![]() ![]() ![]() |
Muhakemat - s.2034 |
"O tetkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi?" Kendisi kendine "Evet" ile cevap veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki filozof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman, âteş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel' etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilâ ahirihî_
Evet, on üç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata karşı hakaikini muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, keşmekeş, hakikat-i İslâmiyetin omuzu üstünden türab-ı hafâyı terkik ve tahfif ediyor. Neam, vücut ve hal-i âlem buna şahittir. Makale-i ûlâdaki mukaddematı nazara almak gerektir.
Eğer desen: Herbir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür_
Elcevap: Neam, lâ! Zira öyle bir fezleke ki, hüsn-ü isabet ve mevki-i münasipte ve münbit bir zeminde istimal gibi, sabıkan mezkûr sair noktalarla cam gibi, maverasından ıttıla-ı tam ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vahid iki mütekellimden çıkarsa, birinin cehline ve ötekisinin ilmine, bazı umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua ile delâlet eder.
Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazarla nazar et ve muvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et. Sonra da Mukaddemat-ı İsnâ Aşerden müntehabatını davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere et. İşte:
Bir şahıs çok fünunda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden, mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünun mürur-u zamanla telâhuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mazide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin malûmu, bedevîlere meçhul olabilir. Hem de maziyi müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam, hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır; nefs-i beşer gibi o da inkıta eder. Hem de muhit-i zaman ve mekânın, nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide harikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebadi tekemmül etmişler. Hem de zekâ eğer çendan harika olsa da bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?
İşte, ey birader, şu zatlarla müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrit et. Hayalât-ı muhîtiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkerân-ı zaman olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ Asr-ı Saadet olan adaya çık. İşte, herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecellî edecek şudur ki:
Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs, umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikati omuzuna almış ve bütün nev-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki, o şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlâhiyenin zübdesi olarak, istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü edip iki âlemde semere vererek, ahval-i beşeri güya bir meclis-i vahid, bir zaman-ı vahidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevâmisinden sual edersen ki, "Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz?" Sana şöyle cevap verecekler ki: "Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı faniyeyi kestikten sonra, bizim sûrî olan irtibatımız kesilirse de, daima mâneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı rûhânîsidir."
Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u Şâri'den ve efkârın istidatları nispetinde olan irşaddan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlâta ile itiraz edersen ki, şeriatın başı olan Kur'ân'da üç nokta vardır:
Birincisi: Kur'ân'ın mâbihi'l-imtiyazı ve vuzuh ve ifade üzerine müesses olan belâgate münafidir ki, vücud-u müteşabihat ve müşkilâttır.
İkincisi: Şeriatın maksud-u hakikîsi olan irşad ve tâlime münafidir ki, fünun-u ekvanda bir derece ipham ve ıtlakatıdır.
Üçüncüsü: Tarik-i Kur'ân olan tahkik ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevâhiri, delil-i aklînin hilâfına imâle edip, hilâf-ı vâkıa ihtimalidir.
Muhakemat - s.2035
Ey birader! Tevfik Allah'tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan gösterdiğin olan şu üç nokta tevehhüm ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i'câz-ı Kur'ân'ın en sadık şahitleridir. İşte:
Birinci noktaya cevap: Zaten iki defa şu cevabı zımnen görmüşsün. Şöyle
ki: Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. Nazar-ı Şâri'de ekall, eksere tâbidir. Zira,
avama müvecceh olan hitabı, havass fehim ve istifade ediyorlar. Bilâkis olursa, olamaz.
İşte, cumhur-u avam ise, melûf ve mütehayyelâtından tecerrüd edip hakaik-i
mücerrede ve mâkulât-ı sırfeyi temaşa edemezler-meğer mütehayyelâtları dürbün
gibi tevsit etseler_ Fakat mütehayyelâtın suretlerine hasır ve vakf-ı nazar etmek,
cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek
hakaiki görüyor. Meselâ, kâinattaki tasarruf-u İlâhîyi sultanın serir-i
saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler: 1 gibi_ İşte, hissiyat-ı cumhur
şu merkezde olduklarından, elbette irşad ve belâgat iktiza eder ki, onların
hissiyatı riayet ve ihtiram edilsin ve efkârları dahi bir derece mümaşât ve ihtiram
edilsin. İşte, riayet ve ihtiram, ukul-ü beşere karşı olan "tenezzülât-ı
İlâhiye" ile tesmiye olunur. Evet, o tenezzülât, te'nis-i ezhan içindir. Onuncu
Mukaddemeye müracaat et.
