Son Şahitler 1.Cild s. 380
YÜZBAŞI REFET BARUTÇU
(l886-l975)
Mübarek vatan toprakları üzerinde yüzlerce beldede,
sulhceza, ağırceza mahkemelerinde ve savcılıklarda Risale-i Nurları okuyan
masum Müslümanlar muhakeme edilirdi. Bu dâvâları hemen hemen tek başına Bekir
Berk Edirne'den Van'a koşarak takip ederdi. Bu işler için ehl-i hamiyet
kendilerine İstanbul-Beyazıd-Çarşıkapı'da Kiğılı Pasajında, ikinci katta geniş
bir daireyi tahsis etmişti. Zannediyorum 1964-1965 senelerinde merhum yüzbaşı
Refet Barutçu koynunda bir yığın Üstad Bediüzzaman'dan Nur Mektupları olduğu
halde mezkûr daireye gelmişti. Bu mübarek mektupları tek tek, salavat
getirerek, dualarla Nur Davalarının yorulmaz avukatı Bekir Berk'e vermişti.
Yıllar sonra bu aziz mektuplar yirmi bir parça halinde
Barla Lahikaları ismindeki Nur şaheserlerinin mektuplar ve lahikalar kitabında
neşredilmişti.
Bu Nur yolunun hakikat kahramanı Yüzbaşı Refet Bey,
Beşiktaş'taki Vişnezade camisinde imamlık yapıyordu. Sık sık Süleymaniye
semtindeki Kirazlı Mescid Sokak 46 numaralı nur dersanesine gelirdi. Burada
bizlere anlattığı hatıraları not olarak yazdığım defterleri bugün bile aziz bir
hatıra ve yadigâr olarak saklamaktayım. Belki de "Şâhitler'in Dilinden
" gayretimizin ilkini merhum Refet Barutçu Bey teşkil etmektedir.
Refet Barutçu'yu
dinlerken
emekli yüzbaşı Refet Barutçu l886 senesinde
İstanbul-Beykoz'da dünyaya gelmişti.
Emeklilik günlerinde Beşiktaş-Dibekçi-Vişnezâde camiinde
imamlık yapmıştı.
Üstad Bediüzzaman'la beraber l935 Eskişehir, l943 Denizli,
l948 Afyon hapishanelerinde birlikte bulundu.
l975 Şubat başlarında Ankara'da doksan yaşın eşiğinde
vefat et. Karşıyaka mezarlığında defnedildi.
Emekli Yüzbaşı Merhum Refet Bey'i, on yıl gerek
İstanbul'da, gerek Ankara'da müteaddit defalar ziyaret edip, uzun uzun
hatıralarını dinlemiştik. Çok tatlı bir anlatışı vardı. Hoş sohbet ve tatlı
dilli bir zattı. Doksan yılı bulan uzun bir ömür sürdü. Son yılları yaşlılığın
ve hastalığın elemi ile geçti. l964-65 ders yıllarında Vefa Lisesi günlerimin
aydınlık anları Yüzbaşı Refet Barutçu'yu dinlediğim zamanlar olmuştur.
l969 yılınde ise Avukat Bekir Berk Bey'in yazıhanesinde
rahmetli Mustafa Polat'la onun hatıralarını uzun uzun dinlemiştik. Yaşadığı
hadiseleri öylesine canlı ve duygulu anlatıyordu ki, insan ister istemez o
günleri kendisi ile birlikte yaşıyor. Kendisi yaşıyor ve bize de yaşatıyordu.
Burada hep Hz. Mevlana'nın "Yanmayan yakamaz" diye buyurulan ölümsüz
vecizesini düşünürdüm.
Arada bir titreyen elleriyle gözlüğünü takıyor, çıkarıyor;
gayet canlı jest ve mimikle bizi 35-40 yıl evveline götürüyordu. Uzun yılların
kırıştırdığı ve iman nuru ile yoğurduğu siması, bembeyaz sakalı, açılan
tepesinin etrafındaki pamuk yumağı halindeki saçları onun tam bir Osmanlı
Efendisi olduğunu gösteriyordu.
