Muhakemat - s.2022

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudusa mebnî olan mütekellimînin tarikidir. Bu iki asıl, filvaki Kur'ân'dan teşaub etmişlerdir. Lâkin, fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için, tavîlüzzeyl ve müşkilleşmiştir.

Üçüncüsü: Hükemanın mesleğidir.

Üçü de taarruz-u evhamdan masûn değildirler.

Dördüncüsü: Ki belâgat-i Kur'âniyenin ulüvv-ü rütbesini ilân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur'ânîdir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:

BİRİNCİSİ: Delil-i inayettir ki, menafi-i eşyayı tâdat eden bütün âyât-ı Kur'âniye bu delile imâ ve şu burhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise, Sâniin kast ve hikmetini ispat; ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.

MUKADDEME: Eğer çendan her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda istikrâ-i tâm edemez. Ve ihata edemez. Fakat nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr sayesinde, kâinatın herbir nev'ine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan ibaret olan bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir.

Bununla beraber, bir emirde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için; kaidenin külliyeti, nev'in hüsn-ü intizamına delildir. Demek, cemî fünun-u ekvan, kaidelerin külliyetlerine binaen, istikrâ-i tâmla nizam-ı ekmeli intaç eden birer burhandırlar. Evet, fünun-u kâinat bitamamiha mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih ve semeratı ve inkılâbat-ı ahvalin telâfifinde saklanmış olan hikem ve fevaidi göstermekle Sâniin kast ve hikmetine parmakla şehadet ve işaret ettikleri gibi, şeyâtîn-i evhama karşı birer necm-i sâkıptır.

İşaret

Cehl-i mürekkebi intaç eden, nazar-ı sathîyi tevlid eden ülfetten tecrid-i nazar etsen ve akla karşı sedd-i turuk eden evhamın âşiyânı olan mümâresât-ı ilzamiyattan nefsini tahliye etsen, hurdebinî bir hayvanın sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlâhiyenin şuursuz, mecrâ ve mahrekleri tahdit olunmayan ve imkânâtında evleviyet olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husulpezir ve o destgâhın masnuu olduğunu, kendi nefsini kandırıp mutmain ve ikna edemezsin. Meğer herbir zerrede Eflâtun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti ispat ettikten sonra, zerrât-ı saire ile vasıtasız muhabereyi itikad ve esbab-ı tabiiyenin üssü'l-esası hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzâdaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dâfianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilesin_ Eğer nefsin bu muhalâta ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir.

Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibardan hakikate ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.

Tenbih

1m107.gif (736 bytes) Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ, gören görmez-meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle müptelâ ola. İstersen Kur'ân'a müracaat et. Delil-i inayeti vücuh-u mümkinenin en ekmel veçhiyle bulacaksın. Zira Kur'ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve nimetleri tâdad eder. İşte o âyât, şu burhan-ı inayete mezahirdir. İcmali budur, tut. Tafsili ise, eğer meşiet-i İlâhiye taallûk ederse, âyât-ı âfâkiye ve enfüsiyeyi tefsir tarikinde, sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma'kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu burhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.

İKİNCİ DELİL-İ KUR'ÂNÎ: Delil-i ihtirâdır. Bunun hülâsası:

Mahlûkatın her nev'ine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde mürettep olan âsâr-ı mahsusasını müntiç ve istidad-ı kemaline münasip bir vücudun verilmesidir. Zira hiçbir nev-i müteselsil, ezelî değildir. "İmkân" bırakmaz. Hem de bizzarure bazının "hudus"u, nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.

Vehim ve tenbih

İnkılâb-ı hakikat olmaz. Nev-i mütevassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılâb-ı hakaikin gayrısıdır.

İşaret

Herbir nev'in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan, silsilelerdeki tenasülden neş'et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet, hikmet, fenn-i tabakatü'l-arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla,


Muhakemat - s.2023

iki yüz bini mütecaviz olan envâın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise:

Bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz hadsiz makine-i acibe-i İlâhiyenin tasnî ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle, herbir fert ve herbir nevi, müstakillen Sani-i Hakîmin yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet, Sâni-i Zülcelâl herşeyin cephesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.

