Kelamcılar ortaya çıkmadan önce ne Allah'ın
sıfatları konusu biliniyordu ne de herhangi bir
araştırmada izine rastlanmıştı. Kur'an-ı Kerim'de ve
hadisi şeriflerde de Allah'ın sıfatları şeklinde bir
ifade geçmedi. Herhangi bir Sahabenin Allah'ın sıfatları
kelimesini kullandığı veya Allah'ın sıfatları hakkında
konuştuklarına da rastlanılmadı. Kelamcıların Kur'an-ı
Kerimde geçtiğini söyledikleri Allah'ın sıfatlarını
Kur'an'ın ışığı altında şu ayeti kerimelerin
doğrultusunda anlamak gerekir. Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
"Senin güçlü Rabbin onların
sıfatlandırdıklarından münezzehtir."
"Hiçbir şey onun benzeri değildir"
"Gözler onu görmez"
Ayrıca
Allah'ın sıfatları Kur'an-ı Kerimde geçtiği gibi ancak
Kur'an'dan alınır.
İlim sıfatı Allah'ın şu sözünden alınır:
"Gaybın anahtarları O nun katındadır, onları ancak O
bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı ve
yerin karanlıklarında olan taneyi yaşı kuruyu ki apaçık
kitaptadır. Ancak O bilir."
Hayat sıfatı da şu ayetten alınır:
"Allah, ondan başka ilah olmayan diri, her an
yaratıklarını gözetip durandır."
"O
diridir. Ondan başka ilah yoktur."
Kudret sıfatı da şu ayetlerden alınır:
"De ki: Üstünüzden ve altınızdan size azap göndermeye,
sizi fırka fırka yapmaya kadir olan
O'dur."
"Gökleri ve yerleri yaratmış olan Allah'ın, onların
benzerlerini de yaratmaya kadir olduğunu görmezler mi"
İşitmek sıfatı Allahu Teâlanın şu sözünden
alınır:
"Muhakkak ki Allah işitir ve bilir"
"Allah işitir ve bilir"
Görme sıfatı Allah'ın şu sözünden alınır:
"Muhakkak ki Allah işitir ve görür"
"Rabbin her şeyi görür"
"Muhakkak ki O Allah işitir ve görür"
Kelam sıfatı Allah'ın şu sözünde olduğu
gibi alınır:
"Allah Musa ile de
konuştu"
"Musa
tayin ettiğimiz vakitte gelince ve Rabbi onunla
konuşunca"
İrade sıfatı Allah'ın şu sözünden alınır:
"Her
dilediğini mutlaka yapandır."
"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece o şeye
'ol' demektir, hemen olur."
"Ancak Allah istediğini yapar."
Yaratma sıfatı da Allah'ın şu sözünden
alınır:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır"
"Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiştir."
Vahdaniyet, kıdem ve daha başka sıfatlar
Kur'an-ı Kerim'de geçtiği gibi bu sıfatlar da Kur'an-ı
Kerim'de geçmektedir. Bu noktada Allah'ın vahdaniyeti
(birliği), ezeli olması, diri, canlı, güçlü, işiten, gören,
konuşan, her şeyi bilen olduğu konusunda Müslümanlar arasında
hiçbir ihtilaf yoktur.
Kelamcıların ortaya çıkmasıyla Müslümanlar
arasına felsefi düşünceler sızınca kelamcılar arasında
Allah'ın sıfatları konusunda ihtilaflar yayılmaya
başladı. Bu konuda Mutezile şöyle demektedir:
Allah'ın zatı ve sıfatı tek bir
şeydir. İlmin, kudretin ve hayatın O'nun zatına eklenmesi
ile değil, Allah, zatıyla diridir, alimdir ve kadirdir.
Eğer Allahu Teâla, insanda olduğu gibi zatına eklenen ilim
ile alim ve yine zatına eklenen hayat ile diri olsaydı
sıfat ve sıfatla nitelenen, taşıyan ve taşıdığı ile
nitelenen olması gerekirdi. Halbuki bu, cisimleşebilen
şeylerde ancak görülür.