Risale-i Nur Refet
Beyin gaye-i hayali idi
Refet Bey, Kur'ân ve imana hizmet etmeyi hayatının en
büyük gayesi sayıyor, bu gayesini şöyle ifade ediyordu:
"Bugün Boğaziçinde, Kavaklarda oturan bir genç
kendisine Kur'an öğretmemi istese veya Üstadım Bediüzzaman'ın bir küçük risalesini
istese, her gün Beyazıd'tan oraya gider gelirim."
Kendisi bu fikirlerini her zaman tatbik eden bir insandı.
Bir çok masumların Kur'ân öğrenmesine çalışmıştı. Yine kendisi gibi aramızdan
ebediyete intikal eden Dr. Sadullah Nutku'ya da ilk defa Nur Risalelerini veren
kendisi idi. Dr. Nutku Beye verdiği Haşir Risalesini kendisine okutarak ve sık
sık sual sorarak anlamasını ve nurlardan lezzet ve feyz almasını temin etmişti.
Refet Bey eski hatıralarını anlatırken yüz hatları birden
bire değişmişti, şu yakıcı ve tesirli sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor:
"Hayır... hayır. onsuz dünya yaşanmıyor. O gitti
gideli dünya yaşanmaya değmiyor. Bizi yetim bıraktı. O gitti bizler öksüz
kaldık."
Refet Bey şimdi özlediği âleme gitti. Ve dostlarına
kavuştu.Başta Resulullah (a.s.m.) bütün sevgililerin bulunduğu diyar...
Bahtiyar Refet Bey aramızda ve dünyamızda hoş bir sada bırakarak, arzuladığı
sevgililerin beldesine gitti."
"Üstad'ı ilk
görüşüm"
Merhum Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa nerede ve ne zaman
gördüğünü sormuştum. Gözlüğünü eline aldı ve başladı anlatmaya:
"l92l'lerde idi sanıyorum, Beyazıt'ta Yüzbaşı Ziya
Beyler beraber sahafları gezerken, Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan
pembe kaplı küçük bir kitap gördük. Bu kitabı merakla karıştırdık. Kitap
Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatını anlatıyordu. İyice hatırlamıyorum, beş
kuruş mu ne, verdim ve kitabı satın aldım. O akşam ilk işim bu kitabı okumak
oldu. Kitabı okuyup bitirince büyük bir şahsiyetle, kurtarıcı bir ruhla karşı
karşıya olduğumu hissettim. Bu hadiseden ne kadar sonra idi bilemiyorum. Yine
Ziya Beyle Beyazıd civarına gitmiştik. Ziya bey Diyarbakırlı olduğu için Üstadı
işitmiş ve görmek arzu ediyordu. Namaz vakti gimiştik; bizde namaz için camiye
girdik. Namazdan sonra camide Kur'ân dinliyorduk, bu sırada kulağıma doğru
eğilen Ziya Bey 'İşte.... işte...' diye birisini gösteriyordu. 'Kim?' deyince:
'İşte, işte Bediüzzaman' dedi. Gösterdiği tarafa baktım, heybetli bir zat diz
üstü oturmuş, ellerini birbirine kavuşturmuş, başını eğmiş, huşu içinde okunan
Kur'ân'ı dinliyordu. O oturuş, o dinleyiş, ne hâl idi anlayamadım. Hâlâ o tesir
altındayım. O an, hayatımın en unutulmaz tatlı bir levhasıdır. Öyle bir
dinleyişi vardı ki, saadet asrından gelen Kur'ân sadasını dinliyordu sanki...
