Son Şahitler 1.Cild s. 427
l900 yılında Isparta'nın Atabey kazasında doğdu.
Bediüzzaman'ın yakın talebelerindendir. l943'de Denizli, l948'de Afyon
hapislerinde Bediüzzaman'la birlikte bulundu.
l977'de vefat etti.
Güller beldesinin
gülü
Fikrim ve gönlüm onun hatıralarıyla dolu... Makinadaki
şeritten onu dinliyorum. Ötelerden. Nur âleminin derinliklerinden, ebedlerinden
sesleniyor sanki...
Kur'ân için çırpınan, didinen, göz yaşı döken, mübarek
hayali karşımda duruyor. Tebessüm ediyor, dosta kavuşmanın sevinci içinde
"Yâr ile hemdem" olmanın bayramını ediyor.
Atabeyli Mehmet Tahirî Mutlu... l900-l977 Nisan!...
İşte güller beldesinin gülü Tahirî Mutlu..
Meleklerin gül demetleriyle karşıladıkları bir evliya...
Ama kendisi velayetini bilmeyen bir bahtiyar veli...
Selâm olsun sana Tahirî Ağabey!
Defterdeki yoklamada bizi "yok" hanesine
yazmayasın. Elinde yılların yıprattığı bir dua, niyaz ve münacat kitabı vardı.
Burada isim isim insanları sıralamıştı. Hep dua ederdi, yalvarır, yakarırdı.
Geceleri, seherleri...
İlâhî! Yoklama gününde, defterindeki listede bizi unutma,
yoklar hanesine, hiçler sayfasına yazma. Devamsızlıktan sınıfta kalmayalım. O
mahşerî kalabalıkta, şayet sesimiz boğuk ve kısık çıkarsa, bizi duy, buradayız
dediğimizde bizi mevcut göster.
Gür sesinle, tâdat günü, ismimizi tam ve var'dır sayfasına
yaz.
Tahirî Mutlu... Gerçekten mutlu bir insandı. Mutlu mes'ut
bahtiyar Üstad'ın mutlu bir talebesi. Ne mutlu ona... Ne mutlu temiz
Tahirî'ye...
Tahirî Mutlu'yu dinliyorum şu anda, geliniz isterseniz,
size de dinleteyim bu mutlu sesi. Anatole France'in dediği gibi :
"Bu hatıra kırıntılarından da hoşlanabilecek kimseler
bulunabilir."
Tahirî, Lütfi'nin
yerini alır
"Üstad Hazretleri Barla'da bulunduğu yıllardaydı.
Bizim Atabey'den ve civar köylerden yanına giden ve ona talebe olanlar vardı:
Küçük Lütfi, Mesut, Hafız Ali, Küçük Zühtü. Bu arkadaşlar, daha sonra Eskişehir
hapsine de gitmişlerdi.
"Küçük Lütfi, Eskişehir hapsinden döndükten sonra
vefat etmişti. Kendisi Hafız Ali'nin akrabası olurdu. Vefatına biz de
gitmiştik. Defnettikten sonra, merhum Hafız Ali, İmam H.Mustafa'ya beni
göstererek, "Lütfi'nin yerini boş bırakalım. Tahirî, Lütfi'nin yerini
alır" diyordu.
"Demek kısmetimiz varmış..... Cenab-ı Hak nasip etti.
Daha önceleri, l930 yıllarında da tanırdım. Ama asıl Nur'un hizmetine girişim
l935'den sonra oldu.
Üstad'a Lemeat'ı
götürmüştüm.
"Kastamonu'da Üstad'ın ziyaretine gitmiştim.
Bastırdığım eserleri, İstanbul'da Sahaflar çarşısında bulduğum Lemeat'ı götürmüştüm.
Çok sevindi, Lemeat'ı Sözler'in arkasına yazdırdı. Dersler yaptı. O günkü
sevinç içinde, bana, Mevlâna Halid Hazretleri'nin cübbesini giydirmişti."
