AHLÂK.. 1

Ahlâk İlmi 2

Ahlâk İlminin Kısımları 3

Câhiliyye Ahlâkı 3

İslâm Ahlâkı 5

Ahlakın Gayesi 5

Ahlâkî Vazifeler Kişinin Kendine Karşı Vazifeleri 8

Ana Babaya Karşı Vazifeler. 9

Evlâdın anne ve babasına karşı yapması gereken görevler şunlardır: 9

Anne Babanın ölümünden sonra da : 9

Anne ve Babanın Çocuklarına Karşı Vazifeleri 10

Eşlerin karşılıklı Vazifeleri 11

Eşlerin Birbirlerine Karşı Vazifeleri Şu Şekilde Sıralanabilir: 11

Akrabalara Karşı Vazifelerimiz: 13

Komşularımıza Karşı Vazifelerimiz. 14

İyi  Ahlâk Örneklerinden  Bazıları 15

İhlâs. 15

Doğruluk.. 16

Şükür. 17

Sabır. 18

Tevbe  ve  İstiğfar. 21

Günahlar durumlarına göre iki kısma ayrılır: 22

Takvâ. 23

Adâlet 24

Kanaat 25

Cömertlik.. 26

Kötü Ahlâk Örneklerinden Bazıları Büyük Günahlar. 34

Zinâ ve Fuhuş. 36

Alkollü İçkiler. 39

Kumar. 40

Ribâ (Fâiz) 42

Zulüm.. 43

Hırsızlık.. 45

Rüşvet 46

İsraf 48

Riyâ. 49

Kibir. 50

Yalan. 52

Haset (Kıskançlık) 53

Gıybet 55

Gıybetin Câiz Olduğu Yerler Şunlardır: 58

Zan. 60

Zan iki çeşittir: 60

AHLÂK

 

Ahlâk, Arapça, “hulk” kelimesinin çoğuludur. “Hulk” huy, seciye, tabiat, mertlik, din ve yaratılış anlamlarına gelir.

Buna göre ahlâk kelimesi lugatta  huylar, seciyeler, insanın mânevi  yapısını belirleyen özellikler gibi mânâlara gelir.

Terim olarak ahlâk:

İslâm âlimlerince yapılan ve en beğenileni İmam Gazalî’nin tarifidir ve şöyledir: “Ahlâk, insan nefsinde yerleşen öyle bir heyet (meleke)dir ki, fiiller hiçbir zorlama olmaksızın, düşünüp, taşınmadan, bu meleke sayesinde kolaylıkla ve rahatlıkla ortaya çıkar.” [1]

Bu tarifin tahlili, bizi ahlâkın mâhiyeti hakkında aşağıdaki sonuçlara götürmektedir:

Ahlâk, insanın işlediği fiil ve davranışlardan ziyade, bu davranışların kaynağı olan, onları meydana getiren mânevî kabiliyetler kompleksini (Gazalî’nin tarifi ile hey’eti) ifade eder. Buna göre ahlâkî davranışlar, ahlâkın kendisi olmayıp, onun bir sonucu ve tezâhürüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in belirttiği gibi “Ameller niyetlere göredir.’ [2]

Ahlâk, sadece iyi huylar ve kabiliyetler mânâsına gelmez. Kelimenin asıl  mânâsı ile iyi ve kötü huyların hepsine birden ahlâk denir. Kendisinde iyi huylar geliştirmiş olana “iyi ahlâklı” denir. Kötü huylar geliştirmiş olana da “kötü ahlâklı” denir. Şu halde esasen ahlâksız insan yoktur. Bununla beraber, iyi huylu ve davranışlı insan  sadece “ahlâklı”, böyle olmayan için de “ahlâksız” tâbirleri galat-ı meşhurdur (yanlış olmasına rağmen herkes tarafından kullanılan ifade).

Ahlâk, insanda gelip geçici bir hal olmayıp, onun mânevî yapısında yerleşen, bir meleke halini alan yatkınlık ve kabiliyetler bütünüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.):

“Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.” [3] buyurmuştur.

Ahlâk, insanı düşünüp taşınmaya herhangi bir baskı ve zorlamaya gerek kalmaksızın vazifeyi rahatlıkla ve memnuniyetle yapamaya sevkeder. Riyâ, korku, menfaat temini gibi sebeplerle yapılan davranışlar, güzel ahlâk  sınıfına  girmez.

Güzel ahlâklı olabilmek için vazifeleri rahatlıkla ve memnuniyetle yerine getirme alışkanlığı büyük önem arz eder.  Böyle bir alışkanlık da ancak eğitim ile kazanılır. Burada eğitimden maksat, insanın kendi kendini eğitmesi, yani nefsini ıslah etmeye çalışmasıdır. Bu bir irâde eğitimidir ve bu eğitim sayesinde kişinin ruhunda ahlâkî irade gelişip güçlenecektir. [4]

 

Ahlâk İlmi

 

İnsan, güzel ahlâkî özelliklere sahip olabilmesi, bu vasıfları kendisinde en doğru bir şekilde nasıl geliştirebileceği hususunda bazı bilgilere muhtaçtır ki, ahlâk ilmi insanın bu ihtiyacını karşılamayı üstlenir.

Fakat insan hayır ve şer denilen tutum ve davranışların neler olduğunu bilmezse, bu konuda hatalara düşmesi kaçınılmazdır.

Ahlâk ilmi, ahlâkî fâil olan insanın, ahlâkî kabiliyetlerini tetkik ve tahlil eden, iyi ve kötünün, fazilet ve reziletin  nelerden ibaret olduğunu araştıran, insanın yapmakla yükümlü olduğu vazifeleri ve uymak zorunda olduğu kaideleri bildiren bir ilimdir.

Ahlâk ilmi, ahlâkî fâil olarak insanı ve onun ahlâkî kabiliyetlerini, duygularını ve bunlardan doğan fazilet ve reziletleri inceler. Güzel huyları geliştirmenin, kötü huyları ıslah etmenin  yollarını araştırır ve gösterir. Ahlâk ilmi, kaideler, kurallar ve değerler ilmidir.

Hz. Muhammed (s.a.s.):

Ben ahlâk güzelliklerini  tamamlamak için gönderildim.” [5] buyurmuştur. Bu hadis bir bakıma, ahlâk ilminin gayesini göstermektedir. Gerçekten, ahlâk ilminin gayesi Rasûlullah (s.a.s.)’ın ifadesiyle ahlâk güzelliklerini, yani iyi huyları ve yüksek vasıfları insanlara kazandırmaktır.

İslâm düşüncesine  göre insan bir ruh ve beden varlığıdır. [6] İnsan, beden sağlığını olduğu kadar ruh sağlığını da korumak ve geliştirmek zorundadır.

Ahlâk, kısaca “neyi yapmalıyız?” sorusunun cevabını araştıran bir ilimdir. Dolayısıyla ahlâk ilmi bize hayır ve şer hakkında bilgi vermeyi, insan olarak uymak zorunda olduğumuz  kaide ve kanunları, kuralları, görev ve sorumlulukları tanıtmayı böylece ahlâkî ve ictimaî bakımdan mükemmel bir insanlık  meydana getirmeyi gaye edinir. [7]

 

Ahlâk İlminin Kısımları

 

1. Nazarî ahlâk, (nazarî ahlâk, ahlâkın teorik olan kısmında, bize bilgi verir.) “Vazife (görev) nedir? İyi  ve kötü nedir?” İşte bütün bu ve benzeri sorunların cevaplarını araştırır. Böylece nazarî ahlâkta ahlâk problemleri incelenerek insanın ahlâkî yaşayışına temel teşkil edecek genel prensipler, kural ve kanunlar tespit edilir.

2. Amelî ahlâk, ahlâk ilmi, tatbikî bir ilimdir. Yani bu ilim sadece “ bilmek” için değil, “yapmak” için vardır.

Amelî ahlâk, nazarî ahlâkın tespit ettiği kural ve kanunların hem bir neticesi, hem de tatbikidir.

İyi ve kötü fiillerin, fazilet ve reziletlerin neler olduğu ayrıntılı olarak belirtilir. Ahlâkî vazifelerin tasnife tâbi tutulduğu amelî ahlâk umumiyetle bir “vazifeler ilmi”nden teşekkül eder. [8]

 

Câhiliyye Ahlâkı

 

Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz (s.a.s.)’den önceki dönem, câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir. Câhiliyyenin, kendisine göre (İslâm’a dayanmayan) inanış sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Câhiliyye kelimesi, Kur’an’da dört yerde geçer, Kur’an’da câhiliyye kelimesinin geçtiği dört âyet, câhiliyyetin temel dört görüşünü ifade eder:

1- Câhiliyyetin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “… Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak câhiliyye zannına kapılıyorlardı.” [9] Dolayısıyla vahye/ilme dayanan bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin özelliğidir.

2- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassup ve barbarlığı: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu yerleştirmişlerdi...” [10] Dolayısıyla câhiliyyenin kendisine has, İslâm dışı bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.

3- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!) Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri  kadınları)nın açılıp saçılarak, ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin.”[11] İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafet/ kıyafetsizliğin eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.

4- Câhiliyyenin hüküm, yönetim anlayışı: “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” [12] Demek ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi cahilî yönetimin hatırlatılmasından başka bir şey değildir. [13]

Câhiliyye devri Arapları Allah’ı hakkıyla bilemedikleri, O’na şeksiz ve şirksiz iman etmedikleri, gerek ferdî, gerekse içtimaî hayat itibariyle bilgiden, nizamdan, sulh ve sükûndan  uzak oldukları, güçlü ve asil sayılanları daima haklı kabul ettikleri ve adâletten yoksun bir hayat yaşadıkları için bu döneme câhiliyye denilmiştir. Eski Arap şiirinde, cehlin “şiddet,  saldırganlık ve barbarlık” anlamında kullanıldığını, hatta yerine göre bunun bir fazilet sayıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Meselâ meşhur câhiliyye şairi Amr b. Külsum’un, “Hele biri kalkıp da bize karşı cahillik etmeye görsün, o zaman biz câhillikte bütün câhillerden baskın çıkarız” anlamındaki beyti  bu örneklerin en çarpıcısıdır. [14]    

Câhiliyye düzeninde geçerli olan ahlâk anlayışı, vahyin kokusunu taşımayan bir ahlâk anlayışıdır. Bu câhiliyye ahlâkını tanıyabilmek için İslâm gelmeden önce Arabistan’da yaşanmış olan ahlâk  anlayışına bir göz atmak gerekir.

“Devr-i câhiliyye’de Arapların saygı gösterdiği birtakım putlar bulunuyordu. Civarda büyük panayırlar kurulurdu. Panayırlar vesilesiyle, Mekke’ye akın akın seyirciler, alıcılar, satıcılar, şairler, hatipler, fahişeler, ayyaşlar, kumarbazlar dolardı. Bizans’ın, Suriye’nin ve Arabistan’ın çengileri (dansözleri) ve şarkıcıları hep burada toplanırdı.

Hülâsa: “Câhiliyye devrinde Arap yarımadası, bütün dinlerin, mezheplerin, hurâfelerin ve bütün yüz kızartıcı kötülüklerin sergisidir.”

Hz. Peygamber, cahiliye dönemine geçmişte kalan bir zaman dilimi olarak bakmamış, aksine bu dönemdeki anlatışın her fırsatta tekrar ortaya çıkabileceğini düşünerek uyarılarda bulunmuştur. [15]

 

İslâm Ahlâkı

 

İslâm tabirinin anlamında ahlâkî mesaja işaret bulunmaktadır.  Arapça kuvvetli olmak, rehavet ve gevşeklikten kurtulmak, her türlü kusurdan arınmış olmak anlamındaki;

“S-l-m” kökünden türetilmiş olan İslâm; teslim olma, kurtuluşa erme ve müsâleme mânalarına gelir ve bu üç mâna ile de dinimizin üç temel hassasiyetini anlatır.

a) Teslim Olma:

İslâm’ı kabul etmiş kimse, Allah (c.c.)’a teslim olmuştur.  Allah (c.c.)’ın varlığını, birliğini, kitabını ve peygamberini tanımıştır.

b) Kurtuluşa Erme:

İslâm “selâm” kelimesi ile aynı köktendir. Buna göre İslâm’ı kabullenmiş kimse her türlü yanlış inanç ve yaşayış tarzlarından kurtularak selâmet’e ulaşmıştır. Çünkü selâm; ayıplarından, âfetten sâlim, insanın bütün korktuklarından emin olması mânasına gelir.

c) Müsâleme:

Müsâleme barış içinde olmak demektir. İslâm’ı kabul eden kimse cemiyetin diğer fertleri ile anlaşıp uyuşan, onlarla sulh üzere bulunan insandır. İslâm ahlâkî temelde bir tek kaynağa, vahye dayanır. İslâm ahlâkı sözünden Kuran ve sünnetin ortaya koyduğu ahlâk anlaşılmaktadır. [16]

 

Ahlakın Gayesi

 

İnsanın yaratılış gayesini bildirerek iki cihan mutluluğuna erişmenin şartlarını geçekleştirme, ahlâkın başta gelen gayesidir. Müslüman’ın temel görevi Allah’a kulluktur. Hiçbir ortak koşmadan yüce Allah’a kulluk yapmak. Bu kulluğun esaslarını Kuran’ı Kerim’den; ibadetlerimizi tam anlamıyla yerine getirmeyi de Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in uygulamalarından öğrenmekteyiz .

Bu kulluk esasları içerisinde ahlâkın büyük bir yeri vardır. İnsan ahlâk sayesinde iyiye ve doğruya yönelir. İnsanın maddî ve mânevî yapısı bir âhenk içinde terbiye edilmiş olur. Kişi kendisini geliştirmiş ve korumuş olmaz; aynı zamanda toplumun korunmasında ve gelişmesinde de çok önemli katkılar sağlamış olur. Fertleri ve toplumları sağlam ve dürüst hale getirmek, ahlâkın gayeleri arasındadır. [17] 

                           

Ahlâkın Önemi

 

İslâm dini ahlâka büyük bir önem vermiştir. Ahlâk iyi huyları benimsemek, kötü huylardan arınmaktır. Huylar iyi de olur, kötü de olur…

Dolayısıyla Ahlâk, güzel ve çirkin veya iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. İslâm dini mü’minlere iyi huylara sahip olmalarını ve Kötü huylarından kaçınmalarını emretmektedir Zaten İslâm dininin ihtiva ettiği hükümler dört kısma ayrılmaktadır:

1- İtikada ait hükümler,

2- Helâl, haram, mubah ile mekruha ait hükümler,

3- İbâdetlere, muâmelâta ait hükümler,

4- Ahlâka ait hükümler.

Ahlâkın önemini âyet ve hadisler ortaya koymaktadır. “Muhakkak ki Allah adâleti, iyiliği ve (muhtaç olan) akrabaya yardım etmeyi emreder; haksızlıktan, fenalıktan, zulüm ve azgınlıktan men eder; iyice anlayıp tutasınız diye size böylece öğüt verir.” [18]

“Ve Sen (Rasûlüm); büyük bir ahlâk üzerindesin” [19] diye övdüğü önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor.

 “Ben ancak  ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” [20]

Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:

İyilik ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın; günah işlemekle, aşırı gitmekle yardımlaşmayın.” [21]

“İman edip iyi işler yapanlar da halkın en hayırlısıdır.”  [22]

O nefsini  günahlardan tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla)  örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.” [23]  

“Kim iyi iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim de kötülük yaparsa zararı yine kendisinedir. Sonra (ölünce) Rabbinize döndürüleceksiniz.” [24]

Abdullah b. Amr İbni’l As (r.a.)’den Rasûlullah (s.a.s.);

“Sizin hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” [25]

Ebu’d Derdâ (r.a.)’den Rasûlallah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet gününde mü’minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz ve herhangi bir durumda Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez.” [26]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den “İnsanların cennete girmelerine en çok sebep olan nedir ya Rasûlullah?” dediler. “Allah’tan korkmak (emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmak) ve güzel ahlâklı olmak” buyurdu. “İnsanların cehenneme girmelerine en çok sebep olan nedir?”  suâline karşı da; “İnsanın ağzı ve avret yeridir” cevabını verdi.”  [27]

Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivâyet olundu.

“Allah güzel ahlâklı kulunu nâfile namaz kılan ve nâfile oruç tutanın derecesine eriştirecektir.[28]

Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır.” [29]

İbn Ömer (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Her kimi yaptığı iyilik sevindirir ve kötülük (günah) üzerse, o kimse (olgun) mü’mindir.”  [30]

Nevvas b. Sem’an (r.a.) anlatıyor; Rasûlullah (s.a.s.)’e iyilik ve günahı sordum da şöyle buyurdu:

“İyilik ahlâk güzelliğidir, günah ise kalbinde rahatsızlık uyandıran ve başkalarının öğrenmesinden hoşlanmadığın şeydir ” [31] 

Şıhhir oğlu Alâ  (r.a.) anlatır: Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’ın karşısına gelerek:

Ya Rasûlullah! Hangi amel daha faziletlidir? ” dedi. Rasûlullah (s.a.s.):

“Güzel ahlâktır” dedi. Bu soruyu dört sefer sordu, Rasûlullah (s.a.s.) ona dönerek; “Sana ne oluyor, anlamıyor musun? Güzel ahlâktır” buyurdu. [32]

Usâme b. Şerik (r.a.)’den, bir grup insan gelerek Rasûlullah (s.a.s.)’e “Allah’a, kullarından en sevgili olan hangisidir?” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) de: “Ahlâkı en güzel olandır”  buyurdu. [33]

Câbir (r.a.), Rasûllah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti: 

“Sizlerden kıyamet gününde en çok sevdiğim ve bana en yakın olanınız, ahlâkî en güzel olanınızdır.”  [34]

Ebû Zer (r.a.)’dan, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“İnsanlara, güzel ahlâkla muâmele et.[35]

İbn Abbas, (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Su buzu erittiği gibi; güzel ahlâk da günahları eritir (yok eder); Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk da ameli bozar.” [36]

 Ebu Hüreyre (r.a.)’den; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Gerçekten siz mallarınızla insanları memnun edemezsiniz. Onları ancak güler yüz ve güzel ahlâkınız  (huyunuz) memnun eder.” [37]

Katâde, Zurâra’dan naklen rivâyet etti. Sa’d, mü’minlerin annesi Hz. Aişe  (r.a.)’dan  sorar:

‘Ey mü’minlerin annesi, bana Rasûlullah (s.a.s.)’in ahlâkını anlat.’ Hz. Âişe; “Sen Kur’ân okuyorsun, değil mi?” dedi. Ben ‘evet okuyorum’ dedim. “İşte Rasûlullah (s.a.s.)’in ahlâkı Kuran idi” dedi. [38]

Âyet ve hadislerden de görüldüğü gibi, ahlâkın önemi ve fazileti anlaşılmaktadır. Mü’min kişi iyi ahlâk sahibi olmaya gayret sarf etmeli, kötü huylardan, alışkanlıklardan son derece sakınmalı, kötü ahlâklı değil; iyi ahlâklı olmalıdır.

İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek gayesiyle ortaya konulan hükümlere ahlâk denir.

İslâm ahlâkının temelinde vahiy vardır. Kur’ân-ı Kerim’deki her emir ve nehiy bir vazifeyi gündeme getirir. Dolayısıyla İslâmî ahlâkı bir “vazife ahlâkı” olarak nitelemek mümkündür. Ahlâk ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da “edeb”tir. Edeb; nezâket, incelik ve usluluktur. İnsanlara karşı sözü ve hareketi ile yumuşak bir muâmele ve güzel bir tavır üzere olmaktır. Bütün hatalı davranışlardan kendisiyle korunulan şeyleri bilmektir. Âriflerin deyimi ile edeb, dinin tesbit ve tayin ettiği ahlâkî sınırları korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir. Bu ise insanın gönlünde yer etmiş olan güzel ahlâktan ibarettir. [39]

 

Ahlâkî Vazifeler Kişinin Kendine Karşı Vazifeleri

 

a-Bedeni Vazifeler

1. Temiz Olmak: Öncelikle, mü’min kişinin temiz olması gerekir. Çünkü Rabbimiz Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah temiz olanları sever.” [40]

Rasûlullah (s.a.s.):

“Temizlik imanın yarısıdır” [41]

Allah temizliği sever.” [42] buyurmuştur. Dolayısıyla mü’min her türlü temizliğine dikkat etmelidir.

2. Sağlığı Korumak: Peygamberimiz (s.a.s.) sağlığın korunması için bizleri uyarmaktadır. “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların kıymetini bilmiyorlar ve aldanıyorlar. Bunlar sağlık ve boş zamandır.”  [43]

Sağlığın korunması için, dengeli beslenmeli ve temiz ortamlarda bulunmalı, ayrıca sağlığımıza zarar veren alkollü içkiler, uyuşturucular ve sigara gibi sağlığımıza zarar veren her türlü şeyden sakınmalıyız. Hastalandığımızda da tedavi olmamız dinimizin emridir. [44]

b- Ruhî Vazifeler:

1. Doğru ve sağlam bir inanca sahip olmak,

2. Ruhu ibâdetler ile beslemek,

3. Güzel ahlâk sahibi olmak,

4. Kötü huylardan arınmak,

5. Doğru ve sağlam bilgiler edinmek,

6. Bâtıl inançlardan uzak durmak,

7. İrâdeyi güçlendirmek. [45]

 

Ana Babaya Karşı Vazifeler

 

Anne ve babanın çocuk üzerinde hakları vardır. Çünkü onun dünyaya gelmesine vesile olmaları ve büyümesi için zorluklara katlanmaları, kendilerine saygıyı gerekli kılar. Allah (c.c.) anne babaya karşılı saygılı olunmasını, onlara of dahi denilmemesi gerektiğini emretmektedir. [46]

Mes’ud oğlu Abdullah (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.s.)’e;

“Hangi iş, davranış Allah’a daha sevimlidir?” diye sordum. O da:

“Vaktinde kılınan namazdır” dedi. ‘Sonra hangisi?’ “Anaya babaya iyilik etmek” ‘Sonra hangisi?’“Allah yolunda cihad etmektir” buyurdu. [47]

Caime oğlu Muaviye anlattı: Babam Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek:

“Ya Rasûlullah savaşa gitmek istiyorum, size danışmaya geldim”dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de:

“Anan hayatta mı?” diye sordu. Cesime:

“Evet” dedi.

“Ondan ayrılma, çünkü cennet annelerin ayağının altındadır. (Ona hizmet edip onun gönlünü almak seni cennete götürür)” buyurdu. [48]

 

Evlâdın anne ve babasına karşı yapması gereken görevler şunlardır:

 

1. Muhtaç oldukları vakit onlara bakmak, her ihtiyaçlarını karşılamak,

2. Her ne zaman çağırırlarsa hemen koşup gitmek,

3. Emirlerine her zaman itaat etmek (günah olmadıkça),

4. Yanında gâyet yumuşak konuşmak, kırıcı olmamak,

5. Kendi için istediği ve râzı olduğu şeyleri onlar için de istemek; istemediği ve hoşnut olmadığı şeyleri onlar için de istememek,

6. Onlara çok duâda bulunmak.

 

Anne Babanın ölümünden sonra da :

 

1. Onların mağfireti için duâ etmek,

2. Akrabaların ve sevdiği dostlarının ziyaretine gidilmesi [49]

Bir kişi:

‘Ya Rasûlallah! Ana ve babamın vefatından sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):

“Evet, onlara hayır duâda bulunur, onlar için istiğfar eder (Allah’tan bağışlanmalarını ister), vasiyetlerini (isteklerini) yerine getirir, yakınlarıyla ilgisini kesmez ve dostlarına ikramda bulunursan” dedi.  [50]

 Onların ruhları için hayır yapmak gerekir. Anne ve babanın memnun olacağı, hoşuna giden şeyleri gerek sağlığında, gerekse ölümünden sonra yapmalıdır. Onları memnun etmek evlâtlık görevidir. Anne babaya iyi davranmak gerekir. Onlara karşı gelmek büyük günahlardandır. [51]

 

Anne ve Babanın Çocuklarına Karşı Vazifeleri

 

Aile yuvasının süsü ve mutluluk kaynağı olan çocuk, anne ve babaya Allah’ın bir emanetidir. Çocuklarının terbiyesinden sorumludur.

Çocuklarına karşı başlıca vazifeleri şunlardır:

1. Çocuklarını sağlıklı olarak besleyip büyütmek, çocuklarının beden ve ruh sağlığını korumak,

2. Çocuklarına haram lokma yedirmemek, Peygamber Efendimiz: “Allah yolunda harcanan paraların sevabı en çok olanı, aile fertlerine harcanan paradır” [52] diye buyurmuş; başka  bir hadisinde de; “İnsanın aile bireylerini sefil bırakması  kendisine günah olarak yeter” [53] buyurmaktadır.

3. Çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okumak [54] ve güzel bir isim koymak, [55]  ayrıca Allah Teâlâ’ya şükür için kurban (akika) kesilir. Hz. Âişe (r.a.)’den şöyle rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) bize “erkek çocukları için iki, kız çocukları için bir koyun ‘akika’ olarak kurban etmemizi emretti.” [56]   

4. Çocuğu iyi terbiye etmek, ona ahlâk yönünden güzel örnek olmak. Peygamberimiz: “Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmamıştır” [57] buyurarak çocuk terbiyesinin önemini belirtmiştir.