"Kur'ân bitti, ben pür dikkat takip ediyordum. Hattâ
şurası da hayretimizi mucip oldu. Yalın ayak namaz kılacakken çizmeleri ile
kıldı. Elinde çizmelerin üzerine giydiği lastikler olduğu halde etrafını tetkik
ederek camiden çıktı, kapının perdesinin kapanmasıyla gözden kayboydu. Arkasından
baka kaldım.
"Ben mimi cimi
bilmem"
"Bu hadiseden on yıl geçmişti. l930 yıllarında idi.
Isparta'da şube reisi olan eniştemin yanında bulunuyordum. Her gün kütüphaneye
gidiyordum. Medresede okumuş bilgili bir zat olan kütüphanedeki memurla âlimler
mevzuunda görüşürken sözü Bediüzzaman'a getirdim. Çok büyük bir âlim olduğunu,
kendisini Mütâreke yıllarında tanıdığımı, fakat şimdi nerede olduğunu
bilmediğimi ifade ettim. Memur arkadaş Bediüzzaman Hoca Efendi'nin Barla
nahiyesinde olduğunu söyleyince heyecanlandım. 'Allah Allah ben o zatı mütareke
yıllarından tanırım, hemen ziyaretine gideyim.' dedim. Bunun üzerine bazıları
görüşmenin mümkün olmadığını ifade edince 'Kapısında bu şahısla görüşmek
yasaktır yazısı var mı?' dedim. 'Yok' dediler. 'Öyleyse ben giderim.' 'Aman
gitme, sonra seni mimlerler' dediler. Bu sözler çok garibime gitmişti. Ne demek
istiyorlardı. 'Ben mimi cimi bilmem. Öyle şeylere metelik verenlerden değilim.'
O ganiyem ki, bu bazar-ı cihanda feleğe
Metelik vermem için bende bozukluk yoktur. dedim.
"Ziyaretçileri Üstadla görüştüren Bekir Ağa diye bir
zatı buldum. İki at temin etti. Barla'ya doğru yola çıktık. Bağ ve bahçelerden
geçerek gidiyorduk. Yollarda köylüler bizim Barla'ya gittiğimizi anlıyor:
'Hoca'ya selam söyleyin' diye bağırıyorlardı. Saatler süren uzun bir at
yolculuğundan sonra Barla'ya geldik. Hemen Üstadın evine indik. Bize Üstadın
Paşa kayasına (Karakavak) gittiğini söylediler. Hemen ayağımızın tozu ile Paşa
Kayasına gittik. Barla'ya yirmi dakikalık bir mesafede, bol suları, bahçeler
arasındaki bu mevkide Üstad beyazlar içinde çay pişirmeye çalışıyordu. Hürmetle
varıp ellerini öptük. Daha önce ziyaretine gitmeden l93l'de Isparta'dan
kendisine mektup yazmıştım. Beyazıd'da ilk defa uzaktan gördüğümü ifade
etmiştim. Bana gönderdiği cevabî mektubunda: 'Kardaşım, ben sizi tâ o
zamanlarda talebeliğe kabul etmiştim.' diyor; ben mektupta askerliğimden hiç
bahsetmediğim halde, bana 'Ben sende asker ruhu görüyorum' diyordu. ilk
ziyaretim bu şekilde olmuştu."
"Ben sizi
uğurlamalıyım"
İlk ziyaretini bu şekilde anlatan Refet Bey, bir başka
ziyaretini de şöyle ifade ediyordu:
"Tenekeci Küçük Mehmet Efendi ile bir de oğlum
Bedreddin yanımda olduğu halde Isparta'dan İslam köyüne kadar vasıta ile,
oradan da Barla'ya yaya olarak gitmiştik. Ziyaretimiz esnasında konuşurken
bizim yaya olarak geldiğimizi anlamıştı. 'Madem bu kardaşlarım benim için
yorulmuşlar, ben de alâküllihâl sizi Karaca Ahmed Sultan'a*
kadar teşyi etmek mecburiyetindeyim' deyince biz onun nezaketi karşısında
mahçup olmuştuk. 'Aman efendim nasıl olur?' dedik. Çok rica ederek bu fikrinden
vaz geçirdik. Yoksa bizi Karaca Ahmed'e kadar yolcu edecekti."