Tenbih

Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü envâ gibi umur-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umurun esas-ı fasidesini tebeî nazarıyla adem-i derkinden neş'et eder. Evet, nefsini ikna etmek suretinde müteveccih olursa, muhaliyet ve adem-i mâkuliyetine hükmedecektir. Faraza kabul etse de, tegafül-ü ani's-Sâni sebebiyle hâsıl olan ıztırarla kabul edebilir.

Tenbih

Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri itibarıyla daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakikati arıyor ve daima maksadı saadettir. Fakat bâtıl ve dalâl ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatin madenini kazarken, ihtiyarsız, bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikati bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri, muhal ve gayr-ı mâkul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebeiyle kabulüne mecbur oluyor.

İşte bu hakikati pîş-i nazara al. Göreceksin ki, bütün nizam-ı âlemden eser-i gaflet olarak tevehhüm ettikleri ezeliyet-i madde ve hareket ve şu bütün akılları hayrette bırakan nakış ve san'at-ı bediada tahayyül ettikleri tesadüf-ü amyâ ve bütün hikemin şehâdâtına rağmen esbab-ı camideden itikad ettikleri tesir-i hakikî, ve nefislerine mugalâta edip vehmin-istimrara istinaden-iğvâsıyla tecessüm ve tahayyül olunan tabiat-ı mevhumeyi merci yapmakla tesellî ettikleri, elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakka teveccüh ve hakikate kast ettikleri için, şu evham-ı bâtıla davetsiz olarak yolun canibinden taarruz ettikleri için, elbette hedef-i garazına nazarını dikmiş olan adam, o evhama tebeî ve sathî bir nazarla bakıyor. Onun için, müzahref olan içine nüfuz edemez. Fakat ne vakit rağbet ve kast ve satın almak nazarıyla baksa, almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya tenezzül etmez!

Evet, şu kadar çirkin birşeyi vicdan ve akıl muhal görüyor. Kalb dahi kabul etmez. İllâ ki müşagabe ile safsata edip herbir zerreye hükemanın akıllarını ve hükkâmın siyasetlerini verip, tâ herbir zerre ehavatıyla ittifak ve intizam meselesinde müşavere ve muhabere etsinler. Evet, bu surette bir mesleği insan değil, hayvan dahi kabul etmez. Fakat ne çare, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Şu meslek ise, bu suretten başka birşeyle tasvir edilmez. Evet, bâtılın şe'ni şöyledir: Ne vakit tebeî bir nazarla bakılırsa, sıhhatine bir ihtimal verilir. Fakat im'ân-ı nazar eyledikçe, ihtimal-i sıhhat bertaraf olur.

İşaret

Madde dedikleri şey ise, suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zaile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır. Feya acaba! Sâni-i Vacibü'l-Vücudun lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oldu da, herbir cihetten ezeliyete münafi olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakikaten câ-yı taaccüptür_ Evet, insan düşündükçe, cemî sıfât-ı kemâliyeyle muttasıf olan Sâniden istiğrap ve istinkâr ettikleri, şu hayret-efza masnuatı tesadüf-ü amyâya ve hareket-i zerrata isnat ettikleri için, insanı insaniyetten pişman eder.

Telvih

Harekât-ı zerrattan husulü dâvâ olunan kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle envâdaki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek, bütün envâın fasılları ve umum a'razın havâss-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan muhtera'dırlar. Tenasül, teselsülde şerait-i âdiye-i itibariyedendir. İşte delil-i ihtirâînin icmali_

Eğer açık olarak mufassalan istersen, Kur'ân'ın firdevsine gir. Zira hiçbir ratb ve yabis yoktur ki, o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. Eğer ecel müsait ve meşiet taallûk ve tevfik refik olursa, elfâz-ı Kur'âniyenin esdafında şu burhanı tezyin eden cevherleri, gelecek kütüpte tafsil edilecektir.

Vehim ve tenbih

Eğer sual etsen: "Nedir şu tabiat ki daima onunla tın tın ediyorlar? Nedir şu kavanîn ve kuvâ ki daima onlarla mütedemdimdirler?" Cevap vereceğiz ki:


Muhakemat - s.2024

Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve âzâsının ef'allerini intizam ve rapt altına alan şeriat-ı fıtriyye-i İlâhiye vardır. İşte şu şeriat-i fıtriyedir ki, "tabiat" veya "matbaa-i İlâhiye" ile müsemmâdır.

