ÂDEM (A.S )’IN YARATILIŞI VE HAYATI
Âdem
(a.s.) ilk insandır. Kâinatta Âdem (a.s.)’dan önce yaratılmış [1] melek
ve cin adını taşıyan iki varlık daha vardı. [2] İnsan
olarak ve halife niteliğiyle yaratılacağı haber verilen Âdem için meleklerin ne
dediklerini Kur’an’dan izleyelim:
“Hani
Rabbin meleklere: Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim, demişti.
Onlar da biz Seni övüp yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada fesat
çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? dediler. (Allah)
şüphesiz, sizin bilmediğinizi Ben bilirim,
dedi.” [3]
Merhum
Mevdudi tefsirinde bu konuyu şöyle izah ediyor:
Kur’an
burada insanlık tarihinin bir bölümüne, başka türlü ispatlanması mümkün olmayan
insanın yaratılışına ışık tutuyor. Şüphesiz bu daha güvenilir bilgi, sadece
tahmine ve yerin altından çıkarılan kemiklere dayanan bilgiden çok daha
önemlidir. Her şeyin ötesinde bu bilgi insanı, zavallı bir evrim yaratığı
seviyesinden yeryüzündeki halife seviyesine çıkarmaktadır.
Halife,
kendisine otorite tarafından verilen görevleri, onun yerine kullanan kişidir. O
halde insan mâlik değildir, o sadece temsilcidir ve kendisine gerçek Hakim
tarafından verilenler dışında hiçbir güce sahip değildir. Onun görevi, temsil
ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir. Eğer verilen yetkileri
kendisinin sanır veya bu yetkileri kendi arzularına göre kullanırsa veya bir
başkasının hâkimiyetini kabul edip, onun isteklerine boyun eğerse; bu, isyan ve
ihânet olur.
“Hani Rabbin meleklere muhakkak Ben
yeryüzünde bir halife var edeceğim demişti. Onlar da: Biz Seni övüp yüceltir ve
(sürekli) takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak
birini mi var edeceksin? dediler.” [4]
Bu
soru, itiraz amacıyla değil, mesele hakkında daha faza bilgi sahibi olmak
amacıyla sorulmuştur. Melekler, Allah’ın hiçbir işine itiraz edemezler. Onlar
halife denince, yaratılacak varlığa bazı güçler verileceğinin anladılar; fakat
böyle bir yaratığın, evrenin zorunlu kanunlarla yönetilen düzenine nasıl uyum
sağlayacağını anlayamadılar. Yaşadığı evrende, düzenin nasıl devam
edebileceğini de anlayamadılar.
Bununla,
halifeliğin kendilerinin hak ettiğini ve bu yüzden halifeliğin kendilerine
verilmesi gerektiğini söylemek istemiyorlardı. Söylemek istedikleri şuydu:
“Biz
Senin emirlerini, boyun eğerek, itaatle ve isteyerek yerine getiriyoruz; bütün
evreni temizlik ve düzen içinde muhâfaza ediyoruz, ve Seni hamd ile tesbih ve
takdis ediyoruz. Bu nedenle niçin bir halifeye ihtiyaç duyulduğunu
anlayamıyoruz” demek istediler. [5]
Allah
(c.c.) meleklere:
“Şüphesiz,
sizin bilmediğinizi Ben bilirim” [6] buyurdu. Bu konu, İbn Kesir tefsirinde şöyle izah
ediliyor:
İbn
Kesir der ki; melekler “ yeryüzünde
fesat çıkarıp kanlar dökecek kimse yaratacaksın.” demişlerdi.
Zira Allah (c.c.) hem bu gibi hallerin Âdemoğlunun yapısına sahip her
yaratıktan zuhur edebileceğini kendilerine haber vermiş, hem de bu konuda sual
sorna müsaadesi vermişti. Bunun üzerine melekler bu suali sormuşlardı.[7]
Tabiî
ki, melekler de Allah’ın bildirmediği şeyleri bilemezler, [8]
bilmeleri de mümkün değildir. Allah (c.c.) her şeyi bilir. O’nun dışındaki
bilgiler sınırlıdır. Bu sınır melekleri, cinleri, peygamberleri, velileri,
evliyaları, bütün insanları, her şeyi kapsar. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri
görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” [9]
Âdem
(a.s.) ilk insan ve ilk peygamberdir. Yaratılışı ve hayatı Kur’ân-ı Kerim’de
haber verilmiştir:
“Allah
(c.c.) onu (Âdem’i) topraktan yarattı, sonra ona ol dedi ve (insan) oluverdi.” [10]
“O’nun
(Âdem’in) yaratılışını tamamladığım (insan şekline koyduğum) ve ona ruh
verdiğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın.” [11]
“Allah, Âdem’e bütün isimleri eşyanın
adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere
gösterdi. ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini Bana bildirin’
dedi. Melekler ‘Ya Rabb Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir
bilgimiz yoktur’dediler.” [12]
Istılahlar
(terimler) insanoğlunun eşyayı algılamasına yarayan araçlardır.
Gerçekte
insanoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanır. Bu
nedenle Hz. Âdem (a.s.)’a her şeyin isimlerini öğretilmesi, onlarla ilgili
bilginin de öğretilmesi anlamına gelir.[13] Bu
isimler insanların tanışmalarını, anlaşmalarına sebep olan bütün isimlerdir.
İnsan, hayvan, yer, gök, deniz, dağ vs. [14]
“(Allah)
‘Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver!’ dedi. O da bunları
isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki:
‘Size
demedim mi? Göklerin ve yerin gaybını da, gizli tuttuklarınızı da açığa
vurduklarınızı da gerçekten Ben bilirim.”[15]
“ Meleklere (ve cinlere) Âdem’e secde ediniz!’
dedik. İblis hariç, hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük taşladı,
böylece kafirlerden oldu.” [16]
Şeytan
secde emrine uymadı. Bunun üzerine Allah ile Şeytan arasında bir konuşma geçti:
“(Allah)
buyurdu: (Şeytana) ‘sana emrettiğim
vakit seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ (Şeytan) ‘Ben ondan daha üstünüm.
Çünkü beni ateşten yarattın, onu topraktan yarattın’ dedi.” [17] Burada “beni
ateşten, onu da topraktan yarattın” sözü doğru, fakat “ben ondan
(hayırlıyım) üstünüm” sözü yanlıştı. Kimin üstün olduğunu ancak Allah
(c.c.) bilir. Gururlanmaya, üstünlük taslamaya dayanan görüşü ve Allah’ın
emrine karşı çıkışı, onun Allah (c.c.) katındaki değerini tamamen kaybettirmiş
ve imtihanı kaybetmesine sebep olmuştur. Şeytan, melek değildi. Melekler nurdan
yaratılmış varlıklardır. Şeytan ise ateşten yaratılmış cinlerdendi. [18]
“Şeytan
‘ben çamurdan yarattığın bir kimseye secde eder miyim? (etmem)’ dedi.” [19] Bu şekilde
İblis (Şeytan) tercihini ortaya koydu. Allah (c.c.)’ın emrini yerine
getirmeyeceğini kesin olarak belirtti. Artık bundan sonra başına gelecek her
türlü zorluk ve felâkete katlanacak, istemese de. Çünkü Allah’a isyan cezâyı
gerektirir. Cezâsı ne ise onu görecektir. “Allah (c.c.): ‘öyle ise oradan
(meleklerin içinden) çık! Çünkü sen kovuldun’. Muhakkak ki kıyâmet gününe kadar
lânet senin üzerine olacaktır.” [20]
Şeytan
isyan, gurur ve kibrin cezasını bulmuştur. Bu isyandan dolayı nimet ve
rahmetten ebediyyen kovulmuştur. Şeytan şaşırmıştı. Âdem’den üstün olduğunu
iddia ederken elinde olan nimetlerden de mahrum kalmıştı. Elindeki nimetlerin
yanından da uzaklaştırıldı, kovuldu.