"Üstad bize
çay getiriyordu"
Onun bu nezaket ve tevazuunu hayranlıkla anlatan Refet
Bey, l934 senesinde Isparta'da Ada Kahvesi denilen bir mahaldeki bağ içinde iki katlı bir evde
bulundukları bir sırada cereyan eden başka bir hatırasını da şöyle anlatıyordu:
"Hüsrev Altınbaşak ile birlikte Nur Risalelerini
yazarak çoğaltıyorduk. Üstad da üst odada idi. Bir arap kapı tıkırdadı ve açıldı.
Bir de ne görelim, Üstad Hazretleri elindeki bir çay tepsisinde iki bardak
çayla içeri girdi. Biz heyecan ve mahcubiyetle; 'Aman Üstadım' diye fırlayıp
elinden tepsiyi almak istedik, elini kaldırarak 'yo, yo ben size hizmet etmeye
mecburum' dedi. Aman Yarabbi bir de mecburiyet ekliyor. Bu ne tevazu, bu ne
nezaket.... Ben bu nezaket ve tevazuyu ne Mekteb-i Âliyede, ne Mekteb-i
Harbiyede, ne de ailemde hiçbir yerde g örmedim."
"Ben sizi
bulmasaydım ne yapardım?"
Bu sözleri söyleyen Refet Bey'in kendisi, Osmanlı
terbiyesi görmüş bir İstanbul Efendisi idi.
"Kur'an hakikatlerinden okuyor ve yazıyorduk. Çok
istifade ediyorduk. Bu istifademizi ifade için bir gün kendisine 'Biz sizi
bulmasaydık ne yapardık Üstadım ' dedik. O yine yüksek tevazuundan bize
cevaben: 'Ben sizi bulmasaydım ne yapardım. Siz beni bulduğunuza bir
sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim' diyordu."
"Üstadın namaz
kılışı"
"Üstad namaz vakitlerini hiç geçirmez, vakit girince
hemen namazını eda ederdi. Kendisi namaza dururken biz arkasında çok
heyecanlanırdık. Heybet ve huşû içinde huzura bir girişi vardı ki, tarifi
mümkün değil, 'İlâhi Ya Rab!.. İlâhi Ya Rab!... İlâhi Ya Rab!... Allahu Ekber!'
diyerek sarsılır ve haşyet içinde sallanarak, süratle namaza girerdi. Biz
arkasında korkardık, ürperirdik."
Denizli beraeti
Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu Bediüzzamanla birlikte
l935'te Eskişehir, l943'te Denizli, 948'de de Afyon hapishanelerinde beraber
bulunmuş, o acı ve ızdıraplı günleri beraber yaşamıştı. Sonunda masumiyetleri
anlaşılınca beraat etmişlerdi. Merhum Yüzbaşı Denizli beraetinden sonra yedek
zabit olarak vazife yaptığı birliğe gitmiş, yüzbaşı üniformasını kuşanmış,
onbeş gün izin almış. İznini resmi elbisesi ile Isparta'nın her tarafını
ziyaret edip Nurlardan kimsenin zarar görmediğini ifade ederek kutlamıştı.
Eskişehir'e götürmek için Isparta'dan Merhum Üstad Said Nursi ile birlikte yüz
yirmi talebesini ikişer ikişer kelepçelemişlerdi.
Yüz yirmi kişiye kelepçe kâfi gelmediğinden Sarıklı
Antalya Müftüsü Çil Ahmet Efendi ile Bekir Ağayı çamışır ipiyle bağlamak
isteyen çavuşa, muhafız alayından gelen Jandarma subayı Mülazım Ruhi Bey,
"Çekil oradan" deyip mani oluyor ve elleri bağlı olmadan götürüyor.
