İslâm akidesi, Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, "Kaza ve Kader"in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman
etmektir. İman ise, vakıaya uygun, delile dayalı kesin
tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz.
Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer
delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece
bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Tasdiğin
kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için
elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman
edilmesi istenen her şeyin tasdik edilerek iman haline
gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Doğru olup
olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart
delilin varlığıdır.
Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur.
Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman
edilmesi istenen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer
konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa
ise onun delili kesinlikle nakli değil aklidir. Duyu
organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise
naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları
hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanması hissin
algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli
delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil
sayılması gerekir.
İslâm akidesinin iman edilmesini istediği
şeyleri inceleyen kimse, Allah’a imanın delilinin akli
olduğunu görür. Çünkü Allah’a iman konusu duyularla
algılanır ve duyular var olan şeylerin hepsini yaratanın
var olduğunu hisleriyle idrak eder. Oysa meleklere imanın
delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular
idrak etmez. Zira melekler, gerek zatıyla gerekse de ona
dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadırlar.
Kitaplara iman etmeye gelince, iman
edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir.
Çünkü Kur’an,
duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu
duyularla idrak edilegelmiştir. Fakat iman edilmesi istenen
kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur
gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır.
Çünkü bu kitapların Allah’tan geldiği her asırda idrak
edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren peygamberlerin döneminde
Allah’tan geldiği, peygamberlere verilen mucizelerle idrak
edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen
peygamberlerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir.
Dolayısıyla peygamberlerle birlikte yaşayanlardan sonra
gelenler tarafından idrak edilemeyip, bu kitapların Allah
tarafından gönderildiği ve peygamberlere indirildiğine
dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her
asırda Allah’ın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân
verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı
delil, akli değil naklidir.
Bütün peygamberlere iman için de aynı
şey söz konusudur. Muhammed (s.a.v.)’in bir şey ile geldiğini
yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için
Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Rasülü olduğunun delili
aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir. Fakat diğer
peygamberlerin, peygamberliğine imanın delili naklidir.
Çünkü peygamberlerin peygamber olduğunun delili Allah
tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise
zamanlarının dışındakiler idrak edeme-mektedirler.
Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar
gelecek olanlar da diğer peygamberlerin mucizelerini
hissedemezler. Onların peygamberlikleri hissedilen bir
delille sabit değildir. Dolayısıyla peygamber
olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat efendimiz
Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin mucizesi halen daha
hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla
peygamberliğinin delili aklidir.
Kıyamet gününe imanın delili ise
naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun
varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur.
Akli bir delil bulunmadığı için de kıyamet gününün
delili naklidir.
"Kaza ve Kader"in delili ise aklidir.
Çünkü kaza, insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren
insan üzerinde gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise
hislerle idrak edilebilen hissedilebilen bir şey olup delili
de aklidir. Kader ise insanın ortaya çıkardığı, ateşin
yakması, bıçağın kesmesi gibi eşyada bulunan
özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların idrak
edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin delili
de aklidir. Bu açıklamalar İslâm akidesine ait delillerin
çeşidi açısından
yapılan açıklamalardır.
Bunların her birinin delillerini açıklamaya
gelince: Allah’ın varlığının delili her şeyde vardır.
Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda
bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir.
Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da
kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların
yaratılmış olduğu anlamına gelir. Öyleyse onların muhtaç
oluşları ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının
olduğuna delalet eder.
Burada: "Şey", bir başka şeye
muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir.
Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin
tamamı muhtaç değildir" şeklinde bir tez ileri sürülemez.
Böyle söylenemez. Çünkü delil, kalem, ibrik, kâğıt
gibi belirli şeylerdir. Dolayısıyla da kalem, ibrik veya kâğıt
gibi şeylerin burhanı bunların yaratılmış olmalarıdır.
Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana
bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile
başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka
varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu
yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin
dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli
olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu
dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir.
Yine burada: "Şey", maddedir.
Sonuçta da maddenin dışında
bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç
olmasından dolayı muhtaç değildir’ şeklinde bir tez de
ileri sürülemez. Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin
madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul
edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır.
Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını
karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin
ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir
şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi
dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek
için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi
madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması
suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun
buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir
seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu
şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve
ısının dışında yani madenin dışında bir şey
tarafından tesbit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye
zorlanır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli
bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine
muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir
varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu
kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen
bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı
ortaya çıkmaktadır.
Yaratıcının ezeli olması yani
başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı
olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle
ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir.
Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen
şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin ya tabiatın ya da
Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır.
Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden
dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden
bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir
oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde
ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz.
Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü tabiat
(doğa), şeyler ile bunları düzenleyen nizamın
toplamıdır ve kâinatta bulunan herşey de bu nizama uygun
olarak yürür.
Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca
düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan
düzen de olmaz. Düzen, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü
şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı
oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın
kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle
nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü
düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel
bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber
nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel
durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur.
Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir.
Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel
durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların
toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların
dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip
kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre
hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve
başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması
yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı
olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli
olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla
nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.
Öyleyse Allah’ın varlığı duyu
yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak
edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın,
yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan,
bakışlarını Allah’ın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata
baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında,
hareket halindeki bu alemlere oranla kendisinin gerçekten
zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok
sayıdaki bu alemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit
kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir
idrakla yaratıcının varlığını, tekliğini/vahdaniyetini
tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü,
azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini
takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin,
nehirlerin ve gezegenlerin/yıldızların varlığını görerek
idrak eden insan için bunlar, ancak Allah’ın varlığına,
birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli
delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle
ifade etmektedir.
"Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve
gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı
şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten
indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her
türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle
yer arasında emre hazır bekleyen bulutları dördürmesinde
elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller)
vardır."
"Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa
kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar?
Hayır onlar iyi bilmiyorlar."
Allah’ın varlığını idrak eden
akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. İslâm, iman
konusunda aklı kullanmayı farz kılmış olup, Allah Sübhanehu
ve Teâla’nın varlığına da akıl hakemdir. Bu nedenle
Allah’ın varlığının delili aklidir.
Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi
oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını
iddia edenler şöyle diyorlar: Evren başkasına muhtaç değildir,
bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan
şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir.
Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç
olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez.
Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç
olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu
için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde
ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani
evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir,
sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.
Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap
verilir:
1.
Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse
hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne
sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz
olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok
yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de
onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var
etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz
oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli
olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı
olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan
var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan
ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli
olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var
etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi
olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan
yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir.
2.
Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar,
aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya)
gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu
ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür:
A B’ye ve B’de C’ye muhtaç ise dolayısıyla
C’de A’ya muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece
devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması, onlardan
her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini
tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi
mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli
bir tertibe, düzene göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu
tertibe göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan
aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini
tamamlayamaz. İhtiyacını
tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi
dışında tesbit edilmiş olana boyun eğmek zorunda
bırakıldığı düzene göre giderebilir. Dolayısıyla da
hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı
karşılanıncaya kadar belirli düzeni ayarlayana muhtaçtırlar.
Bu tertibe aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında
da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzene uymak
mecburiyetinde olan, düzeni koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların
tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki
varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli
bir düzeni koyan ve ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar.
Örneğin suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı
derecesine gereksinim vardır.
Burada ise şöyle diyorlar: Su, ısı, ve
buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde
ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil
yine kendisine muhtaç olmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir.
Su, buz haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir
derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak
belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha
başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir.
Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için
ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak "su"dan ileri
gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkileyebilirdi.
Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu
sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran
maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde
madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip
olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında
belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak
ve madde için belirli oranı tesbit edecek olana muhtaç olmuş
olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin
edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır.
Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu
olmayan, başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin
kendisine muhtaç olan varlık demektir. Maddenin başkasına
muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin
delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle
bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin
isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var
edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler
arasında belirli bir düzenin bulunması ile
tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta
şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve
yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat
etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan
var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış birşey
yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün
şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir.
