İSLÀM DEVLETİNİN
KURULMASI KARŞISINDA DURAN
ENGELLER
Birinci Cihan Savaşı
sona erdi. Müttefikler İslâm Devleti'nin bütün beldelerini işgal
ettiler. Onların nihai hedefi bu devleti tamamen yok etmek ve bir
daha kuruluşunu engellemekti. Nitekim onlar bu devleti nihai şekilde
yok ettiler ve İslâm dünyasının herhangi bir kısmında İslâm
Devleti'nin tekrar kurulmasını engellemek için çalışmaya
başladılar. Bunun için bir kaç plan çizdiler. Ve İslâm
Devleti'nin tekrar var olmamasını garanti edecek bir çok usluplar
kullandılar. Ve hala bunun için çalışıyorlar.
Sömürgeci kâfirler, İslâm
memleketlerini işgal eder etmez çizdikleri esaslar üzerine bu
memleketlere yönetimlerini yerleştirmeye başladılar. 1918'de
Osmanlı Devleti'nin yönetimi altında bulunan beldeleri işgal
ettiler. 1922 senesine kadar bu beldelerde askerî yönetimi kurdular.
Kendi yönetimlerini, bazı beldelerde "manda yönetimi" adı
altında, bazılarında da "özerklik" adı altında
yerleştirdiler. 1924 senesi gelir gelmez düşmanlar özellikle
Britanya, İslâm Devleti'nin kuruluşuyla ilgili mevcud olan her şüpheyi
yok etmek için çeşitli işler yaptılar. Bu senede M. Kemal, sömürgeci
kâfirlerin tesiri ile Osmanlı Devleti'nden Hilâfet'i kaldırıp
yerine Demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. İslâm Devleti'nin
geri dönmesi ile ilgili son ümidi kaldırdı.
O sene Hicaz'dan da Hüseyin b.
Ali çıkartıldı ve Kıbrıs'ta hapsedildi. Çünkü o, halife olmayı
istiyordu. Aynı sene Kahire'de yapılan Hilâfet Konferansına
İngilizler ajanları vasıtası ile müdahale ettiler. O konferansın
dağılmasına ve başarısız hale gelmesine çalıştılar. Aynı
sene İngilizler, Hindistan'da kurulan Hilâfet Cemiyetini ilga etmek,
çalışmasını suya düşürmek ve seyrinin millî ve milliyetçi
hale dönüşmesini sağlamak için çalıştılar.
Yine aynı sene sömürgeci
kâfirlerin tesiri ile Mısır'da Ezher'in bazı alimleri tarafından
dini devletten ayırmaya davet eden, İslâm'da yönetim esaslarının
bulunmadığını iddia eden İslâm'ı kehanetçi bir din suretinde
gösteren, İslâm'da yönetimle ve devletle ilgili bir şeyin geçmediğini
anlatan bir takım yazılar ve kitaplar çıkartıldı. O sene ve
ertesi senelerde Arap memleketlerinde şu iki konu üzerinde kısır
tartışmalar çıktı. “Arap Camiası/Birliği” mi daha iyi ve
daha sağlıklıdır, yoksa “İslâm Birliği” mi daha iyi ve
sağlıklıdır. Gazeteler ve dergiler bu iki konuyla uzun müddet meşgul
oldu. Halbuki “İslâm Birliği” ve “Arap Birliği” ikisi de
doğru ve sağlıklı bir şey değildir. Ayrıca onların var
olmaları İslâm Devleti'nin kuruluşunu engeller. Fakat sömürgeci
kâfirler, zihinleri İslâm Devleti'nden uzaklaştırmak için bu
tartışmayı ortaya çıkarttılar. Bu şekilde sömürgeciler İslâm
beldelerinde Hilâfet ve İslâm Devleti düşüncesini zihinlerden
uzaklaştırabildiler.
Sömürgeciler, işgalden önce
Türk gençleri arasında Türk milleyetçiliğini ve Türkiye'nin
Türk olmayan halkların yükünü taşıdığını ve bunun için bu
halklardan vazgeçme zamanının geldiği düşüncesini yaymaya başladılar.
