Son Şahitler 1.Cild s. 234
ABDURRAHMAN
CERRAHOĞLU
l9l7'de Burdur'da dünyaya geldi. Bediüzzaman'ı ilk defa
l926'da Burdur'da görmüştü. Üstadın talebelerinden. Risale-i Nur
nâşirlerindendir.
"Bir gün gönüldaşlarımla sahbette birkaç arkadaş
merhum Mediüzzaman ile aramda geçen hatıralarımı yazmamı istediler. Gerçi ben
aczimi bilirim. Denizin yanında bir damla olan bu aciz, bunu nasıl anlatacak!
Bunu yıllarca düşündüm; nihayet, devam eden ısrarlara dayanamıyıp 'peki' dedim.
Karınca misali anlatmaya çalışacağım. Buradaki bütün kusurlar benim....
Hatıralarıma başlamadan evvel biraz kendimden bahsetmek gerekecek; her ne
kadar, insanın kendinden bahsetmesi pek hoş olmasa da...
"Yıllarca
Risale-i Nuru aradım"
"Aslen, Burdur'luyum l332 doğumluyum. Küçük yaşımdan
beri dinime, milletime bağlıyım. Okumayı çok seviyorum. 933-934 Ortamektep
mezunuyum. Yanılmıyorsam yıl l926, İlk mektep ikinci sınıfdayım. Bir gün
muallimimiz Nefi Bey Burdur'da bizi Karasenir Mahallesinin üstündeki Maşat
Tepeye götürdü. Orada bizi gezdirirken uzaktan bir zatı gördük. Muallimimiz
bize: 'Çocuklar, dağılmayın; ben şu zatla konuşupz hemen döneceğim' dedi ve
gitti. Beş dakika kadar konuştu, döndü. Bize o zatı göstererek: 'Bu,
zamanımızın en büyük alim bir zatıdır. Bu zata Bediüzzaman derler' dedi. Biz, o
tarafa bakıştık, bize gülerek el salladılar. Sonra ayrıldık. O zamandan beri,
benim hafızamda bu zatın ismi ve siması hep baki kalmıştır. İlkokulu bitince
yıllarca Risale-i Nur aradım, bir görüp okuyayım diye... Yaşlı amcalarıma
sorduğumda: 'Çok güzel risalelerdi, ama biz korkudan o risaleleri hep gömdük'
diye cevap veriyorlardı.
Hocam Mehmet
Hatipoğlu
"Yıllar geçti, orta mektebi bitirdim. Burdur'da Hatip
Hoca namıyla maruf çok âlim bir hocaefendi vardı. Cumaları, bayramları hep onu
dinlemeye giderdik. Babam da bundan çok memnun kalırdı. Sonra bu hocaefendi ile
çok yakın temaslarım oldu. Onu, ikinci bir baba gibi çok sevdim. Fırsat
buldukça evine de gitmeye başladım. Benim çocukluğumda hep arkadaşlarım benden
çok yaşlı ve olgun insanlardı. Daima onların meclislerinde bulunur, bir kenarda
hazla dinlerdim. Bunlar hayatıma çok şeyler kazandırdı. Ve hayatımda bana tesir
edeni iki kişi de muhterem hocam Mehmet Hatipoğlu olmuştur. Ondan dinimi, Kitap
ve Sünnet sevgisini öğrendim. Müstesna bir insandı. Kaynaklardan dört mezhebi
incelemiş, sonra Rizeli Hacı Tahir Efendi isminde Burdur'a gelen bir
hocaefendiden ve tavsiyelerinden selef mezhebine tanımış, uzun yıllar selef
mezhebine ait ne varsa bütün kitapları okumuş, bu mezhebi savunmuştur. Her
konuşmasında âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve Peygamberimizin hayatı,
irşadları, ağzından düşmezdi. Hocam hakkında Ömer Rıza Doğrul Bey'in bana
yazdığı mektupta; Hocaefendiyi ziyaret ettiğini, haz duyup bahtiyar olduğunu ve
otuz yıl var ki, bu ayarda görüştüğüm bir kimse bulunmadığını yazmıştı. Yine bir görüşmemizde: Azizim! O
ne hafıza, o ne hazmediş! Herkes bir şeyler okur, ama hazmetmek mesele...'
demişti.
Hocam okuduğunu unutmaz, hatta yılı ve satırı ile
söylerdi. Birgün, Abdulaziz Çaviş'un yazdığı ve Mehmet Akif merhumun tercüme
ettikleri Anglikan Kilisesine Cevap adlı eseri sormuştum!
"Ben onu 25 sene önce okudum. Şu sahifesindeki
bahiste bir yanlış var' dediler. Baktık, hakikaten aynen söyledikleri gibiydi.
O hâfız-ı Kur'ân olduğu gibi, ehlinin söylediklerine göre hâfız-ı hadis de
idiler. İleride bahsi geçecek Bediüzzaman Hazretleri onun bir allame olduğunu
söylerdi. Bugün hâlâ dinî vazifelerimi yerine getiriyorken hep bu zat gözümün
önüne gelir. Yıllar geçtiği halde hatıralarım daima tazeliğini muhafaza eder.
Hocam hakkında o kadar çok hatıralarım var ki, bunu saymak mümkün değil. O, bir
ayaklı kütüphane idi. Allah'ın geniş rahmeti üzerine olsun. O, cidden, Allah,
Kur'ân ve Resul-i Ekrem (a.s.v) Efendimizin müdafii ve seveni idi.
Mithat Çınar Efendi
"Bende tesir eden ikinci şahıs; İzmir'de Midhat Çınar
Efendi Hazretleridir. Bu zatı çok sevmiştim. l944 yılında İzmir'e tamamen
yerleştikten sonra bu zata haftada bir kere gider oldum. Kendileri Nakşi
tarikatının Halidiye kolu şeyhlerinden idi. Çok mütevazi ve sade bir hayat
sürdürüyorlardı. Haftada bir, evinden-o da Cuma günleri-çıkıyorlardı. Burdurlu
merhum hocam Mehmet Hatiboğlu bize tasavvuftan tarikattan hiç bahsetmezlerdi.
Böylece İzmir'de bana yeni bir kapı açıldı. Ben de bulabildiğim kadar
tasavvufa, ait kitapları toplamaya ve okumaya başladım. Artık Mithat Efendi
Hazretlerine iyice ısınmıştım. Konuşmaları zevk veriyordu. O da fakiri seviyor,
hep güleryüzle karşılıyordu. Birgün beni de evlatlığa kabul buyurmasını
söyledim; 'Oğlum, hele sen bir istihare yap, sonra konuşuruz' buyurdular.
"İstihare yaptığımda rüyamda ilk hocam Mehmet
Hatipoğlu'nu gördüm. Elinde yeni bir ceket vardı. Bana göstererek: 'Oğlum
hayatta olsaydım, bunu sana ben giydirirdim' dediler.