“İblis
‘bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver’ dedi.” [21] O zamana kadar yaşayıp insanları bol bol azdırmak,
haktan, Allah’ın emirlerinden uzaklaştırmak, onları kandırmak yahut o vakte
kadar ölümden kurtulmak istiyordu. İnsanların tekrar yeniden âhirette
dirilecekleri günden sonra ölüm yoktur. [22] Bu
şekilde Şeytan kurtulacağını sanmıştı. “(Allah) ‘o halde sen bilinen bir
vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin’ dedi.” [23]
Şeytan
arzusuna belirli bir ölçüde kavuşmuştu. Belirli güne (kıyâmet gününe) kadar
yaşayacaktı. Ama ne yapacaktı? Nasıl yaşayacaktı? Suçunu kabul edip affettirme
yolunu mu seçecekti? Yoksa daha da azgınlaşacak ve azdıracak mıydı? [24]
Şöyle dedi:
“Ey
Rabbim! And olsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara
(insanlara) (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım
(kandıracağım). Ancak, onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” [25]
Allah
(c.c.) şöyle buyurdu:
“Benim
hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınları
azdırabilirsin.” [26]
“Allah
buyurdu: Haydi sen yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! And olsun ki,
onlardan (insanlardan) kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.”
[27]
Allah (c.c.) Şeytana kıyâmete kadar yaşama ve
insanları doğru yoldan saptırma fırsatı verdi. Fakat kim Şeytana uyar, Allah’ın
emir ve yasaklarına aldırmaz, Şeytanın yolundan giderse, o insanları Şeytanla
beraber cehenneme atacağını bildiriyor.
Şeytan
Âdem (a.s.)’ın yaratılışı nedeniyle tâbi tutulduğu imtihanda hislerine
kapılarak gurur ve kibir yüzünden Allah’ın emrine karşı gelerek imtihanı
kaybetti. Tabiî ki, Âdem (a.s.) ve ondan türeyen kıyâmete kadar bütün
insanların en büyük düşmanı olma, onlara vesvese ile kötü yanlış, gurur, kibir,
haksızlık, ahlâksızlık, Allah’ın emirlerine karşı gelme duygusu ve düşüncesini
vererek kendi gibi bütün insanların imtihanı kaybetmesi için elinden geleni
yapacağı Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir:
“And
olsun ki, ben de onları (insanları) saptırmak (doğru yoldan, hak yoldan
uzaklaştırmak) için Senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette
onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve ‘Sen
onların çoklarını şükredenlerden (Sana kulluk yapanlardan) bulamayacaksın’
dedi.” [28]
Rabbimiz
Allah’ın beyanı da şöyle:
“İnsanlardan
kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” [29]
Âdem
(a.s)’den itibaren insanın imtihanı başlamıştı. Artık kim Allah’ın emrine
uyarsa o, imtihanı kazanacak, kim de Şeytana uyar, Allah’ın emirlerini terk
ederse, yaptığı yanlışlık ve günahlardan tevbe etmez, pişman olmazsa, Allah’a
kulluk görevlerini yapmaz, Şeytanın izinden giderse imtihanı kaybedenlerden
olacak ve Şeytan gibi sonu perişanlık olup,
gideceği yer cehennem olacaktır. [30]
Hz.
Havva, insanlığın anası, ilk kadın. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in
eşidir. Hz. Havva ve Hz. Âdem’in gerek yaratılışları gerekse cennetteki ve
dünyadaki hayatları hakkında çok çeşitli rivâyetler bulunmakla birlikte,
bunların büyük bir bölümü, İsrâiliyyattan [31]
olduğu için kesin ve güvenilir bilgi içermezler. [32]
Kur’ân-ı Kerim ise bize şu net bilgileri vermektedir:
“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten ve ondan
da eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan
Rabbinizden korkup sakının.” [33]
“Allah, sizi bir tek nefisten yarattı, sonra
ondan eşini meydana getirdi.” [34]
“Sizi bir tek candan (Âdem’den) yarattı,
gönlü ısınsın diye ondan eşini (Havva’yı) var etti.” [35]
Bütün
insanların bir tek ana babadan yaratıldıkları ve bu nedenle insanların birbirinden
türemiş olduğu hatırlatılıyor.
“O
sizi tek bir nefisten yarattı.”
İlk
önce bir tek insan yaratılmış ve bütün insanlık da ondan türetilip yeryüzüne
yayılmıştır. Hz. Âdem’in bir tek kişi olduğunu öğreniyoruz. O bütün insanların
kendisinden türetildiği ilk insandı.
“Ondan
da eşini yarattı.”
Eşinin
ondan nasıl yaratıldığı konusunda ayrıntılı, kesin bir bilgiye sahip değiliz.
Müfessirler genellikle Hz. Havva’nın [36] Hz.
Âdem’in (a.s.) kaburga kemiğinden yaratıldığını söylerler. Kitab-ı Mukaddes’te
de aynı hikâye vardır. Fakat Kur’ân-ı Kerim bu konuda sükût eder. Detay vermez.
Bu konuyu destekler nitelikteki Hz. Peygamber (s.a.s.) hadisi de
anlaşılanlardan farklı bir anlama delâlet eder. Bu nedenle yapılacak en iyi
şey, bu meseleyi Kur’an’da bırakıldığı şekilde belirsiz bırakmaktır. [37] Hz.
Havva’nın Hz. Âdem’in sol eğe kemiğinden yaratılmış olması, karşılıklı
konuşmaları ve bunlara ait olan detaylar, Kur’an ve hadislerde yer almamıştır;
bunlar tamamıyla İsrâiliyyâta dayanmaktadır. Bu konu aynen Tevrat’tan
aktarılmıştır. [38] Bu konuda hadis olduğunu
söyleyenlerin belirttikleri hadislerden Hz. Havva’nın Hz. Âdem (a.s.)’ın sol
kaburga kemiğinden yaratıldığı hususu çıkmamaktadır.
Kadınlarla
iyi geçinmeyi, onların eğitim ve öğretimini tavsiye eden sahih hadislerde
kadın, kaburga kemiğine benzetilmiştir. Bazı hadislerde de eğe kemiğinden
yaratıldığı ifade edilmiştir.[39]
Bu hadislerden Havva’nın yaratılışına ait
tafsilat çıkarmak mümkün değildir. Çeşitli mecâzî yorumlara müsait olan
hadislerin esas hedefi, kadınlara karşı yumuşak hareket etmenin ve onlara iyi
davranmanın önemini göstermektir. [40]
Hadislerde âlimlere göre kadının maddî yönden eğe kemiğinden yaratıldığına dair
açık ve sarih bir ifade yoktur. [41]
Görüldüğü gibi Kur’an’da ve sahih hadiste bu konuyla ilgili açıkça izah
olmadığına göre, Hz. Havva’nın yaratılışını Kur’an’da belirtildiği gibi
anlamalıyız.