Allah ise cisimleşmekten münezzehtir. Her sıfatın kendisi
bağımsız olarak vardır dediğimizde ise ezeli olanlar,
başlangıcı olmayanlar çoğalmış olur. Bir başka ifade
ile ilahlar çoğalır.
Aynı konuda Ehl-i Sünnetin görüşü ise
şöyledir: Allah Sübhanehu ve Teâla zatı ile kaimdir ve
ezeli sıfatları vardır. Sıfatlar, "Ne Allah'tır ne
de Allah'tan başkadır" Allah'ın sıfatlarının
olması ise, O'nun, alim, diri ve kadir olmasıyla sabittir.
İlim, hayat, kudret ve bunların dışındaki sıfatların
hepsinin vacibu'l vücut (varlığı zorunlu, kendiliğinden
olan) mefhumuna ilave bir anlama delalet ettiği malumdur.
Yoksa bütün lafızlar eşanlamlı lafızlar değildir. Bu
nedenle Mutezilenin dediği gibi, O alimdir fakat onun ilmi
yoktur, O kadirdir fakat O'nun gücü yoktur şeklinde söylemek
mümkün değildir. Bu açıkca imkânsız bir şeydir. Bu söz,
"siyahta karalık yoktur" sözümüze benzer. O'nun
ilminin, kudretinin ve diğer sıfatlarının isbatı
hakkında nasslar konuşmaktadır. Yalnızca alim ve kadir
olarak isimlendirilmesi değil, mükemmel fiillerin ortaya çıkması
da O'nun ilminin ve kudretinin varlığına delalet
etmektedir. Allahu Teâlanın sıfatlarının ezeli olmasına
gelince:
Sonradan olanların varlığının O'nun
zatı ile kaim olması imkânsızdır. Zira kadim ve ezelinin
sonradan olan ile kaim olması muhaldir. Allahu Teâla'nın
zatı ile kaim olmasına gelince:
Bu, varlık için zaruri olan
şeylerdendir. Çünkü kendisiyle var olduğu şey olmadan
bir şeyin sıfatının anlamı yoktur. Bilinenle
sıfatlandığında ise alim olmasının anlamı yoktur.
Bilakis O'nun alim olması demek ilim sıfatının O'nunla var
olması demektir. Fakat sıfatın Allah'ın kendisi veya kendi
dışında olmamasına gelince:
Allah'ın sıfatları zatının aynı/özdeşi
değildir. Çünkü akıl, niteliğin nitelenenden başka
olmasını gerektiriyor. Sıfat, zattan/kendi özünden fazla
bir manadır. Çünkü o, Allah'ın sıfatıdır, Allah'tan
başka değildir. Öyleyse sıfatlar, ne şeydir, ne zat(öz)tır
ne de ayn(madde)'dır/ cevherdir. Sıfat ancak zatına ait bir
vasıftır. Sıfat Allah'ın zatı olmamakla beraber Allah'ın
dışında da değildir. Bilakis Allah'ın sıfatıdır. Ancak
Mutezile'nin; her sıfatın kendi kendine var olduğunu söylersen
İlahlar çoğalır sözüne gelince:
Bu durum sıfat zat olduğu zaman geçerli
olur. Oysa sıfat, kadim zatın vasfıdır. Zatın bir şeyle
vasıflanması ise zatların çoğalmasını gerektirmez.
Ancak tek bir zatın birçok sıfatının olduğunu gösterir.
Bu nedenle sıfatların çoğalması vahdaniyeti yok etmediği
gibi ilahların çoğalmasını da gerektirmez.
İşte böylece Ehl-i Sünnet Mutezile'ye
karşı aklen, Allah'ın sıfatlarının zatının dışında
olduğunu ispatlamış oldu. Sıfat O'nun zatından başka bir
şeydir. Çünkü sıfat ile mevsuf başka başka şeylerdir.