"Rüyamı Midhat Efendi hazretlerine anlattım. Kabul buyurdular.
O zaman hemen aklıma geldi: Vaktiyle hocaefendi, Burdur'da bir kitap
vermişlerdi, demişlerdi ki: 'Oğlum bu, ilerde sana lâzım olacak, bu kitabı al.'
"Eve geldiğimde o kitabı buldum. Baktım. O zamana
kadar nedense, hiç doğru dürüst bakmamıştım. Kitab, Nakşibendi tarikatından
bahsediyordu. Çok sevindim. Mithat Efendinin geniş bilgisinden çok istifade
ettim. Allah'ın rahmeti daim üzerinde olsun.
"Günün saatlerini üçe ayırdığını söyler; bir kısmını
istirahat ve uyku ile bir kısmını okumakla, bir kısmını da ibadetle
geçirirlerdi. Şeriattan ayrılmaz, onu herşeyden üstün tutardı. Sevdiğini Allah
için sever; buğz ettiğini de Allah için buğzederdi.
"Bir gün yeminle; 'Vasıf öldü gitti, ona bir fatiha
okumadım, çünkü Müslüman değildi. ' (Vasıf dedikleri kardeşi Vasıf Çınar'dı.)
"Namazda iken güzel bir ölümle vefat etti.
Rahmetullahi rahmeten vasiaten...
"Beş lisan bildiğini biliyorduk. Sormayınca
konuşmazlardı. Sohbetlerinden, vefatına kadar yedi yıl istifade ettim, feyiz
aldım. Öğrenmek maksadıyla ben çok soru sorardım. Hoşuna giderdi. Sustuğum
zaman: 'Oğlum, ortaya bir mesele at ki, sohbete renk gelsin' buyururlardı.
"Bir gün Risale-i Nur'dan büyük Sözler'i kendilerine
gösterdim, hayretle bakarak: 'Oğlum, bu eser kesbî değil, vehbidir; bunu oku ve
okut, sevaba girersin' buyurdular. Bu zat-ı muhteremle çok hatıralarım var.
Asıl mevzumuz bu olmadığından yüce Mevlamızdan rahmetler niyaz ederek burada
kesiyorum...
Bediüzzaman Said
Nursî
"İkinci askerliğimde (l943-l944) -Bu askerlik
üzerimde çok etkili oldu. Kendi hissime göre hamdım, piştim diyebilirim. Bu
askerliğimde Hoca Aziz isminde Tatvan'lı bir arkadaşım vardı. Şafiî mezhebini
ondan öğrendim, Hep, Said Nursi Hazretlerinden bahsederdi. 'Askerliğim bitince
ilk işim bu zatı ziyaret etmek olacak' diyordu. O benim içimde küllenen ateşi
meydana çıkarıyordu. Askerliğimden Burdur'a dönünce Siirt'li Şeyh İbrahim
Efendiyi Hocam vasıtasıyla tanıdım. Bu zat Ulu Cami'de Hadis-i Şerif okur ve
mânâlarını bize anlatırdı. Burdur'dan dönüşünde Emirdağ'ına uğrayıp Bediüzzaman
Hazretlerinin duasını alacağını söyledi. Bu sözler bana büyük heyecan
veriyordu.
"Validemin müsaadesiyle kader beni İzmir'e sevketti.
Burdur'daki işimi bırakıp İzmir'e yerleştim. İzmir'de üç ay boş gezdim. Sonra
Basmane semtinde bir dükkân buldum. Orada büyük aşkım olan içimdeki kitap
sevgisini tatmin için Kitap-kırtasiye üzerinde bir dükkân açtım. Adını
'Cerrahoğlu Kitabevi' koydum; Pek kazanamıyordum, fakat manen tatmin oluyor,
huzur buluyordum. Yine de evin masrafları çıkıyordu.
"Birkaç yıl sonra evvelce tanıştığım Ispartalı Emin
İnsel ağabeyin oyuncakçı dükkânına uğramıştım, oradan öğrendim. Hüsrev
Altınbaşak ağabeyin elyazısı ve teksir edilmiş şekliyle Bediüzzaman
Hazretlerinin büyük Sözler'ini gösterdi, çok heyecanlandım. 'Yıllarca aradığımı
buldum' diye sevindim. Bu eseri nereden aldığını sordum. Isparta'dan on liraya
aldığını söyledi. Masanın üzerine elli lira bıraktım: 'Ya bunu bana satın, veya
okuyup geri vereyim' dedim. Hiç birine razı olmadı. Kitabı alıp hemen bir
tarafa kaldırdı. Yıllarca merak edip göremediğim eseri ariyet için olsun
alamadığıma çok üzüldüm. Bir boşluk içerisinde üzgün bir halde dükkâna döndüm.
Dükkânımın önünde elinde büyücek bir paket ile müşterim olan Mehmet Yayla
ağabeyi (merhum) bekler buldum. Selamdan sonra dükkânı açtım. Bana dedi ki:
'Ben seni çok seviyorum, sana, okuyasın diye bazı kitaplar getirdim, okur
musun?'
"Ne kitapları?' diye sorduğumda 'Risale-i Nur' dedi.
Heyecanım büsbütün arttı. Hüznüm sevince kalboldu. O ânda bana dünyaları verselerdi
bu kadar makbule geçmezdi. Kendimi zor tuttum.
"Ağabey bizde bir söz vardır: 'Hastaya kar mı
soruyorsun' diye... Ben bu kitapları yıllarca aradım durdum. Daha şimdi büyük
Sözler mecmuasını bir ağabeyde görmüştüm. Gerek parayla, gerekse ariyet olarak
alamamıştım. Büyük Allah'ımızın lütfuna bakın ki: Beni sizinle sevindirecek.
Allah sizden razı olsun!' diye, yüklüce kitap paketini elinden aldım. Büyüklü,
küçüklü hayli risaleler vardı."
"Bu iki zatı
ziyaret vacip oldu"
"Eve gittiğimde o gece saatlerce okudum. Beni ihya
etti. Hiç uyuyamadım. İçimde bambaşka duygular hasıl oldu. Tahkiki iman ne
imiş; bizi yaratana nasıl iman edilirmiş; Peygamberimiz (s.a.v.) ne imiş,
hepsini görür gibi inanmaya başladım. Artık okuyor, okuyordum. O günlerde Üstad
Hazretlerine bir minnet ve şükran mektubu yazdım. Yine o günlerde rüyamda
Hüsrev Ağabeyi gördüm. Evvelce onu hiç tanımıyordum. Rüyamda eline bir ağaç
dalı alarak, o ağaç dalı ile bir insanın dış hatlarını çizdi. Yine ortadan bir
çizgi ile iki kısmı ayırdı. Bana dedi ki; 'İşte insanın şer tarafı, bu taraf da
hayır tarafı. Risale-i Nur insanın şer tarafını hayra kalbediyor.'