Var olan şeylere gelince; onların
hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır.
Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında
kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık
ortadadır.
Kâinatta var edilen şeylere gelince;
onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu
apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında
kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler.
Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi
isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona
boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır.
Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin
acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı
kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın
başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu
olmayanın yaratığı olduğunun delilidir.
Yaratmanın, Ölçü verme ve ölçüye
göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan
var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere
gelince: Onların bu sözleri, duyu organlarıyla
algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında
konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı
olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve
ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla
algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen
muayyen bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir.
Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme
anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır.
Bu söz batıldır, çünkü muayyen düzen ne şeylerden ne
de düzenin kendisindendir. Bu düzen, duyu organlarıyla
idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla
doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından
konulmuştur.
Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye
göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar.
Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün
değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla
algılanabilen şeylere belli bir düzeni koyan, ancak doğrudan
doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin
bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen
ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve
yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan
yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir.
Yaratıcı duyu organlarıyla
algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz.
Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz
olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek
mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de
ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz
kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise
ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden
demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere
değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması
demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler
bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda
şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise
onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de
yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı
sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var
edebilmesi, kudret (güç) ve irade (dilediği gibi hareket
edebilme) özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca
kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu
nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki
yaratılmış olduğu belli olsun. İcat edenin de yaratıcı
olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir.
Meleklere imanının delili ise naklidir.
Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:
"Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten
O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna
şahadet ettiler..."
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz 'bir'
(iyilik, güzellik) değildir. Lakin 'bir' Allah’a ve
ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve
peygamberlere iman etmektir..."
"Müminlerin hepsi
Allah’a, meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine inandılar."
"Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini
ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş
olur."
Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı
Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir. Kur’an’ın
Allah’ın kelamı olduğu ve Allah tarafından gönderildiğinin
delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla
algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini
idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri
Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde
ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri
hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden
nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır.
Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği
tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş
olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu
durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya,
benzerini Arapların da söyleyebildği bir sözdür ya da
Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür.
Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz
söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla
da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı
fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu
halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına
göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir.
Kur’an-ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın
o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir
tarzda, üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve
sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını
hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun
üslubu ile söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü
söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında
başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün
Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın
benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin
bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle
diyor:
"Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız
haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka
şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz."
"Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz
onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi
çağırın."
"Yoksa, ‘onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer
doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma
on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın."
"De
ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini
getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da
olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler."
Kur’an’ın böyle apaçık meydan
okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini
getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah katından
geldiği ve Allah’ın kelamı olduğu da sabittir. Arap
olmayanların Kur’an-ı söylemiş olmaları da muhaldır,
imkânsızdır, Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun
benzerini getirememişlerdir. Muhammed’in Arap ve Araplardan
birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu
da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille
ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed (s.a.v.)’in de yetersiz kalacağı kesindir.
Her insanın, sözlerin ve cümlelerin
anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde
bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara
boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak,
yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken
yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması
ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri,
cümleleri ifade tarzı, Rasulullah’ın asrında da ondan
önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle
bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması
hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır.
Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan,
lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının
Muhammed (s.a.v.)'den kaynaklanması da imkânsızdır, muhaldır.
Öyleyse Kur’an, Muhammed (s.a.v.)'in Allah katından getirdiği
Allah’ın kelamıdır. Kur’an’ın Allah’tan
başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde
de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun
benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir.
Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak
etmektedir.
Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir
kitap olduğu için ya Araplardandır ya Muhammed (s.a.v.)'dendir
ya da Allah’tandır. Bu üç yerin dışında başka bir
yerden olması imkânsızdır. Kur’an’ın Araplardan
gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun
bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu
yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın
bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de
geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına
delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed (s.a.v.)'dendir, ya da
Allah’tandır. Muhammed (s.a.v.)'den olması da gerçeğe
aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de
Muhammed (s.a.v.) de Araptır. Dahi kimsenin de asrının
seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar
benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed (s.a.v.) de aciz
sayılır. Çünkü Muhammed (s.a.v.) de
onlardan biridir. Muhammed (s.a.v.)’den
tavatüren rivayet edilen: "Kim
kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim birşeyi,
benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini
hazırlasın."
hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı
zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı
görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed (s.a.v.)'in sözü olmadığının,
Allah’ın kelamı olduğunun delilidir.
Dünyadaki bütün şair, yazar, filozof ve
düşünürlerin üslupları başlangıçta zayıftır. Güçlerinin
zirvesine doğru ilerlediklerinde ise üsluplarında da yükselme
görülür. Bu nedenle güçlü ve zayıf olmalarına göre
üsluplar değişir. Ayrıca bazı düşüncelerinde zayıflık,
sözlerinde zayıf ve bozuk anlatımlar bulunur. Halbuki Kur’an’ın
ilk ayeti olan; "Yaratan
Rabbinin adıyla oku."
ayeti ile, Kur’an’ın son ayeti olan; "Ey iman edenler, Allah’tan
korkun. Eğer Mü’minler iseniz faizden kalanı bırakın."
ayeti belağatı, fesahatı, düşüncelerinin yüksekliği ve
anlatım gücü ile üslûbunun zirvesindedir. Onda bir tane
dahi bozuk ifade, zayıf veya düşük fikir bulunmaz. O, tek
parçadır. Toptan ve detaylı olarak üslûbunun tek cümle
gibi olması, anlatımları ve manaları değişikliğe
uğrayabilen beşer sözü olmadığının delilidir. Kur’an
ancak Alemlerin Rabbinin sözüdür.
İslâm’ın iman edilmesini istediği
semavi kitaplardan Kur’an’ın durumu budur. Fakat geri
kalan semavi kitapların delili akli değil naklidir. Allahu
Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, Allah’a,
peygamberine, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği
kitaba inanın..." 
"Lakin
birr (iyilik); Allah’a, ahiret gününe, meleklere,
kitaplara, peygamberlere iman eden..." 
"Sana kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara
egemen (Onları geçersiz kılıcı) olarak indirdik..." 
"Bu
indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan kitaptır..."

"Bu Kur’an
Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir.
Kendisinden önce gelen kitapları tasdik eder." 
Peygamberlere imanın deliline gelince:
Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e imanın delili ile diğer
peygamberlere imanın delili farklıdır. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin
delili nakli değil aklidir. Çünkü peygamber olduğunu
iddia eden bir kimsenin, Rasül veya Nebi olduğunun delili
peygamberliğine delil olarak getirdiği mucizeler ve bu
mucizelerle desteklenen şeriatıdır.
Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in
peygamberliğinin ve risaletinin delili Kur’an’dır. Zira
Kur’an Muhammed (s.a.v.)'in beraberinde getirdiği şeriattır.
Kur’an’ın bizzat kendisi mucize olup mucizeliği halen geçerlidir.
Buna göre, tevatür yoluyla Kur’an-ı Muhammed (s.a.v.)'in
getirdiği, Allah’ın şeriatı olduğu ve Allah katından
geldiği kesindir. Allah’ın şeriatını ise ancak Nebiler
ve Rasüller getirir. Bu da Muhammed (s.a.v.)’in Allah tarafından
Nebi ve Rasül olduğunun akli delilidir.
Diğer peygamberlerin mucizesi ise yok olup
gitti. Şu anda var olan kitaplar ise, aklen Allah’tan
olduklarına delil olamazlar. Çünkü bu kitapların Allah’tan
geldiğini destekleyen mucizeler şu anda yoktur.
Dolayısıyla bu kitaplar efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in
dışında diğer peygamberlerin hiç birinin Allah’ın
Nebisi ve Rasülü olduğuna delil olmamaktadır. Onların
peygamberlikleri ve Rasül oluşları ancak nakli delille
sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Peygamberler
de, iman edenler de O’na (Rasule) indirilene inandı. Hepsi
de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman
etti..." 
