Ahlâkî
Vazifeler Kişinin Kendine Karşı Vazifeleri
Evlâdın
anne ve babasına karşı yapması gereken görevler şunlardır:
Anne
Babanın ölümünden sonra da :
Anne
ve Babanın Çocuklarına Karşı Vazifeleri
Eşlerin
Birbirlerine Karşı Vazifeleri Şu Şekilde Sıralanabilir:
Akrabalara
Karşı Vazifelerimiz:
Komşularımıza
Karşı Vazifelerimiz
İyi Ahlâk Örneklerinden Bazıları
Günahlar
durumlarına göre iki kısma ayrılır:
Kötü
Ahlâk Örneklerinden Bazıları Büyük Günahlar
Gıybetin
Câiz Olduğu Yerler Şunlardır:
Ahlâk,
Arapça, “hulk” kelimesinin çoğuludur. “Hulk” huy, seciye, tabiat, mertlik, din
ve yaratılış anlamlarına gelir.
Buna
göre ahlâk kelimesi lugatta huylar,
seciyeler, insanın mânevi yapısını
belirleyen özellikler gibi mânâlara gelir.
Terim
olarak ahlâk:
İslâm
âlimlerince yapılan ve en beğenileni İmam Gazalî’nin tarifidir ve şöyledir:
“Ahlâk, insan nefsinde yerleşen öyle bir heyet (meleke)dir ki, fiiller hiçbir
zorlama olmaksızın, düşünüp, taşınmadan, bu meleke sayesinde kolaylıkla ve
rahatlıkla ortaya çıkar.” [1]
Bu
tarifin tahlili, bizi ahlâkın mâhiyeti hakkında aşağıdaki sonuçlara
götürmektedir:
Ahlâk,
insanın işlediği fiil ve davranışlardan ziyade, bu davranışların kaynağı olan,
onları meydana getiren mânevî kabiliyetler kompleksini (Gazalî’nin tarifi ile
hey’eti) ifade eder. Buna göre ahlâkî davranışlar, ahlâkın kendisi olmayıp,
onun bir sonucu ve tezâhürüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in belirttiği gibi “Ameller
niyetlere göredir.’ [2]
Ahlâk,
sadece iyi huylar ve kabiliyetler mânâsına gelmez. Kelimenin asıl mânâsı ile iyi ve kötü huyların hepsine
birden ahlâk denir. Kendisinde iyi huylar geliştirmiş olana “iyi ahlâklı”
denir. Kötü huylar geliştirmiş olana da “kötü ahlâklı” denir. Şu halde esasen
ahlâksız insan yoktur. Bununla beraber, iyi huylu ve davranışlı insan sadece “ahlâklı”, böyle olmayan için de
“ahlâksız” tâbirleri galat-ı meşhurdur (yanlış olmasına rağmen herkes
tarafından kullanılan ifade).
Ahlâk,
insanda gelip geçici bir hal olmayıp, onun mânevî yapısında yerleşen, bir
meleke halini alan yatkınlık ve kabiliyetler bütünüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Amellerin
en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.” [3] buyurmuştur.
Ahlâk,
insanı düşünüp taşınmaya herhangi bir baskı ve zorlamaya gerek kalmaksızın
vazifeyi rahatlıkla ve memnuniyetle yapamaya sevkeder. Riyâ, korku, menfaat
temini gibi sebeplerle yapılan davranışlar, güzel ahlâk sınıfına
girmez.
Güzel
ahlâklı olabilmek için vazifeleri rahatlıkla ve memnuniyetle yerine getirme
alışkanlığı büyük önem arz eder. Böyle
bir alışkanlık da ancak eğitim ile kazanılır. Burada eğitimden maksat, insanın
kendi kendini eğitmesi, yani nefsini ıslah etmeye çalışmasıdır. Bu bir irâde
eğitimidir ve bu eğitim sayesinde kişinin ruhunda ahlâkî irade gelişip
güçlenecektir. [4]
İnsan,
güzel ahlâkî özelliklere sahip olabilmesi, bu vasıfları kendisinde en doğru bir
şekilde nasıl geliştirebileceği hususunda bazı bilgilere muhtaçtır ki, ahlâk
ilmi insanın bu ihtiyacını karşılamayı üstlenir.
Fakat
insan hayır ve şer denilen tutum ve davranışların neler olduğunu bilmezse, bu
konuda hatalara düşmesi kaçınılmazdır.
Ahlâk
ilmi, ahlâkî fâil olan insanın, ahlâkî kabiliyetlerini tetkik ve tahlil eden,
iyi ve kötünün, fazilet ve reziletin
nelerden ibaret olduğunu araştıran, insanın yapmakla yükümlü olduğu
vazifeleri ve uymak zorunda olduğu kaideleri bildiren bir ilimdir.
Ahlâk
ilmi, ahlâkî fâil olarak insanı ve onun ahlâkî kabiliyetlerini, duygularını ve
bunlardan doğan fazilet ve reziletleri inceler. Güzel huyları geliştirmenin,
kötü huyları ıslah etmenin yollarını
araştırır ve gösterir. Ahlâk ilmi, kaideler, kurallar ve değerler ilmidir.
Hz.
Muhammed (s.a.s.):
“Ben
ahlâk güzelliklerini tamamlamak için
gönderildim.” [5] buyurmuştur. Bu hadis bir
bakıma, ahlâk ilminin gayesini göstermektedir. Gerçekten, ahlâk ilminin gayesi
Rasûlullah (s.a.s.)’ın ifadesiyle ahlâk güzelliklerini, yani iyi huyları ve
yüksek vasıfları insanlara kazandırmaktır.
İslâm
düşüncesine göre insan bir ruh ve beden
varlığıdır. [6] İnsan, beden sağlığını
olduğu kadar ruh sağlığını da korumak ve geliştirmek zorundadır.
Ahlâk,
kısaca “neyi yapmalıyız?” sorusunun cevabını araştıran bir ilimdir. Dolayısıyla
ahlâk ilmi bize hayır ve şer hakkında bilgi vermeyi, insan olarak uymak zorunda
olduğumuz kaide ve kanunları, kuralları,
görev ve sorumlulukları tanıtmayı böylece ahlâkî ve ictimaî bakımdan mükemmel
bir insanlık meydana getirmeyi gaye
edinir. [7]
1. Nazarî ahlâk, (nazarî ahlâk, ahlâkın teorik olan
kısmında, bize bilgi verir.) “Vazife (görev) nedir? İyi ve kötü nedir?” İşte bütün bu ve benzeri
sorunların cevaplarını araştırır. Böylece nazarî ahlâkta ahlâk problemleri
incelenerek insanın ahlâkî yaşayışına temel teşkil edecek genel prensipler,
kural ve kanunlar tespit edilir.
2. Amelî ahlâk, ahlâk ilmi, tatbikî bir ilimdir. Yani bu
ilim sadece “ bilmek” için değil, “yapmak” için vardır.
Amelî
ahlâk, nazarî ahlâkın tespit ettiği kural ve kanunların hem bir neticesi, hem
de tatbikidir.
İyi
ve kötü fiillerin, fazilet ve reziletlerin neler olduğu ayrıntılı olarak
belirtilir. Ahlâkî vazifelerin tasnife tâbi tutulduğu amelî ahlâk umumiyetle
bir “vazifeler ilmi”nden teşekkül eder. [8]
Câhiliyye,
belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik
ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz (s.a.s.)’den önceki dönem, câhiliyye
devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel
câhiliyyedir. Câhiliyyenin, kendisine göre (İslâm’a dayanmayan) inanış sistemi,
yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Câhiliyye kelimesi,
Kur’an’da dört yerde geçer, Kur’an’da câhiliyye kelimesinin geçtiği dört âyet, câhiliyyetin
temel dört görüşünü ifade eder:
1- Câhiliyyetin inanç sistemi,
Allah hakkındaki zannı: “… Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup
da, Allah hakkında haksız olarak câhiliyye zannına kapılıyorlardı.” [9]
Dolayısıyla vahye/ilme dayanan bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir
inanç câhiliyyenin özelliğidir.
2- Câhilî yaşayış biçimi,
câhiliyye taassup ve barbarlığı: “O zaman inkâr edenler, kalplerine
taassubu, câhiliyyet taassubunu yerleştirmişlerdi...” [10]
Dolayısıyla câhiliyyenin kendisine has, İslâm dışı bir hayat tarzı, dünya
görüşü söz konusudur.
3- Câhiliyye ahlâk
anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!) Evlerinizde
vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri
kadınları)nın açılıp saçılarak, ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi
yürümeyin.”[11] İslâm ahlâkıyla
bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafet/ kıyafetsizliğin eski câhiliyyenin
devamı olduğu anlaşılmaktadır.
4- Câhiliyyenin hüküm, yönetim
anlayışı: “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan
bir topluma göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” [12]
Demek ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi cahilî
yönetimin hatırlatılmasından başka bir şey değildir. [13]
Câhiliyye
devri Arapları Allah’ı hakkıyla bilemedikleri, O’na şeksiz ve şirksiz iman
etmedikleri, gerek ferdî, gerekse içtimaî hayat itibariyle bilgiden, nizamdan,
sulh ve sükûndan uzak oldukları, güçlü
ve asil sayılanları daima haklı kabul ettikleri ve adâletten yoksun bir hayat
yaşadıkları için bu döneme câhiliyye denilmiştir. Eski Arap şiirinde, cehlin
“şiddet, saldırganlık ve barbarlık”
anlamında kullanıldığını, hatta yerine göre bunun bir fazilet sayıldığını
gösteren pek çok örnek vardır. Meselâ meşhur câhiliyye şairi Amr b. Külsum’un,
“Hele biri kalkıp da bize karşı cahillik etmeye görsün, o zaman biz câhillikte
bütün câhillerden baskın çıkarız” anlamındaki beyti bu örneklerin en çarpıcısıdır. [14]
Câhiliyye
düzeninde geçerli olan ahlâk anlayışı, vahyin kokusunu taşımayan bir ahlâk
anlayışıdır. Bu câhiliyye ahlâkını tanıyabilmek için İslâm gelmeden önce
Arabistan’da yaşanmış olan ahlâk
anlayışına bir göz atmak gerekir.
“Devr-i
câhiliyye’de Arapların saygı gösterdiği birtakım putlar bulunuyordu. Civarda
büyük panayırlar kurulurdu. Panayırlar vesilesiyle, Mekke’ye akın akın
seyirciler, alıcılar, satıcılar, şairler, hatipler, fahişeler, ayyaşlar,
kumarbazlar dolardı. Bizans’ın, Suriye’nin ve Arabistan’ın çengileri
(dansözleri) ve şarkıcıları hep burada toplanırdı.
Hülâsa:
“Câhiliyye devrinde Arap yarımadası, bütün dinlerin, mezheplerin, hurâfelerin
ve bütün yüz kızartıcı kötülüklerin sergisidir.”
Hz.
Peygamber, cahiliye dönemine geçmişte kalan bir zaman dilimi olarak bakmamış,
aksine bu dönemdeki anlatışın her fırsatta tekrar ortaya çıkabileceğini
düşünerek uyarılarda bulunmuştur. [15]
İslâm
tabirinin anlamında ahlâkî mesaja işaret bulunmaktadır. Arapça kuvvetli olmak, rehavet ve
gevşeklikten kurtulmak, her türlü kusurdan arınmış olmak anlamındaki;
“S-l-m”
kökünden türetilmiş olan İslâm; teslim olma, kurtuluşa erme ve müsâleme
mânalarına gelir ve bu üç mâna ile de dinimizin üç temel hassasiyetini anlatır.
a)
Teslim Olma:
İslâm’ı
kabul etmiş kimse, Allah (c.c.)’a teslim olmuştur. Allah (c.c.)’ın varlığını, birliğini,
kitabını ve peygamberini tanımıştır.
b)
Kurtuluşa Erme:
İslâm
“selâm” kelimesi ile aynı köktendir. Buna göre İslâm’ı kabullenmiş kimse her
türlü yanlış inanç ve yaşayış tarzlarından kurtularak selâmet’e ulaşmıştır.
Çünkü selâm; ayıplarından, âfetten sâlim, insanın bütün korktuklarından emin
olması mânasına gelir.
c) Müsâleme:
Müsâleme
barış içinde olmak demektir. İslâm’ı kabul eden kimse cemiyetin diğer fertleri
ile anlaşıp uyuşan, onlarla sulh üzere bulunan insandır. İslâm ahlâkî temelde
bir tek kaynağa, vahye dayanır. İslâm ahlâkı sözünden Kuran ve sünnetin ortaya
koyduğu ahlâk anlaşılmaktadır. [16]
İnsanın
yaratılış gayesini bildirerek iki cihan mutluluğuna erişmenin şartlarını
geçekleştirme, ahlâkın başta gelen gayesidir. Müslüman’ın temel görevi Allah’a
kulluktur. Hiçbir ortak koşmadan yüce Allah’a kulluk yapmak. Bu kulluğun
esaslarını Kuran’ı Kerim’den; ibadetlerimizi tam anlamıyla yerine getirmeyi de
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in uygulamalarından öğrenmekteyiz .
Bu
kulluk esasları içerisinde ahlâkın büyük bir yeri vardır. İnsan ahlâk sayesinde
iyiye ve doğruya yönelir. İnsanın maddî ve mânevî yapısı bir âhenk içinde
terbiye edilmiş olur. Kişi kendisini geliştirmiş ve korumuş olmaz; aynı zamanda
toplumun korunmasında ve gelişmesinde de çok önemli katkılar sağlamış olur.
Fertleri ve toplumları sağlam ve dürüst hale getirmek, ahlâkın gayeleri
arasındadır. [17]
Ahlâkın
Önemi
İslâm
dini ahlâka büyük bir önem vermiştir. Ahlâk iyi huyları benimsemek, kötü
huylardan arınmaktır. Huylar iyi de olur, kötü de olur…
Dolayısıyla
Ahlâk, güzel ve çirkin veya iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. İslâm dini
mü’minlere iyi huylara sahip olmalarını ve Kötü huylarından kaçınmalarını
emretmektedir Zaten İslâm dininin ihtiva ettiği hükümler dört kısma
ayrılmaktadır:
1- İtikada ait hükümler,
2- Helâl, haram, mubah ile mekruha ait hükümler,
3- İbâdetlere, muâmelâta ait hükümler,
4- Ahlâka ait hükümler.
Ahlâkın
önemini âyet ve hadisler ortaya koymaktadır. “Muhakkak ki Allah adâleti,
iyiliği ve (muhtaç olan) akrabaya yardım etmeyi emreder; haksızlıktan, fenalıktan,
zulüm ve azgınlıktan men eder; iyice anlayıp tutasınız diye size böylece öğüt
verir.” [18]
“Ve
Sen (Rasûlüm); büyük bir ahlâk üzerindesin” [19] diye övdüğü önderimiz Rasûlullah
(s.a.s.) Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor.
“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için
gönderildim.” [20]
Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:
İyilik ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın; günah işlemekle,
aşırı gitmekle yardımlaşmayın.” [21]
“İman
edip iyi işler yapanlar da halkın en hayırlısıdır.” [22]
“O nefsini günahlardan tertemiz yapan, muhakkak kurtulup
umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla)
örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.” [23]
“Kim iyi iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim de kötülük yaparsa
zararı yine kendisinedir. Sonra (ölünce) Rabbinize döndürüleceksiniz.” [24]
Abdullah b. Amr İbni’l As (r.a.)’den Rasûlullah (s.a.s.);
“Sizin hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” [25]
Ebu’d Derdâ (r.a.)’den Rasûlallah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde mü’minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir
şey bulunmaz ve herhangi bir durumda Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi
sevmez.” [26]
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
“İnsanların cennete girmelerine en çok sebep olan nedir ya Rasûlullah?”
dediler. “Allah’tan korkmak (emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmak)
ve güzel ahlâklı olmak” buyurdu. “İnsanların cehenneme girmelerine en çok
sebep olan nedir?” suâline karşı da; “İnsanın ağzı ve avret
yeridir” cevabını verdi.” [27]
Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu
rivâyet olundu.
“Allah güzel ahlâklı kulunu nâfile namaz kılan ve nâfile oruç
tutanın derecesine eriştirecektir.” [28]
“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en
güzel olanlarıdır.”
[29]
İbn Ömer (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Her kimi yaptığı iyilik sevindirir ve kötülük (günah) üzerse, o
kimse (olgun) mü’mindir.” [30]
Nevvas
b. Sem’an (r.a.) anlatıyor; Rasûlullah (s.a.s.)’e iyilik ve günahı sordum da
şöyle buyurdu:
“İyilik
ahlâk güzelliğidir, günah ise kalbinde rahatsızlık uyandıran ve başkalarının
öğrenmesinden hoşlanmadığın şeydir ” [31]
Şıhhir oğlu Alâ (r.a.)
anlatır: Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’ın karşısına gelerek:
“Ya
Rasûlullah! Hangi amel daha faziletlidir? ” dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
“Güzel ahlâktır” dedi. Bu soruyu dört sefer sordu, Rasûlullah (s.a.s.) ona
dönerek; “Sana ne oluyor, anlamıyor musun? Güzel ahlâktır” buyurdu. [32]
Usâme
b. Şerik (r.a.)’den, bir grup insan gelerek Rasûlullah (s.a.s.)’e “Allah’a,
kullarından en sevgili olan hangisidir?” dediler. Rasûlullah (s.a.s.)
de: “Ahlâkı en güzel olandır” buyurdu. [33]
Câbir
(r.a.), Rasûllah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
“Sizlerden
kıyamet gününde en çok sevdiğim ve bana en yakın olanınız, ahlâkî en güzel
olanınızdır.” [34]
Ebû
Zer (r.a.)’dan, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“İnsanlara,
güzel ahlâkla muâmele et.” [35]
İbn
Abbas, (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Su
buzu erittiği gibi; güzel ahlâk da günahları eritir (yok eder); Sirke balı
bozduğu gibi, kötü ahlâk da ameli bozar.” [36]
Ebu Hüreyre (r.a.)’den; Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurmuştur:
“Gerçekten
siz mallarınızla insanları memnun edemezsiniz. Onları ancak güler yüz ve güzel
ahlâkınız (huyunuz) memnun eder.” [37]
Katâde,
Zurâra’dan naklen rivâyet etti. Sa’d, mü’minlerin annesi Hz. Aişe (r.a.)’dan
sorar:
‘Ey
mü’minlerin annesi, bana Rasûlullah (s.a.s.)’in ahlâkını anlat.’ Hz. Âişe; “Sen
Kur’ân okuyorsun, değil mi?” dedi. Ben ‘evet okuyorum’ dedim. “İşte
Rasûlullah (s.a.s.)’in ahlâkı Kuran idi” dedi. [38]
Âyet
ve hadislerden de görüldüğü gibi, ahlâkın önemi ve fazileti anlaşılmaktadır.
Mü’min kişi iyi ahlâk sahibi olmaya gayret sarf etmeli, kötü huylardan,
alışkanlıklardan son derece sakınmalı, kötü ahlâklı değil; iyi ahlâklı
olmalıdır.
İnsanların
toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek
gayesiyle ortaya konulan hükümlere ahlâk denir.
İslâm
ahlâkının temelinde vahiy vardır. Kur’ân-ı Kerim’deki her emir ve nehiy bir
vazifeyi gündeme getirir. Dolayısıyla İslâmî ahlâkı bir “vazife ahlâkı” olarak
nitelemek mümkündür. Ahlâk ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da
“edeb”tir. Edeb; nezâket, incelik ve usluluktur. İnsanlara karşı sözü ve
hareketi ile yumuşak bir muâmele ve güzel bir tavır üzere olmaktır. Bütün
hatalı davranışlardan kendisiyle korunulan şeyleri bilmektir. Âriflerin deyimi
ile edeb, dinin tesbit ve tayin ettiği ahlâkî sınırları korumak ve saygı
gösterilmesi gereken yola girmektir. Bu ise insanın gönlünde yer etmiş olan
güzel ahlâktan ibarettir. [39]
a-Bedeni Vazifeler
1.
Temiz Olmak:
Öncelikle, mü’min kişinin temiz olması gerekir. Çünkü Rabbimiz Allah şöyle
buyurmaktadır: “Allah temiz olanları sever.” [40]
Rasûlullah (s.a.s.):
“Temizlik imanın yarısıdır” [41]
“Allah temizliği sever.” [42]
buyurmuştur. Dolayısıyla mü’min her türlü temizliğine dikkat etmelidir.
2.
Sağlığı Korumak: Peygamberimiz (s.a.s.) sağlığın korunması için bizleri uyarmaktadır.
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların kıymetini bilmiyorlar ve
aldanıyorlar. Bunlar sağlık ve boş zamandır.”
[43]
Sağlığın korunması için, dengeli beslenmeli ve temiz
ortamlarda bulunmalı, ayrıca sağlığımıza zarar veren alkollü içkiler,
uyuşturucular ve sigara gibi sağlığımıza zarar veren her türlü şeyden
sakınmalıyız. Hastalandığımızda da tedavi olmamız dinimizin emridir. [44]
b- Ruhî Vazifeler:
1. Doğru ve sağlam bir inanca
sahip olmak,
2. Ruhu ibâdetler ile
beslemek,
3. Güzel ahlâk sahibi olmak,
4. Kötü huylardan arınmak,
5. Doğru ve sağlam bilgiler
edinmek,
6. Bâtıl inançlardan uzak
durmak,
7. İrâdeyi güçlendirmek. [45]
Anne
ve babanın çocuk üzerinde hakları vardır. Çünkü onun dünyaya gelmesine vesile
olmaları ve büyümesi için zorluklara katlanmaları, kendilerine saygıyı gerekli
kılar. Allah (c.c.) anne babaya karşılı saygılı olunmasını, onlara of dahi
denilmemesi gerektiğini emretmektedir. [46]
Mes’ud
oğlu Abdullah (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.s.)’e;
“Hangi
iş, davranış Allah’a daha sevimlidir?” diye sordum. O da:
“Vaktinde
kılınan namazdır” dedi. ‘Sonra
hangisi?’ “Anaya babaya iyilik etmek” ‘Sonra hangisi?’“Allah yolunda
cihad etmektir” buyurdu. [47]
Caime
oğlu Muaviye anlattı: Babam Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek:
“Ya
Rasûlullah savaşa gitmek istiyorum, size danışmaya geldim”dedi. Hz. Peygamber
(s.a.s.) de:
“Anan
hayatta mı?” diye sordu. Cesime:
“Evet”
dedi.
“Ondan
ayrılma, çünkü cennet annelerin ayağının altındadır. (Ona hizmet edip onun
gönlünü almak seni cennete götürür)” buyurdu.
[48]
1. Muhtaç oldukları vakit
onlara bakmak, her ihtiyaçlarını karşılamak,
2. Her ne zaman çağırırlarsa
hemen koşup gitmek,
3. Emirlerine her zaman itaat
etmek (günah olmadıkça),
4. Yanında gâyet yumuşak
konuşmak, kırıcı olmamak,
5. Kendi için istediği ve râzı
olduğu şeyleri onlar için de istemek; istemediği ve hoşnut olmadığı şeyleri
onlar için de istememek,
6. Onlara çok duâda bulunmak.
1. Onların mağfireti için duâ
etmek,
2. Akrabaların ve sevdiği
dostlarının ziyaretine gidilmesi [49]
Bir kişi:
‘Ya Rasûlallah! Ana ve babamın vefatından sonra
onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
“Evet, onlara hayır duâda bulunur, onlar için
istiğfar eder (Allah’tan bağışlanmalarını ister), vasiyetlerini (isteklerini)
yerine getirir, yakınlarıyla ilgisini kesmez ve dostlarına ikramda bulunursan” dedi. [50]
Onların ruhları için hayır yapmak gerekir.
Anne ve babanın memnun olacağı, hoşuna giden şeyleri gerek sağlığında, gerekse
ölümünden sonra yapmalıdır. Onları memnun etmek evlâtlık görevidir. Anne babaya
iyi davranmak gerekir. Onlara karşı gelmek büyük günahlardandır. [51]
Aile
yuvasının süsü ve mutluluk kaynağı olan çocuk, anne ve babaya Allah’ın bir
emanetidir. Çocuklarının terbiyesinden sorumludur.
Çocuklarına karşı başlıca vazifeleri şunlardır:
1. Çocuklarını sağlıklı olarak besleyip büyütmek,
çocuklarının beden ve ruh sağlığını korumak,
2. Çocuklarına haram lokma yedirmemek, Peygamber
Efendimiz: “Allah yolunda harcanan paraların sevabı en çok olanı, aile
fertlerine harcanan paradır” [52] diye buyurmuş; başka bir hadisinde de; “İnsanın aile
bireylerini sefil bırakması kendisine
günah olarak yeter” [53]
buyurmaktadır.
3. Çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okumak [54] ve
güzel bir isim koymak, [55] ayrıca Allah Teâlâ’ya şükür için kurban
(akika) kesilir. Hz. Âişe (r.a.)’den şöyle rivayet edilmektedir: Rasûlullah
(s.a.s.) bize “erkek çocukları için iki, kız çocukları için bir koyun
‘akika’ olarak kurban etmemizi emretti.” [56]
4. Çocuğu iyi terbiye etmek, ona ahlâk yönünden güzel örnek olmak.
Peygamberimiz: “Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir
bağışta bulunmamıştır” [57] buyurarak
çocuk terbiyesinin önemini belirtmiştir.
5. Çocuğuna namaz kılmayı, diğer dinî ve ahlâkî görevleri öğretmek, [58]
6. Çocuğunu okutmak, geçimini sağlayıcı bir meslek sahibi yapmak,
7. Çocukları sevmek, onlarla ilgilenmek. Çünkü çocukların yemek içmek
kadar sevgiye de ihtiyaçları vardır.
8. çocuklara sevgi gösterirken, hediye verirken ayrım yapmamak, eşit ve
adâletli davranmak, “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti
gözetin.” [59]
9. Evlenme çağına geldikleri zaman çocukları evlendirmek. [60]
Ebu
Hüreyre (r.a.)’den (bir gün) Rasûlulah (s.a.s.) Hz. Ali (r.a.)’nin oğlu Hz.
Hasan (r.a.)’ı öptü, Akra b. Habis de Peygamberimizin yanında bulunuyordu.