“Allah
sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yarattı. Sonra ondan da eşini (Havva’yı)
yarattı.” [42]
Kur’an,
Hz. Havva’nın Hz. Âdem’den nasıl ve ne şekilde yaratıldığını bildirmiyor. Bu
konu şöyledir, böyledir demeye gerek yoktur. Hele İsrâiliyyât kaynaklı ise hiç
gerek yok. Tevrat ve İncil kaynakları içinde uydurulmuş hikâyeler de
vardır. Önemli olan husus, İslâm’da
hangi konu olursa olsun, Kur’an ve sahih hadise dayanması gerekmesidir. [43]
Allah
Teâlâ’nın bütün insanlardan ruhlar âleminde iken “misak” aldığı mütevâtir
haberlerle (nassla) sâbittir. Bu bir anlamda Allah Teâlâ ile insanlar arasında
tahakkuk eden, mânevî mukaveledir. Her mü’min “ne zamandan beri müslümansın?”
sualine “Kâlû Belâ’dan beri” diyerek bu misakı zikreder. Dolayısıyla “misak”
kelimesini ve kavramını iyi bilmek durumundayız.
Lugatta;
sağlam yapmak veya işi sağlama bağlamak gibi mânâlara gelir. Misak, kendisiyle
bağlanılan söz, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma demektir.
[44]
“Allah Teâlâ’nın Âdem (a.s.)’dan ve zürriyetinden
almış olduğu ‘misak’ haktır.” [45]
İnsan
yeryüzüne gelmeden Rabbi Allah (c.c.) ile bir sözleşmede bulunmuştur. İnsan,
ilk sözleşmede, misakta Allah’ı Rabb olarak tanımış, kendi kendisinin şâhidi
olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinde söz konusu edilen bu ilk misak özetle
hayatın başlangıç noktasında yapılan bu sözleşme, hayatın sonunda insanın
Rabbine karşı sunacağı bir mâzereti olmasın diyedir. [46] Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır.
“Rabbin,
Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve ‘Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şâhit tutmuştur. ‘Evet (buna)
şâhidiz’ dediler. Kıyâmet günü ‘biz bundan habersizdik!’ demeyesiniz. Yahut
‘(ne yapalım) daha önce babalarımız (Allah’a) ortak koştu, biz de onlardan
sonra gelen bir nesil olduğumuz için öyle yaptık. (Gerçekleri) iptal edenlerin
yaptıkları yüzünden bizi helâk mı ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz
olduğum hakkında sizleri şâhit
tutmuştur).” [47]
Merhum
Mevdûdî tefsirinde bu âyeti şöyle izah ediyor:
“Misak”
bütün insanlığın bir anlaşma ile kayıtlı olduğunu hatırlatmak için, hitap tüm
insanlığa çevriliyor. İnsanlar, o sözleşmenin şartlarını ne dereceye kadar
yerine getirip getirmedikleri hususunda hesaba çekileceklerdir.
Değişik
rivayetlerden öğreniyoruz ki, bu Hz. Âdem’in yaratılışı esnasında olmuştu. O
an, bütün meleklerin bir araya toplanarak Âdem’in önünde yeryüzünün halifesi
olduğu resmen ilan edilmişti. Aynı şekilde, kıyâmete kadar doğacak bütün
nefisler bir kerede ve bir yerde hepsi toplanılmış, akletme yetkileri
kendilerine verilmiş olarak ve Allah'ın huzurunda O’nun kendilerinin Rabbi
olduğunu itiraf etmeleri istenmiştir.
Hz.
Ubey b. Kâ’b’dan, büyük ihtimalle Hz. Peygamberden alınan bilgiye dayanan bir
hadis, bu âyeti en güzel tefsir eder.
“Allah (c.c.) ruhlar âleminde bütün
insanları topladı, onları türlerine ve yaşadıkları devirlere göre kümelere
ayırdı ve onlara insan sûretini ve konuşma kabiliyetini verdi, sonra onlardan
bir ahit aldı ve buna bizzat kendilerini şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?’ diye sordu. Onlar, hiç şüphe yok ki, ‘yalnız Sen bizim
Rabbimizsin’ diye karşılık verdiler. Sonra Allah (c.c.) ‘hesap gününde bizim
bilgimiz yoktur’ diyerek mâzeret ileri sürmeyesiniz diye yerleri, gökleri ve
babanız Âdem’i, bu konuda şahit olmaya çağırıyorum, o zaman Benden başka
ibâdete lâyık hiçbir şeyin olmadığını ve Benden başka ilâh olmadığını iyice
kafanıza yerleştirin. Bana herhangi bir şeyi ortak koşmayın. Sizlere,
Benimle yaptığınız bu anlaşmayı devamlı hatırlatacak peygamberlerimi ve
kitabımı göndereceğim dedi. Buna bütün insanlar ‘şehadet ederiz ki, yalnızca
Sen bizim Rabbimiz ve ilâhımızsın, senden başka İlâh ve Rabb yoktur’ diyerek
cevap verdiler.” [48]
Bazıları
A’râf suresinin 172. ve 173. âyetlerini birer sembolik anlatım olarak alırlar.
Bunlara
göre, Kur’an, bu üslûpla, âdeta, Allah'ın ulûhiyyeti fikrinin, gerçekte,
insanın doğasına yerleştirildiğini ve bunu da kavranabilir, açık bir vakıa olarak
husule geldiğini anlatmak istemektedir. Fakat biz bu tevilin doğru olmadığına kbul
ediyoruz. Çünkü, Kur’an ve sünnet bu olayın bizzat fiilen olduğunu
belirtmektedir. Üstelik bu ahitleşme olayının kıyâmet gününde, insanlara karşı
hakiki bir belge olarak ileri sürüleceğini de ifade etmektedir. Dolayısıyla, bu
olayı, temsilî bir kıssa olarak görmemiz için hiçbir neden yoktur. Biz,
gerçekten bu olayın fizik dünyasında meydana gelmiş olduğuna inanıyoruz. [49] Her
şeye gücü yeten Allah (c.c.), kıyâmet gününe kadar yaratacağı Âdem neslinden
her bir ferdi varlık âlemine getirip onlara anlama ve konuşma iktidarı vermiş
ve sonra da hepsini bir kerede ve bir yerde huzurunda toplayarak onlardan
kendinden başka İlâh ve Rabb olmadığını kabul edip Allah’a teslim olarak her
şeyiyle O’na itaat etmekten (İslâm’dan) başka onlar için doğru bir yol
bulunmadığı hususunda söz almıştı. Böyle bir toplanışı mümkün görmeyenler,
aslında Allah’ın sınırsız kuvvetinden şüphelidirler. Yoksa bu iş Allah (c.c.)
için beşeriyetin yaratılması kadar kolay olduğundan bu konuda herhangi bir
şüpheye kapılmayacaklardı. Mutlak kudret sahibi olan Allah, şimdi insanları
varlık âlemine getirdiği gibi, varlık âlemine gelmeden evvel de (doğum), varlık
âlemine gelip gittikten sonra da (ölüm) bütün insanları toplayacak güce
sahiptir. Allah onlara hikmet, akıl, yetki ve yeryüzünün kaynaklarından
kullanma hakkı verdikten sonra halife
yapmakta olduğunu ve bu hususta kendilerinden sadakat yemini aldığını
bilmelerini istemiş olması akla yatkın gözükmektedir. Böylece Âdem’in
yaratılışı münasebetiyle bütün beşeriyetin bir araya toplanmasının gayr-i
mümkün ve garip bir şey olmadığı âşikârdır. [50]
Merhum Mevdudi A’raf suresinin 172. ayetinden sonra 173. ayetini de güzel bir
şekilde izah etmiştir. Onu da aktararak misak konusunun daha iyi anlaşılacağını
düşünüyorum.