İşte bunun içindir ki, hakaik-i mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dürbün vaz edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden maânî-i amîka veya müteferrikayı bir suret-i sehil ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için, nâsın kelâmında istiârât-ı kesireyi irad ederler. Demek, müteşabihat dahi istiârâtın en ağmaz olan kısmıdır. Zira en hafî hakaikin suver-i misaliyesidir. Demek, işkâl ise, mânânın dikkatindendir, lâfzın iğlâkından değildir.
Ey muteriz! İnsafla nazar et ki, fikr-i beşerin, bahusus avamın fikirlerinden en uzak olan hakaiki şöyle bir tarikle takrip etmek, acaba tarik-i belâgat olan mukteza-yı halin mutabakatine muvafık ve makamın nispetinde kemal-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır; yahut tevehhüm ettiğin gibidir? Hakem sen ol.
İkinci noktaya cevap: İkinci Mukaddemede mufassalen geçmiştir. Âlemde meylü'l-istikmalin dalı olan insandaki meylü't-terakkinin semeratı ve tecarüb-ü kesireyle ve netâic-i efkârın telâhukuyla teşekkül eden merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun ise, müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet, müteahhirin in'ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vabestedir. Demek, mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddeme olabilir.
Bu sırra binaendir ki, şu zamanda temehhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin faraza on asır evvel bir adam tefhim ve tâlimine çalışsaydı, mağlâta ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamazdı. Mesela, denilseydi, "Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin, tâ Sâniin azametini bilesiniz." Cumhur-u avam ise, hiss-i zahir veya galat-ı hissin sebebiyle hilâflarını zarurî bildikleri için, ya tekzip veya nefislerine mugalâta veya mahsûs olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi. Teşviş ise, bahusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşada büyük bir vartadır. Ezcümle, sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissîden sayılırdı.
Şu gibi meseleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zahir taallûk etmediği için, iki ciheti de muhtemeldir, itikad olunabilir, imkân derecesindedir, itminan kabildir. Onun hakk-ı sarihi, tasrih etmektir. Lâkin hînâ ki, hissin galatı bizim "ma nahnü fîh"imizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise, ipham ve ıtlaktır-tâ, ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakikate telvih ve remiz ve imâ etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhule davet etmek lâzımdır. Nasıl ki, şeriat-ı garrâ öyle yapmıştır.
Yahu, ey birader! İnsaf mıdır, taharrî-i hakikat böyle midir ki, sen irşad-ı
mahz ve ayn-ı belâgat ve hidayetin mağzı olan şeyi irşada münafi ve mübayin
tevehhüm edesin? Ve belâgatça ayn-ı kemal olan şeyi noksan tahayyül edesin? Yâ
eyyühe'l-hoto! Acaba senin zihn-i sakîminde belâgat o mudur ki, ezhanı tağlit ve
efkârı teşviş ve muhitin müsaadesizliği ve zamanın adem-i i'dadından ezhan
müstaid olmadıkları için ukule tahmil edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ.
2 bir
düstur-u hikmettir.
Muhakemat - s.2036
İstersen Mukaddemata müracaat et_ Bahusus Birinci Mukaddemede iyi tefekkür et!
İşte bazı zevahiri, delil-i aklînin hilâfına göstermek olan üçüncü noktaya cevap: Birinci Mukaddemede tedebbür et, sonra bunu da dinle ki:
Şâri'in irşad-ı cumhurdan maksud-u aslîsi, isbat-ı Sani-i Vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalette münhasırdır. Öyleyse, Kur'ân'daki zikr-i ekvan, istitradî ve istidlâl içindir. Cumhurun efhamına göre san'atta zahir olan nizam-ı bedî ile nezzam-ı hakikî olan Sâni-i Zülcelâle istidlâl etmek içindir. Halbuki, san'atın eseri ve nizamı herşeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taallûk etmez.