***
Tahirî Mutlu, mektuplarda geçen bazı tabirleri şöyle
anlatıyordu:
"Mübarekler heyeti : Kuleönü talebeleridir...
"Medrese-i Nuriye : Sav Köyü..
"Gül Fabrikası sahipleri : Hüsrev Altınbaşak, Rüştü
Çakın, Refet Barutçu...
"Nur fabrikasının mensupları ise: H.Ali Ergün, Büyük
Ruhlu Küçük Ali, H.Mustafa ve Tahirî Mutlu..."
İhtiyarların genci
Nur hizmetindeki müstesna sadakat ve doğruluğu ile, bir
yıldız gibi parlamıştı. Eserlerin yazılmasında, matbaalarda basılmasında, her
yerde çeşitli şartlar altında unutulmayan hizmetleri olmuştu.
İslâmköylü Hafız Ali'nin varisi, Nur fabrikası mensubu
Tahirî Mutlu, Üstad'ın yine başka bir tabiriyle "İhtiyarların genci"
şimdi hakiki gençlik diyarına gitmişti.
Uzun boylu, ak sakallı, iri, kalın kaşlı, gür maveraî bir
sesi vardı. Konuşurken sanki, başka âlemlerden,ötelerden, ebediyetten gibi
gelir sesi.
Huzur ve sükûnla dolu bir dünyası vardı. Zaman zaman onun
bu huzurlu dünyasından huzur almaya giderdik.
Cübbenin tapusu
Yine böyle bir ziyaretine gitmiştim. Doyumsuz sohbetinden,
yine istifade etmek istemiştim.
Üstadından bir yâdigar, bir mübarek namaz cübbesi vardı.
Bunun kendisine ne zaman intikal ettiğini sordum. Hemen kalkarak "Cübbenin
tapusu" dediği yine Üstadının el yazısı olan bir kâğıdı tutuşturdu
elime... Bu yazıda, bizzat Bediüzzaman l943'de Denizli hapsinde bu cübbeyi
Tahirî Mutlu'ya hediye ettiğini yazıyordu.
Cübbenin kendisine gelişini şöyle anlatıyordu :
"Denizli hapsine gitmeden evvel iki cübbesi vardı.
Bunlardan birisini 'Nur Fabrikasının Sahibi' dediği Hafız Ali Efendiye [Ergün]
vermişti. Fakat bundan H. Ali'nin haberi yoktu. Bir arkadaş vasıtasıyla göndermişti.
Denizli'de Ali Efendi vefat edince, Üstad cübbeyi bir senet mukabiline bana
verdi."
Son görüşmemizde bir çocuk safiyet ve masumiyetiyle
"Cübbenin Senedi" dediği yazıyı çıkarıp bana teslim etmişti. Bu
yazıda şunları okuyorduk :
"Bismihi Sübhanehu
"Aziz, sıddık, kahraman, ikinci Hüsrev, ikinci Hafız
ali ve onun ve Lütfi'nin varisi ve birinci Tahirî kardaşım:
"O meşlahı sana hediye ediyorum.
Kardeşiniz Said Nursî"
Kendisi bir tevazû abidesi sanki.... Melekler gibi
tertemiz, lekesiz bir mü'mindi. Ak saçını İslâmiyete hizmette ağartmıştı. Nur
gibi parlayan bir nâsiye ve bembeyaz bir sakal...
Kendisiyle ilgili, kendisini yücelten hatıraları pek
hatırlamıyordu bile...
Üstad'ın onun için "Sarsılmayan sadakatı, aldanmayan
zekâsiyle" diye onu tarif tavsif ediyordu.
Bir Veliyy-i Azîm
Afyon Hapishanesindeki Nur talebeleri arasındaki bazı
üzücü olaylardan dolayı, el açıp yalvaran Bediüzzaman :
"Ya Rabbi! Yok mu bir talebem?' diye Cenab-ı Hakka
iltica ettiğim zaman birnden bana Tahirî gösterildi" diyor ve anlatmaya
devam ediyordu.