"Uyandım, 'hayırdır inşaallah,' dedim. Birkaç gün
sonra rüyamda Hz.Üstad'ı gördüm. Bir evin çıkıntılı olan ön kısmına oturmuş,
ben selam vermeden 'Aleyküm Selâm dediler. Geriye baktım, Üstadımızın evinin
üst kısmının kiremitleri noksan. Ben hemen, 'Müsaade buyurun Üstadım, şu
yerdeki kiremitleri alıp noksan olan yerleri ben tamamlayayım' dedim. Yerdeki
kiremitleri yüklendim, Üstad Hazretlerinin bulundukları yere götürürken uyandım;
'Hayırdır, inşaallah' dedim ve düşünmeye başladım. Karınca kararınca bana da
bir vazife düştüğünü anladım. Böylece her iki zatı ziyaret etmek vacip oldu. En
kısa zamanda ziyaret etmek için imkân aradım.
Üstadı ziyaretim
"Önce Isparta'ya gittim. Hüsrev Ağabeyle tanıştım.
Onu, önündeki rahlede yazı yazarken buldum. Bitmez, tükenmez azimle
çalışıyordu. Rengi bembeyaz olmuş zayıf bir bünyesi vardı. Fakat, o haliyle bir
iman kalesi olduğunu her hali ve konuşması ile belli oluyordu.
"Aradan kısa bir zaman sonra Emirdağ'a Üstad
Hazretlerini ziyarete gittim. Emirdağlı Mehmet Çalışkan Ağabey vasıtasıyla
Üstad Hazretlerinden müsaade alındı. Üstadın mütevazi odasına girdik. Yanımda
İstanbul'dan hemşehrim Osman Göroğlu vardı. Ellerinden öptük.
"Bana: 'Hürev'e gittin mi?' diye sordular. Evvela,
Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettiğimi söyledim.
"İyi yaptın, Hüsrev'e kırk canım olsa, fedâ olsun'
dediler. Bir-iki dakika kadar oturduk,
"Eh, hoş geldiniz, safa geldiniz' dediler. Bu,
'Tamam, kalkın'demekmiş. Arkamda bulunan Mehmet Çalışkan ağabey işaret etti,
kalktık.
"Ben henüz ne olduğunu anlamış değildim. Bize
Risale-i Nur okumamızı tavsiye buyurdular. Kendileri ayağa kalktılar, Ayakta
iken adlarımızı sordu. En son sıra bana geldi:
"Efendim, bendeniz, İzmir'den Burdur'lu Abdurrahman'
deyince; O, 'Ben seni yazdığın mektuba göre sakallı bir hoca efendi diye
tahayyül ederdim, oturun' buyurdular. Sevinerek tekrar oturduk. Bana ayrıca
iltifat buyurup: 'Seni yeğenim Abdurrahman yerine kabul ediyorum' dedi:
"Daha sonra İslâmın yüceliğinden, Kur'anî
hakikatlardan, herşeyden önce sağlam bir imandan, Peygamberimiz (s.a.v.)
Efendimizden, Kur'ânî hizmetlerden bahsettiler. Tekrar imanın gönüllere
yerleşmesinden, imansız bilginin pek faydalı olamayacağından uzun uzun
konuştular. Konuştukça devleşen bu zat-ı muhteremin gönülleri inşirah veren
sohbetlerinden hudutsuz zevk alıyor konuşmasının kesilmesinden korkuyordum.
İmanını yaşayan o küçük yapılı ve mevcut kabına sığamıyor, bize çok müessir
oluyordu. Bir aralık sükût buyurdular. Üstadımızı fazla yormak da doğru
değildi. Çünkü bir buçuk saate yakın konuşmuşlardı. İzinlerini istedik. Dua
buyurdular. Ellerinden öpüp başka dünyalarda yaşıyormuş gibi sevinçle ayrıldık.
Tarifi mümkün olmayan zevkle dop dolu idim.
"Hz. Ali'ye
mensup olan benim"
"Bir defaki ziyaretimde yanımda Burdurlu merhum
hocamın oğlu Hasan Hatipoğlu vardı. Üstadımıza Hasan Hatipoğlu'nu
tanıştırdığımda, hemen: 'O benim ahiret kardeşimdi. Rahmetullahı rahmetten
vasiaten; meşreblerimiz ayrı olmakla beraber o allâme idi; Onun din hususunda
tuttuğu dalı kimse kurutamazdı. Çünkü yegâne mesnedi, âyât-ı ilâhiye ve hadis-i
nebeviye idi' dedi.
"Hoca Efendiden işitmiştim. Bediüzzaman Hazretleri
zaman zaman hocamın evine teşrif eder, yalnız undan yapılmış çorba yerlermiş.
Konuşmalarına biraz ara verdikten sonra bana dönerek:
"Kardeşim Abdurrahman, Hz. Ali (r.a.) Efendimize
mensub kişi benim. Ne alıyorsam, o kanaldan alıyorum. Fakat beni bozuk
alevilerden zannetme' dedi. (Çünkü ben, dinin bazı yerlerini tağyir eden bozuk
alevilere çok kızıyordum.) Bu sözleri karşısında donmuş kalmıştım.
"Birkaç yıl evvel bir rüya görmüştüm. O rüyamı Midhat
Efendi Hazretlerine anlatmıştım. Rüyam şöyleydi: l949 yıllarındaydı. Asker
olmuşum. Altı aylığına Kore'ye gönderilmişim. Aytı ay harbettikten sonra
vatanıma dönerken Kanber Ağa isminde bir zat (bu zatı Midhat Efendi
Hazretlerine devam ederken tanıyordum) bana bir kutu kaşık verdi, 'bunu
çocuklarına hediye götür' dedi..
"Bu uzun rüyayı Midhat Efendi Hazretleri şöyle tabir
buyurdular:
"Oğlum, Hz. Ali'ye mensub bir zat tarafından büyük
fayda göreceksin, buna dikkat et' diye rüyamı yorumlamışlardı. O sırada kore
Harbi çıkmamış ve ben Kore neresidir, layıkı ile bilmiyordum. Bir müddet sonra
Kore Harbi çıktı. Gazetelerde Kore'ye ait resimler çıkmaya başladı. Resimlere bakıyorum,
inceliyorum, rüyamda gördüğüm yerler. Hep şaşırıyordum. Artık rüyamın doğru bir
rüya olduğuna iyice inandım. 'Acaba Hz. Ali'ye (r.a.) mensub, kim diye zaman
zaman düşünüyordum. Bu ziyaretimde Üstad Hazretleri, bana dönerek:
"Kardeşim, Hz. Ali'ye mensup benim' deyince hayret
edip donakalmıştım. Nice sonra kendime gelince içimden beni bu zata kavuşturan
Cenab-ı Hakk'a şükrettim. Mevlamız her iki zat-ı muhteremi sonsuz rahmetiyle
mustağrak kılsın. Benim şaşkınlığım, Üstad Hazretlerine bu rüyamı anlatmamıştım.