"Biz Allah’a, bize indirilmiş olana, İbrahim’e,
İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilmiş
olanlara, Musa’ya, İsa’ya verilenlere, peygamberlere
Rablerı tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların
hiç birinin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim
olmuşlardanız deyin." 
Ahiret günü olan Kıyamet gününe imanın
delili ise akli değil naklidir. Çünkü kıyamet günü
aklen idrak edilemez. Allahu Teâla şöyle demektedir:
"Mekke ve etrafındakileri uyaran mübarek kitaptır.
Ahirete inananlar buna da inanırlar..." 
"Ahirete
inanmayanların kalpleri inkâr edicidir ve onlar büyüklük
taslayanlardır." 
"Ahirete
inanmayanlar kötülük
örneğidirler." 
"Ahirete
inanmayanlar, onlar için elem verici bir azap hazırladık." 
"Sur’a üfürüldüğünde, yer ile dağlar bir vuruşla
birbirine çarpıldığında, işte o gün olan olmuştur. Gök
de yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler
ise onun çevresindedirler ve o gün Rabbinin Arşı’nı,
onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir. O gün siz
huzura alınırsınız. Ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz." 
Rasulullah (s.a.v.) ise şöyle buyurmakta:
"İman, Allah’a
meleklerine,
kitaplarına, kıyamet gününe, peygamberlerine ve tekrar
dirilmeye inanmaktır." 
İşte bunlar iman edilmesi istenenlerdir.
Bunlar; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
ahiret gününe ve aynı zamanda da "Kaza ve Kader"e
inanmak olmak üzere beştir. Bir kişi bu beş şeyin
tamamına ve bunlarla birlikte "Kaza ve Kader"e de iman
etmedikçe İslâm’a inanmış sayılmaz ve ona Müslüman
olarak itibar edilmez. Çünkü Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah’a,
peygamberine, peygamberine
indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın.
Kim, Allah’ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve
ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa
düşmüştür." 
Kur’an ve hadis bu beş şeye nass
teşkil edecek şekilde, her birini ismi ile belirterek, açık
ve net şekilde delillendirerek gelmiştir. Bu beş husus
dışında, bizzat ismi ve gerçeği belirtilerek açık ve
net olarak bu konularda anlatıldığı gibi iman ifadesi geçmedi.
Delaleti ve Subutu kat’i olan kesin nasslar sadece bu beş
konu hakkında vardır.
Evet, bazı rivayetlerde Cibril hadisinde
kader’e iman ifadesi şu şekilde geçmiştir.
"Dedi
ki: Kader’e ve onun hayrının ve şerrinin Allah’tan
geldiğine inanmandır."
Ancak
bu hadis, Haber-i Ahad’dır.
Buna ilave olarak da burada kaderden kasıt anlaşılmasında
ihtilaf eden "Kaza ve Kader" değil, Allah’ın ilmidir.
Bizzat "Kaza ve Kader" şeklinde isimlendirilen ve
kavranılmasında birçok ihtilafın söz konusu olduğu "Kaza
ve Kader"e iman hakkında ise kesin bir nass gelmemiştir.
Ancak "Kaza ve Kader"in içeriğine iman akidedendir ve
inanmak da gerekir. Bu isimle ve içerikle sahabe döneminde
kesinlikle bilinmemekteydi. Bu isimle kullanıldığına dair
de hiçbir sahih nass geçmemiştir. "Kaza ve Kader"
kelimesi ancak Tabiin döneminin başlarında meşhur
olmuştur. O zamandan beri bilinmekte ve konuşulmaktadır.
Onu ortaya çıkaran ve söz konusu yapan, kelamcılardır.
Kelam ilmi meydana gelmeden önce yoktu ve bizzat "Kaza ve
Kader" ismi ile Hicri birinci asrın sonunda
kelamcılarında dışında hiç kimse "Kaza ve Kader"
meselesini konuşmadı ve araştırmadı.
|