l899'da Isparta'nın Barla nahiyesinde doğdu. Nur Risalelerinin
Emirdağ Lahikası'nda ismi ve bahsi geçmektedir. Barla'da Nur Üstad
Bediüzzaman'ın ilk muhatap ve talebelerinden Muhacir Hafız Ahmed Efendinin
damadıdır. "İkinci Lem'a"da bahsedilen Muhacir Hafız Ahmed Efendi
merhum, Üstad Bediüzzaman'ı Barla'da bir hafta evinde misafir etmişti. Muhacir
Hafız Ahmed üstadın sekiz sene kaldığı muhteşem çınarın yanındaki menzilin
bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidi'nin imamlığını yapıyordu.
Eşref Beyi korkutan
neydi?
Merhum Bahri Çağlar, "Yirmi Dokuzuncu Söz"deki
"Elifler Kerameti" bahsinin şâhitlerinden olan Eşref Beyin oğludur.
Bahri Bey Amcamın anlattığına göre, babası çok hiddetli ve
heybetli bir zatmış. Birgün ısrarla geceleyin Üstadın dershanesinde kalmak
ister. Üstad ne kadar rıza göstermezse de, rica yoluyla kalır. Gecenin çok
ıssız bir vaktinde, aşağıdaki çeşmenin yanından bazı lâhutî sesler ve yine
çeşme başındaki taşlardan at nallarının sesleri gelmeye başlar.
Üstad Bediüzzaman, bu zoraki misafiri kaldırıp,
aşağıdakilere bakmasını söyler. Fakat o celâlli ve heybetli Eşref Bey
korkusundan başını bile yorganın altından dışarıya çıkaramaz. Sonra Üstad, Nur
âleminden gelen o nuranî misafirlerin yanlarına iner ve onlarla görüşür. Bizim
Barla'nın öfkeli ve hiddetli şahsiyeti Eşref Bey, ancak o zaman başını yorganın
altından dışarıya çıkarıp rahat bir nefes alır.
Bu hâdiseden sonra Bediüzzaman'ın yanında kalabilme
cesaretini gösteremez. Bir daha da "Ben sizin bu gece misafiriniz
olacağım!" gibilerden herhangi birşey söyleyemez.
"Yirmi Dokuzuncu Söz'ü Nur kâtipleri birbirlerinden
habersiz olarak yazarlar. Bu sözde bütün risalenin ilk satırlarında elif
harfleri alt alta gelerek muhteşem bir tevafuk meydana getirmişlerdir.
Merhum Bahri Çağlar Amcanın babası Eşref Bey de bu alt
alta gelen eliflerin canlı bir şâhidi olarak, imzasını atmaktadır. "Eşref
Bey" şeklinde imzası, İslâm yazılı risalenin sonunda bulunmaktadır.
Köye bir Hoca
Efendi gelmiş
Bahri Çağlar hâtıralarını şöyle anlatıyordu:
"Üstad Barla'ya ilk geldiği gün (l926 baharı) herkes
birşeyler söylüyordu: 'Köye bir Hoca Efendi gelmiş. Namı Bediüzzaman imiş.
Ankara'dan sürmüşler. Eğridir'den jandarma nezaretinde bir kayıkla gelmiş. 8 ay
Budur'da kalmış. Etraftan halk ve ulema ziyaretine gelmeye başlayınca kimse ile
görüştürmemek için dağlar arasında ücra bir köy olan Barla'ya
nefyetmişler.."
"Ben Üstadın Barla'ya gelişinin dördüncü günü
ziyaretine gittim. Başında sarık, sırtında cübbe, heybetli ve haşmetli bir hali
vardı. Gözleri şimşek gibi parlıyordu.
Çınar ağacının
değeri
"Barla'da medrese-i nuriyenin önünde bulunan çınar
ağacı hakkında Üstad şöyle diyordu:
"Ehl-i hükümet gelerek, 'Eğer razı olursan şu ağacın
bir dalını keseceğiz, sana da l0 bin altın vereceğiz; bu parayı Risale-i Nurun
hizmetine sarfedersin' deseler, Vallahi razı olmam."
Döküleni topla
"Üstad benden bir tane çam kozalağı istemişti. Ben de
koparmak için elimi ağaca uzattım. Üstad, 'Hayır ağacından koparmayacaksın.
Altına dökülenlerden bulacaksın' diye ikaz etti.