5. Çocuğuna namaz kılmayı, diğer dinî ve ahlâkî görevleri öğretmek, [58]

6. Çocuğunu okutmak, geçimini sağlayıcı bir meslek sahibi yapmak,

7. Çocukları sevmek, onlarla ilgilenmek. Çünkü çocukların yemek içmek kadar sevgiye de ihtiyaçları vardır.

8. çocuklara sevgi gösterirken, hediye verirken ayrım yapmamak, eşit ve adâletli davranmak, “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin.” [59]

9. Evlenme çağına geldikleri zaman çocukları evlendirmek. [60]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den (bir gün) Rasûlulah (s.a.s.) Hz. Ali (r.a.)’nin oğlu Hz. Hasan (r.a.)’ı öptü, Akra b. Habis de Peygamberimizin yanında bulunuyordu. Akra:

“Benim on tane çocuğum olduğu halde, hiç birini öpmedim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) ona hayretle bakıp: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz” buyurdu. [61]  Çocuklara merhamet etmeli, sevmeli, Allah’ın bizlere bir emaneti olduğunu unutmamalı, onların ahlâklı, faziletli yetişmesi için gayret etmeli, onlar için çok duâ da etmelidir. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

Ey insanlar kendinizi ve ailenizi (çoluk çocuğunuzu) ateşten koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.[62]

Kendimizi ve ailemizi cehennem ateşinden korumamız için Allah Teâlâ bizleri uyarıyor. Haksızlık, ahlâksızlık, zulüm, her türlü şirk, isyan, küfür ve günahlardan sakınmak suretiyle ve ibâdetlerimizi, kulluk görevlerimizi en iyi şekilde yaparak kendimizi ve ailemizi cehennemden korumaya çalışmalıyız. Dinimizin emri budur. Kendimizi ve ailemizi seviyorsak ve düşünüyorsak bu böyledir. [63]

 

Eşlerin karşılıklı Vazifeleri

 

Eşlerin birbirleri üzerinde hakları vardır. Önderimiz Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bize bildirmektedir:

“Dikkat ediniz, kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır.” [64]

 

Eşlerin Birbirlerine Karşı Vazifeleri Şu Şekilde Sıralanabilir:

 

1.  Önce eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı olmalı,

2. Erkek ailesinin beslenme, yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını da helâl yönden temin etmelidir.

3. Erkek, ailesinin İslâmî vazifelerini en iyi şekilde yapmasına yardımcı olmalı ve gerekeni yapmalı,

4. Erkek hanımına karşı sert olmamalı, yumuşak, nâzik davranmalı. Çünkü dinimizin emri de budur.

Allah Teâlâ Şöyle buyurur:

“Kadınlarla iyi geçinin.” [65]

 “Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle bildirmektedir:

“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlâken en iyi olanıdır ve sizin en hayırlınız da kadınlara karşı en iyi davrananızdır.” [66]

Bir kimse, karısına kin beslemesin (ona sert davranmasın). Onun  bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” [67] 

“Kadınlarını dövenleriniz, sizin hayırlınız değildir.” [68]  buyrulmaktadır.

5. Kadın evine bağlı olmalı, kendi hakkında kötü söz söylenmesine sebep olacak davranışlardan kaçınmalı, dedikodulara sebep olmamalıdır.

6. Kadın çocuklarına en iyi şekilde bakmalı ve evinde yapması gereken şeyleri yapmalı. 

7. Çocuklarının terbiyesinde de anne-baba birlikte gerekeni yapmalıdır.

Abdurrahman b. Avf (r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:

“Kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına itaat ederse, kendisine: ‘Hangi kapısından istersen cennete gir!’ denir. [69]

“Herhangi bir kadın, kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse cennete girer”  [70] buyrulmuştur.

Rasûlullah (s.a.s.) bir sahabeye hitaben:

“Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerin de senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.”  [71]

“Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki kadınlara göre (aile reisliği bakımından) bir derece daha fazladır.” [72] Bu üstünlük, erkeğin aile başkanı olmasıdır. “Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler” [73] Tabiî  ki, ailenin başkanı olmak; gurur kibir ve sert davranmaya sebep değildir. Sorumluluğun erkekte olduğunu göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle beyan ediyor:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan (elinizin altındakinden) sorumlusunuz. [74] Dolayısıyla aile reisi olarak erkek, gereken sorumluluğu yerine getirmelidir. Ailesini huzur ve mutluluk içerisinde idare etmeyi bilmeli ve onlara çok iyi davranmalı ve buna çok dikkat etmelidir. Kadın da,  evin huzur ve mutluluğu için gerekeni yapmalıdır. 

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Bir kimse karısını yatağına davet edip de (mazereti olmadığı halde) gelmez ve kocası da ona dargın olarak gecelerse, sabah oluncaya kadar melekler o kadına lânet ederler.” [75]

Görüldüğü gibi erkek, cinsel ihtiyacını gidermek için hanımını yanına çağırdığında gelmesi gerekmektedir. Hiçbir mâzereti yokken kadının kocasından uzak durmaya çalışması câiz değildir.

Zinâ haram olduğu için mü’min erkek cinsel ihtiyacını zinâ yaparak gideremeyeceğine göre, kadın kocasının ihtiyaç hissettiğini anladığı zaman birtakım gereksiz bahaneler göstererek kocasını mahrum etmesi asla doğru değildir. Aynı şekilde kadın da cinsel ihtiyacını gidermek için kocasını çağırdığında  onun da reddetmesi doğru değildir. Haramların, günahların yaygın olduğu bir toplumda ve teknolojik imkânlar sayesinde ahlâksızlığın arttığı bir ortamda günahlardan korunmak için karı-koca birbirlerine yardımcı olmalıdır.

Kadın kocasına güzel görünmek için süslenmeli, câzip olmaya çalışmalıdır Çünkü gerek tv.de gerekse sokaklarda, caddelerde kadınların süslü püslü, açık saçık gezmeleri, câzibeli,  tahrik edici olmaları sebebiyle onlardan etkilenmek söz konusudur. Ancak hanımların evde kocalarına câzibeli görünmeye çalışmasıyla erkeklerin dışarıdaki câzibelerden korunmaya sebep olur. Bu gerçekleri hanımlar iyi düşünmelidir.   Rasûlullah (s.a.s.):

“Sizden tahrik eden bir kadın gören olduğu  vakit hemen karısının yanına gelerek cinsel ilişkide bulunsun, çünkü böyle hareket etmesi gönlündekini (fitneyi) def eder” buyurmuştur. [76] Gaye Allah’a kul olmaktır. Allah’a iyi kul olmada karı-koca birbirlerine  yardımcı olmalıdır.

Hanımların, kocalarına karşı süslenmeleri, onlara câzibeli görünmek için gayret etmeleri gerekir. Çağırdığı zaman kocasının yanına gelmemesi  ve cinsel ihtiyacını gidermede zorluk çıkarması sebebi ile kocalarına zulüm etmiş olurlar. “Allah, zulüm edeni sevmez.” [77] Hanımların bu şekilde davranmaları mü’min bir hanımın davranış biçimi değildir.

Karı-koca birbirlerinin her türlü ihtiyaçlarını gidermede gevşek davranması yanlıştır. Bu ise ailenin huzur ve mutluluğuna engeldir. Ailenin mutluluğu için karı-koca birbirlerinin haklarına riâyet etmeli ve Allah’a iyi kul olmaya çalışmalıdırlar. [78]

 

Akrabalara Karşı Vazifelerimiz:

 

Akraba Arapça’da “yakın” mânâsına gelen “karib” kelimesinin çoğuludur. “Yakınlar” mânâsına gelir. Akraba iki şekildir:

1. Nesep yönünden: Amca, dayı, teyze, hala, yeğenler gibi akraba olanlar,

2. Evlilik yönünden: Eşinin babası, annesi, kardeşleri gibi akraba olanlar.

Akrabaya önem vermek, onlarla alâkayı kesmemek ve zaman zaman ziyaretlerde bulunmak dinimizin emridir. [79]

Enes b. Mâlik (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kim rızkının bol ve ömrünün uzun olması kendini sevindirirse, o kimse yakınlarıyla ilgilensin”

Tirmizî’nin rivâyeti şöyledir:

“Akraba ve yakınlarınızı tanıyın (onlarla alâkayı devam ettirin). Çünkü sıla-i rahim (yakınlarla alâkayı sürdürmek), yakınlar arasında sevgi meydana getirir, malı çoğaltır ve ömrün uzamasına sebep olur.” [80]

İbni’l-Haris sordu:

“Ya Rasûlullah, (önce) kime iyilik edeyim?” Rasûlullah (s.a.s.):

“Annene, sonra babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve bir de bunları takip eden akrabana (iyilik etmen ve onlarla alâkayı sürdürmen) vâcip bir haktır. Yakınlarına da!” [81] buyurdu   

Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) akraba ile ilgilenmeyen ve alâkayı kesenlerin cennete giremeyeceğini bildirmektedir: “Akraba ile alâkayı kesenler cennete giremez.” [82]

Âyet ve hadisler; akrabaya karşı çok iyi muâmele edilmesini, onlarla dostluğun kesilmemesini onlara karşı görevlerimizi yapmamızı emretmektedir. İhtiyaçları olduğu zaman gidermeye çalışmalı, sevinç ve üzüntülerini paylaşmalı, onlara iyi davranmalı, sık sık ziyaretlerine gitmeli ve bu şekilde akrabalık görevini yerine getirmeye çalışmalıyız. [83]

 

Komşularımıza Karşı Vazifelerimiz

 

Bize, aile ve akrabalarımızdan sonra en yakın insanlar komşularımızdır. Aynı sokakta veya aynı binada olmamız hasebiyle onlarla sık sık görüşmek söz konusu olmaktadır. Onun için komşularımızla çok iyi geçinmek İslâm’ın emridir. Allahu Teâlâ komşularımıza iyi davranmamızı emretmektedir:

“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana ve babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya (eş, dost ve arkadaşa), yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, hizmetçi ve işçiye) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve gururlanan kimseyi sevmez.”  [84]

Ebû Hureyre (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: 

“Allah’a ve Âhiret gününe inanan, komşusuna iyi davransın.” [85]

Komşularımıza karşı vazifeleriniz, şu şekilde sıralanabilir:

1. Komşularımızla iyi geçinmek, onlara karşı güler yüzlü olmak,

2. Onların hakkına saygılı olmak, söz ve davranışlarımızla onları kırmamak ve rahatsız etmemek,

3. Herhangi bir sıkıntısı varsa onun giderilmesine çalışmak,

4. Hastalandıklarında ziyaretlerine gitmek, “herhangi bir ihtiyacın var mı?” diye sormak, varsa yardımcı olmak,

5. Üzüntü ve sevincini paylaşmak ve ikramda bulunmak,

6. Vefat ettiğinde cenazesine katılmak. Bu hususlara dikkat etmeli, komşuluk görevimizi en iyi şekilde yerine getirmeliyiz. İyi işlerde yardımcı olmalı, kötü işlerde ise asla yardımcı olmamalı, hatta uyarmalı, o yanlış ve kötü işten vazgeçirmeye gayret etmeliyiz.

Komşuyu rahatsız etmemeye çalışmalı, elinde olmayan ses ve gürültüden dolayı komşuyu azarlamamalı, sabretmeli, anlayışlı olmalı, komşunun misafiri gelmiştir, çocuklar oynarken ses, gürültü gelebilir. Çok rahatsız edilme durumu varsa, güzel sözle uyarmak gerekir. Marifet, insanlara kaba, kırıcı, sert davranmak değildir. Marifet insanlara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek ve iyi bir örnek olmaktır.

Komşularımız İslâmî yaşamdan uzaksa, İslâmî bir hayat biçimine  kavuşması için onlara yardımcı olmalı, gereken izahlar yapılmalı ve çok duâ etmelidir. Yani komşulara da maddî ve mânevî yardım yapılmalıdır.

Peygamberimiz şöyle buyuruyor.

“Komşusu aç iken bunu bildiği  halde tok  olarak yatan bana (tam) inanmış değildir.” [86]

 

İyi  Ahlâk Örneklerinden  Bazıları

 

İhlâs

 

Bir şeyi saf, temiz ve arıtılmış hale getirmek, gösterişi bırakmak ve samimiyet göstermek demektir. Kalbin, kötü hislerden temizlenmesi ve sadece Allah rızâsının düşünülmesidir.

Yapılan işlerde, ibâdette, insanların övmesi, takdir etmesi beklenmez, şöhret ve herhangi maddî beklenti güdülmez ve gösterişe yer verilmez.

Yani, ihlâs her işte temel öğedir.  İhlâssız yapılan işlerin Allah katında hiçbir değeri, önemi yoktur. [87] Allah indinde önemi ve sevabı olan ameller Allah rızâsı için yapılan amellerdir.

 “O halde Allah’a, O’nun dinine ihlâslı (gönülden bağlı) olarak kulluk et. İyi bilin ki hâlis din, yalnız Allah’ındır.” [88] Yapılan işlerin  Allah rızâsına dayanması gerektiği âyet ve hadislerden açıkça görülmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) “Ameller ancak niyetlere göre karşılık bulur” [89] buyurarak yapılan işte niyetin ne kadar önem arz ettiğini açıklıyor. Dolayısıyla kabul olan ameller, Allah rızâsı için (ihlâslı) yapılan amellerdir. Rasûlullah (s.a.s.) bunu bildirmektedir:

“Allah ancak kendi rızâsı gözetilerek, (ihlâs  ile) hâlis bir niyetle yapılan ameli kabul eder!” [90]

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Haberiniz olsun  ki; bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki; iyi olursa, bütün beden iyi olur (doğru şeyler yapar). Bozuk olursa, bütün beden bozuk olur (kötü şeyler yapar). İşte o (et parçası) kalptir.” [91] “Şüphesiz ki  Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza (elinizdeki maddî imkânlara) bakmaz; lâkin kalplerinize ve amellerinize  bakar.” [92]

 

Doğruluk

 

Doğruluk; lugatta, “doğru olma hali, dürüstlük, sadâkat, hak, hidâyet, istikamet” anlamına gelir. Terim olarak ise, “Allah’ın emrine ve kanunlarına uygun bir yol takip etmek ve insanların haklarına riâyet etmek” demektir.

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor: 

“(O öyle yüce Allah ki) Hanginizin daha güzel (doğru) davranacağını imtihan etmek için  ölümü ve hayatı yaratmıştır.” [93]

Yaratılışımızın gayesi, kimin daha doğru, iyi, güzel bir şekilde davranacağının tespit edilmesi için, imtihan içindir. Rabbimiz Allah: 

Emr olunduğun gibi doğru ol” [94]  buyurarak ne ile emr olunmuşsak o şekilde hareket etmemizi, ona uygun davranmamızı istemektedir. İslâmî olan, câiz olan şeyleri yapmalı; İslâmî olmayan, câiz olmayan şeyleri, yani haramları, günahları işlememeli.

Doğruluk düşüncede, davranışta, her şeyde olmalıdır. Kendisinden öğüt isteyen birine Peygamberimiz (s.a.s.): “Allah’a inandım de sonra dosdoğru ol” [95] buyurmuştur.

Doğru olmanın önemini Rabbimiz şöyle belirtiyor:

“Allah şöyle buyuracaktır; Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük  kurtuluş ve kazanç budur.”  [96]

Doğruluğun, dürüstlüğün mükâfatı cennettir; bu şekilde doğru olmanın önemi anlaşılmaktadır.

Günümüzde bazı insanlara doğruluk tavsiye edildiğinde şöyle söylüyorlar. “Doğru olmak fayda vermiyor, insanlara iyilik yapmayacaksın; kime iyilik yaparsan ondan kötülük görürsün” gibi çok yanlış sözlere şâhit oluyoruz.

Doğruluk teşvik edileceğine ona mâni olmaya çalışmaktalar. Ne imiş, “ben doğru davransam ne faydası var? Karşımdaki bana doğru davranmayabilir.” Bu, doğru davranmaya engel ve mâzeret değildir. Doğruluk İslâm’ın emri, müslümanın şiarıdır. Müslümanın görevlerinin başında doğru olmak, doğru davranmak gelir. İnancında, ibâdetinde her türlü işinde doğru olmak şarttır. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete götürür.” [97] İnsanlar arasında güven, sevgi ve saygının artması doğrulukla, iyilikle mümkündür. İyilikler de kişiyi cennete götürmektedir. Dolayısıyla hem doğru olmak, hem de doğrularla beraber olmak gerekmektedir:

“Ey iman edenler, Allah’ın emrine uygun yaşayın. Aykırı davranmaktan sakının ve doğru olanlarla beraber olun.” [98] buyrulmaktadır. Doğruluğu benimseyen, savunan kişilerle beraber olmak ve onlardan yana olmak gerekir.

Allah Teâlâ, Fâtiha sûresinde bizlere şu şekilde davranmamızı, duâ etmemizi buyuruyor:

“Bizi doğru yola ilet kendilerine  (lütfundan ) nimet verdiğin (iyi) kimselerin yoluna (ilet), gazaba uğramışların ve sapıtanların değil (yâ Rab).” [99]

Doğruluktan ayrılmamamız, doğru yolda olmamız ve doğruların yolunda olmamız için çok duâ etmek ve gereği ne ise yapmak durumundayız. Çünkü  Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

Allah’ın  gösterdiği  doğru yolu bırakıp kendi arzusuna (yanlış yola)  uyan kimselerden daha sapık kim vardır?”  [100]

“Bu Kuran, insanlara en doğru yolu gösterir.” [101]

Kur’an’ın, İslâm’ın dışındaki yollar, gayr-i İslâmî düşünceler, yaşayışlar insanları doğru yoldan uzaklaştırır. İslâm’a aykırı uygulamalar, yollar asla doğru değildir. Doğru yol bellidir; İslâm’ın yoludur.

Bunun dışındaki yollar bâtıldır ve insanları dünya ve âhirette hüsrana götürür. [102]

 

Şükür

 

Şükür; Nimet ve iyiliğin sahibini tanımak ve ona karşı minnet duymak demektir. Şükrün önemi hakkında Rabbimiz şöyle buyuruyor: 

“Siz Beni anın, Ben de sizi anayım. Bir de Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” [103]

“Eğer şükreder, iman ederseniz Allah size niye azap etsin?” [104]

“Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” [105]

 Şükrederseniz nimetimi arttırırım” [106] buyuruluyor ve böylece şükrün önemi ve fazileti bildiriliyor.

“Sana gelen iyilikler, nimetler Allah’tandır.”  [107]

Bütün nimetler Allah’tan olduğuna göre, O’na çok şükür etmek zorundayız.

Günlük yaşamımızda birisi ufak bir iyilikte bulunsa, hemen teşekkür etme ihtiyacı duyulur ve teşekkür edilir. 

Tabiî ki, bu kadar çok nimet ihsân eden Allah (c.c.)’a ne kadar çok  şükür etsek, yine de çok azdır.

Şeyh Sadi der ki:

İnsanın bir nefesinde iki şükür vardır. Biri yaşamak için temiz havayı alırken yapılması gereken şükür; diğeri içimizde kirlenen havayı dışarı verirken lâzım gelen şükürdür. O halde, her an Allah’ın bin bir nimetini düşünerek kalbimizden şükür mefhumunu çıkarmamak lâzımdır. [108]

Rasûlullah (s.a.s.):

“İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah’a da şükür etmez.” [109] buyurmuştur. Allah’ın verdiği nimetlerden dolayı “Allah’ım sana şükürler olsun” demek yeterli değildir. Ancak, bu söz, şükrün birçok ifade şekillerinden biridir.

 Her nimetin şükrü, gerektirdiği hususları yerine getirmekle olur.  Bu da kalp dil ve davranışla mümkündür.

Kalbin şükrü, verilen nimetlerin sadece Allah Teâlâ’dan geldiğini anlamaktır.

Dilin şükrü, Allah’ın verdiği nimetlere hamd  ederek O’nu zikretmektir.

Davranışların şükrü; Allah’ın emrettiklerini  yapmak yasak ettiklerinden de sakınmaktır. Yani, Allah’a karşı kulluk görevlerini en iyi bir şekilde yerine getirmektir. 

Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Eğer Allah’ın nimetlerini  sayacak olursanız bitiremezsiniz.” [110]

Çünkü Allah Teâlâ’nın insanlara verdiği nimetler  sayılamayacak kadar çoktur. Dolayısıyla  Allah’a gereği gibi şükretmeliyiz. [111]

 

Sabır

 

Kur’an âyetlerinde çokça emrolunan ve Peygamberimizin hadislerinde pek çok öğütlenen bir İslâmî görevimiz de sabırdır. Sabır; aklın ve İslâm dininin gerektirdikleri üzerinde nefsi durdurmak, aklın ve İslâm’ın men ettiği işlerde nefsi (dizginlemek) kontrol altında tutmaktır. Sabır gerçekten ferdî gelişmenin, ailevî mutluluğun ve sosyal refahın kaynağıdır.

Âhiret  saâdetinin de bir vesilesidir.  

Hz. Ali (r.a.) sabrı şu şekilde belirtmektedir:

“Sabır üçtür: Allah’a  itaatte sabır, haramlardan kaçınmada sabır, başa gelen musibetlere sabır.” [112]

 

1. Allah’a İtaatte Sabır

 

Mü’min İslâm’a inanan ve ona tâbi olan ve teslim olan kişidir. İslâm’ın emir ve yasaklarına dikkat etmede sabrın büyük bir önemi vardır. İbâdetlerin zamanında ve iyi bir şekilde olması ve iyi, doğru, faydalı şeyleri yapmada olduğu gibi; kötü, yanlış, şeylerden sakınmada da, sabra ihtiyaç vardır.

 “Allah, göklerin ve yerin ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O halde sen O’na kulluk yap ve kulluğunda sabret.”[113] Sabır göstermeden Allah’a iyi kulluk olmaz. [114]

 

2. Haramlardan Sakınmada Sabır

 

Allah  Teâlâ Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyuruyor:

“Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkup emirlerine uygun yaşayın (karşı gelmekten sakının, emir ve yasaklarını) dinleyin, itaat edin.” [115]

Yasak olan içki, kumar, zinâ, haksızlık, ahlâksızlık, hırsızlık, zulüm, rüşvet ve fâiz gibi haramlardan ve günahlardan sakınmak, uzak durmak onlardan yararlanmamaya çalışmak sabırla olur. “Rabbinizden sabırla yardım isteyiniz.” [116] buyrulmakta ve şu duâ örneği sunulmaktadır.

“Ey Rabbimiz üzerimize yağmur gibi sabır yağdır.[117]        

  Sabırlı olabilmek için de Allah’tan yardım istemeliyiz. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Cennet nefse hoş gelmeyen şeylerle ihâtâ  edilip kuşatılmıştır. Cehennem de nefsin şehvetleriyle (hoşuna giden haramlarla, günahlarla) kuşatılmıştır.” [118]

Cennete nefsin hoşlanmadığı, istemediği şeyleri yapmak suretiyle ulaşılır. Cehenneme de nefsin hoşuna giden, İslâm’a aykırı olan  işleri yapmak suretiyle ulaşılır, gidilir.

Nefsin hoşuna giden günahlardan korunmak için kendimizi sabırla  durdurabiliriz.

Peygamberimiz (s.a.s.)

“Kim sabır etmek isterse, Allah ona sabır verir” [119] buyurmaktadır.

Günah işlememek için gayret edene, duâ edene Allah sabır verir, o haramdan, o günahtan korunmak, kendini frenlemek, durdurmak kolay olur. Yeter ki, kişi günahlardan korunmak istesin.

“Allah bir kulu sevdi mi, onu dünyadan (günahlardan) korur. Tıpkı sizden birinizin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış)  hastasını sudan (her hangi bir yiyecekten) koruması gibi.” [120] Sabır, günahlardan korunmada, İslâm’ın gereklerini yerine getirmede en önemli etkendir. [121]

 

3- Başa Gelen Musibetlere Sabır

 

İlâhî   hikmet   gereği   imtihan   dünyasında  yaşamaktayız. 

 Rabbimizin beyanıyla:

“İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece iman ettik demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” [122]

“And olsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan eksiltmekle (fakirlikle) imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele” [123] buyuruyor.

Görülüyor ki biraz korku, açlık, mallardan canlardan eksilme gibi hususlarla imtihanla karşı karşıyayız.. Bundan dolayı mü’minler âyet-i kerimede öğretilen şu duâyı yapmalı:       

“Ya Rabbi, bize dünyada iyilik  ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azâbından koru.” [124]

Allah’tan iyi şeyler istemeli, her türlü hastalık, keder, üzüntü ve sıkıntıdan bizleri koruması için duâ etmeliyiz. Başımıza gelen herhangi bir üzücü olayın imtihan gereği olduğunu hatırlayıp sabretmeli ve sabır için Allah’tan yardım istemeli. Ayrıca, üzücü olaylardan da kendimize çeki düzen verme açısından ibret almalıyız. Daha büyük bir üzücü olay olmadığından dolayı da yine Allah’a şükretmeliyiz.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir hadisinde şöyle buyurduğu naklediliyor:

“Mü’minin durumuna hayret doğrusu; Çünkü onun durumu kendisine yarar sağlar. Bu hal, yalnız mü’min için böyledir. Eğer sevindirici bir durumla karşılaşırsa şükreder, bu onun hayrınadır (sevap yazılır). Eğer üzücü bir durumla karşılaşırsa sabreder, bu da onun için hayırlıdır (sevap yazılır).” [125]

Peygamberimiz (s.a.s.):

Asıl sabır musibetin (üzücü olayın) ilk anında olanıdır”  [126] buyurdu.

