Son Şahitler 1.Cild s. 318
HACI İBRAHİM
HULUSİ YAHYAGİL
l895'te Elazığ Harput'ta dünyaya geldi. Birinci Dünya
Harbinde, Kafkas ve Çanakkale muharebelerinde bulundu. l925 senesinde Harbiyeye
girdi.
l950 senesinde Albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. Bediüzzaman'ın
ilk talebelerindendir. 25 Temmuz l986'da Elazığ'da vefat etti.
Nur ikliminin ışıklı dünyası ile aydınlandığım ve şeref
bulduğum 27 Mayıs karanlığından sonraki gelen günlerdeydi. Bu zamanlar, benim
için ışıklı günlerimin başlangıcıydı. Mezkur vakitlerin yaz mevsimlerinde,
içinde yaşadığım Gaziler Beldesi'ne, Elaziz'den bir kumandan,bir Nurlu Albay
şerefler veriyordu. Türk ordusunun bu aziz askerinin ilk dersini ve ilk
sohbetini Gaziantep'in Başkarakol semtindeki misafir olduğu hanede dinlemek saadetine
ermiştim.
Bahsini yazmaya çalıştığım asker:
Albay İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi merhumdu.
Bu aziz büyükle daha sonraki senelerde, çok görüşmelerim,
birçok defalar mektuplaşmalarımız olmuştu.
Elazizli aziz albay, Kur'ân gerçeklerinin rehberi Hazret-i
Said'e talebe olan bir zattı. Daha da ötesi; Nur Risalelerinin ilk talebesi,
ilk muhatabı olmuştu. Sözler ismindeki şaheserin son Sözler'inde tanıdığı,
Hocası'na sorduğu çok değerli-mühim suallerle Mektubat eserinin yazılmasına da
sebep olmuştu.
Çanakkale'de
yaralandım
"Çanakkale harbinden evvel 3. Kolordu Tekirdağ'da
idi. Biz 9. Fırka (tümen) olarak Çanakkale'ye geldik. Bir çok çıkartmalar
yapıldı. Biz harbe giderken pilâv yemeye gider gibi hevesle gitmiştik. l2 Nisan
(Rumî 30-3l Mart) l9l5'te Seddül-Bahir'e geldik. Anafartalar muharebesinde,
Cenab-ı Hakkın'ın lütfu ile kurtulduk. Son taarruzda bütün subaylar ve erler
abdestli olacaktı. Şayet su bulunmazsa teyemmüm edilecekti.
"Yüzümden, kolumdan, göğsümden yaralandım.
Çanakkale'de yaralanmam 26 Temmuz l9l5'te Leyle-i Kadir'de oldu. Karadan,
denizden top mermileri patlıyordu. Bir top mermisi önümde patladı. İki el ateş
ettim. Yanımdaki asteğmen 'Silahla bir kaçını temizleyeyim' dedi.Geri çekildim.
Sol yanağıma elimi attım. Baktım kanıyor. Sol koluma da kurşun isabet etmişti.
Artık şuurum tam işlemiyordu.
"l Ocak l9l6'da Çanakkale'den ayrıldık. Nisan'a kadar
Kırklareli'de kaldık. Sonra Tekirdağ üzerinden vapurla Haydarpaşa'ya geldik.
Kuşdili Çayırında ordugâh kurduk. Odunla işleyen tren-i mahsusla (özel tren)
yola çıktık. Konya Ereğlisi, Niğde, Kayseri ve Sivas'a uğrayarak Karadeniz'e
geldik. Rusları sahile kadar kovaladık. Ruslar bizi Bayburt'ta sardı.
Çanakkale'nin, Anafartalar'ın, Çonkbayırı'nın dinç fırkası idik. Süngülü tüfek
ile 'ALLAH- ALLAH'diye gidiyorduk.
"Doğuda cebri yürüyüşle ilerliyorduk, sonra tepe
-tepe müdafaa ederek çekildik. Erzincan'ın üstünden, Çardak Boğazından geçtik.
l9l6 senesinde Kafkas Cephesindeki muharebemiz, Erzincan'ın batısında
mevzilenerek beklemek suretinde oldu. l9l7'de Rusya'da Bolşeviklik çıktı. Zımnî
bir mütareke hüküm sürüyordu. Ruslar çekiliyordu. Ermeniler de silâhlarını
bırakarak çekiliyorlardı. Biz ilerlemeye başladık. Ermenileri temizleyerek
ilerliyorduk. Kelkit, Şiran Erzurum Ilıcası, Tortum'dan Sarıkamış'a geçtik. O
sırada Kâzım Karabekir Sarıkamış'taydı. Kars'a yürüdük. l9l8'de Kars'ı birinci
olarak ele geçirdik.
"l. Cihan Harbi dolayısıyla tahsilim yarıda kalmıştı.
Harbden sonra l925'de tekrar mektebe başladım. Nihayet Harbiyeden mezun oldum.
Babam Yahyazâdelerden Mehmet Efendi, alaylı zabit idi. (Mektep görmeden ordu
içinde yetişen subaylar.)
Üstad'la ilk
görüşmem
"l7 Ocak l928'de Manisa'dan Eğridir'e gelmiştim. O
zaman rütbem yüzbaşı idi. Üstad'la tanışmamız bir sene sonra oldu l929 yılı
baharında Barla'ya gittim. Beni götüren Mustafa isimli mübarek bir insandı.
Ayrıca, Vecelle Hüseyin, Müderris Mustafa, Nefer Mehmet, Demirci Ustası da
vardı. Üstad'ı ilk ziyarette, yanında epey kalmıştık. Bu görüşme çok uzun
sürdü. Müsaade isteyerek ayağa kalktık. vedalaşıp ayrıldık.
"Yağmurdan hiç
ıslanmadım"
"Üstad'la görüşmelerimin birinde, görüşme bittikten
sonra, 'Efendim İlama köyüne gideceğim' demiştim. Üstad da:
"Kardaşım ben de camiye odun getirmek için dağa
gideceğim' dedi. Biz vedalaştık ve İlama'ya doğru yola çıktık. Birden hatırıma
Üstad geldi, şimdi âniden önüme çıkmasın diye düşünüyordum. Bizim nefer geride
kalmıştı. Az sonra baktım, Üstad Hazretleri, önde odun kafilesi arkada kendisi
geliyorlardı. Ben, Üstad beni görüp de, attan inip rahatsız olmasın diye büyük bir
ağacın arkasına saklandım. Tâ Üstad iyice yaklaşınca birden bire ellerine
sarılıp, ellerini öptüm. O esnada elinde bir parça kuru ekmek vardı, onu
yiyordu. Hemen onu bana verdi. Sonra:
"Senin şemsiyen yok mu kardaşım?' dedi.
"Biz asker olduğumuz için şemsiye taşımıyorduk.
"Üzerimde muşamba var Efendim' dedim."Havada ise
pek yağmur alâmeti yoktu. Üstad:
"Peki kardaşım Allah'a ısmarladık' deyip gitti. Az
sonra yağmur yağmaya başladı. Hiç yağmur durmadı, atı süratle sürüyordum.
Yağmur sağanağının altında ilerlerken, yağmur hiç bana değmiyordu. Dört saat
sonra hiç ıslanmadan Eğridir'e gelmiştim.
Kendilerini
ziyaretim hayatımda inkılâp yaptı
"Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yapmıştı.
Öyle bir hâlet-i ruhiye içindeydim ki, yazdığım mektuplardaki şevki, cevabî mektuplarında şu suretle ifade ediyordu:
"Neşr-i envar-ı Kur'âniyedeki muvaffakiyetin ve
gayretin ve şevkin bir ikram-ı İlâhîdir, bir keramet-i Kur'âniyedir, bir
inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum."
"Ufak hizmetleri bile büyük görüyordu. Bunlar bizi
teşvik etmek içindi. Halbuki istidadımız nakıs olduğu halde çok teveccüh
ediyordu.
"Eğridir'den tayinim çıkmış. Doğuya gidiyordum,
Hazret-i Üstad'dan ayrılacağım için çok üzgündüm. Üstad Hazretleri çok
üzüldüğümü anlamıştı. Bir gün yanına ziyaretine gittiğimde (askerce):
'Emrediyorum, merak etmeyeceksin! Üzülmeyeceksin!' dedi. O anda bütün üzüntüm,
gam ve kederim yok oldu.
Bazı hatıralar
İbrahim Hulusi Yahyagil, Bediüzzaman gibi cihanın nâdir
üstadına sorduğu kıymetli suallerle derya gibi bir ilim-irfan sarayının
kapılarının açılmasına vesile olmuştu.
Nurların bu ilk aziz talebesi için Bediüzzaman bir notunda
şunları ifade ediyordu:
"Manevî
rütbeniz"
"Binler selâm..
"Siz maddî rütbenizden çok yüksek, manevî rütbeniz
iktizasıyla, ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsunuz. O yerlerin sana ihtiyacı var.
Hiç merak etme!
"Senin Risaletü'n-Nur hakkında mektupların çok
talebeler yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar.
"Birinci'liği dâima sana kazandırıyorlar.
Kardeşiniz, Said Nursî
"Birinci oldun"
Yine Üstad Bediüzzaman, nurlu Albaya beyan ediyordu:
"Ben Isparta'dan mecburi ikamet için Barla'ya
sevkedilirken, daha motorda iken, Barla'da ben sizi gördüm ve bana
gösterildiniz."
Bir başka hatıra tesbit notlarımda Bediüzzaman şöyle
diyordu:
"Meslek-i askeriyeden bu hizmete girecekler ve hırz-ı
can edecekler çıkacaktır.
"Sen bunların birincilerinden oldun.
"Allah'a şükret!"
"Sözler'in
başındaki şahıs"
Nurlu-merhum Albayı Elaziz'de ziyaret edebildiğim
zamanların birisinde Nur Risaleleri gibi, ahirzamanın şaheser külliyesinin ilk
talebesine şu suali sormuştum:
"Birinci Söz'ün başında, 'Ey kardeş! Benden birkaç
nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler
ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade
nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü
biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca avam lisaniyle nefsime diyeceğim.
Kim isterse beraber dinlesin."
"Birinci
Söz'ün başında bu şekilde bahsedilen asker siz misiniz?"
"Bu dersi, Üstad ben kendilerini ziyaret etmeden
evvel yazmış. Burada bahsedilen asker ben değilim. O asker manevi bir şahıstır.
Daha sonraları askerlerden kendilerine talebe olacak kimseleri manen hissederek
öyle yazmış."
Hulusi Yahyagil rahmetlinin bu cevabından sonra, aradan
epeyce bir zaman geçmişti. l980 senelerinde ilk defa Barla Mektupları
yayınlanmıştı. Bu lahikalardan yıllarca evvel Hulusi Ağabeyimin verdiği cevap
meâlinde "Hulusi Bey'e Hitabdır" başlığı altında yazılan bir Barla
mektubunda meselemizle alakalı olarak şunları okuyordum:
"Ben Sözler'i yazarken, ihtayarsız olarak ekser
temsilâtı, şuunat-ı askeriye nev'inden zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum.
Neden böyle yazıyorum, sebebini bilmiyordum. Sonra hatırıma geldi ki; belki
istikbâlde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek, en
mühim ltalebeleri askeriyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur
oluyorum, düşünüp, o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret;
sen o askerlerden bahtiyar birisin ki, evvel yetiştin."
Üstadın Türk
ordusuna bakışı
İbrahim Hulusi Yahyagil'in Nur derslerinin ilk talebesi
olmasından sonraki geçen zaman içinde, Türk ordusunun mümtaz askerlerinden ve
subaylarından bir çok bahtiyar şahsiyet Nurlara talebe olmuşlardı.
Bu subaylarımızı bir rahmet duasına vesile olması için
burada bazılarının isimlerini söylemek istiyoruz:
Refet, Hayri, Galib, Mehmed, Muhyiddin ve l935 lerde
Eskişehir mahkemesinin başlangıcı sayılan Isparta'da muhakeme olurken, ifadesi
alındığı sırada vefat eden "İstikamet şehidi Binbaşı Âsım Bey".
