![]() ![]() ![]() |
Hutbe-i Şâmiye - s.1980 |
Ve tevhid-i ceberuta telvihtir.
Tevhid-i celâle telmihtir. Şirkin envaını reddeder. Yani tegayyür veya tecezzî veya
tenasül eden, ilâh olamaz. Ukûl-ü aşere veya melâike veya İsâ veya Üzeyr'in
velediyetini dâvâ eden şirkleri reddeder.
ispat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest, tabiatperestin
şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden mütevellid
olan ilâh olamaz.
câmi bir tevhiddir. Yani, zâtında, sıfatında, ef'âlinde naziri, şeriki,
şebihi yoktur.
Şu sûre, bütün envâ-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Herbiri ötekinin hem neticesi, hem burhanıdır.
Muvahhid-i ekber ve tevhidin burhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve âzâsı, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük burhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek, hep birden Lâ ilâhe illallah diye mevlevî-vari zikrediyorlar.
Tevhidin burhan-ı nâtıkı olan Kur'ân'ın sinesine kulağını yapıştırırsan
işiteceksin ki, kalbinde derinden derine, gayet ulvî, nihayet derecede ciddî, gayet
samimî, nihayet derecede mûnis ve muknî ve burhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî
işiteceksin ki, zikrini tekrar ediyor.
Evet, şu burhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i'câz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solunda vicdanı istişhad, önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var, girebilsin?
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" herbirinin bir gayetü'l-gàyâtı var:
İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü'l-gàyâta sevk eder.
Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi, hem bir şuur-u küllî verilmek lâzımdı; hem de bizzarure eserde itkan-ı kemal-i san'at muhtelif olacaktı. Halbuki, en âdiden en âliye, en küçükten en büyüğe itkan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nispetindedir. Demek Müessir-i Hakikîden bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl, cebr-i nefy, ihtiyarı ispat eder.
Câ-yı dikkattir ki: Cüz'î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san'atı bir petek hüceyrat şehri, bir nar ve gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki câzibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz-ü lâyetecezzâdaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.
İslâmiyet der: hem vesait ve esbabı, müessir-i hakikî olarak kabul etmez.
Vasıtaya mânâ-yı harfi nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz
öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hıristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir,
mânâ-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister,
öyle sevk eder. Onlar azizlerine mânâ-yı ismiyle birer menba-ı feyiz ve güneşin
ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi birer mâden-i nur
nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mânâ-yı harfiyle, yani ayna güneşin
ziyasını neşrettiği gibi birer mâkes-i tecellî nazarıyla bakıyoruz.HAŞİYE
Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fenâ fillâh makamını görür, gayr-ı mütenahi makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hıristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hıristiyanda "ene" levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli makam sahibi bir adam Hıristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayt olur.
Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedit ve mütenevvi lezzet, tegayyür-ü âlemin mayası ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, daneden sümbüle geçmek, aynı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o taddır.
Hutbe-i Şâmiye - s.1981
Zîşuura nispeten gayetteki kemal ne kadar câzibedarsa, "lâ müdrike"ye nispeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa'ye sevk eder. Bu sırdandır ki, rahat zahmettir, zahmet rahattır.
Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.
Hırs cihetiyle, siyaset efkârını İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar isal eden herifler, şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaate mazhar oldular. Nefsânî aşklardaki felâketler, haybetler bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı matemdir.
Gece kalben nevmi merak edersin, bakiyesini de kaçırıp uyanık kalırsın.
İki dilenci: biri musırr-ı muhteris, biri müstağnî-i muhteriz. İkincisine vermeyi daha ziyade arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir nümunesidir.
En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. "Bîtarafane muhakeme" dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar.
Zira hakikat-bin göz aldanmaz; hakperest kalb aldatmaz.
Gıybetin derece-i şenaati, Kur'ân der:
Altı kelime ile, altı derece şiddetle gıybeti takbih ediyor. Yani, hemze ile der:
Aklına bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim aklın yoksa kalbine bak, böyle şeye muhabbet eder mi? Selim kalbin yoksa vicdanına bak, böyle dişinle kendi etini parçalamak gibi hayat-ı içtimaiyeyi bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvarî iftirasa iştah gösterir mi? Mânen insaniyetin olmazsa, rikkat-i cinsiye ve karabet-i rahmiyene bak, böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-i cinsiyen olmazsa hiç sağlam tabiatın yok mu ki, ölüyü dişlerinle parçalıyorsun?
Demek akıl, kalb, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat, şeriat nazarında gıybet merduttur, matruddur.
Yani, kubbelerde taşlar başbaşa vururlar, tâ düşmesinler.
Cüz-ü lâyetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şumusa müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i feridi, insan-ı mükerremdir.
İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i saika, hem bir hiss-i şaika vardır. Hem insanda gayr-ı meş'ur hisler çoktur.
Bazan arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.
Hutbe-i Şâmiye - s.1982
Gariptir ki, bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.
Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekât gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet yakînen tebeyyün etmezse, cihad şahadet-i hakikiyeyi intaç eder. Zira vücub tezâuf etse taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millete, birden bire on binler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.
Bizde biri fasık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu mâsiyet, vicdandaki imânın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve mâneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için, İslâmiyet, fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hıristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.
İcrâ-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar-eğer tahakkuk etse. Nâsın itabından çekinir-eğer tebeyyün etse.
Bir câni yüzünden çok mâsumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf-ı mâsumeyi muhtevî bir mü'mine adavet edilmez.
Lâsiyyema, sebeb-i muhabbet olan imân ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud'dan daha ağır telâkki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü'minin mü'mine adâveti, o kadar kalbsizliktir. Mü'minlerde adâvet, yalnız acımak mânâsında olabilir.
Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.
Said Nursî
Aziz Sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem mânevî bayramlarınızı...7
Elbaki Hüvelbaki Said Nursi
Çok aziz, çok mübarek çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri...8
Üniversite Nur Talebeleri Namına Abdülmuhsin
Çok mübarek Üstadımız Hazretleri!9
Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri Namına Abdullah