“Yahut (ne yapalım) daha önce babalarımız
Allah’a (şirk) ortak koştu, biz de
onlardan sonra gelen bir nesildik. (Onun için biz de onların izinden gittik,
ahdi) iptal edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” [51]
Kendisi
için (Allah) bütün insanlardan söz alınan ve bu ayetin konusu olan husus, her
bir şahsı işlediği fiiller hususunda bilinçli ve tam mesul yapmaktadır ki,
böylece Rabblerine karşı âsi olanlar suçlarından dolayı hesaba çekilebilsinler.
Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu anlaşmadan sonra bir kimse bir suçu
bilgisizlik yüzünden işlediği için kendisinden evvel geçenlere yıkmaya
kalkışamaz. Yine Allah (c.c) bu sözü almakla onların kalplerine kendilerinin
Rabbinin yalnız O, ve ilâhlarının da yine yalnızca kendisi olduğu hususunun
zerk edildiğine dikkat çekmektedir. Hiçbir kimse, “ben bundan tamamen
habersizdim” veya “kötü çevrem tarafından yoldan saptırıldım” diyerek
sapkınlığının, yanlışlığının sorumluluğunu üstünden atamaz.
Şimdi
bu bağlamda muhtemelen ortaya çıkabilecek bir-iki soruyu düşünelim. Bu
ahitleşmenin (misakın) vuku bulduğunu farz edecek olursak bu konuda herhangi
bir hatırlamaya sahip miyiz? Ve yaratılışımız sırasında, hangimiz Allah’ın
huzuruna getirildiğinin ve bahsi geçen konuşmanın hakikaten meydana geldiğinin
şuurunda (farkında)dır? Eğer cevap olumsuz ise, o zaman nasıl olur da, ne
hatırladığımız ve ne de farkında olduğumuz böyle bir misakın bize karşı delil
olarak getirilmesi, hakkaniyete uygun olur mu?
Cevap
şöyle olacaktır: Evet, bu misak bize bir şahit olarak getirilecektir. Çünkü her
ne kadar onun anısı ve idrak hatırımızdan ve bilincimizden gittiyse de, bu
bilinç altında ve vicdanda muhâfaza edilmektedir. “Bellek ve idrakimizden niçin
silinip gitti?” sorusuna gelince, eğer bir misakın tesiri hâfıza ve şuurumuzda
devamlı canlı taze kalsaydı, o zaman herkes otomatikman onu yerine getirir ve
dolayısıyla da imtihan ve yargılanmanın bir anlamı kalmazdı. Böylece insanın
esas yaratılış gayesi anlamsızlaşırdı. Oysa ki, bu bir potansiyel olarak bilinç
altında ve vicdanda muhâfaza edilmektedir.
Hakikat
şu ki, insanlık kültür, uygarlık, ahlâk, bilim ve bütün diğer beşerî
faâliyetlerde ne başardıysa, bu başarılar aslında potansiyel olarak daha
önceden gizli olanın hâricî faktörler ve sezgi yoluyla dışarıya çıkarılmasıdır.
Öte yandan hiçbir eğitim, terbiye, çevre, dış faktör ve sezgi, bilinçaltında
saklı yetenek olarak zaten yatmakta olandan başka bir şey vücuda getirmez ve
aynı şekilde bu faktörlerden hiçbirisi de bilinçaltında saklı olanı hiçbir
sûretle silmeye muktedir değildir. En fazla belki onun tabiatını tahrip
edebilirler. Ama bütün çabalara rağmen o güç, gizli olarak şuuraltında var
olmaya devam edecek ve hâricî faktörlerin uyarılarına karşılık olarak da zâhire
çıkmaya çalışacaktır. Tüm bunlar saklı olarak bilinçaltımızda vardırlar. Bütün
potansiyel bilgiler dış tesirin bir karşılığı olarak pratik şekil alması için
öğrenim ve eğitim ve bu gibi hâricî uyarıcılara ihtiyaç gösterirler. Bütün bu
saklı güçler kötü arzu, çevre ve yoldan çıkarmalarla bastırılabilir,
uyutulabilir, ama hiçbir zaman tümüyle bilinçaltından silinmez. Bu yüzden de
içsel duygular ve hâricî çabalarla düzeltilip yeniden döndürülebilirler.
Dünyadaki konumumuz ve Rabbimiz ile olan
alâkamız hususunda hissî bilgimiz için de aynı şeyler söylenebilir. Bu
bilgilerin açığa çıkması ve pratik şekiller alması için daima bazı hâricî
sebeplere ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu nedenle peygamberler, semâvî kitaplar ve
peygamberlerin yolundan giden dâvetçiler bu işleri görmektedirler. Bundan
dolayı Kur’ân-ı Kerim bunlara “hatırlatıcılar” demektedir.
Belki
de hepsinden önce bu bilginin varlığı hakkındaki en büyük delil; bastırmak,
susturmak, örtmek, değiştirmek için şiddetli ve sürekli çabalara rağmen hâlâ
insanoğlunun kalbinde yaşamış olmasıdır. Her ne kadar cehâlet ve ahmaklık, hırs
ve önyargı, saptırıcı ve iğvâ edici güçler, şirk, ateistlik, dinsizlik ve
sapıklık üretmekte başarılı olmuşlarsa da bütün bu şer güçler bu fıtrî bilgiyi
insanların kalbinden silip atamamışlardır. Ne zaman o bilgiyi yeniden diriltmek
için çaba sarf edilse hemen gün yüzüne çıkacaktır.
Hesap
gününde bu fıtrî bilginin nasıl şâhitlik yapacağına gelince, Allah (c.c.),
bütün insanların İlah ve Rabb olarak yalnızca O’nu kabullendikleri misak’ın
anısını yeniden tazeleyecek, canlandıracak ve sonra da bu bilginin kalplerinde
gömülü olarak kaldığını onlara gösterecek, bu ahitleşmenin izlerini her zaman
zihinlerde olduğunu ispat etmek için gene bizzat onların kendilerinden şâhitler
bulacak ve fıtrî bilginin sesini nasıl ve ne zaman bastırdıklarını hayatlarının
kayıtlarından onlara gösterecektir. Yine bu bilginin hakka dâvet eden
dâvetçilerin çağrısına uymaya onları nasıl zorladığı ve onların da çeşitli
bahanelerle bu derûnî, içsel sesi nasıl susturdukları kendilerine gösterilecektir.