Hulusi Bey, Üstadının derslerinde bulunduğu sırada, Üstad
kendilerine şöyle hitap ediyordu:
"Ben Türk ordusunun aleyhinde bulunmam! Çünkü bu Türk
ordusu Birinci Cihan Harbinde, Allah ve vatan yolunda bir milyon şehid
vermiştir!"
Yine bir nurlu ders esnasında, ilk nur talebelerinden
Hâfız Halid Efendi'nin bahsi olmuştu. Bu zat için: "Çok haluk ve sakin bir
zattı" diye buyuruyordu ve bana:
"Kardeşim, keşke sen de hafız olsaydın!"diye
buyurmuştu. Üstad Bediüzzaman'ın bu temennisiyle Risale-i Nurların hakikatları
hafızama yerleşmişti.
Üstad hayatının son senelerinde bana hitaben:
"Kardaşım, sen ilk zamanlarda çekirdektin. Şimdi ağaç
oldun."
Üstadın imzalı
kitabı
Kendilerini Elaziz'deki ziyaretlerim esnasında elinde
bastonuyla hanelerinden çıkarak, beş yüz metre kadar mesafedeki Nur
dershanesine gelişi esnasında, karlı bir kış gününde kameraya da almıştım.
Hulusi Beye Üstadın kendilerinde imzalı bir kitabı olup
olmadığını sorduğumda ise, kendileri mübarek elleriyle evinden l928'lerde Bekir
Dikmen'in bastırdığı Haşir Risalesini getirmişti. Bu aziz yadigârın
fotokopisini almıştım. Bu Onuncu Sözün üzerinde şunları okuyorduk:
"Risale-i Nur Mizanlarından İman-Ahiret
bürhanlarından Onuncu Söz. Müellifi Said Nursî l342"
Haşir Risalesi'nin ilk sayfasında ise Üstad Bediüzzaman,
ilk talebe ve ilk muhatabına hitaben şöyle diyordu:
"Uhrevî kardeşim Hulisi Bey'e hediyemdir! SAİD"
Hediye meselesi
Hulusi ağabeyimizle geçen mülakatlarımın birisinde, çok
ısrarla hediye bahsi olan "İkinci Mektub"ta Üstad Bediüzzaman'a neyi
hediye ettiğini sormuştum. Tebessümle verdiği cevaplarda. İkinci Mektup'da
Üstad'ın yazıp yazmadığını sormuştu. Biz de yazmadığını söylediğimizde, Üstadın
yazmadığını, dolayısıyla kendilerinin de söylemeyeceğini ifade etmişlerdi. Daha
sonraki ziyaretlerimde bu hediyeyi, bizzat eline mi verdiğini veya Eğirdir'den
bir vasıta ile mi gönderdiğini sorduğum zamanlar çok merak ettiğim meseleyi ve
sualimin cevabını bulmuştum.
Tasarruffu devam
eden üç kişi
l97l'de Ankara'da Re'fetle (Barutçu) ilk defa görüşmüştüm.
Rahmetli ne kadar tatlı bir ihtiyardı. O Hazret-i Üstad'dan bir hatıra
nakletmişti:
"Bir gün Üstad Hazretleri bir münasebetle, üç kişinin
tasarrufu devam ediyor. Bunlardan birincisi Abdülkadir Geylâni Hazretleridir"
diye buyurunca, Re'fet Bey hemen sormuş:
"Efendim, diğer ikisi kimdir."
"Hazret-i Üstad ise: 'Diğerleri Hayyat-ı Harrânî ile
Mârûf-u Kerhî' diye cevap vermiş.
"Sen sünnet
bilmez"
"Bir ziyaretimde çay içerken tam olarak
bitirmemiştim. 'Kardaşım sen sünnet bilmez' dedi. Bununla, içilen bir şeyin
iyice bitirilmesinin sünnet olduğunu ters vermek istemişti.
"Bidayette akşam ile yatsı arasında kimseyi kabul
etmezdi.
"Ondaki
nezaket"
Ondaki nezaket ve tevazu bambaşka idi. Bir gün ebced
hesabı ile bir tarih bulmuştum, fakat bir rakam eksikti. O hiç bu eksikliği
yüzüme vurmuyor, gayet nezîhâne ve nâzikâne bir şekilde şöyle diyordu:
"Maşaallah, bu binlerin içinde bir rakamın hiç
ehemmiyeti yoktur."
Yanındaki kitaplar
Onun ziyaretine vardığım zamanlarda yanında Kur'ân-ı
Kerim, Hafız Şiirazî'nin bir eseri, bir de üç cilt Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin
Efendinin Mecmuat-ül ahzab isimli kitabı bulunuyordu.
"Hazret-i Üstad temizliğe çok dikkat ederdi. Her
zaman, bilhassa Barla'da iken üst üste iki çorap giyerdi. Namaza duracağı
esnada üstteki çorabı çıkarır, ondan sonra namaza dururdu. Daha sonraki
hayatında ise çorabı çıkarıyor, çorapsız olarak namaza duruyordu. (Şafii
mezhebinde çıplak ayakla namaza durmak sünnettir.)
Kur'ân ve evrad
okuyuşu
Barla'da Üstad Hazretleri namazda (Cehrî okunan
namazlarda, bilhassa sabah namazlarında) Kur'ân-ı Kerimin 'Elhamdülillâh' ile
başlayan sûrelerini okurdu. Kur'ân-ı Kerim'i bambaşka bir tarzda okurdu.
Kur'ân'ın hakikatlarını duyarak ve yaşayarak okurdu. Kur'ân'ın İlâhî sedası,
onun bütün ruhunu kaplardı. Onun okuyuşu, diğer hocaların ve hafızların
okuyuşuna benzemezdi. Tecvid-i manevî üzere okurdu. (Kur'ân'ın mânasına uygun
olarak okumak).
"Barla'da bir gece yanında, kalmıştım. Sabahlara
kadar uyumadan ibadet ediyor, zikir ediyor, tesbih çekiyordu. Pek az uyurdu,
uyur gibi görünürdü.
"Akşamla yatsı arasında evradını şöyle okurdu:
"LÂ - İLÂHE İLLALLAH - LÂ - İLÂHE İLLALLAH
Ey lâ râzıka illallah, Ey lâ ma'bûde illallah.
Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah.
Ey lâ râzıka illâhû, Ey lâ râzıka illâhû"
***
Mevlânâ Camî'nin
kıt'ası
l9l6'da Kafkas Cephesinde harpte iken Kerküklü Şeyh Rıza
Talebânî'nin damadı Fasih de bizde yedek subaydı. Kayınpederinin Kadirî
tekkesindeki odasında asılı olan şu Farisî kıt'ayı ondan almıştım.
"Yâ Resûlallah! Çi bâşed
çün seg-i Ashab-ı Kehf?
Dahil-i cennet şevem der
zümre-i ashab-ı tû,
O reved der cennet, men
der cehennem key revast?
O seg-i Ashab-ı Kehf, men
seg-i ashab-ı tû..."
(Ya Resûlallah! Ne olur Ashab-ı Kehf'in köpeği gibi ben de
senin ashabının arasında Cennette gireyim. O Cennete gitsin ben Cehenneme, reva
mıdır? O Ashab-ı Kehf'in köpeği ben senin ashabın köpeğiyim.)
"Bilâhare Üstad'ı tanıdıktan sonra bu kıt'ayı
kendisine göndermiştim. Ayrıca, 'Beni Nur şakirdleri içinde Ashab-ı Kehf'in
kıtmîri gibi kabul buyurun' diye yazmıştım. Bunun üzerine Üstad gönderdiği
cevabında: 'İnşaallah sen bu zamanda Ashab-ı Kehf'in birincilerindensin. Biz
mektubundan o ibareyi (Kıtmîr) kaldırdık. Sen de kaldır' diye yazdı.
"Sonra ziyaretine gittiğimde Üstad:
"Kardaşım, bu kıt'a Şeyh Rıza'nın değildir. O,
heccavdır. Bu beyitler Mevlânâ Câmi'nindir" dedi.
"Ben de Şeyh Rıza'yı heccav biliyordum. Bu kıt'a
nasıl onun olabilir diye merak ediyordum. Sonra bu kıt'ayı Yirmiyedinci
Söz'deki Sahabeler risalesinin zeylinin başına koydu. O gün bahis Mevlânâ
Câmî'den açılınca, 'Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Molla Ahmed-i Cizrî ve Mevlânâ
Câmî, her üçünün de makamı birdir. Bunların üçü de mânen bir seviyededir' diye
buyurdu.
Üstadsız Barla
"Üsat Barla'da iken, kendisini iki senede altı defa
ziyaret ettim. Üstad'dan sonra barla'ya gitmek bize nasip olmamıştı. Yollar
kapanmıştı. Gitsek de ne çıkar diyordum:
"Bülbül hâmuş, havuz tehî, gülistan harap."
"Fakat kader 45 yıl sonra tekrar o mübarek beldeye
gitmeyi nasip etti. l976 yazında oraları Üstad'sız olarak gezdik.
Hataları direkt
yüze vurmazdı.
"Bir gün onun huzurunda Risale-i Hamîdiye'nin bahsi
geçmişti. Ben onun yazılış tahini l3l2 (l896) diye söyledim. Halbuki bu tarih
yanlışmış. Üstad Hazretleri bu yanlışı yüzüme vurmayarak,
"Yakın kardeşim, yakın" dedi.
"Sonra eve gidince tarihine baktım, 6-7 yıl eksik
söylediğimi anladım. Meğer hakiki tarihi l307 (l89l) imiş.
Bitlis'teki şeyhler
"Bir gün Barla'da ilk mülâkatımızda eski bir
hatırasını şöyle anlatmıştı:
"Bitlis'de dört Şeyh vardı. Amma!... Herbirisi İmam-ı
Rabbanî ha!... Bunların hepsi beni kendilerine çekmek istiyorlardı. Eski Said
onların hepsine karşı müstağni kaldı. Onlara dedim:
"Sizin biriniz bana kifayet etmez. Ben dördünüze de
intisap edeceğim."
Ben iki revolver
taşıyorum
"Son olarak l957'de Emirdağ'da ziyaret etmezden önce,
Eskişehir'de oğlumun yanına uğramış, bir ay kadar kalmıştım. Oradayken her gün
ders yapardık. Fakat bu dersleri ihtiyaten hep İşarat-ül İ'caz'dan
yapıyorduk.Emirdağ'a gideceğim gün yine ders yapmak için İşarat-ül İ'caz'ı
getirdiler.
"Yahu sizde başka kitap yok mu hep bunu
getiriyorsunuz?' dedim.
Bunun üzerine Mektubat'ı getirdiler. O gün dersi
Mektubat'tan okuduk. Sonra Hazret-i Üstad'ı ziyaretine müşerref olduğumuzda
odasında bütün Risale-i Nur Külliyatını masanın üzerine koymuş, Mektubat'ı da
bütün kitapların üstüne koymuştu. Bana hitaben:
"Kardeşim, ben bu risaleleri saklasam belâ ve musibet
gelir. Onun için ne olursa olsun, daima Risale-i Nur'u yanımda
bulunduruyorum" dedi. Daha sonra da:
"Ben şimdi iki revolver (tabanca) taşıyorum. Şimdi şu
anlarda hayatımı muhafaza etmek çok büyük ve ehemmiyetli bir meseledir"
dedi.*
"Hz. Üstad'ın iki revolver (tabanca) taşıması mânâsız
değildi. İmansız-insafsız insanların ardı arkası kesilmeyen hücumlarına karşı,
bizzat cevap verebilmek için taşıyordu. Din düşmanları evinin damına çıkıp su
testisine zehir atmışlardı. Hz. Hasan'ı (r.a.)da öyle zehirlememişler miydi?**
O zaman âlem-i mânâda (rüya'da) görmüştüm, ibriğine zehir atıyorlar. Bakıyorum,
bıyıkları yemyeşil, Mektupla rüyayı yazdım. Gönderdiği cevapta:
"Rüyan mübarektir, kardeşim mübarektir' diyordu.
