ilk sayfa
 
İslâm Akidesi

İslâm akidesi, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, "Kaza ve Kader"in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir. İman ise, vakıaya uygun, delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdik edilerek iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart delilin varlığıdır.

Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman edilmesi istenen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli değil aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanması hissin algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması gerekir.

İslâm akidesinin iman edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse, Allah’a imanın delilinin akli olduğunu görür. Çünkü Allah’a iman konusu duyularla algılanır ve duyular var olan şeylerin hepsini yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder. Oysa meleklere imanın delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak etmez. Zira melekler, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadırlar.

Kitaplara iman etmeye gelince, iman edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak edilegelmiştir. Fakat iman edilmesi istenen kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların Allah’tan geldiği her asırda idrak edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren peygamberlerin döneminde Allah’tan geldiği, peygamberlere verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen peygamberlerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla peygamberlerle birlikte yaşayanlardan sonra gelenler tarafından idrak edilemeyip, bu kitapların Allah tarafından gönderildiği ve peygamberlere indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her asırda Allah’ın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı delil, akli değil naklidir.

Bütün peygamberlere iman için de aynı şey söz konusudur. Muhammed (s.a.v.)’in bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Rasülü olduğunun delili aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir. Fakat diğer peygamberlerin, peygamberliğine imanın delili naklidir. Çünkü peygamberlerin peygamber olduğunun delili Allah tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının dışındakiler idrak edeme-mektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer peygamberlerin mucizelerini hissedemezler. Onların peygamberlikleri hissedilen bir delille sabit değildir. Dolayısıyla peygamber olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat efendimiz Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla peygamberliğinin delili aklidir.

Kıyamet gününe imanın delili ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli bir delil bulunmadığı için de kıyamet gününün delili naklidir.

"Kaza ve Kader"in delili ise aklidir. Çünkü kaza, insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren insan üzerinde gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise hislerle idrak edilebilen hissedilebilen bir şey olup delili de aklidir. Kader ise insanın ortaya çıkardığı, ateşin yakması, bıçağın kesmesi gibi eşyada bulunan özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların idrak edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin delili de aklidir. Bu açıklamalar İslâm akidesine ait delillerin çeşidi açısından yapılan açıklamalardır.

Bunların her birinin delillerini açıklamaya gelince: Allah’ın varlığının delili her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir. Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına gelir. Öyleyse onların muhtaç oluşları ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder.

Burada: "Şey", bir başka şeye muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç değildir" şeklinde bir tez ileri sürülemez. Böyle söylenemez. Çünkü delil, kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeylerdir. Dolayısıyla da kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin burhanı bunların yaratılmış olmalarıdır. Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir.

Yine burada: "Şey", maddedir. Sonuçta da maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir’ şeklinde bir tez de ileri sürülemez. Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının dışında yani madenin dışında bir şey tarafından tesbit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı ortaya çıkmaktadır.

Yaratıcının ezeli olması yani başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin ya tabiatın ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü tabiat (doğa), şeyler ile bunları düzenleyen nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan herşey de bu nizama uygun olarak yürür.

Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzen, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.

Öyleyse Allah’ın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah’ın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu alemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu alemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakla yaratıcının varlığını, tekliğini/vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin/yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar, ancak Allah’ın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir.

"Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları dördürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır." Bakara: 164

"Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır onlar iyi bilmiyorlar." Tur: 35-36

Allah’ın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kılmış olup, Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına da akıl hakemdir. Bu nedenle Allah’ın varlığının delili aklidir.

Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar: Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.

Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap verilir:

1. Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir.

2. Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür:

A B’ye ve B’de C’ye muhtaç ise dolayısıyla C’de A’ya muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması, onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzene göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu tertibe göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tesbit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzene göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzeni ayarlayana muhtaçtırlar. Bu tertibe aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzene uymak mecburiyetinde olan, düzeni koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli bir düzeni koyan ve ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır.

Burada ise şöyle diyorlar: Su, ısı, ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir. Su, buz haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak "su"dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkileyebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tesbit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan, başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olan varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış birşey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir.

Var olan şeylere gelince; onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık ortadadır.

Kâinatta var edilen şeylere gelince; onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir.

Yaratmanın, Ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince: Onların bu sözleri, duyu organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen muayyen bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü muayyen düzen ne şeylerden ne de düzenin kendisindendir. Bu düzen, duyu organlarıyla idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur.

Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar. Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla algılanabilen şeylere belli bir düzeni koyan, ancak doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir.