"Cidden, Üstad Hazretlerinden istifadem büyük oldu.
Üstad Hazretlerini tanıdıktan sonra hayatım boyunca o ezeli, ebedi varlığı hep
hisseder oldum. Bir şey yapacağım zaman hemen Cenab-ı Hakkı anıyor, yarın
ahirette-bunu yaparsam veya yapamazsam bana ne muamelede bulunur diye düşünür
oldum. Cenab-ı Haktan bu duygu ve düşüncemi son nefesime kadar esirgememesini
niyaz ederim.
"İzmir'de sen
benim vazifemi aldın"
"l952 yıllarında olacak; Üstad Hazretleri Akşehir
Palas'ta kalıyordu. Gençlik Rehberi için mahkemeye verilmişti. Bir ay ticaret
için İstanbul'a gitmiştim. İyi bir tevafuk oldu. Fırsat bilerek Akşehir Palasa
gittim. Tabii, ertesi gün mahkeme olacağından rahatsız etmek de istemiyordum.
Hiç olmazsa selam ve hürmetlerimi yakınlarından birini vasıta kılarak arzetmek
istemiştim. Girmeme, arkadaşlar müsaade etmediler. 'Zararı yok, selamlarımı,
hürmetlerimi tebliğ edin' dedim ve bekledim.
"Hemen çağırın, gelsin' buyurmuşlar. Selamdan sonra:
'Efendim, şimdi sizin çok meşguliyetiniz var, sizi meşgul etmiş olmayayım'
dedim. Bana. 'Kardeşim, bizim için her zaman birdir' buyurdular. Hatırımı
sordular, dualar ettiler: 'İzmir'de sen benim vazifemi aldın. Öyle bir muhitte
beni yormadın. Vallahi, hergün sana ismen dua ediyorum' buyurdular.
"Dostlarımızdan
gelen tarizler bize ikaz olur"
"Bu sözler, benim için tarif edilmez sevinç ve şükür
kaynağı oluyordu. Bir de şu sözleri ilave ettiler: 'Ben zaman zaman dualarımda
şehirleri de sayarak dua ederim. Isparta, Eskişehir, İstanbul, Burdur...
Burdur'a dua ederken Burdur'da Risale-i Nur'a sahip çıkan pek az, hayret
ederdim. Meğer oradan Abdurrahman kardeşimiz çıkacakmış.'
"İşte bu iltifatın hazzı bana yetiyordu. Burdur'da
Şekerci Hüseyin Efendiden, Babacan'dan ve Binbaşı Asım Beyden bahsettiler,
rahmetle andılar. Merhum Asım Beyden şöyle bir hatıralarını söylediler:
"Isparta mahkemesinde Asım Bey şahit olarak
dinlenecekmiş. Mahkeme kapısı önünde beklerken Asım Bey ellerini açmış şöyle
demiş: 'Ya Rabbi, şimdi ben şahitlik edersem belki üstadıma bir zararı
olabilir, onun için şu ânda benim ruhumu al ki kurtulayım. Mübarek o ânda
ruhunu teslim etmiş ve mahkemeye girmemiş. (Asım Bey, benim orta mektepte sınıf
arkadaşımın babası idi, Allah rahmet eylesin)
"Üstad Hazretleri, mahkemeden sonra 'Yarın yine gel'
buyurdular. Ertesi gün gittim, çok neşeli idiler. Bir aralık ben, 'Üstadım
hayret ettiğim bir şey, inanın gruptan bir kısım hocaefendiler bize düşman'
dedim. 'Kardeşim, onlar bizi anlamıyorlar. Manevi saltanat düşkünü
zannediyorlar. Ben onlara da dua ediyorum. Dostlarımızdan gelen tarizler bize
ikaz olur' buyurdular. Sonra: 'Benim de Risale-i Nur'a ihtiyacım var' dediler.
Mektubatın Altıncı Risale olan Altıncı Kısmı'nı okudular. Altı desiseyi geniş
bir suretle açıkladılar.
"Üstadın
hizmetindeyim"
"Bir defasında Fatih Reşadiye Otelinde ziyaret ettim.
Bana 'nerede kalıyorsun?' buyurdular. 'Henüz belli değil' dedim. 'Öyleyse benim
misafirim ol' buyurdular. Yandaki odada Ahmet Aytimur, Ahmet Feyzi Ağabey,
Nazif Çelebi Ağabey bu odada kaldık. Uyanık bulunduğum derecede, Üstadımızın
bütün Müslümanların selameti, saadeti için dua ve niyazda bulunduklarına şahit
oldum. Bir zaman sonra hepimiz uyumuşuz. Birden kapımız, elle vurulmaya
başladı. Ahmet Aytimur kardeşimiz:
"Gidemem, ben ihtilam olmuşum, sen git' dedi.
"Kardeşim, ben Üstad'a nasıl hizmet edebilirim; nasıl
hizmet edileceğini bilmiyorum. Hem de bir şey lazımsa, nerde, ne var,
bilmiyorum ki... Gel, beraber gidelim' dedim.
"O yine: 'Ben böyle gidemem' dedi.
"O zaman dedim ki: 'Bak, senin bu meselen gibi asr-ı
saadette olmuş; Ebu Hüreyre (r.a.) cünüb iken Resulullah (s.a.v.) ile
karşılaşmıştı. Diyor ki, ben geriledim, yani geri çekilerek (gidip) yıkandım.
Sonra geldim. 'Nerdeydin' veya 'nereye gittin' buyurdu. 'Gerçek cünüp idim'
dedim. Buyurdu ki: 'Müslüman necis olmaz'. Böyle olduğu halde, sen Üstad
hazretlerinin yanına niye gitmezmişsin.
"Tekrar: 'Yürü, beraber girelim' dedim. Beraber
girdik. Gecikmemizden biraz serzenişte bulundular. Üstad Hazretlerini öksürük
tutmuş; boğulacak gibi öksürüyordu. Hava da soğukça idi. Sobasını yaktık. Ben,
gece olduğu için müsaadelerini aldım. Ahmed kaldı.
"Sonra Ahmed'e: 'Abdurrahman'a sorun, bana bir
öksürük ilacı alın' buyurmuş. Ahmed geldi, sordu. Ben de on gün kadar evvel
öksürük olmuştum. Bir ilaç bana çok iyi gelmişti. Ahmed iyice geç vakitlerde
nöbetçi eczane aramaya çıktı. Ancak uzun dolaşmalardan sonra bulmuş.
