Kader:
Sözlükte “ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek”
anlamına gelir. Terim olarak “Yüce Allah’ın ezelden ebede kadar olacak bütün
şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini ezelî ilmiyle bilip
sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. Allah’ın ilim ve irâde sıfatlarıyla
ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli
bir nizam ve ölçüye göre[1]
düzenleyen İlâhî kanunu ifade eder.
Kazâ: Sözlükte “emir, hüküm, bitirme ve yaratma”
anlamlarına gelir. Kazâ, Cenâb-ı Hakk’ın ezelde irâde ettiği ve takdir
buyurduğu şeylerin zamanı gelince her birisine ezelî ilim, irâde ve takdirine
uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ, Allah’ın tekvin sıfatı
ile ilgili bir kavramdır. [2]
“Biz
her şeyi bir kader ile (bir ölçüye göre) yarattık” [3]
Evrende
her şey kazâ ve kadere bağlıdır. Allah’ın takdir ve irâdesinin dışında hiçbir
şey olmaz. Kazâ ve kadere iman etmek, hayır ve şer, iyi veya kötü her şeyin
Allah tarafından takdir edilmesine, belirlenmesine ve zamanı galince
belirlendiği gibi yine Allah tarafından yaratılmasına inanmak demektir.
Kazâ
ve kader hakkında Ehl-i Sünnet’in görüşü şu şekildedir: Cenâb-ı Hakk, eşyayı
yaratmadan önce, eşyanın miktarını, ahvâlini, halkın amellerini, kendi
irâdesiyle yapacakları hayır ve şerleri ilm-i ezelîsiyle bilip, ezelî
irâdesiyle Levh-i Mahfuz’da ilk yarattığı kalemle yazmıştır. Ezelde ilim ve irâdeye
muvâfık olarak takdir edilen şeyler de, zamanı gelince harfiyen kazâ olarak
meydana gelmektedir. “Her şey ezelde takdir edilip, Levh-i Mahfuz’da [4]
yazılmış olduğuna, zamanı gelince de kazâ olarak icat edileceğine, takdir ve
kazâda hata olmayacağına göre; insan, yapmış olduğu işlerden nasıl sorumlu
tutulur?” şeklindeki soruya cevap vermeden önce insanların fiillerini kısaca
tetkik edelim.
İnsanların
fiil ve hareketleri ikiye ayrılır:
İhtiyârî
( elinde olan) fiiller,
Gayr-i
ihtiyârî (elinde olmayan) fiiller.
İnsanların
gayr-i ihtiyârî olan fiil ve hareketleri, kendi ihtiyar ve irâdeleri
olmaksızın, sadece Allah’ın yaratmasıyla olduğu için insan bundan sorumlu
tutulmaz. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kan dolaşımı, organların
çalışması, boyunun uzun ya da kısa olması, cinsiyetinin erkek ya da kadın
olması vb. işler. Bunlardan dolayı ne sevap ne de günah hâsıl olmaz, çünkü
bunlar kişinin elinde olan şeyler değildir.
İhtiyârî
fiiller ise; insanların irâdesi vâsıtasıyla yaratılır. İnsanlar bu hususta irâde-i
cüz’iyyeye ve bir kudrete sahiptirler. İnsanlar kendi irâdelerini ve
kudretlerini sarfeder, akabinde Allah da o fiilleri yaratır. Yoksa insan kendi fiillerini yaratmaz. İnsanların bu
kabil fiil ve hareketleri, kendi irâde ve ihtiyarlarına dayandığı için zorlama
lâzım gelmez. Bu fiillerin yaratıcısı Allah olup, kul olmadığından tefviz
(kulun fiillerini yaratmış olması) de lâzım gelmez.
Yalnız,
Allah (c.c.), her hususta, olan ve olacak olan her şeyi sebeplere bağlamıştır.
Kul, bu sebeplere tevessül edince, Allah (c.c.) da o şeyi yaratır ve vücuda
getirir. İlâhî sünnet bu tarzda cereyan eder.
Şimdi
soruya ve asıl cevabına gelelim:
“Fiil
ve hareketlerimiz ezelde takdir edilmiş ve Levh’a yazılmış olduğuna göre, bu
işleri yapmak zorunda kalmıyor muyuz? Öyleyse niçin sorumluyuz?”