Fakat sıfat mevsuftan ayrılmaz. Ardından da bu ezeli
sıfatlardan her birinin ne anlama geldiğini açıklayarak şöyle
dediler:
İlim sıfatı ezeli bir sıfat olup ilimle
ilgili bir olay olduğunda bilinenler ortaya çıkar. Kudret
sıfatı da ezeli bir sıfattır. Kudret sıfatı ile ilgili
olaylar esnasında güçleri etkiler. Hayat da ezeli bir sıfattır
ve diri olanın sıhhatli olmasını gerektirir. Kudret kuvvet
demektir. İşitmek, işitilenlerle alakalı ezeli bir
sıfattır. Görmek, görülenlerle alakalı ezeli bir
sıfattır. Hayal ve vehm/kuruntulanma yolunu kullanmadan,
duyuların etkisi altından kalmadan ve hevanın aracılığı
olmaksızın bu sıfatlarla tam olarak idrak eder. İrade ve
meşiet diri olanda var olan bir sıfattır. İrade ve meşiet
sıfatıyla kudretin bütüne nisbetin birbirine denk olmasıyla,
herhangi bir vakitte, takdir edilenlerden birinin gerçekleşmesinin
tahsis edilmesini gerektirmektedir. Kelam da ezeli bir sıfat
olup Kur'an diye isimlendirilen kelam sıfatının bir ifade
şeklidir. Allahu Teâla, seslere harflere ve bu kelimelerden
meydana gelen cümleleri tertip etmeye muhtaç olmayan bir
kelam ile mütekellimdir. Bu nedenle Kelamın zıddı olan
konuşamamak ve
dilsizliğin ondan nefyedilmesi gerekir. Allahu Teâla bir tek
kelam sıfatı ile emreder, nehyeder ve haber verir.
Emrettiği, nehyettiği ve haber verdiği herkes kendinde bir
mana görür ve sonra da o manaya delalet eder.
Ehl-i Sünnet, Allah'a
ait ezeli sıfatları ispatladıktan sora Allah'ın
sıfatlarının ne anlama geldiğini de böylece açıkladı.
Ancak Mutezile, Allah'ın sıfatlarının bu anlama geldiğini
kabul etmez. Zira Mutezile, Allah'ın zatından ayrı
sıfatları olduğunu kabul etmeyerek şöyle der:
Allah'ın kadir, alim ve muhit olduğu
ispatlandığına göre, Allah'ın zatında ve sıfatında da
herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Değişiklik sonradan
yaratılanların sıfatlarındandır. Allahu Teâla ise bundan
münezzehtir. Bir şey, yok iken bir şeyi var ediyor, var
iken de yok ediyorsa ve Allah'ın kudreti ve iradesi her iki
olaya da taalluk ederek yok olan bir şeyi var etmiş ve var
olan bir şeyi de yok etmiş ise, kadim olan ilahi kudret
hadis olan bir şeye nasıl taalluk eder ve onu meydana
getirir? Onu niçin bu zamanda maydana getirdi de başka bir
zamanda meydana getirmedi? Daha önce ilgilenmediği bir
şeyle ilahi kudretin sonradan ilgilenmesi, ilahi kudrette bir
değişimin var olduğu anlamına gelir. Oysa Allahu Teâla'nın
kudretinde sonradan herhangi bir değişimin olmayacağı
kesinlikle sabittir. Zira değişimin olmaması kadim ve ezeli
olmanın gereğidir. İrade konusunda da durum böyledir. Aynı
şey ilim sıfatı hakkında da söylenebilir. İlim,
bilinenin olduğu hal üzere açığa çıkması demektir.
Malum zamanla değişebilir. Dalında asılı duran bir yaprak
bir müddet sonra düşebilir. Yaş halde bulunan bir şey
kurur, canlı olan ölür. Allah'ın ilmiyle şey ne halde ise
o hal üzere açığa çıkar. Allah, olmadan önce bir şeyin
ne hale geleceğini bildiği gibi, şu andaki halini ve yok
olduktan sonraki halini de bilir. Durum böyle iken nasıl
olur da Allah'ın ilmi varlıkların değişimi ile
değişebilir? Olayların değişimi ile değişen ilim,
sonradan var olan ilimdir. Allahu Teâla ise sonradan var
olanlarla var olmaz. Sonradan var olanlarla
alakalı olan da sonradan var olmuştur.
Mutezile'nin bu itirazı üzerine Ehl-i
Sünnet Mutezile'ye şöyle cevap vermiştir:
Allah'ın kudretinin eşyayla ilgili iki yönü
vardır:
A-
Bilfiil makdurun varlığını gerektirmeyen ezeli kudret.