Ağaçtaki taze ekmek
"Bir defasında Üstad bana, 'Mübarek Süleyman ne yapıyor?'
diye sordu.
"Risale yazıyor" dedim.
"Üstad, 'Onun söylediği iki kelime var ki, o
kelimeler onun için l0 sene risale yazmaktan daha efdaldir. Çam dağında bir
ağacın dalları arasında taze ekmek bulduğumuz da, 'Üstadım, bu ekmek bize helâl
olur mu ya?' demişti.
"Bir seferinde Çam Dağında iken Üstad, Mübarek
Süleyman'dan ekmek hadisesi olan mevkide, her defasında iki yumurta yumurtlayan
tavuğu soruyor. O sırada büyük bir kartal gelip ağaca çarpıyor. Üstad, hemen
tavuk bahsini kapatıyor, uzun bir tefekküre dalıyor.
Nur postacıları
"Risale-i Nurların elle çoğaltıldığı ilk yıllarda eli
kalem tutan herkes gönderilen risaleyi yazarak çoğaltıyordu. Isparta'nın civar
köylerinde, bilhassa Sav ile Barla arasındaki köylerde çok yazan vardı.
Savlılar yazınca kitap Isparta'ya; Ispartalılar Kuleönüne, Kuleönlüler de
Barla'ya getirirdi. Yazmasını bilmeyenler de Nur postacılığı yapar, kitapları
taşırlardı.
Üstadla gelen
bereket
"Üstad Barla'ya ayak bastığı zaman burada öyle bir
mahsul oldu ki, her sene dışarıdan buğday alırken, o sene dışarıya biz mahsül
sattık. O buradan gidince, o bizleri terk edince mahsüllerimiz azaldı. Eski
bolluk ve bereket kalmadı. Barla'nın bağ ve bahçeleri sarardı, kurudu. Ekin
onda bire düştü. Eskiden çiftçilik yapan 200 aile vardı, şimdi 5'e düştü.
Elleri bağlı deli
"Üstadın hizmetinde bulunduğum birgün yanına Afyon
taraflarından elleri bağlı deli bir çocuk getirdiler. Birçok doktora
götürdükleri halde iyi olmamış. Elini çözünce insanlara hücum ediyormuş.
"Hz. Üstad, 'Bunun ellerini niçin bağladınz, çözün'
dedi. Elleri çözülünce çocuk gayet sakin bir hal aldı. Daha sonra da şifa
buldu.
"O sırada onları Barla'ya getiren eşeklerden biri
heybeden düşen karpuzlardan birini yemiş. Hz. Üstad o zaman karpuzları
yemesinin cezası olarak, 'Bu işleği deniz (Eğridir Gölü) kenarına götürün, odun
yükleyerek buraya getirin' dedi. O şefkat kahramanı aziz Üstad, eşeğe, çok
çalışkan ve çok faydalı mânâsında 'işlek' derdi.
"Üstad birgün bana, 'Sende Tılsımlar Mecmuası var
mı?' diye kitabı istedi.
"Var" dedim.
"Getir, bir meseleye bakacağım" dedi.
Yatsıdan sonraydı. Üstada verdim. Ertesi gün öğleden sonra
geldiğimde, baktım ki, Üstad hepsini okumuş: 'Al kitabını, hepsini okudum'
dedi.
"Almayacağım' dedim.
"Neden almıyorsun?' dedi.
"Sakladığım yerde iki tane imiş' dedim. Halbuki Üstad
istemezden önce orada iki tane kitabın olduğunu ben de bilmiyordum.
Yırtmaya kıyamadım
"Kule önünde Küçük Ali vardı. Birgün gittim, sordum:
"Tılsımlar mecmuası ciltlendi mi?' 'Hayır, daha ciltlenmedi' dedi. Üç gün
sonra tekrar gittim. 'Ciltlenecek filan' derken 'Siz ciltleyebilir misiniz, beş
lira fiat' dedi.
"Ben de 'iki tane ver' dedim, 'Biraz Osman'ın elinden
gelir.' Götürdüm, ciltledik. Bu sefer Üstaddan, 'Tılsımlar Mecmuası'nın
sonundaki 'Mâidetü'l-Kur'ân bahsini koparın' diye haber geldi. Yeni
ciltlettiğimiz için koparmaya kıyamadık. Öylece kalmıştı. Üstad isteyince
koparmadığımızı fark ettim. Üstad, 'Niye koparmadınız?' deyince, 'Kıyamadım
Üstadım' dedim. Üstad öyle memnun oldu ki, o memnun vaziyetini bir daha
göremedim.