Üzücü olay karşısında hemen sabırlı olmak, orada nasıl iyi bir şekilde davranmak gerekiyorsa öyle davranmak gerekir. O an sabretmeyip bağırıp çağırdığı halde, aradan zaman geçtikten sonra “ben sabrediyorum” demek, gerçek sabır değildir.

“Ey iman edenler! Sabırla ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” [127]

“De ki; Bize ancak  Allah’ın  takdir ettiğinden başkası   asla isâbet etmez.” [128]

Başımıza gelenler Allah’ın takdiridir, imtihan gereğidir diyerek sabretmeliyiz.

“Ancak sabredenlere, mükâfatları hesapsız (çok) verilecektir.” [129] buyrularak sabrın önemi açıkça belirtiliyor.

Mü’minlere düşen görev; gerektiği zaman, gereği gibi sabretmektir. [130]

 

Tevbe  ve  İstiğfar

 

Tevbe, sözlükte “dönüş” mânâsına gelmektedir. İslâmî terim olarak da, müslüman kişinin işlediği bir günahtan pişmanlık duyarak vazgeçmesi, Allah’tan bağışlanmayı dilemesi ve bir daha o günahı işlememeye söz vermesidir.

Allah Teâlâ tevbe etmenin önemini beyan ediyor:

Ey mü’minler, hepiniz Allah’a tevbe edin (ve emirlerini yerine getirin) ki kurtuluşa eresiniz.” [131]

“Ey insanlar Allah’a yürekten (samimi) tevbe edin, umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter; Allah’ın Peygamberi ve onunla beraber inanmış olanları utandırmayacağı günde sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar.” [132]

“Tevbe” günahı terk  etmek, “istiğfar” ise Allah’tan af dilemektir. “Rabbinizden af dileyiniz, sonra ona tevbe ediniz” [133] buyruluyor.

Peygamberimiz (s.a.s.) “Ey insanlar! Allah’a tevbe ve (istiğfar) ediniz, ben günde yüz defa tevbe (istiğfar) ediyorum” [134] buyurmuştur. Allah ve Rasûlü tevbe ve istiğfarın önemini ortaya koymaktadır.

Ebu Hureyre (r.a.)’den rivâyet edilen hadiste Rasûlulah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Mü’min bir günah işleyince kalbinde bir siyah nokta oluşur. Eğer tevbe eder, hatalardan döner, Allah’tan günahlarının affını dilerse, kalbi siyah noktadan temizlenir. Günah işlemekte devam ederse, siyah noktalar çoğalır. Kalbi tamamen kararır. İşte Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın: “Hayır, öyle değil. Tam tersine, işledikleri hatalar (günahlar) kalplerini tamamen karartmıştır” [135] buyurması buna işarettir.” [136]

Mü’minler olarak günah işlememeye çok gayret göstermeliyiz. Günah işlendiğinde ise hemen, geciktirmeden  tevbe etmelidir.

Tabiî ki, hangi günahtan, pişmanlıktan dolayı tevbe ettiysek, bir daha o günahı işlememek için çok dikkat etmeliyiz. [137]

 

Günahlar durumlarına göre iki kısma ayrılır:

 

1. Kul ile Allah arasında olan,

2. Kul ile kul arasında olan.

Kul ile Allah arasında olan günahlara tevbe etmenin üç şartı vardır:

1. Tevbe edeceği günahı kesinlikle terk etmek,

2. O günahı işlediğine pişmanlık duymak,

3. Bir daha o günahı işlememeye azmetmek, kesin karar vermektir.

Kul ile kul arasındaki günahların tevbesine gelince: Bu üç şartla birlikte hak sahibinden helâllik dilemek veya hakkını ödemek mecburiyeti vardır. İşte bu surette bütün günahlardan tevbe etmek gerekir. Eğer yukarıdaki şartlar yerine getirilmezse yapılan tevbe, şekilden ibaret olur. [138]

Tevbe etmenin belli bir zamanı yoktur. Her zaman tevbe yapılır. Tabiî  ki, tevbeyi geciktirmek doğru değildir. Çünkü ne zaman, nerede öleceğimiz belli olmadığına göre, bir an önce günahlara tevbe edip bir daha günah işlememeye gayret etmeliyiz.

Abdullah b. Mesud (r.a.)’den rivâyet olunan hadiste Rasûlullah (s.a.s.):

“Günahlardan tevbe eden hiç günah işlememiş gibi olur” [139] buyurmuştur.

Ebu Hureyre (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Büyük günahlardan kaçındığı takdirde beş vakit namaz, iki cuma ve iki ramazan arasındaki günahlara keffârettirler.[140]

Tevbe etmek bu kadar önemli olduğu halde, bazıları yanlış bir düşünceye kapılarak tevbe etmeyi terk ediyorlar. Şöyle diyerek:

“Nasıl olsa yine günah işleriz. Tevbe ettik mi bir daha günah işlememeliyiz. Bu da mümkün olmadığına göre, tevbe etmeye gerek yok.” Bu düşünce çok yanlış, şeytanî bir düşüncedir.

 Tabiî ki, tevbe edilince bir daha günah işlememeye çalışmak esastır. Fakat yine günah işlenir diyerek tevbeyi terk etmek asla doğru değildir. Tevbe ede ede kalp kararması giderilir. Bu da, gittikçe günahlardan vazgeçmeye sebep olur.

Ancak, tevbe edilmezse, yapılan günahlardan rahatsız olunmazsa o zaman gittikçe kalp kararır. Yapılan günahlar normal gibi gelir, bu şekilde günahlar kişiyi başka günahlara götürür. Günahlardan dönmek için tevbe edilirse günahlardan korunmak kolay olur. Dolayısıyla tevbe etmeyi asla terk etmemeli. Tevbe ederek Allah’ın günahları af edeceğini unutmamalı. Ancak şu hususa dikkat etmeli, Allah (c.c.) günahları af ediyor diye günah işlememeli. Rabbimiz bizleri apaçık bir şekilde uyarıyor:

“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” [141]                               

Şeytanın vesvesesine kanarak, aldanarak Allah affeder düşüncesiyle günahlar işlemek, şeytana aldanmaktan başka bir şey değildir.

Mü’min, uyanık olmalı, şeytanın oyununa gelmemeli, çünkü Rabbimiz açıkça uyarıyor: “Allah’ın affına güvenip de şeytan sizi kandırmasın” buyuruyor. Dikkat etmeli, Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmalı.

“Kim kendini hevâ ve hevesten (İslâm’a aykırı haram ve günahlardan) korursa varacağı yer cennettir” [142] buyrulmaktadır. [143]

 

Takvâ

 

Takvâ: ‘veka’ fiilinden gelir; ‘veka’ ‘korundu, kendini zararlı ve eziyet veren şeylerden sakındı’ demektir. Takvâ, nefsi korktuğu şeyden korumaktır.

Kavram olarak, nefsi günahlardan korumak demektir. Bu ise haramı terkle olur. [144] Haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla tam gerçekleşebilir.

Takvâ kelimesinin anlamında korku, korkmak unsuru da vardır. Ancak bunu yalnızca korku veya korkmak diye anlamak, başka bir dile yalnızca korku diye çevirmek çok yetersiz kalmaktadır. Takvâ tek başına bir korku olayı olmadığı gibi, korku unsurundan da tamamen uzak  değildir. Bu bakımdan takvâ kelimesi bazen, korku ve ürperti anlamında ‘havf ve haşyet’ duymak (korkmak) demektir.

“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’tan korkarsa (haşyet duyarsa) ve O’ndan ittika ederse (korunursa); işte kurtuluşa erenler onlardır.” [145]

İnsanlarda korku hissi iyi yönlendirilmezse veya asıl korkulması gereken makam olan Allah’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulduğu gibi, insan bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğmek zorunda kalır.[146] Onlardan korkar. “Sakın onlardan korkmayın yalnız Benden korkun ki; size olan nimetimi tamamlayayım, böylece doğru yolu bulabilirsiniz” [147] buyrulmaktadır.

İnsanlardan değil, Allah’tan korkup O’nun emirlerini çiğnemekten sakınmalıdır:

“Ey iman edenler; Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” [148]

Allah’tan korkmak, O’nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır.

“Öyle ise gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkup emirlerine uygun yaşayın (emir ve yasaklarını) dinleyin, itaat edin.” [149]

“Allah’tan korkmuyorum” demek, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı çıkıyorum demektir.

Takvânın aslı, önce şirkten, sonra günah olan fiillerden, daha sonra da günah olması muhtemel olan şüpheli hareketlerden kaçınmaktır. En son olarak da, kendisini ilgilendirmeyen (mâlâyani) faydasız ve lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir.

Takvâ, insanın kendisini Allah’tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmasıdır. [150] “Allah katında en şerefliniz, (üstününüz) Takvâca en ileri olanınızdır. [151]

Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta  bulunanları sever. Yine onlar ki; bir kötülük (günah) yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine zulüm ettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Bir de onlar işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rablerinin mağfireti ve zemininden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir” [152] buyrulmaktadır. [153]  

 

Adâlet

 

Adâlet’in sözlük anlamı, her şeyi yerli yerine koymak, lehte ve aleyhte aşırılıktan kaçınmak, ölçülü olmak demektir. Adâlet; düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıktan uzaklaşma, orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamında bir terimdir.

Adâletin zıddı zulüm ve insafsızlıktır. Adâlet geniş kapsamlı bir kavramdır.

“Allah adâleti, ihsânı emreder.” [154]

“Ey iman edenler adâleti ayakta tutmak için şahitlik edenler olun. Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adâletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Adâleti yerine getirebilmek için hevâ ve hevesinize uymayın. Eğer yanlış davranır veya (doğrudan) yüz çevirirseniz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” [155]

“Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder” [156]

Âyetlerden görüldüğü gibi Rabbimiz adâletli olunmasını, adâletli davranılmasını emretmektedir. Bir başka âyet-i kerimede Rabbimiz şöyle uyarıyor:

“Bir topluluğa (veya kişiye) olan öfkeniz  sizi adâletsizliğe sevk etmesin, adâletli olun (adâletten ayrılmayın).”  [157]

İslâm her şeyde adâletli olunmasını ister. İslâmî hükümlerin uygulandığı yerde adâlet vardır. İslâmî hükümlerin uygulanmadığı yerlerde de zulüm vardır. Zulmün olduğu yerde de huzur, saâdet, mutluluk yoktur.

Önderimiz, rehberimiz, peygamberimiz (s.a.s.) adâletli davranmanın örneğini göstermiş:

“Kızım Fâtma hırsızlık yapsa (hüküm ne ise uygularım), kesinlikle elini keserdim” [158] buyurmuştur.

İşte adâlet, işte İslâm. İslâm hukukunda hiç kimsenin bir ayrıcalığı yoktur. Onun için İslâm barış, esenlik, mutluluk getiren bir dindir. İslâm’ın olduğu yerde adâlet vardır. İslâm’ın olmadığı yerde ise zulüm vardır. [159]

 

Kanaat

 

Kanaat; Elinde bulunanla yetinmek, kısmetine râzı olmak, Allah’ın kendisine dünya nimeti olarak verdiği şeylere rızâ göstermek demektir. Kanaat az ile yetineceğim diye tembellik edip az çalışmak, az kazanmak demek değildir. Müslüman, helâl yönden gücü nispetinde çalışmalı ve kazanmalı, israfa kaçmadan gerektiği gibi harcamalı ve hayırda bulunmalıdır. 

“Allah şüphesiz ki; iyilik yapanları (hayırda bulunanları) sever.”  [160]

“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ama dünyadaki nasibini unutma. Allah sana ihsân ettiği gibi sen de ihsân et (ver), (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Allah bozguncuları sevmez.” [161] buyrulmaktadır.

Ebû Hureyre (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:

“Sizden biri, mal ve yaradılış bakımından kendisinden üstün olana değil, aşağıda olana baksın. Böyle yaparak Allah’ın verdiği nimetleri küçük görmemiz için gereklidir.”  [162]

Ubeyd oğlu  Fudâle (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.s.):

“Müslüman olmuş kimseye, muhtaç olmadan yaşayan ve kanaat eden kişiye ne mutlu!” [163] buyurmuştur.

Allah’ın verdiği nimetlere şükretmeli ve kanaat etmeli. Kanaat etmemek şükürsüzlüktür, nankörlüktür. Kişiyi dünyada da âhirette de mutsuz eder. Dolayısı ile kanaatkâr olmalı, insanların elindeki imkânlara bakıp “falan kişi  çok  iyi durumda, biz perişanız!” gibi sözlerden sakınmalıyız. [164]

 

Cömertlik

 

Cömert, sözlükte, eli açık olmak demektir. Cömertlik; insanın sahip olduğu imkânlardan, ihtiyaç sahiplerine meşrû ölçüler dâhilinde ve Allah rızâsından başka hiçbir amaç gütmeden, ihsân ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır. Mü’min kişiler  bu üstün ahlâka, cömertliğe sahip olmalı, infakta, ihsânda bulunmalıdır. Çünkü, Kur’ân ve sünnet bunu emretmektedir:

“Allah yolunda harcamada (infakta) bulunun, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyi davranın; Allah iyi davrananları sever.” [165] 

“(Ey Muhammed!) ne vereceklerini  sana sorarlar. De ki; ‘Maldan yapacağınız harcamalar ana-babaya, en yakınlara, öksüzlere, yoksullara ve yolda kalmışlara (yardıma muhtaç olanlara) olur. Allah yaptığınız her şeyi iyi bilir.” [166]

“Hayırda ne infak ederseniz (sevabı) kendinize aittir. İnfakınız yalnız Allah rızâsı için olsun. Hayırdan ne infak ederseniz, mükâfatı tümüyle verilir, haksızlığa uğramazsınız.” [167] “Sizden birine ölüm gelip ‘ya Rabbi keşke yakın bir zamana kadar ecelimi geciktirsen de sadaka versem’ demeden önce size verdiğim rızıktan veriniz.” [168]

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Cömert kişi Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır. Cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil cömert kişiyi Allah cimri ibâdet düşkününden daha çok sever.” [169]

 Mü’min cömert olmalı, infakta bulunmalıdır.

İnfak; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak mânâsındadır. Allah yolunda harcama yapmaya infak denir. Terim olarak infak; Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve ihtiyaç sahiplerine para veya maişet yardımında bulunmak, onların geçimini sağlamak demektir.

“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin iyi (helâl ve temiz)lerinden, Allah için sarfedn  (zekât ve sadaka verin).” [170]

“Allah’ın sana verdiğinden (nimetlerden O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et (iyilik et).” [171]  

Allah’ın verdiği nimetleri, imkânları insanın sadece kendine ayırmayıp, ihtiyaç sahiplerinin de yararlanması emredilmektedir. İnfakın en iyisi kişinin çok sevdiği paradan, maldan yaptığı harcamadır. Kişinin paraya, mala ve dünyalığa arzusu,  meyli fazladır. Onları çok sever, daha çok olmasını ister. Fakat mü’min kişi, Allah’ın emri olduğundan dolayı malından, imkânlarından ihtiyaç sahiplerini de yararlandırır. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar cennete ve iyiliğin en güzeline (birr’e) ulaşamazsınız.” [172]

Mü’min bu emri dikkate alarak gerektiği zaman zekât ve sadaka vermekten kaçınmaz. Zaten kaçınmaması gerekir. Çünkü bunun önemini ve faziletini Kur’an ve sünnet ortaya koymuştur. Bundan dolayıdır ki; mü’min infak ve ihsân eder.

İhsân  kelimesi “hasene” kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsân; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir.

İhsânın iki yönü vardır:

1- Başkalarına iyilik etmek, yardımda bulunmak ve bütün bunları iyi ve güzel bir şekilde yapmak,

2- Amelde ihsân, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek (meselâ Allah’ı) veya bir şeyi güzel bir amelle yapmak. Allah Teâlâ, ihsân sahibi olan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir. [173]

İhsan, aynı zamanda Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir. Cibril Hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) bunu belirtmektedir. İhsân “Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” [174]

Allah Teâlâ mü’minlere, adâletle birlikte ihsânı da emretmektedir. [175] Mü’min kişi kendisi için imkânların olmasını istediği gibi, diğer müminlerin de imkânlarının olmasını istemelidir. Çünkü “Müslümanlar bir tek kişi gibidir. Bir yeri ağrısa bütün vücudu ağrır (rahatsız olur).” [176]

Demek ki; bir müslümanın ihtiyacından dolayı rahatsız olması, diğer mü’minlerin de rahatsız olmasını gerektiriyor. Bir mü’min, imkânsızlıktan dolayı bir sıkıntı içerisinde ise, bütün mü’minler bu rahatsızlığı bir an önce gidermenin gayreti içerisinde olmalıdır. “Bana ne? Ne hali varsa görsün!”  demek, mü’min kişinin davranış biçimi değildir

“Kim ki; sabahleyin kalktığında, düşüncesi Allah’tan başka bir şey olursa; onun, Allah’ın hoşnutluk ve yakınlığından nasibi yoktur. Kim ki; sabahleyin kalktığında müslümanların sıkıntılarını kalbinde hissetmezse, (onların derdiyle dertlenmezse) onlardan değildir.” [177]

Müslüman müslümanın derdiyle dertlenmeli, onlara gerektiği zaman, gereken yardımı yapmalıdır. Çünkü, Rabbimiz müminleri kardeş yapmıştır. [178] Kardeşliğin gereği ne ise onu hemen yapmalıdır:

Sizden her kim din kardeşine bir fayda verebilirse, bunu hemen yapsın, (ihtiyacını gidersin)” [179] buyrulmaktadır.

Enes b.Malik (r.a.)’dan; Rasûlullah  (s.a.s.):

“(Ey mü’min, sen mü’min) kardeşine, zâlim iken de, mazlum iken de yardım et ” buyurdu.

Sahabeler:

‘Ya Rasûlallah, şu mazlum kişiye yardım edebiliriz. Fakat o zâlime nasıl yardım ederiz?’ diye sordular.  

 “Zâlimin iki elinin üstünü tutarsın (yani onu zulümden men edersin)” buyurdu. [180]

Müslüman, müslüman kardeşine yapması gereken yardımı yapmalı, ona karşı kardeşlik görevini yerine getirmelidir.

“İyilik ve Allah’ın (yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık (kötülük) üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [181] Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmakadır:

“Hiç biriniz kendiniz için arzu ettiğinizi, kardeşiniz için arzzu etmedikçe (kemâliyle) iman etmiş olmazsınız.” [182]

Bir mü’min kendisini düşündüğü gibi, din kardeşini de düşünmelidir.

Hz. Peygamber döneminde kurulan İslâm kardeşliği öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendisi ihtiyaç içersinde olan bir müslümanın, diğer müslüman kardeşini kendine tercih etmesini sağlamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendisine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri ihtiyaç içersinde bulunsalar bile onları (misafir ve muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [183]

“O kimseler ki, iman edip hicret  ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda mücadele ettiler. O ensâr ki muhâcirleri barındırdılar ve onlara (her konuda) yardım ettiler. Onlar birbirinin dostlarıdırlar.” [184]

Âyet-i kerime, ensârın muhâcirlere karşı yaptığı fedakârlığı övmektedir. Medineli ensâr, Mekkeli muhâcir kardeşlerini, hiçbir konuda yalnız ve yardımsız bırakmamışlardır. O kardeşleri için ne yapmak gerekiyorsa onu hemen/gecikmeden yapmışlardır. Bu da kardeşliğin nasıl olması gerektiğini bizlere gösteren mükemmel bir örnektir. 

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin  eder. Allah ise, size günahtan bağışlama ve bolluk vaad eder. Allah ihsânı geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. [185]  

Cimri kişiler hem Allah  katında ve hem de insanlar arasında sevimsiz ve kötü kişiler olarak görülür

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“(İşte) onlar, hem cimrilik ederler, hem de cimriliği emir (ve tavsiye) ederler ve Allah’ın bol nimetinden kendilerine verdiğini gizlerler. Biz de bu nankörlere, rezil edici ve alçaltıcı bir azap hazırladık.” [186]  

Mü’min, imtihan gereği birtakım imkânlara sahip olabilir, bu imkânlardan dolayı asla şımarmamalıdır. “Zenginim, imkânlarım çok” diye gururlanıp kendi kadar zengin olmayanları küçük görmemeli, onlara hava atmamalıdır. Çünkü bu imkânlar da bir imtihan gereğidir.

Mal ve servet  insanlar için bir imtihandır. [187] Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertlik ve infaktır.[188]

“(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz (Allah’ın takdiri, imtihan gereği diye boyun eğmeniz)  ve  Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah  kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.” [189]

“Allah dilediği kimseye rızkı geniş verir ve (dilediğine) daraltır. Onlar dünya hayatıyla sevinip yetinirler. Halbuki dünya hayatı, âhiret hayatının (sınırsız mutluluğu) yanında basit, geçici bir faydalanmadan başka bir şey değildir.” [190] 

Zenginlik de fakirlik de imtihan gereğidir. Zenginlikle şımarmamalı, fakirlikle de üzülmemeli, sabretmelidir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” [191]

Dünya hayatı imtihandan ibarettir; bunu iyi anlamak gerekir ki, ne yapmamız lâzımsa onu yapmak mümkün olsun.

“Mallarınızda muhtaç ve yoksulların hakkı vardır.” [192]

“Parayı, malı ben kazandım; niye başkasına vereyim, ben aptal mıyım?” diyerek, şeytanî bir mantık ileri sürerek cimrilik yapanlar, Allah’ın ihsân ettiği imkânlardan ihtiyaç içersinde olanları yararlandırmayan cimrilerin vay haline! Asıl cimrilikleri sebebiyle aptallık yaparak kendilerine zarar vermiş oluyorlar.

“Allah yolunda harcamada (infakta) bulunun (cimrilik yaparak) kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” [193]

Cimrilik tehlikeli ve kötü bir iştir. Kişiye fayda değil, zarar getirir. Akıllı insan cimrilik yapan değil, infak edendir.

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Cimri kişi Allah’a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır.” [194]

Yine bir hadis-i  şerif:

“Kulların sabaha erdiği her günde iki melek semâdan iner ve bunlardan biri şöyle duâ eder: ‘Ey Rabbimiz, infak edene karşılığını (sevap) ver.’ Diğeri de şöyle duâ eder: ‘Ey Rabbimiz, cimriye de telef ver (malını yok et).” [195]

Cimri kişi sıkıntı içersindedir. Parasının gideceğinden, azalacağından çok korkar. Kendisine ve çocuklarına para  harcamamak için elinden geleni yapar. Bu tip kişiler misafirliğe bile gitmek istemezler, çünkü onların da kendisine geleceğini  düşünür. Onlara içireceği çayın dahi  hesabını yapacak kadar alçalabiliyorlar. Dolayısıyla cimrilik çok kötü bir hastalıktır. Böylelerini  Allah sevmez, kullar da sevmez.

Tabiî ki, İslâmî yönü olmayan maddeci kişiler, cömert olmaya veya cimrilikten korunmaya önem vermezler, onlar maddeye önem verirler, sevabı günahı düşünmezler.

Fakat bazen İslâmî yönü olan,  İslâm’ı yaşamaya çalıştığını söyleyen, hatta İslâm’ı tebliğ eden kişilerde dahi cimrilik hastalığı görülmektedir. Tabiî ki, cimrilikten hemen kurtulmak gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Elini boynuna bağlama (cimrilik yapma), onu büsbütün de açma (israfçı olma); sonra kınanmış, pişman olmuş  bir halde oturup kalırsın.” [196] Ne cimri ne de israfçı olmamak gerekir. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” [197]          

“O kimseler (mü’minler) ki, harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar, (harcamaları) bu (ikis)inin arasında dengeli olur.[198]

Mü’minler her hususta dengeli olmalıdır, aşırıya gitmemelidir, ifrat ve tefritten sakınmalıdır.

İsraf ederek hayır yaptığını, hayır yapacağı zaman da israf ediyormuş gibi, sanmak ve hayır yapmayı terk etmek çok yanlıştır. İmam-ı Azam (rh. a.)’in belirttiği gibi:

“İsraf etmede hayır, hayırda israf olmaz.”[199] 

Onun için, gerektiği zaman infak etmeli, sadaka vermeli.

Sadaka: Allah Teâlâ tarafından, karşılığında sevap verilen bağıştır.[200]

“Onlar ki, mallarını gece gündüz, gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır.” [201]

“Müslüman kişi ailesinin ihtiyacı için harcama yapar ve bundan sevap umarsa bu ona sadaka olur (sevap kazanır).” [202]

“Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun.” [203]

Sadaka vermek için zengin olmak gerekmez, yapılan yardım az da olsa hayırdır, sevabı vardır. Herkes gücü nisbetinde ihtiyaç sahiplerine katkıda bulunmalıdır.

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Veren el, alan elden hayırlıdır.” [204]

Tabiî ki, malından fedakârlık yaparak veren, cimrilik etmeyen, hayırlı kişidir.

“İnsanların  (veya müslümanların) en  hayırlıları; dostlarına ve komşularına hayrı dokunandır.” [205]

“İnsanların en hayırlısı iyiliği beklenen, kötülük etmesinden korkulmayan kimsedir.” [206]

Hadislerden de görüldüğü gibi, insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.