Yine son görüşmemizde bana hitaben:
"Kardeşim, her meselede senden bahsedilir. Her
meselede senin adın geçer. Bana sorarlar, bu kimdir? 'Benim o kadar talebem var
ki, yalnız adını duymuşum. O da onlardan biridir' diye cevap veriyorum."
"l948 yılında Afyon'da hapishaneye seni de yanıma
almak istedim. Fakat sonra vazgeçtim' dedi.
Dersim isyanı
"l938'de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya
memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi
verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: 'İmha!..
"Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar,
çocuk-kadın ve saire."
"Bunların çoğu Rafızî idi. Fakat bu tarz bir muamele
ile, bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıt'a komutanı idim. En çetin ve zor
vazifeyi de bize verdiler.
"Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir'
dediler.
"Müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. Hz. Üstad
benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl
yazabilirdim? Bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim? Tam merhum pederimle
vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi.
Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu'dan Ürgüp Müftüsü
olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu:
"Hulusi'nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak
etmesin. Risale-i Nur'un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet
ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı
sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler,
bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz."[1]
"Az sonra isyân olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık.
O bölgesi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlâhîye
yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.
"Üstad'la ilk görüşmemizden sonraki
mektuplaşmalarımız Mektubat'ın tulûuna sebep olmuştu. Bazı sualleri başkaları
bana sorardı. Ben de Üstad Hazretlerine sorardım. Meselâ 'Ceddidû imâneküm
bilâilâhe illâllâh' hadîsine Arapgirli rüştiye hocalarından İbrahim Efendi bana
sormuştu. Ben de zannediyorum, l932'de Elâzız'den, Barla'ya yazarak Üstad'dan
sormuştum.[2]
"Dost istersen Allah yeter. Evet o dost ise her şey
dosttur. Yarân istersen Kur'ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile
hayalen görşür ve vukuatlarını seyredip, ünsiyet eder. Mal istersen kanaat
yeter. Evet kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden bereket bulur. Düşman istersen,
nefis yeter. Evet kendini beğenen belâyı bulur zahmete düşer; kendini
beğenmeyen safayı bulur, rahmete gider. Nasihat istersen ölüm yeter. Evet ölümü
düşünen hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır."
"Bu parça, levha halinde dedem H.İbrahim Efendi'nin
elyazısı ile duruyordu. l930 baharında bunu, Üstad'a gönderdim. 23'üncü
Mektubun sonuna koydu.[3]
Mektupların te'lif
tarihleri
"9'ncu Mektup l93l'de te'lif edildi.
"3'ncü Mektup l930'da te'lif edildi.
"20'nci Mektup l934'de te'lif edildi.
"l0'ncu Lem'adaki şefkat tokadı hâdisesi, l93l'de
Elâziz'de cereyan etti.[4]
"Nahiye Müdürü, daha sonra Çemişkezek'li Elâziz
Mebusu Nüzhet Dede, l934'de 29'ncu Mektup'taki 'Kur'ân'ın esrarı bilinmiyor'
meselesini sormuştu. Biz de Üstad'a yazdık.[5]
"23'ncü Mektub'un te'lifi l933 veya l934 yılıdır.
"2'nci mektub l930 yılı başlarında baharda te'lif
edildi. 2'nci Mektub'da bahsedilen hediyeyi Eğridir'den göndermiştim.[6]
Hediyenin ne olduğunu şimdiye kadar hiç bir kimseye söylemedim ve söylemem.
Üstad Hazretleri kabul buyurdu. O kimseye söylemedi. Gönderdiğim hediye ve
mektubun cevabı hemen Eğridir'e geldi.
"Bana bir mektubunda diyordu:
"Bu sene yaylaya, Çam Dağı'na çıkacağım."
"Ben de cevaben demiştim ki:
"Oradaki hissiyatınızdan bizleri de hissedâr
ediniz."
"Yazdığı cevabî mektubun tarihi l930 yazı olmak
ihtimali var.[7]
Derslerin önemi
"Bir gün Hz. üstad şöyle buyurdu: 'Eğer siz eski
zamanda olsaydınız, bu dersleri ve hakikatleri öğrenebilmek için, buraya diz
üstü yürüyerek, sürüne sürüne gelirdiniz' diye buyurdu.
Nerculuk ismi
"l946'da Kars'da idim. Nurculuk ismini ilk defa o
zaman duydum. Benim de hoşuma gitti. "Talebelerin Üstadına, Said derler
hem adına' diye başlayan manzumeyi (bu şiir daha sonra Konferans Risalesi'nde
neşredilmiştir.) o zaman yazıp, kendisine göndermiştim.
***
l950'de tekaüd oldum. Üstad: "Ben, buna tekaüd olma,
dedim, bu keçeli beni dinlemedi, tekaüd oldu" dedi.
Bir rüya: Sarıklı
genç
"Yine bir gün Eğridir'de bulunduğum zaman, rüyada
sarıklı bir genç gördüm. Bu genç beni ilk defa, Hz. Üstad'a götüren meczup
lâkıplı Mustafa Efendi idi. Ona Şeyh veya Hafız Mustafa da denirdi. Rüyada
gördüğüm sarıklı genç şeklen o idi. Fakat ne bıyığı ve ne de sakalı vardı.
Hafız Mustafa, çocuk meşrebinde birisi idi. Risale-i Nur'un ilk Küçük
Sözler'ini l928'de onda görmüştüm. Daha o zaman Üstad Hazretleriyle de
muarefemiz yoktu. Gayet intizamsız bir yazı ile yazılmış ilk risaleyi onda
görmüştüm. Müsvedde halindeydi.
"Rüyada, elinde leblebi tablası vardı. Fakat içinde
leblebi gayet azdı. Ben leblebiden almak için elimi attım. O zaman leblebi
tabağı doldu, taştı.
"Sarıklı genci biz açıklamadık. Sizin gibi gençler
işte çıktılar. Daha da kıymetli gençler çıkacaktır. Allah'ın nuru kıyamete
kadar devam edecektir. Kur'ân tefsiri olduğu için Risale-i Nur'un hakikatı kıyamete kadar okunacaktır. elbette
bu gelenler genç olacaktır, ihtiyar olmayacaktır.
"Bu meseleyi kendisine mal edenler, sanki ne oldu?
İnhisar altına almak doğru değil. Benim rüyada gördüğüm, sanki Mustafa idi.
Fakat onun mevcut hali rüyadaki haline uygun düşmüyordu. Onun çocukça halleri
vardı. Fakat bana Üstad Hazretlerini gösteren ve tanıtan da o oldu. Eğridir'de
iken, Mustafa bana:
"Efendim, sizin ilâcınız Barla'da bir zat var,
Ondadır" dedi.[8]
Hangisine
gönderelim?
"l930 senesi ilk ayında Hz. Üstad'ın yanına
gitmiştim. O günlerde Mareşal Fevzi Çakmak'la Fahrettin Paşa (Altay) Eğridir'e
gelmişlerdi. Üstad Hazretleri: 'Kardeşim, Fevzi Paşa ile Fahrettin bana selâm
göndermişler. Ben de onlara Onuncu Söz'ü göndereceğim. Yalnız birisine göndermek
istiyorum, hangisine göndereyim?...'
"Ben de: 'Efendim, biz Fevzi Paşa'yı Müslüman
biliyoruz' dedim, 'isterseniz ona gönderelim. ' Hz. Üstad: 'Yok, yok. Fahri
Paşa'ya verin' dedi.
Üstad Hazretleri Onuncu Söz'ün üzerine kırmızı kalemle
kendisine bir dua yazdı ve ayrıca: 'Bana bir selâm göndermişsiniz, ben de bunu
sana gönderiyorum' diye yazdı. Ben bunu Üstad'dan alarak postaya verdim.
"Bu hâdisede şöyle bir mânâ ve işaret gördüm.
Fahrettin Paşa Konya'da iken, 2. Ordu Kumandanı idi, bu sırada Kubilây hâdisesi
oldu. Hâdiseden sonra Fahri Paşa istiklâl Mahkemesi Reisliğine getirildi. Hz.
Üstad Onuncu Söz'ü ona göndermekle: 'Dikkat et, seni böyle bir vazifeye
getirecekler. Ölüm var, haşir var âhiret var, adaletten ayrılma!' demek
istiyordu.
20 yıl sonra 20
dakikalık ziyaret
Eğridir'den ayrıldıktan, yani 6 Ekim l930'dan yirmi yıl
sonra, 4 Mart l950'de Üstad'ı Emirdağ'da ziyaret ettim. Bu yirmi yıldan sonraki ziyaretim ancak 20
dakika sürmüştü.
"Üstad,
demokratları desteklerdi"
"l957 seçimlerinde DR. Tahsin Tola, Bingöl'de
Demokrat Parti'den adaylığını koymuştu. Hz. Üstad gönderdiği haberde 'Hulusi
elinden geldiği kadar yardım etsin, Tahsin Bey millet, vatan ve Risale-i Nur'a
elli meb'usun hizmetini yapmıştır' diyordu.
"Biz de Hz. Üstadın hatırı için bu yardım ve hizmeti
yaptık. Hz. Üstad İslâmiyete ve Kur'ân hizmetine yardımcı oldukları için
Demokratları desteklerdi.
İlk ve son
ziyaretim
Hz. Üstad'ı son olarak l957 yılı Kasım ayında Emirdağ'da
görmüştüm. İlk görüşmem ise l4 Nisan l929'da olmuştu. l927 yılı Ekim veya
Kasım'da Eğridir Dağ Talimgâh Muallimliğine tayinim çıkmıştı. Halbuki ben
Risale-i Nur'un talebeliğine tayin olmuştum. l928 yılı l6 Ocak'ta Manisa'dan
ayrıldım. Efendim, hayatımızda ona Üstad dedik, elbette o Üstaddır. İşte Üstad
buna derler. Hoca buna derler.
"Sen
sabahleyin burada idin"
Eskişehir hapis hâdisesinde çok müteessir olmuştum. O
hâdiseyi ikinci bir Şeyh Said hâdisesi gibi göstermek istemişlerdi. O zaman
rüyada gördüm. Hz. Üstad: 'Senden zarar kalktı' dedi.
"Bir müşkilim olduğunda oradan bir kaç gün geçmezdi
ki, ilk gelen mektup, bu müşkülümü haletmesin. Yanına ziyaretine gittiğimde:
'Kardeşim sen sabahleyin burada idin' derdi. Halbuki benim bundan haberim bile
olmazdı.
"Afyon'u
hapishane yap"
Afyon'da Savcının ısrarla Nur talebelirinin, isim ve
sayılarını sorması üzerine Hz. Üstad ona: "Afyon'u hapishane yap, ben de
talebelerimin hepsinin ismini söyleyeyim" diye cevap vermiş.
"Yüzüne
bakamazdım"
Üstad'la görüşme ve sohbetlerimiz sırasında, yüzüne
bakamazdım. Zaten bakılmayacak derecede heybetli idi. Son ziyaretimde
cesaretimi toplayarak bakabildim.
"Sen ve Hulusi
hissedarsınız"
"Bismihi Sübhanehû
"Aziz Kardeşim
"Beni merak etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam
ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve iktisat,beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın
bir şey gönderme!
Sen altı - yedi nefse bakıyorsun. Benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben
seni düşünmeliyim.
"Sen ve Hulusi, benim herbir amel-i uhreviyemde
hissedarsınız.
"Ramazan'da kazanç, bire bindir. Siz de bana duanız
ile yardım ediniz.
"İşârât-ı Aleviyeyi tam tasdik ettiniz mi?
"Haşir Risalesini çok kuvvetli buldunuz mu?
Albay Hulusi Bey
kendi hayatını anlatıyor
"Merhum validem l3l2 (l896) da doğduğumu söylerdi.
Ramazan'ın birinci gecesinde teravihten çıkıyorlar, ben Harput'da dünyaya geliyorum.