B- Bilfiil
makdurun varlığını
gerektiren sonradan ortaya çıkan taalluk.
Kudret, bir şeye taalluk ettiği/ilgi
alanına aldığı zaman o şeyi var eder. Oysa o şey
kudretin taallukundan/ilgi alanına girmesinden önce de var
idi. Kudretin şeye taalluku/ilgi alanına alması ile şeyin
var olması kudretin hadis olmasını gerektirmez. Kudretin
daha önceden ilgilenmediği bir şeyle sonradan ilgilenmesi,
kudrette değişiklik sayılmaz. Kudret her zaman ne ise odur.
Bir şeye taalluk ettiğinde/ilgi alanına aldığında onu
var eder. Değişen, kudret değil makdurdur. Kudret ise asla
değişmez. İlim sıfatına gelince: İlmin taalluk/ilgi
alanına alma imkânına sahip olduğu herşey bilfiil
malumdur. Alimiyyeti gerektiren şey Allahu Teâla'nın
zatıdır. Malumiyyet ise eşyanın zatlarıdır. Allahu Teâla'nın
zatı bütün eşya için eşit seviyededir. İlim, zata göre
değişmez. Ancak izafet açısından değişme olur ki bu da
caizdir. Muhal olan ise, bizzat ilim sıfatının ve kudret
gibi diğer kadim sıfatların değiştiğini kabul etmektir.
Bu sıfatların kadim olmaları taalluk/ilgi alanına
girdikleri şeylerin de kadim olmalarını gerektirmez. Bu
sıfatlar kadim olup sonradan olanlara taalluk edebilirler.
İşte böylece bir taraftan kelamcılardan
Mutezile, diğer taraftan da Ehl-i Sünnet arasında
"Kaza ve Kader" meselesinde olduğu gibi Allah'ın
sıfatları konusunda da bir tartışma patlak verdi. Ancak ne
gariptir ki, kelamcılar arasında patlak veren tartışmalar
daha önce de Yunan filozofları arasında patlak veren
tartışmaların aynısıdır. Yunan filozofları daha önce
yaratıcının sıfatları ile ilgili bu noktalar üzerinde
durmuşlar, Mutezile de onların üzerinde durdukları bu
konulara Allah'a olan imanları ve tevhid inancına dair görüşleri
çerçevesinde Yunan filozoflarına cevap verme düşüncesi
ile bu konuları gündeme getirmişlerdir. Yunan felsefesinin
arkasından patlak veren bu tartışmada, Mutezile'nin yükünü
hafifletmek için Ehli Sünnet de mantıki önermeler ve
nazari varsayımlarla ulaştıkları neticelerle Yunan
filozoflarına cevap verme girişiminde bulundular. Ancak
Ehl-i Sünnet de Mutezile'nin düştüğü aynı hataya düşerek
aynı platformda yani aklın kavrayabildiği ve
kavrayamadığı, duyu organlarının hissedebildiği ve
hissedemediği konular üzerinde tartışarak, sözlerini
desteklemek için Kur'an ayetlerini kullanarak ve görüşlerine
ters düşen ayet ve hadisleri de tevil ederek, tartışma
konusu olan her konuya aklı esas alarak cevaplar verme
yanılgısına düştüler. Böylece Mutezile, Ehl-i Sünnet
ve diğer tüm kelamcılar, aklı esas alma, aklen
ulaştıkları sonuçları ayet ve hadislerle destekleme veya
aklen vardıkları sonuçlara uydurmak için ayetleri tevil
etme konusunda aynı seviyeye düştüler.
Anlaşıldığına göre kelamcıları
araştırmada bu metodu takip etmeye sürükleyen sebepler iki
tanedir. Bunlar:
1-
Aklın tarifini yapamamış olmaları.
2-
Hakikatları kavramada Kur'an metodu ile felsefecilerin metodu
arasındaki ayırımı yapamamış olmaları.
Kelamcıların aklı tarif edemedikleri,
yaptıkları akıl tarifinde açıkça görülmektedir. Kelamcıların
aklı şöyle tarif ettikleri rivayet edilir: "Akıl,
nefis ve idraklar için bir kuvvettir."