Daha sonra da Baladız istasyonunda diğer maznunların da kelepçelerini açarak
yola öyle devam ediliyor. Namaz vakitlerinde mola verdiriyor. Yol
güzergâhındaki şehirlerden geçerken merkez kumandanlarına ve vazifeli kimseler
maznunlar hakkında izahatta bulunarak: "Bunlar masumdur, zulme maruz
bırakılmış kimselerdir" şeklinde konuşmalar yapıyor.
Bu hatırayı gülerek anlatan Refet Bey, bize Bediüzzaman'ın
bir eserinde "Çok çocuk oyuncaklarına şahit olarak gülerek
ağladık"ifadesini hatırlatmaktadır.
"Ramazan'a
ait"
Refet Bey yapılan zulüm ve haksızlıklara misal olarak size
bir hatıra anlatayım demiş ve şöyle devam etmişti:
"Isparta'da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele
geçirilen Risale ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde 'Ramazan'a aittir'
diye bir yazı vardı. islam yazısını okuyamadıkları için kimdir bu Ramazan diye
aradılar, taradılar, nihayet Isparta Atabey'in köylerinden Ramazan isimli bir
vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir hapishanesine yolladılar. Aradan iki
ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendiye ait değil, Ramazan ve orucun
hikmetlerini anlatan Bediüzzaman'ın Ramazan Risalesi olduğu anlaşıldı. Mazlum
ve masum Ramazan Efendi tahliye edildi. Hapishanede Bediüzzaman tebessüm ederek
'kardaşım Ramazan hakkını helal et' diye Ramazan'ı teselli ederdi" diyor
Refet Barutçu.
İhtiyarlar
Risalesi'nin yazılışı
Merhum Refet Bey l934'de Isparta'da Nur Risalelerinden
İhtiyarlar Risalesinin telifi esnasında Bediüzzaman'ın yanında bulunduğunu
söylüyor ve telifi şöyle anlatıyordu: "Biz Üstadımızın yanında iken her
zaman kağıt kalemi yanımızda bulundururduk. Bir gün bizi çağırdı ve 'Yirmi
altıncı Lem'a ihtiyarlar hakkındadır. Yirmialtı ricayı ihtiva eder. Birinci
rica' diye yazdırmaya başladı. Beş altı rica yazdırdı. Öylece kaldı. Aradan bir
müddet geçti, bu arada diğer risalelerden bazı parçalar yazıldı. Yine bir gün
bizi çağırarak, kaldığı yerden hiç sormadan 'Nerede kalmıştık, biraz okuyun'
gibi şeyler demeden, yine söylemeye başladı.
Eserleri ilham-ı
ilahi idi
"Her zaman erkenden yanına, hizmetine gidiyordum. Bir
gün biraz geç kalmıştım. Yanına girdiğimde, 'Kardeşim biraz erken gelseydin
(yanındaki Kadı Zeynel Efendi'yi göstererek) bu zata verdiğim ders Kader
risalesine güzel bir zeyl olurdu' dedi. Onun kadere dair suallerini cevaplamış,
kader mevzuunda ona ders vermişti. Biz bütün bunlardan anlıyorduk ki, onun
eserleri ilham-ı ilâhi ve sünuhat olarak kalbine doğuyordu. O da ancak o zaman
yazdırıyordu.
***
"Latin yazısı çıkmazdan az evvel basılan Haşir
Risalesi etrafa yayılıyor. Dalkavuk bir adam bu risaleden bir tane alarak
valiye götürüyor. Vali, "Tam ne zamandır benim aradığım eserdir' diyerek
alıyor."