"Tahirî, o zaman seni bir veliy-yi azîm, bir kutup
tahayyül ettim. Sonra baktım ki, sen istihdam olunuyorsun."
Burada Bediüzzaman, Tahirî Mutlu'ya soruyor :
"Tahirî, istihdam olduğuna mı razısın, yoksa benim
zannımda [veliy-yi azîm] olmasını mı istersin?"
Mübarek veli Tahirî Mutlu, Üstad'ının sualine şöyle cevap
veriyor :
"İstihdam edilmemi isterim, Üstad'ım..."
"Maşaallah!... Gerçi velidir" diyor.
Ama bunları kendisi anlatmıyordu. Sorduğumuzda,
"Hatırlamıyorum" diyordu. O hizmetle ilgili meseleleri hatırlıyor,
anlatıyordu.
Kur'ân hizmeti: İman hizmeti... Nur hizmeti... yarım yüz
yıl, ömrü bu mukaddes hizmetin içinde geçmişti. Karakollar, hapisler, onun bu
hizmet uğrunda geçtiği menziller ve duraklardı.
Atabey'de bize
çelebiler derlerdi
Son ziyaretimde aslını, dedelerini sormuştum kendisine.
"Babamın dayısı Mevlânâ'ya bağlıydı. Mevlânâ postnişiniydi. Bu sebepten
bize Atabey'de Çelebiler derlerdi. Soyadı kanunu mecburiyetinde, soyadı olarak
Çelebi'yi almıştık. O yıllarda Atabey'e gelen bir mülkiye müfettişi :'Hâlâ bu
çelebilik kalkmadı mı?' diye, bizim bu soy ismimizi almamıza razı
olmamıştı."
"Tahirî, işte sen böyle diyebilirsin"
Yirmi Sekizinci Söz, Nur Risalelerinden cennetle ilgili
bir risaledir.
Bir gün Bediüzzaman'ın huzurunda Tahirî Mutlu'nun da
olduğu bir derste bu Risaleden bir parça okunmuş :
"İnsan olan insan diyebilir ki: 'Benim Hâlıkım, bu
dünyayı bana hane yapmış; güneş benim bir lambamdır; yıldızlar benim
elektriklerimdir; yeryüzü çiçekli-miçekli halılarla serilmiş benim bir
beşiğimdir' der Allah'a şükreder."
Dersin tam bu kısmında Üstad Bediüzzaman şöyle der:
"Tahiri, işte sen böyle diyebilirsin"
Gerçekten Tahirî Mutlu, bu kudsî dersin sırrına ermiş
insandı. Uzun ömrünün, büyük bir kısmını Üstadıyla ve onun iman hizmetine
yardımcı olmakla geçirmişti.
Sakın yine gülsuyu içmeyesin
Bir yaz günü sıcaklar İstanbul'u yakıp kavuruyor.
Kocamustafapaşa'daki evine ziyarete gitmiştim. Evi çok yüksekti. Biraz da
süratli merdivenleri çıktığımdan, terlemiş ve çok yorulmuştum. Yedi katı
süratli çıkmanın kalb çırpıntıları içinde, oradaki arkadaşlardan biraz soğuk su
istemiştim. Onlar da buzdolabında soğuk suyun olduğunu söyleyince hiç durmadan
samimiyetle gelen bir hareketle, buzdolabını açtım. Buz gibi buğulu soğuk su
şişeleri dizilmişti.
Şişelerden birini alarak, bardağa doldurdum. Kuruyan
dudaklarım soğuk suyun hasreti içinde, bir ağız dolusu buz gibi su, mideme
inmiş. İkinci yudum atacaktım ki, midem tersine döndü âdeta. Süratle lavaboya
koştum..
Yanlışlıkla bozdolabındaki gül suyunu içmiştim.
Atabey'in gül suyunu, soğuk su zanniyle, hararetin verdiği
iştiyakla yudumlamıştım.