Akra:
“Benim
on tane çocuğum olduğu halde, hiç birini öpmedim” dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.s.) ona hayretle bakıp: “Merhamet etmeyene, merhamet
olunmaz” buyurdu. [61] Çocuklara merhamet etmeli, sevmeli, Allah’ın
bizlere bir emaneti olduğunu unutmamalı, onların ahlâklı, faziletli yetişmesi
için gayret etmeli, onlar için çok duâ da etmelidir. Rabbimiz Allah şöyle
buyuruyor:
“Ey
insanlar kendinizi ve ailenizi (çoluk çocuğunuzu) ateşten koruyun. Onun yakıtı
insanlar ve taşlardır.” [62]
Kendimizi
ve ailemizi cehennem ateşinden korumamız için Allah Teâlâ bizleri uyarıyor.
Haksızlık, ahlâksızlık, zulüm, her türlü şirk, isyan, küfür ve günahlardan
sakınmak suretiyle ve ibâdetlerimizi, kulluk görevlerimizi en iyi şekilde
yaparak kendimizi ve ailemizi cehennemden korumaya çalışmalıyız. Dinimizin emri
budur. Kendimizi ve ailemizi seviyorsak ve düşünüyorsak bu böyledir. [63]
Eşlerin
birbirleri üzerinde hakları vardır. Önderimiz Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bize
bildirmektedir:
“Dikkat
ediniz, kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, kadınların da sizin
üzerinizde hakları vardır.” [64]
1. Önce eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı
olmalı,
2. Erkek ailesinin beslenme,
yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını da helâl yönden temin etmelidir.
3. Erkek, ailesinin İslâmî
vazifelerini en iyi şekilde yapmasına yardımcı olmalı ve gerekeni yapmalı,
4. Erkek hanımına karşı sert
olmamalı, yumuşak, nâzik davranmalı. Çünkü dinimizin emri de budur.
Allah Teâlâ Şöyle buyurur:
“Kadınlarla iyi geçinin.” [65]
“Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle
bildirmektedir:
“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı,
ahlâken en iyi olanıdır ve sizin en hayırlınız da kadınlara karşı en iyi
davrananızdır.” [66]
“Bir kimse, karısına kin beslemesin (ona sert
davranmasın). Onun bir huyunu
beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” [67]
“Kadınlarını dövenleriniz, sizin hayırlınız
değildir.” [68] buyrulmaktadır.
5. Kadın evine bağlı olmalı, kendi
hakkında kötü söz söylenmesine sebep olacak davranışlardan kaçınmalı,
dedikodulara sebep olmamalıdır.
6. Kadın çocuklarına en iyi
şekilde bakmalı ve evinde yapması gereken şeyleri yapmalı.
7. Çocuklarının terbiyesinde de anne-baba birlikte
gerekeni yapmalıdır.
Abdurrahman
b. Avf (r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:
“Kadın
beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına
itaat ederse, kendisine: ‘Hangi kapısından istersen cennete gir!’ denir. [69]
“Herhangi
bir kadın, kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse cennete girer” [70]
buyrulmuştur.
Rasûlullah
(s.a.s.) bir sahabeye hitaben:
“Hanımının
senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır.
Misafirlerin de senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” [71]
“Erkeklerin
kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları
vardır. Yalnız erkeklerinki kadınlara göre (aile reisliği bakımından) bir
derece daha fazladır.” [72] Bu
üstünlük, erkeğin aile başkanı olmasıdır. “Erkekler kadınlar üzerinde
yöneticidirler” [73] Tabiî ki,
ailenin başkanı olmak; gurur kibir ve sert davranmaya sebep değildir.
Sorumluluğun erkekte olduğunu göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle
beyan ediyor:
“Hepiniz
çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan (elinizin altındakinden) sorumlusunuz.” [74]
Dolayısıyla aile reisi olarak erkek, gereken sorumluluğu yerine getirmelidir.
Ailesini huzur ve mutluluk içerisinde idare etmeyi bilmeli ve onlara çok iyi
davranmalı ve buna çok dikkat etmelidir. Kadın da, evin huzur ve mutluluğu için gerekeni
yapmalıdır.
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Bir
kimse karısını yatağına davet edip de (mazereti olmadığı halde) gelmez ve
kocası da ona dargın olarak gecelerse, sabah oluncaya kadar melekler o kadına
lânet ederler.” [75]
Görüldüğü
gibi erkek, cinsel ihtiyacını gidermek için hanımını yanına çağırdığında
gelmesi gerekmektedir. Hiçbir mâzereti yokken kadının kocasından uzak durmaya
çalışması câiz değildir.
Zinâ
haram olduğu için mü’min erkek cinsel ihtiyacını zinâ yaparak gideremeyeceğine
göre, kadın kocasının ihtiyaç hissettiğini anladığı zaman birtakım gereksiz
bahaneler göstererek kocasını mahrum etmesi asla doğru değildir. Aynı şekilde
kadın da cinsel ihtiyacını gidermek için kocasını çağırdığında onun da reddetmesi doğru değildir.
Haramların, günahların yaygın olduğu bir toplumda ve teknolojik imkânlar
sayesinde ahlâksızlığın arttığı bir ortamda günahlardan korunmak için karı-koca
birbirlerine yardımcı olmalıdır.
Kadın
kocasına güzel görünmek için süslenmeli, câzip olmaya çalışmalıdır Çünkü gerek
tv.de gerekse sokaklarda, caddelerde kadınların süslü püslü, açık saçık
gezmeleri, câzibeli, tahrik edici
olmaları sebebiyle onlardan etkilenmek söz konusudur. Ancak hanımların evde
kocalarına câzibeli görünmeye çalışmasıyla erkeklerin dışarıdaki câzibelerden
korunmaya sebep olur. Bu gerçekleri hanımlar iyi düşünmelidir. Rasûlullah (s.a.s.):
“Sizden
tahrik eden bir kadın gören olduğu vakit
hemen karısının yanına gelerek cinsel ilişkide bulunsun, çünkü böyle hareket
etmesi gönlündekini (fitneyi) def eder” buyurmuştur.
[76] Gaye
Allah’a kul olmaktır. Allah’a iyi kul olmada karı-koca birbirlerine yardımcı olmalıdır.
Hanımların,
kocalarına karşı süslenmeleri, onlara câzibeli görünmek için gayret etmeleri
gerekir. Çağırdığı zaman kocasının yanına gelmemesi ve cinsel ihtiyacını gidermede zorluk
çıkarması sebebi ile kocalarına zulüm etmiş olurlar. “Allah, zulüm edeni
sevmez.” [77] Hanımların bu
şekilde davranmaları mü’min bir hanımın davranış biçimi değildir.
Karı-koca
birbirlerinin her türlü ihtiyaçlarını gidermede gevşek davranması yanlıştır. Bu
ise ailenin huzur ve mutluluğuna engeldir. Ailenin mutluluğu için karı-koca
birbirlerinin haklarına riâyet etmeli ve Allah’a iyi kul olmaya
çalışmalıdırlar. [78]
Akraba
Arapça’da “yakın” mânâsına gelen “karib” kelimesinin çoğuludur. “Yakınlar”
mânâsına gelir. Akraba iki şekildir:
1. Nesep yönünden: Amca, dayı, teyze, hala, yeğenler gibi akraba olanlar,
2. Evlilik yönünden: Eşinin babası, annesi, kardeşleri gibi akraba
olanlar.
Akrabaya
önem vermek, onlarla alâkayı kesmemek ve zaman zaman ziyaretlerde bulunmak
dinimizin emridir. [79]
Enes
b. Mâlik (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kim
rızkının bol ve ömrünün uzun olması kendini sevindirirse, o kimse yakınlarıyla
ilgilensin”
Tirmizî’nin
rivâyeti şöyledir:
“Akraba
ve yakınlarınızı tanıyın (onlarla alâkayı devam ettirin). Çünkü sıla-i rahim
(yakınlarla alâkayı sürdürmek), yakınlar arasında sevgi meydana getirir, malı
çoğaltır ve ömrün uzamasına sebep olur.” [80]
İbni’l-Haris
sordu:
“Ya
Rasûlullah, (önce) kime iyilik edeyim?” Rasûlullah (s.a.s.):
“Annene,
sonra babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve bir de bunları takip eden
akrabana (iyilik etmen ve onlarla alâkayı sürdürmen) vâcip bir haktır.
Yakınlarına da!” [81] buyurdu
Ayrıca
Rasûlullah (s.a.s.) akraba ile ilgilenmeyen ve alâkayı kesenlerin cennete
giremeyeceğini bildirmektedir: “Akraba ile alâkayı kesenler cennete
giremez.” [82]
Âyet
ve hadisler; akrabaya karşı çok iyi muâmele edilmesini, onlarla dostluğun
kesilmemesini onlara karşı görevlerimizi yapmamızı emretmektedir. İhtiyaçları
olduğu zaman gidermeye çalışmalı, sevinç ve üzüntülerini paylaşmalı, onlara iyi
davranmalı, sık sık ziyaretlerine gitmeli ve bu şekilde akrabalık görevini
yerine getirmeye çalışmalıyız. [83]
Bize,
aile ve akrabalarımızdan sonra en yakın insanlar komşularımızdır. Aynı sokakta
veya aynı binada olmamız hasebiyle onlarla sık sık görüşmek söz konusu
olmaktadır. Onun için komşularımızla çok iyi geçinmek İslâm’ın emridir. Allahu
Teâlâ komşularımıza iyi davranmamızı emretmektedir:
“Allah’a
ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana ve babaya, akrabaya,
yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya (eş, dost ve arkadaşa),
yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, hizmetçi ve işçiye) iyi
davranın; Allah kendini beğenen ve gururlanan kimseyi sevmez.” [84]
Ebû Hureyre (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyuruyor:
“Allah’a ve Âhiret gününe inanan, komşusuna iyi davransın.” [85]
Komşularımıza karşı vazifeleriniz, şu şekilde
sıralanabilir:
1. Komşularımızla iyi
geçinmek, onlara karşı güler yüzlü olmak,
2. Onların hakkına saygılı
olmak, söz ve davranışlarımızla onları kırmamak ve rahatsız etmemek,
3. Herhangi bir sıkıntısı
varsa onun giderilmesine çalışmak,
4. Hastalandıklarında
ziyaretlerine gitmek, “herhangi bir ihtiyacın var mı?” diye sormak, varsa
yardımcı olmak,
5. Üzüntü ve sevincini
paylaşmak ve ikramda bulunmak,
6. Vefat ettiğinde cenazesine
katılmak. Bu hususlara dikkat etmeli, komşuluk görevimizi en iyi şekilde yerine
getirmeliyiz. İyi işlerde yardımcı olmalı, kötü işlerde ise asla yardımcı
olmamalı, hatta uyarmalı, o yanlış ve kötü işten vazgeçirmeye gayret etmeliyiz.
Komşuyu rahatsız etmemeye çalışmalı, elinde olmayan
ses ve gürültüden dolayı komşuyu azarlamamalı, sabretmeli, anlayışlı olmalı,
komşunun misafiri gelmiştir, çocuklar oynarken ses, gürültü gelebilir. Çok
rahatsız edilme durumu varsa, güzel sözle uyarmak gerekir. Marifet, insanlara
kaba, kırıcı, sert davranmak değildir. Marifet insanlara iyi davranmak, onlarla
iyi geçinmek ve iyi bir örnek olmaktır.
Komşularımız İslâmî yaşamdan uzaksa, İslâmî bir
hayat biçimine kavuşması için onlara
yardımcı olmalı, gereken izahlar yapılmalı ve çok duâ etmelidir. Yani komşulara
da maddî ve mânevî yardım yapılmalıdır.
Peygamberimiz şöyle buyuruyor.
“Komşusu aç iken bunu bildiği halde tok
olarak yatan bana (tam) inanmış değildir.” [86]
Bir şeyi saf, temiz ve arıtılmış hale getirmek,
gösterişi bırakmak ve samimiyet göstermek demektir. Kalbin, kötü hislerden
temizlenmesi ve sadece Allah rızâsının düşünülmesidir.
Yapılan işlerde, ibâdette, insanların övmesi, takdir
etmesi beklenmez, şöhret ve herhangi maddî beklenti güdülmez ve gösterişe yer
verilmez.
Yani, ihlâs her işte temel öğedir. İhlâssız yapılan işlerin Allah katında hiçbir
değeri, önemi yoktur. [87] Allah indinde önemi ve sevabı olan ameller Allah
rızâsı için yapılan amellerdir.
“O halde
Allah’a, O’nun dinine ihlâslı (gönülden bağlı) olarak kulluk et. İyi bilin ki
hâlis din, yalnız Allah’ındır.” [88] Yapılan işlerin Allah rızâsına dayanması gerektiği âyet ve
hadislerden açıkça görülmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) “Ameller ancak
niyetlere göre karşılık bulur” [89]
buyurarak yapılan işte niyetin ne kadar önem arz ettiğini açıklıyor.
Dolayısıyla kabul olan ameller, Allah rızâsı için (ihlâslı) yapılan amellerdir.
Rasûlullah (s.a.s.) bunu bildirmektedir:
“Allah ancak kendi rızâsı gözetilerek, (ihlâs ile) hâlis bir niyetle yapılan ameli kabul
eder!” [90]
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Haberiniz olsun
ki; bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki; iyi olursa, bütün
beden iyi olur (doğru şeyler yapar). Bozuk olursa, bütün beden bozuk olur (kötü
şeyler yapar). İşte o (et parçası) kalptir.” [91] “Şüphesiz ki Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza
(elinizdeki maddî imkânlara) bakmaz; lâkin kalplerinize ve amellerinize bakar.” [92]
Doğruluk; lugatta, “doğru olma hali, dürüstlük,
sadâkat, hak, hidâyet, istikamet” anlamına gelir. Terim olarak ise, “Allah’ın
emrine ve kanunlarına uygun bir yol takip etmek ve insanların haklarına riâyet
etmek” demektir.
Rabbimiz
Allah şöyle buyuruyor:
“(O
öyle yüce Allah ki) Hanginizin daha güzel (doğru) davranacağını imtihan etmek
için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” [93]
Yaratılışımızın
gayesi, kimin daha doğru, iyi, güzel bir şekilde davranacağının tespit edilmesi
için, imtihan içindir. Rabbimiz Allah:
Emr
olunduğun gibi doğru ol” [94] buyurarak ne ile emr olunmuşsak o şekilde
hareket etmemizi, ona uygun davranmamızı istemektedir. İslâmî olan, câiz olan
şeyleri yapmalı; İslâmî olmayan, câiz olmayan şeyleri, yani haramları,
günahları işlememeli.
Doğruluk
düşüncede, davranışta, her şeyde olmalıdır. Kendisinden öğüt isteyen birine
Peygamberimiz (s.a.s.): “Allah’a inandım de sonra dosdoğru ol” [95] buyurmuştur.
Doğru
olmanın önemini Rabbimiz şöyle belirtiyor:
“Allah
şöyle buyuracaktır; Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür.
Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır.
Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” [96]
Doğruluğun,
dürüstlüğün mükâfatı cennettir; bu şekilde doğru olmanın önemi anlaşılmaktadır.
Günümüzde bazı insanlara doğruluk tavsiye
edildiğinde şöyle söylüyorlar. “Doğru olmak fayda vermiyor, insanlara iyilik
yapmayacaksın; kime iyilik yaparsan ondan kötülük görürsün” gibi çok yanlış
sözlere şâhit oluyoruz.
Doğruluk teşvik edileceğine ona mâni olmaya
çalışmaktalar. Ne imiş, “ben doğru davransam ne faydası var? Karşımdaki bana
doğru davranmayabilir.” Bu, doğru davranmaya engel ve mâzeret değildir.
Doğruluk İslâm’ın emri, müslümanın şiarıdır. Müslümanın görevlerinin başında
doğru olmak, doğru davranmak gelir. İnancında, ibâdetinde her türlü işinde
doğru olmak şarttır. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün
iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete götürür.” [97] İnsanlar arasında güven,
sevgi ve saygının artması doğrulukla, iyilikle mümkündür. İyilikler de kişiyi
cennete götürmektedir. Dolayısıyla hem doğru olmak, hem de doğrularla beraber
olmak gerekmektedir:
“Ey iman edenler, Allah’ın emrine uygun yaşayın.
Aykırı davranmaktan sakının ve doğru olanlarla beraber olun.” [98]
buyrulmaktadır. Doğruluğu benimseyen, savunan kişilerle beraber olmak ve
onlardan yana olmak gerekir.
Allah Teâlâ, Fâtiha sûresinde bizlere şu şekilde
davranmamızı, duâ etmemizi buyuruyor:
“Bizi doğru yola ilet kendilerine (lütfundan ) nimet verdiğin (iyi) kimselerin
yoluna (ilet), gazaba uğramışların ve sapıtanların değil (yâ Rab).” [99]
Doğruluktan ayrılmamamız, doğru yolda olmamız ve
doğruların yolunda olmamız için çok duâ etmek ve gereği ne ise yapmak
durumundayız. Çünkü Allah (c.c) şöyle
buyuruyor:
“Allah’ın
gösterdiği doğru yolu bırakıp
kendi arzusuna (yanlış yola) uyan
kimselerden daha sapık kim vardır?” [100]
“Bu Kuran, insanlara en doğru yolu gösterir.” [101]
Kur’an’ın, İslâm’ın dışındaki yollar, gayr-i İslâmî
düşünceler, yaşayışlar insanları doğru yoldan uzaklaştırır. İslâm’a aykırı
uygulamalar, yollar asla doğru değildir. Doğru yol bellidir; İslâm’ın yoludur.
Bunun dışındaki yollar bâtıldır ve insanları dünya
ve âhirette hüsrana götürür. [102]
Şükür; Nimet ve iyiliğin sahibini tanımak ve ona
karşı minnet duymak demektir. Şükrün önemi hakkında Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“Siz Beni anın, Ben de sizi anayım. Bir de Bana
şükredin, nankörlük etmeyin.” [103]
“Eğer şükreder, iman ederseniz Allah size niye azap
etsin?” [104]
“Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” [105]
Şükrederseniz
nimetimi arttırırım” [106]
buyuruluyor ve böylece şükrün önemi ve fazileti bildiriliyor.
“Sana gelen iyilikler, nimetler Allah’tandır.” [107]
Bütün nimetler Allah’tan olduğuna göre, O’na çok
şükür etmek zorundayız.
Günlük yaşamımızda birisi ufak bir iyilikte bulunsa,
hemen teşekkür etme ihtiyacı duyulur ve teşekkür edilir.
Tabiî ki, bu kadar çok nimet ihsân eden Allah
(c.c.)’a ne kadar çok şükür etsek, yine
de çok azdır.
Şeyh Sadi der ki:
İnsanın bir nefesinde iki şükür vardır. Biri yaşamak
için temiz havayı alırken yapılması gereken şükür; diğeri içimizde kirlenen
havayı dışarı verirken lâzım gelen şükürdür. O halde, her an Allah’ın bin bir
nimetini düşünerek kalbimizden şükür mefhumunu çıkarmamak lâzımdır. [108]
Rasûlullah (s.a.s.):
“İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah’a da şükür
etmez.” [109]
buyurmuştur. Allah’ın verdiği nimetlerden dolayı “Allah’ım sana şükürler olsun”
demek yeterli değildir. Ancak, bu söz, şükrün birçok ifade şekillerinden
biridir.
Her nimetin
şükrü, gerektirdiği hususları yerine getirmekle olur. Bu da kalp dil ve davranışla mümkündür.
Kalbin şükrü, verilen nimetlerin sadece Allah
Teâlâ’dan geldiğini anlamaktır.
Dilin şükrü, Allah’ın verdiği nimetlere hamd ederek O’nu zikretmektir.
Davranışların şükrü; Allah’ın emrettiklerini yapmak yasak ettiklerinden de sakınmaktır.
Yani, Allah’a karşı kulluk görevlerini en iyi bir şekilde yerine
getirmektir.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Eğer Allah’ın
nimetlerini sayacak olursanız
bitiremezsiniz.” [110]
Çünkü Allah Teâlâ’nın insanlara verdiği
nimetler sayılamayacak kadar çoktur.
Dolayısıyla Allah’a gereği gibi
şükretmeliyiz. [111]
Kur’an âyetlerinde çokça emrolunan ve
Peygamberimizin hadislerinde pek çok öğütlenen bir İslâmî görevimiz de
sabırdır. Sabır; aklın ve İslâm dininin gerektirdikleri üzerinde nefsi durdurmak,
aklın ve İslâm’ın men ettiği işlerde nefsi (dizginlemek) kontrol altında
tutmaktır. Sabır gerçekten ferdî gelişmenin, ailevî mutluluğun ve sosyal
refahın kaynağıdır.
Âhiret
saâdetinin de bir vesilesidir.
Hz. Ali (r.a.) sabrı şu şekilde belirtmektedir:
“Sabır üçtür: Allah’a itaatte sabır, haramlardan kaçınmada sabır,
başa gelen musibetlere sabır.” [112]
1. Allah’a İtaatte Sabır
Mü’min İslâm’a inanan ve ona tâbi olan ve teslim
olan kişidir. İslâm’ın emir ve yasaklarına dikkat etmede sabrın büyük bir önemi
vardır. İbâdetlerin zamanında ve iyi bir şekilde olması ve iyi, doğru, faydalı
şeyleri yapmada olduğu gibi; kötü, yanlış, şeylerden sakınmada da, sabra
ihtiyaç vardır.
“Allah,
göklerin ve yerin ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O halde sen O’na
kulluk yap ve kulluğunda sabret.”[113]
Sabır göstermeden Allah’a iyi kulluk olmaz. [114]
2. Haramlardan Sakınmada Sabır
Allah Teâlâ
Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
“Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkup emirlerine
uygun yaşayın (karşı gelmekten sakının, emir ve yasaklarını) dinleyin, itaat
edin.” [115]
Yasak olan içki, kumar, zinâ, haksızlık,
ahlâksızlık, hırsızlık, zulüm, rüşvet ve fâiz gibi haramlardan ve günahlardan
sakınmak, uzak durmak onlardan yararlanmamaya çalışmak sabırla olur. “Rabbinizden
sabırla yardım isteyiniz.” [116]
buyrulmakta ve şu duâ örneği sunulmaktadır.
“Ey Rabbimiz üzerimize yağmur gibi sabır yağdır.” [117]
Sabırlı
olabilmek için de Allah’tan yardım istemeliyiz. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle
buyuruyor:
“Cennet nefse hoş gelmeyen şeylerle ihâtâ edilip kuşatılmıştır. Cehennem de nefsin
şehvetleriyle (hoşuna giden haramlarla, günahlarla) kuşatılmıştır.” [118]
Cennete nefsin hoşlanmadığı, istemediği şeyleri
yapmak suretiyle ulaşılır. Cehenneme de nefsin hoşuna giden, İslâm’a aykırı olan işleri yapmak suretiyle ulaşılır, gidilir.
Nefsin hoşuna giden günahlardan korunmak için
kendimizi sabırla durdurabiliriz.
Peygamberimiz (s.a.s.)
“Kim sabır etmek isterse, Allah ona sabır verir” [119]
buyurmaktadır.
Günah işlememek için gayret edene, duâ edene Allah
sabır verir, o haramdan, o günahtan korunmak, kendini frenlemek, durdurmak
kolay olur. Yeter ki, kişi günahlardan korunmak istesin.
“Allah bir kulu sevdi mi, onu dünyadan (günahlardan)
korur. Tıpkı sizden birinizin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasını sudan (her hangi bir yiyecekten)
koruması gibi.” [120] Sabır, günahlardan
korunmada, İslâm’ın gereklerini yerine getirmede en önemli etkendir. [121]
3- Başa Gelen Musibetlere Sabır
İlâhî
hikmet gereği imtihan
dünyasında yaşamaktayız.
Rabbimizin
beyanıyla:
“İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece iman ettik
demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” [122]
“And olsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan,
canlardan eksiltmekle (fakirlikle) imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele”
[123] buyuruyor.
Görülüyor ki biraz korku, açlık, mallardan canlardan
eksilme gibi hususlarla imtihanla karşı karşıyayız.. Bundan dolayı mü’minler
âyet-i kerimede öğretilen şu duâyı yapmalı:
“Ya Rabbi, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem
azâbından koru.” [124]
Allah’tan iyi şeyler istemeli, her türlü hastalık,
keder, üzüntü ve sıkıntıdan bizleri koruması için duâ etmeliyiz. Başımıza gelen
herhangi bir üzücü olayın imtihan gereği olduğunu hatırlayıp sabretmeli ve
sabır için Allah’tan yardım istemeli. Ayrıca, üzücü olaylardan da kendimize
çeki düzen verme açısından ibret almalıyız. Daha büyük bir üzücü olay
olmadığından dolayı da yine Allah’a şükretmeliyiz.
Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir hadisinde şöyle
buyurduğu naklediliyor:
“Mü’minin durumuna hayret doğrusu; Çünkü onun durumu
kendisine yarar sağlar. Bu hal, yalnız mü’min için böyledir. Eğer sevindirici
bir durumla karşılaşırsa şükreder, bu onun hayrınadır (sevap yazılır). Eğer
üzücü bir durumla karşılaşırsa sabreder, bu da onun için hayırlıdır (sevap
yazılır).” [125]
Peygamberimiz (s.a.s.):
Asıl sabır musibetin (üzücü olayın) ilk anında
olanıdır” [126] buyurdu.
Üzücü olay karşısında hemen sabırlı olmak, orada
nasıl iyi bir şekilde davranmak gerekiyorsa öyle davranmak gerekir. O an sabretmeyip
bağırıp çağırdığı halde, aradan zaman geçtikten sonra “ben sabrediyorum” demek,
gerçek sabır değildir.
“Ey iman edenler! Sabırla ve namazla Allah’tan
yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” [127]
“De ki; Bize ancak
Allah’ın takdir ettiğinden
başkası asla isâbet etmez.” [128]
Başımıza gelenler Allah’ın takdiridir, imtihan
gereğidir diyerek sabretmeliyiz.
“Ancak sabredenlere, mükâfatları hesapsız (çok)
verilecektir.” [129] buyrularak sabrın önemi
açıkça belirtiliyor.
Mü’minlere düşen görev; gerektiği zaman, gereği gibi
sabretmektir. [130]
Tevbe, sözlükte “dönüş” mânâsına gelmektedir. İslâmî
terim olarak da, müslüman kişinin işlediği bir günahtan pişmanlık duyarak
vazgeçmesi, Allah’tan bağışlanmayı dilemesi ve bir daha o günahı işlememeye söz
vermesidir.