Bütün gizli şeylerin açığa çıkarılacağı o anda hiçbir kimse artık bir mâzeret
bulamayacaktır. Herkes suçunu açık ve doğru ifadelerle itiraf edecektir. İşte
bu yüzden Kur’an insanların “bizim bu anlaşmadan haberimiz yoktu”
diyemeyeceklerini, aksine “Biz inkârcılardandık ve bile bile gerçeği
yalanladık” diyerek itiraf etmek zorunda kalacaklarını söylemektedir. Bunlar
inkârcı oluşları konusunda kendi kendileri aleyhine de şâhitlikte
bulunacaklardır: [52]
“Kendi
aleyhimize şahidiz, dediler.” [53]
İbn Kesir Tefsiri’nde de bu misak olayı şu
şekilde izah ediliyor:
Allah
Teâlâ; Âdem oğullarının zürriyetini, Allah’ın kendilerinin Rabb ve Mâliki
olduğuna, O’ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şâhit olarak sülâlelerinden
kendilerini çıkardığını haber veriyor. Nitekim Allah Teâlâ, onları bu fıtrat
üzere yaratmıştır. Âyette şöyle buyurur:
“Öyle
ise sen yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine, yani Allah insanları hangi fıtrat
üzere yaratmış ise o fıtrata çevir!” [54] Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinde Ebu Hüreyre
(r.a.)’den rivâyet edilen bir hadiste Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her
doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Ana babası onu Yahudileştirir,
Hıristiyanlaştırır ve Mecusileştirir (veya yaşadığı gayr-i İslâmî toplum o
kişilerin Haktan uzaklaşmasına, bâtıl bir hayat yaşamasına sebep olur).” [55]
İmam
Ahmed der ki:
Bize
Haccac’ın Enes İbn Malik’ten, onun da Hz. Peygamber (s.a.s.)’den rivâyetine
göre, o şöyle buyurmuştur:
“Kıyâmet
günü, cehennemliklerden birine: ‘Ne dersin, yeryüzünde senin bir şeyin olsaydı,
onu fidye olarak verir miydin?’ diye sorulur. O; ‘Evet’, deyince, şöyle
buyrulur: ‘Ben bundan daha kolayını senden istedim: Âdem sülbünde iken; bana
hiçbir şeyi ortak koşmayacağına dair senden söz aldım. Sen ise, bana şirk
koşmakta direttin.” Hadis, Buhârî ve
Müslim’in Sahih’lerinde Şu’be’den rivâyetle tahric edilmiştir. [56]
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde misak konusunu geniş bir şekilde izah
etmiştir:
“Herkes,
Rabbinin verdiği ve emrettiği insan fıtratını, O’nu verdiği vücuda misakı alıp
kabul etmekle Rabbi ile kendisi arasında böyle bir icap ve kabulün sonucu olan
bir fıtrî akit (doğal bir sözleşme) altına girmiş ve kendi varlığında Rabbine
şâhitliği ve O’na kulluğu taahhüt etmiştir. İşte bu mukavele ve fıtrî misak,
insanlığın dindarlığının başlangıç noktasıdır.” [57]
Allah’a
ve âhiret gününe, hesaba inanan ve düşünen her mü’min, ruhlar âleminde verdiği
söze uygun bir hayat yaşamalıdır. Şirke, zulme boyun eğmeyen ve bâtıl yaşam
biçimlerini reddeden, Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmeye gayret edenler ezelde verdikleri
sözden dönmeyenlerdir.
Fakat
ruhlar âlemindeki verdiği sözde durmayıp “Ben sizin Rabb’iniz, ilâhınız değil
miyim?” sözüne “Evet!” dediği halde, başka rabbler, ilâhlar edinmiş tâğutî,
şeytanî düşünceleri benimsemiş, en iyi yaşam biçimi budur diyerek İslâm’a
aykırı yaşam tarzına devam eden kişiler ve bundan rahatsızlık bile olmayanlar
ruhlar âlemindeki verdikleri ahdi, sözü bozmuşlardır. Rabbimiz Allah (c.c.)
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Verdiğiniz
sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” [58]
Her
fert Allah’a kullukla, Allah’ın emirlerini yerine getirip yasak ettiklerinden
sakınmakla mükelleftir, sorumludur. Bu sorumluluğu idrak edip yerine
getirenler, bunun için gayret sarf edenler, ruhlar âlemindeki verdiği söze
uygun hareket etmiş olurlar.
Aksi
halde, ruhlar âlemindeki sözünden cayanlar, hevâ ve hevesine göre yaşayanlar,
Allah’a kulluğu terk edip gayr-i İslâmî bir hayat yaşamaları sorucu imtihanı
kaybetmiş olanlardır. Şeytanî yolda gidenlerin sonları hüsrandır,
perişanlıktır. [59]
Hz.
Âdem ve Hz. Havva yaratıldıktan sonra bu ilk insan ailesi İlâhî hikmet gereği
Allah’ın şu emriyle karşılaştı:
“Ve
demiştik ki: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin, orada
kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu
ağaca yaklaşmayın! Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden
zâlimlerden olursunuz.” [60]
Bu
ifadeler, Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva’nın halife olarak tayin edildikleri
yeryüzüne gönderilmelerinden önce eğitilmelerinin denenmesi için cennette
tutulduklarını gösterir. Denenmeleri için bir ağaç seçilmiş, ona yaklaşmaları
bile yasaklanmıştı. Bu yasağı çiğnediklerinde, Allah (c.c.) katında zâlimlerden
sayılacakları konusunda uyarılmışlardı.
Bu
imtihan için cennet en uygun yerdi; fakat şeytanın aldatıcı sözlerine
inanırlarsa cennetten mahrum olacağı gösterilmiş olacaktı.
Cenneti
tekrar kazanmanın tek yolu ise, insanı her an saptırmak için fırsat kollayan
düşmana karşı başarı kazanmaktı.
Ağacın
adı ve özelliği Kur'an’da belirtilmemiştir. Çünkü ağacın özünde kötü bir
özellik yoktu. O sadece imtihan amacıyla seçilmiştir. [61]
“Ey
Âdem! dedik, bu (Şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten
çıkarmasın; sonra zahmet çekersiniz. Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır,
ne de çıplak kalmak. Yine burada sen susuzluk çekmeyecek, sıcaklığın
sıkıntısını duymayacaksın.” [62]
Burada
her ikisi de emre itaatsizliğin âkıbeti ile uyarılmaktadır. İşte cennetten
indirildiklerinde çekecekleri zorluk ve zahmetin açıklaması budur. Burada,
cennetteki yüce ve erişilmez nimetlerin hepsini saymak yerine sadece hayatın
dört temel ihtiyacına değinilmektedir:
Yeme,
içme, giyinme ve barınma. Bunlarla sanki şöyle denilmektedir:
“Cennette
hiçbir çaba harcamaksızın bu nimetler size lütfediliyor. Fakat siz Şeytanın
aldatmalarına uyarsanız, sadece bu kolaylıklardan değil, cennetin tüm yüce
nimetlerinden de mahrum kalacaksınız. Bu durumda hayatınızı sürdürecek
ihtiyaçları elde emek için o denli çalışacaksınız ki, hayatın yüce ideallerini
elde etmeye çabalamak için ne yeterli zaman, ne de yeterli enerjiniz kalacak.”[63] Onun
için “çok dikkat edin, Şeytan sizi kandırmasın; yoksa cennet nimetlerinden
mahrum kalırsınız. Sonra çok zahmet çekersiniz!” diye Âdem ve Havva uyarılmıştır.
Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva’nın cennet hayatı başlamıştı, devam ediyordu.
Âdem’i kendi felâketine sebep bilen Şeytan, Âdem’e ve bundan türeyecek bütün
insanlara düşman olduğunu ilan etmişti:
“And
olsun ki! Ben de onları (Âdem ve diğer insanları) saptırmak için doğru yolunun
üstüne tuzak kuracağım (onları kandırmak için elimden geleni yapacağım)
sağlarından sollarından sokulacağım ve ‘Sen onların çoklarını şükredenlerden
bulamayacaksın’ dedi.” [64]
Şeytan
Allah’ın emrine karşı gelerek nasıl ki Allah’ın verdiği nimetlerden mahrum
kaldıysa aynı şekilde Âdem ve Havva’yı da kandırarak Allah’ın Âdem ve Havva’ya
verdiği cennet nimetlerinden mahrum bırakıp cennetten çıkarılması için gereken
ne ise yapacaktı. Cennetteki nimetler yanında Âdem ve Havva’nın yaklaşmaması
gereken bir ağaç vardı. Bu da Âdem ve Havva’nın ilk imtihanıydı. Şeytan da ne
yapıp yapıp bu ağacın meyvesinden yedirerek Âdem ve Havva’nın imtihanı
kaybetmesine sebep olacaktı.