"İstiklâl Harbinden sonra İzmir Gaziemir pavyonunda
kalıyorduk. Bir gazete çıkaralım dedik. Bir şair arkadaşımız vardı, bir de
karikatürist vardı. Gazeteyi elde çizerek çıkaracaktık.
"Bir gün emektar bir katırın boynuna bir yazı
asmıştık. Bu yazıda: 'Ben de emsalim gibi gençtim. Şimdi ihtiyarım, hastayım.
Veterinere gittim, yerinde yoktu. Doktora gittim yoktu. İsa Çavuş sen benim
derdime deva ol' diye yazarak hayvanı İsa Çavuşun bulunduğu kısmın önüne
götürüp bağladık. Ertesi gün yazıyı okuyan doktor ve baytar doğru dairelerine
vazifelerine koşuyorlar. Geceleri gazeteyi yazıyorduk, iki nüsha halinde
çıkarıp duvara asıyorduk.
"Efendim herşeyin bir nimet ciheti var. Her zaman
nimet cihetine teveccüh lâzımdır.
"Askerlik münasebetiyle dörtbin metre kadar yükseklere
çıktığımız oluyordu. Oraya kadar sinekler bizimle beraber gelirlerdi. Soğuk,
rüzgâr fakat onlar bir atın kuyruğunun altına girerler, gizlenerek yine bizimle
oralara çıkarlardı. Çok hayret ederdim. Sonra anladım ki, onlar vazifesini
yapardı. Onların vazifesi insana aczini, fakrını bildirmektir.
"Bugün evlâtlarımdan ziyade Risele-i Nur şakirtleri
kardeşlerimin arkadan yapacakları duayı arzuluyorum ve bekliyorum.
Üçüncü mektupla
alâkalı bir çalışma
Senirkent taraflarından bazı mü'minler Barla'ya Üstad
Bediüzzaman'ı ziyarete geldikleri zaman, Çam Dağlarından bahsetmişler, Üstadı
buraya davet etmişlerdi. Barla'daki Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş ve Abbas
Mehmed Çam Dağlarında, Tepelice mevkiindeki çam ağacına ve katran ağacına Üstad
için tahtadan bir köşk yapmışlardı.
Bu yıllarda Sözler'in telifi bitmiş, Mektubat başlamıştı.
Mektubat'ın ve nur Risalelerinin ilk muhatabı ve talebesi olan Albay Hulûsi
Yahyagil Eğirdir'deki şimdi komando birliğinin olduğu "Eğirdir
Sivrisi" denilen dağ talimgâhında yüzbaşı olarak vazifeliydi.
Mektubat'taki "Üçüncü mektup"
"Hamisen", yani beşinci diye başlamaktadır. Hulûsi Beyin ricam
üzerine verdiği bu mektup şöyle başlamaktadır:
"Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım,
"Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın, en yukarı
menzilinde bulunuyorum. Sen de manen burada hazır ol. Bir parça sohbet edip
konuşacağız. işte kardeşim:
"Evvelâ: Evvelki mektubumda, bütün Sözler'e dair sual
etmiştim ki: İçlerinde cerh edilecek hakikatler var mı? Veyahut avama ihzarı
muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Sözün üçüncü maksadı için
değildi.
"Saniyen: Sana Nokta risalesini gönderiyorum. Acîbdir
ki, Eski Said'in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü
hakikatleri, senin kardaşın şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevafuk
ediyor. Yalnız bazı cihetlerden noksan kalmıştır ki, Yirmi Dokuzuncu Söz'de
tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli, nükte ve o remizli nüktenin sırr-ı
beyanında, çok hakikatler Nokta'da yoktur. 'Yirmi Dokuzuncu Söz' de vardır.
Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said'in aklı ve kalbi, bu derece ittifakı
acibdir.
"Salisen: Şeyh Mustafa'ya selâmımı tebliğ ile beraber
de ki: 'Yazdığın Kader sözü beni çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda
ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kaza ettin. Allah senden
razı olsun. Yazdığını Abdülmecid'e gönderiyorum. O yüzlerce adama okutturacak,
her birisinden sevap sana gelecek.'
"Rabian: Kardeşim Abdülmecid'e bir mektupla bazı
Sözler'i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver. Adresi:
Ergani-i Osmaniye'de esnaftan Vanlı Şehabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı
Abdülmecid Efendiye. Bu adresi yeni hurufatla mektuba ve emanete yazınız.
"Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının âhirindeki
işaretin haşiyesinde bir yanlış var. Doğrusu budur: Döndükleri vakit
saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zorla onları tanıyabilirler. Halbuki
'onları' kelimesi yazılmadığı için mânâ değişiyor."
Bu mektubun "Hamisen" kısmından sonrası ise
"Üçüncü Mektup" olarak Mektubat'ta neşredilmiş bulunmaktadır.
Üçüncü Mektup, Üstadın l930 yazında gittiği Çam Dağlarında
yazılmıştı. Mektupta "Mayıs'ın
ahirinde" diye bir ifade kullanılmaktadır. Bu ifadeye göre, Üçüncü Mektup
l930 yılı Mayıs ayının sonunda Barla'nın Çam Dağlarından, Eğirdir'de bulunan
Binbaşı Hulûsi Yahlagil'e hitaben yazılmıştı.
"Mayıs'ın ahirinde' sözünden evvel 'sübhane men
tahayyera fisun'ihi'l-ukul" cümlesine yer verilmiştir. Bu parça, Ziya
Paşanın on bir kısım halindeki uzun terciibent başlıklı şiirinin sonlarında.
"Sübhane men tahayyere fi sun'ihi'l-ukul;
"Sübhane men bikudretihî yâcizül-fuhul!"
şeklinde geçer. Mezkûr mısraların mânâsı ise şöyledir:
"Sanatı karşısında akılları hayrete düşüren büyük
Sanatkârı tebcil ederim. kudretiyle âlimleri âciz bırakan Cenab-ı Hakkı takdis
ederim."
Üstad Çam Dağlarında "Üçüncü Mektub"u telif
ederken, harika bir keramet haliyle dünyanın boşlukta dönüşünü ve müthiş
sür'atini temâşâ etmiş, Zuhruf Sûresinde geçen, "Bunları bize râm eden
Allah'ın şânı ne yücedir, münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik"
mealindeki âyeti okumuştu.
"Üçüncü Mektup"ta geçen, yeryüzünün bir gemi,
bir binek olduğunun buyurulduğu âyeti hatırlayıp okuyunca da şunları ifade
etmektedir: "Zemin musahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret ediyor.
O işaretten kendimi feza-yı kâinatta sür'atle seyahat eden pek büyük bir
geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği
zaman, kıraeti sünnet olan (Zuhruf Sûresi, l3. ayet) âyetini okudum."
Gerçekten, Çam Dağlarının katran ağacı mevkii bir kaptan
köşkünü andırmaktadır. Feza denizinin dalgaları arasında yüzen dünya gemisinin
Çam dağlarındaki kaptan köşkünde ilâhî sanatların şahane güzelliği ne kadar
güzel gözükmektedir.
Hulusi Beyi Üstadla
tanıştıran Şeyh Mustafa
"Üçüncü Mektub'un üçüncü bölümünde, Üstad, Şeyh
Mustafa ismindeki zata selâm söylemekte ve yazdığı Kader Risalesi'nden dolayı
memnuniyetini ifade etmektedir.
Şeyh Mustafa, Hulûsi Beyi Üstada götüren zattı. Hulûsi Bey
"l929 yılı baharında Barla'ya gittim. Beni götüren, Mustafa isimli mübarek
bir insandı" diyerek Üstada nasıl gittiklerini anlatmaktadır. Merhum
Hulûsi Yahyagil Ağabeyimi son ziyaretlerimde Şeyh Mustafa ile nasıl
tanıştıklarını sorduğumda, evlerinin komşu olduğunu, böylece tanıştıklarını,
ilk risaleyi onda gördüğünü, Üstadı kendisine tavsiye eden ve götüren kişinin
Şeyh Mustafa olduğunu söylemişti.
Barla Lâhikası'nda Hulûsi Beye yazılan bir mektupta Üstad
Şeyh Mustafa'dan şöyle bahsetmektedir:
"Şeyh Mustafa'ya benim tarafından geçmiş olsun de ve
şu hikâyeyi ona söyle:
"Eskide iki ciddî ahiret kardeşleri var imiş. Biri
hasta düşer, ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. 'Öyle ise sen
kalk, ben yatacağım' demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her
ne ise... Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki, ben hastalığına
dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukader olan hastalığının bir
parçası bana verildi. İnşaallah ona bir parça hiffet gelmiştir."
Hacı Hafız Mustafa Üstün'e, "Hacı Aziz, Şeyh Mustafa,
Aziz'in Mustafa" da denilmektedir.Eğirdir'de Hacı ibrahim'in oğlu olarak
l890 yılında dünyaya gelmişti. Yine Eğirdir'de l959'un Aralık ayında vefat
etti.
Altı yaşında hafız olmuştu. Çok istedikleri halde
Diyanetten resmî bir vazife alamadı.
Şeyh Mustafa İstiklâl Harbinde şarapnel yarası almıştı.
Kardeşi de Birinci Cihan Harbinde şehit düşmüştü.
Bir gün hanımına eziyet ettiği vakitte Salih ismindeki Nur
talebesi kendisine Üstadın selâmını getirmiş ve hanıma eziyet etmemesini
bildirmişti. Hulûsi Bey meczup hallerinden dolayı birgün Üstadın "Meczup
Mustafa'yı atmak istedim. Sonra ihtar edildi: 'Buna acı, çünkü hale
mağlûptur" dediğini ifade etmektedir.
Ehl-i ilim, ehl-i keramet ve ehl-i hal olan Şeyh Mustafa
gazi maaşını almayı da istememişti. Keramet hallerinden Cuma namazına yarım
saat kala iki-üç saatlik mevkilerde ayrı ayrı cumada görenler olmuştu.
l959 sonlarında Akpınar köyünden aşağıya doğru inerken
düşüp vefat etti.
Hacı Hafız Mustafa Üstün'ün annesi aslen Denizli'nin
Çalkazâsındandı. Hulûsi Beyi Üstada götüren bu veli zat, 26 Ağustos l922'den on
iki gün önce, İzmir'den harp cephesinden anasına zafer müjdesini bildirmiştir.
***
"Üçüncü
Mektup"ta bahsi geçen Şehabeddin Efendi
"Üçüncü Mektub"un dördüncü kısmında ise, Üstad
Diyarbakır'ın kazası Ergani'deki Vanlı Şehabeddin Efendiden bahsetmektedir.
Şehabeddin Efendi, Abdülmecid Ünlükul'un eşi Rabia Hanımın
kardeşidir.
Şehabeddin Özer l893'de Van'ın Sabaniye Mahallesinde
doğmuştu. Babası H.Mustafa, annesi ise Fidan'dı. Şeyh Gazail Baba diye bilinen
babası, Gazail Camiinde medfundur ve türbesi ziyaretgâhtır. Nureddin, Şemseddin,
Necmeddin ve Rabia isimli kardeşleri vardır. Fidan ve İhsan isminde iki çocuğu
vardır. Kardeşi Rabia Hanım Abdülmecid Nursî ile evlendiği zaman,
Bediüzzaman'la tanışmaları ve irtibatları olmuştu.
Şehabeddin Özer şirpençe hastalığından rahatsızlanınca,
Ergani'den Diyarbakır'a getirilişinin ikinci günü 3 Ağustos l943'te vefat etti.
Diyarbakır Mardinkapı, Soylu Mehmed Düzlüğü kabristanına defnedildi.
Bir mektubun
yazılış sebebi
Barla Lâhikası'nda bulunan bir mektup "Hulûsi Beye
hitaptır" tarzında takdim edilmekte ve bu kısa mektubu "evvelâ"
ve "saniyen" şeklinde iki kısım halinde okumaktayız.