Altın ve gümüşü (parayı, malı) biriktirip, onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları da acıklı bir azapla müjdele! O gün (bu paraları) cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak: ‘İşte bu nefisleriniz için biriktirip yığdıklarınız. Haydi biriktirip istifçilik ettiğiniz şeylerin acısını tadın’ (denilecektir).”  [207]

Parasını, malını biriktirip ihtiyaç sahiplerine vermeyerek cimrilik yapanların âkıbetinin çok kötü olacağını, âyet-i kerimelerden öğrenmiş oluyoruz.

“Rasûlullah (s.a.s.) bir keresinde, “Hanginiz vârisin malını kendi malından daha çok sever?” diye sordu. Cemaat:

‘Ey Allah’ın Rasûlü içimizde herkes kendi malını vârisin malından çok sever’ dediler. Bunun üzerine “Öyleyse şunu bilin, kişinin gerçek malı hayatında (infak ettiği) gönderdiğidir. Geriye bıraktığı da vârislerin malıdır.” [208] buyurdu. Tabiî ki,  insanın gerçek malı Allah rızâsı için insanlara verdiği malıdır. Bunun mükâfatını âhirette kat kat görecektir.

“Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırlar, ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için olsun. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa; karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.”  [209]

İnsanlara yapılan iyilikler, zekât, sadaka ve yardımlar sadece Allah rızâsı için olmalıdır. İnsanlar arasında iyi kişi olarak bilinsin ve övülsün, “ne iyi insan, bravo!” densin diye veya herhangi bir çıkar için yapılan yardımların hayrı yoktur.

İnfak parayla, malla olduğu gibi çeşitli şekilde de olmaktadır. İnsanlara güler yüzle davranmak, dertli olanların derdini paylaşmak, insanlarla iyi geçinmek, güzel sözle yapılan tebliğ ve her türlü iyilik infaktır, sadakadır ve sevabı vardır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“İki kimse arasında adâletle muâmele etmek sadakadır. Hayvanına (arabasına) bindirmek yahut eşyasını yüklemek (eve taşınırken, eşyasını taşımak için yardımcı olmak) pek âlâ bir sadakadır. Güzel söz (güler yüz) de bir sadakadır. Namaza gitmek için kişinin attığı her adım da bir sadakadır. Yolda gelip geçene ezâ veren şeyleri gidermek de bir sadakadır.” [210]

Peygamberimiz (s.a.s.):

“Her iyilik sadakadır” buyurdu. [211] İyi şeyler yapıldığında sevap olduğu gibi, günahlardan kaçınmakta da sevap vardır, bu da sadakadır.

Peygamberimiz (s.a.s.):

“Her müslüman sadaka vermesi lâzımdır” buyurdu. Oradakiler tarafından:

‘Ya Rasulallah sadaka verecek bir şey bulunmazsa ne yapar?’ dendi. Rasulallah (s.a.s.):

“Çalışın! Elinizin emeği ile kazandığını hem kendisi harcar, hem de sadaka verir” buyurdu. ‘Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, dersiniz?’ denildi. “Yardıma  muhtaç olan mazlûma yardım eder” buyurdu. ‘Böyle bir yardım etmeye gücü yetmezse ne dersiniz?’ denildi. “Hakka çağırır, bâtıldan sakındırır” buyurdu. ‘Bunu yapmaya gücü yoksa ne dersiniz?’ dediler. “Kötülükten, (günahlardan) kendini korur, bu da onun için bir sadakadır ” [212] buyurdu.

 Demek ki, günahlardan sakınmak da sadakadır. Sevap vardır. “Şüphesiz ki sadaka ömrü uzatır, kötü ölümü defeder. Allah sadaka sebebiyle kibir ve övünme hastalığını giderir.” [213]

“Sadaka vermeye koşunuz. Çünkü belâ sadakayı  geçmez (sadaka, sahibini belâ  ve  musibetten, tehlikelerden  korur).” [214]

“Her kim haram mal toplar da bundan sadaka verirse bunda onun için hiçbir sevap yoktur. Günahı ise kendisine kalır.” [215]

“Allah, helâl maldan verilen sadakadan başka hiçbir sadakayı kabul etmez.” [216] Sadakanın kabul olması için, sadaka helâl kazançtan olmalı ve Allah rızâsı için verilmelidir.

“Suyun ateşi söndürdüğü gibi sadaka günahları yok eder.” [217]

Sadaka, yükümlünün durumuna göre farz, vâcip veya nâfile hükmünde olur. Sadakanın farz olan kısmı zekâttır. Zekât, Allah tarafından farz kılınmıştır. [218] Rasûlullah (s.a.s.) çeşitli hadislerinde farz olan zekâtı belirtmiştir. İslâm beş temel üzerine kurulmuştur. Bunlardan birisi de zekât vermektir. [219]

Fitr sadakası vâcip hükmünde bir sadaka türüdür. Bu, Ramazan ayının sonuna yakın, yoksullara verilmesi gereken bir sadakadır. Buna kısaca “fitre” denir. Sadaka, geniş anlamıyla nâfile olarak yapılan hayır ve hasenâtı, insan ve hayvanlara yapılan iyilik, lütuf ve ihsânları, hatta insanların gönlünü hoş eden davranışları kapsamına alır. Sadaka-i câriye, vakfedilmiş sadaka ile diğer hayır ve hasenât bu niteliktedir. Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka anlamına gelir. Bir hadiste sürekli ecir kaynağı olan ameller şöyle belirtilir:

“İnsan öldüğü zaman amel işlemesi kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnâdır. Sadaka-i câriye, kendisinden yararlanılan ilim (yazmış olduğu faydalı kitaplar, yaptığı emr-i bi’l-ma’ruflar) veya kendisine hayır duâ eden sâlih çocuk.” [220] Sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescit (câmi), yoksullar için aş evi, hastane ve İslâmî ilimler okutulan okul gibi hayır yerlerini kapsamına alır. İnsanlar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, gerek sağlıklarında ve gerekse vefatlarından sonra ecir almaya devam ederler. [221] Müslüman kişi farz olan zekâtını vermeli, ayrıca gerektiği zaman fakirlere yardımda bulunmalı, kesinlikle cimri olmamalıdır.

“Dini (o, hesap gününü) yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip kakan, yoksulun yiyeceği ile ilgilenmeyip yardımı teşvik  etmeyen de odur. Vay haline o namaz kılanların ki, onlar namazlarından (onun öneminden gayesinden ve geçtiğinden) gâfildirler. Hem de onlar, gösterişçilerdir. (Onlar, zekât veya yardım ve) yardımlaşma için en basit şeyleri dahi esirgerler.” [222] Müslüman cömert olmalı, asla cimri olmamalıdır. Tabiî  ki, dünya bir imtihandır. Sınav gereği insanlar zengin veya fakir olabilir. Mü’min zenginse sadakasını vermeli; lüksten, israftan, cimrilikten kaçınarak çocuklarına, kendisine gerektiğinde harcama yapmalıdır.

Fakir kişi de helâl yönden imkânlarını artırmaya ve kimseye muhtaç olmamaya çalışmalıdır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Sizden birinin sırtında odun taşıyıp onu satarak geçinmesi, halktan sadaka istemesinden daha hayırlıdır.” [223]

Mü’min, insanlara yük olmaya değil, yükünü taşımaya çalışmalıdır. Buna rağmen fakir olduğunda, ihtiyaç gerektiğinde verilen yardımı kabul etmelidir. Gururlanarak ‘O da kimmiş, bana yardım yapıyor?’ diyerek verilen yardımı geri çevirmemelidir. Hem ihtiyaç giderilecek, hem de yardım yapana sevap  kazandırmış olunacaktır.

Hikmetli bir  söz: 

“Fakirlikle küçük düşme korkusu, zenginlikle şöhret hırsı, insanı kör (duyarsız) ederek, hakikati görmesine engel olur.” Dolayısıyla “verilen yardımdan dolayı küçük düşerim” endişesiyle borç para veya herhangi bir yardım istememek  ve bundan dolayı mağdur olmak yanlıştır.

Tabiî ki müslüman, aç gözlü değil tok gözlü olmalı, elindekiyle yetinmeye çalışmalı, fakat zor durumda kaldığında ise, müslüman kardeşlerine durumunu arz etmeli, onlar da bu sorunu çözmeye çalışmalıdır. Çünkü bu, müslümanların kardeşlik görevidir.

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Kimin güvenliği (oturacak evi) sağlanmış, sağlığı yerinde ve  yiyecek şeylere de sahipse sanki bütün dünya ona verilmiş (gibi zengin) sayılır.” [224]

Yani, temel ihtiyaçlarını gideren kişilerin de zengin sayılacağı belirtilmekte ve onların şikâyetle değil, şükürle meşgul olmaları istenmektedir.

Her Müslüman, gücü nisbetinde sadaka vermelidir. İnsanları hakka çağırmanın ve bâtıldan sakındırmanın (Tirmizi, Birr 26), “Allah’a şükretmenin ve O’nu tesbih (zikir ) etmenin bir sadaka olduğu belirtilmiştir (Müslim, Müsafirîn 84). Bir kimseye yol veya adres tarif etmek, güzel söz söylemek, yapılan tüm iyi şeyler sadakadır (Buhârî, Cihad 72; Müslim, Zekât 50-52).

Bunları bilen kişi, bu hayırlardan, sevaplardan yararlanmalıdır. Mü’min, kapitalist, maddeci kişiler gibi paraya, mala çok önem veren, bunu biriktiren ve hayır yapmayan ve parayı kazanırken helâla-harama dikkat etmeyen “param çoğalsın da  nasıl çoğalırsa çoğalsın fark etmez” diyen kişiler gibi değildir. Mü’min, İslâm’a uygun olmayan şeyleri uygun görmez ve onu yapmamaya çalışır.

Mü’min yeri geldiğinde Allah yolunda malını ve canını verebilmeli ki, korktuğu cehennemden korunsun ve umduğu cennete kavuşsun.

“Ey İman edenler! Sizi acı bir azaptan  (cehennemden) kurtaracak bir ticareti size haber vereyim mi? Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur.” [225] Âyet-i kerimede hayatın iman ve cihaddan ibâret olduğu ve iman ve cihadın “büyük mutluluk ve kurtuluş” sebebi olacağı bildirilmektedir. Dolayısıyla lafla cennete girilmez, iman ve sâlih amelle girilir; işte bu, böyledir! [226]

 

Kötü Ahlâk Örneklerinden Bazıları Büyük Günahlar

 

Günah: Aslı Farsça olan günah kelimesiyle kast edilen mânâ, Allah ve Rasûlü’nün yasakladığı, yani haram kıldığı ve insanın fıtratına aykırı, şahsiyetine yakışmayan bütün hâl ve hareketlerdir.

Âyet-i kerimelerde kullanılan “Cunah” kelimesi: Darlık, sıkıntı, sakınca, engel, be’s, mahzur ve günah mânâsında  kullanılmıştır. [227]    

Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde “günah” kelimesinin yerine şu kelimeler kullanılmıştır:

Kebîre, seyyie, zenb, ism, fahşâ, rics, vizr, curum, hatîe, şikak, habis, fısk, isyan, fücûr, şekavet, münker, [228] vb. kelimelerin türevleri. [229]

Büyük günahlar: Kebâir:

Azâbı büyük olan günahlar anlamına gelir. Bu kelime, ‘kebir’ (büyük, büyüklük taslama) kelimesinden türemiştir. Allah’ın emirlerine karşı gelme, aykırı davranma, büyük suç anlamlarına gelen günah kavramı, iki kısma ayrılarak değerlendirilmiştir. Bu kötü, yanlış fiillerin  bir kısmına ‘büyük günah -kebâir’, bir kısmına da ‘küçük günah -sağâir’ denmiştir.

 Günahlar, büyük, küçük günahlar diye ikiye ayrrmak Kur’an’ın tasnifidir.

“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük  günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.” [230]

“Küçük kusurları (lemem) dışında, büyük günahlardan (kebâira’l-ism) ve edebsizlikten kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin affı bol olandır.” [231] Âyetlerde geçen kebâir, kebâira’l-ism, zünûb kelimeleri büyük günahları  gösterirken; seyyie (çoğulu seyyiât) ve lemem kelimeleri de küçük günahları gösterir. [232]

Günah demek, Cenab-ı Hakk’ın râzı olmadığı şeyler demektir ki, ister küçük günahlar olsun, ister büyük günah olsun, muhakkak bunlardan kaçınmadıkça ve korunmadıkça insanın olgunlaşması mümkün olmaz. [233]

Dolayısıyla gücümüzün yettiği oranda günahlardan sakınmaya gayret etmeliyiz. İbn Ömer (r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Her kimi yaptığı iyiliği sevindirir ve günahı üzerse (rahatsız ederse), o kimse mü’mindir.” [234] Nevvas b. Sem’an el-Ensarî (r.a.) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.s.)’e iyilik ve günahı sordum da şöyle buyurdu:

“İyilik, ahlâk güzelliğidir. Günah ise, kalbinde gıcık yapan (rahatsız eden) ve başkalarının haberi olmasından hoşlanmadığın şeydir.” [235]    Yine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Mahveden yedi (büyük) günahtan sakınınız. Onlar: Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, riba (faiz), savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zinâ isnâdında bulunmaktır.”[236] diyerek büyük günahların yedi tanesini belirtmiştir. Büyük günahların neler olduğu  hususunda kesin bir liste mevcut değildir. İbn Ömer’in,  büyük günahlar “yedi tanedir” sözü İbn Abbâs’a ulaştığında, İbn Abbâs. “yedi taneden daha çok, yetmiş tane olmaya daha yakındır”[237] dedi. [238] 

Büyük günah konusunda, [239] sahâbeden bazıları şu tanımı yapmıştır: “Büyük günahlar:

Kur’ân ve sünnette günah olduğu açıklanan ve azap ile tehdit edilen günahlardır.”[240]

Büyük günah işlemenin neticesi olarak, ehl-i sünnetin görüşü şu şekildedir:

“Müslüman olan bir kimse; yasak olan bütün haramları (büyük günahları) işlese, emredilen amellerin hiç birini yapmasa bu günahları; helâl ve doğru saymadıkça, onların farz veya haram olduklarını inkâr etmedikçe dinden çıkmış olmaz.” [241]

Şirk hâriç[242] büyük günahlardan birisini işleyen kimse, ölürse üç ihtimal söz konusudur:

Ya Allah rahmetiyle bağışlar, ya Hz. Peygamber (s.a.s.) ona şefaatçi olur [243] ya da günahı kadar yanar, iman sahibi olduğu için ebediyyen cehennemde kalmayıp, cezası kadar yandıktan sonra Allah’ın rahmeti vesilesiyle sonra cennete girer (eş-Şehristânî, el-Milel, 1, 101). [244]          

Büyük günahlardan bazılarını belirtelim. Daha önce de belirtildiği gibi, en büyük günah şirktir. “Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşmayı (şirki) asla bağışlamaz; bundan başkasını da dilediği kimseler için bağışlar.” [245] Âyet hakkında Merhum Elmalılı, Tefsirinde şu açıklamayı yapar:

“Allah kendisine ortak koşulmasını (şirki) bağışlamaz” âyeti gereğince şirkin bağışlanmaması, tevbe edilmediği takdirdedir. [246]

“De ki: ‘Ey Kendi nefislerine karşı ölçüyü aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar, çünkü O, Ğafurdur, Rahimdir. [247]

İbn Kesir:

“Bu âyet-i kerime, kâfir olsun veya olmasın bütün âsileri (günahkârları) tevbeye ve Allah’a dönmeye bir çağrıdır. Tevbe eden, günahtan dönen herkesin günahları ne olursa olsun, ne kadar çok ve hatta denizin köpükleri kadar bile olsa Allah bağışlayacağını haber veriyor. (Şirkten tevbe edenin de tevbesi kabul edilir.) Fakat tevbe etmeyenin  şirki bağışlanmaz” der. [248]

“Ancak tevbe edip iman ederek sâlih amel işleyenler müstesnâdır. Onlar, hiçbir haksızlığa uğratılmadan cennete girerler.  [249]

“Lokman, oğluna öğüt vererek : Ey oğulcuğum, Allah’a eş koşma, doğrusu O’na eş koşmak büyük hastalıktır, zulümdür.” demiştir. [250] Şirk en büyük günahtır, dolayısıyla bunu iyi bilmeli ve şirke düşmemeye gayret edilmelidir. [251]

 

Zinâ ve Fuhuş

 

Zinâ; Erkek veya kadının evlilik dışı cinsel ilişkisidir. İslâm dini, emirler ve yasaklar koyarak emredilenin yapılmasını, yasak olandan kaçınılmasını istemiştir.

İslâm’ın yasak ettiği haramlardan olan zinâ, en büyük günahlardan biridir. Rabbimiz Allah zinâya yaklaşılmamasını emrediyor:

“Zinâya yaklaşmayın, çünkü o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” [252]

“Ve onlar (mü’minler) Allah ile beraber başka ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur ” [253] buyrulmuştur.

Fert ve toplum hayatında insan mutluluğunu esas alan İslâm, cinsellik konusunda da fertlerin mutlu yaşamasını sağlamıştır. Gayr-i ahlâkî ilişkilerin ortaya koyacağı zararları  bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını istemiştir.

Zinânın fert, aile ve toplum için zararları çoktur. Zinâdan dolayı yıkılan yuvalar, zinâ yaptığı ailesi tarafından anlaşılan kızın intihar etmesi veya evden kaçması ve kötü yola düşmesi söz konusu olmaktadır. Bundan dolayı kavgalar, cinâyetler ve huzursuzluklar olmaktadır. Ayrıca zinânın âhiretteki cezası da büyüktür. Ve cezası kat kat olacaktır. [254] Günümüzde bir meslek gibi görülen genel evler (zinâ evleri) insanları zinâya teşvik etmekte ve  zinânın artmasına sebep olmaktadır. Rabbimiz “Zinâya yaklaşmayın” diyerek zinâya götüren sebep olan her şey dinimizce yasaklanmıştır.

Şehvetleri tahrik eden müstehcen yayınlar, filimler, her türlü  cinsel tahriki arttıracak hususlar, kadınların dışarıda açık, dar elbiseler giymeleri ve süslenmeleri câiz değildir. Allahu Teâlâ zinâ edenler hakkında şöyle buyuruyor:

“Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.[255]

Ebû Umâme (r.a.) anlatıyor:

Kureyş’ten bir delikanlı dedi ki:

“Ya Rasûlullah,bana zinâ yapmam için izin verir misin?” Cemaat hemen onun başına üşüşüp azarladı. Rasûlullah (s.a.s.), bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Onu bana yaklaştırın.” Hemen yaklaştırdılar. Şöyle buyurdular:

“Sen bunu annen için ister misin? Delikanlı: “Hayır! Vallahi, Allah beni sana feda eylesin!  (istemem)” dedi. Rasûlullah (s.a.s:) “İşte senin gibi, diğer insanlar da bunu, anneleri için istemezler” buyurdu.

Sonra kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi hakkında da aynısını söyledi. Her seferinde:

“Sen  onlar  için bunu ister misin?” diye sordu. O da, her seferinde:

“Hayır vallahi,  Allah, beni sana feda eylesin! (istemem)” diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.s.), her defasında: “İşte insanlar da bunu istemez” buyurdu. Sonra mübârek elini, onun üstüne koyup şöyle duâ etti:

“Allah’ım onun günahını bağışla, kalbini temizle, fercini koru.” Ondan sonra o genç, bir daha böyle (çirkin) şeylere iltifat etmedi. [256]     

Demek ki zinâ çok kötü, çirkin bir şeydir. Zinânın âhiretteki cezası da büyüktür. Dolayısıyla Rabbimiz  zinâya yaklaşmayın” derken dünya ve âhirette perişan olunmasına sebep olan zinânın yapılmaması, bu büyük hataya düşülmemesi içindir.

Aynı şekilde haram olan erkek veya kadının kendi cinsinden birisi ile ilişi kurması (homoseksüellik, lezbiyenlik vb.) bir sapıklıktır. Yaratılış gayesine, fıtrî ve tabii temayüllere aykırıdır. Ahlâkî çöküntünün ve çürümüşlüğün bir tezahürü olan bu çirkin fiilin çok eskilere dayandığını bazı peygamberlerin bunlarla mücadele ettiklerini bazı kavimlerin, Lût kavminin bu kötü fiillerden (homoseksüellik) yüzünden mahv (perişan ve helâk) olduğunu Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz. [257]

Bu homoseksüellik, lezbiyenlik de büyük günahlardandır. Aynı şekilde, hanımının arkasından yanaşmak da büyük günahlardandır. [258] Peygamberimiz (s.a.s.):

“Bir erkeğe veya arkasından kadına yaklaşan kişiye Allah (rahmet nazarı ile) bakmaz!” [259] buyurur.

“(Rasûlüm) Sana kadınların âdet halinden sorarlar. De ki: O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın (cinsel  ilişkide bulunmayın). Temizlendikleri zaman (âdet hali bittikten sonra) Allah’ın size  emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah çokça tevbe  edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” Kadınlarınız (ın ön uzvu vajina) sizin için (döl) ekme yeridir. O halde (ilişkilerinizde) o yerinize (hayız dışında) nasıl isterseniz (ön organı olmak şartıyla ister kadının yüzü size dönük olsun, isterse arkası fark etmez ne şekilde olursa olsun) öyle varın; birbiriniz için ön hazırlıklar yapın. Allah’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının (da meşrûluk içinde temasta bulunun)  ve mutlaka O’na kavuşacağınızı da bilin. (Ya Muhammed bunu) iman edenlere müjdele.” [260]

Âyetlerden  görüldüğü gibi hayız halindeki hanımıyla temizleninceye kadar cinsel ilişki yasaktır.

İmam Muhammed’e göre ise; hayızlı iken  yasaklanan  sadece kadının cima organını kullanarak yapılacak cinsel ilişkidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de  bu yasağı gösteren illet “eziyet”tir. Bu ise ancak cima organını kullanmakta bulunur. Dolayısıyla koca, karısının cima organı dışında her yerinden örtü olmaksızın da yararlanabilir. [261] Tabiî ki, kadın hayızlı iken, dikkat etmeli, cinsel ilişkiye götürecek halden sakınmalıdır. Evli kişinin âyette, kadının ön tarafı, organı olmak şartıyla istenildiği şekilde (kadının âdet hali dışında) cinsel ilişki yapılabileceğini belirtiyor. Yasak olan kadının arka organı (anal) ilişkiye girilmesidir. Mü’min kişi bu hususlara çok dikkat etmeli ve haram olan şeylerden sakınmalıdır. [262]

        

Alkollü İçkiler

 

Alkollü içkilerin zararları pek çok olduğu herkesçe mâlum. Bu hususta, araştırmacılardan biri ne kadar  güzel söylemiştir:

“İnsan içkiden daha kuvvetli bir darbe yememiştir.” İçki sebebiyle vücut hastalıklarına düşmüş ve deli olmuş... İçki sebebiyle  intihar etmiş veya başkalarını öldürmüş... İçki sebebiyle sinir  hastalıklarına düşmüş veya mide, bağırsak hastalıklarından şikâyet etmiş... İçki sebebiyle kendisini perişanlığa sürüklemiş... İçki sebebiyle aldatılarak veya kendi arzusuyla mallarını satmış... ve buna benzer felâketlere içki yüzünden uğramıştır...

Câhiliyye devrinde insanlar içki sınırını son derece aşmıştı ve içki sofrasında münakaşalar yapılırdı. O kadar içkiye müptelâ olmuşlardı ki; sözlüklerinde içkinin yüz kadar ismi geçer, şiirlerinde bütün nevileri ve sofralarını tasvir ederlerdi.

İslâm geldiği zaman, yüce bir ahlâk düsturu ile onları terbiye etmeye başladı ve  haram oluşunu derece derece bildirdi. Meselâ, ilk olarak sarhoş oldukları halde namaza yaklaşmaktan kendilerini yasakladı. Sonra zararının faydasından daha çok olduğunu bildirdi ve nihâyet Cenab-ı Hak, kesin haram olduğunu ve bu yasağın içkinin  her türlüsüne şâmil bulunduğu âyetini indirdi:

“Ey iman edenler; içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliktir, bunlardan kaçının ki, saâdete erişesiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz, değil mi?” [263] Bu iki âyet-i kerimede Rabbimiz Allah, içki ve kumarın  haram olduğunu  açık bir şekilde bildirmiştir. [264]

Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi devrinde ilk olarak içkinin haram olduğunu ilan ederken, içkinin hangi maddeden yapıldığına bakmamış ancak neticedeki tesirine, yani sarhoş edişine dikkati çekmiştir.

İnsanlar arasındaki ismi ne olursa olsun ve hangi maddeden yapılırsa yapılsın, sarhoş eden her şey içkidir. (Buna göre bira ve benzeri içkiler de haramdır). İçki hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.)’e soruldu:

O da şöyle buyurdular:

“Sarhoş eden her şey içkidir. Her içki haramdır.” [265]

“Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.[266]

Adı ne olursa olsun ister viski, şarap, bira, votka, likör, esrar, eroin vs. sarhoş eden, insanın kendinden geçmesine sebep olan her şey yasaktır, haramdır. Bunların azı da çoğu da birdir, haramdır.