"İlacı alıp geldi. Üstad Hazretleri tarifnamesini
(prospektüsü) okutmuş, tarifte tok karnına içilmesi yazı olduğundan: 'Şimdi
benim karnım aç, hele dursun' buyurmuşlar. Ertesi sabah kalktık. Ahmed Feyzi
Kul, Sabri Halıcı, Nazif Çelebi ağabeylerle müsaade alıp ziyaret ettik.
Üstadımızı iyi bulduk. Bize neşeli, güzel güzel konuştular. Hatta Sabri Halıcı
Ağabey, açıklık saçıklıktan bahis açtılar. 'Üstadım, siz pek dışarıya
çıkmıyorsunuz, bilmezsiniz' dedi. Buna karşı: 'Kardeşim Sabri, hepsini gayet
iyi biliyorum' dediler. Ben ertesi gün yine orada kaldım, tekrar ziyaretten
sonra müsaadelerini alıp İzmir'e ayrıldım.
"Üstad beni
aratıyor"
"Yıl l953. İstanbul'un 500'üncü fetih günü yıldönümü.
Üstad Hazretlerinin Çarşamba'da bir evde oturduğunu öğrendim. Adresini aldım.
Ramazan-ı Şerif içindeydi. İkindiye yakın bir zaman içerisinde evi buldum.
Kapıyı çaldım. Hizmetinde bulunanlardan bir arkadaş geldi. Kapı aralığından
bana Üstadımızın çok yorgun olduğunu söyleyerek sert bir şekilde kapıyı üzerime
kapadı. Ne de olsa o zaman gençtim 35 yaşlarında falan.... Ne bileyim, biraz da
kızarak kapıya yüklendim.
"Kapı açıldı. 'Yahu, sizin hakkınız kadar, benim de
burada hakkım var, beklerim. Üstadımız, istirahattan sonra müsaade ederlerse
kalırım' dedim. İçeri girdim. Üstad Hazretleri uzanmış, gözleri kapaşlı
istirahat ediyorlardı. Ses çıkarmadan çok az bir zaman kalıp ayrıldım. Kapıyı
açıp beni almak istemeyen arkadaşa: 'Zaten siz beni istemiyordunuz. Uyanınca
selam ve hürmetlerimi, dualarımı, beklediğimi söylersiniz' dedim.
"Ticari işlerimi görmek için çarşıya gittim.
Arkadaşlarımızın naklettiklerine göre kısa bir istirahattan sonra, 'kim geldi'
diye sormuşlar.
"Onlar da: 'İzmir'den Abdurrahman geldi' demişler.
"Onu niye bıraktınız, onunla konuşacaklarım vardı;
şimdi gidin, bulun hemen getirin' buyurmuşlar.
"Yatsı zamanı Beyazıt Camiine giderken, tanıdıklardan
bir genç arkadaşım beni görünce: 'Ağabey, nerelerdesiniz? sizi bulmak için
hepimiz seferber olduk; ayaklarımıza kara su indi' dedi.
"Ben de: 'Kardeşim, siz öyle istediniz, halbuki ben
bekleyecektim' dedim.
"Haydi, haydi gideceğiz. Üstadımız öyle istiyor'
dedi. Beraber aynı eve tekrar gittik. Üstad hazretlerinin elini öptüm. Bana
sarıldı. 'Seni merak etmiştim, çünkü başından bir hadise geçti, korktun mu?'
buyurdular.
"Duanız bereketiyle korkmadım' dedim. Memnun oldular.
"Amma daima müteyakkız olun, teenni ile hareket edin,
bizim saklı gizli bir şeyimiz yok. Yolumuz belli. Hizmet etmek istediğimiz
belli. Biliyorsun, ben gece kimseyi kabul etmem. Fakat seni merak etmiştim'
buyurdular.
"O sırada benim dükkanım, evim sekiz polis tarafından
basılmıştı. Başta Üstadımız dahil 84 kişi mahkemeye verilmiştik. O gün neşeli
idiler. İstanbul'un fetih resm-i geçidini takibettiğini, o mübarek günü yaşadığını anlattılar. 'Yarın, yine gel'
buyurdular.
Üstaddan aldığım
tarikat dersi
"Ertesi günü tekrar ziyaret ettim. Yanında
abdulmuhsin kardeşimiz vardı. Abdulmuhsin'e giderek, şaka yollu: 'Keçeli, sen
Risale-i Nurları polislere teslim ettin. Abdurrahman kardeşimizde hiç
bulamadılar' dedi.
"Bir aralık ben: 'Üstadım, İzmir'de pek çok ehl-i
tarik var. Çoğu da bozuk bir tutum içerisindeler. Gerçi biz Telvihat-ı Tıs'ayı
müsaadelerinizle teksir edip lüzumlu yerlere verdik. Bir de zat-ı âlilerinden
tarikat hakkındaki fikirlerinizi dinlemek istiyorum" dedim. Bana şu
cevapta bulundular:
"Evvela sana gelince mensub olduğun zattan ayrılma.
Hatta seni kovsa devam et.' Bundan kırk yıl kadar evvel Şeyh Esad Efendi
kardeşim bana geldi.
"Kardeşim Said, tuttuğun bu yolu tarikatla birlikte
devam edersen zamanın imam veya reisi olursun' dedi.
"Cevaben dedim: 'Kardeşim, öyle bir zaman gelecek ki,
iman adet kabilinden sallantıda olacak. biz,-tarikat bir tarafa-hepimiz
bugünden tezi yok imanî hüccetlerin gönüllerde yerleşmesi için birleşirsek o
zaman en faydalı, en lüzumlu vazifemizi yerine getirmiş oluruz.'
"Bana tarikatın lüzum veya adem-i lüzumunu şu veciz
cümlelerle anlattılar: 'Kardeşim, öyle bir mürşid bul ki, hayatında Kur'ân-ı
azimüşşan ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in mübarek sözlerine ittiba edip, gayrı en
küçük bir bidat işlememiş olsun. Böyle bir zatı bul da beraber intisab edelim.
Ben ehl-i tarika muarız değilim. Benim on üç tariktan iznim var. Fakat bugüne
kadar en yakınlarımın hiçbirisine tarikat dersi vermedim. Zamanımız onun zamanı
değil..
"Zamanımızın büyük Üstadı, manâ ordularının büyük
kahramanı mücahid Bediüzzaman Hazretlerine de bu yakışıyordu. O arada
Abdulmuhsin Alev söze karıştı.
"Ben tarikatın en yüksek mertebesinde olmaktansan
Risale-i Nur'un en geride kalan, Kur'ân-ı Kerime hizmet eden bir talebe kalmayı
tercih ederim' cevabında bulundu.