İnsan
nimete kavuştuğu ya da yüksek bir makama ulaştığı vakit, ilk arzusu burada
devamlı kalmaktır. Devamlılık arzusunda en haklı kişi Âdem (a.s.) olmalıydı.
Çünkü cennetteydi. Âdem (a.s.) bu arzuyu duydu. Şeytan da onu bu noktadan
vurdu.[65]
“Nihayet
şeytan ona fısıldayıp ‘Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir
hükümranlığı göstereyim mi?’ dedi” [66]
“Rabbinizin
sizi bu ağaçtan men etmesi melek olmanızı ya da burada temelli kalmanızı
önlemek içindir. Ve onlara: ‘ben gerçekten size öğüt verenlerdenim’ diye yemin
etti. Şeytan böylece onların yanılmasını sağladı.” [67] Âdem (a.s.) ve eşi melek olma veya cennette ebedî
kalma ihtimallerini duyunca şeytanın kendilerine düşman olduğunu unuttular.
“Âdem’e
(o ağaçtan yememesini) emretmiştik. Sabırsızlık etti.” [68]
“Böylece
ikisi de (ağaçtan) yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi,
üzerlerine cennet yapraklarından yamayıp örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine
karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı.” [69]
Allah’ın emrine karşı gelir gelmez Âdem ve
Havva tüm kolaylıklardan mahrum bırakılmışlardı. Fakat doğal olarak onların hissettikleri
ilk etki elbiselerden soyunmuş olmalarıdır. Daha sonra yavaş yavaş susuzluk,
açlık vs. hissetmeye başladıklarında cennetteki tüm nimet ve kolaylıklardan
mahrum bırakıldıklarını fark etmişlerdi.[70]
Allah (c.c.) Âdem’e görevini hatırlattı, şöyle
buyurdu:
“Ben
sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık bir
düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?” [71]
Şeytanın
hilesine kandılar, hata yaptılar. Şeytan isterdi ki bu hatalarından dolayı
pişmanlık duymasınlar ve Allah’a âsi olarak kendi yolunu takip etsinler. O
zaman şeytan daha çok sevinecekti, fakat öyle olmadı. Âdem (a.s.) ve Havva
hatalarını anladılar ve Allah’a şöyle yalvardılar.
“Rabbimiz
biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak
ziyana uğrayanlardan oluruz.” [72]
“Âdem,
Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe iti. Çünkü Allah tevbeleri
kabul eden, merhametli olandır.” [73]
Âdem
(a.s.) ile eşi tevbe ederek samimiyetle bağışlanmalarını istediler. Allah
(c.c.) da bağışladı. [74]
Allah
(c.c.), Âdem (a.s.) ve Havva’nın tevbesini kabul etti. Fakat cennette
kalmalarına müsaade etmedi ve şöyle buyurdu:
“Birbirinize
düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve
yaşayıp faydalanma vardır. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada
(dirilip) çıkarılacaksınız, dedi.” [75]
“Dedik
ki: Hepiniz cennetten inin! Şayet Benden size bir hidâyet gelir de her kim ona
tâbi olursa (göndereceğim peygamberlere uyup Benim emirlerimi tutar,
yasaklarımdan kaçarsa), onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü
çekmezler.” [76]
Hz.
Âdem (a.s.) Hz. Havva’nın cennetten yeryüzüne indirilmesi ile alâkalı bazı
kişiler birtakım sorular soruyorlar. Bu sorular, gerek kasıtlı ve gerekse
kafasına takılmış, öğrenmek için olabilir. “Âdem (a.s.) ve Havva, eğer yasak
olan ağaçtan yemeselerdi, o zaman onlar da yeryüzüne inmeyip cennette
kalacaklardı, o zaman dünya hayatı olmayacak mıydı, veya nasıl olacaktı?”Bu
gibi sorular sorulmaktadır.
Bu
kıssaları insanlara ibret için Rabbimiz Allah (c.c.) beyan ediyor:
“Gerçekten
peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır.” [77]
Âdem
(a.s.) kıssasında da ibretler, öğütler var. Âdem (a.s.), yasak olan ağaca
yaklaşmış ve bundan dolayı cennet nimetlerinden mahrum kalmıştı. Bizler için de
durum böyledir. Eğer Allah’ın emirlerine uymayıp yasaklarından sakınmazsak
bizler de âhiretteki cennetten mahrum kalırız. Nasıl ki Âdem (a.s.) ve Havva
yanlış yaptıklarını anladılar, tevbe ettiler, Allah da tevbelerini kabul etti,
hatalarını bağışladı. İbret olarak biz de yanlış ve hatalı bir iş yaptığımız,
günah işlediğimiz zaman, tevbe etmemiz gerektiğini, yanlışta şeytan gibi ısrar
etmememiz, kendimizi düzeltmemiz gerektiğini anlamış oluyoruz. İşte ibret almak
bu! Bu kıssalarda nice ibretler ve öğütler var. Olaya böyle bakmamız lâzım,
yoksa sadece bir hikâye gibi değil.
“Birbirinize
düşman olarak inin yeryüzüne.” [78]
“Haydi
inin!” sözü, baş kaldırışlarına ceza olarak cennetten kovulmaları gibi yanlış
bir anlayışı akla getirmemelidir. Çünkü Kur'an, çeşitli yerlerde Allah’ın Âdem
(a.s.) ile Havva’nın tevbelerini kabul ettiğini bildirmiş ve günahlarını
bağışladığını açıkça ilan etmiştir. Bu buyruğun, ceza olarak anlaşılacak bir
yanı da yok. Üstelik onlar, yeryüzüne halife olarak gönderilmişlerdir. Zaten
insanoğlunun yaratılışının birinci gayesi de bu değil mi? [79]
“Hz.
Âdem, Hz. Havva o ağaçtan yemeseydi, biz dünyaya gelmezdik” gibi söz söylemek
çok yanlıştır. Çünkü Allah (c.c.) dilediğini yapmaya kadirdir.
“Allah
bir işin olmasını dilediği zaman yalnız ol der, o da hemen oluverir.” [80]
Allah
Teâlâ insanların imtihan için dünyaya gelmesini dilemiş ve dilediğini
yapmıştır. Yaratılan hiçbir şey tesadüf eseri değil, her şey Allah’ın takdiri
ve dilemesi ile olmaktadır.