Hz. Ömer (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İçkiye on yönden lânet edilmiştir: İçkinin kendisine, imal edene, imal etmek isteyene, satıcısına, müşterisine, taşıyanına, taşıttırana, (yani sipariş edenine), parasını yiyene, içene ,içirene.” [267] 

“Allah şarabı, mundar hayvanı, domuzu ve bunlardan kazanılan parayı haram kıldı (yasakladı).” [268]

İçki içmek haram olduğu gibi, bunu yapan, serbest eden, satan, getiren, götüren, satın alınması gibi şeyler de haram kılınmıştır.

Bazı cahiller içki içmedikleri halde içki içilen masaya  oturarak ve orada olan yiyeceklerden yiyerek iyi şey yaptıklarını söylüyorlar. “Biz o yiyecekleri  içki içenlerden korunmak için yiyoruz bu da sevaptır” diyorlar ve o ortamlarda bulunmaktan rahatsız dahi olmuyorlar. Tabiî  ki bu tavırlar, şeytanî söz ve davranışlardır.

 Peygamberimiz içki içilen masaya oturulmaması gerektiğini bildirmektedir:

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden  şarap ve diğer içkiler içilen masaya oturmasın.” [269] Görüldüğü gibi, içki içilen bir yerde bulunmak asla doğru değildir.

 Bazı kişiler de; “İçkinin  faydası  var, onun için içiyorum” diyerek içkinin faydasını savunmaktadır. Fakat bunun faydalı, şifalı olmadığını; aksine dert olduğunu önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) bildirmektedir:

“İçki şifa değil, derttir.” [270] buyurarak bir gerçeği dile getirmiştir. İnsanları kandırarak haram olan, kötü olan, zararlı olan şeylerin faydalı olduğunu söyleyerek insanları aldatmak, şeytana uşaklık, kölelik yapmaktan başka bir şey değildir.

 Rasûlullah (s.a.s.):

“Şaraptan (ve diğer içkilerden) sakının. Çünkü o her şerrin (kötülüğün) anahtarıdır (anasıdır)” [271] buyurdu. İçki her kötülüğün anasıdır, her türü kötülüklere sebep  olmaktadır.

 Dinimizde, sarhoşluk veren içkiler haram kılınmıştır. Müslüman kişi, helâl olan, câiz olan  şeyleri yapmalı, haram olan şeylerden de sakınmalıdır. Allah’a iyi kul olmanın ve imtihanı kazanıp cennete gitmenim yolu budur.[272]

 

Kumar

 

Kumar; Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan, ihtimalli bir şeye bağlı kalarak para veya mal vermek veya almaktır. Adı ne olursa olsun, bu özelliği taşıyan para veya mal karşılığı oynanan her oyun kumardır. Kazanma veya kaybetme söz konusu olan hangi çeşit oyun olursa olsun, bu kumardır.

Kumardaki kazanç, haksız  bir kazançtır. Başkalarının zararına  olarak, çalışmadan şansa dayanan bir menfaat elde etme halidir.

 Kumarın her çeşidi İslâm’da haram kılınmıştır.

“Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle ve bâtıl yollarla  yemeyin.” [273]

“Ey insanlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan (Allah’a kulluktan) alıkoymak ister.” [274]

Kumar da, zinâ ve içki gibi haram kılınmıştır. Kumarın bunlar gibi ferdî, ailevî, toplumsal zararları çoktur. Bu zararlar fertlerin iş hayatını kaybetmesi, kendini içkiye kaptırması, kumardan dolayı kavgalar ederek adam vurmalar sebebiyle hapishaneye girilmesi ve hanımlarından ayrılmak zorunda kalması, ailelerin yıkılması, hatta intihara kadar götüren çok kötü bir alışkanlıktır. Bu şekilde ferdî, ailevî, toplumsal huzuru bozan kumar, dünya ve âhirette insanların perişan olmasına sebep olmaktadır. Bundan dolayı kumara götüren her türlü  teşebbüsten  sakınmalı ve insanları sakındırmaya çalışmalıdır.

Tavla, satranç, iskambil, dama, tenis ve bilardo, okey gibi oyunların hepsi kumar amacıyla oynandığı ve bunlarla kazanç elde etmek istendiği takdirde, kumar hükmünde olduklarında şüphe yoktur (ve haramdır).” [275]

İslam, birçok oyun ve eğlence çeşidini helâl, bunun yanında  kumar bulaşığı olan her türlü oyunu da haram kılmıştır. [276]

Bu cümleden olarak eğer kendisine kumar karışıyorsa; tavla   oynamak (zar atmak) ittifakla haramdır. Fakat ona kumar  karışmıyorsa; bir kısım âlimler haram, bir kısmı da haram değil, mekruhtur, derler. [277]

Tavla oynanması, dinen, haram olmamakla birlikte, mekruh olduğu söylenebilir. [278]

Sonuç olarak, kumar amacı olmaksızın sadece dinlenmek, eğlenmek ve zevk için oynanabilen oyunların da mubah olabilmesi için dört şart öngörülmüştür; oyun;

a) Namazın geçmesine veya gecikmesine yol açmamalı,

b) Hiçbir menfaat beklenmemeli,

c) Oyun sırasında dilini kötü ve boş sözlerden korumalı (ayrıca kızgınlığa, dargınlığa sebep olmamalı),

d) Normal dinlenme ve eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına yol açmamalıdır. [279]

Piyango, spor toto, loto, at yarışları, bahis gibi tertip ve oyunlar da kumardır [280] ve haramdır.

Şunu da iyi bilmek gerekir:

Bazıları kahvede, çayına iskambil kağıdı veya tavla, okey vs. oynuyorlar. Yenilen o masadaki içilen çay, gazoz, ne ise bunların parasını veriyor, “bu kumardır, dinimizde haramdır” dendiğinde, “kardeşim niye kumar olsun? Biz parayla oynamıyoruz, zevk için çayına oynuyoruz” diyerek kumar olmadığını söylüyorlar. Tabiî ki, bu söz bilinçsiz de söylenmekte, fakat bu da kumardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kazanma veya kaybetme söz konusu olan her oyun kumardır. İster çayına, isterse parasına veya bir başka şeyine olsun bu kumardır. Buna kumar değildir demek; haram olanı helâl göstermeye çalışmak çok tehlikelidir, bundan sakınmak gerekir. [281]

 

Ribâ (Fâiz)

 

Fâiz yasağı, İslâm’ın temel ilkelerinden biridir.

Fâizin Arapça’daki karşılığı “ribâ”dır. Lugatta, “herhangi bir şeydeki artışı ve fazlalığı” ifade eder. Terim olarak ribâ, “borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla veya herhangi bir borç ilişkisi ile doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp, vade sonunda bu alacağı fazlalıkla geri almanın, yine bu şekilde alınan fazlalığın” genel adıdır.

Bu türden şart  ve uygulamaları içeren işlemlere de  “faizli işlemler” denir. Türkçe’de daha çok, yine Arapça kökenli “faiz” kelimesi yaygınlık kazanmış olup genelde riba ile eş anlamlı kullanılır. [282]

İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla faizi yasaklamış, haram kılmıştır.

“Ey iman edenler, (gerçek) mü’minlerseniz, takvâlı olun (Allah’ın emirlerine uygun yaşayın). Artık kalan faizi de bırakın (almayın). Eğer (bu faizi terk etme işini) yapmazsanız, Allah ve Rasûlüne savaş açtığınızı bilin. Eğer (faizin her türlüsüne) tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz. Eğer (borçlunun eli) darda ise, genişlik vaktine kadar beklemek (uygun)dir. (Eli darda olan borçluya) sadaka (veya  zekât) olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.[283]

1. Faizli kredi kullananlar faizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık tüketiciden sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukaranın cebinden çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir daha fakir hale gelmektedir.

2. Faizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlara, anarşi ve ayaklanmalara varmaktadır.

3. Faizsiz kredi, insanları birbirine yaklaştırdığı halde, faiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.

4. Faizcilik, toplum içinde faiz yiyip yatan, işsiz, güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.[284]

İslâm dini faizi haram kılmış, büyük günahlardan saymıştır. Çünkü İslâm’ın helâl ve haramla ilgili hükümlerinde mutlaka ferdin, ailenin, milletin ve cemiyetin yararı ve zarardan uzak kalmaları esas illet olarak yer alır.

 İslâm bu hüküm ve kaidesiyle bir şeyi haram kılıp büyük günahlardan sayarken, onun azına da çoğuna da cevaz vermemiştir. Yasak, hedefine ulaşsın diye, buna en küçük bir kapı dahi açmamıştır. İçkinin nasıl damlası bile haram kılınmışsa, faizin de kuruşu öyle haram kılınmıştır. [285]

Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

“İnsanların mallarında artış olması için  faize verdiğiniz şeyler Allah  katında artmaz. Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince; işte on (u veren)ler, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır.” [286]

“Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak  kalkarlar. Onların bu hali ‘alış- veriş (ticaret) de faiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, faizi haram kılmıştır.” [287]

Faiz hakkında Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan; şöyle rivâyet edildi:

Rasûlullah (s.a.s.);  “Faiz yiyene, yedirene, yazan ve şâhitlerine lânet etti, (günahta) eşittirler” dedi. [288]

Rasûlullah (s.a.s.), insanları helake götüren yedi şeyden söz ederken faizden de bahsetmiştir. [289]

Âyet ve hadisler açıkça faizin haram olduğunu, mü’minlerin kesinlikle faize bulaşmaması gerektiğini bildiriyor.

“Ey iman edenler ribayı (faizi) kat kat artırılmış olarak (hiç) yemeyin. Allah’ın azabından korkun. Emirlerine uygun yaşayın ki kurtuluşa eresiniz.” [290]

Faiz haram olduğundan, çok dikkat etmeli, en azından bile kaçınmalıdır. [291]

 

Zulüm

 

Zulüm, lugatta “bir şeyi ait olduğu şeyin dışında bir yere koymaktır.” Hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir.

İslâmî ıstılahta ise: Bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir.

Zulüm hakkın dışına çıkmak ve doğru olmayan davranışlardır.

Allah’ın koyduğu sınırı, haddi aşmak zulümdür.

Rabbimiz bu gerçeği bildirmektedir:

“Allah’ın koyduğu sınırı aşanlar zâlimdir.” [292]

“Şirk en büyük zulümdür.” [293]

“Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zâlimlerin ta kendisidir.” [294]

“Allah zulmü, azgınlığı yasaklamıştır.[295]

Dinimizde zulmün her çeşidi yasaktır. En küçüğünden, en büyüğüne her türlü haksızlık, kötülük, aldatma, kandırma, hırsızlık, yolsuzluk, yalan-dolan, iftira, hile insanlara zarar vermek... zulmün muhtevâsına girer.

“Doğrusu Allah zulüm  edenleri sevmez” [296] buyrularak zulmün her çeşidinden sakınılması istenmektedir.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir kudsî hadisinde Allah’ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir:

“Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldığım gibi, sizin aranızda da (zulmü) haram kıldım. Öyleyse birbirinize zulmetmeyin.” [297] Abdullah İbn Ömer (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Müslüman, müslümana zulmetmez. Müslüman, müslümanı (tehlike ve musibete) terk etmez (ona gereken yardımı yapar).”  [298]

Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’den şöyle rivâyet etmiştir:

“Müflis kimdir bilir misiniz?” diye sordu. Ashâb:

“Bize göre hiçbir malı ve parası olmayan kimsedir” dediler. Rasûlullah (s.a.s.):

“Benim ümmetimden müflis olanlar, kıyâmet günü namazla, oruçla ve zekâtla gelmiş, fakat şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, onun kanını akıtmış, öbürünü dövmüş (haksızlık, zulüm yapmış) işte onun sevabından bu sayılanlara (hak sahiplerine) verilir. Üzerindeki haklar ödenmeden önce iyilikleri biterse, onların hatalarından alınıp ona yüklenir. Sonra da cehenneme atılır.” [299] Görüldüğü gibi zulmün, haksızlığın cezası cehenneme kadar götürmektedir.

Fakat “kim (nefsine) zulmettikten sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder.” [300] 

Allah’ın yasakladıklarını yaparak insanlar kendilerine zulmederler. [301]

İslâm’ın emirlerini terk eden ve haramlardan, yasaklardan kaçınmayan kişi, ilk önce kendi nefsine zulmetmektedir. Bazı haramları, günahları işlerken; hem kendi nefsine ve hem de haksızlık, kötülük yaptığı, zarar verdiği insanlara zulmetmiş olur.

“Ey iman edenler! Eğer küfrü (kâfirliği) imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı, kardeşlerinizi (yakınlarınızı bile) velîler edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendisidir.” [302] Müslüman kişinin en yakını dahi olsa, İslâmî yaşam biçimine karşı çıkıyorsa onları dost  edinmek, onları sevmek zâlimliktir. “Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur (cehenneme girersiniz).” [303] buyrulmuştur.

İslâm’a karşı çıkan gayr-i İslâmî kuralları savunanları asla sevmemeli, onlardan yana olmamalı, onların haksızlığa, ahlâksızlığa, zulme dayalı anlayışlarını reddetmeli, [304] yoksa  “ateş dokunur” cehennemde yanma söz konusu olur.

“Müslüman zulmetmez.” [305]

“Müslüman, elinden ve dilinden başkalarına zarar vermeyen insandır.” [306]

“Üç şey vardır ki, kimde bulunursa aleyhine döner; onlar da zulüm yapmak, ahdi bozmak, hile etmek.” [307]

“Zâlimin düşmanı Allah’tır.” [308]

“Mazluma yapılan zulüm, karşılıksız kalmaz.” [309]

“Zâlimleri bağışlamak, mazlumlara cefadır.” [310]

“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem.

 Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem.” [311]

“Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.”

“Zulüm ile yapılan, çabuk yıkılır.”

“Etme bulursun, inleye inleye ölürsün.”

“Zulüm ile dünya harap olur.”

“Zâlimin yaptığı yanına kalmaz.” [312]

“Zulmeden zâlimler, Firavunun yolunu takip edenler, yapacağınızı yapıyorsunuz, insanlara acımadan zulmediyorsunuz. Bu yaptığınız zulümler yanınıza kâr kalmaz; er veya geç belânızı bulacaksınız. Sonunda yaptığınıza pişman olacaksınız.” [313]

 

Hırsızlık

 

Hırsızlık: Kendine ait olmayan herhangi bir şeyi habersizce alıp kendine mâl etme, çalma demektir.

İslâm dini, hırsızlığı kesin bir dille yasaklamış ve hırsızlık yapanların cezalandırılmasını emretmiştir.

 “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık, Allah’tan (insanlara) ibret  verici bir ceza olarak ellerini kesin,  [314] Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”  [315]

Hz. Aişe (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, Mahzum kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlilere ağır gelmişti. Aralarında “bu kadın hakkında Peygamberimiz (s.a.s.) ile kim konuşabilir?” dediler; sonunda “buna Peygamberimiz (s.a.s.)’in çok sevdiği Usame b. Zeyd (r.a.)’dan başka kim cesaret edebilir?” diye karar verdiler. Usame, o kadının durumunu Peygamberimize (s.a.s.) arz etti; Peygamberimiz (s.a.s.) ona “Allah’ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun?” diye buyurduktan sonra ayağa kalktı ve çevresindekilere şöyle seslendi:

“Sizden öncekiler şu yüzden sapmışlardır: Aralarında soylu (herkesçe tanınan) bir kimse hırsızlık yapınca ona dokunmazlar (ceza vermezler), fakat zavallı (sıradan) biri, hırsızlık edince onu cezalandırırlardı. Vallahi eğer kızım Fâtıma hırsızlık yapmış olsa onun da elini keserdim.” [316]

İşte  adâlet, böyle olur. Taraf tutmadan; hüküm, kanun ne ise uygulanmalı ki, adâlet olsun, adâletin olmadığı yerde zulüm olur, kargaşa olur. Emniyet, huzur, güven olmaz.

Helâli-haramı önemsemeyenler, insanlara her türlü kötülük yapabilir. Günümüzde görüldüğü gibi hırsızlar çokça olduğundan herkes bir yere giderken veya gece yatarken sıkı sıkıya kapılarını kilitliyor, hatta  iki kilit bile kullanıyorlar; pencerelerine, balkonlarına demirden parmaklık yaptırıyorlar ki, hırsız girmesin. Evleri, mağazaları, marketleri, dükkânları soyuyorlar, hatta yolda çantalı giden bayanların çantasını dahi alıp kaçıyorlar. Böyle bir ortamda huzur, güven, mutluluk olur mu?

Tabiî ki olmaz! Zaten olmamaktadır. İşte İslâm’ın hükümlerinin tam uygulandığı bir toplumda “din, can, akıl, nesil, mal emniyeti” sağlanır. İşte böylece huzur, mutluluk olur. Ülkenin ekonomisi gittikçe güçlenir. Çünkü vurgunlar, soygunlar, rüşvetler olmaz. Çünkü gereken tedbirler alınır. O toplumda dindar, ahlâklı, dürüst insanlar yetişmesine hassâsiyet gösterilir. Böylece insanların birbirlerine zarar vermesi değil, nasıl faydalı olunur düşüncesi hâkim olur. Tabiî ki, o  zaman huzur ve mutluluk oluşur.

İslâm’dan uzaklaşmak insanları dünya ve âhirette zarara götürür. İslâm’ı uygulamak ise, dünya ve âhirette huzur ve mutluluğa götürür. [317]

 

Rüşvet

 

Haksız bir menfaat elde etmek için ilgililere ve yetkililere çıkar sağlamaktır.

“Malarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Siz bildiğiniz halde günah (olan usuller) ile insanların mallarından bir kısmını yemek için onları hâkimlere (reis ve idarecilere, yetkililere rüşvet olarak) aktarmayın.” [318] Her türlü yolsuzluk, hortumculuk, vurgunculuk, hırsızlık ve rüşvet haramdır. Abdullah b. Amr (r.a.)’dan, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın lâneti rüşvet verenin  ve alanın üzerine olsun” [319]

Yine Abdullah b. Amr (r.a.)’dan rivâyetle, Peygamber (s.a.s.):

“Rüşvet veren ve alan cehennemdedir” [320] buyurdu.

Sevban (r.a.) der ki: Rasûlullah (s.a.s.):

"Rüşvet verene, alana, aralarında aracılık edene lânet etti.” [321]

İbn Mes’ud der ki:

“Rüşvet haramdır.” [322]

İslâm dini rüşveti haram kılmış ve onu büyük günahlardan saymıştır.

 Çünkü rüşvet haksız yolla menfaat elde etmektir. İslâm’da haksızlığa, adâletsizliğe yer yoktur. Kim olursa olsun hakka ve adâlete uymak zorundadır.

İş başındakilere ve salâhiyet sahiplerine verilen  hediyelerin de büyük bir kısmı rüşvet sayılmıştır. Zekât vb. tahsildarları, hediyelerle döndükleri zaman Hz. Peygamber (s.a.s.):

“Evlerinizde otursaydınız bu hediyeler size verilir miydi?” buyurarak bunların rüşvet mâhiyetinde olduğunu bildirmiştir. [323]

Rüşvet almayı câiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye şu iki durumda izin verilmiştir:

a) Bir haksızlığı ve zulmü önlemek veya kaldırmak için başka çare yoksa,

b) Bir hakkı ele geçirmek için başka  bir yol, çare bulunmazsa. [324]

 Bir toplumda, İslâmî hükümlere, değerlere önem verilmezse o toplumda helâl-haram kavramları önem arz etmez. Böylece de yapılan işlerde hak, hukuk, adâlet gözetilmez, herkes kendi menfaatini düşünür ve rahatlıkla başkasının hakkını yer ve bununla da övünür.

 Meselâ der ki:

“Arkadaş sıranın en sonundayım, işimi hemen yaptırmak için adamını  buldum, parayı (rüşveti) verdim, en sondan en öne geçtim, işimi hallettim” gibi sözleri övünerek söyleyebilir. “O kadar insanın hakkını yedim, beklemem  lâzımdı, beklemedim, yanlış yaptım” diyeceğine; övünüyor, şu hale bakın! İslâm’dan uzaklaşan insanlar yanlışlıkları, haksızlıkları, zulümleri normal görüyor. Maddeciliği benimseyen kişiler egoistliği (sadece kendini düşünmeyi) esas almaktadır. Kendi menfaati için çekinmeden, rahatlıkla başkasının hakkına tecavüz eder. Böyle insanların çoğunlukta olduğu toplumda hak, adâlet, saygı, sevgi, huzur, mutluluk olur mu?

Hamburg’ta buzların arasına sıkışmış bir balinayı kurtarmak için uğraşan ve fakat Bosna-Hersek’te, Çeçenistan’da, Filistin’de, dünyanın birçok yerinde müslüman kanları akıtılırken, onlara çeşitli şekillerde zulüm yapılırken  kılı bile kıpırdamayan, hiç rahatsız olmayan, hatta memnuniyetle seyreden emperyalist güçler ve bunların dostlarının insan haklarına, merhamet anlayışına katılmak mümkün olur mu? Tabiî  ki olmaz! Onlar insan haklarından yana merhametli  gözükürler, fakat pratikte bunun böyle olmadığı görülmektedir.

Yine ülkemizden bir örnek, şöyle ki:

Kuyuya bir köpek düştüğünde veya çatıda bir kedi mahzur kalsa onu kurtarmak için insanların elinden geleni yaptığını bazı televizyon kanalları çok önemli bir haber diye vermekte. Böylece kendilerinin ne kadar insancıl (daha doğrusu hayvancıl) ve merhametli bir anlayışa sahip olduklarını göstermektedirler.

Fakat kız öğrencilerinin başörtüsü yüzünden okullara alınmaması veya son sınıfta olup imtihana girerek mezun olmayı düşünen başörtülü öğrencilerin imtihana sokulmaması, polis coplarıyla okula girmesine mâni olunurken, kızlar okul kapısında ağlarken veya başörtüsünden dolayı  öğretmenlikten veya her hangi bir görevden alınırken, o merhametli görünen kişiler ve medya, radyo, gazete, dergiler nerede? “Bunlar inancından dolayı başını örtüyorlar, bırakın okusunlar!” niye  denmiyor? Hatta onların mağdur olmasına sebep dahi oluyorlar. Bazı programlar ve haberlerle buna sebep oluyorlar. Ondan sonra “Biz insanların haklarını savunuyoruz” diyorlar. Yaptıkları ortada. Tabiî ki, bu sözler inandırıcı değildir. Onlar bu şekilde yaparak insanları aldatmaya çalışıyorlar. [325]

 

İsraf

 

İsraf: Sözlükte lüzumsuz yere harcamak, malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek, saçıp savurmak anlamlarına gelmektedir.

Istılahî mânâsı  ise; gayr-i meşrû (şer’î olmayan) bir amaç için mal harcamaya israf denir. Mü’minler bütün maddî ve mânevî  imkânlarını gerektiği biçimde, gerektiği kadar, yerli yerince kullanmalı, savurganlıktan, israftan hassâsiyetle kaçınmalıdır. Çünkü  Allahu Teâlâ: “Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.[326] buyuruyor.

“Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver (yardım et), fakat malını lüzumsuz yere saçıp savurma.” [327]

“O kimseler ki harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar, (harcamaları) bu (ikisi)nun arasında dengeli olur” [328] buyurulmaktadır.

Mü’min her hususta dengeli davranmalıdır, aşırıya gitmemelidir. Ne israf etmeli ne de cimrilik yapmalı, dengeyi sağlamayı bilmelidir.

Günümüzde özendirilen lüks tüketim ve savurganlık, kişileri giderek daha çok maddeci olmaya yöneltiyor. Bir taraftan  yoksulluk, fakirlik, diğer taraftan ise lüks, moda arzusu insanları bunalımlara itiyor

Arzu ettiği lükse kavuşamayan pek çok kişi, neticede para kazanma adına gayr-i meşru işler yaparak ahlâkî işlerden uzaklaşıyor. Böylece kötü işleri rahatça yapıyorlar. Bazı kadınlar para karşılığında fuhuş yapıyor, bazıları da fuhuş yapacak kadınları pazarlıyor. Neticede para kazanma adına her türlü ahlâksızlk, haksızlık, hırsızlık, kötülük çekinmeden yapılıyor.

İsraf, her türlü kötülüğe, yanlışlığa sebep olabileceği açısından dinimizce haram kılınmıştır.

“Yiyiniz, ihtiyaç sahiplerine yardım ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israf etmeyiniz.”  [329]

“İnsan, nefsinin her istediğini alıp yemesi, israf  yönünden kâfidir.” [330]

“Birkaç güne yetecek bir rızkı, bir günde harcayan hâne halkına ben buğz ederim.” [331]

“İsraf etmede hayır, hayırda israf olmaz.”  [332]

“Parana şefkat eyle, malına acı, telef etme ki, ayıptan ve borçtan kurtulasın.” [333]

“İsraf safâhetin, sefâhet, sefâletin kapısıdır.” [334]

“(Fuzuli) küçük harcamalardan da sakının, ufak bir delik koskoca gemiyi batırmaya yeter.” (Benjamin Franklin)

“İsraf dinimizin haram kıldığı düzensiz ve ölçüsüz yaşama, harcama, sarf etme alışkanlığıdır. Öyle bir hastalıktır ki, etkisi altına aldığı insanı ve  toplumu zor durumlara sokar.”