Onların bu sözleri şu anlama gelmektedir: "Duyuların
sağlam olması halinde ilmin kendisine tabi olduğu
zaruretlerdir." Akıl için getirilen bir başka
tarif ise şöyledir: "Akıl müşahede edilenler,
hissedilenler ve çeşitli vasıtalarla ğaiblerin idrak
edildiği bir cevherdir." "Akıl, nefsin bizzat
kendisidir." Kelamcıların akla bu şekilde anlamlar
yükleyip ardından da çeşitli nazariyeler ve önermelerle
varlığı olmayan sonuçlar çıkarmaları ve kendi kendine
işte bu sonucu akıl idrak etmektedir demeleri
garipsenmemelidir. Bu nedenle akli araştırmalarının belli
bir sınırı yoktur. Yaptıkları her araştırma onları
daha da derinlere götürmüş ve kendilerinin akli
araştırmalar diye isimlendirdikleri sonuçlara ulaştırmıştır.
Bu nedenle Mutezile'nin: "Allah'ın ezeli kudretinin
sonradan olan makdurata taalluku kudret sıfatını hadis
kılar" deyip bunu da akli araştırma ve akli sonuç
saymaları garipsenmemelidir. Aynı konuda Ehli Sünnetin
ileriye sürdüğü: "Allah'ın kudretinin makdura
taalluk etmesi kudretin değişmesini ve hadis olmasını
gerektirmez. Çünkü kudreti hadis kılan şey makdurun
değil kudretin değişmesidir." ifadesini Ehl-i Sünnet
akli araştırma ve akli sonuç olarak saymaktadır. Zira tüm
kelamcılara göre akıl, nefis veya zaruriyatı ilmin
kendisine tabi olduğu bir içgüdüdür. Öyleyse o, herşeyde
araştırma yapabilir. Eğer kelamcılar aklın manasını gerçek
bir şekilde kavrayabilmiş olsaydılar; varsayıma dayalı bu
araştırmalara girme, soyut şeylerin üzerine başka soyut
şeylerin kurulmasından ibaret olan ve akli hakikatlar diye
isimlendirilen, vakıası idrak edilemeyen sonuçlara varma
yanılgısına düşmeyeceklerdi.
İşte şimdi çağımızda aklın tarifi
bizlerde açıklığa kavuşmuş durumdadır. Dolayısıyla bu
tarife dayanarak aklın araştırma yapması mümkün olmayan
alanlarda yapılan araştırmaların akli araştırmalar
olarak isimlendirmenin mümkün olmadığını bilmekteyiz.
Dolayısıyla bu konularda araştırma yapmayı kendimiz için
uygun görmüyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki akıl:
"Duyu organları aracılığı ile vakıanın beyne
iletilmesi ve ön bilgiler aracılığı ile beyne
ulaştırılan vakıanın beyinde yorumlanmasıdır." Bu
nedenle her akli araştırmada dört unsurun bulunması
mutlaka gereklidir. Bunlar:
1-
Sağlam bir beyin
2-
Duyu organları
3-
Vakıa
4-
Bu vakıayı yorumlamaya yarayacak ön bilgiler.
Her ne kadar dört unsurdan birinin olmadığı
yerde mantıki araştırmadan veya hayal ve kuruntudan söz
etmek mümkün ise de bu dört unsurdan birisinin olmadığı
bir yerde akli araştırmadan söz etmek kesinlikle mümkün
değildir. Zira aklın unsurlarından uzak bir şekilde
varılan sonuçların tamamının hiçbir değeri yoktur.
Çünkü bu sonuçlar aklın kavrama alanına girmemekte veya
kaynağını akıl idrak edememektedir. Tüm kelamcıların
aklın manasını kavrayamamış olmaları, hissen
algılanamayan veya hakkında herhangi
bir ön bilgiye sahip
olmadıkları konular üzerinde araştırma yapmaya ve bunlara
önem vermeye sürüklemiştir.