Mektubun "evvelâ" diye takdim edilen kısmının
izahını yazmak istiyoruz:
"Aziz sıddık, muhlis kardeşim,
"Evvela: Biraderzadem Halil Naci'nin dünyevî musibeti
beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu da kurtarsın, size de sabır ve
tahammül ihsan eylesin, âmin. Nurun eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir
kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz fani vaziyetleri karşısında telaş
etmez, mağlup olmaz inşaallah"[9]
2l Mart l947 tarihinde Sarıkamış'tan "Baban
Hulusi" imzasıyla yazılan mektupta, albay Hulusi Yahyagil, oğlu Halil
Naci'ye hitaben şunları yazıyordu:
2l Mart l947
Sarıkamış
"Naci,
"Yakup Beyin ve Bedia'nın l4 Mart tarihli
mektuplarıyla gönderilen senin yazdığın mektubu aldım. Bundan evvelki
mektubundan müteselli olmuştum. Bu defa Bedia'nın senden daha metin yazısı beni
çok memnun etti. Allah bizleri terbiyeye memur ettiği, sana gelen musibeti
habersiz defetmekle nihayetsiz kerem, rahmet ve gayetini sür'atle tecelli
ettirmiş, âmin.
"Maddi ve mânevi delillerin mahiyeti ve kanun
nazarında kıymetini bilemiyorum. Cebaneti bırak, cesur ol, üzüntüyü terk et,
sabûr ol. Belâ vereni bul, mütevekkil ol. Duâ ile, niyaz ile rahmet-i
İlâhiyenin kapısını çal, korkulardan emin ol. Seni Hazret-i Yusuf'un makamı
olan bugünkü hayatın müteessir etmesin, Yusuf Aleyhisselâmın ruhuna hergün bir
Fatiha üç ihlâs oku, o mahpusların pîri peygamberin huzurunu bulup sâkin ol.
Maddi ve mânevi derslere şifâ olan şu sâlâvât-ı şerifeye dâim ol...
"Bu salavât-ı şerifeyi okuyamazsan Yakup Bey sana
öğretsin, yeni yazı ile yaz, oku. Maddi esbaba hadlerinden ve haklarından
ziyade kıymet vermediğim için esbaba da öyle perde nazarıyla bakıyor, perde
arkasında sebepleri kendi izzet ve azametine perde etmiş olan Kerîm ve Rahîm
Allah'a ben de ve senin musibetinle musibete uğrayanların hepsi de, duâ ile
niyaz ile ilticadayız, kıymetli ve nurânî zevât da duâda bulundular, sen de
böyle yap. Maddî esbabı da Allah'a dayanmak şartiyle kuvvetli tut, muvaffakiyet
Allah'dandır. Gözlerinden öper, Allah'ın Hafiz ismine emanet ederim oğlum.
Baban Hulûsi"
Üstad Said
Nursî'den Hulusi Bey'e gelen mektup
"Sevgili kardaşım, seni teşvik için değil, çünkü
teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahr etmek için değil, çünkü fahr ise ucup
ve riyaya medardır. Belki, sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki; sen ve
Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hatta diyebilirim
ki; kader-i İlâhî, beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede
uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda, iman-ı tahkikinin dersini vermek, pek
büyük bir fazilettir. Ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikiyi taşıyan bir
mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i istinat olur ki, şuursuz olarak avam-ı
mü'minin, o iman-ı tahkiki sahibinin
kuvvet-i imanına istinat ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalâletlere
karşı dayanırlar. işte böyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakka
yüzbinler şükrediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için
zaif omuzum ağırlıktan kurtulup, ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum, size
takdirkârâne ve minnettarâne bakıyor ve mes'uliyetten kurtulan kalbim de,
muvaffakiyetinize dua ediyor. Ve icra-i vazife için çok düşünmekten kurtulan
aklım da, sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam
olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah niyet-i
hâliseniz benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir.
"Şimdi başka bir kaç noktayı size beyan ediyorum:
"Evvelen; yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi
soruyordum. Maksadım, 'Gördüğüm hakikat acaba hakikat mıdır?' diye sormuyorum.
Belki, 'Hakikata açılan yol acaba umuma yol olabilir mi?' diye soruyorum.Çünkü
umumun telâkkisini sizin kadar bilmiyorum.
"Saniyen: Misafir Müftiye[10]
ve Şeyh Mustafa'ya size gönderilen mektubun birer suretini verdiğin için iyi
ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzâdem olan o Müftünün
oğluna[11]
deyiniz ki: Benim tarafımdan âhiret kardaşım ve Kur'ân hizmetinde arkadaşım ve meşreben celâlli olan
pederine yazsın. Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki; beraber götürdüğü
envar-ı Kur'âniyenin sûhulet-i intişarları için irşat ve nasihatinde "Ve
kûlâ lehû kavlen leyyinen" âyetindeki lûtf-ü irşadı kendine rehben etsin.
..................
"Rabian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap
bulunmadığı için, Hanefi ulemesanın kavillerini ve ehadisin rivayetlerini
şimdilik bilmiyorum. Fakat bence, böyle efdaliyet mes'elesinde kabûl-ü ammeyi
ihsas eden, âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o
daha efdaldir.
"Birinci sualiniz: Eğer Kur'ân okunurken, (Okunan
Kur'ân) namazın, tesbihatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar,
vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını
çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur'an müstakil olarak okunursa, okuyana karşı
teveccüh etmek evlâdır. Hem cihat-ı sitte ile mukayyet olmayan, ruh kulağı ile
dinleyen adam, kıbleye karşı teveccüh etse ve cismanî kulağı ile dinleyen adam
okuyana karşı teveccüh etse evlâdır.
"İkinci sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın
niyyetine göre efdaliyet tahavvül eder.
"Üçüncü sualiniz: Üç ihlâs bir fatiha muhtasar bir
hatim hükmünde olduğundan, ona vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet
müstahsendir.
"Dördüncü sualiniz: (Allahümme entesselâmü ve
minkesselâmü tebarekte ya zel-celâli vel-ikram) kelâmını, değil yalnız müezzin,
herbir musalli, herbir namazın selâmından sonra söylemesi Şafiice sünnettir.
Hanefice dahi, müezzin için, her namazda sünnet olması gerektir. Umum ihvanlara
selâm ve bayramlarımızı tebrik ediyorum.
Âhiret kardaşınız
Said Nursî
Said Nursî'den
Hulusi Bey'e gelen mektup
"Bismihi Sübhanehû
"Ve in min şey'in illâ yüsebbihu bi-hamdihi
"Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü
ebeden daimen.
"Aziz, Sıddık, Muhlis, Kardaşım;
"Evvelâ, biraderzâdemin, Halil Naci'nin dünyevî
musibeti beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu kurtarsın. Size de sabr
ü tahammül ihsan eylesin. Amin...
"Nur'un eskiden beri hiç sarsılmayan, muhlis bir kahramanı
elbette dünyanın geçici, kıymetsiz, fani vaziyetleri karşısında telâş etmez,
mağlûp olmaz. İnşaallah..
"Saniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en
mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazreti Şeyh
Muhammed el-Küfrevî (Kuddise Sırrıhu) nın hülefasından, alvarlı Hoca Muhammed
Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havalide
Nurlarla alâkadar, senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde
muvaffakiyetlerine dua ederiz.
Elbaki
Hüvelbaki
Hasta
Kardaşınız
Said
Nursî
Üstad Said Nursî'den Hulusi Beye:
"Gayyur, ciddî, halis ve muhlis, âhiret kardaşım;
"Evvelen: Size Otuzikinci Söz'ün ikinci mevkıfını
gönderdim.Haşiye Dikkat ile okuyunuz
ve güzelce yazınız. Hatalar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazin bir kalb ile
yazıldığı için, içinde müşevveşiyet bulunacaktır.
"Saniyen: Muvakkat bir fütur, bir tenbellik sizde
arız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin
kısalmasındaki uykusuzluktan neş'et eden ve müstemi'lerin kalbleri, işlere
teveccüh etmelerinden tevellüt eden, rehavet ve füturdan başka, meyânımızdaki
münasebet-i ruhiyenin rabıtası ile, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının
size in'ikası ve sirayet etmesi mümkündür. Merhum Abdurrahman'ın vefatını
zamanında bilmediğim halde o münasebet-i ruhiye ciheti ile fazla bir sarsıntıyı
Ramazan-ı şerifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok
in'ikasat vardır. Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin;
biri, kardeşim Hulusi Beyin vazifesini, biri de evlâd-ı manevîyem ve
biraderzâdem ve bir deha-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman'ın
vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakiki bir varisim idi. Yazdıklarımı ve
malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra,
yazı ve Sözleri, hocanın yazısı diye tutma. Kendi malın ve sözlerindir bil,
öyle sahip ol. Hakkı Efendiye söyle ki; o da kardeşim Abdülmecid yerinde
kendini anlasın ve onun vazifesi ile mükellef olduğunu bilsin.
"Salisen: Otuzüçüncü Söz'den başka, Söz yazılmak
ihtiyacı kalmadı. Hem şer'an çok mübarek, bu otuz üç adetten, bazı esbaba
binaen geçmeyeceğim, hem de hakaik-ı esasiye-i Kur'âniye ve imaniyenin elzem ve
lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibarı ile yazılmıştır. Ümid
ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse, tevfik verse, yazılanlar dalâlet
bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devası, içinde var demeyeceğim,
fakat mühlik dertlerin ağlep devası yazılanlarda vardır. Siz onların
mütalâasını kıymettar bir ibadet olan tefekkür nevinde telâkki ediniz. Ve
onlardaki ilmi envar-ı imandan ve marifetullahtan tasavvur ediniz ki, usanç
vermesin. Hem sizde ve müstemi'înde iştiyak olduğu zaman okuyunz.
Bâki selâm ve dua.
Kardeşiniz SAİD
***
Hulusi Yahyagil rahmetlinin uzun ömrü baştan sona fazilet
levhaları halinde parlamaktadır. Üstad Bediüzzaman'la bazı tevafukları vardır.
Üstad henüz bir çocukken son dersini Muhammed Küfrevî Hazretlrinden almıştı. Bu
dersten az bir zaman sonra Küfrevî Hazretleri rahmete kavuşmuştu. Albay İbrahim
Yahyagil ise; önceleri Muhammed Küfrevî Hazretlerine bağlıydı. Bu maneviyat
rehberinin talebe halifelerinden Alvarlı Muhammet Efendiye irtibatları vardı.
Muhammed Küfrevî
Hazretleri
Nakşi şeyhî Muhammed Küfrevî Siirt'in Küfre köyünde
l775'te dünyaya geldi. Kendisine "kutup" ünvanı verildi. Genç Said
henüz talebelik yıllarında, Muhammed Küfrevî'nin ilim ve irfanından feyiz aldı.
Bediüzzaman ilim-iman yolundaki son dersini de Muhammed Küfrevî'den almıştı.
Muhammed Küfrevî Nakşî şeyhlerindendi. İsim ve şöhreti her
taraefa, bu arada İstanbul'a kadar yayılmıştı. l898 yılında, yüz yirmi üç
yaşlarında vefat ettiği zaman, Sultan Abdülhamid Han Bitlis'e İtalyan mimarlar
getirterek, onun için bir türbe yaptırmıştı.
Bediüzzaman Bitlis'te on sekiz yaşlarındayken, bir gün
birisi, Bitlis Şeyhlerinden Muhammed Küfrevî'nin kendisine beddua ettiğini
yalandan söylemişti. Genç Said bunun üzerine Şeyhi ziyarete gitti. Dergâhına
vardığı zaman, Muhammed Küfrevî genç Saide iltifatta bulundu. Kendisine
teberrüken ezberden ders verdi.
Genç Said'in aldığı
son ders
Bediüzzaman'ın biraderzâdesi Abdurrahman Nursî'nin yazdığı
Tarihçe-i Hayatta belirttiğine göre, Bitlis'in büyük âlimi Muhammed Küfrevî'nin
Genç Said'e teberrüken verdiği en son dersi...[12]
Meali: "Eşyaların miktarlarını kudretiyle takdir
eden, şekilleri hikmetiyle suretlendiren, Allah'a hamd ü senâlar olsun.