“İsraf, yemede, içmede, giyimde, sözde haddi aşmak; akıl, fikir, zekâ ve zamanı lüzumsuz şeylerle meşgul etmektir.”

“İsraf, tasarruf ve iktisadın zıddıdır. İsraf sefaleti, tasarruf ve iktisat ise saâdeti celbeder.”

“Her şeyin fazlası zarar getirir.) (Atasözü [335]

“İhtiyacı olan kişi,  ihtiyacını nasıl gidereceğini düşünür ve bunun için çok üzülür. İmkânı olan da, ihtiyacı olana yardım etmezse ve ihtiyaç olmayan şeylere israf ederse, böylece ne kadar yanlış  iş yapmış olur.” [336]

 

Riyâ

 

Riyâ: iki yüzlülük, gösteriş yapmak, inandığı ve düşündüğü gibi davranmamak demektir. İslâmî terim olarak, bir ibâdeti, bir ameli, bir iyiliği Allah rızâsı için değil, gösteriş için yapmaktır. Riya, insanlar tarafından beğenilmek, övülmek, takdir edilmek için, söz, iş ve davranışlarıyla  gösteriş yapmaktır. Riya, insanlar arasında maddî ve mânevî çıkar sağlamak amacıyla yapılmaktadır. İnsanların dinî duygularını çıkar sağlama adına sömürmek riyanın en kötü şeklidir.

İnsanlık hayatının mâruz kaldığı en çirkin hastalık şirktir. Çünkü bu, rubûbiyeti lâyık olmayana, ibâdet  türlerini de ehil olmayanlara sunmaktır. Sonra şirk, beşeriyetin kalbini bölmek, dağıtmaktır. Bundan sonra artık bu kalpler ibâdet ve inançta tek bir noktaya yönelmez. Taşlara, ağaçlara, tabiata yahut da insana  ibâdete başlar. Sapıklıkların birbirini takip ettiğini görürsün.

Tevhide gönül veren müslüman, bunların hepsinden  kurtulur. Fakat ona gizli bir şirk çeşidi musallat olur ki, o da riyâdır. O, sanki bir kişiye veya topluma olan riya hastalığına tutulur. Çünkü riya, kendisini ve  milletini aldatmak, dünya ve âhirette kendisini helâk etmektir. Yaptığı amellerde Allah rızâsını gözetmeyen riyakârın helâkini bildiren pek çok âyet-i kerime ve hadis vardır. Bu sahih hadislerden  bir tanesi de bu ümmetin günahkârları arasında cehenneme ilk girecek olan üç grubu bildirendir. Bunlar; riya için cihad yapan, riya ile amel yapan ve riya için cömertlik yapan kimsedir (Müslim, İmâre 152) .[337] 

“Onlar gösteriş (için amel) yaparlar.” [338]  

Yapılan ameller, Allah rızâsı için yapılırsa makbul olur, sevabı olur. Fakat insanların beğenisini kazanmak, onların yanında dindar görünmek, övülmek veya herhangi maddî çıkar için yapılırsa o zaman hiçbir hayrı ve faydası olmaz. Yapılan hayırlar, iyi şeyler, sadece ve sadece Allah rızâsı için olursa  sevabını kazanır, aksi halde sevap kazanmak mümkün değildir; fayda değil, zarar görülür. [339]

 

Kibir

 

Kibir; büyüklük taslama, kendini başkalarından üstün görmek demektir.

Rasûlullah (s.a.s.) kibri şöyle tarif etmektedir:

Kibir, hakkı  kabul etmemek ve başkalarını küçük görmektir.” [340]

İmam-ı Gazalî kibri üçe ayırmaktadır:

1- Allah’a karşı kibir, kibrin en kötüsü budur. İnsanı bu yola sürükleyen, cehalet ve azgınlıktır. Nemrut ve Firavun gibilerinin  kibri böyledir. Bu kişiler, kendilerini ilâh saymışlar, kul olduklarını reddetmişlerdir.

Bu gibiler hakkında Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.” [341] 

2- Peygamberlere karşı kibir: Bu da kendileri gibi bir insana uymayı kabul etmemektir. Bu, bazen körü körüne olur da kibri sebebiyle kendini haklı sanarak peygamberlere uymaz ve cehalet karanlığında kalır. Bazen de bilerek olur. Nefsi onu hakkı kabule ve peygambere uymasına engel olur ve şöyle der:

“Şimdi, bizim gibi insana mı inanacağız?” [342]

3- İnsanlara karşı kibir: Bu kibir, kendilerini başkalarından üstün görme yanlışlığıdır. Halbuki hiçbir kimsenin buna hakkı yoktur. Büyüklük ve üstünlük ancak Allah’a aittir.

İnsanlara karşı olan kibir de çok yanlış bir yoldur. Çünkü insanlardan başlamak suretiyle Allah’a kibretmeye kadar insanı sürükler. İblis, Hz. Adem (a.s.)’a karşı bu şekilde kibirlenmişti.

“(İblis) Dedi ki: Beni ateşten, onu (Adem’i) çamurdan yarattın.” [343] 

Kendini  başkalarından üstün görüp  başkalarına horluk ve hakaretle bakan, bile bile, onlarda bulduğu hakkı reddedip kabul etmeyen kimse, insanlara karşı kibirlenmiş; Allah’ın emirlerine karşı gelen de Allah’a ve Rasûlüne  karşı kibirlenmiş olur. [344]

İnsanın elindeki imkânlar gelip geçicidir.

Bu imkânlarla övünmek, gururlanmak çok yanlıştır. Allah’ın verdiği tüm imkânlardan dolayı Allah’a şükretmeli, nankörlük etmemeli, kibre, gurura gitmemelidir.  “Çünkü Allah, her kibirleneni (gururlananı) ve kendini beğenip övüneni sevmez.” [345]  Allahu Teâlâ, gururu, kibri, kendini beğenmeyi, insanları  küçük  görmeyi yasaklamıştır.

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle  buyurmuştur:

“Tevâzû göstereni Allah yüceltir, kibredeni ise alçaltır.” [346] Tabiî ki, tevâzûlu, alçakgönüllü olmalı, gururlu, kibirli olmamalı, çünkü kibirlilik kişiyi alçaltır ve cehenneme gitmesine sebep olur. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bildirmektedir:

“Cehenneme gidecek olanlar kibirliler ve büyüklük taslayanlardır.”  [347]

Yine bir hadisinde Rasûlullah (s.a.s.):

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez” buyurdu. Bir kimse:

“İnsan, elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını (veya her hangi bir şeyinin güzel olmasını) sever” dedi. Rasûlullah (s.a.s.):

“Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakkı red ve inkar etmek, insanları hor (küçük) görmektir.” [348] buyurdu. Rabbimiz Allah da şöyle buyuruyor:

“Yeryüzünde gururlanarak yürüme. Çünkü sen yeri yaramazsın, boyca da asla dağlara erişemezsin.” [349]

“Cehennemlikleri size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen ve kibirli kimselerdir.”  [350]

“Cenab-ı Hak, her  kibredeni hakir ve zelil eder.” [351]

“Kendisini bilen, halkın övmesine aldanıp mağrur olmaz.” [352]

“En kötü vahşet, kendini beğenmektir.” [353]

“Kibir, alçakların ahlâkındandır.” [354]

“Alçak yerde, tepecik kendini dağ sanır.” [355]

“Hiç kimseye gururla bakma, herkes kendisine muhteşemdir.” [356]

“Genellikle bütün büyük yanlışlıkların altında gurur yatar.”  [357]

“Birçok kimse, kendilerinde bulunduğu halde, başkalarında olan  gururu sevmezler (öyleyse sen de gururlu ve kibirli olmayı terk et).” [358]

“Bazı imkânlardan mahrum olan kişiye, imkânı olan kişi,  gururlanarak onu küçük görürse, kendi değeri düşer bu şekilde. Kişinin imkânı arttıkça, tevazusu da artmalı bu sayede.” [359]

 

Yalan

 

Yalan, kişinin gerçeği gizleyip, bildiğinin aksini söylemesidir.

Yalan söylemek çok kötü bir huydur. Rabbimiz Allah: 

Yalan sözden kaçının”[360] buyurarak mü’minlerin yalan söylememesini emretmektedir. İslâm dini yalan söylemeyi yasak etmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde:

“Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol ” [361]  buyurmuştur.

Allah Teâlâ: “Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” [362] buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür” [363] buyurmuştur.

Yalanla insanları aldatmak suretiyle, kötülük yapılmış olmaktadır. Bu kötülükler insanlara çok büyük zararlar da vermektedir:

Her türlü kötülüğe, haksızlığa, yanlışlığa sebep olduğundan yalan söylemenin ve yalan şâhitlik yapmanın büyük günahlardan  olduğu belirtilmiştir. [364]

Aynı şekilde yalan yere yemin etmek de büyük günahlardandır.[365] Ayrıca, yalan söylemenin münâfıklık alâmetlerinden biri olduğunu Rasûlullah (s.a.s.) bildirmiştir: 

“Münâfığın alâmetleri üçtür; söz söylediği  zaman yalan söyler, vaad ettiğinde sözünde durmaz, emanete hıyânet eder.” [366]

Yalan söylemeyi  yasak eden dinimiz, sadece üç yerde yalan söylemenin câiz olduğunu belirtmiştir:

Esma (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Yalan yalnız üç yerde câizdir: Adamın karısını memnun etmek için (yalan) konuşması, savaşta (düşmana karşı) yalan ve insanları birbiriyle barıştırmak için yalan söylemek.[367]

“Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya  hayır (doğru) söylesin, ya da sussun.”[368]                                                               “Yalan; kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür.” [369]                                     

“Haksız sözleri tasdik eden de yalancıdır.” [370]

“Yalanı söküp atmadan,  hakikati dikmeye çalışma, tutmaz.” [371]

“Bir kimseye söz vermeden evvel iyi düşün, fakat  verdiğin sözden dönme, sözden dönmek yalancılığın en çirkinidir.” [372]

“Ne gariptir ki bizi metheden (öven) yalanı bir hamlede, bize acı gelen gerçeği damla damla yutarız.” [373]

“Yalancı hakka karşı kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir.”[374]                    

“Yalanın yararı bir defa içindir. Gerçeğin ise sonsuz.” [375]

“Doğru söylese bile yalancıya inanılmaz.” [376]

“Yalanın dostu, gerçeğin de düşmanı çoktur.” [377]

“Yalan kadar insanı alçaltan bir şey yoktur.” [378]

Bir atasözünde “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” denmiştir.

“Yalan söyleyerek insanları aldatmak marifet değildir. Marifet doğruyu söylemektir. Çok rahat yalan söylerse kişi,  o  zaman, Allah’ın katında ve insanların yanında düşer değeri.” [379]

 

Haset (Kıskançlık)

 

Haset: Kıskanmak, çekememek, başkasında olan zenginlik, sağlam ve herhangi nimetlerden, imkânlardan dolayı rahatsız olarak o  şahıstan o imkânların gitmesini arzu etmek demektir. Haset eden kişi, kendinde olmayan, fakat başkasında olan her şeyi kıskanır, çekemez. O kıskandığı şeylerin bir an önce o kişinin elinden gitmesini ister, ‘bende yok, onda da olmasın’ diye düşünür.

 Kişide bulunan, mal, mülk, makam, mevki, para, sağlık, güzellik, şöhret, başarı gibi her şeyi kıskanmak söz konusu olmaktadır. Haset hakkında İmam Gazalî, meşhur İhyâ  kitabında şöyle der: 

Bilmiş ol ki; haset  ancak bir nimete  olur. Allahu Teâlâ bir müslümana bir nimet ihsân ettiği zaman, senin iki halin vardır:

1. Bu nimeti ona çok görüp, onun elinden gitmesini  istemektir. İşte buna haset denir. Tarifi de budur:

Kişinin varlığını çok görmek ve yok olmasına sevinmektir.

2. Ne varlığına sevinmek, ne de yok olmasını istemektir. Buna rağmen adamın varlığı gibi senin de varlığın olmasını istemektir. Buna gıpta denir. “Mü’min gıpta, münâfık ise haset eder.” Birincisi, yani başkasının  elinde olan nimetten hoşlanmayıp onun yok olmasını istemek, her haliyle haramdır. [380] Haset en kötü huylardan biridir, bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.s.):

“Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi haset de bütün iyi ve güzel amelleri yok eder” [381] buyurmuştur.

Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Mü’minler ancak kardeştir.” [382]

Rasûlullah (s.a.s.): “Kardeşinin felâket ve musibetine (zarar uğramasına elindeki imkânlarının gitmesine) sevinme; Allah Teâlâ ona rahmet eder (yardım eder), onu (sıkıntıdan) kurtarır da seni (sıkıntıya) düşürür.” [383]

Kişi haset ettiği, kıskandığı kişiye değil, kendine zarar verir. O kişide o imkânlar oldukça rahat ve huzuru kaçar, elinden  gidene kadar rahat yüzü göremez, dünya ve âhirette de perişan olmasına sebep olur.

Peygamberimiz (s.a.s.) bizleri uyarmaktadır:

“Birbirinize hiddetlenmeyin, birbirinize haset etmeyin, kıskanmayın, birbirinize arka çevirmeyin (dargın durmayın). Ey Allah’ın kulları kardeş olun.” [384]

Dünya hayatı imtihandan ibarettir. Mü’minler çeşitli  şekillerde imtihan olmaktadırlar:

“Size verdiği şeyleri (imkânları) sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizden derecelerle (imkânlarla) üstün kılan (imtihan eden) O’dur.” [385]

“Kendisine tarafımızdan bir nimet (mal, mülk, özellik,  yetenek, herhangi bir şey) verdiğimiz vakit, ‘bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir’ der. Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” [386]

 İmtihan gereği olarak verilen imkânlardan dolayı kişi şımarmamalı, kendini, beğenip gururlanmamalı, nimetlerden dolayı şükretmeli, Allah’a iyi kulluk yapmaya sebep olması için gayret etmeli. Her nimetin sorumluluğu vardır. Müslüman, bunun gereklerini yerine getirmelidir, nimetlerin imtihan için verildiğini unutmamalıdır. Elinden birtakım imkânları giden kişiler bunların imtihan gereği olduklarını bilmelidirler.

“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan  ve  ürünlerden  biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabırlı davrananları müjdele. İşte  o sabredenler, kendilerine  bir üzücü olay geldiği zaman, biz  Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz derler.” [387] Dolayısıyla insanların elindeki imkânlardan dolayı asla kıskanmamalı, o kişilere duâ etmeli, imtihanı kazanmaya sebep olacak işlerin yapılmasını temenni etmeli, duâ etmeli.

Birtakım sıkıntılar, dertler, kederler, imkânların elinden gitmesi, varlık, yokluk  hep imtihan gereğidir; bunu iyi anlamak gerekir. [388]

Mü’min hasetten kaçınmalıdır. Fakat bazı insanlar gıpta edilir. Bir kimsenin başkalarında olan iyi ve güzel imkânların yok olmasını arzu etmeyerek aynı imkânların, nimetlerin kendisinde de olmasını  temenni etmesinde bir sakınca yoktur ve bu haset, yani kıskançlık da değildir. Çünkü kıskançlık  başkasında bulunan imkânların yok olmasını istemektir. İşte bu hasettir ve yasaktır.

“Ateşin odunu yaktığı gibi, haset de iyilikleri yakar (yok eder).” [389]

“Hasetçi adama rahat, kötü huyluya da şeref yoktur.”[390]

“Kıskanç olma, kıskançlık aczin isyanıdır.” [391]

“Haset erbâbının vücudu zinde olsa bile, ruhu hastadır.”  [392]

“Başkasının iyi haline bakıp üzülme, senin haline de bakıp kıskanan çok kişi vardır.” [393]

“Haset, başkalarının iyi haline tahammül edemeyen bir kudurganlıktır.” [394]

“Kıskançlık, bir güvenin kumaşı yemesi gibi insanı yer bitirir.” [395]

“Kıskançlık, insanı alçaltan ve küçülten bir duygudur.”[396]

 “Kıskanmak kişiye fayda vermez, bunu iyi bilmeli;  kıskanmamak İslâm’ın emri, bunu iyi düşünmeli.” [397]

                               

Gıybet

 

Gıybet, başkalarının hakkında onların hoşlanmayacağı şekilde konuşmaktır. Ebu Hüreyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:

“Gıybet nedir bilir misiniz?” Ashâb: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.):

Bir mü’minin arkasından, hoşuna gitmeyecek şeyleri konuşmandır” buyurdu. ‘Söylediğin o kişi de varsa gıybet olur mu?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):

“Söylediğin onda varsa gıybet, yoksa iftira etmiş olursun” buyurdu. [398]

Görüldüğü gibi bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyeceği şekilde konuşulan şeyler o şahısta olsa bile bu gıybettir; yoksa zaten iftiradır. Bazı kişilere “kardeşinin arkasından konuşman gıybet olmaktadır, vazgeç” dendiğinde, kişi: “Ben, bu söylediklerimi onun yüzüne karşı da çekinmeden söylerim” diyerek gıybet yapmadığını dile getirmeye çalışmaktadır. Tabiî ki, yüzüne karşı söylenmeyecek sözler arkasından da konuşulmaz, fakat yüzüne karşı da söylerim diyerek arkasından konuşmak asla doğru değildir ve gıybettir. Orada olmayan şahsın aleyhinde konuşmak onu kötülemek gıybettir.

“Ey iman edenler, zannın bir çoğundan sakının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli kusurunu (casus gibi) araştırmayın ve biriniz diğerini (gıybet etmesin) çekiştirmesin. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrenirsiniz (değil mi?) O halde Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşayın, şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.” [399]

Ebu Ümame (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:

“Âhirette kişinin amel defteri açılmış olarak getirilir. Defterine bakıp yapmış olduğu iyi amellerin sevabını göremeyince: ‘Ya Rabbi! Yapmış olduğum şu şu hasenât (iyi amellerim) defterimde yok’ deyince Cenâb-ı Allah (c.c.): ‘Onlar insanları gıybet etmen nedeni ile yok oldular’ buyurur.” [400] Gıybet dinimizce haram kılınmış, yasaklanmıştır. Çünkü gıybet yüzünden insanların arası açılmakta ve çeşitli şekilde gıybetin insanlara zararı olmaktadır.

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“O mü’minler ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.”  [401] Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a.s.):

“Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun” buyurdu.[402] Ebû Musa (r.a.)’den, şöyle rivâyet olunmuştur:

“Ya Rasûlallah, hangi müslümanlar daha faziletlidir?” diye sordum. Rasûlullah (s.a.s.):

“Elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimse, emin olunan zararı olmayan kişidir.” [403]

Hayırlı insan, kendisi bir mü’min hakkında gıybet etmez, onu kötülemez ve onun hoşuna gitmeyeceği şekilde arkasından konuşmaz. Ayrıca konuşulmasından rahatsız olur ve konuşanları uyarır. Çünkü hadis-i şerifte:

“Bir kimse kardeşinin ırz ve şerefini, (veya herhangi bir hususta) gıybet edene karşı, müdâfaa ederse (gıybete mâni olma çalışırsa) Allah Teâlâ kıyâmet günü o kimseyi cehennemden uzaklaştırır (onu korur).” [404] buyurmaktadır. Akıllı mü’min kendine ve insanlara zararlı değil, faydalı olandır.

İmam Gazalî, Kimya-yı Saâdet kitabında gıybetin ilacını şu şekilde belirtiyor:

“Bil ki, gıybet arzusu bir hastalıktır, ilacını bilmek ve kullanmak vâciptir. İlacı ise iki çeşittir:

Birincisi ameldir. O da ikidir. Biri, buraya kadar gıybet hakkında anlatılan hadis-i şerif ve sözleri düşünürse, onlar ki yaptığı her gıybet, amel defterinden sevabı, gıybet ettiğinin defterine geçirir. Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki; “Gıybet, insanın sevabını, iyi amellerini, ateşin kuru odunu yaktığı gibi yakar.” Hatta sevabı günahından fazla olan bir kimsenin, yaptığı bu gıybet ile günah kefesi ağır gelir ve bu yüzden cehenneme gider. Diğeri de, kendi gıybetini düşünmesi olup, o kimsenin de böyle kötü işlerde mâzur olduğunu zanneder. Kendisinde hiç ayıp bulamazsa, câhillik ve bilgisizlik yolundan olan ayıbını bütün ayıplardan fazla bilsin. Doğru söylese bile, ölü eti yemekten büyük ayıp yoktur. Ayıpsız olan, kendini niçin ayıplı etsin. Şükürle meşgul olsun ve kendisini o işte kusur ederse, kulların kusursuz olmayacağını düşünsün. Küçük günah bile olsa, kendini tamamen şeriata uyduramayan, kendine hâkim olamayan diğer insanlar kusur ederse niçin şaşsın!

Şâyet yaradılışında bir ayıp, bir kusur varsa; ‘böyle yaratılmıştır, elinde bir şey yoktur ki bundan kurtulabilsin’ demelidir.

İkincisi tafsilli ilaçtır:

Gıybete sevk eden şeyin ne olduğuna dikkat etmektir. Bu da sekiz şeyin dışında değildir.

Birinci Sebep:

Bir sebeple ona kırgın ve kızgın olmaktır. Bir kimseye kızıp da kendini cehenneme atmanın aptallık olacağını bilmektir. Bu kendine düşmanlıktır.

İkinci Sebep:

Diğer insanların rızâsını kazanmak için onlara uymak ister. Bunun ilacı, insanların rızâsı için Allah Teâlâ’nın gazabını, kızgınlığını kazanmanın aptallık ve câhillik olduğunu bilmektir. Bilakis onlara kızarak darılarak Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşmayı istemek lâzımdır.

Üçüncü Sebep:

Kendisine bir hıyânet izâfe ettiklerinde kendini kurtarmak için bunu başkasına atmaktır. Bu durumda düşünmelidir ki, Allah’ın gazabı insanlarınkinden hem daha şiddetli, hem de muhakkaktır. Başkasını suçlayarak kurtulması ise şüphelidir. Gerçi o ithamı reddedebilir, fakat başkasına atmamalıdır.

Dördüncü Sebep:

Bir kimse kendini övmek ister; övmez de, başkalarını gıybet eder. Böylece kendi üstünlüğünü ve iyi biri olduğunu gösterir. Meselâ der ki; ‘filan bir şey anlamaz, filan riyadan kaçınmaz’ yani ‘ben anlarım, ben kaçınırım’ demek istemektedir. Akıllı olanın bu câhilliğe inanmayacağını, onun üstünlük ve zâhidliğini kabul etmeyeceğini bilmelidir. Akılsız olanların ise kendisine inanmasında ne fayda olabilir? Bilakis fayda, kendini Allah Teâlâ’nın huzurunda kusurlu bilmektir. Yoksa elinde bir şey olmayan bir zavallı kulun yanında daha yüksek olmakta fayda yoktur.

Beşinci Sebep:

Haset etmektir, çekememezliktir. Mevki, ilim ve mal sahibi olan bir kimseyi insanların iyi bilmesidir. Onu çekemez, hatalarını aramaya başlar, ona düşman olur. Hakikatte ise kendine düşmanlık eder, bilmez. Çünkü bu dünyada üzüntü ve haset eleminde, azâbında olur. Öbür dünyada da  gıybet azâbına düşer.

Altıncı Sebep:

Kötü ve kusurlu iş yapanlarla alay etmek ve gülmektir. Bilmiyor ki, Allah Teâlâ’nın huzurunda kendisinin yaptığı kusur, o kimsenin insanlar yanında yaptığı kusurdan daha büyüktür. Eğer kıyâmet gününde, onun günahlarını, merkebe yükler gibi, senin boynuna yükleyip cehenneme süreceklerini düşünsen, gülünmeye ve alay edilmeye kendinin daha lâyık olduğunu anlarsın. Ve yine anlarsın ki hali böyle olan bir kimse, aklı varsa alay ve gülme ile uğraşmaz.

Yedinci Sebep:

Başkası bir günah işleyince, din yolundakiler gibi Allah Teâlâ’dan korkar, üzülür. Üzüntüsünden de doğru söyler. Fakat bunu anlatırken o kimsenin ismini de söyler ve bunun gıybet olduğunu bilmez. Ve yine bilmez ki, şeytan kendisine haset etmiştir. Çünkü o üzüntü sebebiyle kendisine sevap verileceğini bilir. O kimsenin ismini söyler, o gıybetin günahı o sevabı yutar.

Sekizinci Sebep:

Allahu Teâlâ’nın indinde günah olan bir şeyi yapana kızar, yahut ona şaşar. Bu şaşkınlık ve kızgınlık esnâsında o kimsenin adını söyler ve insanların bilmesini ister. Bu kızgınlık sevâbını, gıybet ile götürür. Kızgınlığını ve hayretini söylemeli, ismini ise katiyen söylememelidir. Bil ki, gıybet, yalan gibi haramdır. [405]

 

Gıybetin Câiz Olduğu Yerler Şunlardır:

 

1- Haksızlığa uğrayan kişinin hakkını savunmak ve almak için salâhiyetli kişilere şikâyette bulunurken her şeyi açıklayabilir; zâlimin zulmünü anlatabilir.