"Sonra Üstadımız, 'Bize kemmiyet lâzım değil,
keyfiyet lâzım' buyurdular. Çok yorulmuşlardı, müsaadelerini alıp ayrıldım.
Annemin serzenişi
"Bir gün annem (merhume) Risale-i Nur okuyordu.
Ağlamaya başladı. 'Neden ağlıyorsun?' dediğimde: 'Erkek olmadığıma... Erkek olsaydım;
gider, bu zat-ı muhteremin hizmetinde bulunurdum' dedi.
"Kısa bir süre sonra Isparta'da Üstad hazretlerini
ziyaretimde ilk sözü şu oldu: 'Bugünlerde anınenle uğraşıyordum, yoksa vefat mı
etti?'
"Hayır Üstadım, selam ve hürmetleri var; dualarınıza
muntazır. Ellerinizden öper' dedim.
"Selam et ve söyle, onu da has talebelerimin arasına
alıyorum' dedi. İlave ederek: 'Refikanı da, onlara hep dua edeceğim'
buyurdular... Annem ve zevcem dindar, birbirlerine bağlı muhlis kişilerdi.
Makamları cennet olsun. Tabii, Üstadımızın söylediklerini, selamlarını
söyleyince pek memnun oldular.
"Haberim
olsaydı seni karşılardım"
"l954 yılında
hacca niyet ettim. Burdur'dan gitmek istiyordum. Polis her an başımda.
Tarassut altındayım. Burdur'a hareketimden iki gün evvel Sorgu hakimliğinden
çağırıldığımı bildirir bir bildiriyi 'tebliğ' ile bir memur eve geldi. Bütün
korkum ve kudsi borçtan beni geri bırakmaları idi. Annem ve zevcemle birlikte
niyet etmiştik. Hemen, şimdi rahmete kavuşan ağır ceza hakimlerinden Abdullah
Arığ ağabeyi buldum. Vaziyeti anlattım. Dedi: 'Sen korkma, ben kefil olurum,
seni gönderirim.' Ve ilave etti: 'İnşaallah, Cidde'de buluşuruz' dedi. Meğer o
da, ilk haccına niyetli imiş..... Hakikaten, ben daha evvel Burdur'dan hacca
gitmeme rağmen Medine-i Münevvere dönüşü Cidde'de karşılaştık. O da, ağabeyin
ihlasını gösteriyordu. Allah rahmet eylesin...
"l954 yılında Medine-i Münevvere'de muhterem Ali Ulvi
Kurucu beyle tanıştık. O beni, vaktiyle van'da müftülük yapmış Hasan
Hocaefendiyle tanıştırdı. Meğer, bu zat-ı muhterem Üstad Hazretlerini tanıyan
bir kimseyi arar dururmuş. Hattat, Konyalı Abdullah Efendinin dükkânına
götürdü. Oturduk. Üstad Hazretlerinden uzun uzun sordu. Dönünce selam ve
hürmetlerini tebliğ etmemi, artık Medine-i Münevvere'ye yerleştiğini,
evlendiğini, Üstad hazretlerini davet ettiklerini söyledi. 'İnşaallah, dönüşte
aynen söylerim' dedim. Pek memnun kaldılar.
"Hac farizamı bitirdikten sonra Burdur'a döndüm.
Tebrike gelenlerden sonra o günlerde Üstad Hazretleri Isparta'da idiler.
Ziyarete gittim. Kendileri çok hasta idiler. Konuşmaları anlaşılmıyordu.
Birşeyler söylüyor, biz anlamıyorduk. Sonra bize, Üstadımızın yakınında Zübeyir
kardeşimiz naklediyordu. Ben çok üzülmüştüm. Bir aralık, hacca gittiğimi ve
eski Van müftülerinden Hasan hocaefendinin selamlarını söyleyince meyyit gibi
uzanan Üstadımız yataklarından fırlarcasına 'Ne, sen onu gördün mü?'
"Cenab-ı Hak hacca nasib etti, gördüm, Evlendiğini,
davet ettiklerini söyledim.
"İnşaallah' dediler. İnceden inceye sordular. 'Demek,
hacca gittin. Allah müberek etsin. Eğer haberim olsaydı seni ben karşılardım'
buyurdular. 'Bu selam bana şifa oldu. Allah senden razı olsun' dediler.
Üstada getirdiğim
hediyeler
"O sırada elimde küçük bir paket vardı. Almayacağını
bildiğim halde önlerine bıraktım. İçerisinde öyle kıymetli şeyler yoktu.
Zemzem, hurma, medine kınası, bir şişe gül yağı ve tesbih. 'Bunlar ne?' diye
sordular.
"Efendim, bunlar hac hediyesi' dedim.
"Biliyorsun, ben hediye almıyorum. Bunlar mübarek
yerlerden gelen hediyeler, Seni de çok severim. Ama parasını vereyim'
buyurdular.
"Ben Üstadımı kırarım korkusuyla: 'Bunlar pek para
tutmaz. Hiç para vermediklerim de var...' dedim. Buna rağmen on küsür lira
hesap çıkardılar. Getirdiğim şeyler o kadar da etmezdi.
"Hatta, şaka yollu, Zübeyir kardeş: 'Üstadım, bu
hesapta siz aldandınız' dedi.
"Ona gülerek: 'Keçeli, sen Abdurrahman'la aramdaki
sırrı bilmezsin' buyurdular.
"Ben yine, 'Af buyurun bu parayı almayacağım'
deyince:'Dur öyleyse' paketimi açıp koku, kına, zemzem ve hurmayı aldılar.
'Tesbih sende kalsın' dediler. Buna karşılık mendilini, havlusunu-dur, aklıma
geldi-diye bir de tesbih verdiler. Ben tesbihi görünce çok sevindim. Çünkü aynı
tesbihi refikam Medine'de görmüş, 'bana bundan al' demişti. Ben de 'madem bu
tesbihi beğendin, namazdan sonra düzine ile alalım, yakınlarımıza da hediye
ederiz' demiştim. Fakat, ne hikmettir; o da, ben de unutmuşum. İlk hasta
gördüğüm Üstadımızı iyi olarak güleryüzle bizi ayakta uğurlamasından çok
sevindim.
"Burdur'a gelince, ilk işim, tesbihi refikama verdim.
Yüzüme bakarak: "Demek, bu tesbihi Medine'den aldın, bana haber vermedin'
dedi. Ben de: 'Bu tesbihi Üstad Hazretleri verdi' dedim. Daha da sevindi.
Vefatına kadar bu tesbihi yanından ayırmadı.