Evet, tabiat, hilkat-i kâinatta cârî olan kavanîn-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir. İşte, kuvâ dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavânîn dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın istimrarına istinaden, hem de hayali hakikat suretinde gören ve gösteren nüfusun istidatları bir zemin-i şûre müheyya etmesiyle vehim ve hayal tasallut ederek tazyik edip, şu tabiat-i hevaiye tevazzu ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden misal suretine girmiştir. Evet, şunun gibi, vehmin çok hileleri vardır.

İşaret

Şu tabiat ve kuvâ-yı umumiye tesmiye ettikleri emirler, kat'iyen aklı ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve şu kâinata illet ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, mahzâ Sâniden tegafül ve intizamın ilcâından tevellüt eden yalnız ıztırarla veleh-resan-ı ukul olan kudretin âsârını şu matbaa-misal olan tabiatın san'atından görmek, tabiatı mistar iken mastar tahayyül etmek, "lâzım-ı eamm"ın vücuduyla, "melzum-u ehass"ın vücudunu intaca çalışan akîm bir kıyasın neticesidir. Evet, şu kıyas-ı akîm, dalâlet ve hayret vadilerine çok yolları açmıştır.

Tenvir

Ef'âl-i ihtiyariyenin nezzamı olan şeriat ve kanun, şu kadar hark ve muhalefetle beraber birçok cühhal-i vahşiye, âdetâ şeriatı bir hâkim-i rûhânî ve nizamı bir sultan-ı mânevî tevehhüm edip, bir tesiri tahayyül eder. Evet, bir taburun veya askerin muttarid olan harekâtını ve yeknesak olan etvarlarını ve birbiriyle raptolunan ahvallerini müşahede eden vahşî bir adam, şu efrad-ı adîdeyi veyahut heyet-i askeriyeyi, mânevî bir iple merbut zannederse, acaba garip görünecek midir? Veyahut bir bedevî veya bir şairü't-tab', nâsı bir vaz-ı hasende ifrağ eden ve mabeynlerini telif eden nizamı bir mevcud-u mânevî ve şeriatı bir halife-i ruhanî temessül ederse, çok görünecek midir? Öyleyse, kâinatın ahvaline taallûk eden ve tabiat tesmiye olunan ve tasdik-i enbiya veya tekrim-i evliyadan başka hark olunmayan ve müstemirre olan şu şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye, evhamda tecessüm etsin, neden taaccüp olunsun?

Vehim ve tenbih

İnsanın zihni ve lisanı ve sem'i, cüz'î ve teâkubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz'îdir. Ve teâkub tarikiyle yalnız birşeye taallûk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise, maksat ve iştigal ettiği şeyin nispetindedir. Hem de insan teveccüh ve kastettiği şeyde, güya fena fi'l-maksat oluyor. İşte şu noktaya binaen, hasis bir emir veya pek cüz'î birşey, büyük bir adama isnat olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan, güya muvazenet bozulur.

Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebnâ-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ, hiçbir cihetten mümkünata benzemeyen Vacibü'l-Vücudu tefekkür etse, yine kuvve-i vahimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dürbün yapmak istiyor. Halbuki, Sâni-i Zülcelâl, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez. Kudretine inhisar yoktur. Ziya-yı şems gibi, kudret ve ilim ve iradesi şâmile ve âmmedir; münhasır olmaz, muvazeneye gelmez. En büyük şeye taallûk ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taallûk eder. Mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali, mecmu-u âsârıdır; herbir cüz'ü mikyas olamaz.

İşte, Vacibü'l-Vücudu mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtılla muhakeme etmek hatâ-yı mahzdır. İşte şu hatâ-i bîedebâne ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı müessir-i hakikî olduklarına; ve Mutezile hayvanları ef'âl-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz'iyatta ilm-i İlâhînin nefyine; ve mecusîler, halk-ı şer başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umur-u hasisiye ve cüz'iyeye tenezzül edip iştigal etsin? Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader, şu vehim itikad tarikiyle olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü'minlere musallat oluyor.

İşaret

Eğer desen: "Delil-i ihtirâî i'tâ-i vücuddur. İ'tâ-i vücud ise, idam-ı mevcudun refikidir. Halbuki, adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor." Cevaben derim:

Yahu! Sizin bu istis'âbınız ve şu meselenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi'in netice-i vahîmesidir. Zira icad ve ibdâ-ı İlâhîyi,