Üstadın cübbesi
yangını nasıl söndürdü?
"Otların kuru olduğu bir yaz günü Santral Sabri
öküzlerini otlatıyormuş. Çobanlardan biri elindeki sigarayı yere atar atmaz, otlar
tutuşmaya başlamış. Etrafta da kimse yokmuş. Ateşi söndürmek için biraz toprak
atmış, fakat ateş iyice alevlenmiş. Her taraf ormanlık. Sabri Ağabeyin üstünde
Üstadın cübbesi varmış. Cübbeyi çıkarmış açmış, ateşe karşı tutmuş. 'İşte
Bediüzzaman Hazretlerinin cübbesi' demiş. Kudret-i İlâhi, ateş sönüvermiş.
Hâdiseyi ertesi gün Üstada bahsetmiş. Üstad da, 'Keçeli' demiş. 'beni orman
bekçisi mi yaptın?'
"Üstad birgün Santral Sabri'ye şöyle diyor:
"Önce Yâsin-i Şerif'i oku, arkasından İhlâsı, daha
sonra da Cevşeni oku ve üç büyük cenazenin ruhuna bağışla. Bu üç büyük cenaze:
l. Dünyanın geçmiş ömrü.
2. Ecdadın geçmiş ömrü.
3. Kendi geçmiş ömrü."
200 yıllık ölü
"Bir gün Üstad, yanında Şamlı Hafız Tevfik olduğu
halde mazarlığın yanından geçiyorlarmış. Üstad diyor ki: 'Şurada yatan bir zat
var, beni geceleri rahatsız ediyor, kazın' diyor. Kazıyorlar, bir mezar taşı
çıkıyor. 200 sene önce defnedildiği anlaşılıyor. Halbuki kazılmadan önce orası
düm düzmüş, mezar olduğuna dair hiçbir alâmet yokmuş. Herhalde gelen geçen
çiğnediği için, Üsdad o mezarın meydana çıkarılmasını istemiş.
Müftü mahcup oldu
"Eğridir müftüsü halim-selim bir adamdı. Risale-i
Nurlara hayrandı. Birgün mendiline elma koyup Üstada getirdi. Üstad taksiye
binmiş hareket etmek üzere idi. Hemen ilerledi, elmayı uzattı. Elma elli kuruş
etmezken, Üstad çıkardı iki gümüş lira verdi. Müftü mahcup oldu. Parayı almak
istemedi. Bunun üzerine, Üstad 'Söyle, parayı alsın' gibilerden benim yüzüme
bakınca, Müftü Efendiye parayı almasını söyledim, o da aldı.
"Bir bahar günü Üstad birkaç talebesi ile beraber
kıra giderken yol üzerinde bir kaplumbağa görür. Kaplumbağanın az gerisinde
çocuklar oynuyorlarmış. Üstad Hazretleri çocukların yanında durur, muhabbetle
bakar ve şöyle der:
"Siz mübareksiniz, masumsunuz, bana dua edin. Bu
kaplumbağaya da dokunmayın. Çünkü o da mübarektir."
"Oradan uzaklaşıp 5 dakika kadar giderler, az sonra
tekrar dururlar. Üstad kardeşlerden birisini geriye çocukların yanına
göndererek kaplumbağayı çocukların elinden kurtarmasını söyler. Oraya varınca,
çocukların sopalarla kaplumbağayı rahatsız ettiklerini görür ve ellerinden
alarak uzakça bir yere götürür.
Ağaçta çay içerken
"Sıddık Süleyman Ağabey anlatmıştı:
"Üstad Hazretleri medresenin yanında bulunan çınar
ağacının üzerindeki köşke çay bardağı elinde hiçbir tarafa tutunmadan çıkarmış.
Bazan geceleri orada kalırmış.
Sarp yamaçlarda
rahat yürürdü
"Üstad Çam Dağında iken tepenin Senirkent'e bakan cihetine
oturmuş. Burası çok sarp ve dik bir yerdir. Altı tarafı da uçurum. Sıddık
Süleyman Ağabey çay pişirmiş. Üstada götürürken ayağım kayar da düşerim diye
eli titriyormuş. Bir bardak çayı eli titreye titreye Üstada veriyor. Üstadın
kılı bile kıpırdamıyormuş. Üstelik Üstad ökçesi basık ayakkabı giyerdi. Onunla
yürümek ise çok zordur. Üstad en sarp ve dik yamaçlarda bile rahatça yürürdü.