"Peygamberlik dairesinin çemberi olan Hz. Peygamber,
nübüvvet ve cömertlik kisvesinde olan ehl-i beytine, feleklerin üstünde yıldızlar
döndükçe yerin etrafında bulutlar gezdiği müddetçe yani kıyamete kadar Hz.
Muhammed'e (a.s.m.) salât ü selâm olsun."
***
Genç Said bir gün rüyasında Muhammed Küfrevî'yi gördü.
Küfrevî genç Said'e hitaben,
"Molla Said! Gel, beni ziyaret et, artık gideceğim!"
dedi.
Bu hitap üzerine genç Said hemen gidip, Küfrevî'yi ziyaret
etti. Küfrevî'nin uçup gittiğini görünce de uyandı.
Saatine baktığı zaman vaktin gece yarısı olduğunu gördü.
Sabah olduğu vakit Muhammet Küfrevî'nin evinden matem seslerinin geldiğini
duydu. Doğru Küfrevî'nin evine gitti. Küfrevî'nin gece vefat ettiğini
söylediler.
Hulusî Beyle
Alvarlı'nın irtibatı
Risale-i Nur'un ilk talebesi Albay Hulûsi Yahyagil, Üstada
talebe olmazdan önce, Muhammed Küfrevî'ye bağlı olduğunu Barla Lâhikası'ndaki
bir mektubunda şöyle ifade etmektedir: "Taharrî-i hakikat ile ömür
geçirirken, mukadderat bu âsi biçareyi de beş sene evvel Şah-ı Nakşibend
Hazretlerinden Muhammed Küfrevî Hazretlerine doğru açılan tarik-i Nakşibendîye
idhal eylemişti."
Daha sonraki yıllarda Albay Hulûsi Beyin, Muhammed
Küfrevî'nin halife ve talebelerinden Erzurum-Alvarlı Hacı Muhammet Efendiyle
mektuplaşmaları ve muarefesi oldu.
Alvarlı Muhammed Efendi, Albay Hulûsi Beye hitaben
"Enver-ı dü dîdem, birader-i ber güzidem... Halde haldaşım, yolda
yoldaşım, dinde kardaşım..." derken bir şiirinde ise şunları ifade
ediyordu:
"Hamdülillah nur-ı tevhid yâr-ı garındır senin
"Nur-u tevhid, nur-u didem, dilde yarındır
senin."
Alvarlı Hacı Muhammed Lütfi Efendi, Osmanlıca olarak
neşredilen divanındaki bir şiirinde de, Albay Hulûsi Yahyagil'in üstadı
Bediüzzaman Said Nursî'den şu mısrasında bahsetmektedir:
"Emrolduğu gibi itaat eyler
"Ehl-i tevhid olan cana can kurban
"Huzur-u kalble eyler niyazı
"Ehl-i tevhid olan cana can kurban
"Kur'ân emriyledir her harekâtı
"Ehl-i tevhid olan cana can kurban
"Cenab-ı Allah'tan diler kavmini
"Ehl-i tevhid olan cana can kurban.
"Muhabbetullahtır dilde iradı
"Ehl-i tevhid olan cana can kurban
"Tevhid eder her dem ezelde Said
"Ehl-i tevhid olan cana can kurban
"Ehl-i hayâ lâyık olur gufrana
"Ehl-i tevhid olan cana can kurban
"Gözünde, gönlünde tavf-ı Rabbanî."
Bahsimizi Barla Lâhikası'ndaki, Albay Hulûsi Yahyagil'e
hitaben yazılan kısa mektubun "Saniyen" kısmıyla bağlayalım:
"Silsile-i ilmiyede bana en son ve mübarek dersi
veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren Hazret-i Şeyh Muhammed
el-Küfrevî'nin (Kuddise sırruh) hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve
ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havalide Nur'larla alâkadar
senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakiyetlerine dua
ederiz."[13]
Alvarlı Muhammed Efendi bir manzumesinde Hulusi Bey için
şöyle yazıyordu:
"Halde haldaşım, yolda yoldaşım, dinde kardaşım,
Hulusi Efendi.
Hamdülillah nur-u tevhid yâr-ı garındır senin
Nur-u tevhid, nur-i didem, dilde yârındırsenin
Rahmanürrahman ez ezelde tâ beebed ihsan-ı Hak
Mahz-ı fadlından Hüda'ya baki varındır senin
Bir kerimdir, bir Rahimdir, bir Hakimdir Zülcelâl
Kerem-i fadl-ı İlahi yâr-ı garındır senin
Nice hamd etmek gerektir Lütfiya bu nimete
Gübâr-ı kadem-i canan müşk-ü bârındır senin."
Bediüzzaman'ın selâmını kendisine tebliğ eden Hulusi Beye
yazdığı mektupla şunları ifade ediyordu:
"Biinayetillahi Teâla meyan-ı ümmet-i Muhammed'de
şem'a-i Hidayet nurunu füruzan eden, bir zât-ı âli kadrın huzur-u saadetine
nam-ı kemteranemi tahrir ile tezekkürde bulunduğunuza ve hüsn-ü himmetlerini
celb ve selâmlarını tebliğiniz kıymet-i dünya ve mafiha olan eşyadan
değerlidir. Ol zat-ı âlikadrin himmetlerinin istirhamında bir bende-i âciz ve
müznib-i kemterim.
Ol babta himmetlerine havale.
Esselam ey sema-i nur-u hidayet esselam.
Esselam ey matla-i saadet esselam.
***
Muhammed Lütfi Efendi, yine yazdığı bir şiirle Hulusi Beye
şöyle hitap ediyordu:
"Gülbini tevhidde goca-i hemrâh Hulusi Efendi kardaş!
Nur-u tevhid ile dilde dilârâ bir Haknümâ zata olmuşsun
yoldaş
Tuttuğun dâmeni elden bırakma
İlm-i ledündane olmuşsun sırdaş
Kerem-i kerime ve mazhariyet
Bir kadr-i vâlâyâ olduğun haldaş
Hamd eyle Mevlaya ruberzemin
Ol nâehle esrarı eyleme sen fâş"
***
"Envar-ı didem birader-i ber güzidem Hulusi Efendi
Badesselâm veddua eazzekellah fıddareyn
Haste dilânın derdine derman eder Allah
Allah diyenin afvine ferman eder Allah
Her kimdir der-i dergah-i İlâhide sâil
Sıdk ile yapışanlara ihsan eder Allah
Âşık ile maşuk bazarı bizlere mektûm
***
İsmail'i suretâ kurban eder Allah
Hâfız ism-i şerifine olan mazhar efendina
Kerem-i kerimi gözle açar hurşidveşmana
Bu kanunu ezelidir belâ ehl-i gunce-i rânâ
Hüdâ dostlarını dâim belâya mübtelâ eyler
Belânın âhiri baldır hayat-ı ebedî cânâ
Belâ ile bulan buldu, velâyı her dü âlemde."
İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi, sohbetlerimizde Alvarlı
Hoca Efendi merhumun nasihatlarını şiir halinde ifade ettiğini bizlere
anlatmıştı. Son senelerde Alvarlı'nın şiirlerinin bir arada yayınlandığını da
görmüştüm.
Erzurum'un Pasinler kazasına bağlı Alvar köyünde, uzun
yıllar İslâmiyete hizmet etti ve l955 yılında doksan yaşlarında vefat etti.
Hulusî Beyin
şiirleri
Rahmetli Nurlu Albayımıza, şiir yazıp yazmadığını
sorduğumda, bazı şiirlerinin olduğunu ifade buyurmuştu. Kaleminden çıkan şu
şiirlerinden bahsetmişti. Daha sonraki günlerde bu şiirlerini de tesbit etmek
imkânlarını bulmuştuk. Şiirlerinden iki tanesini kıymetli bir yadigâr olarak
burada arzediyorum:
Bu Nurlara Bismillâh ile girelim ey kardaşlar,
Bu sözlere hamdederek başlayalım ey yoldaşlar.
Bu bağlara şükrederek biz bakalım ey haldaşlar.
Bu gülleri fikrederek koklayalım ey dindanlar.
Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.
Selâm olsun hepinize ey Kur'ân'ın hâdimleri.
İkram olsun ruhunuza ey Nurların nâşirleri.
Îman dolsun kalbinize ey Sözlerin kâtibleri.
Envar dolsun kabrinize ey Nurların şakirtleri.
Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.
Talebelerin üstadına "Said" derler hem adına.
Bu ümmetin imdadına "Nursî" me'mur irşadına,
Nasihatı ihvanına; "Koşun halkın ıslahına,
Nurla gidin yanlarına, dâvet edin ahkâmına."
Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.
Korkmayınız kıl ü kalden Allah sizi kurtaracak.
Yılmayınız hücumlardan,. Sözler sizi kurtaracak.
Bıkmayınız derd-i gamdan, Nurlar sizi kurtaracak.
Çıkmayınız nurlu yoldan, yoktur başka kurtaracak.
Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.
Birlikleri tevhidlidir, yok bunlarda ayrılık.
Fikirleri teslimlidir, yok bunlarda gayrılık,
Kullukları îmanlıdır, yok bu zümrede azgınlık.
A'mâlleri ihlâslıdır, yok işlerinde bozukluk.
Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.
Üstadları yalnız iken, sırren oldu tenevveret,
Şakirtleri pek az iken, binler oldu bak ne hikmet?
Hâdimleri pek çok iken, Allah verdi Nura nusret.
Bu Hulûsî ber-mûr iken, Allah verdi, şükr-ü ni'met.
Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.
Talebeniz
Hulûsî
Erzak-ı Hakikat
İmânında kemâl olan zulümlerden ürkmez asla
İhvanında fena bulan zâlimlerden korkmaz asla
Mevcudatta hakkı gören hududundan çıkmaz asla
Bu âlemde Nura eren ezvakından doymaz asla
Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah
Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah
Mesâibin cümlesinden ancak Allah kurtarıcı
Mehâlikin darbesinden ancak Allah koruyucu
Menâhinin küllisinden ancak Allah saklayıcı
Meâsinin cemiinden ancak Allah bekleyici
Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah
Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah
Bak dağlara haşmeti gör, bak âsâra kudreti gör
Bak bağlara ni'meti gör, bak esrâra hikmeti gör
Bak çaylara sür'ati gör, bak ebhâra vüs'ati gör
Bak canlara cenneti gör, bak envâra rahmeti gör
Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah
Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah
Derman istersen derdine, gel Kur'an'dan devayı al
İmân istersen kalbine, gel Sözlerden safâyı al
Bürhan istersen aslına, gel derslerden kimyayı al
Umman istersen zevkine, gel nurlardan mânâyı al
Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah
Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah
Girdik Nurun bahçesine ni'metleri tattık hadsiz
Daldık Nurun havzasına elmasları bulduk hadsiz
Vardık Nurun çeşmesine kevserleri içtik hadsiz
Gitik Nurun ravzasına hikmetleri gördük hadsiz
Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah
Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah
Meslek-i Nur, sâliklere râh-ı hakkı gösteriyor
Üstad-ı Nur tâliblere imân yolu öğretiyor
Şakird-i Nur, muhtaçlara ihlas-ı zevki belletiyor
Nurcu-u muhlis, mü'minlere nurlu Sözler dinletiyor.
Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah
Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah
Hulusi Beyden gelen mektuplar
Nurların ilk muhatabına muhatab olmak saadeti
Üstad Bediüzzaman'ın ilk muhatab ve talebesi, Emekli Albay
İbrahim Hulusi Yahyagil'i tanıyıp, ellerini öperek, dualarını aldığım günlerden
itibaren, gerek Elaziz'deki ziyaretlerimde, gerekse yazdığım mektuplara, bu
aziz insan, daima cevaplarıyla, yüksek alakalarıyla, bizleri saadetlere
garkediyordu. Bu mektuplardan bir kaç tanesini burada nakletmek istiyorum.