Allah Teâlâ tevbe etmenin önemini beyan ediyor:
“Ey mü’minler, hepiniz Allah’a tevbe edin (ve
emirlerini yerine getirin) ki kurtuluşa eresiniz.” [131]
“Ey insanlar Allah’a yürekten (samimi) tevbe edin,
umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter; Allah’ın Peygamberi ve onunla
beraber inanmış olanları utandırmayacağı günde sizi altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokar.” [132]
“Tevbe” günahı terk
etmek, “istiğfar” ise Allah’tan af dilemektir. “Rabbinizden af
dileyiniz, sonra ona tevbe ediniz” [133]
buyruluyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) “Ey insanlar! Allah’a
tevbe ve (istiğfar) ediniz, ben günde yüz defa tevbe (istiğfar) ediyorum” [134]
buyurmuştur. Allah ve Rasûlü tevbe ve istiğfarın önemini ortaya
koymaktadır.
Ebu Hureyre (r.a.)’den rivâyet edilen hadiste
Rasûlulah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Mü’min bir günah işleyince kalbinde bir siyah nokta
oluşur. Eğer tevbe eder, hatalardan döner, Allah’tan günahlarının affını
dilerse, kalbi siyah noktadan temizlenir. Günah işlemekte devam ederse, siyah
noktalar çoğalır. Kalbi tamamen kararır. İşte Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın:
“Hayır, öyle değil. Tam tersine, işledikleri hatalar (günahlar) kalplerini
tamamen karartmıştır” [135] buyurması buna işarettir.” [136]
Mü’minler olarak günah işlememeye çok gayret göstermeliyiz.
Günah işlendiğinde ise hemen, geciktirmeden
tevbe etmelidir.
Tabiî ki, hangi günahtan, pişmanlıktan dolayı tevbe
ettiysek, bir daha o günahı işlememek için çok dikkat etmeliyiz. [137]
1. Kul ile Allah arasında
olan,
2. Kul ile kul arasında olan.
Kul ile Allah arasında olan günahlara tevbe etmenin
üç şartı vardır:
1. Tevbe edeceği günahı
kesinlikle terk etmek,
2. O günahı işlediğine
pişmanlık duymak,
3. Bir daha o günahı
işlememeye azmetmek, kesin karar vermektir.
Kul ile kul arasındaki günahların tevbesine gelince:
Bu üç şartla birlikte hak sahibinden helâllik dilemek veya hakkını ödemek
mecburiyeti vardır. İşte bu surette bütün günahlardan tevbe etmek gerekir. Eğer
yukarıdaki şartlar yerine getirilmezse yapılan tevbe, şekilden ibaret olur. [138]
Tevbe etmenin belli bir zamanı yoktur. Her zaman
tevbe yapılır. Tabiî ki, tevbeyi
geciktirmek doğru değildir. Çünkü ne zaman, nerede öleceğimiz belli olmadığına
göre, bir an önce günahlara tevbe edip bir daha günah işlememeye gayret
etmeliyiz.
Abdullah b. Mesud (r.a.)’den rivâyet olunan hadiste
Rasûlullah (s.a.s.):
“Günahlardan tevbe eden hiç günah işlememiş gibi
olur” [139]
buyurmuştur.
Ebu Hureyre (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Büyük günahlardan kaçındığı takdirde beş vakit
namaz, iki cuma ve iki ramazan arasındaki günahlara keffârettirler.” [140]
Tevbe etmek bu kadar önemli olduğu halde, bazıları
yanlış bir düşünceye kapılarak tevbe etmeyi terk ediyorlar. Şöyle diyerek:
“Nasıl olsa yine günah işleriz. Tevbe ettik mi bir
daha günah işlememeliyiz. Bu da mümkün olmadığına göre, tevbe etmeye gerek
yok.” Bu düşünce çok yanlış, şeytanî bir düşüncedir.
Tabiî ki,
tevbe edilince bir daha günah işlememeye çalışmak esastır. Fakat yine günah
işlenir diyerek tevbeyi terk etmek asla doğru değildir. Tevbe ede ede kalp
kararması giderilir. Bu da, gittikçe günahlardan vazgeçmeye sebep olur.
Ancak, tevbe edilmezse, yapılan günahlardan rahatsız
olunmazsa o zaman gittikçe kalp kararır. Yapılan günahlar normal gibi gelir, bu
şekilde günahlar kişiyi başka günahlara götürür. Günahlardan dönmek için tevbe
edilirse günahlardan korunmak kolay olur. Dolayısıyla tevbe etmeyi asla terk
etmemeli. Tevbe ederek Allah’ın günahları af edeceğini unutmamalı. Ancak şu
hususa dikkat etmeli, Allah (c.c.) günahları af ediyor diye günah işlememeli.
Rabbimiz bizleri apaçık bir şekilde uyarıyor:
“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan
Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” [141]
Şeytanın vesvesesine kanarak, aldanarak Allah
affeder düşüncesiyle günahlar işlemek, şeytana aldanmaktan başka bir şey
değildir.
Mü’min, uyanık olmalı, şeytanın oyununa gelmemeli,
çünkü Rabbimiz açıkça uyarıyor: “Allah’ın affına güvenip de şeytan sizi
kandırmasın” buyuruyor. Dikkat etmeli, Allah’ın emirlerini yerine getirip
yasaklarından kaçınmalı.
“Kim kendini hevâ ve hevesten (İslâm’a aykırı haram
ve günahlardan) korursa varacağı yer cennettir” [142]
buyrulmaktadır. [143]
Takvâ: ‘veka’ fiilinden gelir; ‘veka’ ‘korundu,
kendini zararlı ve eziyet veren şeylerden sakındı’ demektir. Takvâ, nefsi
korktuğu şeyden korumaktır.
Kavram olarak, nefsi günahlardan korumak demektir.
Bu ise haramı terkle olur. [144] Haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla
tam gerçekleşebilir.
Takvâ kelimesinin anlamında korku, korkmak unsuru da
vardır. Ancak bunu yalnızca korku veya korkmak diye anlamak, başka bir dile
yalnızca korku diye çevirmek çok yetersiz kalmaktadır. Takvâ tek başına bir
korku olayı olmadığı gibi, korku unsurundan da tamamen uzak değildir. Bu bakımdan takvâ kelimesi bazen,
korku ve ürperti anlamında ‘havf ve haşyet’ duymak (korkmak) demektir.
“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’tan
korkarsa (haşyet duyarsa) ve O’ndan ittika ederse (korunursa); işte kurtuluşa
erenler onlardır.” [145]
İnsanlarda korku hissi iyi yönlendirilmezse veya
asıl korkulması gereken makam olan Allah’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın
hayatındaki denge bozulduğu gibi, insan bir sürü sahte otoritenin önünde boyun
eğmek zorunda kalır.[146]
Onlardan korkar. “Sakın onlardan korkmayın yalnız Benden korkun ki; size
olan nimetimi tamamlayayım, böylece doğru yolu bulabilirsiniz” [147]
buyrulmaktadır.
İnsanlardan değil, Allah’tan korkup O’nun emirlerini
çiğnemekten sakınmalıdır:
“Ey iman edenler; Allah’tan O’na yaraşır şekilde
korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” [148]
Allah’tan korkmak, O’nun emirlerini yerine getirmek
ve yasaklarından sakınmaktır.
“Öyle ise gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkup
emirlerine uygun yaşayın (emir ve yasaklarını) dinleyin, itaat edin.” [149]
“Allah’tan korkmuyorum” demek, Allah’ın emir ve
yasaklarına karşı çıkıyorum demektir.
Takvânın aslı, önce şirkten, sonra günah olan
fiillerden, daha sonra da günah olması muhtemel olan şüpheli hareketlerden
kaçınmaktır. En son olarak da, kendisini ilgilendirmeyen (mâlâyani) faydasız ve
lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir.
Takvâ, insanın kendisini Allah’tan uzaklaştıran
şeylerden uzak kalmasıdır. [150]
“Allah katında en şerefliniz, (üstününüz) Takvâca en ileri olanınızdır.”
[151]
“Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ
sahipleri için hazırlanmış olan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete
koşun! O takvâ sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar;
öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki; bir kötülük
(günah) yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine zulüm ettiklerinde Allah’ı
hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfar ederler. Zaten günahları
Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Bir de onlar işledikleri kötülüklerde
bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rablerinin mağfireti ve
zemininden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel
edenlerin mükâfatı ne güzeldir” [152]
buyrulmaktadır. [153]
Adâlet’in sözlük anlamı, her şeyi yerli yerine
koymak, lehte ve aleyhte aşırılıktan kaçınmak, ölçülü olmak demektir. Adâlet;
düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıktan
uzaklaşma, orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik
anlamında bir terimdir.
Adâletin zıddı zulüm ve insafsızlıktır. Adâlet geniş
kapsamlı bir kavramdır.
“Allah adâleti, ihsânı emreder.” [154]
“Ey iman edenler adâleti ayakta tutmak için şahitlik
edenler olun. Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik
ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adâletten ayrılmayın). Çünkü
Allah ikisine de daha yakındır. Adâleti yerine getirebilmek için hevâ ve
hevesinize uymayın. Eğer yanlış davranır veya (doğrudan) yüz çevirirseniz Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.” [155]
“Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman
adâletle hükmetmenizi emreder” [156]
Âyetlerden görüldüğü gibi Rabbimiz adâletli
olunmasını, adâletli davranılmasını emretmektedir. Bir başka âyet-i kerimede
Rabbimiz şöyle uyarıyor:
“Bir topluluğa (veya kişiye) olan öfkeniz sizi adâletsizliğe sevk etmesin, adâletli
olun (adâletten ayrılmayın).” [157]
İslâm her şeyde adâletli olunmasını ister. İslâmî
hükümlerin uygulandığı yerde adâlet vardır. İslâmî hükümlerin uygulanmadığı
yerlerde de zulüm vardır. Zulmün olduğu yerde de huzur, saâdet, mutluluk
yoktur.
Önderimiz, rehberimiz, peygamberimiz (s.a.s.)
adâletli davranmanın örneğini göstermiş:
“Kızım Fâtma hırsızlık yapsa (hüküm ne ise
uygularım), kesinlikle elini keserdim” [158] buyurmuştur.
İşte adâlet, işte İslâm. İslâm hukukunda hiç
kimsenin bir ayrıcalığı yoktur. Onun için İslâm barış, esenlik, mutluluk
getiren bir dindir. İslâm’ın olduğu yerde adâlet vardır. İslâm’ın olmadığı
yerde ise zulüm vardır. [159]
Kanaat; Elinde bulunanla yetinmek, kısmetine râzı
olmak, Allah’ın kendisine dünya nimeti olarak verdiği şeylere rızâ göstermek
demektir. Kanaat az ile yetineceğim diye tembellik edip az çalışmak, az
kazanmak demek değildir. Müslüman, helâl yönden gücü nispetinde çalışmalı ve
kazanmalı, israfa kaçmadan gerektiği gibi harcamalı ve hayırda
bulunmalıdır.
“Allah şüphesiz ki; iyilik yapanları (hayırda
bulunanları) sever.” [160]
“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda
harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ama dünyadaki nasibini unutma. Allah sana
ihsân ettiği gibi sen de ihsân et (ver), (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde
bozgunculuğu arzulama. Allah bozguncuları sevmez.” [161] buyrulmaktadır.
Ebû Hureyre (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.)
buyurdular ki:
“Sizden biri, mal ve yaradılış bakımından
kendisinden üstün olana değil, aşağıda olana baksın. Böyle yaparak Allah’ın
verdiği nimetleri küçük görmemiz için gereklidir.” [162]
Ubeyd oğlu
Fudâle (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.s.):
“Müslüman olmuş kimseye, muhtaç olmadan yaşayan ve
kanaat eden kişiye ne mutlu!” [163] buyurmuştur.
Allah’ın verdiği nimetlere şükretmeli ve kanaat
etmeli. Kanaat etmemek şükürsüzlüktür, nankörlüktür. Kişiyi dünyada da âhirette
de mutsuz eder. Dolayısı ile kanaatkâr olmalı, insanların elindeki imkânlara
bakıp “falan kişi çok iyi durumda, biz perişanız!” gibi sözlerden
sakınmalıyız. [164]
Cömert, sözlükte, eli açık olmak demektir.
Cömertlik; insanın sahip olduğu imkânlardan, ihtiyaç sahiplerine meşrû ölçüler
dâhilinde ve Allah rızâsından başka hiçbir amaç gütmeden, ihsân ve yardımda
bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır. Mü’min kişiler bu üstün ahlâka, cömertliğe sahip olmalı,
infakta, ihsânda bulunmalıdır. Çünkü, Kur’ân ve sünnet bunu emretmektedir:
“Allah yolunda harcamada (infakta) bulunun, kendi
elinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyi davranın; Allah iyi davrananları
sever.” [165]
“(Ey Muhammed!) ne vereceklerini sana sorarlar. De ki; ‘Maldan yapacağınız
harcamalar ana-babaya, en yakınlara, öksüzlere, yoksullara ve yolda kalmışlara
(yardıma muhtaç olanlara) olur. Allah yaptığınız her şeyi iyi bilir.” [166]
“Hayırda ne infak ederseniz (sevabı) kendinize
aittir. İnfakınız yalnız Allah rızâsı için olsun. Hayırdan ne infak ederseniz,
mükâfatı tümüyle verilir, haksızlığa uğramazsınız.” [167] “Sizden birine ölüm gelip
‘ya Rabbi keşke yakın bir zamana kadar ecelimi geciktirsen de sadaka versem’
demeden önce size verdiğim rızıktan veriniz.” [168]
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Cömert kişi Allah’a yakındır, insanlara yakındır,
cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan
uzaktır. Cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil cömert kişiyi Allah cimri
ibâdet düşkününden daha çok sever.” [169]
Mü’min cömert
olmalı, infakta bulunmalıdır.
İnfak; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır
yolunda harcamak mânâsındadır. Allah yolunda harcama yapmaya infak denir. Terim
olarak infak; Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve ihtiyaç
sahiplerine para veya maişet yardımında bulunmak, onların geçimini sağlamak
demektir.
“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için
yerden çıkardığımız ürünlerin iyi (helâl ve temiz)lerinden, Allah için
sarfedn (zekât ve sadaka verin).” [170]
“Allah’ın sana verdiğinden (nimetlerden O’nun
yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah
sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et (iyilik et).” [171]
Allah’ın verdiği nimetleri, imkânları insanın sadece
kendine ayırmayıp, ihtiyaç sahiplerinin de yararlanması emredilmektedir.
İnfakın en iyisi kişinin çok sevdiği paradan, maldan yaptığı harcamadır.
Kişinin paraya, mala ve dünyalığa arzusu,
meyli fazladır. Onları çok sever, daha çok olmasını ister. Fakat mü’min
kişi, Allah’ın emri olduğundan dolayı malından, imkânlarından ihtiyaç
sahiplerini de yararlandırır. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda
harcayıncaya kadar cennete ve iyiliğin en güzeline (birr’e) ulaşamazsınız.”
[172]
Mü’min bu emri dikkate alarak gerektiği zaman zekât
ve sadaka vermekten kaçınmaz. Zaten kaçınmaması gerekir. Çünkü bunun önemini ve
faziletini Kur’an ve sünnet ortaya koymuştur. Bundan dolayıdır ki; mü’min infak
ve ihsân eder.
İhsân
kelimesi “hasene” kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet
edilen şeyleri ifade eder. İhsân; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel
şekilde yapmak demektir.
İhsânın iki yönü vardır:
1- Başkalarına iyilik etmek,
yardımda bulunmak ve bütün bunları iyi ve güzel bir şekilde yapmak,
2- Amelde ihsân, yani bir şeyi
güzel bir bilgi ile bilmek (meselâ Allah’ı) veya bir şeyi güzel bir amelle
yapmak. Allah Teâlâ, ihsân sahibi olan muhsinlerle beraberdir, onları sever,
onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir. [173]
İhsan, aynı zamanda Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir.
Cibril Hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) bunu belirtmektedir. İhsân “Allah’a
O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O
seni görüyor.” [174]
Allah Teâlâ mü’minlere, adâletle birlikte ihsânı da
emretmektedir. [175]
Mü’min kişi kendisi için imkânların olmasını istediği gibi, diğer
müminlerin de imkânlarının olmasını istemelidir. Çünkü “Müslümanlar bir tek
kişi gibidir. Bir yeri ağrısa bütün vücudu ağrır (rahatsız olur).” [176]
Demek ki; bir müslümanın ihtiyacından dolayı
rahatsız olması, diğer mü’minlerin de rahatsız olmasını gerektiriyor. Bir
mü’min, imkânsızlıktan dolayı bir sıkıntı içerisinde ise, bütün mü’minler bu
rahatsızlığı bir an önce gidermenin gayreti içerisinde olmalıdır. “Bana ne? Ne
hali varsa görsün!” demek, mü’min
kişinin davranış biçimi değildir
“Kim ki; sabahleyin kalktığında, düşüncesi Allah’tan
başka bir şey olursa; onun, Allah’ın hoşnutluk ve yakınlığından nasibi yoktur.
Kim ki; sabahleyin kalktığında müslümanların sıkıntılarını kalbinde
hissetmezse, (onların derdiyle dertlenmezse) onlardan değildir.” [177]
Müslüman müslümanın derdiyle dertlenmeli, onlara
gerektiği zaman, gereken yardımı yapmalıdır. Çünkü, Rabbimiz müminleri kardeş
yapmıştır. [178]
Kardeşliğin gereği ne ise onu hemen yapmalıdır:
“Sizden her kim din kardeşine bir fayda
verebilirse, bunu hemen yapsın, (ihtiyacını gidersin)” [179]
buyrulmaktadır.
Enes
b.Malik (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.):
“(Ey
mü’min, sen mü’min) kardeşine, zâlim iken de, mazlum iken de yardım et ” buyurdu.
Sahabeler:
‘Ya
Rasûlallah, şu mazlum kişiye yardım edebiliriz. Fakat o zâlime nasıl yardım
ederiz?’ diye sordular.
“Zâlimin iki elinin üstünü tutarsın (yani onu
zulümden men edersin)” buyurdu. [180]
Müslüman,
müslüman kardeşine yapması gereken yardımı yapmalı, ona karşı kardeşlik görevini
yerine getirmelidir.
“İyilik
ve Allah’ın (yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık
(kötülük) üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın azâbı
şiddetlidir.” [181] Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmakadır:
“Hiç
biriniz kendiniz için arzu ettiğinizi, kardeşiniz için arzzu etmedikçe
(kemâliyle) iman etmiş olmazsınız.” [182]
Bir
mü’min kendisini düşündüğü gibi, din kardeşini de düşünmelidir.
Hz.
Peygamber döneminde kurulan İslâm kardeşliği öyle bir noktaya gelmiştir ki,
kendisi ihtiyaç içersinde olan bir müslümanın, diğer müslüman kardeşini kendine
tercih etmesini sağlamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Daha önceden
Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr),
kendisine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde
bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri ihtiyaç içersinde bulunsalar bile
onları (misafir ve muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [183]
“O
kimseler ki, iman edip hicret ettiler ve
mallarıyla canlarıyla Allah yolunda mücadele ettiler. O ensâr ki muhâcirleri
barındırdılar ve onlara (her konuda) yardım ettiler. Onlar birbirinin
dostlarıdırlar.” [184]
Âyet-i
kerime, ensârın muhâcirlere karşı yaptığı fedakârlığı övmektedir. Medineli
ensâr, Mekkeli muhâcir kardeşlerini, hiçbir konuda yalnız ve yardımsız
bırakmamışlardır. O kardeşleri için ne yapmak gerekiyorsa onu hemen/gecikmeden
yapmışlardır. Bu da kardeşliğin nasıl olması gerektiğini bizlere gösteren
mükemmel bir örnektir.
“Şeytan
sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise, size günahtan bağışlama ve
bolluk vaad eder. Allah ihsânı geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.” [185]
Cimri
kişiler hem Allah katında ve hem de
insanlar arasında sevimsiz ve kötü kişiler olarak görülür
Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“(İşte)
onlar, hem cimrilik ederler, hem de cimriliği emir (ve tavsiye) ederler ve
Allah’ın bol nimetinden kendilerine verdiğini gizlerler. Biz de bu nankörlere,
rezil edici ve alçaltıcı bir azap hazırladık.” [186]
Mü’min,
imtihan gereği birtakım imkânlara sahip olabilir, bu imkânlardan dolayı asla
şımarmamalıdır. “Zenginim, imkânlarım çok” diye gururlanıp kendi kadar zengin
olmayanları küçük görmemeli, onlara hava atmamalıdır. Çünkü bu imkânlar da bir
imtihan gereğidir.
Mal
ve servet insanlar için bir imtihandır. [187] Bu
imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertlik ve infaktır.[188]
“(Allah
bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz (Allah’ın takdiri, imtihan gereği diye
boyun eğmeniz) ve Allah’ın size verdiği nimetlerle
şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah
kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.” [189]
“Allah
dilediği kimseye rızkı geniş verir ve (dilediğine) daraltır. Onlar dünya
hayatıyla sevinip yetinirler. Halbuki dünya hayatı, âhiret hayatının (sınırsız
mutluluğu) yanında basit, geçici bir faydalanmadan başka bir şey değildir.” [190]
Zenginlik
de fakirlik de imtihan gereğidir. Zenginlikle şımarmamalı, fakirlikle de
üzülmemeli, sabretmelidir.
Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“Andolsun
ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma
(fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” [191]
Dünya
hayatı imtihandan ibarettir; bunu iyi anlamak gerekir ki, ne yapmamız lâzımsa
onu yapmak mümkün olsun.
“Mallarınızda
muhtaç ve yoksulların hakkı vardır.” [192]
“Parayı,
malı ben kazandım; niye başkasına vereyim, ben aptal mıyım?” diyerek, şeytanî
bir mantık ileri sürerek cimrilik yapanlar, Allah’ın ihsân ettiği imkânlardan
ihtiyaç içersinde olanları yararlandırmayan cimrilerin vay haline! Asıl
cimrilikleri sebebiyle aptallık yaparak kendilerine zarar vermiş oluyorlar.
“Allah
yolunda harcamada (infakta) bulunun (cimrilik yaparak) kendi elinizle kendinizi
tehlikeye atmayın.” [193]
Cimrilik
tehlikeli ve kötü bir iştir. Kişiye fayda değil, zarar getirir. Akıllı insan
cimrilik yapan değil, infak edendir.
Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Cimri
kişi Allah’a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır.” [194]
Yine
bir hadis-i şerif:
“Kulların
sabaha erdiği her günde iki melek semâdan iner ve bunlardan biri şöyle duâ
eder: ‘Ey Rabbimiz, infak edene
karşılığını (sevap) ver.’ Diğeri de şöyle duâ eder: ‘Ey Rabbimiz, cimriye de
telef ver (malını yok et).” [195]
Cimri
kişi sıkıntı içersindedir. Parasının gideceğinden, azalacağından çok korkar.
Kendisine ve çocuklarına para harcamamak
için elinden geleni yapar. Bu tip kişiler misafirliğe bile gitmek istemezler,
çünkü onların da kendisine geleceğini
düşünür. Onlara içireceği çayın dahi
hesabını yapacak kadar alçalabiliyorlar. Dolayısıyla cimrilik çok kötü
bir hastalıktır. Böylelerini Allah
sevmez, kullar da sevmez.
Tabiî
ki, İslâmî yönü olmayan maddeci kişiler, cömert olmaya veya cimrilikten
korunmaya önem vermezler, onlar maddeye önem verirler, sevabı günahı
düşünmezler.
Fakat
bazen İslâmî yönü olan, İslâm’ı yaşamaya
çalıştığını söyleyen, hatta İslâm’ı tebliğ eden kişilerde dahi cimrilik
hastalığı görülmektedir. Tabiî ki, cimrilikten hemen kurtulmak gerekir. Allah
Teâlâ şöyle buyuruyor: “Elini boynuna bağlama (cimrilik yapma), onu büsbütün
de açma (israfçı olma); sonra kınanmış, pişman olmuş bir halde oturup kalırsın.” [196] Ne
cimri ne de israfçı olmamak gerekir. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.
Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” [197]
“O
kimseler (mü’minler) ki, harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de
yapmazlar, (harcamaları) bu (ikis)inin arasında dengeli olur.” [198]
Mü’minler
her hususta dengeli olmalıdır, aşırıya gitmemelidir, ifrat ve tefritten
sakınmalıdır.
İsraf
ederek hayır yaptığını, hayır yapacağı zaman da israf ediyormuş gibi, sanmak ve
hayır yapmayı terk etmek çok yanlıştır. İmam-ı Azam (rh. a.)’in belirttiği
gibi:
“İsraf
etmede hayır, hayırda israf olmaz.”[199]
Onun
için, gerektiği zaman infak etmeli, sadaka vermeli.
Sadaka:
Allah Teâlâ tarafından, karşılığında sevap verilen bağıştır.[200]
“Onlar
ki, mallarını gece gündüz, gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri
Rableri katındadır.” [201]
“Müslüman
kişi ailesinin ihtiyacı için harcama yapar ve bundan sevap umarsa bu ona sadaka
olur (sevap kazanır).” [202]
“Yarım
hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun.” [203]
Sadaka
vermek için zengin olmak gerekmez, yapılan yardım az da olsa hayırdır, sevabı
vardır. Herkes gücü nisbetinde ihtiyaç sahiplerine katkıda bulunmalıdır.
Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Veren el, alan elden hayırlıdır.” [204]
Tabiî
ki, malından fedakârlık yaparak veren, cimrilik etmeyen, hayırlı kişidir.
“İnsanların (veya müslümanların) en hayırlıları; dostlarına ve komşularına hayrı
dokunandır.” [205]
“İnsanların
en hayırlısı iyiliği beklenen, kötülük etmesinden korkulmayan kimsedir.” [206]
Hadislerden
de görüldüğü gibi, insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.