Yaratıcı duyu organlarıyla algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret (güç) ve irade (dilediği gibi hareket edebilme) özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki yaratılmış olduğu belli olsun. İcat edenin de yaratıcı olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir.

Meleklere imanının delili ise naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:

"Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet ettiler..." Al-i imran:18

"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz 'bir' (iyilik, güzellik) değildir. Lakin 'bir' Allah’a ve ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman etmektir..." Bakara: 177

"Müminlerin hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar." Bakara: 285

"Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur." Nisa:136

Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir. Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu ve Allah tarafından gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya, benzerini Arapların da söyleyebildği bir sözdür ya da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür. Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir.

Kur’an-ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir tarzda, üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun üslubu ile söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor:

"Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz." Bakara: 23

"Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın." Yunus: 38

"Yoksa, ‘onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın." Hud: 13

"De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler." Isra: 88

Kur’an’ın böyle apaçık meydan okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah katından geldiği ve Allah’ın kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an-ı söylemiş olmaları da muhaldır, imkânsızdır, Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun benzerini getirememişlerdir. Muhammed’in Arap ve Araplardan birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed (s.a.v.)’in de yetersiz kalacağı kesindir.

Her insanın, sözlerin ve cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Rasulullah’ın asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed (s.a.v.)'den kaynaklanması da imkânsızdır, muhaldır. Öyleyse Kur’an, Muhammed (s.a.v.)'in Allah katından getirdiği Allah’ın kelamıdır. Kur’an’ın Allah’tan başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir.

Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır ya Muhammed (s.a.v.)'dendir ya da Allah’tandır. Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır. Kur’an’ın Araplardan gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed (s.a.v.)'dendir, ya da Allah’tandır. Muhammed (s.a.v.)'den olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de Muhammed (s.a.v.) de Araptır. Dahi kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed (s.a.v.) de aciz sayılır. Çünkü Muhammed (s.a.v.) de onlardan biridir. Muhammed (s.a.v.)’den tavatüren rivayet edilen:  "Kim kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim birşeyi, benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın." Kaynak için Tiklayiniz.. hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed (s.a.v.)'in sözü olmadığının, Allah’ın kelamı olduğunun delilidir.

Dünyadaki bütün şair, yazar, filozof ve düşünürlerin üslupları başlangıçta zayıftır. Güçlerinin zirvesine doğru ilerlediklerinde ise üsluplarında da yükselme görülür. Bu nedenle güçlü ve zayıf olmalarına göre üsluplar değişir. Ayrıca bazı düşüncelerinde zayıflık, sözlerinde zayıf ve bozuk anlatımlar bulunur. Halbuki Kur’an’ın ilk ayeti olan;  "Yaratan Rabbinin adıyla oku." Alak: 1 ayeti ile, Kur’an’ın son ayeti olan;  "Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer Mü’minler iseniz faizden kalanı bırakın." Nisa: 136 ayeti belağatı, fesahatı, düşüncelerinin yüksekliği ve anlatım gücü ile üslûbunun zirvesindedir. Onda bir tane dahi bozuk ifade, zayıf veya düşük fikir bulunmaz. O, tek parçadır. Toptan ve detaylı olarak üslûbunun tek cümle gibi olması, anlatımları ve manaları değişikliğe uğrayabilen beşer sözü olmadığının delilidir. Kur’an ancak Alemlerin Rabbinin sözüdür.

İslâm’ın iman edilmesini istediği semavi kitaplardan Kur’an’ın durumu budur. Fakat geri kalan semavi kitapların delili akli değil naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın..."  Nisa: 136

"Lakin birr (iyilik); Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eden..."  Bakara: 177

"Sana kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen (Onları geçersiz kılıcı) olarak indirdik..."  Maide: 48

"Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan kitaptır..."  En-am: 92

"Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Kendisinden önce gelen kitapları tasdik eder."  Yunus: 37

Peygamberlere imanın deliline gelince: Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e imanın delili ile diğer peygamberlere imanın delili farklıdır. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delili nakli değil aklidir. Çünkü peygamber olduğunu iddia eden bir kimsenin, Rasül veya Nebi olduğunun delili peygamberliğine delil olarak getirdiği mucizeler ve bu mucizelerle desteklenen şeriatıdır.

Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin ve risaletinin delili Kur’an’dır. Zira Kur’an Muhammed (s.a.v.)'in beraberinde getirdiği şeriattır. Kur’an’ın bizzat kendisi mucize olup mucizeliği halen geçerlidir. Buna göre, tevatür yoluyla Kur’an-ı Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği, Allah’ın şeriatı olduğu ve Allah katından geldiği kesindir. Allah’ın şeriatını ise ancak Nebiler ve Rasüller getirir. Bu da Muhammed (s.a.v.)’in Allah tarafından Nebi ve Rasül olduğunun akli delilidir.