20 Mayıs l975
tarihli mektubunda bize cevaben şunları kaleme almıştı:
"Aziz ve muhterem kardeşim,
"3 Mayıs l975 tarihli yazınıza cevabım geç kaldı.
Mazur görmenizi rica ederim. Allah ebeden sizden razı olsun.
"l. Kamustaki eksiklerin fotokopisine teşekkür
ederim.
"2. Diğer zevattan sorduğunuz sualleri bu fakire de
soruyorsunuz.
"Aziz Kardeşim, sizin şifahi sorularınıza hiç bir
şeyi saklamadan verdiğim cevaplar kâfidir kanaatındayım.
"İkinci sualinize derim ki, Said Nursî Hazretleri
kendi ifadeleri ile 'Ben şuurum tealluk etmeden istihdam olunuyorum. Siz ise
bilerek çalışıyorsunuz.' buyurmuşlardı. Bence o zat sırr-ı İcaz-ı Kur'ân'ı
beyana memur edilmiştir. Peygamberimizin (a.s.m.) Efendimizin 'Her yüz sene
başında Cenab-ı Hak bu ümmete dinlerini tecdit edecek bir müceddid gönderir'
hadisine tam masadak bir memur-u ilahi Üstadımızdır. Onun halen benzerlerini
bilemiyorum. Olsa olsa onun ihlaslı şakirtleri olabilir. İhlası
benimsemeyenlere hakiki Nur Şakirdi, Kur'an'ın tilmizi denilmez kanaatındayım.
"Üçüncü sualiniz, zamanla ahkâm değişir sözünü, dinî
ahkâm için geçerli görmüyorum ki, bu suale cevap vermek imkânını bulayım.
"Son ekmel din gelmiş ve başka din ve Nebi
gelmeyecektir. Bizi din-i mübine yaklaştıracak tek çare, Nurlara sarılmak,
müşküllerimizi o kevser havuzundan temine gayret etmektir.
"Dördüncü sorunuza cevabım; Nurculuk değil, Kur'an ve
ondan tereşşüh eden Risale-i Nurlara tilmiz olmak. Kur'an-ı Kerimin Hicr Sûresi
sekizinci âyet ile beyan buyurulan hıfz-ı İlahinin bir tahakkuk ve tezahürüdür
kanaatındayım.
"Beşinci sualinize cevap: O zatı biz, bu yazının
başında açıkladığımız gibi, şuuru taalluk etmeden istihdam olduğuna ilaveten,
'Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikat zamanı değildir' sözünde buluyoruz.
Kendisi ehl-i tarik olduğu ve tarikat dersini vermeye de ehil olduğu halde
ihlas dersinde buyurduğu gibi şahsiyet-i maneviyeye çok ehemmiyet vermesi ile
(Meâlen: Müminler ancak kardeştirler) ferman ve sevgili Peygamberimizin 'Ey
Allah'ın kulları kardeş olunuz' emrine teşvik edilmenin tahakkukuna çalışmıştır
kanaatındayım.
"Zekânız, nâkıs cevabımı itmama yeter. Kusura
bakmayın. Islâh edebilirsiniz ümidindeyim.
Elbaki-Hüvelbaki
Uhrevî ihtiyar
kardeşiniz
Hulusi
***
Nurlu Albayımız bu aziz satırlarından kısa bir zaman
sonra, 3l Mayıs l975 tarihli lütufnamesi olan mektubunda ise, bizlere şunları
yazıyordu:
"Aziz Kardeşim,
"27 Mayıs l975 tarihli cevab-ı lütufnamenize cevabım:
"Bugün Anadolu'nun-Türk milletinin dini ve manevî
hayatı tatminkâr mıdır?
"Sualinize ancak anlayışıma göre cevap vereceğim.
"Malumunuzdur ki, son ve ekmel din islâm dinidir.
Türkler dinlerine sadakatla bağlı oldukları müddetçe, maddeten ve manen terakki
etmişlerdir. Tarih bu hakikata şahittir.
"Fakat asır marîz, unsur yani millet hasta ve aza ve
efrat alil olmuş bir durumda, Bu elim hâl, ahkâm-ı Kur'aniye ve sünnetlerin
terk ihmali olmuştur da ondandır, dini hayatın zayıflığı. Bu çok ehemmiyetli
emrazın (hastalığın) tedavisi için reçete Kur'an'a ittibadır. Din kâfidir.
Ancak tecdit ve tamiri lazımdır. Bu mesele için de reçete Risale-i Nur
Külliyatıdır. Çünkü onların kaynağı Kur'ân'dır. Daha fazla izaha ihtiyaç
yoktur. Kifayetsizliğin telafisine çare de budur kanaatındayım.
"Nurculuk tabiri yerinde, Risale-i Nur ve Kur'anın
tilmizleri, şakirtleri demekliğimin sebebi:
"l957 senesinin Kasım ayının sonunda Emirdağ'ında
Üstad Hazretlerini son defa ziyaret etmiştim. Üstad Hazretleri ile bu son
görüşmemizde, başbaşa, Mektubat'taki, ikinci mektubta hediyenin kabul
edilmemesine dair mektubu kendileri okurken nurculuk tabiri geçince, orada
durdular ve 'Şimdi bu tabir çok hoşuma gitmiyor. Çünkü insafsız insanlar ondan
başka mana çıkarıyorlar. En iyisi nurculuk yerine, nurların, Kur'ân'ın
şakirtleri, tilmizleri denilmeli' buyurmuşlardı.
"Bu hatıranın hatırına hürmeten biz de nurculuk
tabiri yerine şakirt, tilmiz tabirini kullanıyoruz.
"Cenab-ı Hak, sizler gibi müdakkik, Hakka âşık, sıdka
müştak kardeşlerden razı olsun. Adetlerini artırsınn. Âmin.
Elbaki Hülvelbaki
Mühibb-i
Muhlisiniz
İbrahim Hulusi.
***
Hulusi Bey Ağabeyimiz son mektuplarından birisinde ise
şunları beyan ediyordu:
Mektubun tarihi. l0 Mart l980 -Elaziz
"Muhterem Kardeşim.
"20 Şubat l980 tarihli mektubunuzu melfufen iki
mektupla beraber aldım. Sağ olunuz.
"İkinci ve Üçüncü mektupların baş taraflarını benden
istediğinizi ifadelerinizden anladım. O zamana mahsus yazıları maalesef
bulamadım.
"l978 Kasım ayında katarattan sağ gözümden ameliyat
oldum. Gözlük yardımı ile, zoraki pek az okumak ve yazmak mümkün
oluyor.İstediğinizi şimdilik yerine getiremediğim için beni bağışlarsınız
ümidindeyim. Gözlerim görme kabiliyetini çok kayıp etti, kulaklarım fazla
ağırlaştı. Yardımcısız ekseriya yakınımızdaki camiye bile gidemiyorum. Fakat
buna rağmen derslere devam etmeye muvaffak oluyorum.
"Elhamdülillahi Hazaminfadlı Rabbi.
Duacınız
Hulusi Yahyagil.
Muallim Cûdî ve kasidesi
Muhterem Albay İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi ile
mektuplaşmalarımız on yıldan fazla sürmüştü.
Üstad Bediüzzaman'ın Barla Lahikası ismindeki mektuplardan
meydana gelen eser l982-83 senelerinde yayınlanmıştı.
Nur mektuplarının bu ilk Barla Lahikasında (s.l35)
rastladığım bir hususu kendilerinden sormuştum.
"Üstad Bediüzzaman'ın sizin mektubunuza verdiği
cevabî bir Barla mektubunda deniliyor ki:
"Merhum Muallim Cudi'nin kasidesi mübarektir.
Cenab-ı Hak o zâtı şefaat-ı Kur'ânâ mazhar etsin.
Görmemiştim.
Görmesinden memnun oldum.
Allah senden razı olsun..."
"Bu mektupta geçen Muallim Cudi kimdir, bu zatın
yazdığı kaside nasıl bir manzumedir, bu şiiri Üstada ne zaman
göndermiştiniz?"
Bu aziz ilim-irfan âbidesi, albay ağabeyimize gönderdiğim
mektuba bir kaç gün içinde hemen cevap gelmişti.
Hulusi Bey, yarım yüz yıl okuduğu, dersinde bulunduğu Nur
İkliminin manevî dünyasından bizlere seslenmek iltifatında bulunuyordu. Muallim
Cudi Bey'in Kasidesini hemen gönderiyordu.
Zannediyorum aziz büyüğümüzün bize son mektubu olmuştu. 24
Mayıs l984 tarihli mektubuma verdiği cevap şöyleydi:
"Bilmukabele Ramazan'ınızı tebrik ederiz.
"Mektubunuzda sorduğunuz meseleye gelince:
"l929 senelerinde Ürgüplü Hâfız Necib Efendi
ismindeki alay müftülerinden bir dostum l336 (l920) tarihli Tasvir-i Efkâr
Gazetesi'nde bir kaside göstermişti. Bu manzumeyi ben o zaman okumuştum. Kaside
Kur'ân-ı Kerim ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) mevzuluydu.
"Trabzonlu Muallim Cudi Efendi, merhum Yahya Kemal'in
'Ezansız Semtler' ismindeki bir yazısını okuyunca çok müteessir olmuştu. Bu
üzüntüyle, bu kasideyi kaleme almış. Bu şiir tahmin ediyorum l920 senelerinde
neşredilmişti.
"Üstadı ilk tanıdığım sene, l929'da Eğirdir'de
bulunuyordum. O zaman Eğirdir Dağı'ndaki, Dağ Talimgâhı'ndaydım. Bu kasideyi
Barla'daki Üstadıma göndermiştim.
"Bu güzel kasideyi elli beş sene sonra sana, ekte
gönderiyorum.
"Selâm eder, dualarınızı beklerim.
Muhibb-i Muhlisiniz
İ.Hulusi Yahyagil
Aziz Albayın l929 senesinde Nurlu Üstada gönderdiği bu
kıymetli kasideyi, yazana, gönderenlere, dualara vesile olması niyetiyle,
yetmiş sene sonra aynı kasideyi neşrediyoruz:
Kur'an-ı Kerim ve
Hazret-i Muhammet (a.s.v.)
Ümmi âlimdir Muhammed
iman ederim ona müebbed
Allame-i mekteb-i ledünni
Hayrette bıraktı ins ü cinn
Her dilde tekellüm etti Cibril
Kim etti tekellüm böyle bir dil
Üslub-u Arab yok ol revişte
Bir harikuladelik var işte
Tebliğde ebleğul beyandır
Divan-ı kıdemde tercümandır
Cibril-i Emin enisi ruhu
Kur'ân'ı mübin lübb ü sünuhu
İ'cazına itiraf bahir
Kafir ona dense kavl-ı sahir
Bir mucizdir, lisan-ı Haktır
Hakkaki inanmaya ehakdır.
Kur'ân ki kitab-ı kibriyadır
Vareste-i şevbe-i riyadır
İhlas-ı beyan, lisanı masum
Manasını bilmese de mefhum
Olmuş ki nücum-ı vahy-i havi
Denmiş ona tuhfe-i semavî
Her kevkebi müstakil zişan
Her âyeti başka başka rehşan.
Bir zikr-i mübarek-i mukaddes
Bir ünsü latif ruh-u emles
yok gıll u gış anda safi kevser
Vechinde lika-yı Hak gülümser
Her sehle-i mümteride peyda
Bin dürlü serair-i mezaya
Bakıldıkça olur nigaha rûşen
Hiç gülleri solmayan gülşen
Bir nazm-ı beliğ ve nesr-i enfes
Ervaha tilaveti safares
Kur'an okunurken eyle dikkat
Kalbinde eser nesim-i rikkat
Tebşir-i sefanuma-yı cennet
İnzarı verir cehime heybet
Müşriklere harb-i asumandır.
İmansıza karşı biemandır.