Evet,
her şey, ezelde Allah’ın irâde ve ilmiyle takdir edilmiş ve yazılmıştır. Fakat
bilmemiz gereken husus şudur: “İlim,
ma’lûma tâbîdir.” Bilgi, ancak hâdiselere ve eşyaya uygun olursa ona
ilim denir, uygun olmazsa cehâlet denir. “İlim, ma’lûma tâbidir.” Yani ilim
(bilmek), ma’lûma (bilinen şeylere ve hâdiselere) tâbîdir. İlmin hâdiselere
tesiri yoktur. Meselâ; biz güneşin nereden ve ne zaman doğacağını biliriz.
Güneşin söylediğimiz zamanda doğması ise, bizim bilgimizden dolayı değildir.
Veya, meteoroloji istasyonlarının, âletleri ve tecrübeleri ile, bugün rüzgârın
hangi yönden eseceğini bilmelerinin ve bunu daha önceden tespit etmelerinin,
rüzgârın aynı yönden esmesinde tesiri yoktur. Yani onlar bildi ve yazdı diye
rüzgâr o yönden esmiş veya yağmur yağmış değildir. Zaten yağmur yağacağı ve
rüzgâr o yönden eseceği için, onlar bilmiş ve yazmışlardır. “İlim, ma’lûma
tâbidir.” Genel kaidesinin izahı budur. Hak Teâlâ da, her şeyi kaplayan ilmi
ile dünyaya gelen ve gelecek olan bütün insanların; irâde ve kudretlerini nasıl
kullanacaklarını, iyiyi mi, kötüyü mü seçeceklerini, irâde ve güçlerini kullanmalarının sonunda
neticelerin ne olacağını eksiksiz bir ilimle bilir ve bu bilgisi üzerine,
ezelde insanın her fiilini takdir eder ve Levh-i Mahfuz’a yazdırır. Netice;
ezeldeki takdir-i İlâhî ve yazı, ilm-i İlâhîye tâbidir. Yani Allah, nasıl
olacağını ve geleceğini bildiği için öylece takdir edilmiştir. İlm-i İlâhî ise
ma’lûma tâbidir. Cenâb-ı Hak, nasıl olacak ise, öylece bilmiş, bildiği gibi hüküm
ve takdir etmiştir.
Yani
Allah Teâlâ, insanların ne şekilde hareket edeceklerini bildiği ve takdir
ettiği için insanlar hareket etmiş değillerdir. Ancak Allah, kendi irâde-i
cüz’iyyelerini nasıl kullanacaklarını ve dolayısıyla nasıl hareket edeceklerini
tamamen bildiği için öylece takdir edip yazmıştır.
“Allah
her şeyi bilendir.” [5]
İnsan
hayır ve şerri, ezelde (önceden) yazıldığı ve takdir edildiği için işlemiyor.
İnsanın kendi irâdesiyle hayır veya şer işleyeceği, Allah tarafından bilindiği
için, ezelde öylece yazılıp takdir ediliyor. Bunun için de insan, işlediği
hayırlardan sevap, yaptığı kötü şeylerden de günah kazanıyor ve sorumlu
tutuluyor.[6] “Allah,
yaptıklarından sorumlu değildir; insanlar (yaptıklarından) sorumludurlar.” [7] buyrulmaktadır.
“Biz
ona (insana) iki yolu (iyiyi ve kötüyü) gösterdik.”[8] “Kim iyi işler
yaparsa kendi lehine, kim de kötü işler yaparsa bu da kendi aleyhinedir.
Rabb’in zulmedici değildir.”[9] “Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde
zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” [10]
Kişi
iyi ve doğru işler yaparsa kendi faydasına, câiz olmayan kötü işler yaparsa
kendi zararınadır. ‘Kaderim buymuş’ diyerek içine düştüğü hoş olmayan kötü
durumdan kurtulmak için elinden geleni yapmayıp ‘bu benim kaderim, ne yapayım’ demeye
kimsenin hakkı yoktur. Çünkü Allah insana akıl ve irâde vermiştir. Aklını ve
irâdesini kullanarak insanın iyi olan işleri yapması, kötü olan işlerden
uzaklaşması mümkündür. Bunun için yapılan iyi işlerden dolayı âhirette mükâfat,
yapılan kötü işlerden dolayı da ceza vardır. Kader konusunda çatışıp çekişmeyi,
tartışmayı Rasûlullah (s.a.s.) yasaklamıştır.[11]
Rızk;
sözlükte “azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey” anlamına gelmektedir.
Terim olak ise, “canlı varlıkların yaşamalarını temin etmek hususunda
faydalandıkları şey demektir.” Yenen, içilen, gıda olarak faydalanılan her şey
rızıktır. Bütün canlı varlıkların rızkını veren Allah’tır. Rabbimiz Allah şöyle
buyuruyor:
“Yeryüzünde
yaşayan bütün canlıların rızkı Allah’a aittir.” [12] Kazânç helâl de olur, haram da olur. Allah kulun
istediği doğrultuda rızkını verir. Ancak kişi haram olanı tercih ederse, bunun
cezasını görür. Mü’minin görevi rızkını helâl yoldan kazanmaktır.