Her ne kadar istifra ederek atmaya çalıştımsa da mümkün olmadı.
Durumu öğrenen mübarek insan, Tahirî Ağabey, gülüp duruyordu.
Bu hâdiseden sonra kendisiyle her karşılaştığımda, daima
gülerdi rahmetli... "Sakın yine gül suyunu içmeyesin" derdi.
Belki on beş gün, ağzımdan gül kokusu geliyordu.
Nefesimden bile gül kokusu çıkıyordu.
Derin derin güler durur, gül suyunu hatırlardı. Gül
şehrinin güller
gibi hoş, temiz insanı, makamın cennetin gül bahçeleri olsun.
Üstad, Tahirî'nin
hatırı için suçlu talebesini affederdi.
Üstadının yanında çok ehemmiyetli yeri ve mevkii vardı.
Bazan Üstad Bediüzzaman, bazı talebelerine kızıp, darıldığı zaman, o hiddet
anında, içeri Tahirî Mutlu girince, o hiddet halinden çıkan Üstad, hep onun
hatırı için, o suçu bağışlayıp affedermiş.
Bir anda o hiddetli, öfkeli hali hemen değişip:
"Tahirî! Gel.." diye tebessümle karşılarmış,
rahmetliyi..
Ey Allah'ın veli kulu!
Eyüpsultan tepelerinde, ebediyetlerin nurlu dünyasından,
şu karanlık dünyamıza ışık, himmet ve mânevî
yardımını esirgeme!
Sahaflar'da
Üstad'ın eski eserlerini buldum
Tahirî Mutlu, Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıratının
devamında şunları anlatmıştı :
"l942 senesinde İstanbul'da kırk beş gün kaldım.
Bozkurt Matbaasında, Ayetü'l-Kübra'yı bastırmıştım. O zaman ekmekleri karne ile
alırdık. Halk Partisi devrinde her şey karne ile satılırdı. Karneyi belediyeye
imzalatır, ondan sonra ekmeği alırdık.
"Sık sık Sahaflar Çarşısına uğrayarak,
'Bediüzzaman'ın eserlerinden varmı?" diye sorar, soruştururduk. Bu sırada,
Üstad'ın eski eserlerinden, İşaratü'l-İcaz, Hakikat Çekirdekleri ve Lemeat'ı
bulmuştum.
"Ayetü'l-Kübra'yı bastırdıktan sonra vapurla
İnebolu'ya gittim.
Oradan da Kastamonu'ya geçtim.
"Kastamonu'da Üstadla görüştüm. Üstad sevindi.
Bilhassa Lemeat'ı görünce çok memnun oldu..."
Üstad Lemeat'la
ilgili ne diyor?
Hâdiseyi bir de Bediüzzaman'ın mektubundan takip edelim :
"Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur'âniyede
kuvvetli arkadaşlarım,
"Bu defa kahraman Tahirî'yi umumunuz namına gördüm.
Ve onda bir Lütfi. bir Hafız Ali, bir Hüsrev ve bir Said [fakat genç Said]
müşahade ettim. Cenab-ı Hakka çok şükrettim. Bu defa onun kokusunu alıp, O daha
gelmeden, benim yanıma gelen komiser ve taharri adamları münasebetiyle, benden
talebeler tarafından sual edilen bir mesele, belki size de bir faidesi var diye
gönderildi." [Kastamonu Lâhikası, Shf: l06]
Müteakiben gelen mektuplarda, yine Lemeat konusuna temas
eden Bediüzzaman:
"Kahraman Tahirî'nin bana getirdiği bir nüsha
Lemeat'ı çok kıymettar gördüm. Eğer bir nüsha daha o havalide varsa, siz de o
parçayı nüshalarınızın âhirine yazarsınız. Zaten Lemeat, kendisi de harikadır.