“Birbirinize
düşman olarak (yeryüzüne) inin! Siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip
geçineceksiniz.” Âdem ve Havva emre
uydular. Yeryüzüne indiler, ama nasıl? Bilmiyoruz. Bilinen bir gerçek vardır ki
o da Âdem (a.s.) ile eşi yeryüzünde buluştular, birlikte yaşadılar. “Rablerine
birlikte şöyle dua ettiler ‘Eğer bize sâlih bir çocuk verirsen yemin ederiz ki
şükreden kimselerden olacağız.” [81]
Âdem
(a.s.) ile eşi dünyaya inince, Allah’tan çocuk istediler. Böylece çocuklarıyla
yaşamak dilediler. Allah: “İkisinden pek çok erkek ve kadın türetti.” [82]
Yeryüzünde
insanlar çoğaldı. Allah (c.c.), Âdem (a.s.)’ı çocuklarına peygamber yaptı.[83]
Hidâyet
peygamberlerin; dalâlet şeytanın yoluydu. [84]
Kur’ân-ı
Kerim’de, Hz. Âdem (a.s.)’ın iki oğlunun kıssaları anlatılır. Kur'an’da
isimleri zikredilmeden; tafsilata yer verilmeden kıssanın yalnız ibret alınacak
tarafları anlatılmaktadır. Buna rağmen tefsirlerde pek çok eklemeler
İsrâiliyyâttan kaynaklanan hikâyeler, olaylar yer almıştır.
Bu
konu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:
“Onlara
Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak
birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul
edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) demişti ki: ‘Seni mutlaka öldüreceğim.’
(Öbürü de demişti ki): ‘Allah ancak korkup sakınanlardan kabul eder. Eğer sen
beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan ben seni öldürmek için elimi
sana uzatacak değilim. Çünkü ben
âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Şüphesiz, senin hem kendi günahını ve
hem de benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim.
Zulüm edenlerin cezası budur.’
Sonunda
nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı.
Böylece onu öldürdü. Bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. Derken, Allah onu,
yeri eşerek kardeşinin ölü cesedini nasıl örteceğini gösteren bir karga
gösterdi. ‘Bana yazıklar olsun!’ dedi ‘kardeşimin ölü cesedini gizlemek için bu
karga kadar da mı olamadım?’ Artık o, pişmanlık gösterenlerden olmuştu.” [85]
Bu
konuyla alâkalı hadis-i şerifte Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) rivâyetiyle
Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Zulüm
ile öldüren her insanın kanı(nın günahı)ndan bir pay da Âdem (a.s.)’ın ilk oğlu
(Habil’i öldüren Kabil’in hesabı)na yazılır. Çünkü adam öldürme çığırını ilk
açan odur.” [86]
Konunun
Kur’ân-ı Kerim’de sadece beş âyet-i kerimeyle anlatılmasına rağmen, tefsirlerde
bir hayli eklemeler, İsrâiliyyâtlar olmuştur. Tefsir kitaplarında bu âyetlerden
ve sahih bir hadis-i şeriften başka bu konuya dair rivâyetler ekleme ve
İsrâiliyyâttır. Konu, gereksiz yere alabildiğine uzatılmış, olmadık hikâyeler,
olaylar eklenmiş [87] ve
inanılmaz bir hale sokulmuştur. [88]
Peygamberler
hakkında, İslâmî konular hakkında bir şey duyduğumuzda onun doğru olup
olmadığını, gerek meseleleri iyi bilen hocalardan gerekse güvenilir
kaynaklardan öğrenmek gerekir. Aksi halde yanlış bilgiler edinmiş oluruz.
Kabil
olayı bir bütün içinde irdelendiğinde ortaya çıkan tablo, tam anlamıyla bir
tâğut portresidir. İlk peygamber Hz. Âdem’in oğlu Kabil, ilk tâğut olarak tarih
sahnesinde yerini almıştır. [89]
Böylece ilk bozguncu tâğutun bâtıl yolunu izleyen diğer tâğutlar da
yeryüzündeki bozgunculuğu sürdürmüşlerdir. Bunlar Kabil gibi hevâ ve hevesine
uyarak hakkı reddedip bâtıl yolu takip ederek insanlara zulüm yapmışlardır.
Yeryüzünde
şeytana uyan ilk insan, ilk kardeş katili Kabil oldu. Peygamber olan Hz. Âdem
(a.s.)’e isyan ederek inananlar topluluğundan ilk ayrılan da Kabil idi. Hakkın
karşısına bâtılı dikecek olan insanların öncüsü olmuş, şeytan safında yerini
almıştı.
Çocuklarının
dünya ve âhiret hayatını huzur ve mutluluğa kavuşturmak için mücadele eden Âdem
(a.s.), bundan böyle tevhid mücadelesine de başladı. Ömrünü böylece tamamladı. [90]
Âdem
(a.s.) ilk insan ve ilk peygamberdir. Künyesi Ebu’l- Beşer (insanlığın
babası)’dır.
Rivâyete
göre Âdem (a.s.) bin sene veya dokuz yüz sene yaşamıştır. Vefat edince,
Serendip adasında veya Mekke-i Mükerreme’de Ebu-l Kubeys dağında gömülmüştür.
Hz. Âdem’den bir sene sonra da Hz. Havva vefat edince, o da Cidde’de veya Hz.
Âdem’in yanında gömülmüştür. [91]
[1] “Yeryüzünü de
(yaşamaya uygun bir şekilde)
döşedik.” (Kaf: 50/7)
[2] Bkz. Bakara:
2/31; Hicr: 15/26-29
[3] Bakara: 2/30
[4] Bakara: 2/30.
[5] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an Terc., Muhammed Han Kayanî,
Vdğ. İnsan Yay. c. 1, s.
61-62
[6] Bakara: 2/30
[7] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çev.:
Dr. Bekir Karlığa-Dr. Bedrettin Çetiner, c. 2, s. 259
[8] “Melekler dediler ki; “Sen yücesin, bize
öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.” Bakara: 2/32
[9] Mülk: 67/14
[10] Âl-i İmrân: 3/59
[11] Hicr: 15/29
[12] Bakara: 2/31-32
[13] Mevdûdî, Tehfimu’l-Kur’an, Terc. c. 1, s. 62
[14] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim
Yay. c. 1, s. 266
[15] Bakara: 2/33. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami
Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 35-38.
[16] Bakara: 2/34. Not: Lugatta; “secde” son derece tevâzu
ile alçalıp baş eğmektir ki, kibrin tam zıddıdır. Dinen de alnını yere
koymaktır ki ta’zim ve itaat etmenin en yüksek şeklidir. Meleklerin secdesini
kendi hakikatleri ile uygun olarak düşünmek ve hilâfet gereği Âdem (a.s.)’a İlâhî emirle, bir fiilî tasdik halinde kabul
etmek daha uygundur. Bu ise Âdem (a.s.)’a bir saygı gösterme olmakla beraber
bizzat Allah Teâlâ’ya bir ibadettir. Her secdede bir alçalma; ta’zim ve itaat
vardır. Bunun için Allah’tan başkasına secde etmek dinî bakımdan küfürdür.
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., c. 1, s. 273)
[17] A’râf: 7/12
[18] Kehf: 18/50
[19] İsrâ: 17/61
[20] Hicr: 15/34
[21] A’râf: 7/14
[22] Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakim ve Meal-i Kerim, c.
2, s. 478
[23] Hicr: 15/37-38
[24] Mehmed Solmaz-Dr. İsmail Lütfü Çakan, Peygamberler ve
Tevhid Mücadelesi, c. 1, s. 20
[25] Hicr: 15/39-40
[26] Hicr: 15/42
[27] A’râf: 7/18
[28] A’râf: 7/17
[29] A’râf: 7/18
[30] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 38-41.