Türk milliyetçiliği ve Türkiye'nin Türk olmayan memleketlerinden
bağımsız olmasını temin etmek için çalışacak siyasî partiler
kuruldu. Sömürgeci kâfir, Arab gençleri arasında da Arap milliyetçiliği
ile ilgili sözleri, Türkiye'nin sömürgeci bir devlet olduğu ve
Arablar için Türk sömürgeciliği buyonduruluğundan kurtulmanın
zamanının geldiği fikirlerini yaymaya başladılar. Arab birliği
ve Arab istiklali uğruna çalışılacak siyasî partiler
kurdurdular.
İşgal gerçekleşince,
işgalci kâfirler milliyetçi sözleri yaymaya başladılar. Bu sözler
İslâm yerine geçer oldu. Bunun neticesi Türkler millî (vatancı)
ve milliyetçi esasa dayalı bir bağımsızlık gerçekleştirdiler.
Araplar da millî ve milliyetçi esasa dayalı bağımsız yönetimi
gerçekleştirmeye çalıştılır. Millî ve milliyetçi sözler yayılıp
havayı doldurdu. Övünme ve kendisini aziz görme kaynağı o
kelimeler oldu.
Sömürgeciler bununla
yetinmediler. İslâm hakkında ve İslâm'daki yönetim nizamı
hakkında hatalı çarpık mefhumlar yaydılar. Hilâfet'i papalık
suretinde, kehanetçi dini bir yönetim şeklinde göstermeye çalıştılar.
Öyle oldu ki müslümanlar halife kelimesinden sözetmekten ve
Hilâfet'i istemekten utanmaya, kaçınmaya başladılar. Müslümanlar
arasında Hilâfet'i istemenin gericilik ve yobazlık olduğuna, bir kültürlü
tarafından öyle şey sadır olmasının caiz olmadığına ve düşünür
bir insanın öyle şeyi söyleyemiyeceğine dair genel örf oluştu.
Bu millî (vatancı), milliyetçi
atmosfer içerisinde İslâm beldeleri birer devletçiklere
bölünüp, her memleketin ahalisi bu bölünmeyi yerleştirmeye
başladılar. Osmanlı Devleti bir kaç parçaya bölündü ki onlar
da şunlardır: Türkiye, Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Doğu
Ürdün, Hicaz, Necd ve Yemen. Siyasetle uğraşan kişiler ister sömürgeci
kâfirlerin ajanları olsun ister diğrlerinden iyi niyetliler olsun
her memlekette bağımsızlığı gerçekleştirmek için konferanslar
yapmaya başladılar. Yani sömürgecilerin diğer parçalar dışında
kendileri için çizdiği parçanın istiklalini gerçekleştirmek ve
ayrı devletini kurmak için böyle konferanslar yapmaya başladılar.
Ondan sonra her bir bölge bir devlet adı altında bağımsız bir
varlığa dönüştü. İşte bu esas üzerine Türkiye devleti, Irak
devleti, Suriye devleti, Mısır devleti ve diğerleri kuruldu. Sonra
Filistin'de Yahudiler için daha sonra “devlet” ismi altında müstakil
bir varlığa dönüşecek bir millî vatan kurdular. Sömürgeci
kâfirler bu varlığı tesis ederken müslümanların memleketlerine
geçmek için bir köprü olsun, müslümanların İngiltere, Amerika
ve Fransa gibi batı devletleri olan sömürgeci kâfirlerle
mücadeleden uzaklaştırıp onunla meşgul olsunlar. Bu varlık, İslâm
Devleti'nin tekrar kurulması önünde bir engel olsun. Böylece coğrafî
konum ve genel atmosfer müslümanların kurtuluşunu gerçekleştirmeyi
engelleyecek bir vaziyet üzerinde yerleştirildi.
Sömürgeci kâfirler iktisatta
kapitalist düzeni, yönetimde demokratik düzeni, idare ve yargıda
batı kanunlarını uyguladılar. Böylece hadaretlerini ve hayat hakkındaki
mefhumlarını yerleştirdiler. Hayat hakkında bakış açısını müslümanların
hayatta yürüyecekleri metod yapıp, yaşam tarzı haline getirmek için
yerleştirmeye çalıştılar. Bu alanda tam başarı elde ettiler.
Nitekim Mısır'ı ayrı bir saltanat (krallık) haline getirip orada
parlamenter krallık sistemini kurdular. Lübnan ve Suriye'de birer
cumhuriyet sistemini kurdular. Doğu Ürdün'de bir emirlik kurdular.
Filistin'de manda yönetimi kurdular. Ondan sonra bunu bir devlet adı
altında Yahudiler arasında parlamenter demokratik bir sisteme dönüştürdüler.