Diğer peygamberlerin mucizesi ise yok olup gitti. Şu anda var olan kitaplar ise, aklen Allah’tan olduklarına delil olamazlar. Çünkü bu kitapların Allah’tan geldiğini destekleyen mucizeler şu anda yoktur. Dolayısıyla bu kitaplar efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in dışında diğer peygamberlerin hiç birinin Allah’ın Nebisi ve Rasülü olduğuna delil olmamaktadır. Onların peygamberlikleri ve Rasül oluşları ancak nakli delille sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

"Peygamberler de, iman edenler de O’na (Rasule) indirilene inandı. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti..."  Bakara: 285

"Biz Allah’a, bize indirilmiş olana, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilmiş olanlara, Musa’ya, İsa’ya verilenlere, peygamberlere Rablerı tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiç birinin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim olmuşlardanız deyin."  Bakara: 136

Ahiret günü olan Kıyamet gününe imanın delili ise akli değil naklidir. Çünkü kıyamet günü aklen idrak edilemez. Allahu Teâla şöyle demektedir:

"Mekke ve etrafındakileri uyaran mübarek kitaptır. Ahirete inananlar buna da inanırlar..."  En-am: 92

"Ahirete inanmayanların kalpleri inkâr edicidir ve onlar büyüklük taslayanlardır."  Nahl: 22

"Ahirete inanmayanlar kötülük örneğidirler."  Nahl: 60

"Ahirete inanmayanlar, onlar için elem verici bir azap hazırladık."  Isra: 10

"Sur’a üfürüldüğünde, yer ile dağlar bir vuruşla birbirine çarpıldığında, işte o gün olan olmuştur. Gök de yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler ise onun çevresindedirler ve o gün Rabbinin Arşı’nı, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir. O gün siz huzura alınırsınız. Ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz."  Hakka: 13-18

Rasulullah (s.a.v.) ise şöyle buyurmakta:

"İman, Allah’a meleklerine, kitaplarına, kıyamet gününe, peygamberlerine ve tekrar dirilmeye inanmaktır."  Kaynak için tiklayiniz..

İşte bunlar iman edilmesi istenenlerdir. Bunlar; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve aynı zamanda da "Kaza ve Kader"e inanmak olmak üzere beştir. Bir kişi bu beş şeyin tamamına ve bunlarla birlikte "Kaza ve Kader"e de iman etmedikçe İslâm’a inanmış sayılmaz ve ona Müslüman olarak itibar edilmez. Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim, Allah’ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür."  Nisa: 136

Kur’an ve hadis bu beş şeye nass teşkil edecek şekilde, her birini ismi ile belirterek, açık ve net şekilde delillendirerek gelmiştir. Bu beş husus dışında, bizzat ismi ve gerçeği belirtilerek açık ve net olarak bu konularda anlatıldığı gibi iman ifadesi geçmedi. Delaleti ve Subutu kat’i olan kesin nasslar sadece bu beş konu hakkında vardır.

Evet, bazı rivayetlerde Cibril hadisinde kader’e iman ifadesi şu şekilde geçmiştir.

"Dedi ki: Kader’e ve onun hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine inanmandır."  Kaynak için tiklayiniz.. Ancak bu hadis, Haber-i Ahad’dır. Buna ilave olarak da burada kaderden kasıt anlaşılmasında ihtilaf eden "Kaza ve Kader" değil, Allah’ın ilmidir. Bizzat "Kaza ve Kader" şeklinde isimlendirilen ve kavranılmasında birçok ihtilafın söz konusu olduğu "Kaza ve Kader"e iman hakkında ise kesin bir nass gelmemiştir. Ancak "Kaza ve Kader"in içeriğine iman akidedendir ve inanmak da gerekir. Bu isimle ve içerikle sahabe döneminde kesinlikle bilinmemekteydi. Bu isimle kullanıldığına dair de hiçbir sahih nass geçmemiştir. "Kaza ve Kader" kelimesi ancak Tabiin döneminin başlarında meşhur olmuştur. O zamandan beri bilinmekte ve konuşulmaktadır. Onu ortaya çıkaran ve söz konusu yapan, kelamcılardır. Kelam ilmi meydana gelmeden önce yoktu ve bizzat "Kaza ve Kader" ismi ile Hicri birinci asrın sonunda kelamcılarında dışında hiç kimse "Kaza ve Kader" meselesini konuşmadı ve araştırmadı.

 

 

Kitabın ilk sayfasına dönüş Kitabı bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz Bu sayfayı birine gönderebilirsiniz Anasayfa ve diğer kitaplar için