Mafevki beyan o tarz-ı tebyin
Eyler hacer olsa kalbi telyin
Nur-u azametlerin sedası
İlân-ı kemal kibriyası
Müminlere şirmi sildiren o
Tevhidi tamam bildiren o
Bir kıssayı eyler hikaye
Tevhid-i Hüdâdır anda gaye
Bir heybet-i Halikane mahsus
Her âyet-i hilyedar-ı namus
Üslub-u beyanın en rezini
Âdâb-ı kelamın en güzini
Ezkar-ı Hüdayı etmez ihmal
Esma-yı şerife ayni ezyal
Ahkam-ı münife gelince
Tayin-i vazaif emri dince
Allah'a nasıl ise ibadet
Ol vecihle eyledi imamet
Ebdana taharet etti talim
Ervaha nezahet etti tefhim
Tevhid-i hüda ile müeyyed
Tasdik-i nübüvvet-i Muhammed (s.a.v.)
Hakkiyle o seyyidül beşerdir
Peygamber-i müteber-i haberdir.
Fahşayı, kumarı, hamiri tahrim
Etmekle buyurdu aklı takvim
Olmaz hele mümine meâkil
Hınzır-ı zebine-i heyakil
Men eyledi zulmü, adli kurdu
Her yareye kafi merhum urdu
Davası şuhud ile müberhen
Seyf-i zaferi, cidâli ahsen
Bir hasım ile eylese tebarüz
Namusuna eylemez tecavüz
Haysiyetine riayet eyler
Teklif-i rah-ı hidayet eyler
İnsaniyet neye muhtaç
Hep kuvveden fiile etti ihraç
Namusuna dendi kudsi ekber
Namusuna numunedir müttehar
Piş-i nazara serer semayı
Arzeder ukula kibriyayı
Ağmaya basar verir ziyası
Masmuğ sağırlara sedası
Mürsellere verdi sıdk u ismet
Tebliğ, fetanet ve emanet
Ettikçe menakibi tekerrür
Ezhan-ı beşere tenevvür
İlmi, ulemayı etti tekrim
Cehli, cühelayı kıldı tecrim
Esnamı kırar, kulubü kırmaz
İnsanı fena yola çağırmaz
Fikr ile cemmadı eyler intak
Zikr ile meâdi eyler işrak
Terdifi rical eder inası
Hakkı ile verir hukuk-u nâsı
Eshab-ı cinana vasf-ı ebcal
İman ile salihat-ı âmâl
Dünyada zuhuru mahz-ı nimet
Fahr etsin anınla zat-ı hilkat
Dürdane-i lübbüdür vücudun
Fevvare-i hubbudur şuhudun
Bir hikmete mebni emri nehyi
Zannetme heva, lisanı vahyi
Bir kul o lisana kadir olamaz
Kadir dahi olsa câsir olamaz
Hak sevdi onu, o sevdi Hakkı
Hubbun o hakiki müstehakkı
Akvama muhabbeti eş etti
Bir sofraya koydu kardeş etti.
Cem etti kabail-i şuubu
Bir kıbleye bağladı kulûbu
Mahluk-u Hüda demez, halaknâ
Muhtac-ı gıda demez rezaknâ
Kalbinde olan mehafetullah
Eyler mi hiç iftira alallah
Mevlaya muhabbeti müsellem
Sallallahü Aleyhi vesellem.
***
Trabzonlu Muallim İbrahim Cûdî
İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesinde l967-l97l
yıllarında talebelik arkadaşımız ve Nur Talebelerinden Trabzon'lu Hayreddin
Gürsoy dedesi merhum Trabzonlu Muallim Cudi Efendi ile alakalı olarak,
biyografi şeklindeki ifadelerini şu şekilde kaleme almıştı.
Trabzon'un meşhurları içinde başta gelen büyük âlimlerden
İbrahim Cûdî Bey, l863 yılında Arsin ilçesi Yeşilce mahallesinde, halen mevcut
olan evde doğmuştur. Babası yine âlim ve fazıl bir zat olan Küçük İbrahimoğlu
(Gürsoy) Hacı Mehmed Efendidir.
Küçük İbrahimzade İbrahim Cûdî (Gürsoy) Yüksek Medrese
tahsili görmüş, devrinin ünlü hocalarından "İcazet" almıştır.
Mısır'da iki yıl kalarak Arapçasını daha da ilerleten Cûdi
Bey, Farsçayı da çok iyi biliyordu.
İbrahim Cûdî Divan edebiyatına hakkıyla vâkıf; muallim,
şair, hatip, yazar, ve bilgin bir din adamı idi.
İlk görevine henüz l9-20 yaşında iken Ali Naki Efendinin
Trabzon'da açtığı Hamidiye Mektebinde Türkçe Öğretmeni olarak başlar. Mısır'dan
dönünce İranlıların Trabzon'daki Nâşiri Mektebinde muallimlik ve Müdürlük
yapar. Ayrıca Fransız Frerler Okulu, Rum ve Ermeni okullarında Türkçe, Trabzon
Lisesinde Arapça ve Farsça, Kız Numune Mektebinde Kompozisyon
öğretmenliklerinde çalışmıştır.
Cûdî Bey ayrıca birçok vazifeleri deruhte etmiştir.
Trabzon Ticaret Mahkemesi âzâlığı ve Reisliği, Trabzon Gazetesi Baş Yazarlığı,
Maarrif Meclisi üyelikleri yapmıştır.
Trabzon Kültür Hayatının her kademesinde izlerine
rastlanan Cûdî Bey Muallimler cemiyetini de ilk kuranlardandır.
Cûdî Bey seferberlik yıllarını Ankara Kız Muallim Mektebi
hocalığında, Ankara Lisesi Müdürlüğünde geçirir.
İstiklâl Harbi yıllarında İbrahim Cûdî Beyi çok ateşli bir
hatip olarak görürüz. Ünye'de Millî Mücadele için yazılar yazar, şiirler
neşreder. Bu yıllarda dinî ve millî derneklerin başkanlığını da yürüterek
Karadeniz Halkını Millî Mücadeleye, istiklale çağırmıştır.
İstiklâl Harbi sonrası Trabzon Müftüsü olmuştur.
İttihatçıların ve harb sonrası yetkililerin milletvekilliği teklifini
kesinlikle kabul etmeyen İbrahim Cûdî kendini ilme ve İslâmi hizmetlere
vermiştir.
Cûdî Bey yirminin üzerinde eser vermiştir. l909 yılında
neşrettiği "Esma-ül Hüsna Şerhi" adlı eserinden elde ettiği kazançla
bugünkü "Cudibey İlkokulu"nu kurmuştur. En meşhur eserlerinden birisi
de Lûgat-ı Cûdî'dir. Bu eserin eskimez yazı ile matbu nûshaları mevcuttur.
Tarih sırasına göre
basılan başlıca eserleri şunlardır:
l. Nevâdir-i Nefise (l893)
2. Teshil-i Elifba-yı Osmanî (l896)
3. Kıraat-i Türkiye -I- (l90l)
4. El-Kenzü'l Esnâ Fi-Şerh-i Esmâül Hüsna (l909)
5. Ulûm-i Diniye Dersleri (l9ll)
6. Teshil-i Sarf-i Osmanî (l911)
7. Kıraat-i Türkiye - II - (l911)
8. İlk Tâlim-i kıraat (l911)
9. Tarih-i Enbiya ve İslâm (l912)
l0.Küçük Tarih-i Enbiya (l912)
ll. Elhaytü'l Ebyar yahut Ramazan Vaizi (l912) Bu eserin
l970 yılında Türkçe Baskısı yapılmıştır.
l2.Tâlim-i Kıraat (l923)
l3. Rehber-i Avâmil
l4. Ettarâif-ü Vezzarâif
l5. Lûgad-ı Cûdî
Merhum İbrahim Cûdî'nin İstanbul ve Trabzon basınında
neşredilmiş yüzlerce yazı, şiir ve makaleleri, ayrıca bir divanı vardır.
Cûdî Bey'in merhum Ankara'da bulunduğu yıllarda Hacı
Bayram Camiinde yaptığı vaizleri de meşhurdur. Hatta zamanın Diyanet İşleri
Reisi Rifat Börekçi Hoca haftada bir gün Hacı Bayramda va'z yapmış. Cûdî Bey
orada olduğu müddetçe kürsüye çıkmaz ve yerini ona terkedermiş.
Ayrıca Cûdî Beyin çok büyük bir âlim olduğunu Diyanet
İşleri Reisliği de onun hakkı olduğunu ifade ederek durumu M.Kemal'e intikal ettirmiştir.
Kendisine yapılan, Diyanet İşleri Başkanlığı teklifini de kabul etmemiştir. Bu
konuda önemli bazı sebebler ileri sürdüğü halen İstanbul'da oturmakta olan oğlu
Mehmet Hakkı Cûdî Bey tarafından ifade
edilmektedir.
Küçük İbrahimzade (Gürsoy) Cûdî Bey siyasi hiçbir partiye girmemiş, muallimliği ilmi çalışmaları mebusluğa ve bazı yüksek mevkilere tercih etmiş, Trabzon Müftüsü iken l2 Nisan l926 tarihinde Kadir gecesi vefat etmiştir. Cenab-ı Hak rahmet eylesin...
* Emirdağ
Lahikası, C.2, S. l4'te Bediüzzaman'ın bizzat kendi iifadesi şöyledir:
"hatta yanımda bir revolver varken, ikinci bir kuvvetli revolver daha
tedarik etmeye lüzum gördüm."
** Bediüzzaman aynı hususu şöyle ifade etmektedir:"... kilitli olan 2 odamda yemek ve içmek kaplarıma zehir atmak için, fevkalâde bir tarzda dama çıkmışlar ve..." (Emirdağ Lahikası, C. 2,s.l4.)
[1] Bk: Kastamonu Lahikası, s. l0.
[2] Bk: Mektubat, s.362.
[3] Mektubat, s.307.
[4] Lem'alar, s. 38.
[5] Bkz: Mektubat, s. 426.
[6] Bkz: Mektubat, s. l2.
[7] Bkz. Mektubat, S 23.
[8] Hulusi Bey'in gördüğü rüyası ve Bediüzzaman'ın bu rüyayı tabiri için Bkz. Mektubat, S. 362.
[9] Barla Lahikası . l64
"Hulusi Beye hitaptır."
Bu
mektupta bahsedilen Halil Naci Yahyagil, Albay Hulusi Yahyagil'in oğludur.
Mektup
ise l947 yılında Sarıkamış'ta bulunan Hulusî beye hitaben yazılmıştı.
"Biraderzadem
Halil Naci" şeklinde ifade buyurulan Halil Naci l847 yıllarında Ankara'da
subay olarak vazifeli bulunuyordu:
Ankara'da da vazife yaparken bir iftiraya uğrayarak, bazı sıkıntılara ve musibetlere uğramıştı. Bu musibet üzerine babası Hulusi Yahyagil kendisine bir teselli mektubu yazıyor, bu mektupta "kıymetli ve nuranî zevatda duada bulundular" diyerek, Üstad Bediüzzaman'ın dualar ettiğini haber veriyorlardı.
[10] Çerkeş Müftüsü. Çerkeş. Çankırı'nın bir kazasıdır.
[11] Çerkeş Müftüsünün oğlu Eğridir Sorgu Hakimi.
Haşiye
Otuzüçüncü Söz'ün birinci makamına dair, sen fikrini yazdın, beğendiğini
gösteriyorsun, Hakkı Efendi ile Müftü Efendi ve sair ihvanların da nasıl
bulduklarını anla, bana yaz. Umum
kardaşlarıma selâm ve dua ediyorum, onların duasını istiyorum.
Hulusi bey kardaşım, senin selefin (yani Abdurrahman Nursî'nin) mektubunu oku (*) (Abdurrahman Nursî'nin Bediüzzaman'a yazdığı ve vefatından önce kerametkârâne vefatını haber veren bu mektubu için Barla Lâhikası'na bakınız.) ona acı ve ona dua et.
[12] Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı, Abdurrahman Nursî,
[13] Barla Lâhikası, s. l64.