Filistin'den kalan diğer kısmı Doğu Ürdün'e ilhak edip orada
parlamenter krallık kurdular. Hicaz'da ve Yemen'de birer diktatör
kraliyet sistemi kurdular. Türkiye'de cumhuriyet, Afganistan'da
varesete dayalı krallık sistemini kurdular. İran'ın Şahlık
sistemine bağlı kalması için teşvik ettiler. Hindistan'da sömürgeciliklerini
devam ettirdiler. Ondan sonra onu bölüp iki devlet kurdular.
Böylece sömürgeci kâfirler,
kendi nizamlarını İslâm beldelerinde uygulanır hale getirdiler.
Nizamlarını uygulamakla İslâm yönetimini tekrar elde etme düşüncesini
müslümanların nefislerinde zaafa uğrattılar. Bununla
yetinmediler, kurdukları nizamı korumak için her memleketin
ahalisini birer bekçiler haline getirdiler. Çünkü, her memleketin
ahalisi memleketlerinde kurulan devletin kendilerinin olduğunu
sandılar. Devletin istiklalinin diğer memleketlerden ayrı olarak
korunmasının gerekli olduğunu düşünmeye başladılar. Böylece
Iraklılar Türkiye'de ve Suriyeliler de Mısır'da birer yabancı
olarak sayılmaya başlandı. Her memlekette aynı durum geçerli
oldu. Her memleketin yöneticileri, kurulan demokratik kapitalist
sistemi kâfir sömürgecilerden daha fazla korumaya ve hırs göstermeye
başladılar. Sömürgecilerin onlar için kurdukları sistem ve
anayasayı koruma vazifesini eda etmede tam birer memur oldular. Bunu
değiştirmek için herhangi bir hareketin çıkmasını gayri meşru
saydılar. Sömürgecilerin yürürlüğe koyduğu kanunlarla o
hareketi cezalandırmaya başladılar.
Kâfir sömürgeciler, Batı
kanunlarını daha önce İslâm beldelerinde ajanları vasıtası ile
uygulamaya çalışırken daha sonra direk olarak uyguladılar. Şöyle
ki: Sömürgeciler 19. yüzyılın ortalarından itibaren batı
kanunlarını İslâm beldelerine sokmaya çalıştılar. Mısır'da sömürgeciler,
Fransız medenî kanununu şerî hükümlerin yerine koymak için
ajanlarını teşvik etmeye başladılar. Bunda başarılı oldular. Böylece
Mısır 1883 senesinden itibaren Fransız kanunlarını uygulamaya
başladı. Nitekim eski Fransız kanununu tercüme edip orada kanun
haline getirdiler ve şerî hükümler yerine mahkemelerde uygulamaya
koydular.
Osmanlı Devleti'nde 1856
senesinden itibaren batı kanunlarını almak için bir hareket ortaya
çıktı. Fakat Mısır'da gördüğü kolaylığı burada göremedi.
Çünkü, Osmanlı Devleti'nde İslâm Hilâfeti henüz kaldırılmamıştı.
Fakat sömürgecilerin ısrarları ve kendilerine ajanlarının icabet
etmeleri ceza kanunları, hukuk ve ticaret kanunlarını İslâm'a aykırı
olmadığına dair fetva ile sokabildiler. Ondan sonra bazı şerî
hükümler uydurmak şekli ile kanun haline getirme düşüncesi
ortaya çıktı. Ondan sonra şerî hükümleri ihtiva eden Mecelle
bir kanun şekli ile yazıldı. Mahkemeler ikiye bölündü. Kanun
şekli ile şerî hükümleri uygulayacak "şerî mahkeme"
ve alimlerin fetvası ile İslâm'a aykırı olmayan batı
kanunlarını uygulayan "nizamî (medenî) mahkeme". Şerî
kanunlar batı kanunlarını taklid edecek bir ifade şekliyle açıklanmıştır.
Kanunlarla ilgili husus böyledir.