2- Yapılan kötülüğü ve günahkârı doğru yola getirmek gayesiyle başkasından yardım isterken,

3- Fetvâ alırken, yeterli bir şekilde bilgi vermek için,

4- Bir müslümanı kötülük ve zarardan korumak için,

5- Bir insan, kusurundan meydana gelen lakabıyla meşhur olursa, onu küçük düşürmek için değil, onu tanıtmak için,

6- Alenen (açıkça) günah işleyen birisinin açıktan günah işlediğini anlatmak için. [406]

Gıybet yapmak, insanlara zarar veren ve müslümanların amel defterindeki sevapların azalmasına, böylece de âhirette çok zor duruma düşmesine sebep olan gerçekten çok kötü bir davranıştır. Gıybetten hassâsiyetle kaçınmak gerekir. Dolaysıyla gıybete sebep olan hususları iyi bilmeli ve ondan kendimizi korumalıyız.

İmam Gazali (rh.a.) gıybete sevk eden hususları belirtmiştir: Bunlar, özetle şöyledir:

1. İntikam duygusunu tatmin,

2. Arkadaşlarının kendisini konuşturup dinlemeleri ve kendisinin de onlara uymasıdır. Onlar, onun bu gibi dedikodularından zevk alıp, onu hoşnutlukla dinledikleri zaman dedikoduyu kesip sözü değiştirmesi veya oradan kalkıp ayrılması, arkadaşlarının ağırına gidip kendisini terk edeceklerinden korkarak onlarla gıybete dalması,

3. Kendi aleyhine olacak şeyin olmaması için gıybet etmek,

4. Kendisine isnad edilen şeyi başkasına yüklemek ve bu surette kendini kurtarmak için gıybet etmek,

5. Kendini üstün görmek ve başkasını küçük göstermek için, ‘o câhildir, aklı ermez, sözü değersizdir’ şeklindeki konuşmalar gibi,

6. Haset, çekememezlik bazen insanların birini övüp meth etmelerine, ona saygı göstermelerine dayanamadığından, (kıskandığından) onu insanların gözünden düşürmek maksadıyla aleyhinde konuşur.

7. Gülüp eğlenmek ve hoşça vakit getirmek için başkalarının ayıp ve kusurlarını sıralamaktan ibarettir ki, bunun sebebi de kendi kendini beğenmektir.

8. Adamı küçük gördüğü için, hem yanında, hem gıyabında adam ile alay etmektir. Kendini büyük görüp, diğerini küçümsemesidir. [407]

Bu gibi basit hususlardan dolayı gıybet edip hem dünyada hem de âhirette rezil olmaya değer mi? Dolayısıyla ‘nasıl gıybet yaparız, hoş vakit geçiririz’ diye değil, ‘nasıl gıybetten korunuruz’ onu düşünmeli.

Enes  (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivâyet edildi:

“Yanında bir müslümanın gıybeti yapılırken gücü yettiği halde onu savunmayıp (gıybete mâni olmaya çalışmayan) kimse de dünya ve âhirette gıybet etmişçesine günaha girer (gıybet cezasını çeker).”  [408]

Bir kimsenin arkasından konuşulduğunda sadece onun gıybet eden günaha girmez Aynı zamanda gıybeti dinleyen de ona mani olmaya çalışmayan da günaha girer.

 İnsan, ya gıybete engel olmalı veya oradan gitmelidir; yoksa, gıybet etmişçesine o da günaha girer. [409] Dikkat etmeli, ne gıybet etmeli, ne de gıybet edilmesine müsaade etmeli; gücümüzün yettiği kadar gıybete mâni olmaya çalışmalı veya oradan uzaklaşmalı. İyi bir mü’min, İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı hassâsiyet gösteren ve ona uymaya gayret eden kişidir.

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.”  [410]

“Gıybet âcizlerin işidir.” [411]

“Sana başkasından dedikodu getiren, senden de başkasına dedikodu götürür.” [412]

“Elin ayıbını sana söyleyen, senin ayıbını da ele söyler.” [413]

“Arkadan yapılan gıybetin büyüktür yâresi /Dilini tutmaktır bu günahın büyük çaresi.” [414]

“Kıymetten düşmek istemezsen kimseyi kıymetten düşürme”

“Dedikodu nâmertlerin işidir.” [415]

“Tabii ki gıybet yapmak çok yanlıştır. Bu hataya düşmemeye gayret etmek lâzımdır.” [416]

 

Zan

 

 Zan: Kesin inanca sahip olmamak, sanmak, tahminde bulunmak demektir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler; zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu ( hatalarını) araştırmayın.” [417]

 

Zan iki çeşittir:

 

1- Hüsn-i Zan (Güzel Zan): Kişiler hakkında güzel düşünmek, iyi kanaat sahibi olmak demektir. Bir Müslüman diğer Müslüman hakkında iyi düşünmeli, hüsn-i zan beslemelidir.

2- Sû-i Zan (Kötü Zan): Kişiler hakkında kötü düşünmek ve kötü tahminlerde bulunmak demektir. Bu da kötü huylardan biridir ve haramdır. Haram olmasının sebebi herkesin kalbinde olanı, gaybı bilen sadece Allah Teâlâ’dır, O bilir. Dolayısıyla gözüyle görüp de te’vil kabul etmeyen kati bir mâlumata sahip olmadıkça, herhangi kimse için kötü düşünmeye kimsenin hakkı yoktur. Gözünle görmeyip de kulağınla duymadığın  hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır.[418] Bundan dolayı çok dikkat etmeli, kesin bilmediğimiz hususlarda “şu şöyledir, bu böyledir, sen benim hakkında kötü düşünüyorsun, benim kötülüğümü istiyorsun” gibi şeytanî duygulara kapılmamalı, ön yargılarda asla bulunmamalı. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“İyice (kesin) bilmediğin bir şeyi söyleme, arkasına düşme (ön yargıda ) bulunma. Çünkü kulak, göz, (dil), kalp   bunların hepsi yaptıklarından mesuldür.” [419]

“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlara, yapmadıkları (kötü düşünceden ve suçlardan) bir şeyden dolayı eziyet edenler bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” [420] Yapmadıkları şeylerden sanki yapmış gibi suçlamada bulunmak iftiradır. İftira etmek günahtır ve yasaktır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Zan şüphesiz ki gerçeği ifade etmez.” [421]

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Siz, sû-i zan (kötü zan) etmekten sakınınız; Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır.” [422]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Müslümanın  kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak yeter.” [423]

Bir müslümanı küçük düşürmek için ona iftirada bulunmak, ona hakaret etmek, onu kötü duruma düşürmeye çalışmak çok yanlıştır. Kişinin, kendisinin dünya ve âhirette daha kötü duruma düşebileceğini düşünerek bu kötü davranıştan vazgeçmesi gerekir. Mü’minlerin birlik beraberlik içerisinde birbirleri ile iyi geçinmesi için uğraşmalı, aralarının açılmasına sebep olacak hususlardan sakınmalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.): 

“Ara bozmak için laf getirip götüren kimse cennete giremez” [424] buyurmaktadır. Dolayısıyla müslümanların arasını açmaya değil, yapmaya çalışmalıdır. “Mü’minler ancak kardeştir, o halde kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’ın  emirlerine uygun yaşayın ki rahmet olunasınız (cennete giresiniz)” [425] buyrulmaktadır.

Müslüman İslâm’a teslim olan kişidir. Dolayısıyla İslâm’ın istediği şekilde, müslüman şahsiyetini ortaya koymalıdır, müslüman olmak neyi gerektiriyorsa onu yapmaya  çalışmalıdır. Yaratılış  gayemiz sadece Allah’a kulluk olduğuna göre, [426] müslümana düşen en önemli görev de sadece Allah’a kulluk  yapmak, O’nun sevdiği  ve râzı olduğu  kul olmaya çalışmaktır.

“Kulluk yalvarışınız olmasa Rabbiniz size ne diye önem versin (niye  cennete koysun)?” [427] Dünyada en önemli şey, Allah’ın emrettiği gibi kul olmaktır. Bu da kulluk bilincine ermek ve gerekeni yapmakla mümkündür.

“De ki, şüphesiz benim namazım, ibâdetim, hayatım  ve ölümüm (her şeyim) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir (deyin ve böyle yaşayın) [428] buyrulmuştur.

Böylece bütün yaşantımız, Allah ve Rasûlünün emrettiği gibi olmalıdır.

Gerçek bir müslüman olmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır. Bu  konuda çok sayıda kitap  yazılmış, bunlardan bazıları şunlardır:

1- Muhammed Kutup, Biz Müslüman mıyız?, Hilal Yay.

2- Mevdûdî, Gelin Müslüman OIalım, Pınar Yay.

3- Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, Beyan Yay.

4- Beşir İslâmoğlu, Kulluk Bilinci, Denge Yay.

5- Ö. Vehbi Hatipoğlu, Müslümanın Müslümanlaşması, Mesaj Yay.

6- Fethi Yeken, Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, İslamoğlu Yay.

7- Prof. Dr. M. Ali Haşimi, Müslümanın Şahsiyeti, Risale Y.

8- Abdullah Büyük, Allah’tan Vahiy, Kullardan İbâdet, Suffe Yay.

9- Hüseyin Caneri, Ahlâk Bilinci, Denge Yay.

10- Beşir İslâmoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yay.

11- Mehmet Emre, Müslümanca Yaşama Sanatı, 1-3, Çile Yay.

12- Mehmet Hulusi İşler, Allah ve Resulünün İstediği Gerçek Müslüman, İşler Yay.

13- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yay.

14- Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, 1-2, İnkılap Yay.

15- Mevdûdî, İslâmî Kavramlar, Pınar Yay.

16- Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yay.

17- Muhammed Kutup, Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Risale Yay.

18- Dr. Sadık Kılınç, Kur’an’da Günah Kavramı, Hibaş Yay.

19- Ahmed Kalkan, Müslümanın Akaidi, Özel Yay.

20- Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, vdğ. İslâm’da inanç Esasları, M.Ü.İ.Fakültesi Vakfı Yay.

21- Dilaver Selvi, Temel İnanç Esasları, Semerkand Yay.

22- Kul Sadi Yüksel, Kelime-i Tevhid Davası, Yenda Yay.

23- Kul Sadi Yüksel, Bu Böyledir, 1-2, Yenda Yay.

24- Kul Sadi Yüksel, Arınmanın Yolu, Tevbe, Yenda Yay.

25- Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Aileyi Korumak, Yenda Yay.

26- Kul Sadi Yüksel, İlmi  Kuşanmak, Misyon Yay.

27- Kul Sadi Yüksel, Kurtuluş Adımları, Misyon Yay.

28- Kul Sadi Yüksel, İnsanı İhya, Misyon Yay.

29- Kul Sadi Yüksel, Muvahhidlerin Akidesi, Yenda Yay.

30- Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Şahsiyet, Yenda Yay

31- M. Zekeriyya Kandehlevi, Kur’ân ve Sünnete Göre Mutluluğun Kazanılması, Terc. Harun Ünal, Vahdet Yay.

32- Mustafa İslamoğlu, Yürek Devleti, Denge Yay.

33- Mustafa İslamoğlu, Yürek Fethi, Denge Yay.

34- Mustafa İslamoğlu, Tasiyeler, 1-3, Denge Yay.

 Ve kişisel gelişim için şu kitaplar da okunabilir:

1- Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Başarının Prensipleri, Seha Yay.

2- Dr. Sevim Asımgil, Fert ve Ailede Mutluluk Yolu, Timaş Yay.

3- Cemal Uşşak, Başarının Yolları, Nesil Yay.

4- R. Şükrü Apuhan, Başarı Yolunda 70 Altın Kural, Timaş  Yay.

5- Abdullah Çelikkanat, Başarının 100 Kuralı, Nesil Yay.

6- Ali Erkan Kavaklı, Başarıya Götüren Yol, Nesil Yay.

7- Yrd. Doç. Dr. Nurullah Genç, Zirveye Götüren Yol Yönetim, Timaş Yay.

8- Cemil  Tokpınar, Ömür Boyu Aşk, 1-2, Nesil Yay.

9- Vehbi Vakkasoğlu, Doğru Düşünme ve Başarma Sanatı, Türdav Yay.

10- Prof. Dr. Necati Öner, Stres ve Dinî İnanç, T.D.V. Yay.

11- Şaban Piriş, Gençlik Rehberi, İstişare Yay.

12- A. Muhtar Büyükçınar, Mutluluk Yolları Hayat Kitabı, Hikmet Yay.

Yukarıda sıraladığımız kitapların okunması; gerek ferdî ve ailevî gelişim, gerekse insanlarla geçinme ve diğer problemleri aşmada bize fayda sağlayacaktır. Kişisel gelişim için şu kitaplar da faydalıdır, okunabilir. Fakat dikkatli okunmalı, çünkü batılılar tarafından yazılan bu tür kitaplar, İslâmî bir anlayışla yazılmadığından ötürü “kader ve âhiret” hususunda vs. İslâm’a  uymayan görüşler de var. Fakat çok iyi formüller, örnekler de var, bunlardan faydalanmak mümkün, Tabiî ki, seçici olmak gerekir.

Rasûlullah (s.a.s.):

“İlim, mü’minin kaybolmuş malıdır,  nerede bulursa almaya  en lâyık olan odur” [429] buyurmaktadır.

 Dolayısıyla insanlara faydası olacak ilim, kim tarafından ortaya konursa konsun, onu almalı ve ondan faydalanmalı. Batılıların yazdığı kişisel gelişim kitaplarından en önemlileri şunlardır:

1- Dale Carnegie, Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Timaş Yay.

2- Dale Carnegie, Üzüntüsüz Yaşama Sanatı, Timaş Yay.

3- Dale Carnegie, Söz Söylemek ve İş Başarmak Sanatı, Timaş Yay.

4- Anthony Robbins, İçindeki Devi Uyandır, İnkılap Yay.

5- Anthony Robbins, Sınırsız Güç, İnkılap Yay.

6- Arthur Pine, Bir Kapı Kapanır Bir Kapı açılır, Sistem Yay.

7- John Maxwell, Başarı İçin, Sistem Yay.

Bu tür kitapların faydası olmaktadır. Ancak seçici olmak gerekir.

Bu kişisel gelişim kitapları “mutlak başarıya götürür” diye düşünmek de çok yanlıştır.

İnsanların gücü sınırlıdır. Mutlak başarı sadece Allah’a aittir. “Allah neyi dilerse yapar. Bir işin olmasını isterse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” [430]

Dünya hayatı imtihandır. İnsanlar yapacağı işlerde başarılı olabilir de, olmayabilir de. Eğer başarıya ulaşılmışsa Allah  Teâlâ’ya şükretmeli.

“Başarım ancak Allah’ın yardımı (nasibi) iledir.” [431]

“Sana (insanlara) gelen her iyilik (ve başarı) Allah’tandır. (Allah’ın nasibi iledir.)[432] Müslüman kişi bu anlayışta olmalıdır.

Gerçek müslüman İyi ahlâk sahibi olmaya özen gösteren,  Allah ve Rasûlü’nun emrettiklerini yapmaya gayret eden kişidir.

“En hayırlınız, ahlâkça en iyi olanınızdır.” [433]

“Allah katında en sevgili kullar ahlâkı en güzel olanlarıdır.” [434]

“Güzel ahlâk en hayırlı dosttur. Çirkin ahlâk en zararlı düşmandır.” [435]

“En güzel edeb; güzel ahlâk, en şiddetli fakirlik ahmaklık, en vahşi vahşet; kendini beğenmek ve en üstün zenginlik akıldır.” [436]

“Ahlâk güzelliği, beden güzelliğinden daha güzel ve daha devamlıdır.”  [437]

“Ahlâkı kötü insanla sohbet etme ki, günah irtikâbına meyletmeyesin.”  [438]

“Bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyâkat görmedim.” [439]

“Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli; /Tek halâs imkânı var; Ahlâkımız yükselmeli.” [440]

“İskender, adı güzel, ahlâkı kötü bir adama demiş ki; ya adını değiştir, ya ahlâkını.” [441]

“Ahlâkta, sanatta olduğu gibi hiç konuşulmaz, ancak yapılır.” [442]

“Milletler parasızlıktan değil; ahlâksızlıktan çökerler.” [443]

“İslâm insanlara en iyi ahlâk düzenini getirmiştir. Gayr-i İslâmî ahlâk anlayışı ise, bu düzeni getirmekten âcizdir.”  [444]

 

 



[1] Gazalî, el-İhyâ, 1/53

[2] S. Buhârî, Bedi’ul-Vahy, B. 1, Hds. 1; S. Müslim, K. İmâre, B. 45, Hds. 155;   S. Tirmizî, K. Cihad, B. 16, Hds. 1698; S. Nesâî, K. Tahâre, B. 60, Hds. 75;

S. Ebû  Dâvud, K. Talak, B. 10, Hds. 2201; S. İbn Mâce, K. Zühd, B. 26, Hds. 4227

[3] Buhârî, Libas 43, İman 32; Müslim, Müsafirin 215; Ebû Dâvud, Tatavvu 27;

 Nesâî, Leyl 17; İbn Mâce, Zühd 1

[4] Dr. Mustafa Çağrıcı, Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı, s. 15-18. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 374-375.

[5] İmam Mâlik, Muvatta, Kitabu Hüsnü’l-Hulk, Hds. 8; Seçme Hadisler, s. 10, Hds. 2

[6] En’âm: 6/11-12

[7] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 375-376.

[8] Dr. Mustafa Çağrıcı,Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı, s . 15-24. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 376-377.

[9] Âl-i İmrân: 3/154

[10] Fetih: 48/26

[11] Ahzâb: 36/33

[12] Mâide: 5/50

[13] Ahmed Kalkan, İslâm Akaidi, s. 272-273

[14] T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-18

[15] Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s. 91-92. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 377-378.

[16] Dr. Sevim Asımgil, Fert ve Ailede Mutluluk, s. 58-59) Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 379.

[17] Vedat Aydın, Ahlâk Dersleri, s. 17

[18] Nahl: 16/90

[19] Kalem: 68/4

[20] İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 135, Hds. 273; İmam Malik, Muvatta, K. Hulk, Hds. 8; İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 381

[21] Mâide: 5/2

[22] Beyine: 98/7

[23] Şems: 91/9-10.

[24] Câsiye: 49/15

[25] Buhârî Menâkib 23; Müslim, Fezâil 68; Tirmizî; Birr 47

[26] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî; Sılâ 61

[27] Tirmizî, Birr 61-62; İbn Mâce, Zühd 29

[28] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî, Birr 62

[29] Tirmizî,  Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, Terc. c. 5, s. 250, Hds. 7

[30] Tirmizî, Fiten 7

[31] Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 40; Dârimî, Rikak 73

[32] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s. 259, Hds. 14 Muhammed b. Nasr el-Mervezi’den

[33] İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 264, Hds. 25, Taberânî ve İbn Hıbban Sahih’inden

[34] S. Tirmizî, K. Birri ve’s-Sıla, B. 70, Hds. 2087

[35] S. Tirmizî, K. Birr, B. 54, Hds. 2053; Dârimî, K. Rikak, B. 74, Hds. 2794

[36] İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 269, Hds. 35, Beyhâkî’den

[37] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 270, Hds. 37, Ebû Ya’la’dan

[38] S. Müslim, K. Musâfirîn, B. 18, Hds. 139, S. Ebû Dâvud, K. Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; S. Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; S. Darimî, K. Salat, B. 165 ,Hds. 1342

 [39] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İkinci Kitap, s. 7-9. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 379-383.

[40] Tevbe, 9/108

[41] Bkz. S. Müslim, K. Tahâre, B. 1, Hds. 223

[42] Tirmizî, Edeb 41

[43] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. c. 12, s. 177, Hds. 2019; Abdullah İbnü-l Mubarek, Kitabüz-Zühd ve’r-Rekaik, Terc. M. Adil Teymur, Seha Yay. s. 17

[44] Bkz. S. Ebû Dâvud, K. Tıb, B. 1, Hds. 3855

[45] Nevzat Yüksel, Temel Dini Bilgiler, s. 190. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 383-384.

[46] Bkz., İsrâ, 17/23

[47]  Buhârî, K. Edeb, B. 1, Hds. 1; Müslim, K. İman, B. 36, Hds. 137; Tirmizî,  K. Birri ve’s-Sıla, B. 2, Hds. 1960

[48] Nesâî, Cihad 6; İmam Hafız el-Munziri, Terğib ve Terhib Terc. c. 5,  s. 114,  Hds. 11. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 384-386.

[49] M. Zahid Kotku, Ana Baba Hakkı, s. 46

[50] Ebû Dâvud, Edeb 120; İbn Mâce, Edeb 2; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 128, Hds. 32

[51] Bkz. Buhârî, Edeb 6; Müslim, İman 143-144, Tirmizî, Birr 4

[52] Müslim, Zekât 38; Tirmizî, Birr 42; İbn Mâce, Cihad 4

[53] Ebû Dâvud, Zekât 45

[54] Bkz. Ebû Dâvud, Edeb 108; Tirmizî, Edâhî 17

[55]Bkz. Buhârî, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62

[56] İbn Mace, K. Zebâih, B. 1, Hds. 3163

[57] S. Tirmizî, K. Birr ve’s-Sıla, B. 33, Hds. 2618; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 255, Hds. 2

[58] Bkz. İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizî, Mevâkît 182

[59] Buhârî, Hibe 12-12; Müslim, Hibât 13

[60] Seyfettin Yazıcı, Temel Dini Bilgiler, s. 172

[61] Buhârî, Edeb 18, Müslim, Fezâil 65, Ebû Dâvud, Edeb 145, Tirmizî, Birr 12

[62] Tahrim: 66/6

[63] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 386-388.

[64] Tirmizî, Radâ 11; İbn Mâce, Nikâh 3 Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 388.

[65] Nisâ: 4/19

[66] Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 15; İbn Mâce, Nikâh 50

[67] Müslim, Radâ 61

[68] Ebû Dâvud, Nikâh 42; İbn Mâce, Nikâh 51

[69] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4; Ahmed bin Hanbel, 1/191; Terğib ve Terhib, c. 4, s. 214, Hds. 14

[70]Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4

[71] Buhârî, Savm 51-55; Müslim, Sıyâm 182-187, Kader 34

[72] Bakara: 2/228

[73] Nisâ: 4/34

[74] Buhârî, Cum’a 11-19; Müslim, İmare 20; Ebû Dâvud, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihad 27

[75] Buhârî, Bed’u’l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 120-122; Ebû Dâvud, Nikâh 40

[76] Müslim, Nikâh 10

[77] Şûrâ: 42/40

[78] Eşlerin karşılıklı vazifeleri konusunda geniş bilgi alınabilecek kaynaklar:

1- Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, İslam’da Kadın, Rağbet Yay.

2- M. Abdulhalim Hamid, İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Mektup Yay.

3- İslâm’da Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Mektup Yay.

4- Mehmed Said, Ailede Saâdet Prensipleri, Bahar Yay.

5- Aysel Zeynep Tozduman, İslâm’da Kadın Hakları, Seha Yay.

6- Ali Rıza Temel, Mutlu Bir Yuva Nasıl Kurulur, Nasıl Korunur, Seha Yay.

7- Emine Şenlikoğlu, İslâm’da Erkek, Mektup Yay.

8- Dr. Sevim Asımgil, Fert ve Ailede Mutluluk Yolu, Timaş Yay.

9- Kul  Sadi Yüksel, Muvahhid Aileyi Kurmak, Yenda Yay.

10- Bahattin Sağlam, İslâm’da Kadın ve Mutluluk, Tebliğ Yay.

11- İslâm’da Evlilik ve Aile, Vefa Yay.

12- Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, Misak Yay.

13. Dr. M. Yaşar Kandemir, Mutlu Bir Yuva İçin, Nesil Yay. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 388-391.

[79] Bkz. Nahl:16/90

[80] Buhârî, Büyû’ 13; Müslim, Birr ve’s-Sıla 20-21; Ebû Dâvud, Zekât 43; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 144, Hds. 3

[81] S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 129, Hds. 5140 

[82] Buhârî, Edeb 11; Müslim, Birr ve’s-Sıla 18-19; Ebû Dâvud, Zekât 15

[83] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 391-392.

[84] Nisâ: 4/36

[85] S. Buhârî, K. Edeb, B. 31, Hds. 48-49; Müslim, K. Lukata, B. 3, Hds. 14; S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 132, Hds: 5154

[86] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 189, Hds. 24, Taberânî ve Bezzar’dan Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 393-394.

[87] Bkz. S. Müslim, K. İmâre, B. 43, Hds. 152; S. Tirmizî, K. Zühd, 8, 35, Hds. 2489; S. Nesaî, K. Cihad, B. 22, Hds: 36

[88] Zümer: 39/2-3.

[89] S. Buhârî, K. İman, B. 41, Hds. 47; S. Müslim, K. İmâre, B. 45, Hds. 155;

S. Tirmizî, K. Cihad, B. 16, Hds. 1698; S. Ebû Dâvud, K. Talak, B. 10, Hds. 2201; S. Nesâî, Tahâre, B. 60, Hds. 75; S. İbn Mâce, K. Zuhd, B. 26, Hds 4227

[90] Nesaî, Cihad 24; Teğrib ve Terhib, c. 1, s. 50, Hds. 8

[91] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107; Nesâî, Büyû 2; Ebû Dâvud, Büyû 3

[92] Müslim, Birr 33-34 ; İbn Mâce, Zühd 9 Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 394-395.