“Altın
ve gümüşü (parayı, malı) biriktirip, onları Allah yolunda harcamayanlar var ya,
işte onları da acıklı bir azapla müjdele! O gün (bu paraları) cehennem ateşinde
kızdırılacak da onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak:
‘İşte bu nefisleriniz için biriktirip yığdıklarınız. Haydi biriktirip
istifçilik ettiğiniz şeylerin acısını tadın’ (denilecektir).” [207]
Parasını,
malını biriktirip ihtiyaç sahiplerine vermeyerek cimrilik yapanların âkıbetinin
çok kötü olacağını, âyet-i kerimelerden öğrenmiş oluyoruz.
“Rasûlullah
(s.a.s.) bir keresinde, “Hanginiz vârisin malını kendi malından daha çok sever?”
diye sordu. Cemaat:
‘Ey
Allah’ın Rasûlü içimizde herkes kendi malını vârisin malından çok sever’
dediler. Bunun üzerine “Öyleyse şunu bilin, kişinin gerçek malı hayatında
(infak ettiği) gönderdiğidir. Geriye bıraktığı da vârislerin malıdır.” [208]
buyurdu. Tabiî ki, insanın gerçek malı
Allah rızâsı için insanlara verdiği malıdır. Bunun mükâfatını âhirette kat kat
görecektir.
“Hayır
olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırlar, ancak
Allah’ın rızâsını kazanmak için olsun. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa;
karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.” [209]
İnsanlara
yapılan iyilikler, zekât, sadaka ve yardımlar sadece Allah rızâsı için
olmalıdır. İnsanlar arasında iyi kişi olarak bilinsin ve övülsün, “ne iyi
insan, bravo!” densin diye veya herhangi bir çıkar için yapılan yardımların
hayrı yoktur.
İnfak
parayla, malla olduğu gibi çeşitli şekilde de olmaktadır. İnsanlara güler yüzle
davranmak, dertli olanların derdini paylaşmak, insanlarla iyi geçinmek, güzel
sözle yapılan tebliğ ve her türlü iyilik infaktır, sadakadır ve sevabı vardır.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“İki
kimse arasında adâletle muâmele etmek sadakadır. Hayvanına (arabasına)
bindirmek yahut eşyasını yüklemek (eve taşınırken, eşyasını taşımak için
yardımcı olmak) pek âlâ bir sadakadır. Güzel söz (güler yüz) de bir sadakadır.
Namaza gitmek için kişinin attığı her adım da bir sadakadır. Yolda gelip geçene
ezâ veren şeyleri gidermek de bir sadakadır.” [210]
Peygamberimiz
(s.a.s.):
“Her
iyilik sadakadır” buyurdu. [211] İyi
şeyler yapıldığında sevap olduğu gibi, günahlardan kaçınmakta da sevap vardır,
bu da sadakadır.
Peygamberimiz
(s.a.s.):
“Her
müslüman sadaka vermesi lâzımdır”
buyurdu. Oradakiler tarafından:
‘Ya
Rasulallah sadaka verecek bir şey bulunmazsa ne yapar?’ dendi. Rasulallah
(s.a.s.):
“Çalışın!
Elinizin emeği ile kazandığını hem kendisi harcar, hem de sadaka verir” buyurdu. ‘Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, dersiniz?’
denildi. “Yardıma muhtaç olan mazlûma
yardım eder” buyurdu. ‘Böyle bir yardım etmeye gücü yetmezse ne
dersiniz?’ denildi. “Hakka çağırır, bâtıldan sakındırır” buyurdu. ‘Bunu
yapmaya gücü yoksa ne dersiniz?’ dediler. “Kötülükten, (günahlardan) kendini
korur, bu da onun için bir sadakadır ” [212] buyurdu.
Demek
ki, günahlardan sakınmak da sadakadır. Sevap vardır. “Şüphesiz ki sadaka
ömrü uzatır, kötü ölümü defeder. Allah sadaka sebebiyle kibir ve övünme
hastalığını giderir.” [213]
“Sadaka
vermeye koşunuz. Çünkü belâ sadakayı
geçmez (sadaka, sahibini belâ
ve musibetten, tehlikelerden korur).” [214]
“Her
kim haram mal toplar da bundan sadaka verirse bunda onun için hiçbir sevap
yoktur. Günahı ise kendisine kalır.” [215]
“Allah,
helâl maldan verilen sadakadan başka hiçbir sadakayı kabul etmez.” [216]
Sadakanın kabul olması için, sadaka helâl kazançtan olmalı ve Allah rızâsı için
verilmelidir.
“Suyun
ateşi söndürdüğü gibi sadaka günahları yok eder.” [217]
Sadaka,
yükümlünün durumuna göre farz, vâcip veya nâfile hükmünde olur. Sadakanın farz
olan kısmı zekâttır. Zekât, Allah tarafından farz kılınmıştır. [218]
Rasûlullah (s.a.s.) çeşitli hadislerinde farz olan zekâtı belirtmiştir. İslâm
beş temel üzerine kurulmuştur. Bunlardan birisi de zekât vermektir. [219]
Fitr
sadakası vâcip hükmünde bir sadaka türüdür. Bu, Ramazan ayının sonuna yakın,
yoksullara verilmesi gereken bir sadakadır. Buna kısaca “fitre” denir. Sadaka,
geniş anlamıyla nâfile olarak yapılan hayır ve hasenâtı, insan ve hayvanlara
yapılan iyilik, lütuf ve ihsânları, hatta insanların gönlünü hoş eden
davranışları kapsamına alır. Sadaka-i câriye, vakfedilmiş sadaka ile diğer
hayır ve hasenât bu niteliktedir. Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka
anlamına gelir. Bir hadiste sürekli ecir kaynağı olan ameller şöyle belirtilir:
“İnsan
öldüğü zaman amel işlemesi kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnâdır. Sadaka-i
câriye, kendisinden yararlanılan ilim (yazmış olduğu faydalı kitaplar, yaptığı
emr-i bi’l-ma’ruflar) veya kendisine hayır duâ eden sâlih çocuk.” [220] Sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescit (câmi),
yoksullar için aş evi, hastane ve İslâmî ilimler okutulan okul gibi hayır
yerlerini kapsamına alır. İnsanlar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece,
bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, gerek sağlıklarında ve gerekse
vefatlarından sonra ecir almaya devam ederler. [221]
Müslüman kişi farz olan zekâtını vermeli, ayrıca gerektiği zaman fakirlere
yardımda bulunmalı, kesinlikle cimri olmamalıdır.
“Dini
(o, hesap gününü) yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip kakan, yoksulun
yiyeceği ile ilgilenmeyip yardımı teşvik
etmeyen de odur. Vay haline o namaz kılanların ki, onlar namazlarından
(onun öneminden gayesinden ve geçtiğinden) gâfildirler. Hem de onlar,
gösterişçilerdir. (Onlar, zekât veya yardım ve) yardımlaşma için en basit
şeyleri dahi esirgerler.” [222]
Müslüman cömert olmalı, asla cimri olmamalıdır. Tabiî ki, dünya bir imtihandır. Sınav gereği
insanlar zengin veya fakir olabilir. Mü’min zenginse sadakasını vermeli;
lüksten, israftan, cimrilikten kaçınarak çocuklarına, kendisine gerektiğinde
harcama yapmalıdır.
Fakir
kişi de helâl yönden imkânlarını artırmaya ve kimseye muhtaç olmamaya
çalışmalıdır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden
birinin sırtında odun taşıyıp onu satarak geçinmesi, halktan sadaka
istemesinden daha hayırlıdır.” [223]
Mü’min,
insanlara yük olmaya değil, yükünü taşımaya çalışmalıdır. Buna rağmen fakir
olduğunda, ihtiyaç gerektiğinde verilen yardımı kabul etmelidir. Gururlanarak
‘O da kimmiş, bana yardım yapıyor?’ diyerek verilen yardımı geri
çevirmemelidir. Hem ihtiyaç giderilecek, hem de yardım yapana sevap kazandırmış olunacaktır.
Hikmetli
bir söz:
“Fakirlikle
küçük düşme korkusu, zenginlikle şöhret hırsı, insanı kör (duyarsız) ederek,
hakikati görmesine engel olur.” Dolayısıyla “verilen yardımdan dolayı küçük
düşerim” endişesiyle borç para veya herhangi bir yardım istememek ve bundan dolayı mağdur olmak yanlıştır.
Tabiî
ki müslüman, aç gözlü değil tok gözlü olmalı, elindekiyle yetinmeye çalışmalı,
fakat zor durumda kaldığında ise, müslüman kardeşlerine durumunu arz etmeli,
onlar da bu sorunu çözmeye çalışmalıdır. Çünkü bu, müslümanların kardeşlik
görevidir.
Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Kimin
güvenliği (oturacak evi) sağlanmış, sağlığı yerinde ve yiyecek şeylere de sahipse sanki bütün dünya
ona verilmiş (gibi zengin) sayılır.” [224]
Yani,
temel ihtiyaçlarını gideren kişilerin de zengin sayılacağı belirtilmekte ve
onların şikâyetle değil, şükürle meşgul olmaları istenmektedir.
Her
Müslüman, gücü nisbetinde sadaka vermelidir. İnsanları hakka çağırmanın ve
bâtıldan sakındırmanın (Tirmizi, Birr 26), “Allah’a şükretmenin ve O’nu tesbih
(zikir ) etmenin bir sadaka olduğu belirtilmiştir (Müslim, Müsafirîn 84). Bir
kimseye yol veya adres tarif etmek, güzel söz söylemek, yapılan tüm iyi şeyler
sadakadır (Buhârî, Cihad 72; Müslim, Zekât 50-52).
Bunları
bilen kişi, bu hayırlardan, sevaplardan yararlanmalıdır. Mü’min, kapitalist,
maddeci kişiler gibi paraya, mala çok önem veren, bunu biriktiren ve hayır
yapmayan ve parayı kazanırken helâla-harama dikkat etmeyen “param çoğalsın
da nasıl çoğalırsa çoğalsın fark etmez”
diyen kişiler gibi değildir. Mü’min, İslâm’a uygun olmayan şeyleri uygun görmez
ve onu yapmamaya çalışır.
Mü’min
yeri geldiğinde Allah yolunda malını ve canını verebilmeli ki, korktuğu
cehennemden korunsun ve umduğu cennete kavuşsun.
“Ey
İman edenler! Sizi acı bir azaptan
(cehennemden) kurtaracak bir ticareti size haber vereyim mi? Allah’a ve
O’nun Rasûlü’ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır. O da sizin günahlarınızı
bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki
güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur.” [225]
Âyet-i kerimede hayatın iman ve cihaddan ibâret olduğu ve iman ve cihadın
“büyük mutluluk ve kurtuluş” sebebi olacağı bildirilmektedir. Dolayısıyla lafla
cennete girilmez, iman ve sâlih amelle girilir; işte bu, böyledir! [226]
Günah:
Aslı Farsça olan günah kelimesiyle kast edilen mânâ, Allah ve Rasûlü’nün
yasakladığı, yani haram kıldığı ve insanın fıtratına aykırı, şahsiyetine
yakışmayan bütün hâl ve hareketlerdir.
Âyet-i
kerimelerde kullanılan “Cunah” kelimesi: Darlık, sıkıntı, sakınca, engel, be’s,
mahzur ve günah mânâsında
kullanılmıştır. [227]
Kur’an-ı
Kerim’de ve hadis-i şeriflerde “günah” kelimesinin yerine şu kelimeler
kullanılmıştır:
Kebîre,
seyyie, zenb, ism, fahşâ, rics, vizr, curum, hatîe, şikak, habis, fısk, isyan,
fücûr, şekavet, münker, [228] vb.
kelimelerin türevleri. [229]
Büyük
günahlar: Kebâir:
Azâbı
büyük olan günahlar anlamına gelir. Bu kelime, ‘kebir’ (büyük, büyüklük
taslama) kelimesinden türemiştir. Allah’ın emirlerine karşı gelme, aykırı
davranma, büyük suç anlamlarına gelen günah kavramı, iki kısma ayrılarak
değerlendirilmiştir. Bu kötü, yanlış fiillerin
bir kısmına ‘büyük günah -kebâir’, bir kısmına da ‘küçük günah -sağâir’
denmiştir.
Günahlar, büyük, küçük günahlar diye ikiye
ayrrmak Kur’an’ın tasnifidir.
“Eğer
size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere
koyarız.” [230]
“Küçük
kusurları (lemem) dışında, büyük günahlardan (kebâira’l-ism) ve edebsizlikten
kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin affı bol olandır.” [231] Âyetlerde geçen kebâir, kebâira’l-ism, zünûb
kelimeleri büyük günahları gösterirken;
seyyie (çoğulu seyyiât) ve lemem kelimeleri de küçük günahları gösterir. [232]
Günah
demek, Cenab-ı Hakk’ın râzı olmadığı şeyler demektir ki, ister küçük günahlar
olsun, ister büyük günah olsun, muhakkak bunlardan kaçınmadıkça ve korunmadıkça
insanın olgunlaşması mümkün olmaz. [233]
Dolayısıyla
gücümüzün yettiği oranda günahlardan sakınmaya gayret etmeliyiz. İbn Ömer
(r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Her kimi yaptığı
iyiliği sevindirir ve günahı üzerse (rahatsız ederse), o kimse mü’mindir.” [234]
Nevvas b. Sem’an el-Ensarî (r.a.) anlatıyor:
Rasûlullah
(s.a.s.)’e iyilik ve günahı sordum da şöyle buyurdu:
“İyilik,
ahlâk güzelliğidir. Günah ise, kalbinde gıcık yapan (rahatsız eden) ve
başkalarının haberi olmasından hoşlanmadığın şeydir.” [235] Yine
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Mahveden
yedi (büyük) günahtan sakınınız. Onlar: Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak,
haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, riba (faiz), savaştan kaçmak,
iffetli ve iman sahibi bir kadına zinâ isnâdında bulunmaktır.”[236] diyerek büyük günahların yedi tanesini belirtmiştir.
Büyük günahların neler olduğu hususunda
kesin bir liste mevcut değildir. İbn Ömer’in,
büyük günahlar “yedi tanedir” sözü İbn Abbâs’a ulaştığında, İbn Abbâs.
“yedi taneden daha çok, yetmiş tane olmaya daha yakındır”[237]
dedi. [238]
Büyük
günah konusunda, [239]
sahâbeden bazıları şu tanımı yapmıştır: “Büyük günahlar:
Kur’ân
ve sünnette günah olduğu açıklanan ve azap ile tehdit edilen günahlardır.”[240]
Büyük
günah işlemenin neticesi olarak, ehl-i sünnetin görüşü şu şekildedir:
“Müslüman
olan bir kimse; yasak olan bütün haramları (büyük günahları) işlese, emredilen
amellerin hiç birini yapmasa bu günahları; helâl ve doğru saymadıkça, onların
farz veya haram olduklarını inkâr etmedikçe dinden çıkmış olmaz.” [241]
Şirk
hâriç[242] büyük günahlardan
birisini işleyen kimse, ölürse üç ihtimal söz konusudur:
Ya
Allah rahmetiyle bağışlar, ya Hz. Peygamber (s.a.s.) ona şefaatçi olur [243] ya
da günahı kadar yanar, iman sahibi olduğu için ebediyyen cehennemde kalmayıp,
cezası kadar yandıktan sonra Allah’ın rahmeti vesilesiyle sonra cennete girer
(eş-Şehristânî, el-Milel, 1, 101). [244]
Büyük
günahlardan bazılarını belirtelim. Daha önce de belirtildiği gibi, en büyük
günah şirktir. “Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşmayı (şirki) asla bağışlamaz;
bundan başkasını da dilediği kimseler için bağışlar.” [245]
Âyet hakkında Merhum Elmalılı, Tefsirinde şu açıklamayı yapar:
“Allah
kendisine ortak koşulmasını (şirki) bağışlamaz” âyeti gereğince şirkin
bağışlanmaması, tevbe edilmediği takdirdedir. [246]
“De
ki: ‘Ey Kendi nefislerine karşı ölçüyü aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar, çünkü O,
Ğafurdur, Rahimdir.” [247]
İbn
Kesir:
“Bu
âyet-i kerime, kâfir olsun veya olmasın bütün âsileri (günahkârları) tevbeye ve
Allah’a dönmeye bir çağrıdır. Tevbe eden, günahtan dönen herkesin günahları ne
olursa olsun, ne kadar çok ve hatta denizin köpükleri kadar bile olsa Allah
bağışlayacağını haber veriyor. (Şirkten tevbe edenin de tevbesi kabul edilir.)
Fakat tevbe etmeyenin şirki bağışlanmaz”
der. [248]
“Ancak
tevbe edip iman ederek sâlih amel işleyenler müstesnâdır. Onlar, hiçbir
haksızlığa uğratılmadan cennete girerler.” [249]
“Lokman,
oğluna öğüt vererek : Ey oğulcuğum, Allah’a eş koşma, doğrusu O’na eş koşmak
büyük hastalıktır, zulümdür.” demiştir.
[250]
Şirk en büyük günahtır, dolayısıyla bunu iyi bilmeli ve şirke düşmemeye gayret
edilmelidir. [251]
Zinâ;
Erkek veya kadının evlilik dışı cinsel ilişkisidir. İslâm dini, emirler ve
yasaklar koyarak emredilenin yapılmasını, yasak olandan kaçınılmasını
istemiştir.
İslâm’ın
yasak ettiği haramlardan olan zinâ, en büyük günahlardan biridir. Rabbimiz
Allah zinâya yaklaşılmamasını emrediyor:
“Zinâya
yaklaşmayın, çünkü o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” [252]
“Ve
onlar (mü’minler) Allah ile beraber başka ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram ettiği canı haksız yere
öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur ” [253]
buyrulmuştur.
Fert
ve toplum hayatında insan mutluluğunu esas alan İslâm, cinsellik konusunda da
fertlerin mutlu yaşamasını sağlamıştır. Gayr-i ahlâkî ilişkilerin ortaya
koyacağı zararları bildirmiş ve
bunlardan sakınılmasını istemiştir.
Zinânın
fert, aile ve toplum için zararları çoktur. Zinâdan dolayı yıkılan yuvalar,
zinâ yaptığı ailesi tarafından anlaşılan kızın intihar etmesi veya evden
kaçması ve kötü yola düşmesi söz konusu olmaktadır. Bundan dolayı kavgalar,
cinâyetler ve huzursuzluklar olmaktadır. Ayrıca zinânın âhiretteki cezası da
büyüktür. Ve cezası kat kat olacaktır. [254]
Günümüzde bir meslek gibi görülen genel evler (zinâ evleri) insanları zinâya
teşvik etmekte ve zinânın artmasına
sebep olmaktadır. Rabbimiz “Zinâya yaklaşmayın” diyerek zinâya götüren
sebep olan her şey dinimizce yasaklanmıştır.
Şehvetleri
tahrik eden müstehcen yayınlar, filimler, her türlü cinsel tahriki arttıracak hususlar,
kadınların dışarıda açık, dar elbiseler giymeleri ve süslenmeleri câiz
değildir. Allahu Teâlâ zinâ edenler hakkında şöyle buyuruyor:
“Zinâ
eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah’a ve âhiret
gününe inanıyorsanız, Allah’ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara
acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit
olsun.” [255]
Ebû
Umâme (r.a.) anlatıyor:
Kureyş’ten
bir delikanlı dedi ki:
“Ya
Rasûlullah,bana zinâ yapmam için izin verir misin?” Cemaat hemen onun başına
üşüşüp azarladı. Rasûlullah (s.a.s.), bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Onu
bana yaklaştırın.” Hemen
yaklaştırdılar. Şöyle buyurdular:
“Sen
bunu annen için ister misin?”
Delikanlı: “Hayır! Vallahi, Allah beni sana feda eylesin! (istemem)” dedi. Rasûlullah (s.a.s:) “İşte
senin gibi, diğer insanlar da bunu, anneleri için istemezler” buyurdu.
Sonra
kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi hakkında da aynısını söyledi. Her
seferinde:
“Sen onlar için bunu ister misin?” diye sordu. O da,
her seferinde:
“Hayır
vallahi, Allah, beni sana feda eylesin!
(istemem)” diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.s.), her defasında: “İşte
insanlar da bunu istemez” buyurdu. Sonra mübârek elini, onun üstüne koyup
şöyle duâ etti:
“Allah’ım
onun günahını bağışla, kalbini temizle, fercini koru.” Ondan sonra o genç, bir daha böyle (çirkin) şeylere
iltifat etmedi. [256]
Demek
ki zinâ çok kötü, çirkin bir şeydir. Zinânın âhiretteki cezası da büyüktür.
Dolayısıyla Rabbimiz “zinâya
yaklaşmayın” derken dünya ve âhirette perişan olunmasına sebep olan zinânın
yapılmaması, bu büyük hataya düşülmemesi içindir.
Aynı
şekilde haram olan erkek veya kadının kendi cinsinden birisi ile ilişi kurması
(homoseksüellik, lezbiyenlik vb.) bir sapıklıktır. Yaratılış gayesine, fıtrî ve
tabii temayüllere aykırıdır. Ahlâkî çöküntünün ve çürümüşlüğün bir tezahürü
olan bu çirkin fiilin çok eskilere dayandığını bazı peygamberlerin bunlarla
mücadele ettiklerini bazı kavimlerin, Lût kavminin bu kötü fiillerden (homoseksüellik)
yüzünden mahv (perişan ve helâk) olduğunu Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz. [257]
Bu
homoseksüellik, lezbiyenlik de büyük günahlardandır. Aynı şekilde, hanımının
arkasından yanaşmak da büyük günahlardandır. [258]
Peygamberimiz (s.a.s.):
“Bir
erkeğe veya arkasından kadına yaklaşan kişiye Allah (rahmet nazarı ile)
bakmaz!” [259] buyurur.
“(Rasûlüm)
Sana kadınların âdet halinden sorarlar. De ki: O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden
aybaşı halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın
(cinsel ilişkide bulunmayın).
Temizlendikleri zaman (âdet hali bittikten sonra) Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin).
Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri de
sever, çok temizlenenleri de sever.” Kadınlarınız (ın ön uzvu vajina) sizin
için (döl) ekme yeridir. O halde (ilişkilerinizde) o yerinize (hayız dışında)
nasıl isterseniz (ön organı olmak şartıyla ister kadının yüzü size dönük olsun,
isterse arkası fark etmez ne şekilde olursa olsun) öyle varın; birbiriniz için
ön hazırlıklar yapın. Allah’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının (da
meşrûluk içinde temasta bulunun) ve
mutlaka O’na kavuşacağınızı da bilin. (Ya Muhammed bunu) iman edenlere
müjdele.” [260]
Âyetlerden görüldüğü gibi hayız halindeki hanımıyla
temizleninceye kadar cinsel ilişki yasaktır.
İmam
Muhammed’e göre ise; hayızlı iken
yasaklanan sadece kadının cima
organını kullanarak yapılacak cinsel ilişkidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de bu yasağı gösteren illet “eziyet”tir. Bu ise
ancak cima organını kullanmakta bulunur. Dolayısıyla koca, karısının cima
organı dışında her yerinden örtü olmaksızın da yararlanabilir. [261]
Tabiî ki, kadın hayızlı iken, dikkat etmeli, cinsel ilişkiye götürecek halden
sakınmalıdır. Evli kişinin âyette, kadının ön tarafı, organı olmak şartıyla
istenildiği şekilde (kadının âdet hali dışında) cinsel ilişki yapılabileceğini
belirtiyor. Yasak olan kadının arka organı (anal) ilişkiye girilmesidir. Mü’min
kişi bu hususlara çok dikkat etmeli ve haram olan şeylerden sakınmalıdır. [262]
Alkollü
içkilerin zararları pek çok olduğu herkesçe mâlum. Bu hususta,
araştırmacılardan biri ne kadar güzel
söylemiştir:
“İnsan
içkiden daha kuvvetli bir darbe yememiştir.” İçki sebebiyle vücut
hastalıklarına düşmüş ve deli olmuş... İçki sebebiyle intihar etmiş veya başkalarını öldürmüş...
İçki sebebiyle sinir hastalıklarına
düşmüş veya mide, bağırsak hastalıklarından şikâyet etmiş... İçki sebebiyle
kendisini perişanlığa sürüklemiş... İçki sebebiyle aldatılarak veya kendi
arzusuyla mallarını satmış... ve buna benzer felâketlere içki yüzünden
uğramıştır...
Câhiliyye
devrinde insanlar içki sınırını son derece aşmıştı ve içki sofrasında
münakaşalar yapılırdı. O kadar içkiye müptelâ olmuşlardı ki; sözlüklerinde
içkinin yüz kadar ismi geçer, şiirlerinde bütün nevileri ve sofralarını tasvir
ederlerdi.
İslâm
geldiği zaman, yüce bir ahlâk düsturu ile onları terbiye etmeye başladı ve haram oluşunu derece derece bildirdi. Meselâ,
ilk olarak sarhoş oldukları halde namaza yaklaşmaktan kendilerini yasakladı.
Sonra zararının faydasından daha çok olduğunu bildirdi ve nihâyet Cenab-ı Hak,
kesin haram olduğunu ve bu yasağın içkinin
her türlüsüne şâmil bulunduğu âyetini indirdi:
“Ey
iman edenler; içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliktir,
bunlardan kaçının ki, saâdete erişesiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar
yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak,
namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz, değil mi?” [263] Bu iki âyet-i kerimede Rabbimiz Allah, içki ve kumarın haram olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir. [264]
Hz.
Peygamber (s.a.s.) kendi devrinde ilk olarak içkinin haram olduğunu ilan
ederken, içkinin hangi maddeden yapıldığına bakmamış ancak neticedeki tesirine,
yani sarhoş edişine dikkati çekmiştir.
İnsanlar
arasındaki ismi ne olursa olsun ve hangi maddeden yapılırsa yapılsın, sarhoş
eden her şey içkidir. (Buna göre bira ve benzeri içkiler de haramdır). İçki
hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.)’e soruldu:
O
da şöyle buyurdular:
“Sarhoş
eden her şey içkidir. Her içki haramdır.” [265]
“Çoğu
sarhoş eden şeyin azı da haramdır.”
[266]
Adı
ne olursa olsun ister viski, şarap, bira, votka, likör, esrar, eroin vs. sarhoş
eden, insanın kendinden geçmesine sebep olan her şey yasaktır, haramdır.
Bunların azı da çoğu da birdir, haramdır.
Hz.