"Sıkıntılı
günler ve dualarım"
"Biraz Burdur'da kalıp evi tamir ettirdikten sonra
Akman Pasajının birinci katında yeni bir işe başlamak üzere bir dükkân
kiraladım. Kâğıt işleri üzerinde işe başladım. Fakat ne hikmetse işlerim hep
ters gidiyordu. Ne alırsam ziyan ediyordum. Bir yerde dükkânım vardı. Onu da
sattım. Onun parası da eridi, gitti. Evet, haftada bir, hanımın tavsiyesiyle
yarım kilo yağlı kıyma alabiliyor; o, bir hafta boyunca yemeklerimizin çeşnisi
oluyordu. 'Yavaş yavaş küçük çapta imalata başlayayım' dedim. İlk işim, zamklı
rulo kâğıt ve tüp içerisinde yapıştırıcı kola imalı oldu.Kalitesi, piyasadaki
mallardan çok iyi olmasına rağmen satamıyordum. Beş altı ay daha satamazsam
hepsi kuruyup atılacaklardı. Ev kira, dükan kira, üç çocuğum okula gidiyorlar.
Düşünmeye başladım. Son çare bir iş bulmak, tezgahtarlık gibi bir şeyler
yapmak. Dükkana geç gelir oldum. Hatta bir gün hiç unutmam. Büyük kızım 25
kuruş istedi. Bende beş kuruş dahi yok. Onu bütün bütün üzmemek için 'dükkanda
unutmuşum' diye yalan söylemek mecburiyetinde kalmıştım. O gün yolda giderken
Cenab-ı Hakka şöyle yalvarmaya başladım. 'Ya Rabbi, şöyle elli liralık alış
veriş bir müşteri gönder. Hem çocuğumun isteğini yerine getireyim. Bakkala olan
borcumu vereyim.' Dükkana geldiğimde çok sevdiğim ciltçi, hattat Nazmi
Altınkalem hocayı bekler buldum. Dükkanı açtım. Metresi beş liradan olan cilt
bezinden on metre aldı. O ânda sevincimi tarif edemem. Cenab-ı Hakk'a içimden
hamdettim.
"Sıkıntılı günler devam ediyordu. Birgün dükkâna
geldiğimde Hacı Recep Usta'yı beni
bekler buldum. Ne hikmetse içine bir ferahlık doğdu. Oturmaya vesile olsun diye
bir çay söyledim. Üstad hazretlerinin yanından geldiğini, selam getirdiğini
söyledi. Çok sevindim. Bana, Üstad Hazretlerinin işimi sorduğunu, merak
etmememi, dünya yükünü üzerine aldıklarını söylemişler. Allah'a şükür, o günden
sonra, bir kutu satamadığım mallarımdan 50-l00 kutu alanlar oldu. Çok
çalışıyordum. Borçlardan kurtulmak için evcek gece gündüz uğraşıyorduk. Bazı
imalat işlerine girdim. Hepsinden umduğumdan fazla kazanıyordum. Buradaki küçük
arsama basit bir işyeri yaptırdım. İşimi genişlettim. Günde yirmi saat
çalıştığım çok oluyordu.Ben arkadaşlarla bir araya gelemiyordum. Bu defa beni
korkaklıkla itham ediyorlardı. Bunlara pek aldırış etmiyordum. Öyle korkak
olsaydım, Üstad hazretlerine takip edildiğim zamanlar dört-beş defa gider
miydim?Ben çalışmakla üzerimdeki borçlardan kul haklarından arınıyorum. Hem de
Risale-i Nur için Mustafa Birlik gibi değerli kardeşlerimiz çoğalmıştı. Ben
olmasaydım da oluyordu. Allah hepsinden razı olsun. Amin.
Rüyada gelen şifa
"l963 yılında tekrar hacca gittim. Halbuki bir daha o
mübarek yerleri göremem diyordum. Medine-i Münevvere'de vazifelerimi yaptıktan
sonra ilk işim Van müftüsü Hasan hocaefendiyi aramak oldu, buluştuk. İlk hac
dönüşümdeki hadiseleri anlattım. O zamanlar, Hz. Üstad rahmet-i Rahmana
kavuşmuşlardı. Hocaefendi: 'Evlat, hele otur, ben de sana bir şey anlatayım:
Benim hanım cinnet geçirdi. Onu zaptedemez olmuştuk. Çok sıkıntı çekiyorduk.
Birgün rüyamda Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz ile Bediüzzaman Hazretleri bize
geldiler. Benim hanımı bir masaya yatırdılar Peygamberimiz (s.a.v.) ile
Üstadımız okumaya başladılar. Uyanınca, hanımda o çekilmez hastalıktan eser
kalmamış, sakin bir halde oturuyor buldum. Bugün yirmibeş kadar kız çocuklarına
Kur'ân-ı Kerim okutuyor...' demişlerdi.
"Bir dahaki hacda, vefat ettiğini söylediler Allah
rahmet eylesin. Şuraya kadar kırık dökük bu hatıraları ancak yazabildim.
Unuttuklarım çok olmuştur. Yıllar geçti. İstediğimi yazamamışımdır. Üstadımız
Hazretlerinin aziz ruhundan af dileyerek vefatından sonraki hatıramla
noktalamak istiyorum.
"Böbrek
sancılarım ve..."
"Yıl l969. Hacca niyet ettim. Nedense o yıl içimden
'hacc-ı İrfad'a niyet etmek geldi. Öyle yaptım. O yıl, otobüsle Hacı Raif
Cilasun ağabeyle gitmiştim. İlk bayram günü Şeytanı taşlayıp Mekke-i Mekke-i
Mükerreme yolunu tuttum. Tıraş olup guslettikten sonra 'İfaze tavafı'nı
ve'Sa'y'ı yaptıktan sonra Mina'ya döndüm. Çadırlarımıza yaklaşınca her yıl
devam eden böbrek sancılarım başladı. Bu yedi yıldır devam ediyordu. O zaman
farz olan tavafı vaktinde yaptığıma sevindim, şükrettim. Gecede uyuyamadım.
Allah razı olsun, arkadaşlar seferber oldular. Karşımızdaki çadırdan ismini
sonradan öğrendiğim Münevver ismindeki bir abla hemen yanıma koştu. Beyine su
ısıtmasını söyledi. Sıcak su geldi. Biz kardeşiz, çekinme Havluyu böbreğimin
olduğu mahalle serdi. Üzerine çaydanlık koydu.Hem Cenab-ı Hakk'a yalvarıyor, hem
de sıcak suyu elinde tutuyordu. Beyine de zaman zaman su ısıtmasını söylüyordu.
Ben onun saatlerce gece yarısı uğraşmasından, fedakârlığından gözyaşlarımla:
'Abla, ben sizin hakkınızı nasıl öderim?' dedim. Cevabı şu oldu: 'Sen yerde kıvranırken, ben nasıl istirahat
edebilirim, sen üzülme.' Allah ondan, bütün arkadaşlarından razı olsun...
"Birde, şimdi rahmete kavuşan sağlık memuru Hacı
Neşet ağabeyi unutamam. O sık sık damardan ağrı kesici iğneler yapıyordu.