[93] Mülk: 67/2

[94] Hûd: 11/112

[95] Müslim, İman 62; Tirmizî, Zühd 61; İbn Mâce, Fiten 12; Ahmed bin Hanbel, c. 3, s. 413

[96] Mâide: 5/119

[97] Buhârî,  Edeb.  69;  Müslüm,  Birr  103- 105; Eaû  Dâvut , Edeb  80;Tirmizî , Birr  46; İbn  Mâce,, Duâ   5

[98] Tevbe:, 9/119

[99] Fâtiha: 1/5-7

[100] Kasas: 28/50

[101] İsrâ: 17/9

[102] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 395-397.

[103]  Bakara: 2/152

[104] Nisâ: 4/147

[105] Âl-i İmrân: 3/145

[106] İbrahim: 14/7

[107] Nisâ: 4/79

[108] Mahir İz, Din ve Cemiyet, s. 159

[109] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35

[110] Nahl: 16/18

[111] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 397-399.

[112] İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu vdğ., İst. 1996, c. 2, s. 528, Hds: 2522 (3137) Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 399.

[113] Meryem, 19/65 

[114] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 399-400.

[115] Teğâbün:, 64/16

[116] Bkz. Bakara: 2/45

[117] Bakara: 2/250

[118] Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1; Ebû Dâvud, Sünnet 22; Tirmizî, Cennet 21; Nesaâî, Eyman 3

[119] S. Buhârî,  K. Zekât, B. 51, Hds. 71; S. Müslim, K. Zekât, B. 42, Hds. 124;  S. Ebû Dâvud, K. Zekât, B. 28, Hds. 1644; S. Nesâî, K. Zekât, B. 85, Hds 2578

[120] S. Tirmizî, K. Tıb, B. 1, Hds. 2107

[121] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 400-401.

[122] Ankebût: 29/2

[123] Bakara: 2/155-156

[124] Bakara: 2/201

[125] Müslim, Zühd  64; Dârimî, Rikak 61

[126] Buhârî, Cenâiz 32-43; Müslim, Cenâiz 14-15; Ebû Dâvud, Cenâiz 23; Tirmizî, Cenâiz 13; Nesâî, Cenâiz 22

[127] Bakara: 2/153

[128] Teğâbün: 64/11

[129]  Zümer,: 39/10

[130] Sabır hakkında geniş bilgi için bkz. İmam Gazalî, İhyau Ulumi’d-Din, Terc. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yay. c. 4, s. 113-152 Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 401-403.

[131] Nûr, 24/31         

[132] Tahrim, 66/8.

[133] Hüd, 11/3.

[134] Müslim, Zikir 42; Ebû Dâvud, Vitir 26;  Tirmizî, Tefsirul- Kur-an 47; İbn          Mâce, Edeb  57.

[135] Mutaffifin:  83/14.

[136] İbn  Mâce, Zühd  29; Tirmizî,  Tefsir’l- Kur-an 74; Müslim, İman 231

[137] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 403-404.

[138] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Hikmet Yay. c. 3, s. 216

[139] S. İbn Mâce, K. Zühd, B. 30, Hds. 4250

[140] Müslim, Tahâet 16; Tirmizî, Salât 160; İbn Mâce, Salât 79

[141] Lokman:, 31/33

[142] Nâziât:79/40-41

[143] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 404-406.

[144] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramalar, s. 512

[145] Nûr: 24/52

[146] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 665-666

[147]  Bakara: 2/150

[148] Bakara: 2/102

[149] Teğâbün: 64/16

[150] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, c. 3, s. 175

[151] Hucurât: 49/13

[152] Âl-i İmrân: 3/133-136

[153] Takvâ hakkında geniş bilgi için bkz. Doç. Dr. Lutfullah Cebeci, Kur’an’a  Göre Takvâ, Seha Yay. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 406-408.

[154] Nahl: 16/90

[155] Nisâ: 4/139

[156] Nisâ: 4/58

[157] Mâide: 5/8

[158] S. Buhârî, K. Hûdud, B. 13, Hds. 17; S. Müslim, K. Hûdud, B. 2, Hds. 8; S. Nesâî, K. Kat’u’s-Sarik, B. 6, Hds. 4864; S. Ebû Dâvud, K. Hûdud, B. 15, Hds. 4396-4397; Tirmizî, K. Hûdud, B. 6, Hds. 1454; İbn Mâce, K. Hûdud, B. 6, Hds. 2547-2548

[159] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 408-409.

[160] Bakara:, 2/195

[161] Kasas: 28/77

[162] S.Müslim, K. Zühd, B. 8, Hds. 2963; S. Tirmizî, K. Kıyamet, B. 59, Hds. 2515

[163] S. Müslim, K. Zekât, B. 43, Hds. 125; S. Tirmizî, K. Zühd, B. 25, Hds. 2453; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 2 , s. 269, Hds. 44

[164] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 409-410.

[165] Bakara: 2/195

[166] Bakara: 2/215

[167] Bakara: 2/272

[168] Münâfikûn, 63/10

[169] S. Tirmizî, K. Birr ve’s-Sıla, B. 40, Hds. 2027

[170] Bakara: 267

[171] Kasas: 28/77

[172] Âl-i İmrân: 3/92

[173] Bkz. Bakara: 2/195; Âl-i İmran: 3/134; Mâide: 5/13; A’râf: 7/57; Tevbe: 9/120

[174] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1; Tirmizî, İman 4; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Nesâî, İman 6; İbn Mâce, Mukaddime 9

[175] Bkz. Nahl: 16/90

[176] S. Buhârî , K. Edeb, B. 7, 27,  Hds. 41; S. Müslim, K. Birr ve’s-Sıla, B. 17, Hds. 66

[177] İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, c. 3, s. 331, Hds. 3570 (8453)

[178] Bkz. Hucurât: 49/10

[179] S. Müslim, K. Selâm, B. 21, Hds. 61-63

[180] S. Buhârî, K. İkrah, B. 7, Hds. 12; S. Müslim, K. Birr ve’s-Sıla, B. 16, Hds. 62; S. Tirmizî, K. Fiten, B. 58, Hds. 2356;  S. Darimî, K. Rikak, B. 40, Hds. 2756

[181] Mâide: 5/2

[182] S. Buhârî, K. İman, B. 6, Hds. 6; S. Müslim, K. İman, B. 17, Hds. 71;  S. İbn Mâce, Mukaddime, B. 9, Hds. 66; S. Nesâî, K. İman, B. 19, Hds. 4983;  S. Tirmizî, K. Sıfatu’l-Kıyame, B. 22, Hds. 2634; S. Dârimî, K. Rikak, B. 29, Hds. 2743

[183] Haşr: 59/9

[184] Enfâl: 8/72

[185] Bakara: 2/268

[186] Nisâ: 4/37

[187] Bkz. Zümer: 39/49-52

[188] Bkz. Teğâbün: 64/15-17

[189] Hadid: 57/23

[190] Ra’d: 13/26

[191] Bakara: 2/155

[192] Zâriyât: 51/19

[193] Bakara: 2/195

[194] Tirmizî: Birr 40

[195] Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 57

[196] İsrâ: 17/29

[197] A’râf: 7/31

[198] Furkan: 25/67

[199] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 213

[200] Seyyit Şerif Curcâni, Arapça Türkçe Terimler Sözlüğü, Terc. Arif Erkan, s. 138

[201] Bakara: 2/274.

[202] Buhârî, Nafaka 1, İman 41; Müslim, Zekât 49; Nesaî, Zekât 60

[203] Buhârî, Zekât 10; Müslim, Zekât 66-70; Tirmizî, Kıyâmet 1; Nesâî, Zekât 63-64; İbn Mâce, Zekât 28

[204] Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94-95; Ebû Dâvud, Zekât 28; Tirmizî,  Zühd 32; Nesâî, Zekât 50

[205] Tirmizî, Birr 28

[206] Tirmizî, Fiten 76

[207] Tevbe: 9/34-35

[208] Buhârî: Rikak 12

[209] Bakara: 2/272

[210] Müslim, Zekât 56; Buhârî, Cihad 72; Ebû Dâvud, Edeb  160

[211] Müslim, Zekât 53; Buhârî, Edeb 33; Ebû Dâvud, Edeb 60; Tirmizî, Birr 45

[212] Müslim, Zekât 55; Buhârî, Zekât 30, Edeb 33

[213] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 2, s.313, Hds. 42, Tirmizî’den

[214]  A.g.e., c. 2, s. 313, Hds. 39, Taberânî rivâyet etmiştir.

[215]  İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 30, Hds. 13, Ebu Hureyre’den  rivâyet edilmiştir.

[216] Buhârî, Zekât 14; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât 28; Nesâî, Zekât 48; İbn Mâce, Zekât 28

[217] A.g.e., c. 2, s. 411, Hds. 14, Tirmizî’den.

[218] Bkz. Tevbe: 9/60; Bakara: 2/43

[219] Bkz. Buhârî, İman 1; Müslim, İman 19-21

[220] Dârimî, Mukaddime 46; Kütub-i Sitte, c. 16, s. 547, Hds. 71

[221] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 93-94

[222] Mâûn: 107/1-7

[223] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib  ve Terhib, c. 2, s. 274, Hds. 53, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî rivâyet etmiştir.

[224]  Tirmizî, Zühd  34;  İbn  Mâce, Zühd,  9;İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c..2, s ..271, Hds.50

[225] Saff: 61/10-12

[226] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 410-423.

[227] Bkz. Bakara: 2/158; Nisâ: 4/23, 24, 101, 102, 128; Nur: 24/29, 58, 60

[228] Bkz. Dr. Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, s. 122, Naklen

[229] Kul Sadi Yüksel, Arınmanın Yolu Tevbe, s. 16-17

[230] Nisâ: 4/31

[231] Necm: 53/32

[232] Ahmed Kalkan, Kur’ân-ı Kerim Kavram Tefsîri, s. 2861 (İsm/Günah Kavramı, K. No: 117)

[233] M. Zahit Kotku, Mü’minlere Vaazlar, c. 2, s. 17

[234] S. Tirmizî, K. Fiten, B. 7, Hds. 2254

[235] S. Müslim, K. Birri ve’s-Sıla, B. 6, Hds. 14 -15; S. Tirmizî, K. Zühd, B. 40, Hds. 2497; S. Dârimî, K. Rikak, B. 73, Hds. 2792

[236] S. Buhârî, K. Vesâyâ, B. 24, Hds. 29; S. Müslim, K. İman, B. 38, Hds. 145; S. Ebû Dâvud, K. Vesâyâ, B. 10, Hds. 2874; S. Nesâî, K. Vesâyâ, B. 12, Hds. 3652

[237] İbn Kesir Tefsiri, Terc. c. 4, s. 1667

[238] Dr. Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, s. 325

[239] Günah konusunda geniş bilgi için bkz. Dr. Sadık  Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, Hibaş Yay.

[240] İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 1670

[241] Doç. Dr. A. Lütfi Kazancı, İslâm Akaidi, s. 32

[242] Bkz. Nisâ: 4/48, 116

[243]  Ebû Dâvud, Sünne 21; Tirmizî, Kıyâme 11

[244] Dr. Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, s. 328, 329

[245] Nisâ: 4/98

[246] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Yay., c. 6, s. 502

[247] Zümer: 39/53

[248] İbn Kesir Tefsiri, c. 13, s. 6940

[249] Meryem: 19/60

[250] Lokman: 31/1

[251] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 423-427.

[252] İsrâ: 17/32

[253] Furkan: 25/68

[254] Bkz. Furkan:  25/68-69

[255] Nûr: 34/2

[256] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 256

[257] Bkz. Hûd: 11/165-166; Şûrâ: 26/77-81

[258] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, c. 1, s. 224

[259] S. Tirmizî, K. Radâ, B. 12, Hds. 1175

[260] Bakara: 2/222-223

[261] İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, 6/368-369; Naklen: Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, s. 201

[262] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 427-430.

[263] Mâide: 5/90-91

[264] Yusuf el-Kardavî, Helâller ve Haramlar, s. 75-76

[265] Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Eşribe 74-75; İbn Mâce, Eşribe 9; Nesâî, Eşribe  24; Tirmizî, Eşribe 1

[266] Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâî, Eşribe 25; İbn Mâce, Eşribe 10

[267] İbn Mâce, Eşribe 6; Tirmizî, Büyû’ 58; Ebû Dâvud, Eşribe 2

[268]  Müslim, Müsâkat 68; Nesâî, Büyû’ 90; Nesâî, Büyû’ 90; İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 6, Hds. 3-5

[269] S. Tirmizî, K. İstihsan ve’l-Adab, B. 76, Hds. 2952; S. Dârimî, K. Eşribe, B. 4, Hds. 2098; İmam Hafız Mel-Munzirî, Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s. 11, Hds. 11

[270] Müslim, Eşribe 3, 12; Ebû Dâvud, Tıb 11

[271] İbn Mâce, Eşribe 1; Nesâî, Eşribe 22; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve terhib, c. 5, s. 17, Hds. 25

[272] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 430-433.

[273] Bakara: 2/188; Nisâ: 4/29

[274] Mâide: 5/ 90-91

[275] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 10

[276] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, vdğ, İlmihal, c. 2, s. 121

[277] Yusuf  el-Kardavi, Helâller ve Haramlar, s. 309

[278] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, vdğ., İlmihal, c. 2, s. 121

[279] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 10

[280] Hayreddin Karaman, Helâller ve Haramlar, s. 158

[281] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 433-435.

[282] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, vdğ. İlmihal, c. 2, s. 411

[283] Bakara: 2/278-280

[284] Geniş bilgi için bkz. Hayrettin Karaman, Helâller ve Haramlar, s. 83-97

[285] Celal Yıldırım, Büyük Günahlar, s. 98

[286] Rûm: 30/39

[287] Bakara: 2/275

[288] Müslim, Musâkat 106; Buhârî, Büyû’ 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2; İbn Mâce, Ticâre 58; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib Terc. c. 4, s. 141, Hds. 4

[289] Buhârî, Vesaya 23;  Müslim,  İman  145; Ebû Dâvud, Vesaya 10; İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e.  c..4, s. 139, Hds .1

[290] Âl-i İmrân: 3/130

[291] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 435-437.

[292] Bakara: 2/229

[293] Lokman: 31/13

[294] Mâide: 5/45

[295] Nahl:16/90

[296] Şûrâ: 42/40

[297] Müslim, Birr 55; Tirmizî, Kıyâmet 49; İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 431, Hds. 1

[298] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 32; Ebû Dâvud, Edeb 46; Tirmzi, Birr 18; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 433, Hds. 8

[299] Müslim, Birr 60; Ahmed b. Hanbel, c. 2, s. 303; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 435-436, Hds. 12

[300] Mâide:, 5/39

[301] Bkz. Bakara: 2/35, 231

[302] Tevbe: 9/23

[303] Hûd: 11/113

[304] Geniş bilgi için bkz. Burhan Bozgeyik, Meşhur Zâlimler, Erhan Yay.

[305] Hadis-i şerif

[306] Hadis-i şerif

[307] Hz. Ebu Bekir (r.a.

[308] Hz. Ali (r.a.)

[309] Hz. Ali (r.a.)

[310] Cenab Şahabeddin

[311] M. Akif Ersoy

[312] M. Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 417-418

[313] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 437-440.

[314] Hırsızın elinin kesilmesi hususunda geniş bilgi için, bkz. Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Terc. Dr. Ahmet Efe, vdğ., c. 7, s. 387-416; Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, Terc. Mehmet  Keskin, c. 7, s. 3083-3096; Dr. Hayrettin Karaman, Ana Hatlarıyla İslâm  Hukuku, s. 218-220

[315] Mâide: 5/38

[316] Buhârî, Hûdud 13; Müslim, Hûdud 8; Nesâî, Sârık 6; Ebû Dâvud, Hudûd 15; Tirmizî, Hudûd 6; İbn Mâce, Hudûd 6; Dârimî, Hudûd 5

[317] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 440-441.

[318] Bakara: 2/188

[319] Tirmizî, Ahkâm 9; Ebû Dâvud, Akdiye 4; İbn Mâce, Ahkâm 2

[320] İmam Hafız el-Munzirî, Teğrib ve Terhib, c. 4, s. 428, Hds. 2, Taberânî’den

[321] A.g.e., c. 4, s. 429, Hds. 5, Ahmed, Bezzar ve Taberânî rivayet etmiştir.

[322] A.g.e., c. 4, s. 430

[323] S. Müslim, K. İmâre, B. 7, Hds. 26

[324]Doç. Dr. Hayrettin Karaman, Helâller ve Haramlar, Nesil Yay. s. 175

[325] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 442-443.

[326] A’râf: 7/31

[327] İsrâ: 17/26         

[328] Furkan: 25/67

[329] Hadis-i şerif

[330] Hz. Ebubekir (r.a.)

[331] Hz. Ömer (r.a.)

[332] İmam-ı Âzâm (rh.a.)

[333] Ebu’l Fethi’l-Bûsti

[334] Sâid-i  Nursî

[335] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler ve İbretli Sözler, s. 213

[336] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 443-445.

[337] Said Havva, İslâm’da Nefis Tezkiyesi, s. 195

[338] Mâûn: 107/6

[339] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 445-446.

[340] Müslim, İman 147; Ebû Dâvud, Libas 26; Tirmizî, Birr 61

[341] Mü’min: 40/60  

[342] Bkz. Mü’minûn: 23/47

[343] Sâd: 38/76

[344] İmam Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn Terc. c. 3, s. 742-748

[345] Lokman: 31/18

[346] İbn Mâce, Zühd 16; İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 458, Hds. 6

[347] Buhârî, Eymân 9; Müslim, Cennet 47; Tirmizî, Cehennem 3

[348] Müslim, İman 147-148; Ebû Dâvud, Libas 26, Edeb 29; Tirmizî, Birr 61

[349] İsrâ: 17/37

[350] Hadis-i  Şerif

[351] Hz. Ali (r.a.)

[352] Şeyh Mağribî

[353] Hz. Ali (r.a.)

[354] İmam Şafii (rh.a.)

[355] Şinasî

[356] Nizâmî

[357] John Ruskin

[358] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler ve Unutulmaz İbretli Sözler, s. 153-154. (Benjamin Franklin)

[359] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 446-448.

[360] Hac: 22/60

[361] Müslim, İman 62; Tirmizî, Zühd 47; İbn Mâce, Fiten 12; Dârimî, Rikak 4

[362] Bakara: 2/10

[363] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103; Ebû Dâvud, Edeb 80

[364] Bkz. Buhârî, Şehâdât 10; Müslim, İman 143-144; Tirmizî, Birr 4

[365] Bkz. Buhârî, Eymân 16; Nesâî, Tahrim 3

[366] Buhârî, Edeb 122; Müslim, İman 107-108

[367] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101; Ebû Dâvud, Edeb 50; Tirmizî, Birr 26

[368] Hadis-i Şerif

[369] Hadis-i Şerif

[370] Serven (r.a.)

[371] Cenab Şahabeddin

[372] Ali Fuat Başgil

[373] Denis Diderot

[374] Francis Bacon

[375] Denis Diderot

[376] Çiçero

[377] De Girordin) 

[378] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 398-400. (A. Pavloviç Çehov)

[379] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 449-450.

[380] İmam Gazalî, İhyâu Ulûmid-Dîn, Terc. Ahmet Serdaroğlu, c. 3, s. 425-426

[381] Ebû Dâvud, Edeb 52; İbn Mâce, Zühd 22

[382] Hucurât: 49/10

[383] Tirmizî, Kıyâmet 54

[384] Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24

[385] En’âm: 165

[386] Zümer: 39/49-50

[387] Bakara: 2/155-156

[388] Haset hakkında geniş bilgi için bkz. İmam Gazlî, İhyâu Ulumi’d-Dîn, c. 3,  s. 418

[389] Hadis-i Şerif

[390] Ahnef b. Kays (r.a.)

[391] Hz. Ali (r.a.)

[392] Ali Emirî

[393] Russey Rubutin

[394] La Rofhetoucauld

[395] Chry Sostom

[396] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 171-172 (Nikolayeviç Tolstoy)

[397] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 450-453.

[398] Müslim, Birr 70; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve terhib, c. 5, s. 410- 411, Hds. 31

[399] Hucurât: 49/12

[400] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 410, Hds. 30, Müslim, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmiştir.

[401] Mü’minûn: 23/3

[402]Buhârî, Rikak 23; Müslim, İman 74-77; Ebû Dâvud, Edeb 123; Tirmizî,  Kıyâmet 50

[403] Buhârî, İman 4-5; Müslim, İman 64-69; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî,  Kıyâmet 50-52; Nesâî, İman 8-9

[404] Tirmizî, Birr 20; Riyâzü’s-Sâlihîn Terc. D.İ.B. Yay., c. 3, s. 113, Hds. 1557

[405] İmam Gazalî, Kimya-yı Saâdet, Terc. A. Faruk Meyan, Bedir Yay. s. 445-447. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 454-457.

[406] İmam Gazalî, İhyâu Ulumi’d-Din, Terc. Ahmed Serdaroğlu, c. 3, s. 337-340

[407] İmam Gazalî, a.g.e., c. 3, s. 327-328    

[408] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 415, Hds. 40, İbn Ebi Dünya’dan.

[409] A.g.e, c. 5, s. 41

[410] Hadis-i Şerif

[411] Hz. Ali (r.a.)

[412] İmam Şâfii (r.a.)

[413] Muallim Naci

[414] M. Alhas Sertkaya

[415] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 147(Atasözü)

[416] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 458-460.

[417] Hucurât: 49/12. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 460.

[418] İmam Gazalî, İhyâu Ulumi’d-Din, Terc. c. 3, s. 334-335

[419] İsrâ: 17/36

[420] Ahzâb: 33/58

[421] Necm: 53/28

[422] Buhârî, Vesâyâ 8; Müslim, Birr 28; Tirmizî, Birr 56

[423] Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18; İbn Mâce, Zühd 23; Ebû Dâvud, Edeb 40

[424] Buhârî, Edeb 49-50; Müslim, İman 68-170; Ebû Dâvud, Edeb 33; Tirmizî, Birr 79

[425] Hucurât, 49/10

[426] Bkz. Zâriyât: 51/56

[427] Furkan: 25/77

[428] En’âm: 6/162

[429] S.Tirmizî, K. İlim, B. 19, Hds. 2827

[430] Âl-i İmrân: 3/47

[431] Hûd: 11/88

[432] Nîsâ: 4/79          

[433] Hadis-i Şerif

[434] Hadis-i Şerif

[435] Hz. Ömer (r.a.)

[436] Hz. Ali (r.a.)

[437] Hz. Ömer (r.a.)

[438] İmam-ı Azam (r.a.)

[439] Mevlana Celaleddin-i Rumi

[440] Mehmet Akif Ersoy

[441] Büyük İskender

[442] Ernest Renan

Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 460-464.

[443] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 18

[444] Ahlâk hakkında geniş bilgi alınabilecek kaynaklar:

1. Hüseyin Caneri, Ahlâk Bilinci, Denge Yay.

2. Hasan Ege, İslâm Ahlâkı, Bahar Yay.

3. Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Ailenin Ahlâk Kılavuzu, Seha  Yay.

4. Dr. Mustafa Çağrıcı, İslâm Ahlâkı, Ensar Neşriyat

5. Ahmet Efe, Ahlâk Bilgileri, Seha Yay.

6. Dr. Recep Kılınç, İnsan ve Ahlâk, T.D.V. Yay.

7. M. Zahit Kotku, Tasavvufi Ahlâk, 1-5, Seha Yay.

8. Said Havva, İslâm’da Nefis Terbiyesi, Yenda Yay.

9. M. Zahit Kotku, Tenbihler, Seha Yay.

10. M. Zahit Kotku, Nefis Terbiyesi, Seha Yay.

11. İmam Şarani, İslâm Büyüklerinin Örnek Ahlâkı ve Hikmetli Sözleri, Sönmez Neşriyat

12. İmam Gazalî, İhyâu Ulumi’d-Dîn, 1-4, Bedir Yay.

13. İmam Gazalî, Kimya-yı Saâdet, Bedir Yay.

14. İmam Birgivî, Tarikat-ı Muhammediyye, Demir Yay.

15. İmam Rabbanî, Mektûbât, 1-3, Akit Gazetesi Yay.

16. Hasan el-Mâverdi, Edeb-i Dünya ve Din, Bahar Yay.

17. Dr. M. Zeki Duman, Kur’ân-ı Kerim’de Adab-ı Muaşeret, Görgü Kuralları, Tuğra Yay.

18. Tahir Büyükkörükçü, Edeb, Cağaloğlu Yay.

19. Harun Yahya, Çözüm Kur’ân Ahlâkı, Vural Yay.

20. M. Emin Er, Dinin Temelleri, Seha Yay.

21. Celal Yıldırım, İlâhi Hikmetler, Büyük Sevaplar, Uysal Yay.

22. Celal Yıldırım, İlâhi Yasaklar, Büyük Günahlar, Uysal Yay.

23. Yusuf el-Kardavi, İslâm’da Helâl ve Haramlar, Hilal Yay.

24. Hayrettin Karaman,Helâller ve Haramlar, Nesil Yay

25. Hafız İmam Zehebi, Büyük Günahlar, Hak Yay.

26. Mehmet Emre, Lanetlenmiş Kişiler ve İşler, Erhan Yay.

27. M. Zahit Kotku, Mü’minlere Vaazlar, Seha Yay.

28. Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Şahsiyet, Yenda Yay.

28. Vedat Aydın, Ahlâk Ders Kitabı, Denge Yay.