Kelamcıların akli araştırmada
Kur'an'ın metodu ile felsefecilerin metodunu birbirinden
ayıramamalarına gelince: Hem Kur'an hem de felsefeciler
ilahiyatla alakalı konulardan bahsetmektedir. Ancak
felsefecilerin ilahiyatla alakalı konulardan bahsetmeleri,
mutlak varlık ve mutlak varlığın zatı için gerekenler
üzerinde yoğunlaşmıştır. Felsefeciler kâinat yerine
kâinat ötesi konuları araştırdılar. Bu amaçla
önermeleri için birtakım deliller düzenlediler ve bu
delillerle birtakım sonuçlara ulaştılar. Daha sonra
vardıkları bu sonuçları daha başka sonuçlar çıkarmada
kullandılar. Takip ettikleri bu metod üzere zatın
hakikatından ve bu zat hakkında gerekenlerden saydıkları
noktaya varıncaya kadar devam ettiler. Vardıkları farklı
sonuçlara rağmen onların tamamı araştırmalarında tek
bir metod takip etmişlerdir ki bu metodun özü, tabiat
ötesi yani metafizik konularda araştırma yapmaları veya
farazi varsayımlara dayanan ya da diğer burhanlara dayanan
deliller düzenleyerek kesin kabul ettikleri ve inandıkları
sonuçlara varmalarıdır.
Oysa araştırmada takip edilen bu metod
Kur'an'ın metoduna ters düşmektedir. Çünkü Kur'an-ı
Kerim araştırmasını bizzat kâinat, varlık alemi: Yeryüzü,
güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, insanlar, develer,
dağlar ve diğer hissedilebilen varlıklar üzerinde yoğunlaştırmaktadır.
Bununla da Kur'an, dinleyene kâinatın ve varlık aleminin
yaratıcısını, güneşin, devenin, dağların, insanın ve
diğer varlıkları idrak ederek bunların yaratıcısını
idrak etmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Kur'an duyularla
algılanamayan, varlık aleminin idrak edildiği gibi idrak
edilemeyen metafizik konulardan bahsederken, belli bir
vakıayı nitelemekte veya bir gerçeği vurgulamakta ve
bunlara kesin bir şekilde iman edilmesini istemektedir. Bu
noktada insanın dikkatini bunları kavramaya veya onları
kavramaya aracılık edecek şeylere yönlendirmemekte ve bu
türden şeylere önem vermemektedir. Allah'ın sıfatları,
cennet ve cehennem, cinler ve şeytanlar Kur'an'ın
bahsettiği konulardandır. Bu metodu takip eden ve anlayan
Sahabeler, İslâm risaleti ile kendileri mutlu oldukları
gibi diğer insanların da mutlu olmaları için İslâm
risaletini diğer insanlara taşımaya koyuldular. Hicri
birinci asır boyunca bu durum devam etti. Yunan felsefesine
ve diğer milletlere ait felsefi düşünceler Müslümanlar
arasına sızdığında kelamcılar diye bilinen bir grup
oluştu ve bu grup akli araştırma metodunu değiştirdiler.
Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında tartışmalar
başladı. Bu konular üzerindeki tartışmalar kısır bir
tartışma olduğu gibi kesinlikle akli araştırma da
değildi. Çünkü yapılan tartışmalar ve araştırmalar,
hissen idrak edilemeyen alanlarda yapılan tartışmalar ve
araştırmalardı. Hissen algılanamayan şeylerin
araştırılması hiçbir surette akli araştırma olması mümkün
değildir. Üstelik Allah'ın sıfatları konusundaki; "sıfat
zatın aynı mıdır değil midir?" şeklindeki
araştırma Allah'ın zatı hakkında yapılan bir
araştırmadır. Allah'ın zatını araştırmak ise hem
şer'an yasaklanmıştır hem de muhaldir. Bu nedenle tüm
kelamcıların Allah'ın sıfatları hakkında yaptıkları
araştırmalar, yersiz ve kesinlikle yanlış bir
araştırmadır. Allah'ın sıfatları "tevkifi"dir.
Kat'i nasslarda ne kadar zikredildi ise biz de o kadar konuşabiliriz.
Kat'i nassların dışına çıkamayız. Kat'i nassların
bildirdiğine ilave yapmamız, açıklamalarda bulunmamız
caiz değildir.
|