Geçici de olsa ferahlıyordum. Şuna çok seviniyordum: Yüce Mevlamız ibadet
zamanları bana ruhsat veriyordu. O hacda hep Cenab-ı Hak ile idim. Bütün vaktim
Ona yalvarmakla geçiyordu. Mâlayani ile vakit geçirmiyordum. Bir taraftan
burdan da seviniyordum. İzmir'e geldik. Tebrike gelenler, sana ne oldu böyle
diyorlardı. Çünkü o mukaddes beldede l2 gün sancı çekmiştim. Medine-i
Münevvere'de kitapçı şimdi rahmete kavuştu. Muhammed Sultan Nemingani ismindeki
ilk hacda tanıştığım zat böbrek ağrıları için Hintlilerin kullandıkları (Lüban
Zikir) günlüğüne benzer bir ilaç vermişti. O bana biraz faydalı olmuştu.
"İzmir'de tekrar şiddetli ağrılarım başladı. Doktora
gittim, röntgene havale etti. Röntgende sancı yapan sol böbreğimin hiç
çalışmadığı belirtisini gösteriyordu. Doktor, bunun çaresi o böbreği ameliyatla
almak dedi. Ben herşeye razı idim. Halbuki sağ böbreğim de arızalı idi. O,
doğuştanmış. Halil Tellioğlu kardeşim: 'Ağabey, benim arabam ne güne duruyor
İstanbul'a gidelim. Boğulursak büyük suda boğulalım. Bu işin otoriteleri var.
Onlara gidelim. Belki o böbreği feda etmekten kurtuluruz' dedi. 'Peki' dedim.
"Üstadın
tedavisini gördüm"
Benim o günlerdeki vaziyetim şöyleydi: Akşam namazını
kılıyor, yatıyordum. Birkaç saat sonra sancı ile kalkıyor. Zorla, yatsı
namazını edâdan sonra, sabahlara kadar dolaşıyor, kıvranıyordum. Yine birgün sancı ile uyandım. Yatsı
namazımı kıldım. o güne kadar olmayan bir hal oldu. uykum galebe çaldı. Uyudum.
Bir rüya gördüm, şöyle ki: Büyük bir salondayım. Üstadımız hazretleri ortada
oturuyorlar. Hemen yanlarına gittim.
"Bana: 'Nerelerdesin, kardeşim?' buyurdular. Geri
çekilip oturdum. Hiç seslenmedim. Etrafında birçok arkadaşlar vardı. Onlardan
biri kulağıma eğilerek; 'Üstad hazretleri bugün bize teşrif edecekler. Bir
toplantı yapacağız, sen de gel' dedi. Yavaşça: 'Ben hastayım, gelemem' dedim.
Hemen, benim hasta olduğumu Üstad Hazretlerine söyledi. Üstadımız ciddi bir
vaziyette: 'Kalk bakalım, neyin var?' buyurdular. Ben vaziyeti anlattım.
Ağrıyan böbreğimin ön kısmına sağ elini koyarak sesli duaya başladılar.
Dualarından hep Cenab-ı Hakk'a sığınıyorlardı ve şifa diliyorlardı. (Duaları
Arapça idi.)
"O sırada uyandım. Baktım, bir aya yakın devam eden
bendeki sıklet kalkmış, sanki hiç hasta olmamışım. Cenab-ı Hakk'a şükürden
sonra 'Hey koca Üstad! Hayatında da, mematında da kurtarıcısın. Allah seni
daimi rahmetlerine gark buyursun' diye ben de dua ettim.
"Zevceme koştum 'Ben kurtuldum' dedim. Çok inançlı
bir insan olduğundan rüyamı ilk ona anlattım. Sevindi. Çünkü ben hissediyordum,
ailecek ölümümün bu hastalıktan olacağını. Artık bitkin olmakla birlikte sakin
bir hayat geçiriyordum. İşime bakabiliyordum.
"İki gün sonra kan pıhtısı içerisinde uzunca bir taş
düşürdüm.Beni arabasıyla götürecek Halil Tellioğlu kardeşim: 'Hazırlan,
İstanbul'a gideceğiz' dedi. 'Artık ben kurtuldum' dedimse de, 'Gideceğiz, hem
gezmiş oluruz, çok sıkıldın' dedi. kıramadım, gittik. O günün, sahasında
otorite olan Prof. Gıyaseddin Korkut Beye muayene oldum. Bana hayretle: 'Bu
taşı cidden idrar yollarından mı düşürdün? Bu mümkün olmayan bir şey' dedi.
Ertesi günü tekrar röntgene gittim. Filmlere bakarken, 'Bak' dedi. 'Senin bu
böbreğini alacağız diyen doktor deli. Halbuki, bu böbreğin öbürünkinden daha
sağlam. Yedi yıl kadar evvel, bu hasta olmayan böbreğinden bir kanama geçirdin
mi?' Ben, 'Evet' dedim. 'Fakat, bu da iyiye doğru gidiyor, merak etme. Bütün
kullandığın ilaçları çöp sepetine at. İlaç gerekmez. Ekmeği az ye. Yürüyüş yap.
Şişmanlamamaya gayret et, o kadar. İki yılda bir gel, kontrol edelim' dedi. Üç
defa daha doktorun dediği gibi gittim 'Hiç bir şeyin yok dedi: Elhamdülillah, o
günden sonra öyle şiddetli bir sancı görmedim.
"Ben Üstad Hazretlerinin sadece İslam için
yaşadığını, bütün derdinin gönüllerdeki paslanmış imanları kurtarmak olduğunu elemi,
kederi, hep İslâm için idi. Bunun için yaşamak arzusunu bu büyük şahsiyetle
müşahede ettim. Daha ilk ziyaretim hayalimdeki İslam mücahidini bulduğuma
inanmıştım. Şahsına yapılan zulümlerden pek bahsetmezlerdi.
"Şunu da yazmadan geçemeyeceğim:
Çantay'ın
itirafları
"Birgün Hasan Basri Çantay hoca (merhum) Üstad Hazretlerini
meclisin ilk günlerinde Meclis-i Mebusan'a yazdıkları bir mektuptan hafifçe
tenkit yollu anlatıyordu. Sözlerine yeni başlamıştı. Hemen eliyle ağzını
kapayarak: 'Ben bütün sözlerimi geri alıyorum. Söylediklerimi siz de duymamış
olun. Biz rahat döşeklerinde uyurken o, Allah yolunda, Resulullah izinde bütün
işkence hapislere rağmen İslamı savunuyordu. Ne yazık ki, hiç birimiz onun gibi
olamadık' dedi.
"Yüce Mevlamız İslâma hizmet eden şuurlu bütün Müslümanlara rahmetini esirgemesin. Amin."