Yarım şeker israfı
"Sıddık Süleyman Üstad Hazretlerinin misafirlerine
çay dağıtıyormuş. Elinde yarım tane kesme şeker varmış. Onu boş bir bardağa
bırakmış. Bu hâli gören Üstad Hazretlerinin ruhu çok sıkılır ve kendisine şöyle
der:
"Eğer yirmi kişiye daha çay verseydin ruhum bu kadar
sıkılmazdı. Çünkü sen iktisada riayet etmedin."
Nurun ilk kapısı
"Üstad Barla'da iken Sıddık Süleyman Nurun İlk
Kapısı'nı vermişti. Bir ara ben de görmüştüm. Aldım bir nüsha yazdım. Bu
sıralarda Üstad Kastamonu'da idi. Üstad l6 sene sonra tekrar Barla'ya
geldiğinde ikimiz de götürüp kitapları kendisine takdim ettik. Üstad ise hemen
Isparta'ya gönderip çoğalttırdı. Bu ismi de o zaman koydu.
Haydi Üstada
gidelim
"l950'den sonra bir yaz günü Üstad Barla'ya şoförü
Mahmud Çalışkan'la gelmişti. Yanında başka kimse yoktu. Çünkü diğer kardeşler
hep tevkif edilmişti. Köyde herkes işinde gücünde olduğundan kimse yoktu.
Mahmut kardeş ise Barla'ya ilk defa geliyormuş. Arabayı yukarıdaki medresenin
yanına koymuşlar.
"Üstad, Mahmut kardeşe bir miktar para vererek yoğurt
almaya göndermiş: 'Süleyman Efendinin evini sor. Eğer o yoksa evi medreseye
bitişik olan Marangoz Mustafa Çavuşun kızını bul, şu parayı ona ver, yoğurt
bulsun. Onları bulamazsan Bahri'yi bul"
"Medresenin yanına geliyor, fakat civarda kimse yok.
Kendisini yaşlı bir kadın görüyor, 'Kimi arıyorsun?' diyor.
"Süleyman efendiyi."
"İşte şu karşıki ev."
"Bakmış kapı kilitli. Bu sefer Mustafa Çavuşu
soruyor. Fakat 'Kızı' kelimesini unutmuş.
"Kadın, 'Mustafa Çavuş yok. Biraz yukarıda Mustafa
Çavuş vardı, ama öleli çok oldu' diyor.
"Oradan sorarak Mahmut kardeş bizim eve geliyor.
Vakit öğle saati. Yemek yiyorduk. Bütün çocuklar sofrada idi. Cümle kapısı
tıkırdadı. En küçük kızım, 'Şu kapının çalınması Üstadın talebelerinin
çalmasına benziyor' dedi. Hepimiz merdivenin başına koştuk. Baktım ki kapıdaki
Mahmut kardeş. Hemen aşağı indim. 'Ben sokakta kaldım' dedi. 'Süleyman efendi
yok, Mustafa Çavuş yok. Haydi Üstadın yanına gidelim.' Kalktık yukarı medreseye
gittik. Üstadı bir sandalyede oturmuş halde gördüm. Üstad çok neşeli idi. Öyle
neşeli halini daha önce hiç görmemiştim.
Üstadın çay ikramı
"Üstad yukarı medresede kaldığı zaman hava mülayim
ise hiç içeride oturmaz, dışarı çıkardı. Bilhassa hava güneşli ise zemherir de
olsa mutlaka dışarı çıkardı. Medresenin büyük salonunda sabahleyin çay içerdi.
O esnada merdivende kimi görse elindeki çay bardağı yarım da olsa veya birkaç
yudum da kalmış olsa içmesi için ona verir ve içmesini isterdi. İçmezsek
üzülürdü. Bunun için Üstadı çay içerken gördüğümde merdivende gizlenirdim.
Kitap hediyesi
"Üstad Emirdağ'da ziyaret ettiğimde kendisine bir adet Asa-yı Musa hediye etmek istedim. Fakat Üstad kabul etmedi. Bunun üzerine, 'Üstadım' dedim, 'dünyaya ait birşey olunca almıyorsunuz. İşte bu kitaptır.' Böyle deyince Üstad kabul etti ve bana bir tane havlu verdi. Bu havluyu yıllarca muhafaza ettim.