Üstadın ders
arkadaşları imamlar
"Isparta'nın Barla nahiyesinde bulunduğu bir zamanda
bir arkadaşımla ziyarete gitmiştim. Bir müddet görüştükten sonra Üstadımıza şu
suali sordum: 'Efendim Risale-i Nur'un bir nüshasında Nakşi Üstadım İmam-ı
Rabbanî ve Kadiri Üstadım Şeyh Abdülkadir-i Geylani diyorsunuz. Diğer bir
nüshasında Üstadım Kur'an'dır, başka üstadım yoktur, buyuruyorsunuz. Hangisinin
doğru olduğunu öğrenmek istiyorum' dedim. ve şu cevabı aldım: 'İmam-ı Rabbani
ile Şeyh Abdülkadir-i Geylani eski Said'ieyeni Said(e çeviren Üstadlardır.
Bugün Kur'an-ı Hakimin huzurunda ders arkadaşlarımdır' dedi ve meseleyi tamamen
anladım. Üstadımızın bu büyük makamının anlaşılması dolayısıyle, sonsuz bir
zevk-i manevi ile elini öperek yanından ayrıldım.
"Siz cennette
yaşıyorsunuz"
"l934 senelerinde Isparta'daki evde Hüsrev Efendi ile
kalıyorduk. Kapı çalındı. Ben üst kattan baktım. Isparta'nın meşhur
zenginlerinden, yaşlı Hacı Patlak diye söylenen bir zat...
"Ben gelen zatı Üstadımıza haber verdim.
"Üstad: 'Kardeşim yaşlı bir zat, zahmet etmiş,
gelsin. Fakat ruhum sizinle ünsiyet etmiş, yabancı birisiyle beş dakikadan
fazla oturamıyorum.' dedi. Ben misafire kapıyı açtım. Üstadımızın kendisini
kabul ettiğini, fakat beş dakikadan fazla görüşemediğini, eğer sohbet ederse,
görüşmenin devam etmesini, eğer susar konuşmazsa müsaadeisteyip ayrılmasını,
şayet safa geldin derse o sohbetin bittiğini, ifade ettiğini etraflıca
anlattım. Hacı Patlat ise, 'Yok efendim, beş dakika değil, bir dakika bile
değil, sadece elini öpeyim o kadar!' demişti.
"İçeri girdi. Üstad sohbet etmeye başladı. Bir ara
'ben seni fakir kabul ediyorum' buyurdu.[1]
"Üstad'ın sohbeti bir kaç defa bitti. Susup misafirin
gitmesini bekliyor, gitmeyince yine sohbete mecburiyetle devam ediyordu.
Üçümüz de saç ayağı şeklinde oturuyorduk. Saatımı cebimden
çıkarıp, Hacı Efendiye doğru tutuyordum. Neden sonra Hacı Patlak Efendi bana
doğru bakınca, kalkmasını işaret ettim. Bu işaretimden sonra Hacı Efendi
müsaade isteyip ayrıldığı zaman, 'Birader siz cennette yaşıyorsunuz. Onun için
bu tatlı, huzurlu, lezzetli ve feyizli halden ayrılamadım' demişti.
Üstadın sineklere
şefkati
"Üstad hayvanlara karşı da çok şefkatliydi. Sinerleri
biz dışarıya kovmaya çalışırken, soğuk diye buna razı olmuyordu. 'Bunların zaten
ömrü az kaldı, yarın bunlar ölecekler. Bunlar benim gece arkadaşlarımdır'
diyordu. İlaçların sıkılmasını da hiç istemiyordu."
"Bize âlim
demezler"
l952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için Üstad Bediüzzaman
İstanbul'a gelmiş, Sirkeci'de Akşehir Palas'ta kalıyordu. Bir çok tanınmış
şahsiyetler Üstadın ziyaretine geliyordu. Bu ziyaretlerden birisine şahit olan
Refet Bey bu hatırasını da şöyle anlattı:
"Üstad otelin odasına, gelen ziyaretçilerle görüşüp
konuşmak için döşeli bir vaziyet verdirmişti. Bir gün Urfa'lı hem vaiz, hem de
avukat olan meşhur Mahmud Kâmil Bey ziyaretine gelmişti. Bu zat Beyazıd
camiinde haftada bir gün bir saat ders veriyordu. Cami tıklım tıklım doluyordu.
