir
imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir. Ve hergün biatını, yani memuriyetini kabul
ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdit ve tazelemektir. Hem, risaletini bir
tebriktir. Hem, umum âlem-i İslâm hergün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i
ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.
Evet, her insan, kendi vücudunun mahvolmasıyla müteellim olduğu gibi, hanesinin harap olmasıyla da elem çekiyor. Ve vatanının bozulmasıyla gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, mânevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.
İşte, aklı başında herbir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla
bilecek ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın Miraç gecesinde gözüyle
gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın Cennetteki hayat-ı
bakiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını
ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet
sürurlu, mânevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm hergün çok defa
dediği gibi, onun da getirdiği hediye-i mâneviyesiyle, hem kâinat sayfaları ve
tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına, hem mahlûkatın hakikî kıymetleri ve
kemalâtları onun risaletiyle tezahür etmesine mukabil, bütün mahlûkat mânen
bu
mezkûr hakikatin lisanıyla derler.
Ve ümmet mabeyninde şeâir-i İslâmiyeden olan birbirine
demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuası olmasındandır.
Said Nursî