Soru: “Haram Allah’ın rızkı ise, niçin onun yenilmesinden ötürü ceza veriliyor?”
Cevap: Kulun ona yönelmesi ve onu tercih etmesinden ötürü. Zira Allah Teâlâ
mutlak olarak rızık vereceğini vaat etmiş ve şu âyet-i kerîmesinde de
belirttiği üzere onun helâl yoldan aranmasını kuluna emretmiştir. “Yeryüzündeki
şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yiyin.” [13] Kul,
hırsı ve nefsani arzusu sebebiyle rızkı helâl olmayan yoldan arayınca Yüce Allah
da onu kendisine o yoldan verir, fakat yanlış tercih ve emr-i İlâhî’ye
muhâlefeti yüzünden onu cezalandırır. [14] Kişi
daha çok, daha rahat ve kısa yoldan para, mal, mülk sahibi olmak için helâl
yoldan değil; haram yoldan elde etmeyi arzu ederse tabii ki cezasını görür. [15]
Ecel,
sözlükte “önceden tespit edilmiş zaman ve süre” demektir. Ecel, terim olarak
ise, “ölüm için takdir ve tayin edilen vakittir. Dünya hayatının sona erdiği
andır.” Ecelin değişmeyeceğini Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerimde bildirmektedir.
“Artık
onların eceli gelince onu ne bir saat (an) geciktirebilir, ne de öne
alabilirler.” [16]
Bize düşen görev, hayatımızı tehlikeye sokacak
şeylerden sakınmak, sağlımızı en güzel şekilde korumak, ölüm gelinceye kadar
Allah’a iyi kulluk yapmak için elimizden geleni yapmaktır. [17]
Sözlükte,
“işi başkasına havâle etmek, güvenmek, dayanmak” anlamlarına gelen ‘tevekkül’
terim olarak, yapılacak herhangi bir işte hedefe ulaşmak için gerekli olan,
alınması gereken tedbirleri aldıktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra
Allah’a güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Tevekkül’ü doğru
anlamak gerekir. Tevekkül, bir iş yapmadan oturarak bir şeyi Allah’tan beklemek
değildir. Tarlasından iyi bir ürün almak isteyen bir çiftçi, önce tarlayı iyi
bir şekilde sürüp tohumunu eker, gübresini atar, sulamasını yapar. Ekinini
zararlardan korumak için her türlü tedbiri aldıktan sonra gerisini Allah’a
bırakır, O’na güvenir. Ekinin büyümesi, ürün vermesi için Allah’a güvenerek
sonucu O’ndan bekleyecektir; doğru olan tevekkül anlayışı budur. Bir iş için
gereken ne ise onu yaptıktan sonra Allah’a dua ederek, güvenerek sonucun hayırlı
olmasını beklemektir. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Bir
işe karar verdiğin zaman Allah’a dayanıp güven. Allah kendisine güvenenleri
sever.”[18] “Kim Allah’a güvenirse, O, kendisine yeter.” [19]
Hz.
Peygamber (s.a.s.), devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bir kişiye: “Önce
deveni bağla, Allah’a öyle tevekkül et” buyurmuştur. [20] Bu
hadisten de anlaşıldığı gibi, önce elden gelen yapıldıktan sonra Allah’a
tevekkül etmek gerekir. Doğrusu budur. [21]
[1] “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer: 54/49)
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Vdğ. İlmihal, c. 1, s.
132-133
[3] Kamer: 54/49
[4] “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen
herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i
Mahfuz’da) yazılmış olmasın.”
(Hadid: 57/22)
[5] Mücâdele: 58/7
[6] Ömer Nesefi, İslâm İnancının Temelleri, Akaid, s.
133-139
[7] Enbiyâ: 21/23
[8] Beled: 90/10
[9] Fussilet: 41/46
[10] Yunus: 10/44
[11] Bkz. Tirmizî, Kader 1; İbn Mâce, Mukaddime 10.
Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2005: 199-203.
[12] Hûd: 11/6
[13] Bakara: 2/168
[14] Nurettin es-Sabunî, Mâturidiye Akaidi, Terc. Bekir
Topaloğlu, s. 158
[15] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 203.
[16] Nahl: 16/61
[17] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 203-204.
[18] Âl-i İmrân: 3/159
[19] Talâk: 65/3
[20] Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme: 60
[21] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 204.