![]() ![]() ![]() |
Muhakemat - s.2004 |
Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevî medenîlerin aralarında fâsıl olan ve âzam-ı cibal-i dünya olan Çamularının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserisi teşaub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki, "Kaf"ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşaubdan neş'et etmiş olmak gerektir.
Ve saniyen, âlem-i şehadete, suretiyle ve âlem-i gayba mânâsıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal, o muammâyı halleder. Kim isterse, keşf-i sadık penceresiyle veya rüya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dürbünüyle ve hiç olmazsa, hayalin verâ-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maânînin tecessüm etmelerine pek çok delâil vardır. Binaenaleyh, bu kürede olan Kaf, o âlemde zi'l-acaip olan Kaf'ın çekirdeği olabilir.
Hem de Sâniin mülkü geniştir; bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise, gayet vâsi, Allah'ın dünyası gayet azîm olduğundan, zü'l-acaip olan Kaf'ı istiab edebilir. Fakat eyyâm-ı İlâhiye ile beş yüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber, mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hâriç değildir. Zira "Kaf" sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer'î olmak caizdir.
Ve rabian: Neden caiz olmasın ki, Kaf, daire-i ufuktan tecellî eden silsile-i azamdan ibaret ola? Nasıl ufkun ismi de Kaf'a me'haz olabilir. Zira devair-i mütedahile gibi nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise, selâsil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki, semânın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa, yine muttasıl görünür.
Sedd-i Zülkarneyndir.
Nasıl bildin ki, birşeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve muhtelefün fîhâdır.
Hem de malûmdur: Bir müteannid ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitapta gördüğü bir meseleyi, eğerçi bir derece de muharref olsa, bir adamdan sual etse, tâ gaybda olan malûmuna cevap verse, o cevap iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevap verse; veyahut sâil-i müteannidin malûmuna ya bizzat veya teville cevab-ı muvafık veriyor. İkisi de doğrudur. Demek bir cevap, hem vâkii razı eder, zira haktır; hem sâili ikna eder. Zira eğerçi murat değilse, malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor. Zira cevapta ukde-i hayatiyeyi derc eder ki, makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder.
İşte cevab-ı Kur'ân dahi böyledir. Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte, cevab-ı Kur'ânîde mefhum olan zarurî hükümler ki, inkârı kabul etmez, şudur:
Zülkarneyn müeyyed min indillah bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle, iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir: zâlimlerin ve bedevîlerin def-i fesatları için... Ve Ye'cüc-Me'cüc, iki müfsit kabiledirler. Emr-i İlâhî geldiği vakit sed harap olacaktır, ilâ âhirihî. Bu kıyasla, ona Kur'ân delâlet eden hükümler, Kur'ân'ın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir. Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise, Kur'ân onlara kat'iyyü'd-delâlet değildir. Belki "Âmm hâssa, delâlet-i selâseden hiçbirisiyle delâlet etmez" kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi, "Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vech-i mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu"nun düsturuyla sabittir ki, Kur'ân onlara delâlet etmez. Fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delâile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilâfatı, nazariyetine delildir. Fakat vâ esefâ! Cevabın suale her cihetle lüzum-u mutabakatın tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek, cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini, birden me'haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok, belki müevvil, yok belki mâsadakı mânâ yerine mânâ gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler. Halbuki, Üçüncü Mukaddemenin sırrıyla zahirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyat gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkitsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, muharref olan Tevrat ve İncil'de olduğu gibi kabul ederse, akide-i Ehl-i Sünnet ve Cemaatte olan mâsumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lût ve Davud Aleyhimesselâm, buna iki şahittir.
Vakta ki, keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillâh derim: İtikad-ı câzim, Hüdâ ve Peygamberimizin muratlarına kat'iyen vaciptir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murat hangisidir, muhtelefün fîhtir. Şöyle:
Zülkarneyn, İskender demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir melik (lâm'ın kesriyle), bazı melek
Muhakemat - s.2005
(lâm'ın fethiyle), bazı nebî, bazı velî, ilâ âhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, müeyyed min indillâh ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise, bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir "Başka yerde cebelleşmiş" ve bazı müfessir "Sedd-i mahfîdir; inkılâp ve ahval-i âlem setreylemiştir" ve bazı ve bazı, demişlerdir, demişlerdir... Herhalde müfsidlerin def-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.