[31] İsrâiliyyât: Kelime olarak İsrailoğullarına ait bilgi
demek olduğu halde, İslâm kültüründe bir terim olarak, Yahudi ve
Hıristiyanların inanç, ahlâk, tarih, efsane vb. kültürel unsurlarından İslâm’a
karıştığı bilinen şeyleri ifade eder. (İslâmî
Bilgiler Ansiklopedisi, Hikmet Neşriyat, c. 2, s. 97)
[32] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Hikmet Neşriyat, c. 1,
s. 346
[33] Nisâ: 4/1
[34] Zümer: 39/6
[35] A’râf: 7/189
[36] Hz. Âdem (a.s.)’ın eşinin adının Havva olduğu hadisle
sâbittir. Bkz. Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercemesi, D.İ. B.Y., c. 9, s. 81
[37] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an Terc., c. 1, s. 327
[38] Tekvin: 2/18-23, 3/20
[39] Buhârî, Nikâh 79-80; Müslim, Radâ 62
[40] Doç. Dr. Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre
Peygamberler, s. 22-23
[41] Bünyamin Ateş, Mehmet Dikmen, Peygamberler Tarihi,
s.102
[42] Zümer: 39/6
[43] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 41-43.
[44] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İkinci Kitap, s.
96-97.
[45] Dr. Arif Aytekin, Ehl-i Sünnet İnanç Esasları Tahavî
ve Akaid Risalesi, s. 46, Md. 42
[46] Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 17
[47] A’râf: 7/172-173
[48] Bu hadis için Bkz. İbn-i Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı
Kerim Tefsiri, Çev.: Dr. Bekir Karlığa,-Dr. Bedrettin Çetiner, c. 7, s. 3136-3137
[49] Allah-u Teâlâ Hz. Âdemden itibaren zincirleme olarak
ta kıyâmete kadar gelip geçecek bütün nesillerin, kişilerin Rabbi olduğunu
kendilerine şahit tutarak, ezelde, ilk misakı almıştır. Allah-u Teâlâ Hz.
Âdemin sülbünden bütün zürriyetini yaratıp onlara hayat ve akıl vererek hepsini
varlığına ve birliğine şahit kıldı ve “Rabbiniz
değil miyim?” diye sorunca hepsi birden “Evet!” dediler. Bu şekilde bir
sözleşmenin vukuu da akla aykırı olmayıp gayet mümkündür. (Prof. Dr. Şerafettin
Gölcük, Kur’an ve İnsan, s.18)
[50] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Terc. c. 2, s. 112-113
[51] A’raf: 7/173
[52] Mevdudi, a.g.e, c. 2, s. 114-116
[53] En’am: 6/130
[54] Rûm: 30/30
[55] Buhârî, Cenaiz 79; Müslim, Kader 22; Tirmizî, Kader 5;
Ebû Dâvud, Sünnet 17
[56] İbn-i Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çev.
Dr. Bekir Karlığa- Dr. Bedrettin Çetiner, c. 7, s. 3131-3132
[57] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay.
c. 4, s. 168
[58] İsrâ: 17/34
[59] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 43-47.
[60] Bakara: 2/35
[61] Mevdudi, Tefhimu’l Kur'an Terc., c. 1, s. 65. Not: Bu
ağaç konusunda bazıları onun buğday, bazıları hurma, bazıları da kâfur ağacı
olduğunu söylemişlerdir. Daha pek çok söylentiler vardır. Doğru olan, Kur'an’da
kati bir şey söylenmemiş ve belirtilmemiş olmasıdır. Nitekim, Allah (c.c.)
âyette ağacın adını belirtmemiştir. Onun için buradaki ağacın ne ağacı olduğu
belirtilmemesi gerektiği kanaatindeyim. (İbn Kesir Tefsiri, Terc., c. 2, s.
298)
[62] Tâhâ: 20/117-119
[63] Mevdudi, Tefhimu’l Kur'an, Terc. c. 3, s. 281
[64] A’râf: 7/16-17
[65] Mehmed Solmaz, İsmail Lütfü Çakan, Peygamberler ve
Tevhid Mücadelesi, c. 1, s. 23
[66] Tâhâ: 20/120
[67] A’râf: 7/20-22
[68] Tâhâ: 20/115
[69] Tâhâ: 20/121
[70] Mevdudi, Tefhimu’l
Kur'an, Terc., c. 3, s. 281
[71] A’râf: 7/22. Not: Şeytanın ilk olarak kandırmak
istediği kimse Havva değil, Âdem’dir. A’râf, 20’ye göre şeytan her ikisini de
kandırmış ve her ikisi de ona aldanmışlardı. Şeytanın ilk önce hedefi Âdem’dir.
Bunun aksine, Kitab-ı Mukaddes’e göre Şeytan yasak ağacın meyvesinden yemesi
için ilk önce kadını (Havva’yı) kandırdı. Sonra kadın da kocasını (Âdem’i)
kandırdı (Yaratılış, 3). Mevdudi. A.g.e., c. 3, s. 281). Yine Mevdudi bu konuda
şöyle der; Kur'ân-ı Kerim şeytanın önce Hz. Havva’yı kandırdığını, daha sonra
da onu kullanarak Hz. Âdem’i yoldan çıkardığı şeklindeki kanaati yalanlar ve
şeytanın her ikisini birden kandırdığını bildirir. (Mevdudi, A.g.e., c. 2, s.
21). Âdem (a.s.)’ın yasak ağacın meyvesinin Havva tarafından yedirilmesiyle
ilgili olarak alınan rivâyetler ve detaylar İslâmî değildir. Bunları
doğrulayacak sahih eserlere sahip değiliz (Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara
Göre Peygamberler, s. 28)
[72] A’râf: 7/23
[73] Bakara: 2/37
[74] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 47-51.
[75] A’râf: 7/24-25
[76] Bakara: 2/38
[77] Yûsuf: 12/111
[78] A’râf: 7/24
[79] Mevdudi, Tefhimu’l
Kur'an Terc., c. 2, s. 24
[80] Mü'min: 40/68
[81] A’râf: 7/189
[82] Nisâ: 4/1
[83] Bkz. Bakara: 2/38; Tâhâ: 20/122; Âl-i İmrân: 3/33
[84] Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, M. Solmaz, Dr. İ.
Lütfü Çakan, c. 1, s. 26 Süleyman
Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 51-53.
[85] Mâide: 5/27-31
[86] S. Buhârî, K. Enbiya B. 2, Hadis 10; S. Müslim, K.
Kasâme, B. 7, Hadis 27; S. Tirmizî, K. İlim
B. 14, Hadis 2812; Nesaî, K. Tahrimi’d-dem, B. 1, Hadis 3973; S. İbn
Mâce, K. Diyet, B. 1, Hadis 2616.
[87] Bkz. Dr.Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyât, Ank.
1979, s. 272.
[88] Kul Sadi Yüksel, Girdaptaki Toplum, 2. Baskı, s. 52
[89] Zübeyir Yetik, Her Nemruda Bir İbrahim, s. 29
[90] Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Mehmed Solmaz, Dr.
İ. Lütfi Çakan, c. 1, s. 29
[91] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 497-498.
Not: Hz. Âdem’in nerede vefat ettiği ve nerede defnedildiği hakkında kesin bir
bilgi yoktur. Ancak bu konuda çeşitli rivâyetler vardır (Hikmet Neşriyat,
İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, c. 1, s. 27-28). Aynı şekilde Âdem (a.s.)’ın 930
veya 1000 sene yaşadığı hakkında da kesin bir bilgi yoktur. Tevrat’a göre Âdem
(a.s.) 930-1000 yıl yaşamıştır (Tekvin: 5/5; İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Yay.,
c. 1, s. 363). Tevrat’taki bu bilgiler güvenilir bilgi değildir. Süleyman Gülek,
İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 53-55.