Anayasa ile ilgili husus ise;
devlet için bir anayasa çıkartmak ve bu anayasayı Fransız
anayasasından iktibas etmek maksadıyla meydana çıkan hareketle
Batıdan kanunları almak için meydana gelen hareket aynı zamanda
başladı. 1878'da neredeyse başarılı olacaktı. Fakat müslümanların
mukavemeti ve buna karşı çıkmaları o hareketi başarısız
kıldı. Ancak sömürgeci kâfirlerin durmadan çalışmaları,
ajanlarının ve kültürleriyle aldananların başarısı o anayasa
hareketinin tekrar meydana çıkmasını sağladı. Böylece muvaffak
oldular. 1908'de Osmanlı Devleti'nde bu anayasa yürürlüğe
konuldu. Devlette bu kanunların ve anayasanın yürürlüğe
konulmasıyla Arap Yarımadası ve Afganistan dışında bütün İslâm
beldeleri genel şekilde Batı kanunları ile idare edilmeye
başlandı.
Sömürgeci kâfirler, bu
beldeleri işgal eder etmez batı kanunlarını direk olarak
uygulamaya başladılar. Bu kanunları İslâmî kanunlar olarak değil
medenî kanunlar olarak uygulamaya başladılar. Böylece şerî
hükümler terkedildi, İslâm hükmü uzaklaştırılıp küfür
hükmü yerleşterildi. Bu hususta kendilerine yardım eden faktör,
yönetimin temelini ve hayatla ilgili bütün hususları, öğretimde
ve eğitimde çizdikleri siyaset ve programlar esası üzerine
oturtmalarıdır. Ve bu durum bu güne kadar tüm İslâm beldelerinde
devam etmektedir. Bu programları korumak ve himaye etmek için
tahsilliler ordusu oluşturdular ve onları söz sahibi kıldılar.
Bunların hepsi sömürgeci kâfirlerin isteğine göre yürümeye başladı.
Öğretim siyaseti ve
programları şu iki esas dayanır:
Birincisi;
dini hayattan ayırmaktır. Bundan otomatikman dini devletten ayırma
hususu doğar ve bu durum müslüman çocuklarının İslâm
Devleti'nin kurulma fikri ile savaşmalarını gerektirir. Çünkü
İslâm Devleti fikri, gördükleri öğretim ve eğitimin esası ve
siyaseti ile çelişmektedir.
İkinci esas ise;
bilgi ve kültürle yetişen zihinleri doldurmak için sömürgeci
kâfirlerin kişiliği baş kaynak olarak gösterildi. Bu durum,
sömürgeci kâfirlere saygı göstermeyi gerektirir ve onu
yüceltmeye götürür. Aynı anda ona benzemek ve taklid etmeye yöneltir.
Sömürgeci ve kâfir olsa bile bu ona yönelişi meydana getirir.
Ayrıca müslümanları horlamayı, ondan uzak kalmayı, ondan nefret
etmeyi ve ondan herhangi bir şeyi almamayı icabettirir. Böyle durum
olunca, İslâm Devleti'nin kuruluşu ile savaşmayı gerektirecek ve
onu gericilik olarak saydıracak.
Sömürgeciler kontrol ettikleri
okulların programları ile veya hükümetlerin kendi yerine kurdurduğu
okulların programları ile yetinmedi. Bunların yanında sömürgecilik
esası üzerine kurulan misyoner okulları kurdu. Bunun yanı sıra
yanlış siyasî bilgiler vermeyi ve yanlış yönlendirmeyi ve hatalı,
karışık kültürel yönlendirme işini üslenecek kültür
enstitüleri ve fakülteleri kurdurdu. Böylece okulların değişik
şekilleri ile ve kültür enstitüleri ile toplumda fikrî havayı
karıştırıp ümmeti bununla kültürleştirmeye başladı. Bu kültürle
ümmeti İslâm Devleti'ni düşünmekten ve onun için çalışmaktan
uzaklaştırmaya çalıştı.
Öte yandan bütün İslâm
beldelerinde siyasî programlar, "dini hayattan ayırma"
esası üzerine kuruldu. Bunun neticesi, tahsilliler nezdinde dini
devletten ve halk nezdinde dini siyasetten ayırmak genel bir örf
oldu. Bunun sonucu kültürlü ve tahsillilerden bazı topluluklar çıkıp
şöyle eddia etmeye başladılar: "Müslümanların geri
kalmasının sebebi dine bağlı olmalarından kaynaklanıyor. Bunun için
kalkınmanın tek yolu milliyetçilik ve milliyetçi harekettir."
Bir de müslümanların geri kalmasının sebebinin ahlâka bağlanmama
olduğunu iddia eden topluluklar ortaya çıktı.