Ömer (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İçkiye on
yönden lânet edilmiştir: İçkinin kendisine, imal edene, imal etmek isteyene,
satıcısına, müşterisine, taşıyanına, taşıttırana, (yani sipariş edenine),
parasını yiyene, içene ,içirene.” [267]
“Allah
şarabı, mundar hayvanı, domuzu ve bunlardan kazanılan parayı haram kıldı
(yasakladı).” [268]
İçki
içmek haram olduğu gibi, bunu yapan, serbest eden, satan, getiren, götüren,
satın alınması gibi şeyler de haram kılınmıştır.
Bazı
cahiller içki içmedikleri halde içki içilen masaya oturarak ve orada olan yiyeceklerden yiyerek
iyi şey yaptıklarını söylüyorlar. “Biz o yiyecekleri içki içenlerden korunmak için yiyoruz bu da
sevaptır” diyorlar ve o ortamlarda bulunmaktan rahatsız dahi olmuyorlar.
Tabiî ki bu tavırlar, şeytanî söz ve
davranışlardır.
Peygamberimiz içki içilen masaya oturulmaması
gerektiğini bildirmektedir:
“Allah’a
ve âhiret gününe iman eden şarap ve
diğer içkiler içilen masaya oturmasın.”
[269]
Görüldüğü gibi, içki içilen bir yerde bulunmak asla doğru değildir.
Bazı kişiler de; “İçkinin faydası
var, onun için içiyorum” diyerek içkinin faydasını savunmaktadır. Fakat
bunun faydalı, şifalı olmadığını; aksine dert olduğunu önderimiz Rasûlullah
(s.a.s.) bildirmektedir:
“İçki
şifa değil, derttir.” [270] buyurarak bir gerçeği dile getirmiştir. İnsanları
kandırarak haram olan, kötü olan, zararlı olan şeylerin faydalı olduğunu
söyleyerek insanları aldatmak, şeytana uşaklık, kölelik yapmaktan başka bir şey
değildir.
Rasûlullah (s.a.s.):
“Şaraptan
(ve diğer içkilerden) sakının. Çünkü o her şerrin (kötülüğün) anahtarıdır
(anasıdır)” [271] buyurdu. İçki her kötülüğün anasıdır, her türü
kötülüklere sebep olmaktadır.
Dinimizde, sarhoşluk veren içkiler haram
kılınmıştır. Müslüman kişi, helâl olan, câiz olan şeyleri yapmalı, haram olan şeylerden de
sakınmalıdır. Allah’a iyi kul olmanın ve imtihanı kazanıp cennete gitmenim yolu
budur.[272]
Kumar;
Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan, ihtimalli bir şeye bağlı kalarak
para veya mal vermek veya almaktır. Adı ne olursa olsun, bu özelliği taşıyan
para veya mal karşılığı oynanan her oyun kumardır. Kazanma veya kaybetme söz
konusu olan hangi çeşit oyun olursa olsun, bu kumardır.
Kumardaki
kazanç, haksız bir kazançtır.
Başkalarının zararına olarak, çalışmadan
şansa dayanan bir menfaat elde etme halidir.
Kumarın her çeşidi İslâm’da haram kılınmıştır.
“Aranızda
mallarınızı haksız sebeplerle ve bâtıl yollarla
yemeyin.” [273]
“Ey
insanlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliktir.
Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden
aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan (Allah’a
kulluktan) alıkoymak ister.” [274]
Kumar
da, zinâ ve içki gibi haram kılınmıştır. Kumarın bunlar gibi ferdî, ailevî,
toplumsal zararları çoktur. Bu zararlar fertlerin iş hayatını kaybetmesi,
kendini içkiye kaptırması, kumardan dolayı kavgalar ederek adam vurmalar
sebebiyle hapishaneye girilmesi ve hanımlarından ayrılmak zorunda kalması,
ailelerin yıkılması, hatta intihara kadar götüren çok kötü bir alışkanlıktır.
Bu şekilde ferdî, ailevî, toplumsal huzuru bozan kumar, dünya ve âhirette
insanların perişan olmasına sebep olmaktadır. Bundan dolayı kumara götüren her
türlü teşebbüsten sakınmalı ve insanları sakındırmaya
çalışmalıdır.
Tavla,
satranç, iskambil, dama, tenis ve bilardo, okey gibi oyunların hepsi kumar
amacıyla oynandığı ve bunlarla kazanç elde etmek istendiği takdirde, kumar
hükmünde olduklarında şüphe yoktur (ve haramdır).” [275]
İslam,
birçok oyun ve eğlence çeşidini helâl, bunun yanında kumar bulaşığı olan her türlü oyunu da haram
kılmıştır. [276]
Bu
cümleden olarak eğer kendisine kumar karışıyorsa; tavla oynamak (zar atmak) ittifakla haramdır.
Fakat ona kumar karışmıyorsa; bir kısım
âlimler haram, bir kısmı da haram değil, mekruhtur, derler. [277]
Tavla
oynanması, dinen, haram olmamakla birlikte, mekruh olduğu söylenebilir. [278]
Sonuç
olarak, kumar amacı olmaksızın sadece dinlenmek, eğlenmek ve zevk için
oynanabilen oyunların da mubah olabilmesi için dört şart öngörülmüştür; oyun;
a) Namazın geçmesine veya gecikmesine yol açmamalı,
b) Hiçbir menfaat beklenmemeli,
c) Oyun sırasında dilini kötü ve boş sözlerden korumalı (ayrıca
kızgınlığa, dargınlığa sebep olmamalı),
d) Normal dinlenme ve eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına yol
açmamalıdır. [279]
Piyango,
spor toto, loto, at yarışları, bahis gibi tertip ve oyunlar da kumardır [280] ve
haramdır.
Şunu
da iyi bilmek gerekir:
Bazıları
kahvede, çayına iskambil kağıdı veya tavla, okey vs. oynuyorlar. Yenilen o masadaki
içilen çay, gazoz, ne ise bunların parasını veriyor, “bu kumardır, dinimizde
haramdır” dendiğinde, “kardeşim niye kumar olsun? Biz parayla oynamıyoruz, zevk
için çayına oynuyoruz” diyerek kumar olmadığını söylüyorlar. Tabiî ki, bu söz
bilinçsiz de söylenmekte, fakat bu da kumardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi,
kazanma veya kaybetme söz konusu olan her oyun kumardır. İster çayına, isterse
parasına veya bir başka şeyine olsun bu kumardır. Buna kumar değildir demek;
haram olanı helâl göstermeye çalışmak çok tehlikelidir, bundan sakınmak
gerekir. [281]
Fâiz
yasağı, İslâm’ın temel ilkelerinden biridir.
Fâizin
Arapça’daki karşılığı “ribâ”dır. Lugatta, “herhangi bir şeydeki artışı ve
fazlalığı” ifade eder. Terim olarak ribâ, “borç verilen bir parayı belli bir
süre sonunda belirli bir fazlalıkla veya herhangi bir borç ilişkisi ile doğan
ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp, vade sonunda bu alacağı
fazlalıkla geri almanın, yine bu şekilde alınan fazlalığın” genel adıdır.
Bu
türden şart ve uygulamaları içeren
işlemlere de “faizli işlemler” denir.
Türkçe’de daha çok, yine Arapça kökenli “faiz” kelimesi yaygınlık kazanmış olup
genelde riba ile eş anlamlı kullanılır. [282]
İslâm,
bütün çeşitleri ve miktarlarıyla faizi yasaklamış, haram kılmıştır.
“Ey
iman edenler, (gerçek) mü’minlerseniz, takvâlı olun (Allah’ın emirlerine uygun
yaşayın). Artık kalan faizi de bırakın (almayın). Eğer (bu faizi terk etme
işini) yapmazsanız, Allah ve Rasûlüne savaş açtığınızı bilin. Eğer (faizin her
türlüsüne) tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Ne haksızlık yapmış, ne
de haksızlığa uğratılmış olursunuz. Eğer (borçlunun eli) darda ise, genişlik
vaktine kadar beklemek (uygun)dir. (Eli darda olan borçluya) sadaka (veya zekât) olarak bağışlamanız sizin için daha
hayırlıdır.” [283]
1. Faizli kredi kullananlar faizi de maliyete ekledikleri için bu
fazlalık tüketiciden sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve
fukaranın cebinden çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir daha fakir
hale gelmektedir.
2. Faizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı
gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlara, anarşi ve
ayaklanmalara varmaktadır.
3. Faizsiz kredi, insanları birbirine yaklaştırdığı halde, faiz
uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.
4. Faizcilik, toplum içinde faiz yiyip yatan, işsiz, güçsüz ömür tüketen,
topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.[284]
İslâm
dini faizi haram kılmış, büyük günahlardan saymıştır. Çünkü İslâm’ın helâl ve
haramla ilgili hükümlerinde mutlaka ferdin, ailenin, milletin ve cemiyetin
yararı ve zarardan uzak kalmaları esas illet olarak yer alır.
İslâm bu hüküm ve kaidesiyle bir şeyi haram
kılıp büyük günahlardan sayarken, onun azına da çoğuna da cevaz vermemiştir.
Yasak, hedefine ulaşsın diye, buna en küçük bir kapı dahi açmamıştır. İçkinin
nasıl damlası bile haram kılınmışsa, faizin de kuruşu öyle haram kılınmıştır. [285]
Allahu
Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İnsanların
mallarında artış olması için faize
verdiğiniz şeyler Allah katında artmaz.
Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince; işte on (u veren)ler,
(sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır.” [286]
“Faiz
yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış
olarak kalkarlar. Onların bu hali ‘alış-
veriş (ticaret) de faiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl,
faizi haram kılmıştır.” [287]
Faiz
hakkında Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan; şöyle rivâyet edildi:
Rasûlullah
(s.a.s.); “Faiz yiyene, yedirene,
yazan ve şâhitlerine lânet etti, (günahta) eşittirler” dedi. [288]
Rasûlullah
(s.a.s.), insanları helake götüren yedi şeyden söz ederken faizden de
bahsetmiştir. [289]
Âyet
ve hadisler açıkça faizin haram olduğunu, mü’minlerin kesinlikle faize
bulaşmaması gerektiğini bildiriyor.
“Ey
iman edenler ribayı (faizi) kat kat artırılmış olarak (hiç) yemeyin. Allah’ın
azabından korkun. Emirlerine uygun yaşayın ki kurtuluşa eresiniz.” [290]
Faiz
haram olduğundan, çok dikkat etmeli, en azından bile kaçınmalıdır. [291]
Zulüm,
lugatta “bir şeyi ait olduğu şeyin dışında bir yere koymaktır.” Hak edenin
hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir.
İslâmî
ıstılahta ise: Bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde
değerlendirmeye zulüm denir.
Zulüm
hakkın dışına çıkmak ve doğru olmayan davranışlardır.
Allah’ın
koyduğu sınırı, haddi aşmak zulümdür.
Rabbimiz
bu gerçeği bildirmektedir:
“Allah’ın
koyduğu sınırı aşanlar zâlimdir.” [292]
“Şirk
en büyük zulümdür.” [293]
“Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler zâlimlerin ta kendisidir.” [294]
“Allah
zulmü, azgınlığı yasaklamıştır.” [295]
Dinimizde
zulmün her çeşidi yasaktır. En küçüğünden, en büyüğüne her türlü haksızlık,
kötülük, aldatma, kandırma, hırsızlık, yolsuzluk, yalan-dolan, iftira, hile
insanlara zarar vermek... zulmün muhtevâsına girer.
“Doğrusu
Allah zulüm edenleri sevmez” [296] buyrularak
zulmün her çeşidinden sakınılması istenmektedir.
Peygamberimiz
(s.a.s.)’in bir kudsî hadisinde Allah’ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
“Ey
kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldığım gibi, sizin aranızda da (zulmü)
haram kıldım. Öyleyse birbirinize
zulmetmeyin.” [297]
Abdullah İbn Ömer (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslüman,
müslümanın kardeşidir. Müslüman, müslümana zulmetmez. Müslüman, müslümanı
(tehlike ve musibete) terk etmez (ona gereken yardımı yapar).” [298]
Ebu
Hureyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’den şöyle rivâyet etmiştir:
“Müflis
kimdir bilir misiniz?” diye sordu.
Ashâb:
“Bize
göre hiçbir malı ve parası olmayan kimsedir” dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
“Benim
ümmetimden müflis olanlar, kıyâmet günü namazla, oruçla ve zekâtla gelmiş,
fakat şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, onun kanını akıtmış,
öbürünü dövmüş (haksızlık, zulüm yapmış) işte onun sevabından bu sayılanlara
(hak sahiplerine) verilir. Üzerindeki haklar ödenmeden önce iyilikleri biterse,
onların hatalarından alınıp ona yüklenir. Sonra da cehenneme atılır.” [299] Görüldüğü gibi zulmün, haksızlığın cezası cehenneme
kadar götürmektedir.
Fakat
“kim (nefsine) zulmettikten sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, Allah da
tevbesini kabul eder.” [300]
Allah’ın
yasakladıklarını yaparak insanlar kendilerine zulmederler. [301]
İslâm’ın
emirlerini terk eden ve haramlardan, yasaklardan kaçınmayan kişi, ilk önce
kendi nefsine zulmetmektedir. Bazı haramları, günahları işlerken; hem kendi
nefsine ve hem de haksızlık, kötülük yaptığı, zarar verdiği insanlara zulmetmiş
olur.
“Ey
iman edenler! Eğer küfrü (kâfirliği) imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı,
kardeşlerinizi (yakınlarınızı bile) velîler edinmeyin. Sizden kim onları dost
edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendisidir.” [302] Müslüman
kişinin en yakını dahi olsa, İslâmî yaşam biçimine karşı çıkıyorsa onları
dost edinmek, onları sevmek zâlimliktir.
“Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur (cehenneme
girersiniz).” [303]
buyrulmuştur.
İslâm’a
karşı çıkan gayr-i İslâmî kuralları savunanları asla sevmemeli, onlardan yana
olmamalı, onların haksızlığa, ahlâksızlığa, zulme dayalı anlayışlarını
reddetmeli, [304] yoksa “ateş dokunur” cehennemde yanma söz konusu
olur.
“Müslüman
zulmetmez.” [305]
“Müslüman,
elinden ve dilinden başkalarına zarar vermeyen insandır.” [306]
“Üç
şey vardır ki, kimde bulunursa aleyhine döner; onlar da zulüm yapmak, ahdi
bozmak, hile etmek.” [307]
“Zâlimin
düşmanı Allah’tır.” [308]
“Mazluma
yapılan zulüm, karşılıksız kalmaz.” [309]
“Zâlimleri
bağışlamak, mazlumlara cefadır.” [310]
“Zulmü
alkışlayamam, zâlimi asla sevemem.
Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem.” [311]
“Alma
mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.”
“Zulüm
ile yapılan, çabuk yıkılır.”
“Etme
bulursun, inleye inleye ölürsün.”
“Zulüm
ile dünya harap olur.”
“Zâlimin
yaptığı yanına kalmaz.” [312]
“Zulmeden
zâlimler, Firavunun yolunu takip edenler, yapacağınızı yapıyorsunuz, insanlara
acımadan zulmediyorsunuz. Bu yaptığınız zulümler yanınıza kâr kalmaz; er veya
geç belânızı bulacaksınız. Sonunda yaptığınıza pişman olacaksınız.” [313]
Hırsızlık:
Kendine ait olmayan herhangi bir şeyi habersizce alıp kendine mâl etme, çalma
demektir.
İslâm
dini, hırsızlığı kesin bir dille yasaklamış ve hırsızlık yapanların
cezalandırılmasını emretmiştir.
“Hırsızlık eden erkek ve kadının,
yaptıklarına karşılık, Allah’tan (insanlara) ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin, [314]
Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” [315]
Hz.
Aişe (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, Mahzum kabilesinden hırsızlık yapan
bir kadının durumu Kureyşlilere ağır gelmişti. Aralarında “bu kadın hakkında
Peygamberimiz (s.a.s.) ile kim konuşabilir?” dediler; sonunda “buna
Peygamberimiz (s.a.s.)’in çok sevdiği Usame b. Zeyd (r.a.)’dan başka kim
cesaret edebilir?” diye karar verdiler. Usame, o kadının durumunu
Peygamberimize (s.a.s.) arz etti; Peygamberimiz (s.a.s.) ona “Allah’ın
koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun?” diye
buyurduktan sonra ayağa kalktı ve çevresindekilere şöyle seslendi:
“Sizden
öncekiler şu yüzden sapmışlardır: Aralarında soylu (herkesçe tanınan) bir kimse
hırsızlık yapınca ona dokunmazlar (ceza vermezler), fakat zavallı (sıradan)
biri, hırsızlık edince onu cezalandırırlardı. Vallahi eğer kızım Fâtıma
hırsızlık yapmış olsa onun da elini keserdim.” [316]
İşte adâlet, böyle olur. Taraf tutmadan; hüküm,
kanun ne ise uygulanmalı ki, adâlet olsun, adâletin olmadığı yerde zulüm olur,
kargaşa olur. Emniyet, huzur, güven olmaz.
Helâli-haramı
önemsemeyenler, insanlara her türlü kötülük yapabilir. Günümüzde görüldüğü gibi
hırsızlar çokça olduğundan herkes bir yere giderken veya gece yatarken sıkı
sıkıya kapılarını kilitliyor, hatta iki
kilit bile kullanıyorlar; pencerelerine, balkonlarına demirden parmaklık
yaptırıyorlar ki, hırsız girmesin. Evleri, mağazaları, marketleri, dükkânları
soyuyorlar, hatta yolda çantalı giden bayanların çantasını dahi alıp
kaçıyorlar. Böyle bir ortamda huzur, güven, mutluluk olur mu?
Tabiî
ki olmaz! Zaten olmamaktadır. İşte İslâm’ın hükümlerinin tam uygulandığı bir
toplumda “din, can, akıl, nesil, mal emniyeti” sağlanır. İşte böylece huzur,
mutluluk olur. Ülkenin ekonomisi gittikçe güçlenir. Çünkü vurgunlar, soygunlar,
rüşvetler olmaz. Çünkü gereken tedbirler alınır. O toplumda dindar, ahlâklı,
dürüst insanlar yetişmesine hassâsiyet gösterilir. Böylece insanların
birbirlerine zarar vermesi değil, nasıl faydalı olunur düşüncesi hâkim olur.
Tabiî ki, o zaman huzur ve mutluluk
oluşur.
İslâm’dan
uzaklaşmak insanları dünya ve âhirette zarara götürür. İslâm’ı uygulamak ise,
dünya ve âhirette huzur ve mutluluğa götürür. [317]
Haksız
bir menfaat elde etmek için ilgililere ve yetkililere çıkar sağlamaktır.
“Malarınızı
aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Siz bildiğiniz halde günah (olan usuller)
ile insanların mallarından bir kısmını yemek için onları hâkimlere (reis ve
idarecilere, yetkililere rüşvet olarak) aktarmayın.” [318] Her türlü yolsuzluk, hortumculuk, vurgunculuk,
hırsızlık ve rüşvet haramdır. Abdullah b. Amr (r.a.)’dan, Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurmuştur: “Allah’ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun” [319]
Yine
Abdullah b. Amr (r.a.)’dan rivâyetle, Peygamber (s.a.s.):
“Rüşvet
veren ve alan cehennemdedir” [320] buyurdu.
Sevban
(r.a.) der ki: Rasûlullah (s.a.s.):
"Rüşvet
verene, alana, aralarında aracılık edene lânet etti.” [321]
İbn
Mes’ud der ki:
“Rüşvet
haramdır.” [322]
İslâm
dini rüşveti haram kılmış ve onu büyük günahlardan saymıştır.
Çünkü rüşvet haksız yolla menfaat elde
etmektir. İslâm’da haksızlığa, adâletsizliğe yer yoktur. Kim olursa olsun hakka
ve adâlete uymak zorundadır.
İş
başındakilere ve salâhiyet sahiplerine verilen
hediyelerin de büyük bir kısmı rüşvet sayılmıştır. Zekât vb.
tahsildarları, hediyelerle döndükleri zaman Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Evlerinizde
otursaydınız bu hediyeler size verilir miydi?” buyurarak bunların rüşvet mâhiyetinde olduğunu
bildirmiştir. [323]
Rüşvet
almayı câiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye şu iki durumda izin
verilmiştir:
a) Bir haksızlığı ve zulmü önlemek veya kaldırmak için başka çare yoksa,
b) Bir hakkı ele geçirmek için başka
bir yol, çare bulunmazsa. [324]
Bir toplumda, İslâmî hükümlere, değerlere önem
verilmezse o toplumda helâl-haram kavramları önem arz etmez. Böylece de yapılan
işlerde hak, hukuk, adâlet gözetilmez, herkes kendi menfaatini düşünür ve rahatlıkla
başkasının hakkını yer ve bununla da övünür.
Meselâ der ki:
“Arkadaş
sıranın en sonundayım, işimi hemen yaptırmak için adamını buldum, parayı (rüşveti) verdim, en sondan en
öne geçtim, işimi hallettim” gibi sözleri övünerek söyleyebilir. “O kadar
insanın hakkını yedim, beklemem lâzımdı,
beklemedim, yanlış yaptım” diyeceğine; övünüyor, şu hale bakın! İslâm’dan
uzaklaşan insanlar yanlışlıkları, haksızlıkları, zulümleri normal görüyor.
Maddeciliği benimseyen kişiler egoistliği (sadece kendini düşünmeyi) esas
almaktadır. Kendi menfaati için çekinmeden, rahatlıkla başkasının hakkına
tecavüz eder. Böyle insanların çoğunlukta olduğu toplumda hak, adâlet, saygı,
sevgi, huzur, mutluluk olur mu?
Hamburg’ta
buzların arasına sıkışmış bir balinayı kurtarmak için uğraşan ve fakat
Bosna-Hersek’te, Çeçenistan’da, Filistin’de, dünyanın birçok yerinde müslüman
kanları akıtılırken, onlara çeşitli şekillerde zulüm yapılırken kılı bile kıpırdamayan, hiç rahatsız olmayan,
hatta memnuniyetle seyreden emperyalist güçler ve bunların dostlarının insan
haklarına, merhamet anlayışına katılmak mümkün olur mu? Tabiî ki olmaz! Onlar insan haklarından yana
merhametli gözükürler, fakat pratikte
bunun böyle olmadığı görülmektedir.
Yine
ülkemizden bir örnek, şöyle ki:
Kuyuya
bir köpek düştüğünde veya çatıda bir kedi mahzur kalsa onu kurtarmak için
insanların elinden geleni yaptığını bazı televizyon kanalları çok önemli bir
haber diye vermekte. Böylece kendilerinin ne kadar insancıl (daha doğrusu
hayvancıl) ve merhametli bir anlayışa sahip olduklarını göstermektedirler.
Fakat
kız öğrencilerinin başörtüsü yüzünden okullara alınmaması veya son sınıfta olup
imtihana girerek mezun olmayı düşünen başörtülü öğrencilerin imtihana
sokulmaması, polis coplarıyla okula girmesine mâni olunurken, kızlar okul
kapısında ağlarken veya başörtüsünden dolayı
öğretmenlikten veya her hangi bir görevden alınırken, o merhametli
görünen kişiler ve medya, radyo, gazete, dergiler nerede? “Bunlar inancından
dolayı başını örtüyorlar, bırakın okusunlar!” niye denmiyor? Hatta onların mağdur olmasına sebep
dahi oluyorlar. Bazı programlar ve haberlerle buna sebep oluyorlar. Ondan sonra
“Biz insanların haklarını savunuyoruz” diyorlar. Yaptıkları ortada. Tabiî ki,
bu sözler inandırıcı değildir. Onlar bu şekilde yaparak insanları aldatmaya
çalışıyorlar. [325]
İsraf:
Sözlükte lüzumsuz yere harcamak, malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek, saçıp
savurmak anlamlarına gelmektedir.
Istılahî
mânâsı ise; gayr-i meşrû (şer’î olmayan)
bir amaç için mal harcamaya israf denir. Mü’minler bütün maddî ve mânevî imkânlarını gerektiği biçimde, gerektiği
kadar, yerli yerince kullanmalı, savurganlıktan, israftan hassâsiyetle
kaçınmalıdır. Çünkü Allahu Teâlâ: “Yiyin,
için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” [326]
buyuruyor.
“Akrabaya,
yoksula, yolda kalmışa hakkını ver (yardım et), fakat malını lüzumsuz yere
saçıp savurma.” [327]
“O
kimseler ki harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar,
(harcamaları) bu (ikisi)nun arasında dengeli olur” [328]
buyurulmaktadır.
Mü’min
her hususta dengeli davranmalıdır, aşırıya gitmemelidir. Ne israf etmeli ne de
cimrilik yapmalı, dengeyi sağlamayı bilmelidir.
Günümüzde
özendirilen lüks tüketim ve savurganlık, kişileri giderek daha çok maddeci
olmaya yöneltiyor. Bir taraftan
yoksulluk, fakirlik, diğer taraftan ise lüks, moda arzusu insanları
bunalımlara itiyor
Arzu
ettiği lükse kavuşamayan pek çok kişi, neticede para kazanma adına gayr-i meşru
işler yaparak ahlâkî işlerden uzaklaşıyor. Böylece kötü işleri rahatça
yapıyorlar. Bazı kadınlar para karşılığında fuhuş yapıyor, bazıları da fuhuş
yapacak kadınları pazarlıyor. Neticede para kazanma adına her türlü ahlâksızlk,
haksızlık, hırsızlık, kötülük çekinmeden yapılıyor.
İsraf,
her türlü kötülüğe, yanlışlığa sebep olabileceği açısından dinimizce haram
kılınmıştır.
“Yiyiniz,
ihtiyaç sahiplerine yardım ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israf
etmeyiniz.” [329]
“İnsan,
nefsinin her istediğini alıp yemesi, israf
yönünden kâfidir.” [330]
“Birkaç
güne yetecek bir rızkı, bir günde harcayan hâne halkına ben buğz ederim.” [331]
“İsraf
etmede hayır, hayırda israf olmaz.” [332]
“Parana
şefkat eyle, malına acı, telef etme ki, ayıptan ve borçtan kurtulasın.” [333]
“İsraf
safâhetin, sefâhet, sefâletin kapısıdır.” [334]
“(Fuzuli)
küçük harcamalardan da sakının, ufak bir delik koskoca gemiyi batırmaya yeter.”