Amma Ye'cüc-Me'cüc, bazı müfessir, "veled-i Yasefden iki kabile" ve bazı diğer, "Moğol ve Mançur" ve bazı dahi, "akvam-ı şarkiye-i şimalî" ve bazı dahi, "benî Âdemden bir cemiyet-i azîme, dünya ve medeniyeti hercümerc eden bir taife" ve bazı dahi, "mahlûk-u İlâhîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahlûktur ki, kıyamete, böyle nev-i beşerin hercümercine sebep olacaktır"; bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler... Nokta-i kat'iye ve cihet-i ittifakî budur: Ye'cüc ve Me'cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadâret ve medeniyete, ecel-i kaza hükmünde iki tâife-i mahlûkullahtır.
Amma harabiyet-i sed; bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harap olmuştur. Fakat dekk olmamış. Kıyle'ler çok. Herhalde nokta-i ittifak, seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir. Eğer bu müzakeratı muvazene ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz edesin, sedd-i Kur'ân, sedd-i Çindir ki, çok fersahlarla uzun ve acaib-i seb'a-i meşhureden bir müeyyed min indillâhın irşadıyla bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, ehl-i bedeviyetin şerlerinden temin eylemiştir.
Evet, o vahşîlerden Hun kabilesi Avrupa'yı hercümerc ettiği gibi, onlardan Moğol taifesi de Asya'yı zîr ü zeber eylemiştir. Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bahusus dekk, ondan başkadır. Peygamber, "Eşrat-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz" dese, neden istiğrab olunsun ki, harabiyet-i sed, zaman-ı saâdetten sonra alâmet-i kıyamet olsun?
Hem de seddin inhidamı, ömr-ü arza nispeten, yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki, tamam-ı nehara nispeten vakt-ı ısfırar gibidir-eğerçi binler sene de fâsıl olsa... Kezalik Ye'cüc ve Me'cücün ihtilâlleri, nev-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir hummâ ve sıtması hükmündedir.
Bundan sonra On İkinci Mukaddeme'nin fatihasında bir tevil-i âhar sana feth-i bab eder. Şöyle:
Kur'ân hısas için kasası zikrettiği gibi, ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur'âniyeden bir maksadına münasip noktaları intihap ve rapt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin narı veya nuru birbiriyle görünmediği halde, zihinde ve üslûpta teânuk ve musahabet edebilirler. Hîna ki, kıssa hisse içindir. Sana ne lâzım teşrihatı nasıl olursa olsun, sana taâlluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddemeden istizhar et. Göreceksin: Mecaz mecaza kapı açar,
zâhirperestleri dışarıya sürüyor.
Malûm olsun ki, esâlîb-i Arapta tecellî eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i'câz olan belâgattir. Yoksa, şöhret sebebiyle yalancı hadsle lâkîta olunan ve rızaları olmadığı halde esdâf-ı âyâtta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddemenin Hâtimesini istişmamla zevk et. Zira, hitamı misktir. Ve içinde baldır. Hem de caizdir ki, meçhulü'l-keyfiyet olan sed, başka yerde sair alâmât-ı kıyamet gibi mestur ve kıyamete kadar bakî ve bazı inkılâbatıyla meçhul kalarak kıyamette harap olacaktır.
Malûmdur: Mesken, sakinlerinden daha ziyade yaşar. Kale, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da, istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Birşeydeki garazın devamı, belki terettübü, o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar süknâ veya tahassun için yapılmışken, hâvî ve hâlî olarak ortada muallâk kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.
Şu tafsilden maksat; tefsiri te'vilden, kat'îyi zannîden, vücûdu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, mânâyı masadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrikle bir yol açmaktır.
Meşhurdur: Cehennem yer altındadır. Fakat biz Ehl-i Sünnet ve Cemaat, kat'an ve yakînen yerini tayin edemeyiz.