Mahmud Kâmil Bey Üstadın karşısına oturmuştu. Görünüşü çok heybetli, uzun boylu
ve müşekkel bir zattı. Sohbet esnasında bir ara Mahmud Kâmil: 'Efendim, ben
sizin Van'da bulunduğunuz sırada Urfa'da talebeydim, sizden ilm-i beyan
hususunda ders almak istiyordum' dedi. Üstad ona iltifat ederek, 'Ben bu
kardeşime ders verecek iktidarda değilim,' deyince o heybetli vücuduyla bir
anda yere atlayan Mahmud Bey, Üstadın ayaklarına kapandı. Sonra Üstad:
'Risale-i Nur hepimize ders veriyor, Onun dersini beraber dinleyelim' diyerek
orada bulunan bir üniversite talebesine Sözler Mecmuasındaki Hüve Nüktesini
okuttu. Bazı yerlerini de kendisi izah etti. Dersten sonra hayretini
etrafındakilerden gizleyemeyen Mahmud Bey; 'Bize âlim demezler; işte âlim bu
eserin sahibine derler' dedi."
Yüzbaşı Refet Barutçu Bey de her fani gibi ebediyete
intikal etti. Fakat Onun hizmetleri, hatıraları aramızda daima yaşayacaktır.
Toprağa düşen bir tohum gibi, Refet Bey toprağa girdi. Hizmetleri, himmetleri
sümbüllendi; çiçek çiçek yeşillendi, nesiller yetiştirdi. Cenab-ı Hakk ruhuna
binler rahmet yağdırsın.
Refet Barutçu merhumun l975 Şubat'ında Ankara'da vefatı
üzerine Seyfünnur Özcan kardeşimiz "Hüsran'a Cevab" başlığı altında
şu mısraları yazıp neşretmişti:
Hüsran'a cevap
Refet Ağabey'e
Sen böyle bakıp, durmuyorsun dili bağlı
İslâmı uyandırmak için haykırıyorsun
Gür hisli, gür imanlı beyninle
Coşuyorsun artık ümidinle
Ey Akif diyorsun:
"Haykır kime, lakin? hani sahiplerin yurdun"
Sağa da baksan, sola da baksan...
Çıktı Nur yolcusu sahibidir yurdun,
elleri çıkaracak şüheda, toprağından.
***
Feryadının naşını tutarak gömdüğün şiirinden,
Bin parçasını çıkardı göğsünden.
Seller gibi eninin bu asrı sarmış.
Gizli inen yaşın gençliği uyandırmış.
Safahat çınlatıyor gök kubbesini.
Arıyor gençlik ceddinin sesini.
Ey Akif!... Ey şüheda!..
Geliyor kucağına müjdeci yolcular..
Nur yolcusu, Hak yolcusudur bunlar.
Nurla binlerce safahat yaşatırlar.
Ceylan, Zübeyr, Aliler, Mustafalar.
Sadullah ve Refet Ağabeyler
Bakın, kafileye katıldılar.
Seyfünnur Özcan
TRABZON
* Karaca Ahmed Sultan, Barla-Eğirdir arasında "Karadut" mevkiinde, bir ziyaretgâhtır. Barla'ya yaya kırk dakikalık bir mesafededir.
[1] Sonradan merhum Tahiri Mutlu Ağabeye bu hatırayı nakledişimizde, o meşhur ve çok zengin olan Hacı Patlak iflas etmiş. Vefat ettiği zaman belediye tarafından cenazesi kaldırılacak derecede fakr-ı hale mâruz kaldığını ifade etmişlerdi.(Abdülvahid Mutkan)