(Benjamin Franklin)
“İsraf
dinimizin haram kıldığı düzensiz ve ölçüsüz yaşama, harcama, sarf etme
alışkanlığıdır. Öyle bir hastalıktır ki, etkisi altına aldığı insanı ve toplumu zor durumlara sokar.”
“İsraf,
yemede, içmede, giyimde, sözde haddi aşmak; akıl, fikir, zekâ ve zamanı
lüzumsuz şeylerle meşgul etmektir.”
“İsraf,
tasarruf ve iktisadın zıddıdır. İsraf sefaleti, tasarruf ve iktisat ise saâdeti
celbeder.”
“Her
şeyin fazlası zarar getirir.) (Atasözü [335]
“İhtiyacı
olan kişi, ihtiyacını nasıl gidereceğini
düşünür ve bunun için çok üzülür. İmkânı olan da, ihtiyacı olana yardım etmezse
ve ihtiyaç olmayan şeylere israf ederse, böylece ne kadar yanlış iş yapmış olur.” [336]
Riyâ:
iki yüzlülük, gösteriş yapmak, inandığı ve düşündüğü gibi davranmamak demektir.
İslâmî terim olarak, bir ibâdeti, bir ameli, bir iyiliği Allah rızâsı için
değil, gösteriş için yapmaktır. Riya, insanlar tarafından beğenilmek, övülmek,
takdir edilmek için, söz, iş ve davranışlarıyla
gösteriş yapmaktır. Riya, insanlar arasında maddî ve mânevî çıkar
sağlamak amacıyla yapılmaktadır. İnsanların dinî duygularını çıkar sağlama
adına sömürmek riyanın en kötü şeklidir.
İnsanlık
hayatının mâruz kaldığı en çirkin hastalık şirktir. Çünkü bu, rubûbiyeti lâyık
olmayana, ibâdet türlerini de ehil
olmayanlara sunmaktır. Sonra şirk, beşeriyetin kalbini bölmek, dağıtmaktır.
Bundan sonra artık bu kalpler ibâdet ve inançta tek bir noktaya yönelmez.
Taşlara, ağaçlara, tabiata yahut da insana
ibâdete başlar. Sapıklıkların birbirini takip ettiğini görürsün.
Tevhide
gönül veren müslüman, bunların hepsinden
kurtulur. Fakat ona gizli bir şirk çeşidi musallat olur ki, o da
riyâdır. O, sanki bir kişiye veya topluma olan riya hastalığına tutulur. Çünkü
riya, kendisini ve milletini aldatmak,
dünya ve âhirette kendisini helâk etmektir. Yaptığı amellerde Allah rızâsını
gözetmeyen riyakârın helâkini bildiren pek çok âyet-i kerime ve hadis vardır.
Bu sahih hadislerden bir tanesi de bu
ümmetin günahkârları arasında cehenneme ilk girecek olan üç grubu bildirendir.
Bunlar; riya için cihad yapan, riya ile amel yapan ve riya için cömertlik yapan
kimsedir (Müslim, İmâre 152) .[337]
“Onlar
gösteriş (için amel) yaparlar.” [338]
Yapılan
ameller, Allah rızâsı için yapılırsa makbul olur, sevabı olur. Fakat insanların
beğenisini kazanmak, onların yanında dindar görünmek, övülmek veya herhangi
maddî çıkar için yapılırsa o zaman hiçbir hayrı ve faydası olmaz. Yapılan
hayırlar, iyi şeyler, sadece ve sadece Allah rızâsı için olursa sevabını kazanır, aksi halde sevap kazanmak
mümkün değildir; fayda değil, zarar görülür. [339]
Kibir;
büyüklük taslama, kendini başkalarından üstün görmek demektir.
Rasûlullah
(s.a.s.) kibri şöyle tarif etmektedir:
“Kibir,
hakkı kabul etmemek ve başkalarını küçük
görmektir.” [340]
İmam-ı
Gazalî kibri üçe ayırmaktadır:
1- Allah’a karşı kibir, kibrin en kötüsü budur. İnsanı bu yola
sürükleyen, cehalet ve azgınlıktır. Nemrut ve Firavun gibilerinin kibri böyledir. Bu kişiler, kendilerini ilâh
saymışlar, kul olduklarını reddetmişlerdir.
Bu
gibiler hakkında Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bana
kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık kimseler olarak cehenneme
gireceklerdir.” [341]
2- Peygamberlere karşı kibir: Bu da kendileri gibi bir insana uymayı
kabul etmemektir. Bu, bazen körü körüne olur da kibri sebebiyle kendini haklı
sanarak peygamberlere uymaz ve cehalet karanlığında kalır. Bazen de bilerek
olur. Nefsi onu hakkı kabule ve peygambere uymasına engel olur ve şöyle der:
“Şimdi,
bizim gibi insana mı inanacağız?” [342]
3- İnsanlara karşı kibir: Bu kibir, kendilerini başkalarından üstün görme
yanlışlığıdır. Halbuki hiçbir kimsenin buna hakkı yoktur. Büyüklük ve üstünlük
ancak Allah’a aittir.
İnsanlara
karşı olan kibir de çok yanlış bir yoldur. Çünkü insanlardan başlamak suretiyle
Allah’a kibretmeye kadar insanı sürükler. İblis, Hz. Adem (a.s.)’a karşı bu
şekilde kibirlenmişti.
“(İblis)
Dedi ki: Beni ateşten, onu (Adem’i) çamurdan yarattın.” [343]
Kendini başkalarından üstün görüp başkalarına horluk ve hakaretle bakan, bile
bile, onlarda bulduğu hakkı reddedip kabul etmeyen kimse, insanlara karşı
kibirlenmiş; Allah’ın emirlerine karşı gelen de Allah’a ve Rasûlüne karşı kibirlenmiş olur. [344]
İnsanın
elindeki imkânlar gelip geçicidir.
Bu
imkânlarla övünmek, gururlanmak çok yanlıştır. Allah’ın verdiği tüm imkânlardan
dolayı Allah’a şükretmeli, nankörlük etmemeli, kibre, gurura gitmemelidir. “Çünkü Allah, her kibirleneni
(gururlananı) ve kendini beğenip övüneni sevmez.” [345] Allahu Teâlâ, gururu, kibri, kendini beğenmeyi,
insanları küçük görmeyi yasaklamıştır.
Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Tevâzû
göstereni Allah yüceltir, kibredeni ise alçaltır.” [346] Tabiî ki, tevâzûlu, alçakgönüllü olmalı, gururlu,
kibirli olmamalı, çünkü kibirlilik kişiyi alçaltır ve cehenneme gitmesine sebep
olur. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bildirmektedir:
“Cehenneme
gidecek olanlar kibirliler ve büyüklük taslayanlardır.” [347]
Yine
bir hadisinde Rasûlullah (s.a.s.):
“Kalbinde
zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez” buyurdu. Bir kimse:
“İnsan,
elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını (veya her hangi bir
şeyinin güzel olmasını) sever” dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
“Şüphesiz
Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakkı red ve inkar etmek, insanları
hor (küçük) görmektir.” [348] buyurdu. Rabbimiz Allah da şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde
gururlanarak yürüme. Çünkü sen yeri yaramazsın, boyca da asla dağlara
erişemezsin.” [349]
“Cehennemlikleri
size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen ve kibirli
kimselerdir.” [350]
“Cenab-ı
Hak, her kibredeni hakir ve zelil eder.”
[351]
“Kendisini
bilen, halkın övmesine aldanıp mağrur olmaz.” [352]
“En
kötü vahşet, kendini beğenmektir.” [353]
“Kibir,
alçakların ahlâkındandır.” [354]
“Alçak
yerde, tepecik kendini dağ sanır.” [355]
“Hiç
kimseye gururla bakma, herkes kendisine muhteşemdir.” [356]
“Genellikle
bütün büyük yanlışlıkların altında gurur yatar.” [357]
“Birçok
kimse, kendilerinde bulunduğu halde, başkalarında olan gururu sevmezler (öyleyse sen de gururlu ve
kibirli olmayı terk et).” [358]
“Bazı
imkânlardan mahrum olan kişiye, imkânı olan kişi, gururlanarak onu küçük görürse, kendi değeri
düşer bu şekilde. Kişinin imkânı arttıkça, tevazusu da artmalı bu sayede.” [359]
Yalan,
kişinin gerçeği gizleyip, bildiğinin aksini söylemesidir.
Yalan
söylemek çok kötü bir huydur. Rabbimiz Allah:
Yalan
sözden kaçının”[360] buyurarak mü’minlerin yalan söylememesini
emretmektedir. İslâm dini yalan söylemeyi yasak etmiştir. Rasûlullah (s.a.s.)
bir hadis-i şerifinde:
“Allah’a
iman ettim de ve dosdoğru ol ” [361] buyurmuştur.
Allah
Teâlâ: “Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” [362]
buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme
götürür” [363] buyurmuştur.
Yalanla
insanları aldatmak suretiyle, kötülük yapılmış olmaktadır. Bu kötülükler
insanlara çok büyük zararlar da vermektedir:
Her
türlü kötülüğe, haksızlığa, yanlışlığa sebep olduğundan yalan söylemenin ve
yalan şâhitlik yapmanın büyük günahlardan
olduğu belirtilmiştir. [364]
Aynı
şekilde yalan yere yemin etmek de büyük günahlardandır.[365]
Ayrıca, yalan söylemenin münâfıklık alâmetlerinden biri olduğunu Rasûlullah
(s.a.s.) bildirmiştir:
“Münâfığın
alâmetleri üçtür; söz söylediği zaman
yalan söyler, vaad ettiğinde sözünde durmaz, emanete hıyânet eder.” [366]
Yalan
söylemeyi yasak eden dinimiz, sadece üç
yerde yalan söylemenin câiz olduğunu belirtmiştir:
Esma
(r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Yalan
yalnız üç yerde câizdir: Adamın karısını memnun etmek için (yalan) konuşması,
savaşta (düşmana karşı) yalan ve insanları birbiriyle barıştırmak için yalan
söylemek.” [367]
“Kim
Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya
hayır (doğru) söylesin, ya da sussun.”[368] “Yalan; kötülüğe,
kötülük de cehenneme götürür.” [369]
“Haksız
sözleri tasdik eden de yalancıdır.” [370]
“Yalanı
söküp atmadan, hakikati dikmeye çalışma,
tutmaz.” [371]
“Bir
kimseye söz vermeden evvel iyi düşün, fakat
verdiğin sözden dönme, sözden dönmek yalancılığın en çirkinidir.” [372]
“Ne
gariptir ki bizi metheden (öven) yalanı bir hamlede, bize acı gelen gerçeği
damla damla yutarız.” [373]
“Yalancı
hakka karşı kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir.”[374]
“Yalanın
yararı bir defa içindir. Gerçeğin ise sonsuz.” [375]
“Doğru
söylese bile yalancıya inanılmaz.” [376]
“Yalanın
dostu, gerçeğin de düşmanı çoktur.” [377]
“Yalan
kadar insanı alçaltan bir şey yoktur.” [378]
Bir
atasözünde “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” denmiştir.
“Yalan
söyleyerek insanları aldatmak marifet değildir. Marifet doğruyu söylemektir.
Çok rahat yalan söylerse kişi, o zaman, Allah’ın katında ve insanların yanında
düşer değeri.” [379]
Haset:
Kıskanmak, çekememek, başkasında olan zenginlik, sağlam ve herhangi
nimetlerden, imkânlardan dolayı rahatsız olarak o şahıstan o imkânların gitmesini arzu etmek
demektir. Haset eden kişi, kendinde olmayan, fakat başkasında olan her şeyi
kıskanır, çekemez. O kıskandığı şeylerin bir an önce o kişinin elinden
gitmesini ister, ‘bende yok, onda da olmasın’ diye düşünür.
Kişide bulunan, mal, mülk, makam, mevki, para,
sağlık, güzellik, şöhret, başarı gibi her şeyi kıskanmak söz konusu olmaktadır.
Haset hakkında İmam Gazalî, meşhur İhyâ
kitabında şöyle der:
Bilmiş
ol ki; haset ancak bir nimete olur. Allahu Teâlâ bir müslümana bir nimet
ihsân ettiği zaman, senin iki halin vardır:
1. Bu nimeti ona çok görüp, onun elinden gitmesini istemektir. İşte buna haset denir. Tarifi de
budur:
Kişinin
varlığını çok görmek ve yok olmasına sevinmektir.
2. Ne varlığına sevinmek, ne de yok olmasını istemektir. Buna rağmen
adamın varlığı gibi senin de varlığın olmasını istemektir. Buna gıpta denir.
“Mü’min gıpta, münâfık ise haset eder.” Birincisi, yani başkasının elinde olan nimetten hoşlanmayıp onun yok
olmasını istemek, her haliyle haramdır. [380] Haset
en kötü huylardan biridir, bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.s.):
“Ateşin
odunu yakıp bitirdiği gibi haset de bütün iyi ve güzel amelleri yok eder” [381] buyurmuştur.
Cenab-ı
Hak şöyle buyurur: “Mü’minler ancak kardeştir.” [382]
Rasûlullah
(s.a.s.): “Kardeşinin felâket ve musibetine (zarar uğramasına elindeki
imkânlarının gitmesine) sevinme; Allah Teâlâ ona rahmet eder (yardım eder), onu
(sıkıntıdan) kurtarır da seni (sıkıntıya) düşürür.” [383]
Kişi
haset ettiği, kıskandığı kişiye değil, kendine zarar verir. O kişide o imkânlar
oldukça rahat ve huzuru kaçar, elinden
gidene kadar rahat yüzü göremez, dünya ve âhirette de perişan olmasına
sebep olur.
Peygamberimiz
(s.a.s.) bizleri uyarmaktadır:
“Birbirinize
hiddetlenmeyin, birbirinize haset etmeyin, kıskanmayın, birbirinize arka
çevirmeyin (dargın durmayın). Ey Allah’ın kulları kardeş olun.” [384]
Dünya
hayatı imtihandan ibarettir. Mü’minler çeşitli
şekillerde imtihan olmaktadırlar:
“Size
verdiği şeyleri (imkânları) sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizden
derecelerle (imkânlarla) üstün kılan (imtihan eden) O’dur.” [385]
“Kendisine
tarafımızdan bir nimet (mal, mülk, özellik,
yetenek, herhangi bir şey) verdiğimiz vakit, ‘bu bana ancak bilgimden
dolayı verilmiştir’ der. Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” [386]
İmtihan gereği olarak verilen imkânlardan
dolayı kişi şımarmamalı, kendini, beğenip gururlanmamalı, nimetlerden dolayı
şükretmeli, Allah’a iyi kulluk yapmaya sebep olması için gayret etmeli. Her
nimetin sorumluluğu vardır. Müslüman, bunun gereklerini yerine getirmelidir,
nimetlerin imtihan için verildiğini unutmamalıdır. Elinden birtakım imkânları
giden kişiler bunların imtihan gereği olduklarını bilmelidirler.
“Andolsun
ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve
ürünlerden biraz azalma (fakirlik)
ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabırlı davrananları müjdele.
İşte o sabredenler, kendilerine bir üzücü olay geldiği zaman, biz Allah için varız ve biz sonunda O’na
döneceğiz derler.” [387] Dolayısıyla insanların elindeki imkânlardan dolayı asla
kıskanmamalı, o kişilere duâ etmeli, imtihanı kazanmaya sebep olacak işlerin
yapılmasını temenni etmeli, duâ etmeli.
Birtakım
sıkıntılar, dertler, kederler, imkânların elinden gitmesi, varlık, yokluk hep imtihan gereğidir; bunu iyi anlamak
gerekir. [388]
Mü’min
hasetten kaçınmalıdır. Fakat bazı insanlar gıpta edilir. Bir kimsenin
başkalarında olan iyi ve güzel imkânların yok olmasını arzu etmeyerek aynı
imkânların, nimetlerin kendisinde de olmasını
temenni etmesinde bir sakınca yoktur ve bu haset, yani kıskançlık da
değildir. Çünkü kıskançlık başkasında
bulunan imkânların yok olmasını istemektir. İşte bu hasettir ve yasaktır.
“Ateşin
odunu yaktığı gibi, haset de iyilikleri yakar (yok eder).” [389]
“Hasetçi
adama rahat, kötü huyluya da şeref yoktur.”[390]
“Kıskanç
olma, kıskançlık aczin isyanıdır.” [391]
“Haset
erbâbının vücudu zinde olsa bile, ruhu hastadır.” [392]
“Başkasının
iyi haline bakıp üzülme, senin haline de bakıp kıskanan çok kişi vardır.” [393]
“Haset,
başkalarının iyi haline tahammül edemeyen bir kudurganlıktır.” [394]
“Kıskançlık,
bir güvenin kumaşı yemesi gibi insanı yer bitirir.” [395]
“Kıskançlık,
insanı alçaltan ve küçülten bir duygudur.”[396]
“Kıskanmak kişiye fayda vermez, bunu iyi
bilmeli; kıskanmamak İslâm’ın emri, bunu
iyi düşünmeli.” [397]
Gıybet,
başkalarının hakkında onların hoşlanmayacağı şekilde konuşmaktır. Ebu Hüreyre
(r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
“Gıybet
nedir bilir misiniz?” Ashâb: ‘Allah
ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
Bir
mü’minin arkasından, hoşuna gitmeyecek şeyleri konuşmandır” buyurdu. ‘Söylediğin o kişi de varsa gıybet olur mu?’
diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
“Söylediğin
onda varsa gıybet, yoksa iftira etmiş olursun” buyurdu. [398]
Görüldüğü
gibi bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyeceği şekilde konuşulan şeyler o
şahısta olsa bile bu gıybettir; yoksa zaten iftiradır. Bazı kişilere
“kardeşinin arkasından konuşman gıybet olmaktadır, vazgeç” dendiğinde, kişi:
“Ben, bu söylediklerimi onun yüzüne karşı da çekinmeden söylerim” diyerek
gıybet yapmadığını dile getirmeye çalışmaktadır. Tabiî ki, yüzüne karşı
söylenmeyecek sözler arkasından da konuşulmaz, fakat yüzüne karşı da söylerim
diyerek arkasından konuşmak asla doğru değildir ve gıybettir. Orada olmayan
şahsın aleyhinde konuşmak onu kötülemek gıybettir.
“Ey
iman edenler, zannın bir çoğundan sakının, çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Birbirinizin gizli kusurunu (casus gibi) araştırmayın ve biriniz diğerini
(gıybet etmesin) çekiştirmesin. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemeyi
sever mi? İşte bundan iğrenirsiniz (değil mi?) O halde Allah’a saygı duyup
emrine uygun yaşayın, şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, çok
merhametlidir.” [399]
Ebu
Ümame (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
“Âhirette
kişinin amel defteri açılmış olarak getirilir. Defterine bakıp yapmış olduğu
iyi amellerin sevabını göremeyince: ‘Ya Rabbi! Yapmış olduğum şu şu hasenât
(iyi amellerim) defterimde yok’ deyince Cenâb-ı Allah (c.c.): ‘Onlar insanları
gıybet etmen nedeni ile yok oldular’ buyurur.”
[400]
Gıybet dinimizce haram kılınmış, yasaklanmıştır. Çünkü gıybet yüzünden
insanların arası açılmakta ve çeşitli şekilde gıybetin insanlara zararı
olmaktadır.
Rabbimiz
şöyle buyuruyor:
“O
mü’minler ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” [401] Ebu Hüreyre
(r.a.) şöyle dedi:
Rasûlullah
(s.a.s.):
“Allah
Teâlâ’ya ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun” buyurdu.[402] Ebû
Musa (r.a.)’den, şöyle rivâyet olunmuştur:
“Ya
Rasûlallah, hangi müslümanlar daha faziletlidir?” diye sordum. Rasûlullah
(s.a.s.):
“Elinden
ve dilinden müslümanların emin olduğu kimse, emin olunan zararı olmayan
kişidir.” [403]
Hayırlı
insan, kendisi bir mü’min hakkında gıybet etmez, onu kötülemez ve onun hoşuna
gitmeyeceği şekilde arkasından konuşmaz. Ayrıca konuşulmasından rahatsız olur
ve konuşanları uyarır. Çünkü hadis-i şerifte:
“Bir
kimse kardeşinin ırz ve şerefini, (veya herhangi bir hususta) gıybet edene
karşı, müdâfaa ederse (gıybete mâni olma çalışırsa) Allah Teâlâ kıyâmet günü o
kimseyi cehennemden uzaklaştırır (onu korur).” [404]
buyurmaktadır. Akıllı mü’min kendine ve insanlara zararlı değil, faydalı
olandır.
İmam
Gazalî, Kimya-yı Saâdet kitabında gıybetin ilacını şu şekilde belirtiyor:
“Bil
ki, gıybet arzusu bir hastalıktır, ilacını bilmek ve kullanmak vâciptir. İlacı
ise iki çeşittir:
Birincisi
ameldir. O da ikidir. Biri, buraya kadar gıybet hakkında anlatılan hadis-i
şerif ve sözleri düşünürse, onlar ki yaptığı her gıybet, amel defterinden
sevabı, gıybet ettiğinin defterine geçirir. Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki; “Gıybet,
insanın sevabını, iyi amellerini, ateşin kuru odunu yaktığı gibi yakar.”
Hatta sevabı günahından fazla olan bir kimsenin, yaptığı bu gıybet ile günah
kefesi ağır gelir ve bu yüzden cehenneme gider. Diğeri de, kendi gıybetini
düşünmesi olup, o kimsenin de böyle kötü işlerde mâzur olduğunu zanneder.
Kendisinde hiç ayıp bulamazsa, câhillik ve bilgisizlik yolundan olan ayıbını
bütün ayıplardan fazla bilsin. Doğru söylese bile, ölü eti yemekten büyük ayıp
yoktur. Ayıpsız olan, kendini niçin ayıplı etsin. Şükürle meşgul olsun ve
kendisini o işte kusur ederse, kulların kusursuz olmayacağını düşünsün. Küçük
günah bile olsa, kendini tamamen şeriata uyduramayan, kendine hâkim olamayan
diğer insanlar kusur ederse niçin şaşsın!
Şâyet
yaradılışında bir ayıp, bir kusur varsa; ‘böyle yaratılmıştır, elinde bir şey
yoktur ki bundan kurtulabilsin’ demelidir.
İkincisi
tafsilli ilaçtır:
Gıybete
sevk eden şeyin ne olduğuna dikkat etmektir. Bu da sekiz şeyin dışında
değildir.
Birinci Sebep:
Bir
sebeple ona kırgın ve kızgın olmaktır. Bir kimseye kızıp da kendini cehenneme
atmanın aptallık olacağını bilmektir. Bu kendine düşmanlıktır.
İkinci Sebep:
Diğer
insanların rızâsını kazanmak için onlara uymak ister. Bunun ilacı, insanların
rızâsı için Allah Teâlâ’nın gazabını, kızgınlığını kazanmanın aptallık ve
câhillik olduğunu bilmektir. Bilakis onlara kızarak darılarak Allah Teâlâ’nın
rızâsına kavuşmayı istemek lâzımdır.
Üçüncü Sebep:
Kendisine
bir hıyânet izâfe ettiklerinde kendini kurtarmak için bunu başkasına atmaktır.
Bu durumda düşünmelidir ki, Allah’ın gazabı insanlarınkinden hem daha şiddetli,
hem de muhakkaktır. Başkasını suçlayarak kurtulması ise şüphelidir. Gerçi o
ithamı reddedebilir, fakat başkasına atmamalıdır.
Dördüncü Sebep:
Bir
kimse kendini övmek ister; övmez de, başkalarını gıybet eder. Böylece kendi
üstünlüğünü ve iyi biri olduğunu gösterir. Meselâ der ki; ‘filan bir şey
anlamaz, filan riyadan kaçınmaz’ yani ‘ben anlarım, ben kaçınırım’ demek
istemektedir. Akıllı olanın bu câhilliğe inanmayacağını, onun üstünlük ve
zâhidliğini kabul etmeyeceğini bilmelidir. Akılsız olanların ise kendisine
inanmasında ne fayda olabilir? Bilakis fayda, kendini Allah Teâlâ’nın huzurunda
kusurlu bilmektir. Yoksa elinde bir şey olmayan bir zavallı kulun yanında daha
yüksek olmakta fayda yoktur.
Beşinci Sebep:
Haset
etmektir, çekememezliktir. Mevki, ilim ve mal sahibi olan bir kimseyi
insanların iyi bilmesidir. Onu çekemez, hatalarını aramaya başlar, ona düşman
olur. Hakikatte ise kendine düşmanlık eder, bilmez. Çünkü bu dünyada üzüntü ve
haset eleminde, azâbında olur. Öbür dünyada da
gıybet azâbına düşer.
Altıncı Sebep:
Kötü
ve kusurlu iş yapanlarla alay etmek ve gülmektir. Bilmiyor ki, Allah Teâlâ’nın
huzurunda kendisinin yaptığı kusur, o kimsenin insanlar yanında yaptığı
kusurdan daha büyüktür. Eğer kıyâmet gününde, onun günahlarını, merkebe yükler
gibi, senin boynuna yükleyip cehenneme süreceklerini düşünsen, gülünmeye ve
alay edilmeye kendinin daha lâyık olduğunu anlarsın. Ve yine anlarsın ki hali böyle
olan bir kimse, aklı varsa alay ve gülme ile uğraşmaz.
Yedinci Sebep:
Başkası
bir günah işleyince, din yolundakiler gibi Allah Teâlâ’dan korkar, üzülür.
Üzüntüsünden de doğru söyler. Fakat bunu anlatırken o kimsenin ismini de söyler
ve bunun gıybet olduğunu bilmez. Ve yine bilmez ki, şeytan kendisine haset
etmiştir. Çünkü o üzüntü sebebiyle kendisine sevap verileceğini bilir. O
kimsenin ismini söyler, o gıybetin günahı o sevabı yutar.
Sekizinci Sebep:
Allahu
Teâlâ’nın indinde günah olan bir şeyi yapana kızar, yahut ona şaşar. Bu
şaşkınlık ve kızgınlık esnâsında o kimsenin adını söyler ve insanların
bilmesini ister. Bu kızgınlık sevâbını, gıybet ile götürür. Kızgınlığını ve
hayretini söylemeli, ismini ise katiyen söylememelidir. Bil ki, gıybet, yalan
gibi haramdır. [405]
1- Haksızlığa uğrayan kişinin hakkını savunmak ve almak için salâhiyetli
kişilere şikâyette bulunurken her şeyi açıklayabilir; zâlimin zulmünü
anlatabilir.