Mukarrerdir ki, delil, müddeâdan evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki, bazı nusûsun zevahiri, ittizah-ı delil ve isti'nas-ı efkâr için cumhurun mu'tekadât-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delâlet etmek için değildir. Zira Kur'ân, âyâtının telâfîfinde öyle emarat ve karaini nasb etmiştir ki, o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatleri ehl-i tahkike parmakla gösterir ve işaret eder. Evet, "kelimetullah" olan Kitab-ı Mübînin, bazı âyâtı, bazısına müfessirdir. Yani, bazı âyâtı, ehavatının mâ fiz-zamirlerini izhar eder. Öyleyse, bazıları diğer bir ba'za karine olabilir ki, mânâ-yı zahirî murat değildir.
Eğer istidlâlin makamında denilseydi ki: "Elektriğin acaibi ve cazibe-i
umumiyenin garaibi ve küre-i arzın yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten
ziyade olan anasırın imtizac-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrarıyla beraber sûriye
olan hareketini nazara alınız, tâ Sânii bilesiniz." İşte o vakit, delil olan
san'at, mârifet-i Sâni olan neticeden daha hafî ve daha gamız ve kaide-i istidlâle
münafi olduğundan, bazı zevahiri, efkâra göre imâle olunmuştur. Bu ise, ya
müstetbeü't-terâkip kabilesinden veya kinâî nev'inden olduğu için, medar-ı sıdk
ve kizb olmaz. Meselâ, lâfzındaki elif elif'tir. Aslı vav
olsa, kâf olsa, ne olursa olsun tesir etmez.
Ey birader, insaf et: Acaba şu üç nokta-i itiraz cemî a'sarda cemî insanların irşadları için inzal olunan Kur'ân'ın i'câzına en zahir delil değil midir? Evet.
* Neam, hayalin ne haddi vardır ki, nurefşan olan nazarına karşı kendini hakikat gösterebilsin? Evet, mesleği nefs-i hak ve mezhebi ayn-ı sıdktır. Hak ise, tedlis ve tağlit etmekten müstağnîdir.
Mârufe ve meşhure olan havarık-ı zahire ve mucizat-ı mahsusadır. Siyer ve tarihin kitapları onlarla meşhundur. Ulema-yı kiram (cezahümüllahu hayran) hakkıyla tefsir ve tedvin etmişlerdir. Malûmun tâlimi lâzım gelmemek için, biz tafsilinden kat-ı nazar ettik.
Şu havarık-ı zahirenin herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir, mutlaka cinsleri, belki çok envâı kat'iyen ve yakînen mütevatir-i bilmânâdır. O havârık birkaç nev üzerindedir. İşte:
Bir nev'i: İrhasat-ı mütenevviadır. Güya o asır, Peygamberden (a.s.m.) istifade ve istifaza ederek, keramet sahibi olduğundan, kalb-i hassâsından hiss-i kablelvukua binaen irhasatla Fahr-i Âlemin geleceğini ihbar etmiştir.
Bir nev'i dahi: Gaybdan olan ihbarat-ı kesîresidir. Güya tayyar olan ruh-u mücerredi, zaman ve mekân-ı muayyenin kayıtlarını kırmış ve hudud-u maziye ve müstakbeleyi çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.
Bir kısmı dahi: Tahaddî vaktinde izhar olunan havarık-ı hissiyedir. Bine karib tâdad olunmuştur. Demek, söylediğimiz gibi, herbir ferdi âhâdî de olursa, mecmuu mütevatir-i bilmânâdır.
Birisi: Mübarek olan parmaklarından suyun nebeânıdır. Güya maden-i sehavet olan yed-i mübarekesinden mâye-i hayat olan suyun nebeânıyla, menba-ı hidayet olan lisanından, mâye-i ervah olan zülâl-i hidayetin feveranını hissen tasvir ediyor.