MEHMED SAİD ŞAMİL
(l900-Medine-l98l İstanbul)
Altı-yedi sene Kafkasya'nın şanlı kahramanı Şeyh Şamil'in
torunu Said Şamil merhumun ziyaretlerine giderdik. Bu ziyaretlerin her birisi
benim için ilim, irfan, fikir, iman ve kahramanlık destanlarının ziyafeti
halinde geçerdi. İlk ziyaretlerimden birinde merhum Said Şamil Beyefendi'ye
yaşını sormuştum. Bana cevap olarak yirminci yüz yılla aynı yaştayım demişti. O
günlerde yetmiş beş yaşlarında olduğu halde yiğit ve bahadırlığı her halinden
belli oluyordu. Beraberce cemaat halinde namaz kılmak için yerleri
tertiplerken, iki kişinin zor kaldırabileceği koltukları tek başına kaldırdığı
gibi salonun bir başından diğer başına götürüp, rahatlıkla arzuladığı yere
koymuştu.
Göztepe'deki dairesinde başka bir ziyaretimde, niçin
evlenmediğini ve bekâr kaldığını sormuştum. Bu sualime de, cevap olarak,
Dağıstan ve Kafkasya Davası ile alakalı olarak yaptığı mücadeleleri, İslâm
dünyasının beraberliği için gayretlerini ve nihayet "Şeyh Şamil Hanedanı"na münasip olacak bir adayı bulamadığı için
evlenmediğini-evlenemediğini anlatmıştı.
Bir Bahadırın
anlattıkları
Said Şamil Beyle görüşürken, Üstad'ımın:
"Kafkas ve Türkistan İslâmın iki bahadır oğullarıdır,
Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar" ifadesini düşünüyordum. Her
haliyle, ses tonuyla, şivesiyle, edasıyla bu bahadır oğullarından birisi ile
karşı karşıya idim.
Yaşayan bir tarih, canlı hatıralarla tatlı anlar
yaşatıyordu. insana...
"Altmış sekiz sene evvel Yusuf Akçora hacca gelmişti.
O zaman ben dokuz-on yaşlarındaydım. Kendisi İdil-Urallı, yani Tatardı. Babası
vefat ettiği zaman, annesi bir Dağıstanlı ile evlenmiş. Bu sebepten bazıları,
onu Kafkasyalı sanır.
"Medine'ye gelmişti. Bizim mektebe geldi ve bizim
sınıfa girdi. Hocamız beni tahtaya kaldırdı. Sualler sordular. Cevaplar verdim.
Akşam eve geldiğimde, gündüz mektebe gelen Yusuf Akçora'yı bizde gördüm. Elini
öptüm. Babama, 'bu sizin yavru herhalde sınıfın en çalışkanı, bugün hoca
kendini kaldırdı. Sorduğumuz suallere hep doğru cevaplar verdi' dedi.
"Yusuf Akçora ile tâ o zaman tanışmıştık. Aradan uzun
seneler geçti. Cumhuriyetin ilk yıllarında, zannediyorum, l925 senesindeydi,
Ankara'da yanına ziyarete gittim. Bir köşkü vardı, oradaydı. Kendileriyle
sohbet ederken, bir albay geldi. Görüşüp, konuştular. Albay sonra ayrıldı ve
gitti. Arkasından Akçora:
"Bu albay Kürttür. Bu kürtler çok sadık insanlardır.
Hocalarına çok hürmet ederler. Çok hatırşinas ve misafirperverdirler'
dedi."
"Buradan söz açılınca Bediüzzaman Efendi'den bahse
başladı. Daha önce anket (*)
dolayısiyle verdiği cevapta geçen hatırasını anlattı. Aynen Medine'de hocamın
beni kaldırdığı gibi, Üstad Bediüzzaman da sık sık medreseleri gezip, dersleri
takip edermiş, Yusuf Akçora da, medreselerde tarih dersleri okuturmuş,
Bediüzzaman derse girdiği zaman, şimdi bir sual sorar diye çok heyecanlanır,
çok telâşlanırmış... Bu hatırasını anlattı.
"Ben daha önceki yıllarda, meşrutiyetin ilk
senelerinde, Bediüzzaman'ı İstanbul'da çok görürdüm. En çok belindeki hançeri
ve kıyafeti dikkatimi çekerdi. Bilhassa o meşhur hançerini merakla seyrederdim.
O hançere sahip olmayı çok isterdim. Çocukluk hafızamda kalan bunlardır.
"Yine Cumhuriyetin ilk seneleriydi. Biz o zaman
İstanbul'daydık. Kafkasya'dan gizli adamlarımız gelirdi. Ben bu adamlarla görüşmek
için Hopa'ya gidip gelirdim. Bir Lazın küçük bir gemisi vardı Onunla Hopa'ya
gidiş-geliş onbeş gün kadar sürerdi.
"l926'da yine böyle bir iş için Hopa'ya gittim. Gizli
kuryeyi alıp geliyordum. Gemi Trabzon'da bir müddet durdu. Yeni yolcular
bindiriliyordu. Merakla bakınca, yıllar önce gördüğüm, Yusuf Akçora'dan
dinlediğim Bediüzzaman Said Nursî de bu kafilenin içinde. O zaman kendilerini
Batı Anadolu'ya gönderiyorlardı. Şarkın tanınmış aşiret reislerinden Kör
Hüseyin Paşa'yı ve çocuklarını geminin alt kısmına indirdiler. Bediüzzaman ise
talebe ve arkadaşlarıyla güvertede oturuyordu. Hava ayet güzeldi. Bahar ve yaz
havasıydı. Yol yorgunluğu veya meşakatten olacak bir parmak kadar sakalı
uzamıştı. Seyahat dolayısiyle tıraş olamamıştı.
"Uzaktan bir müddet seyrettim. Yanına yaklaştım,
ellerinden öpmek istedim. Fakat adamları etrafını iyice sarmıştı. Ben de
vazifeli olduğum için, herhangi bir zarar gelmesin diye, elini öpemedim. Öpmek
kısmet olmadı. Fakat hâlâ müteessirim, niçin görüşüp, elini öpmediğime.
"Sessiz, mahzun oturuyordu. Güvertede bir setin
üzerindeydi. Üzerinde gri renkli bir elbise vardı. Cübbe gibi bir şeydi.
Uzaktan zaman zaman bakıyordum. Maalesef elini öpmek kısmet olmadı."
Said Şamil Bey o günleri yaşatıyordu bize. Konuşmamızın
burasında, beş sualli nurculukla ilgili ankete temas etti. Şunları anlattı:
"İnsan her yazıyı aynı halette, aynı arzu ve istekle
yazamıyor. Halbuki ben sizin ankete verdiğim cevapları iştiyakla, zevkle
yazdım. Zoraki olmadı. Böylece yıllar önce görüp de görüşemediğim bu muhterem
zata, bu şekilde bir hizmetimiz oldu."
Bahadır insan, asil hanedan Saişd Şamil'in anlattığı hatıralarla gönlüm sevinç içinde, kanatlı bir kuş gibi ayrıldım Göztepe'deki devlethanesinden...[1]