2- Yapılan kötülüğü ve günahkârı doğru yola getirmek gayesiyle
başkasından yardım isterken,
3- Fetvâ alırken, yeterli bir şekilde bilgi vermek için,
4- Bir müslümanı kötülük ve zarardan korumak için,
5- Bir insan, kusurundan meydana gelen lakabıyla meşhur olursa, onu küçük
düşürmek için değil, onu tanıtmak için,
6- Alenen (açıkça) günah işleyen birisinin açıktan günah işlediğini
anlatmak için. [406]
Gıybet
yapmak, insanlara zarar veren ve müslümanların amel defterindeki sevapların azalmasına,
böylece de âhirette çok zor duruma düşmesine sebep olan gerçekten çok kötü bir
davranıştır. Gıybetten hassâsiyetle kaçınmak gerekir. Dolaysıyla gıybete sebep
olan hususları iyi bilmeli ve ondan kendimizi korumalıyız.
İmam
Gazali (rh.a.) gıybete sevk eden hususları belirtmiştir: Bunlar, özetle
şöyledir:
1. İntikam duygusunu tatmin,
2. Arkadaşlarının kendisini konuşturup dinlemeleri ve kendisinin de
onlara uymasıdır. Onlar, onun bu gibi dedikodularından zevk alıp, onu
hoşnutlukla dinledikleri zaman dedikoduyu kesip sözü değiştirmesi veya oradan
kalkıp ayrılması, arkadaşlarının ağırına gidip kendisini terk edeceklerinden
korkarak onlarla gıybete dalması,
3. Kendi aleyhine olacak şeyin olmaması için gıybet etmek,
4. Kendisine isnad edilen şeyi başkasına yüklemek ve bu surette kendini
kurtarmak için gıybet etmek,
5. Kendini üstün görmek ve başkasını küçük göstermek için, ‘o câhildir,
aklı ermez, sözü değersizdir’ şeklindeki konuşmalar gibi,
6. Haset, çekememezlik bazen insanların birini övüp meth etmelerine, ona
saygı göstermelerine dayanamadığından, (kıskandığından) onu insanların gözünden
düşürmek maksadıyla aleyhinde konuşur.
7. Gülüp eğlenmek ve hoşça vakit getirmek için başkalarının ayıp ve
kusurlarını sıralamaktan ibarettir ki, bunun sebebi de kendi kendini
beğenmektir.
8. Adamı küçük gördüğü için, hem yanında, hem gıyabında adam ile alay
etmektir. Kendini büyük görüp, diğerini küçümsemesidir. [407]
Bu
gibi basit hususlardan dolayı gıybet edip hem dünyada hem de âhirette rezil
olmaya değer mi? Dolayısıyla ‘nasıl gıybet yaparız, hoş vakit geçiririz’ diye
değil, ‘nasıl gıybetten korunuruz’ onu düşünmeli.
Enes (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle
buyurduğu rivâyet edildi:
“Yanında
bir müslümanın gıybeti yapılırken gücü yettiği halde onu savunmayıp (gıybete
mâni olmaya çalışmayan) kimse de dünya ve âhirette gıybet etmişçesine günaha
girer (gıybet cezasını çeker).” [408]
Bir
kimsenin arkasından konuşulduğunda sadece onun gıybet eden günaha girmez Aynı
zamanda gıybeti dinleyen de ona mani olmaya çalışmayan da günaha girer.
İnsan, ya gıybete engel olmalı veya oradan gitmelidir;
yoksa, gıybet etmişçesine o da günaha girer. [409]
Dikkat etmeli, ne gıybet etmeli, ne de gıybet edilmesine müsaade etmeli;
gücümüzün yettiği kadar gıybete mâni olmaya çalışmalı veya oradan uzaklaşmalı.
İyi bir mü’min, İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı hassâsiyet gösteren ve ona
uymaya gayret eden kişidir.
“Allah’a
ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” [410]
“Gıybet
âcizlerin işidir.” [411]
“Sana
başkasından dedikodu getiren, senden de başkasına dedikodu götürür.” [412]
“Elin
ayıbını sana söyleyen, senin ayıbını da ele söyler.” [413]
“Arkadan
yapılan gıybetin büyüktür yâresi /Dilini tutmaktır bu günahın büyük çaresi.” [414]
“Kıymetten
düşmek istemezsen kimseyi kıymetten düşürme”
“Dedikodu
nâmertlerin işidir.” [415]
“Tabii
ki gıybet yapmak çok yanlıştır. Bu hataya düşmemeye gayret etmek lâzımdır.” [416]
Zan: Kesin inanca sahip olmamak, sanmak,
tahminde bulunmak demektir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey
iman edenler; zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Birbirinizin kusurunu ( hatalarını) araştırmayın.” [417]
1- Hüsn-i Zan (Güzel Zan): Kişiler hakkında güzel düşünmek, iyi kanaat sahibi
olmak demektir. Bir Müslüman diğer Müslüman hakkında iyi düşünmeli, hüsn-i zan
beslemelidir.
2- Sû-i Zan (Kötü Zan): Kişiler hakkında kötü düşünmek ve kötü tahminlerde
bulunmak demektir. Bu da kötü huylardan biridir ve haramdır. Haram olmasının
sebebi herkesin kalbinde olanı, gaybı bilen sadece Allah Teâlâ’dır, O bilir.
Dolayısıyla gözüyle görüp de te’vil kabul etmeyen kati bir mâlumata sahip
olmadıkça, herhangi kimse için kötü düşünmeye kimsenin hakkı yoktur. Gözünle
görmeyip de kulağınla duymadığın
hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır.[418]
Bundan dolayı çok dikkat etmeli, kesin bilmediğimiz hususlarda “şu şöyledir, bu
böyledir, sen benim hakkında kötü düşünüyorsun, benim kötülüğümü istiyorsun”
gibi şeytanî duygulara kapılmamalı, ön yargılarda asla bulunmamalı. Çünkü
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“İyice
(kesin) bilmediğin bir şeyi söyleme, arkasına düşme (ön yargıda ) bulunma.
Çünkü kulak, göz, (dil), kalp bunların
hepsi yaptıklarından mesuldür.” [419]
“Mü’min
erkeklerle mü’min kadınlara, yapmadıkları (kötü düşünceden ve suçlardan) bir
şeyden dolayı eziyet edenler bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” [420]
Yapmadıkları şeylerden sanki yapmış gibi suçlamada bulunmak iftiradır. İftira
etmek günahtır ve yasaktır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Zan
şüphesiz ki gerçeği ifade etmez.” [421]
Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Siz,
sû-i zan (kötü zan) etmekten sakınınız; Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır.” [422]
Ebu
Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslümanın kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak
yeter.” [423]
Bir
müslümanı küçük düşürmek için ona iftirada bulunmak, ona hakaret etmek, onu
kötü duruma düşürmeye çalışmak çok yanlıştır. Kişinin, kendisinin dünya ve
âhirette daha kötü duruma düşebileceğini düşünerek bu kötü davranıştan
vazgeçmesi gerekir. Mü’minlerin birlik beraberlik içerisinde birbirleri ile iyi
geçinmesi için uğraşmalı, aralarının açılmasına sebep olacak hususlardan
sakınmalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.):
“Ara
bozmak için laf getirip götüren kimse cennete giremez” [424]
buyurmaktadır. Dolayısıyla müslümanların arasını açmaya değil, yapmaya
çalışmalıdır. “Mü’minler ancak kardeştir, o halde kardeşlerinizin arasını
düzeltin ve Allah’ın emirlerine uygun
yaşayın ki rahmet olunasınız (cennete giresiniz)” [425]
buyrulmaktadır.
Müslüman
İslâm’a teslim olan kişidir. Dolayısıyla İslâm’ın istediği şekilde, müslüman
şahsiyetini ortaya koymalıdır, müslüman olmak neyi gerektiriyorsa onu
yapmaya çalışmalıdır. Yaratılış gayemiz sadece Allah’a kulluk olduğuna göre, [426]
müslümana düşen en önemli görev de sadece Allah’a kulluk yapmak, O’nun sevdiği ve râzı olduğu kul olmaya çalışmaktır.
“Kulluk
yalvarışınız olmasa Rabbiniz size ne diye önem versin (niye cennete koysun)?” [427] Dünyada en önemli şey, Allah’ın emrettiği gibi kul
olmaktır. Bu da kulluk bilincine ermek ve gerekeni yapmakla mümkündür.
“De
ki, şüphesiz benim namazım, ibâdetim, hayatım ve ölümüm (her şeyim) âlemlerin Rabbi olan
Allah içindir (deyin ve böyle yaşayın)”
[428]
buyrulmuştur.
Böylece
bütün yaşantımız, Allah ve Rasûlünün emrettiği gibi olmalıdır.
Gerçek
bir müslüman olmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır. Bu konuda çok sayıda kitap yazılmış, bunlardan bazıları şunlardır:
1- Muhammed Kutup, Biz Müslüman mıyız?, Hilal Yay.
2- Mevdûdî, Gelin Müslüman OIalım, Pınar Yay.
3- Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, Beyan Yay.
4- Beşir İslâmoğlu, Kulluk Bilinci, Denge Yay.
5- Ö. Vehbi Hatipoğlu, Müslümanın Müslümanlaşması, Mesaj Yay.
6- Fethi Yeken, Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, İslamoğlu Yay.
7- Prof. Dr. M. Ali Haşimi, Müslümanın Şahsiyeti, Risale Y.
8- Abdullah Büyük, Allah’tan Vahiy, Kullardan İbâdet, Suffe Yay.
9- Hüseyin Caneri, Ahlâk Bilinci, Denge Yay.
10- Beşir İslâmoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yay.
11- Mehmet Emre, Müslümanca Yaşama Sanatı, 1-3, Çile Yay.
12- Mehmet Hulusi İşler, Allah ve Resulünün İstediği Gerçek Müslüman, İşler
Yay.
13- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yay.
14- Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, 1-2, İnkılap Yay.
15- Mevdûdî, İslâmî Kavramlar, Pınar Yay.
16- Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yay.
17- Muhammed Kutup, Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Risale Yay.
18- Dr. Sadık Kılınç, Kur’an’da Günah Kavramı, Hibaş Yay.
19- Ahmed Kalkan, Müslümanın Akaidi, Özel Yay.
20- Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, vdğ. İslâm’da inanç Esasları,
M.Ü.İ.Fakültesi Vakfı Yay.
21- Dilaver Selvi, Temel İnanç Esasları, Semerkand Yay.
22- Kul Sadi Yüksel, Kelime-i Tevhid Davası, Yenda Yay.
23- Kul Sadi Yüksel, Bu Böyledir, 1-2, Yenda Yay.
24- Kul Sadi Yüksel, Arınmanın Yolu, Tevbe, Yenda Yay.
25- Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Aileyi Korumak, Yenda Yay.
26- Kul Sadi Yüksel, İlmi Kuşanmak,
Misyon Yay.
27- Kul Sadi Yüksel, Kurtuluş Adımları, Misyon Yay.
28- Kul Sadi Yüksel, İnsanı İhya, Misyon Yay.
29- Kul Sadi Yüksel, Muvahhidlerin Akidesi, Yenda Yay.
30- Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Şahsiyet, Yenda Yay
31- M. Zekeriyya Kandehlevi, Kur’ân ve Sünnete Göre Mutluluğun
Kazanılması, Terc. Harun Ünal, Vahdet Yay.
32- Mustafa İslamoğlu, Yürek Devleti, Denge Yay.
33- Mustafa İslamoğlu, Yürek Fethi, Denge Yay.
34- Mustafa İslamoğlu, Tasiyeler, 1-3, Denge Yay.
Ve kişisel gelişim için şu kitaplar da
okunabilir:
1- Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Başarının Prensipleri, Seha Yay.
2- Dr. Sevim Asımgil, Fert ve Ailede Mutluluk Yolu, Timaş Yay.
3- Cemal Uşşak, Başarının Yolları, Nesil Yay.
4- R. Şükrü Apuhan, Başarı Yolunda 70 Altın Kural, Timaş Yay.
5- Abdullah Çelikkanat, Başarının 100 Kuralı, Nesil Yay.
6- Ali Erkan Kavaklı, Başarıya Götüren Yol, Nesil Yay.
7- Yrd. Doç. Dr. Nurullah Genç, Zirveye Götüren Yol Yönetim, Timaş Yay.
8- Cemil Tokpınar, Ömür Boyu Aşk,
1-2, Nesil Yay.
9- Vehbi Vakkasoğlu, Doğru Düşünme ve Başarma Sanatı, Türdav Yay.
10- Prof. Dr. Necati Öner, Stres ve Dinî İnanç, T.D.V. Yay.
11- Şaban Piriş, Gençlik Rehberi, İstişare Yay.
12- A. Muhtar Büyükçınar, Mutluluk Yolları Hayat Kitabı, Hikmet Yay.
Yukarıda
sıraladığımız kitapların okunması; gerek ferdî ve ailevî gelişim, gerekse
insanlarla geçinme ve diğer problemleri aşmada bize fayda sağlayacaktır.
Kişisel gelişim için şu kitaplar da faydalıdır, okunabilir. Fakat dikkatli
okunmalı, çünkü batılılar tarafından yazılan bu tür kitaplar, İslâmî bir
anlayışla yazılmadığından ötürü “kader ve âhiret” hususunda vs. İslâm’a uymayan görüşler de var. Fakat çok iyi
formüller, örnekler de var, bunlardan faydalanmak mümkün, Tabiî ki, seçici
olmak gerekir.
Rasûlullah
(s.a.s.):
“İlim,
mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede
bulursa almaya en lâyık olan odur” [429] buyurmaktadır.
Dolayısıyla insanlara faydası olacak ilim, kim
tarafından ortaya konursa konsun, onu almalı ve ondan faydalanmalı. Batılıların
yazdığı kişisel gelişim kitaplarından en önemlileri şunlardır:
1- Dale Carnegie, Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Timaş Yay.
2- Dale Carnegie, Üzüntüsüz Yaşama Sanatı, Timaş Yay.
3- Dale Carnegie, Söz Söylemek ve İş Başarmak Sanatı, Timaş Yay.
4- Anthony Robbins, İçindeki Devi Uyandır, İnkılap Yay.
5- Anthony Robbins, Sınırsız Güç, İnkılap Yay.
6- Arthur Pine, Bir Kapı Kapanır Bir Kapı açılır, Sistem Yay.
7- John Maxwell, Başarı İçin, Sistem Yay.
Bu
tür kitapların faydası olmaktadır. Ancak seçici olmak gerekir.
Bu
kişisel gelişim kitapları “mutlak başarıya götürür” diye düşünmek de çok
yanlıştır.
İnsanların
gücü sınırlıdır. Mutlak başarı sadece Allah’a aittir. “Allah neyi dilerse
yapar. Bir işin olmasını isterse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” [430]
Dünya
hayatı imtihandır. İnsanlar yapacağı işlerde başarılı olabilir de, olmayabilir
de. Eğer başarıya ulaşılmışsa Allah
Teâlâ’ya şükretmeli.
“Başarım
ancak Allah’ın yardımı (nasibi) iledir.” [431]
“Sana
(insanlara) gelen her iyilik (ve başarı) Allah’tandır. (Allah’ın nasibi iledir.)” [432]
Müslüman kişi bu anlayışta olmalıdır.
Gerçek
müslüman İyi ahlâk sahibi olmaya özen gösteren,
Allah ve Rasûlü’nun emrettiklerini yapmaya gayret eden kişidir.
“En
hayırlınız, ahlâkça en iyi olanınızdır.” [433]
“Allah
katında en sevgili kullar ahlâkı en güzel olanlarıdır.” [434]
“Güzel
ahlâk en hayırlı dosttur. Çirkin ahlâk en zararlı düşmandır.” [435]
“En
güzel edeb; güzel ahlâk, en şiddetli fakirlik ahmaklık, en vahşi vahşet;
kendini beğenmek ve en üstün zenginlik akıldır.” [436]
“Ahlâk
güzelliği, beden güzelliğinden daha güzel ve daha devamlıdır.” [437]
“Ahlâkı
kötü insanla sohbet etme ki, günah irtikâbına meyletmeyesin.” [438]
“Bütün
cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyâkat görmedim.” [439]
“Sade
bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli; /Tek halâs imkânı var; Ahlâkımız
yükselmeli.” [440]
“İskender,
adı güzel, ahlâkı kötü bir adama demiş ki; ya adını değiştir, ya ahlâkını.” [441]
“Ahlâkta,
sanatta olduğu gibi hiç konuşulmaz, ancak yapılır.” [442]
“Milletler
parasızlıktan değil; ahlâksızlıktan çökerler.” [443]
“İslâm
insanlara en iyi ahlâk düzenini getirmiştir. Gayr-i İslâmî ahlâk anlayışı ise,
bu düzeni getirmekten âcizdir.” [444]
[1] Gazalî, el-İhyâ, 1/53
[2] S. Buhârî, Bedi’ul-Vahy, B. 1, Hds. 1; S. Müslim, K.
İmâre, B. 45, Hds. 155; S. Tirmizî, K.
Cihad, B. 16, Hds. 1698; S. Nesâî, K. Tahâre, B. 60, Hds. 75;
S. Ebû Dâvud, K. Talak, B. 10, Hds. 2201; S. İbn
Mâce, K. Zühd, B. 26, Hds. 4227
[3] Buhârî, Libas 43, İman 32; Müslim, Müsafirin 215; Ebû
Dâvud, Tatavvu 27;
Nesâî, Leyl 17; İbn Mâce, Zühd 1
[4] Dr. Mustafa Çağrıcı, Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı, s.
15-18. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2005: 374-375.
[5] İmam Mâlik, Muvatta, Kitabu Hüsnü’l-Hulk, Hds. 8;
Seçme Hadisler, s. 10, Hds. 2
[6] En’âm: 6/11-12
[7] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 375-376.
[8] Dr. Mustafa Çağrıcı,Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı, s .
15-24. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2005: 376-377.
[9] Âl-i İmrân: 3/154
[10] Fetih: 48/26
[11] Ahzâb: 36/33
[12] Mâide: 5/50
[13] Ahmed Kalkan, İslâm Akaidi, s. 272-273
[14] T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-18
[15] Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s.
91-92. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2005: 377-378.
[16] Dr. Sevim Asımgil, Fert ve Ailede Mutluluk, s. 58-59)
Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2005: 379.
[17] Vedat Aydın, Ahlâk Dersleri, s. 17
[18] Nahl: 16/90
[19] Kalem: 68/4
[20] İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 135, Hds. 273; İmam
Malik, Muvatta, K. Hulk, Hds. 8; İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 381
[21] Mâide: 5/2
[22] Beyine: 98/7
[23] Şems: 91/9-10.
[24] Câsiye: 49/15
[25] Buhârî Menâkib 23; Müslim, Fezâil 68; Tirmizî; Birr 47
[26] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî; Sılâ 61
[27] Tirmizî, Birr 61-62; İbn Mâce, Zühd 29
[28] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî, Birr 62
[29] Tirmizî, Radâ
11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve
Terhib, Terc. c. 5, s. 250, Hds. 7
[30] Tirmizî, Fiten 7
[31] Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 40; Dârimî, Rikak 73
[32] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s.
259, Hds. 14 Muhammed b. Nasr el-Mervezi’den
[33] İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 264, Hds. 25,
Taberânî ve İbn Hıbban Sahih’inden
[34] S. Tirmizî, K. Birri ve’s-Sıla, B. 70, Hds. 2087
[35] S. Tirmizî, K. Birr, B. 54, Hds. 2053; Dârimî, K.
Rikak, B. 74, Hds. 2794
[36] İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 269, Hds. 35,
Beyhâkî’den
[37] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 270,
Hds. 37, Ebû Ya’la’dan
[38] S. Müslim, K. Musâfirîn, B. 18, Hds. 139, S. Ebû
Dâvud, K. Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; S. Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; S.
Darimî, K. Salat, B. 165 ,Hds. 1342
[39] Yusuf
Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İkinci Kitap, s. 7-9. Süleyman Gülek, İnsan
Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 379-383.
[40] Tevbe, 9/108
[41] Bkz. S. Müslim, K. Tahâre, B. 1, Hds. 223
[42] Tirmizî, Edeb 41
[43] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. c. 12, s. 177, Hds. 2019;
Abdullah İbnü-l Mubarek, Kitabüz-Zühd ve’r-Rekaik, Terc. M. Adil Teymur, Seha
Yay. s. 17
[44] Bkz. S. Ebû Dâvud, K. Tıb, B. 1, Hds. 3855
[45] Nevzat Yüksel, Temel Dini Bilgiler, s. 190. Süleyman
Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005:
383-384.
[46] Bkz., İsrâ, 17/23
[47] Buhârî, K.
Edeb, B. 1, Hds. 1; Müslim, K. İman, B. 36, Hds. 137; Tirmizî, K. Birri ve’s-Sıla, B. 2, Hds. 1960
[48] Nesâî, Cihad 6; İmam Hafız el-Munziri, Terğib ve
Terhib Terc. c. 5, s. 114, Hds. 11. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve
İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 384-386.
[49] M. Zahid Kotku, Ana Baba Hakkı, s. 46
[50] Ebû Dâvud, Edeb 120; İbn Mâce, Edeb 2; İmam Hafız
el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 128, Hds. 32
[51] Bkz. Buhârî, Edeb 6; Müslim, İman 143-144, Tirmizî,
Birr 4
[52] Müslim, Zekât 38; Tirmizî, Birr 42; İbn Mâce, Cihad 4
[53] Ebû Dâvud, Zekât 45
[54] Bkz. Ebû Dâvud, Edeb 108; Tirmizî, Edâhî 17
[55]Bkz. Buhârî, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62
[56] İbn Mace, K. Zebâih, B. 1, Hds. 3163
[57] S. Tirmizî, K. Birr ve’s-Sıla, B. 33, Hds. 2618; İmam
Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 255, Hds. 2
[58] Bkz. İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizî,
Mevâkît 182
[59] Buhârî, Hibe 12-12; Müslim, Hibât 13
[60] Seyfettin Yazıcı, Temel Dini Bilgiler, s. 172
[61] Buhârî, Edeb 18, Müslim, Fezâil 65, Ebû Dâvud, Edeb
145, Tirmizî, Birr 12
[62] Tahrim: 66/6
[63] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 386-388.
[64] Tirmizî, Radâ 11; İbn Mâce, Nikâh 3 Süleyman Gülek,
İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 388.
[65] Nisâ: 4/19
[66] Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 15; İbn Mâce,
Nikâh 50
[67] Müslim, Radâ 61
[68] Ebû Dâvud, Nikâh 42; İbn Mâce, Nikâh 51
[69] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4; Ahmed bin Hanbel,
1/191; Terğib ve Terhib, c. 4, s. 214, Hds. 14
[70]Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
[71] Buhârî, Savm 51-55; Müslim, Sıyâm 182-187, Kader 34
[72] Bakara: 2/228
[73] Nisâ: 4/34
[74] Buhârî, Cum’a 11-19; Müslim, İmare 20; Ebû Dâvud,
İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihad 27
[75] Buhârî, Bed’u’l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh
120-122; Ebû Dâvud, Nikâh 40
[76] Müslim, Nikâh 10
[77] Şûrâ: 42/40
[78] Eşlerin karşılıklı vazifeleri konusunda geniş bilgi
alınabilecek kaynaklar:
1- Prof. Dr.
Bekir Topaloğlu, İslam’da Kadın, Rağbet Yay.
2- M.
Abdulhalim Hamid, İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Mektup Yay.
3- İslâm’da
Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Mektup Yay.
4- Mehmed
Said, Ailede Saâdet Prensipleri, Bahar Yay.
5- Aysel
Zeynep Tozduman, İslâm’da Kadın Hakları, Seha Yay.
6- Ali Rıza
Temel, Mutlu Bir Yuva Nasıl Kurulur, Nasıl Korunur, Seha Yay.
7- Emine
Şenlikoğlu, İslâm’da Erkek, Mektup Yay.
8- Dr. Sevim
Asımgil, Fert ve Ailede Mutluluk Yolu, Timaş Yay.
9- Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Aileyi Kurmak, Yenda
Yay.
10- Bahattin
Sağlam, İslâm’da Kadın ve Mutluluk, Tebliğ Yay.
11- İslâm’da
Evlilik ve Aile, Vefa Yay.
12- Melâhat
Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, Misak Yay.
13. Dr. M.
Yaşar Kandemir, Mutlu Bir Yuva İçin, Nesil Yay. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği
Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 388-391.
[79] Bkz. Nahl:16/90
[80] Buhârî, Büyû’ 13; Müslim, Birr ve’s-Sıla 20-21; Ebû
Dâvud, Zekât 43; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 144, Hds. 3
[81] S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 129, Hds. 5140
[82] Buhârî, Edeb 11; Müslim, Birr ve’s-Sıla 18-19; Ebû
Dâvud, Zekât 15
[83] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 391-392.
[84] Nisâ: 4/36
[85] S. Buhârî, K. Edeb, B. 31, Hds. 48-49; Müslim, K.
Lukata, B. 3, Hds. 14; S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 132, Hds: 5154
[86] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 189, Hds. 24, Taberânî ve
Bezzar’dan Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 393-394.
[87] Bkz. S. Müslim, K. İmâre, B. 43, Hds. 152; S. Tirmizî,
K. Zühd, 8, 35, Hds. 2489; S. Nesaî, K. Cihad, B. 22, Hds: 36
[88] Zümer: 39/2-3.
[89] S. Buhârî, K. İman, B. 41, Hds. 47; S. Müslim, K.
İmâre, B. 45, Hds. 155;
S. Tirmizî, K. Cihad, B. 16,
Hds. 1698; S. Ebû Dâvud, K. Talak, B. 10, Hds. 2201; S. Nesâî, Tahâre, B. 60,
Hds. 75; S. İbn Mâce, K. Zuhd, B. 26, Hds 4227
[90] Nesaî, Cihad 24; Teğrib ve Terhib, c. 1, s. 50, Hds. 8
[91] Buhârî, İman
39; Müslim, Müsâkat 107; Nesâî, Büyû 2; Ebû Dâvud, Büyû 3
[92] Müslim, Birr 33-34 ; İbn Mâce, Zühd 9 Süleyman Gülek,
İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 394-395.