Ramazan-ı Şerifte, yirmi gün zarfında, nesir bir surette tekellüfsüz, birden
yazılmış. Sonra baktım, sehl-i mümteni gibi, nesr-i manzum ve nazm-ı mensur
suretine almış." [Kastamonu Lâhikası, s. l33]
Lemeat, parlayışlar, parıltılar mânasına gelmektedir. Eser
48 sayfadır. Ayrıca sonunda "Tarihçe-i Hayatın Zeyli" diye iki
sayfalık bir ek bölümü vardır.
Bu ek bölümde Abdülmecid Nursî'nin ve Abdurrahman Nursî'nin
birer küçük manzumeleri yer almaktadır.
29xl9 ebadındaki eserin yeniden neşri sırasında, müellifi
Bediüzzaman tarafından bazı değişikliklere tabi tutulmuştur.
Sözler isimli eserinin sonuna, yeni harfleriyle eklenen
Lemeat, l957 yılında bizzat müellif tarafından bazı değişikliklere tabi
tutulmuş, bazı çıkartmalar yapılarak daha da küçültülmüştür.
Üstadın hazin Barla
ziyareti
Bediüzzaman'ın Nur Risalelerinin ilk dershanesi olan
Barla'dan ayrılalı yirmi yıla yaklaşmıştı. Bu yirmi yıl zarfında belki yirmi
şehir daha gezmişlerdi.
Bütün menfi hâdiselere rağmen o, hür başıyla, beyaz
sarığıyla bütün inkâr dünyasına karşı meydan okuyordu.
Başlattığı maneviyat harekâtını, çeşitli engellere,
manialara rağmen başarı ile yürütüyordu.
Barla'yı çok özlemişti. Ana ocağı, baba yuvası gibi hasret
duymuştu. Yeşil Barla'ya..
"Nurs karyesine karşı olan sıla-ı rahimden daha
ziyade bir saikle geldim Barla'ya" diyordu.
Yediden yetmişe Barlalılar, "Hoca Efendi" gelmiş
diye koşa koşa karşılamaya çıkmışlardı.
Gençler, ihtiyarlar, çocuklar, kadınlar hepsi ayaklanmış
Üstad'ı, Hoca'yı karşılamaya koşuyorlardı.
Üst yoldan belediye binasının önündeki meydana girmişti
arabası, Sevgi dolu, şefkat dolu gözlerle süzüyordu etrafı... İki kolunda iki
sevgili talebesi vardı : Zübeyir Gündüzalp ve Tahirî Mutlu..
Dik ve taş yokuşu yavaş yavaş iniyorlardı. Baharın gülleri
açmış, mis gibi kokuyordu etraf..
Barla'ya ilk geldiği günler onun yardımına koşanlardan
Mustafa Çavuşlar, Muhacir Ahmedler ebediyet âlemine göçmüşlerdi.
Dik yokuşu inerken, Mustafa Çavuş'un evinin önünden
geçerken, kapıda asılı duran koca kilide gözleri takılınca o şehla gözler yaşla
doldu. Ağlıyordu koca Bedi... Eski dostlarını, ilk talebelerini düşünerek
ağlıyordu. Hayali yıllar öncesine gitmişti.
İki kolundaki iki sevgili talebesiyle iniyordu. Yavaş
yavaş dershanesine doğru..
Yıllar çabuk geçiyor... Bugün hiçbirisi maddeten yok
aramızda l97l'in Nisan ayında Zübeyir Gündüzalp'i kaybettik. l977'nin
Nisan'ında Tahirî Mutlu'yu yolcu ettik âhiret âlemine. Bunlar aramızda artık maddeten
yoklar, ama mânen, rûhen yanımızdadırlar.
Tahirî Mutlu
Ağabey'e
"Sen ki, Nur bahçesinin nadide gülüsün.
"Aziz ruhuna Nurdan haleler bürünsün,
"Fecirlerden makberine Nurlar dökülsün,
"Fecirler ki, ne kadar zinde ve mutlu,
"Sen mutlusun, biz mutluyuz, İslâm mutlu..."
M.Ziya Akça