Böylece milliyetçi ve vatancılık
esası üzerine ve bunun için çalışan ismen siyasî partiler
kuruldu. Bu partiler, İslâm esası üzerine çalışmayı sömürgecilerin
bir hilesi ve geri kalmaya ve çöküşe götürecek gerici yobaz bir
hareket saydılar. Bunun yanı sıra ahlâk, va'z ve irşad esası
üzerine cemiyetler kuruldu. Bu cemiyetler fazileti ve ahlâkı
yaymaya çalıştılar. Çalışırken siyasete karışmamayı kendi
kendilerine şart koştular.
Bu partiler ve bu cemiyetler,
İslâm Devleti kurmak için çalışmayı engelleyen birer pratik
manzaralar teşkil ettiler. Çünkü bu cemiyetler, zihinleri saptırdı.
Zihinleri İslâm Devleti kurmak için şer'an farz olan siyasî çalışmaktan
alıkoyup müslümanın İslâm ahkâmını tatbik etmesi sonucu bir
netice olarak ortaya çıkacak ve İslâm yönetiminin kuruluşunun
tabiî bir neticesi olacak ahlâkî çalışmaya yönlendirdiler. O
partiler ise İslâm'la çelişen sömürgeci zihniyet esası üzerine
kurulduğu gibi İslâm Devleti'nin kuruluşunu engellemeye çalışan
birer kuruluşlardı.
Siyasî programlar yanında bu
programları koruyacak ve bunların uygulamasını temin edecek
kanunlar ortaya çıkartıldı. İslâmî siyasî parti ve
hareketlerin kurulmasını yasaklayan kanunlar çıkartıldı. Bu
kanunlar, müslümanları etnik gurublardan bir etnik gurub olarak
saydı. Halbuki müslümanlar, o beldelerin ahalisidirler. Çıkartılan
kanunlar, kurulacak bir siyasî hareket veya partinin demokratik olması
ve üyelerini sadece bir etnik gurupta münhasır kılmaması
şartını içerdi. Bunun manası, İslâm Devleti tekrar kurulmasın
diye İslâm beldelerinde İslâmî siyasî hareket ve partilerin
kurulmasını yasaklamaktı. Müslümanların hayır cemiyetlerinden
başka cemiyetler kurma hakları yoktur. İslâm'a dayalı siyasî
çalışma yapmak kendilerine yasaktır. Bazı kanunlar, İslâmî
siyasî partiler kurmayı cezalandırılacak bir cürüm saydılar. Böylece
o siyasî programlar bu çıkartılan kanunlar yoluyla İslâm
Devleti'nin kuruluşunu engelleyecek esas üzerine yerleştirildiler.
Sömürgeciler bununla da
yetinmediler. Müslamanları İslâm Devleti'ni düşünmekten uzaklaştırmak
için kendilerini meşgul edecek basit ve değersiz işlerle
uğraştırmaya başladılar. İslâm ümmetini İslâm Devleti
gölgesi altında İslâmî hayatı başlatmak ve İslâm Davetini
yüklenmek için çalışmaktan uzaklaştırıp kendisini meşgul
edecek İslâm Ülkeleri Konferansı gibi İslâmî konferansları
yapmaya teşvik ettiler. Bu konferanslar, duyguları boşaltmak için
birer araç oldular. Kararları alır, gazetelerde ve radyolarda
yalnız haber olsun diye yazarlar. Halbuki bu karaları hiç
uygulamazlar. Hatta uygulamak için uğraşmazlar. Ondan sonra sömürgeciler
İslâm Devleti'nin var olmasının tehlikesini beyan etmek ve İslâm'da
yönetim nizamı bulunmadığını göstermek için yazarları ve
konuşmacıları teşvik ettiler. Bu nedenle sömürgecilerin bu
davetine hizmet edecek kiralık bazı müslümanların telif, kitap ve
risaleleri çıkartıldı. Bundan maksat, müslümanları saptırmak,
dinlerinden uzaklaştırmak ve İslâmî hayatı yeniden başlatmak için
onların yapacakları çalışmaları engellemekti. Böylece
sömürgeciler, İslâm Devleti'ni yok etmelerinden bugüne kadar İslâm
Devleti'nin kuruluşunu engellemek için durmadan çeşitli engeller
ortaya atıyorlar. Bu devleti ortadan kaldırdıktan sonra bunun
kuruluşunu ve tekrar var olmasını engellemek için var olan bütün
çabalarını gösteriyorlar.
|