[93] Mülk: 67/2
[94] Hûd: 11/112
[95] Müslim, İman
62; Tirmizî, Zühd 61; İbn Mâce, Fiten 12; Ahmed bin Hanbel, c. 3, s. 413
[96] Mâide: 5/119
[97] Buhârî, Edeb.
69; Müslüm, Birr
103- 105; Eaû Dâvut , Edeb 80;Tirmizî , Birr 46; İbn
Mâce,, Duâ 5
[98] Tevbe:, 9/119
[99] Fâtiha: 1/5-7
[100] Kasas: 28/50
[101] İsrâ: 17/9
[102] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 395-397.
[103] Bakara: 2/152
[104] Nisâ: 4/147
[105] Âl-i İmrân: 3/145
[106] İbrahim: 14/7
[107] Nisâ: 4/79
[108] Mahir İz, Din ve Cemiyet, s. 159
[109] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35
[110] Nahl: 16/18
[111] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 397-399.
[112] İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi, çev. İsmail Mutlu vdğ., İst. 1996, c. 2, s. 528, Hds: 2522 (3137)
Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2005: 399.
[113] Meryem, 19/65
[114] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 399-400.
[115] Teğâbün:,
64/16
[116] Bkz. Bakara: 2/45
[117] Bakara: 2/250
[118] Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1; Ebû Dâvud, Sünnet
22; Tirmizî, Cennet 21; Nesaâî, Eyman 3
[119] S. Buhârî, K. Zekât, B. 51, Hds. 71; S. Müslim, K.
Zekât, B. 42, Hds. 124; S. Ebû Dâvud, K.
Zekât, B. 28, Hds. 1644; S. Nesâî, K. Zekât, B. 85, Hds 2578
[120] S. Tirmizî, K. Tıb, B. 1, Hds. 2107
[121] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 400-401.
[122] Ankebût: 29/2
[123] Bakara: 2/155-156
[124] Bakara: 2/201
[125] Müslim, Zühd
64; Dârimî, Rikak 61
[126] Buhârî, Cenâiz 32-43; Müslim, Cenâiz 14-15; Ebû Dâvud,
Cenâiz 23; Tirmizî, Cenâiz 13; Nesâî, Cenâiz 22
[127] Bakara: 2/153
[128] Teğâbün: 64/11
[129] Zümer,: 39/10
[130] Sabır hakkında geniş bilgi için bkz. İmam Gazalî,
İhyau Ulumi’d-Din, Terc. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yay. c. 4, s. 113-152 Süleyman
Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005:
401-403.
[131] Nûr, 24/31
[132] Tahrim, 66/8.
[133] Hüd, 11/3.
[134] Müslim, Zikir 42; Ebû Dâvud, Vitir 26; Tirmizî, Tefsirul- Kur-an 47; İbn Mâce, Edeb 57.
[135] Mutaffifin:
83/14.
[136] İbn Mâce,
Zühd 29; Tirmizî, Tefsir’l- Kur-an 74; Müslim, İman 231
[137] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 403-404.
[138] İslâmî Bilgiler
Ansiklopedisi, Hikmet Yay. c. 3, s. 216
[139] S. İbn Mâce, K. Zühd, B. 30, Hds. 4250
[140] Müslim, Tahâet 16; Tirmizî, Salât 160; İbn Mâce, Salât
79
[141] Lokman:, 31/33
[142] Nâziât:79/40-41
[143] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 404-406.
[144] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramalar, s. 512
[145] Nûr: 24/52
[146] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 665-666
[147] Bakara: 2/150
[148] Bakara: 2/102
[149] Teğâbün: 64/16
[150] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, c. 3, s. 175
[151] Hucurât: 49/13
[152] Âl-i İmrân: 3/133-136
[153] Takvâ hakkında geniş bilgi için bkz. Doç. Dr.
Lutfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Takvâ,
Seha Yay. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2005: 406-408.
[154] Nahl: 16/90
[155] Nisâ: 4/139
[156] Nisâ: 4/58
[157] Mâide: 5/8
[158] S. Buhârî, K.
Hûdud, B. 13, Hds. 17; S. Müslim, K. Hûdud, B. 2, Hds. 8; S. Nesâî, K.
Kat’u’s-Sarik, B. 6, Hds. 4864; S. Ebû Dâvud, K. Hûdud, B. 15, Hds. 4396-4397;
Tirmizî, K. Hûdud, B. 6, Hds. 1454; İbn Mâce, K. Hûdud, B. 6, Hds.
2547-2548
[159] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 408-409.
[160] Bakara:, 2/195
[161] Kasas: 28/77
[162] S.Müslim, K. Zühd, B. 8, Hds. 2963; S. Tirmizî, K.
Kıyamet, B. 59, Hds. 2515
[163] S. Müslim, K. Zekât, B. 43, Hds. 125; S. Tirmizî, K.
Zühd, B. 25, Hds. 2453; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 2 , s. 269,
Hds. 44
[164] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 409-410.
[165] Bakara: 2/195
[166] Bakara: 2/215
[167] Bakara: 2/272
[168] Münâfikûn, 63/10
[169] S. Tirmizî, K. Birr ve’s-Sıla, B. 40, Hds. 2027
[170] Bakara: 267
[171] Kasas: 28/77
[172] Âl-i İmrân:
3/92
[173] Bkz. Bakara: 2/195; Âl-i İmran: 3/134; Mâide: 5/13;
A’râf: 7/57; Tevbe: 9/120
[174] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1; Tirmizî, İman 4; Ebû
Dâvud, Sünnet 17; Nesâî, İman 6; İbn Mâce, Mukaddime 9
[175] Bkz. Nahl: 16/90
[176] S. Buhârî , K. Edeb, B. 7, 27, Hds. 41; S. Müslim, K. Birr ve’s-Sıla, B. 17,
Hds. 66
[177] İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi,
Çev. İsmail Mutlu, c. 3, s. 331, Hds. 3570 (8453)
[178] Bkz. Hucurât: 49/10
[179] S. Müslim, K. Selâm, B. 21, Hds. 61-63
[180] S. Buhârî, K. İkrah, B. 7, Hds. 12; S. Müslim, K. Birr
ve’s-Sıla, B. 16, Hds. 62; S. Tirmizî, K. Fiten, B. 58, Hds. 2356; S. Darimî, K. Rikak, B. 40, Hds. 2756
[181] Mâide: 5/2
[182] S. Buhârî, K. İman, B. 6, Hds. 6; S. Müslim, K. İman,
B. 17, Hds. 71; S. İbn Mâce, Mukaddime,
B. 9, Hds. 66; S. Nesâî, K. İman, B. 19, Hds. 4983; S. Tirmizî, K. Sıfatu’l-Kıyame, B. 22, Hds.
2634; S. Dârimî, K. Rikak, B. 29, Hds. 2743
[183] Haşr: 59/9
[184] Enfâl: 8/72
[185] Bakara: 2/268
[186] Nisâ: 4/37
[187] Bkz. Zümer: 39/49-52
[188] Bkz. Teğâbün: 64/15-17
[189] Hadid: 57/23
[190] Ra’d: 13/26
[191] Bakara: 2/155
[192] Zâriyât: 51/19
[193] Bakara: 2/195
[194] Tirmizî: Birr 40
[195] Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 57
[196] İsrâ: 17/29
[197] A’râf: 7/31
[198] Furkan: 25/67
[199] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 213
[200] Seyyit Şerif Curcâni, Arapça Türkçe Terimler Sözlüğü,
Terc. Arif Erkan, s. 138
[201] Bakara: 2/274.
[202] Buhârî, Nafaka 1, İman 41; Müslim, Zekât 49; Nesaî,
Zekât 60
[203] Buhârî, Zekât 10; Müslim, Zekât 66-70; Tirmizî,
Kıyâmet 1; Nesâî, Zekât 63-64; İbn Mâce, Zekât 28
[204] Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94-95; Ebû Dâvud,
Zekât 28; Tirmizî, Zühd 32; Nesâî, Zekât
50
[205] Tirmizî, Birr 28
[206] Tirmizî, Fiten 76
[207] Tevbe: 9/34-35
[208] Buhârî: Rikak 12
[209] Bakara: 2/272
[210] Müslim, Zekât 56; Buhârî, Cihad 72; Ebû Dâvud, Edeb 160
[211] Müslim, Zekât 53; Buhârî, Edeb 33; Ebû Dâvud, Edeb 60;
Tirmizî, Birr 45
[212] Müslim, Zekât 55; Buhârî, Zekât 30, Edeb 33
[213] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 2, s.313,
Hds. 42, Tirmizî’den
[214] A.g.e., c. 2,
s. 313, Hds. 39, Taberânî rivâyet etmiştir.
[215] İmam Hafız
el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 30, Hds. 13, Ebu Hureyre’den rivâyet edilmiştir.
[216] Buhârî, Zekât 14; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât 28;
Nesâî, Zekât 48; İbn Mâce, Zekât 28
[217] A.g.e., c. 2, s. 411, Hds. 14, Tirmizî’den.
[218] Bkz. Tevbe: 9/60; Bakara: 2/43
[219] Bkz. Buhârî, İman 1; Müslim, İman 19-21
[220] Dârimî, Mukaddime 46; Kütub-i Sitte, c. 16, s. 547,
Hds. 71
[221] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 93-94
[222] Mâûn: 107/1-7
[223] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 2, s. 274, Hds. 53, Buhârî, Müslim,
Tirmizî ve Nesâî rivâyet etmiştir.
[224] Tirmizî,
Zühd 34;
İbn Mâce, Zühd, 9;İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib,
c..2, s ..271, Hds.50
[225] Saff: 61/10-12
[226] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 410-423.
[227] Bkz. Bakara: 2/158; Nisâ: 4/23, 24, 101, 102, 128;
Nur: 24/29, 58, 60
[228] Bkz. Dr. Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, s. 122,
Naklen
[229] Kul Sadi Yüksel, Arınmanın Yolu Tevbe, s. 16-17
[230] Nisâ: 4/31
[231] Necm: 53/32
[232] Ahmed Kalkan, Kur’ân-ı Kerim Kavram Tefsîri, s. 2861
(İsm/Günah Kavramı, K. No: 117)
[233] M. Zahit Kotku, Mü’minlere Vaazlar, c. 2, s. 17
[234] S. Tirmizî, K. Fiten, B. 7, Hds. 2254
[235] S. Müslim, K. Birri ve’s-Sıla, B. 6, Hds. 14 -15; S.
Tirmizî, K. Zühd, B. 40, Hds. 2497; S. Dârimî, K. Rikak, B. 73, Hds. 2792
[236] S. Buhârî, K. Vesâyâ, B. 24, Hds. 29; S. Müslim, K.
İman, B. 38, Hds. 145; S. Ebû Dâvud, K. Vesâyâ, B. 10, Hds. 2874; S. Nesâî, K.
Vesâyâ, B. 12, Hds. 3652
[237] İbn Kesir Tefsiri, Terc. c. 4, s. 1667
[238] Dr. Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, s. 325
[239] Günah konusunda geniş bilgi için bkz. Dr. Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, Hibaş Yay.
[240] İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 1670
[241] Doç. Dr. A. Lütfi Kazancı, İslâm Akaidi, s. 32
[242] Bkz. Nisâ: 4/48, 116
[243] Ebû Dâvud,
Sünne 21; Tirmizî, Kıyâme 11
[244] Dr. Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, s. 328, 329
[245] Nisâ: 4/98
[246] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Yay.,
c. 6, s. 502
[247] Zümer: 39/53
[248] İbn Kesir Tefsiri, c. 13, s. 6940
[249] Meryem: 19/60
[250] Lokman: 31/1
[251] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 423-427.
[252] İsrâ: 17/32
[253] Furkan: 25/68
[254] Bkz. Furkan:
25/68-69
[255] Nûr: 34/2
[256] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 256
[257] Bkz. Hûd: 11/165-166; Şûrâ: 26/77-81
[258] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, c. 1, s.
224
[259] S. Tirmizî, K. Radâ, B. 12, Hds. 1175
[260] Bakara: 2/222-223
[261] İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, 6/368-369; Naklen: Doç.
Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, s. 201
[262] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 427-430.
[263] Mâide: 5/90-91
[264] Yusuf el-Kardavî, Helâller ve Haramlar, s. 75-76
[265] Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Eşribe 74-75; İbn Mâce,
Eşribe 9; Nesâî, Eşribe 24; Tirmizî,
Eşribe 1
[266] Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâî, Eşribe
25; İbn Mâce, Eşribe 10
[267] İbn Mâce, Eşribe 6; Tirmizî, Büyû’ 58; Ebû Dâvud,
Eşribe 2
[268] Müslim, Müsâkat
68; Nesâî, Büyû’ 90; Nesâî, Büyû’ 90; İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s.
6, Hds. 3-5
[269] S. Tirmizî, K. İstihsan ve’l-Adab, B. 76, Hds. 2952;
S. Dârimî, K. Eşribe, B. 4, Hds. 2098; İmam Hafız Mel-Munzirî, Terğib ve Terhib
Terc. c. 5, s. 11, Hds. 11
[270] Müslim, Eşribe 3, 12; Ebû Dâvud, Tıb 11
[271] İbn Mâce, Eşribe 1; Nesâî, Eşribe 22; İmam Hafız
el-Munzirî, Terğib ve terhib, c. 5, s. 17, Hds. 25
[272] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 430-433.
[273] Bakara: 2/188; Nisâ: 4/29
[274] Mâide: 5/ 90-91
[275] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 10
[276] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, vdğ, İlmihal, c. 2, s.
121
[277] Yusuf
el-Kardavi, Helâller ve Haramlar, s. 309
[278] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, vdğ., İlmihal, c. 2, s.
121
[279] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 10
[280] Hayreddin Karaman, Helâller ve Haramlar, s. 158
[281] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 433-435.
[282] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, vdğ. İlmihal, c. 2, s.
411
[283] Bakara: 2/278-280
[284] Geniş bilgi için bkz. Hayrettin Karaman, Helâller ve
Haramlar, s. 83-97
[285] Celal Yıldırım, Büyük Günahlar, s. 98
[286] Rûm: 30/39
[287] Bakara: 2/275
[288] Müslim, Musâkat 106; Buhârî, Büyû’ 113; Ebû Dâvud,
Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2; İbn Mâce, Ticâre 58; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib
ve Terhib Terc. c. 4, s. 141, Hds. 4
[289] Buhârî, Vesaya 23;
Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesaya 10; İmam Hafız
el-Munzirî, a.g.e. c..4, s. 139, Hds .1
[290] Âl-i İmrân: 3/130
[291] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 435-437.
[292] Bakara: 2/229
[293] Lokman: 31/13
[294] Mâide: 5/45
[295] Nahl:16/90
[296] Şûrâ: 42/40
[297] Müslim, Birr 55; Tirmizî, Kıyâmet 49; İmam Hafız
el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 431, Hds. 1
[298] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 32; Ebû Dâvud, Edeb
46; Tirmzi, Birr 18; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 433,
Hds. 8
[299] Müslim, Birr 60; Ahmed b. Hanbel, c. 2, s. 303; İmam
Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 435-436, Hds. 12
[300] Mâide:, 5/39
[301] Bkz. Bakara: 2/35, 231
[302] Tevbe: 9/23
[303] Hûd: 11/113
[304] Geniş bilgi için bkz. Burhan Bozgeyik, Meşhur
Zâlimler, Erhan Yay.
[305] Hadis-i şerif
[306] Hadis-i şerif
[307] Hz. Ebu Bekir (r.a.
[308] Hz. Ali (r.a.)
[309] Hz. Ali (r.a.)
[310] Cenab Şahabeddin
[311] M. Akif Ersoy
[312] M. Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 417-418
[313] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 437-440.
[314] Hırsızın elinin kesilmesi hususunda geniş bilgi için,
bkz. Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Terc. Dr. Ahmet Efe, vdğ.,
c. 7, s. 387-416; Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, Terc.
Mehmet Keskin, c. 7, s. 3083-3096; Dr.
Hayrettin Karaman, Ana Hatlarıyla İslâm
Hukuku, s. 218-220
[315] Mâide: 5/38
[316] Buhârî, Hûdud 13; Müslim, Hûdud 8; Nesâî, Sârık 6; Ebû
Dâvud, Hudûd 15; Tirmizî, Hudûd 6; İbn Mâce, Hudûd 6; Dârimî, Hudûd 5
[317] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 440-441.
[318] Bakara: 2/188
[319] Tirmizî, Ahkâm 9; Ebû Dâvud, Akdiye 4; İbn Mâce, Ahkâm
2
[320] İmam Hafız el-Munzirî, Teğrib ve Terhib, c. 4, s. 428,
Hds. 2, Taberânî’den
[321] A.g.e., c. 4, s. 429, Hds. 5, Ahmed, Bezzar ve
Taberânî rivayet etmiştir.
[322] A.g.e., c. 4, s. 430
[323] S. Müslim, K. İmâre, B. 7, Hds. 26
[324]Doç. Dr. Hayrettin Karaman, Helâller ve Haramlar, Nesil
Yay. s. 175
[325] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 442-443.
[326] A’râf: 7/31
[327] İsrâ: 17/26
[328] Furkan: 25/67
[329] Hadis-i şerif
[330] Hz. Ebubekir (r.a.)
[331] Hz. Ömer (r.a.)
[332] İmam-ı Âzâm (rh.a.)
[333] Ebu’l Fethi’l-Bûsti
[334] Sâid-i Nursî
[335] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler ve İbretli Sözler, s.
213
[336] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 443-445.
[337] Said Havva, İslâm’da Nefis Tezkiyesi, s. 195
[338] Mâûn: 107/6
[339] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 445-446.
[340] Müslim, İman 147; Ebû Dâvud, Libas 26; Tirmizî, Birr
61
[341] Mü’min: 40/60
[342] Bkz. Mü’minûn: 23/47
[343] Sâd: 38/76
[344] İmam Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn Terc. c. 3, s. 742-748
[345] Lokman: 31/18
[346] İbn Mâce, Zühd 16; İmam Hafız el-Munzirî, a.g.e., c.
5, s. 458, Hds. 6
[347] Buhârî, Eymân 9; Müslim, Cennet 47; Tirmizî, Cehennem
3
[348] Müslim, İman 147-148; Ebû Dâvud, Libas 26, Edeb 29;
Tirmizî, Birr 61
[349] İsrâ: 17/37
[350] Hadis-i Şerif
[351] Hz. Ali (r.a.)
[352] Şeyh Mağribî
[353] Hz. Ali (r.a.)
[354] İmam Şafii (rh.a.)
[355] Şinasî
[356] Nizâmî
[357] John Ruskin
[358] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler ve Unutulmaz İbretli
Sözler, s. 153-154. (Benjamin Franklin)
[359] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 446-448.
[360] Hac: 22/60
[361] Müslim, İman 62; Tirmizî, Zühd 47; İbn Mâce, Fiten 12;
Dârimî, Rikak 4
[362] Bakara: 2/10
[363] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103; Ebû Dâvud, Edeb 80
[364] Bkz. Buhârî, Şehâdât 10; Müslim, İman 143-144;
Tirmizî, Birr 4
[365] Bkz. Buhârî, Eymân 16; Nesâî, Tahrim 3
[366] Buhârî, Edeb 122; Müslim, İman 107-108
[367] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101; Ebû Dâvud, Edeb 50;
Tirmizî, Birr 26
[368] Hadis-i Şerif
[369] Hadis-i Şerif
[370] Serven (r.a.)
[371] Cenab Şahabeddin
[372] Ali Fuat Başgil
[373] Denis Diderot
[374] Francis Bacon
[375] Denis Diderot
[376] Çiçero
[377] De Girordin)
[378] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 398-400. (A.
Pavloviç Çehov)
[379] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 449-450.
[380] İmam Gazalî, İhyâu Ulûmid-Dîn, Terc. Ahmet Serdaroğlu,
c. 3, s. 425-426
[381] Ebû Dâvud, Edeb 52; İbn Mâce, Zühd 22
[382] Hucurât: 49/10
[383] Tirmizî, Kıyâmet 54
[384] Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24
[385] En’âm: 165
[386] Zümer: 39/49-50
[387] Bakara: 2/155-156
[388] Haset hakkında geniş bilgi için bkz. İmam Gazlî, İhyâu
Ulumi’d-Dîn, c. 3, s. 418
[389] Hadis-i Şerif
[390] Ahnef b. Kays (r.a.)
[391] Hz. Ali (r.a.)
[392] Ali Emirî
[393] Russey Rubutin
[394] La Rofhetoucauld
[395] Chry Sostom
[396] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 171-172
(Nikolayeviç Tolstoy)
[397] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 450-453.
[398] Müslim, Birr 70; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23;
İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve terhib, c. 5, s. 410- 411, Hds. 31
[399] Hucurât: 49/12
[400] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 410,
Hds. 30, Müslim, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmiştir.
[401] Mü’minûn: 23/3
[402]Buhârî, Rikak 23; Müslim, İman 74-77; Ebû Dâvud, Edeb
123; Tirmizî, Kıyâmet 50
[403] Buhârî, İman 4-5; Müslim, İman 64-69; Ebû Dâvud, Cihad
2; Tirmizî, Kıyâmet 50-52; Nesâî, İman
8-9
[404] Tirmizî, Birr 20; Riyâzü’s-Sâlihîn Terc. D.İ.B. Yay.,
c. 3, s. 113, Hds. 1557
[405] İmam Gazalî, Kimya-yı Saâdet, Terc. A. Faruk Meyan,
Bedir Yay. s. 445-447. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 454-457.
[406] İmam Gazalî, İhyâu Ulumi’d-Din, Terc. Ahmed
Serdaroğlu, c. 3, s. 337-340
[407] İmam Gazalî, a.g.e., c. 3, s. 327-328
[408] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 415,
Hds. 40, İbn Ebi Dünya’dan.
[409] A.g.e, c. 5, s. 41
[410] Hadis-i Şerif
[411] Hz. Ali (r.a.)
[412] İmam Şâfii (r.a.)
[413] Muallim Naci
[414] M. Alhas Sertkaya
[415] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 147(Atasözü)
[416] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 458-460.
[417] Hucurât: 49/12. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve
İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 460.
[418] İmam Gazalî, İhyâu Ulumi’d-Din, Terc. c. 3, s. 334-335
[419] İsrâ: 17/36
[420] Ahzâb: 33/58
[421] Necm: 53/28
[422] Buhârî, Vesâyâ 8; Müslim, Birr 28; Tirmizî, Birr 56
[423] Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18; İbn Mâce, Zühd 23;
Ebû Dâvud, Edeb 40
[424] Buhârî, Edeb 49-50; Müslim, İman 68-170; Ebû Dâvud,
Edeb 33; Tirmizî, Birr 79
[425] Hucurât, 49/10
[426] Bkz. Zâriyât: 51/56
[427] Furkan: 25/77
[428] En’âm: 6/162
[429] S.Tirmizî, K. İlim, B. 19, Hds. 2827
[430] Âl-i İmrân: 3/47
[431] Hûd: 11/88
[432] Nîsâ: 4/79
[433] Hadis-i Şerif
[434] Hadis-i Şerif
[435] Hz. Ömer (r.a.)
[436] Hz. Ali (r.a.)
[437] Hz. Ömer (r.a.)
[438] İmam-ı Azam (r.a.)
[439] Mevlana Celaleddin-i Rumi
[440] Mehmet Akif Ersoy
[441] Büyük İskender
[442] Ernest Renan
Süleyman Gülek, İnsan
Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 460-464.
[443] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 18
[444] Ahlâk hakkında geniş bilgi alınabilecek kaynaklar:
1. Hüseyin
Caneri, Ahlâk Bilinci, Denge Yay.
2. Hasan Ege,
İslâm Ahlâkı, Bahar Yay.
3. Prof. Dr.
M. Es’ad Coşan, Ailenin Ahlâk Kılavuzu, Seha
Yay.
4. Dr. Mustafa
Çağrıcı, İslâm Ahlâkı, Ensar Neşriyat
5. Ahmet Efe,
Ahlâk Bilgileri, Seha Yay.
6. Dr. Recep
Kılınç, İnsan ve Ahlâk, T.D.V. Yay.
7. M. Zahit
Kotku, Tasavvufi Ahlâk, 1-5, Seha Yay.
8. Said Havva,
İslâm’da Nefis Terbiyesi, Yenda Yay.
9. M. Zahit
Kotku, Tenbihler, Seha Yay.
10. M. Zahit
Kotku, Nefis Terbiyesi, Seha Yay.
11. İmam
Şarani, İslâm Büyüklerinin Örnek Ahlâkı ve Hikmetli Sözleri, Sönmez Neşriyat
12. İmam
Gazalî, İhyâu Ulumi’d-Dîn, 1-4, Bedir Yay.
13. İmam
Gazalî, Kimya-yı Saâdet, Bedir Yay.
14. İmam
Birgivî, Tarikat-ı Muhammediyye, Demir Yay.
15. İmam
Rabbanî, Mektûbât, 1-3, Akit Gazetesi Yay.
16. Hasan
el-Mâverdi, Edeb-i Dünya ve Din, Bahar Yay.
17. Dr. M.
Zeki Duman, Kur’ân-ı Kerim’de Adab-ı Muaşeret, Görgü Kuralları, Tuğra Yay.
18. Tahir
Büyükkörükçü, Edeb, Cağaloğlu Yay.
19. Harun
Yahya, Çözüm Kur’ân Ahlâkı, Vural Yay.
20. M. Emin
Er, Dinin Temelleri, Seha Yay.
21. Celal
Yıldırım, İlâhi Hikmetler, Büyük Sevaplar, Uysal Yay.
22. Celal
Yıldırım, İlâhi Yasaklar, Büyük Günahlar, Uysal Yay.
23. Yusuf
el-Kardavi, İslâm’da Helâl ve Haramlar, Hilal Yay.
24. Hayrettin
Karaman,Helâller ve Haramlar, Nesil Yay
25. Hafız İmam
Zehebi, Büyük Günahlar, Hak Yay.
26. Mehmet
Emre, Lanetlenmiş Kişiler ve İşler, Erhan Yay.
27. M. Zahit
Kotku, Mü’minlere Vaazlar, Seha Yay.
28. Kul Sadi Yüksel,
Muvahhid Şahsiyet, Yenda Yay.
28. Vedat
Aydın, Ahlâk Ders Kitabı, Denge Yay.