Muhakemat - s.2006
Lâkin zahir olan, tahtiyettir. Ve yeraltında olmasıdır. Buna binaen derim:
Şecere-i tûbâ gibi olan hilkat-i âlemin, sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. Semerenin altı, o ağacın umum ağsanı altına şamil olur. Buna binaen, Cehennem yeraltında, o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. Hikmet-i cedidenin nokta-i nazarında, ateş ekser kâinata müstevlîdir. Bu hal arka tarafında gösterir ki, bu ateşin asıl ve esası ve nev-i beşerle beraber ebede giden ve yolda refakat eden Cehennem, birgün perdeyi yırtacak, "Hazır olun" diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim.
Saniyen: Kürenin tahtı ve altı, merkezi ve dahilîsidir. Bu noktaya binaen, küre-i arz şecere-i zakkum-u Cehennemin çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayeran eden arz öyle birşeyi yumurtlayacaktır ki, o yumurtada Cehennem tamamıyla olunmaz ise, başı veya diğer bir âzası matvî olarak tazammun etmiş ki, yevm-i kıyamette derekât ve âzâ-yı sairesiyle birleşecek, dev-i acîb-i Cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir.
Yahu, kendin Cehenneme gitmezsen, hesap ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuz üç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcut oluyor. Bu nar-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye baliğ olan ateşimizle nispeti iki yüz defa olduğu gibi, meşhur hadisteki, "Cehennem ateşi ateşimizden iki yüz defa daha şedittir" olan nispetin aynını ispat eder.
Hem de Cehennemin bir kısmı Zemherirdir. Zemherir ise, burudetiyle yandırır. Hikmet-i tabiiyede sabittir ki, ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def'aten bel' ettiği için, burudetle ihrak eder. Demek, umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da Zemherirdir.
Malûm olsun ki, ebede namzet olan âlem-i uhrevî, fenayla mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle mesaha ve muamele olunmaz. Muntazır ol; Üçüncü Makalenin âhirinde âhiret bir derece sana arz-ı didar edecektir...
Umum fünunun gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikrâ-i tâmmının irşadıyla ve cevher-i insaniyetin remziyle ve âmâl-i beşerin tenâhisizliğinin imâsıyla, yevm ve sene gibi çok envâda olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin telmihiyle ve adem-i abesiyetin delâletiyle ve hikmet-i ezeliyenin telvihiyle ve rahmet-i bîpâyân-ı İlâhiyenin işaretiyle ve Nebiyy-i Sadıkın lisan-ı tasrihiyle ve Kur'ân-ı Mu'cizin hidayetiyle, Cennet-âbâd olan saadet-i uhreviyeden nazar-ı aklın temaşası için sekiz kapı, iki pencere açılır.
Muhakkaktır ki, tenzilin hâssa-i cazibedarı i'câzdır. İ'câz ise, belâgatin yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise, hasâis ve mezâyâ, bahusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dürbünüyle temaşa etmezse, mezâyâsını göremez. Zira ezhan-ı nasın te'nisi için esâlîb-i Arapta yenâbî-i ulûmu isâle eden tenzîlin içinde, tenezzülât-ı İlâhiyye tabir olunan müraât-ı efham ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır.
Vakta ki bu böyledir. Ehl-i tefsire lâzımdır: Kur'ân'ın hakkını bahş; ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatin tasdik ve sikkesi olmayan birşeyle Kur'ân'ı tevil etmesinler. Zira her hakikatten daha zahir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki, Kur'ân'ın mânâları hak oldukları gibi, tarz-ı ifade ve suret-i mânâsı dahi beliğane ve ulvidir. Cüz'iyatı o madene ircâ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur'ân'ın ifâ-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir-iki misal göstereceğiz; zira nazarı celb eder.
BİRİNCİ MİSAL: 2 Allahu
â'lemu bimuradihi, caizdir: İşaret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru ima eder ki,
sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havâinin içinde tahtelbahir bir gemisi; ve umman
gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsâ ve ta'mid ederek havayla iştibak
ettiğinden, muvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek, dağlar o geminin demir ve direkleri
hükmündedirler.
Saniyen: İnkılâbât-ı dahiliyeden ihtizazat o dağlarla iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dahilî bir heyecan olduğu vakit, arz dağlarla teneffüs ettiğinden, gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.
Salisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi-i hayat olan mâ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır.