ABİDLER YOLU
Mütercim: İlyas ibni Abdullah El - Nihani fOK anh Alimi)
Bugünkü Türkçesi Turgut Ulusoy
HİSAR YAYINLARI
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM
Namazı ifsat (Bozan) eden şeyler
İKİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Takva sahibine verilen hayırlardan 12 si
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEŞİNCİ BÖLÜM
Sözün özeti (Allah'ın rahmetinin gazabından üstünlüğü)
ALTINCI BÖLÜM
Amellerin kabulüne mâni olan haller ve bunların zıdları
YEDİNCİ BÖLÜM
Aziz okuyucu;
Allah'ın ve Onun yüce Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) in yolunu öğrenmek ve öğretmek sayısız meşakkatlere göğüs geren, ve O yolu, zamanında insanlığa en güzel tarif eden şüphesizki Şarkta olduğu kadar garbta da haklı bir şöhrete erişen büyük mütefekkir îmam Gazali'dir.
Bu büyük zatın-, akaide faydalı bid'at ve lüzumsuz fikirlerden arınmış olan Minhacüİ Abidiyn (Abidler Yolu) isimli eserini Osmanlı ulemasından (îlyas îbni Abdullah El Nihani) hazretleri bu dili bilmeyen müslüman Türkler için tercüme etmiştir.
Bu kıymetli eseri İlyas beyin tercümesine uygun olarak ilk defa marifetname mütercimi muhterem T. Ulusoy hocamız bu günkü türkçeye çevirmiştir.
Kendisine sonsuz saygılarımızı sunar bu yönden daha nice eserler vermesini Allah'tan temenni ederiz.
Tevfik Allahtandır.
Hisar Yayınevi
ÖNSÖZ
İmam-ı Gazali hazretlerinin Arapça yazılı Minhâc-ül-Abidîn (Abidlerin yolu) adındaki eserini, bu dili bilmeyen Türkler için (çok önemli dinî bir vazifeyi yerine getirmek gayesiyle) Türkçeye tercüme ettiğini ifade eden İlyas İbni Abdullah El Nihani'nin 1864 tarihinde o günün diliyle yazılıp bastırılmış olan bu kitabını, Hisar Yayınevi, bana verdi ve bugünkü okuyucuların anlıyabileceği sade bir ifade ile yazmamı rica etti. Ben de, sırf İslâmî eserleri okumaya susamış mü'min kardeşlerimize bir hizmet ve aynı zamanda dini bir vazifeyi yerine getirmek gayesiyle bu ricalarını kabul ettim ve eseri, uzun ve yorucu bir çalışma sonunda sadeleştirmeğe muvaffak oldum.
İslâm dünyasının en ünlü mütefekkirlerinden olup. ilmi ve felsefi dehasını ve dini ilimler sahasındaki kudretini aksettiren önemli eserleriyle Doğu kadar Batı aleminde de ün salmış bulunan İmamı Gazali'nin bu değerli eserinin, okuyucuların dinî yönden aydınlatacak, eksikliklerini tamamlatacak ve manevi alanda ilerleyip yücelmek istiyenlere yardımcı olacak nitelikte olduğunu gördüm ve buna inandım. Bu inançla başlayıp başarı yle sonuçlandırdığım bu iş için Cenabı Hakka sonsuz hamdü senalar eder, aslına sadık kalmak gayretiyle yaptığım bu sadeleştirmede görülecek hata ve kusurların, okuyucular tarafından bağışlanmasını dilerim.
Turgut ULUSOY
Sonsuz hamd ve senalar, sayısız şükürler, O, kâinatın yaratıcısına ve bütün canlıların rızık vericisine olsun ki yaratığın vücudu, O’nun kerem ve ihsan denizinden bir damla, nurlu cemâlinden bir pırıltıdır. Kâinâtın bu göz kamaştırıcı sanat eserleri, olagelen bütün işlerde ve her şeyde görülen bu düzen ve ahenk, Onun varlığına, kudretine ve birliğine kesin bir delil, açık bir isbattır.
Sonra sonsuz tehiyyat, sayısız, salât ve selâm, O, ümmetinin öncüsü ve insaniyetin yol göstericisi, şeriat tahtının padişahı, tarikat ve hakikatin parlak güneşi, ilâhi sıfatların aynası Muhammed Mustafa (S.A.) üzerine olsun ki, O, Peygamberlerin efdali, sonu ve yüksek ahlâkın örneği ve temelidir.
Sonra yakınlık burçlarınm ışıkları, hidayete ermişlerin en parlak yıldızları olan Peygamber efendimizin yüksek âli (ev halkı) ile Ulu sahabeleri üzerine olsun ki bunlar, İslâm dünyasının büyükleri, saadet dolu gerçek yolun öncüleridir.
Bundan sonra ey şeriat yolcuları, ey tarikat sâlikleri, ve ey hakikat isteklileri bilin ve anlayın ki: Kur'anı Kerim'in belirtileri ve Hakim olan Allah'ın emrettikleri şudur:
— 5 —
İnsanlarla cinlerin varoluşlarının sebep ve hikmeti idrak, ve akıl gücü ile bezenmelerinin yüksek gayesi, Cenabı Hakka hâlis, temiz, şevk ve sevgiyle dolu bir kalple ibâdet etmektir. Tâ ki gönüller, ibâdet cilasiyle cilalanıp ilâhî biçimlere ayna, eşyaya ibretle bakan göz olsunlar. Ancak bu suretle, dünyanın sakinleri olan insan türü, götürmeğe gücü yetmediği bu ağır yükü, bu emaneti taşıma imkân ve kolaylığını bulur.
Bu açıklamadan anlıyoruz ki. im ağacının meyvesi ve ömür sermayesinin faydası, Cenab-ı Hakka ibadet ve tâattır. Bu, aynı zamanda velilerin alâmeti, Peygamberlerin dileği, saadetin yolu, Cennetin delili, derdlerin İlâcı, ve nihayet Rabbımızın emridir. Nitekim Cenab ı Hak, Kur'anı Keriminde: (Enbiya S.A. 92) «Ben sizin Rabbmızım bana ibadet ediniz» buyuruyor. Diğer bir âyette de (însan S.A. 22) ‘O bir dünyadaki sonsuz nimetler, şüphe yok ki iyi amellerinizin karşılığı, mükâfatıdır. Hiç bir iyi ameliniz boşa gitmemiş, sâ'yiniz meş kür olmuştur» buyuruyor.
Bu yolun başından başlayıp sonuna vardığımızda arkaya dönüp görücü bir bakışla baksak doğruyu düşünen bir akılla düşünsek, o zaman bu yola girmenin ne kadar zahmetli, yürüyüp bitirmenin ne kadar zor olduğunu anlarız. Sonu gelmez zorluklarla karşılaşılan, mesafesi uzak, içi sayısız «^üçlükler, tehlikeler ve düşmanlarla dolu olan bu yol, hevâ ve heves yolu gibi açık ve 'selâmet değildir. Gerçi hikmetin gereği şudur: îbadet yolundaki bu üstün güçlükler Cennete gidişi ve saadete varışı sağlar. Bu değerli bir devlet ve büyük bir nimettir. Elbetteki böyle bir nimete, zahmet çekilmeden erişilmez. Görmüyor musun ki dikensiz gül, yılansıs köşe, güçlüksüz rahat olmaz ve yorulmadan hiç kimse kolaylıkla dileğine kavuşamaz, hastalık çekmiyenler, ilâcın kıymetini bilmezler. Can vermeyince canan ele
6 —
geçmez. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor. Cennet, zahmetli ve zor işlerle örtülmüştür. O zahmet ve zorluklara katlanmayınca Cennet yolu bulunmaz ve ona varılmaz. Cehennem de nefsin ahlâkı olmıyan perdeleriyle örtülmüştür. Nefsin isteklerini yerine getiren adamın da varacağı yer Cehennemdir. Başka bir hadis-i şerifinde de; Cennet yolu sarptır, yokuştur. Geçilmesi, zorlukları yenmekle olur. Cehennem yolu ise düzdür varışı kolaydır.’ buyurmuşlardır.
Sâlikin hallerine baktığımız zaman şu durumu görüyoruz: Sâlik, iradede zaif, bedende cılız! himmet ve gayrette gevşek, amelde eksiktir. Ömür az iş çok, yol uzak, azık yiyecek yoktur. Dinî emirlerin yerine getirilmesi yardımla olur. Dünya halkı ise ona el uzatıp yardım etmez. Bu durumda dertli ve yardıma muhtaç olan sâlik, bu yolun güçlük ve zorluklarına bakmayıp, kendi acizlik ve eksikliklerini önemsemeyip tam bir gayret ve himmetle ve zorlukları birer birer yenerek yoluna devam edip ilerler, durakları birer birer geçer ve böylece gönlünün dileğine, gayesine varmada zafer kazanırsa âbidler, iyiler zümresine girer ve sonsuz saadete ermişlerden olur. Eğer sâlik bu yolda gayeye varma sebeplerine baş vurmaz, sülük işinde çekingen ve gevşek davranırsa, varmak istediği hedef elden kaçar, telâfisi imkânsız zarar ve ebedi pişmanlık hasıl olur. Ne-üzü billah.
Bu açıklamadan anlaşıldı ki: Dünyada en büyük saadet, Allah'a ibadet vazifesini, gereği gibi yerine getirmektir. Bu devleti, elden kaçıranların sonu ise hasret ve pişmanlıktır. Bu yolun zorluklarından ve sâliklerin ibadet ve tâatlarının azlığından, sülük yoluna girip gayeye varanlar azdır. Ancak sâlikler içinde, Allah'ın sevgi ve bilgisiyle kalpleri dolanlar, Onun yardımıyle
hidayete erenler, yine onun lütuf ve keremi ile Rıdvan cennetine girerler.
Biz âciz, biçâreler, kâinatı yaradan, içli duaları kabul eden ulu Allah'ın dergahının eşiğine yüzümüzü sürüp niyaz ederiz. velilerin, sâlihlerin ve hassaten Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (S.A.) in hürmetine bizi bu dünya evinde tâat ve takva yolundan şaşırtmasın ve Ahirette de didârını (mânevi görünüşünü). Cemalin'i bizden gizlemesin. Âmin ya mücibüs -sâilin?
Vaktaki bu yolun zorlukları sebebiyle gayeye erişenlerin az olduğu görülünce, basiret sahibi din âlimleri incelemeye koyuldular ve bu halin sebeplerini, nedenlerini araştırdılar ve hepsini yedi esasta topladılar, yedi geçitle ifade ettiler. Bu geçitler birer birer geçilmeden, sâlikler, tarikat yolunda ilerleyip hakikat âlemine varamazlar. Din âlimleri bu yolun geçitlerini, tehlikelerini, kurtuluş çarelerini bulmak ve bildirmek için geniş, kısa nice kitaplar yazdılar. Fakat hepsi de, lüzumsuz ve anlaşılması güç fikirlerle doludur. Ancak bu alanda, bilgi çeşmesinin saf suyunu Muhammed hin Muhammed Gazali (K.S.) hazretleri akıttı. Dini ihya ve müminleri inandırıcı, ihya-ül-Ulumuddin gibi bir çok eserler yazdıktan sonra ömürlerinin sonunda dikkatli bir inceleme ve tam bir içtihadın mahsulü olan Minhac ül-Abidin (Abitler yolu) adındaki bu değerli kitabı yazdı. Bu kitabın her satırı gönül açıcı, yol gösterici ve her yönden ruhun manen tatmin edicisidir.
Vaktaki ben Ilyas ibni Abdullah El Nihâni, bu kitabı, akaide faydalı, bidattan ve lüzumsuz fikirlerden arınmış görünce, tasavvuf yolunu aydınlatıcı, isteklilerin manevî derdlerine şifâ verici bir şerbet olduğunu ve dinin ileri gelenlerinin hemen hepsinin bu kitaptaki fikirler üzerinde birleştiklerini anlayınca onu, Arapçadan
8 —
Türkçeye (bu dili bilmiyen müslüman Türklere bir yardımım olsun diye) çevirmeğe ve anlaşılır bir ifade ile yazmayı düşündüm ve Allah'ın yardımıyle bu dileğimi yerine getirdim. Bu kitabı okuyup hem müellifin (yazarın) ruhunu şad eden ve hem de bendenizi hayırlı dualariyle anan mü'minlerden Allah razı olsun.
Bir de yüksek ahlâka sahip zamanın fâzıl ve âlimlerinden şunu diliyorumm.- Benim gibi bir acizin tercümesinde gördükleri hata ve eksiklikleri bağışlayıp beni teşhir (dillere düşürme) etmesinler, hatalarımı düzeltip kusurlarımı örtsünler.
Bu kitabı okuyup uygulayanların sülükte basiretli, dikkatli olmaları için, İmam-ı Gazali hazretleri şuna işaret buyuruyor:
Muhakkak ki ibadet yolunda uyanık bulunan kul, sülük yoluna girince Allah'ın ilhamı ve onun yardımıyle, Kur'an-ı Kerim'in (Zümer S. A. 22) «Allah'ın göğsünde müslümanlık için inşirah (gönül açıklığı) verdiği bir kimse O Rabbından bir nur üzerinedir kalbini mühürlediği kişi gibi midir?» âyetinin mânâsı belirir ve kalbi nurla aydınlanır, mânevi sevinçle dolar. Hz. peygamber de bu mânâya işaret ederek buyuruyor ki: İlâhî nur, bir mü'minin kalbinden geçerse o gönülden ferahlık ve genişlik hasıl olur. Sahabeler. Ya Resûlallah, bunun bir alâmeti var mıdır? bilelim diye sorduklarında cevaben buyurdular ki: Bu gururlu ve ölümlü dünyadan ve ondaki kötülüklerden el çekip ebedî âleme dönüş hazırlığını yapmaktır. Ölmeden evvel ölmektir. Bir kulun kalbinde bu mânâ belirince nefsinin, hayattan, konuşmadan, ilim ve amelden, kuvvet ve kudretten, ve diğer nübarek ma'na ve latif lezzetlerden ne varsa hepsine ve daha nice nimetlere gömüldüğünü ve
__ 9
kendi vücudunun nxe âfet ve belâlardan üzüntü ve zorluklardan salim bulunduğunu görür ve der ki: Bütün bu nimetleri bana veren bir nimet vericisinin ve beni bütün belâlardan saklıyan bir koruyucunun .bulunduğuna içten inanırım. Bütün bunlara karşılık O (Allah! benden şükretmemi, bunca nimetlerinin bedelini hizmetlerle ödememi ister. Eğer edasında bir gaflet, yapmasında bir gevşeklik gösterirsem, bütün bu nimetleri benden alır. Yerine mihnet ve belâlar, üzüntü ve zorluklar verir, işte Cenab-ı Hak kullarına, bu hakikati bildiren, onlara doğru yolu gösteren sadık, gerçek bir Resul gönderdi. Resul, çeşitli mucizeler ve türlü kerametler göstererek dini ortaya koydu ve haber verdi ki: Bizim bir Rabbımız vardır. O, birdir, kadimdir (başlangıcı yok) diridir, kayyumdur (sonsuzdur) bilicidir, kadirdir (gücü her şey'e yeter), konuşur, işidir,' görür, emreder, yasak eder, isyan edenlere (emir ve yasaklarına uymuyanlara) azap verir, cezalandırır; uyanlara, itaat edenlere sevap verir. Bütün sırlarımızı, fikir ve düşüncelerimizi bilir ve bizi korur. Onun emirlerine aykırı hareket edersem benim 'talim nice olur der kıvranır. Sonra Resulün haber verdiği şeyler esasında mümkündür. Olağan şeylerdir. Peygamberlerin yalan söylemeleri imkânsız olduğu gibi şanlarından da değildir diye düşünürse, kesin inanca varır ve o zaman o kulun kalbine âhiret endişesi düşer ve kendi ballarını düzeltmeğe başlar. Bu mertebeye Hatırül far' derler. Bu dereceye gelmiş olanlar izdıraba, içten yanmaya başlarlar onlardan özür kesilir, isbat yolunu seçerler. Gaflet uykusundan uyanır, kurtuluş yolu nedir ve kolayca nasıl elde edilir? Onu tedârik edip eserden müessire intikal etmeğe yönelirler.
Nitekim Emir-ül mü'minin Hz. Ömer (R.A.) de devenin ayak izi, ne tarafa gitiğini ve nereye vardığını
— 10 —'
gösteren açık delillerdir buyurmuştur. Demekki yolda görünen izler, oradan geçenlerin delili, belirtileridir. O halde bu zemin (yer) ve zaman ve bu yüce gökler kudretli ve bilgili bir sânia; (yapıcı) niçin delâlet etmesin Bu tefekkür, düşünüş ibadet yolunda sâliklere saldıran ilk âkabe (geçid) dir. Buna ilim akabesi (geçidi) denir. Bu, Allah-ı bilmek istiyenlere lâzımdır ki bu geçidi geçebilsinler. Bu da delillerini, görünce, derin bakışlı bir gözle incelemekte, din âlimlerinden faydalanmakla, Velilerin dualarını kazanmakla, sâlihlerin, iyilerin yardım ve himmetleriyle olur. Çünkü bunların her biri, bilme yolunun delili, ümmet kandilinin ışığı, milletin, cihanı aydınlatan güneşidir. Bu duruma gelmiş olan sâlikler, bu âlemin elbette bir sâniî yapıcısı, yaradanı) olduğuna kesinlikle inanırlar. Onun ortağı yoktur. Bütün mahlûkatı yaradan, bu sayısız nimetlerine şükretmeyi emreden, küfürden, kötülüklerden sakınmayı, aksi hareket edenlere verilecek âhiret azabını bildiren odur. Buna kesinlikle inandıktan sonra, içten gelen kuvvetli bir şevk ve istekle Allah'a ibadet etmeğe koyulur ve emirlerine uymaya dikkat ve titizlik gösterilir. Fakat bu ibadet ve hizmetli" nelerdir, nasıl yapılırlar? Bunları bilmek için Şeriatın gösterdiği farz ve vacipleri, sünnetlerle ibadet âdabını öğrenmeğe çalışılır ve ondan sonra bütün şartlariyle ibadet vazifesi yapılır ki Allah'ın yanında makbul olsun. Demekki kulun, ibadet hizmetini gereği gibi yapabilmesi için ibadete ait bütün lüzumlu bilgileri öğremmesi lâzımdır ki ondan sonra il: adet hizmetine koyulsun Fakat o zaman haline bakar ki ben bunca pislikler içinde kirlenmiş bu kadar günahlar işlemiş, bunca âsi, fena ve yerinmiş hallarımla Allah'a ne yüzle yönelip ibadet edeyim diye düşünür ve şuna karar verir:
Evvelâ tevbe edeyim. Günahlardan temizleneyim ki' ibadet etmeğe liyakat kazanayım ve bu vazifeyi yapabilecek duruma geleyim yüzümü hizmet eşiğinde toprak edeyim. Çünkü bu basamakta (derecede) sâlik-lerî, Tevbe kapısı istikbal eder (karşılar). Bu geçidi böyle aşması lâzımdırki gayesine varsın. Bu durumda, işlediği günahları, iç üzüntüsü ile ve göz yaşlarının selleriyle yıkar, yaptıklarına pişman olur. Yalvarır, ah-u-zar eder. Mevlasından, bağışlamasını, afvedilmesini diler. Tâki Cenab-ı Hakkın lütuf ve inayetiyle günahlarından temizlenip arınır.
Bu geçidi geçtikten ve bu engeli aştıktan sonra bu sefer de kendisini yolundan alıkoyacak başka engellerle karşılaşır. Bu engeller de 4 tanedir: Dünya, halk, şeytan, nefis. Bu 4 engelîn zararlarından korunmak için 4 şey'e başvurulur. Ve bunların yardımıyle bu engelleri önlemeğe, bertaraf etmeğe çalışılır. Dünyadan tecerrüd (sıyrılma, uzaklaşma), halktan teferrüd (yalnız kalma), şeytanla savaşmak, nefse muhalefet, isteklerine karşı gelmek suretiyle, bu 4 engelin zararlarından korunmak mümkün olur. Fakat nefse muhalefet hepsinden zor iştir. Çünkü ondan ayrılmak imkânsızdır. Şeytan gibi onu koğmak ve ondan kaçmak kolay değildir. Çünkü nefis, ruhun merkebidir onsuz gayeye varılamaz. Fakat nefis de ibadet etmeyi istemez mâni olûr, türlü bahanelerle engeller. Bu takdirde takvaca kendisine gem vurulması lâzımdır ki serkeşlik etmesin itaatli olsun. İsteklerinde aşırıya gidip sâlike zahmet vermesin. Tehlikeli ve bozuk yerlerde binicisini, yokluk uçurumlarına yuvarlamasın. Bu güç geçidi de geçip kurtulduktan sonra bu seferde '}'"ı,i, arızalı geçit karşılar. Bu da isteklileri kendisi ile her an uğraştırır ve~ böylece ibadeti engeller. Bunu da önleyen 4 şey vardır:
1 — Rızıktır ki nefis onu ister. Çünkü bedenin güç kazanması ve yaşaması için yemek içmek lâzım. Ben dünyadan elimi çeker, insanlardan ayrı yaşayabilirim. Fakat rızkım, bana nereden gelecek ve nasıl elat edebileceğim diye şaşırır kalırım.
2 — Korkudan, ricadan", basından ve mekrûh c'r:;.~ şeylerden hatıra gelipde zihnimizi kurcalıyan bu. yüzden aksayan işler nasıl düzelir ve bu bozukıuk.nerededir bilinmez. Bu bilgisizlik sebebiyle, gittiğim yolda tehlike ile karşılaşırım diye üzüntü duyarım.
3 — Halktan uzak kalma, Şeytanla savaşma v.=, nefsin isteklerini yerine getirmemem sebebiyle :' üzüntüler duyar nice işkenceler ve zorluklarla karşılaşır ve çekerim.
4 — Allah'tan gelen kaza ve belâlardır ki, nefsi Emmâre bunlara dayanamaz. Bu yüzden bozuk Ve yersiz çarelere baş vurur uygulayan sâlikin başına nice haller gelir
Şu halde bu dört engeli ortadan kaldırıp, bu güç geçitten de geçebilmek için: Rızık işinde Allah'a tevek* kül edilecek, hatıralı ve endişeli hallerde işi. Cenab-ı Hakka tafviz (havale) ederek zorluklar karşısında sabır edilecek. Kaza ve belalara rıza gösterilecek, Bu 4 esasa göre hareket edildiği takdirde Allah'ın yardımıyla bu güç geçitte geçilir.
Bundan sonra ibadet ve tâata başladığında nefsini, âhiret işlerinde gafil, hayırlı işlerde gevşek kötülüklere daha eğilimli ibadetlerde ihmala, zaif ve gevşek davranarak rahat ve huzur ister.
Bu durumda da onu, şevk ve zevkle tâat ve :'bade-te yöneltecek bir uyarıcı, aynı zamanda kendisini kötülüklerden
— 13 —
menedecek bir zorlayıcı, bir korkutucu lâzımdır. İşte Cenabı Hakkın, kullarına vadettiği (söz verdiğD sevâb) ve çeşitli âhiret nimetleri, şevk ve zevkle kendisini ibadete sevk eder. Yine Çenab-ı Hakkkın haber verdiği Cehennem azabının korkusu da kötülüklerden çekinmek için en kuvvetli sebep olur. Buna Akaba-i bevais derler (sebepler geçidi).
Bu geçidi geçenler tâat ve ibadete istekli olur, zevk ve şevkte taat ve takvâya devam ederler. Fakat bu halde de iki büyük âfet mü'mine hücum eder: Biri riya diğeri acele âfetidir. Riya, ibadetini halka göstermek ve kendisine, ne sâlih ve ne iyi adam dediklerinde ferahlanıp gururlanmaktır. İşte bu sebepten riya, ibadeti if-sad eder. Ucb: İbadetin büyük bir iş olduğuna inanmak, kendinde kerametler tasarlamaktır. Bu da ameli boşa çıkarır ve sevapları siler götürür. Buna da Aka-be-i-Kavadih (böbürlenme geçidi) derler.
Bu geçitte gösterişsiz, riyasız ibadet ve tâaatte bulunmak, mü'mine teklif edilen hizmetleri, büyük bir nimet bilerek zevkle yapmak, Cenab-ı Hakkın, kendisine verdiği ve vereceği dünya ve Ahiret nimetlerine karşılık ibadeti sırf bir ilâhî emir olarak yaptığına inandığı takdirde, işlediği ameller, taat ve ibadetler bütün âfetlerden salim olur ve asıl maksat ve gaye de elde edilmiş olur.
Bu derecede olanlar, kendilerin' Cenabı Hakkın minnet ve nimetleri denizinde gömülü görürler. Bu hal, hata ve kusur işlememeyi, fenalıklardan sakınmayı kolaylaştırır. Mü'min, halis ve temiz bir niyetle kendini ibadete verir ve ilâhi nimetlerin şükrünü eda etmekte bir an bile gaflet etmekten korkar. Çünkü böyle bir küfran-ı nimet yaptığı takdirde bütün ilâhi nimetlerden
_ 14 —
mahrum kalacağını ve böylece iyiler mertebesinden düşeceğini düşünür.
Bu, derecede, hamd-ü sena ile şükretme Akabesı, kendisini karşılar. Bu geçidi de geçmek vacip olur. Bu suretle Cenab-ı Hakkın verdiği sonsuz nimetlere karşı yaptığı şükrü, hamd-ü senayı hergün biraz daha arttırır. Allah'ın yardımıyle bu geçitten de kurtulup geçenler iyilerin iyisi Zümresine girerler ve gerçek maksat ve gayelerine ermiş olduklarını görürler. Bu hale bir müddet devam etmekle kendilerini şevk sahrasında ve sevgi alanında bulurlar. Cennet Tavusları gibi Ridvan pencerelerinde ve Âmân bahçelerinde uçuşup gezerler ve duaları kabul olunan keramet sahibi ermişler, iyiler meclisinin değerli üyeleri olurlar. Şefaat etme, bağışlamada aracılık yapma mertebesini kazanırlar. Yaşadıkları müddetçe, bedenleriyle dünyada, gönülleriyle mânâ âleminde olup her saat sonsuz nimetlere, sayısız mânevi zevklere ererler. Bu fani dünyayı, pis bir lâşe gibi görürler ve ona karşı nefret duyarlar. Bütün istekleri Mele-ia'lâdır. Bu sebepten can ve gönülden ölümü isterler. Melâike-i-Kiram, kendilerini hoş kokulu çiçeklerle ve cennet müjdelerini vere-. rek ziyaret ederler ve bu mihnet (acı) dolu, üzücü dünyadan, Allah'ın huzuruna, Ridvan cennetine davet ederler. Bu mertebede gözlerdeki perde kalkar. Mele-küt âlemine bakılır ve kendileri için hazırlanmış büyük bir nimet ve geniş bir mülk görürler ki, dünyanın nimetleri ve fâni mülkü onun yanında bir buğday tanesi gibidir orada, kâinatın yaratıcısı ve bu âlemdeki bütün içlerin idarecisi olan Cenab-ı Hakkın sonsuz ihsan ve ikrâmlariyle sayısız nimetlerine nail olurla: ki bunları, hiç bir insan kalemi yazamaz ve hiç bir dil ifade edemez. Onların karşısında akıllar aciz ve hayret içinde kalır.
.— 15 —
Allah'ın bu sonsuz saâdeti ve büyük devleti O. mu'lur kula. ki ona bu yüksek mertebe ve mübarek makam nasip olur. Buna nail olanın şânı ebediyyen yükselir, gönlü manevi zevkle, sevinçle dolar.
Rahmet hazinesi bol olan Cenab-ı Haktan niyaz ederiz ki bu nimet ve devleti Ümmet-i Muhammed'in her ferdine nasip ve müyesser kılsın ve bu alanda ilmimizden faydalanmamıza yardımcı olsun. Başkasından duyduğu, sapık fikirlere inananlardan etmesin. Ta ki kıyamet gününde,'jUrr. ve bilgimiz azap görmemize değil bağışlanmamıza, afvolmamıza sebep olsun vo bütün amel ve ibadetlerimizde yardımcımız, dünyada rıias'nı, âhirette likasını (görünüşünü! bizden esirgemesin; Âmin.
Dinin sülük ve. tarikat yollarını aydınlatan bu (Abidlerin yolu) eseri yukarıda kısaca anlatılan Aka-bejere (geçitlere) uygun şekilde yedi bölüme ayrılmıştır. Tâki"ibadet yoluna girenler ve bu yoıda yükselmek istiyen sayede hiç bir engele uğramadan geçitleri birer birer geçip gitsinler.
Birinci bölüm;- îlim hakkında (ilim geçidi)
İkinci bölüm ...: Tevbe hakkında (tevbegeçidi)
Üçüncü bölüm • Avayık (engeller): (engeller geçidi.)
Dördüncü bölüm. Avâriz (arızalar): (Kazalar geçidi).
Beşinci bölüm : Bevâis (sebepler): (sebepler geçidi).
Altıncı bölüm : Kadh '£.**;ler): (â*e ler geçidi).
Yedinci bölüm : hamd ve şükür: (şükür geçidi?.
- 16
BİRİNCİ BÖLÜM
Ey Allah'a ibadet etmek yolu ile manevî mertebelere yükselmek istiyen, Cehennem azabından kurtulup Allah'ın yanında iyiler zümresine girmeği gaye edinen kişi, bu dileğine ermen için en önemli işin ilim öğrenmektir. Çünkü ilim, bu dairenin kutbu, bu ağacın meyvesidir. Dünyada hakikî mürşid ilimdir. Gerçek yolu insanlara öğreten Odur. Bundan sonra ikinci önemli işin ibadettir. İlim ve ibadet, iki ulu gevher (pırlanta) dir ki bu gördüklerinin tümü onları kazanmak için yaradılmıştır. Cenab-ı Hakkın gönderdiği peygamberler, onlara indirdiği kitaplar, bu yer ve gökler ve bu ikisinde bulunanların hepsi, her şey bunları, bu iki değerli pırlantayı elde etmek için var olmuşlardır. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Keriminde (Talâk S. A. 12) «Allah, yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmış olandır. Emri ve hikmeti bütün bunların arasında durmadan iner. Allah'ın (bunları yaratması, onun) hakikaten herşey'e kaadir olduğunu.
17
ilmiyle hakiykaten herşey'i kaplamış bulunduğunu bilmemiz içindir» buyurmuştur.
Deniliyor ki bir gün Hz. Davud (A.S.) Cenab -ı Haktan,,ya Rabbi bu insanları niçin,yarattın diye sordu. Allah ta cevaben: Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi istedim ve sevdim ve beni bilsinler diye bu halkı yarattım buyurmuştur.
İşte bu ayet-i kerime ve kudsi hadisten anlaşılan, yer ve gökleri ve içindekilerin hepsini yoktan var eden Cenab-ı Hakkın asıl dileği zat ve sıfatlariyle kendisinin bilinmesidir. Yine, bu iki şâhid bize isbat ediyor ki: ilim, bu cihanda çok aziz ve kıymetli bir pırlantadır ki onun benzeri bulunmaz ve değeri biçilmez. Bilhassa Allah'ın vahdaniyyetini (birliğini) öğreten Tevhid ilmi.
Cenabı Hak, insanların yaradılış gayesini de şu ayet-i kerimede (zâriyât S.A. 58) «Ben cinleri de, insanları da (başka bir hikmetle değil) ancak bana kulluk etsinler (ibadet etsinler) diye yarattım» diye açıklamışlardır, işte bu ayet-i kerimeden de yaradılışın tek gayesinin yaradana, Allah'a kulluk ve ibadet olduğunu ve mutlaka yapılmasının gerektiğini anlıyoruz. Fakat ibadet bilgisiz olmaz. Onun için Cenab-ı Hak, bu ayeti, beni bildikten sonra ibadet etmeniz için yarattım; başka şey için yaratmadım, manasında buyurmuştur, işte bu ayıklamadan anlaşılıyor ki ilim ve ibadet, Allah'ın yanında en aziz ve kıymetli iki pırlantadır ki değeri biçilmez ve yine anlaşılıyor ki bu dünyada faydalı ilimle, sâlih amelden hayırlı hiçbir şey yoktur. O halde her kulun vazifesi bunları gücü yeterince yapmaktır. Yalnız bu iki pırlantanın en üstünü, en faziletli ve değerlisi ilimdir. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: Alimlerin ibadet edenlerden üstünlüğü, benim, ümmetimin en değersizinden üstünlüğüm gibidir. Başka bir hadisinde de şöyle buyuruyor. İlim, adamına bir kere bakmak benim yanımda, gündüz oruç, gece namaz kılarak bir yıl ibadet yapmaktan daha sevimlidir. Yine bir gün Hz.. Peygamber sahabelerim: size, Cennet ehlinin en şereflisi kimdir söyliyeyim mi? Buyur Ya Resülallah dediklerinde ümmetimin âlimleridir buyurmuştur. Yine bir gün Hz. Peygamber, ben Miraç gecesinde cehenneme uğradım, halkına baktım ve çoğunun fakir olduğunu gördüm buyurduklarında sahabe, Ya Resulallah, maldan mı fakirdiler sorusuna, hayır, ilimden fakirlerdi; cevabını verdiler. Bu hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki ilim, ibadetten daha üstün ve daha faziletlidir. Lâkin her âlimin ilmiyle amel etmesi vaciptir. Yoksa onun ilmi boşa gider. Çünkü ilim bir ağaçsa, ibadet de onun meyvesidir. Gerçi asıl ağaçtir-ve^meyve verme şerefi ona aittir. Fakat faydalanma bakımından önemli olan da meyvedir. Bu sebepten her insanın, ikisinden de haz^ ve nasibi olması lâzımdır. Yalnız birisiyle yetinmemeli, Yani kişiler hem ilim öğrenmeli hem de ibadetini yapmalıdır. Çünkü kendisine, ancak ikisi birlikte yaptığı takdirde fayda hasıl olur. Nitekim Hasan Basri hazretleri de bu hususta şöyle buyuruyor: İlmi öyle isteki ibadete, ibadeti öyle yap ki ilme mani olmasın. Şüphe yok ki ilim esastır. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: îlim, amelin - ibadetin imamıdır, ibadet ona tabidir. Şu iki sebeple ilim daima ibadetten üstün olduğunu gösterir. 1 — İbadetin tam ve eksiksiz olması için kul, evvelâ yaratıcısını bilecek sonra ona ibadet edebilir. Mevlası hakkında nelerin vacip nelerin muhal olduğunu bilmiyen kul onu nasıl idrak edebilir ve ne şekilde ona tapabilir. Sonra şer'an yapılması ve yapılmaması gerekenleri bilmeyince nasıl ibadet edileceğini ve
-19 —
nelerden sakınılacağı da bilinmez. Hatta böyle bir bilgisizlik veya yanlış bilgi, kulun, Allah'tan başkasına inanıp tapmasına yol açabilir. Böyle bir hal de onun şakave tine, sonunun üzücü ve acı olmasına ve ölümünde imansız gitmesine sebep olur. imansız gitmek iki şekilde olur:
1 — ölüm döşeğinde, tam koma halinde iken kişinin, inanması gereken şeyler için gönlüne şek ve şüphe düşer veya inkar durumuna düşer. O halde iken Azrail ruhunu alır. O şüphe ve inkâr, bu kul ile Allah arasında ebedî bir hicab (perde) olur ve bu perde sebebiyle Allah'tan daimi olarak uzak kalır yeri de ebediyyen cehennem olur.
2 — Ölüm döşeğinde, koma halinde iken, kişinin kalbini, âsi olma düşünce ve duygusu, dünya şehvetleri veya nefsin lezzetleri.işgal eder, gönül bu fikir ve duygularla dolar. Bu halde imanın aslı yok olmaz. Fakat o anda zihin ve kalp, bunlarla uğraştığı için Cenab-ı Hakkı düşünmeyi tamamen unutur. Bu hal içinde iken Azrail ruhunu alır. îşte kalp ve zihni dünya şehvet ve lezzetleriyle uğraşan bu kişi ile Allah arasında yine bir perde gerilir ve bu perde gerili kaldığı müddetçe azab görür. Fakat imanla gittiği için, günahları derecesinde azâu gördükten sonra perde kalkar ve kendisi de kurtulur.
Bu açıklamadan anlaşıldı ki eğer kişi, dünyadaki amellerinin, âhiret hayatiyle olan bağlılığını bilse ve dünya yaşayışını buna göre ayarlayıp düzene koysa koma anlarında başa gelen bu felâket çukuruna düşmekten kolayca kendini kurtarır. Çünkü kişi sağlığında ne üzerinde ise hayatını nelerle geçirmiş, zihin ve kalbinde neler yerleşmişse ölümünde de onlar üzerinde ölür. Nitekim Hz. Peygamber (A.S.) bir hadis-i şerifinde:
— 20 —
«Yaşadığınız şey üzerinde ölürsünüz. Öldüğünüz şey üzerinde haşrolursunuz» buyurmuştur. Demek ki sağlığında ömrünü ibadet ve tâatla ve temiz bir yaşantı içinde geçirip tam bir inanç üzerinde olan kimse koma halinde de bu temiz inanç üzerinde ruhunu teslim eder.
Cenab-ı Hak, mü'min kullarına imanla, Kur'an'la dört yerde sabit kılar.- 1 — Ruhunu teslim ederken. 2 — Kabirde, münkir ve nekir meleklerine cevap verirken. 3 — Sırat köprüsünden geçerken. 4 — Mahşer gününde hesap verirken. Bu dört yerde kişinin imanı, onun kurtarıcısı olur.
işte bu açıklamadan anlıyoruz ki: Her mü'min, Cenab-ı Hakkın zat ve sıfatlarıyle fiillerini bildikten sonra, şeriatın emir ve yasaklarını öğrenip ona göre hareket etmesi gerekir. Yani şeriatın emrettiklerini yapmak, yasak ettikleri şey yapmamak, her mü'minin borcudur. Bu sebepten, şeriatın emir ve yasaklarının ne olduğunu bilmek lâzımdır. Namaz, oruç, zekât ve Hac ibadetlerini, bütün şartları âdâb ve erkâniyle öğrenmek icap eder ki bunları hakkıyle yerine getirmek mümkün olsun. Aksi takdirde ibadetlerde yanlışlık ve bozukluklar olur ki böyle bir ibadette makbul olmaz. Bu sebepten, zahiri görünmiyen) ibadetlerin de öğrenilmesi vaciptir. Bunlara, kalbi ibadetler de denir. Bunlar, kalbin işlemesi ve işlememesi gerekenler diye ikiye ayrılır. Birinciler şunlardır.
1 — Tevekkül (kul, her türlü tedbiri aldıktan sonra gerisini Allah'a bırakmaktır.)
2 — Tafviz (kulun, her işinde Allah'a güvenmesi -dir).
3 — Sabır (kulun, her türlü belâ ve felâket karşısında metin olmasıdır).
21 — hekimhan
4 — Rıza (kulun kaza ve kadere rıza göstermesi, boyun eğmesidir.)
5 —- İhlas (kulun yaptığı bütün ibadetleri yalnız Allah için yapmasıdır).
6 — Tevbe .kulun, bir daha yapmamak üzere günahlarından tevbe etmesidir.)
"..' Bunların zıddı ve yapılmaması, sakınılması gerekenler de,uzun emel riya kibir, hased, ,hırs, öfke: gibi hallerdir. Bu batını ibadetlerin farz olduğunu yani; yapılması gerekenlerin yapılmasını, yapılmaması gerekenlerden sakınılmasını emreden müteaddit ayetler vardır. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de (Maide S.A. 23) meâlen şöyle buyuruyor- «Eğer gerçek mü'nün iseniz Allah'a tevekkül ediniz». Bu ayetten tevekkül ve tafvizin farz olduğu anlaşılıyor. Başka bir ayette (Bakara S .A. 172) «Ey iman edenler size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yiyin, Allah'a şükredin, eğer ona gerçek kulluk ediyorsanız» Bu ayetten de rızanın farz olduğu anlaşılıyor. Başka bir ayette (Nahi S.A. 127) «Ey Resulüm, sabret, senin sabrın Allah’ın tevfikına istinâd) dan başka (bir şey)- değildir» şu ayette de (Hûd S.A. 115) «sabret îdra Allah sabredenlerin ve iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi' etmez» Bu iki ayetten de sabrın farz olduğu anlaşılıyor.
: Başka bir ayette de: Cenab-ı Hakka öyle bir tevbe ile tevbe ediniz ki o tevbe size, Öğüd verici ve ışık tutucu olsun. Bu ayetle de tevbenin farz olduğu bilindi. Diğer bir" ayette (Müzzemmil S.A. 8) «Rabbının adını an (ibadetinde ondan başka her şeyden kesilerek) yalnız ona yönel» (ihlas ile ibadet et). Bu ayetten de İhlasın farz olduğu bilindi. Bu farzların, hepsini yerine
getirebilmek için zıdlarından da titizlikle sakınmak lâzımdır.
Bu açıklamadan anlaşıldı ki: Namaz, oruç, zekât, hac gibi zahiri (görünen) ibadetler farz olduğu gibi tevekkül, şükür, sabır, ihlas, tevbe gibi batını (kalbi» ibadetler de farzdır. Her ikisini de emreden Allah'tır, Her ikisi hakkında da indirilen kitap aynıdır. O halde namaz ve orucu farz bilip, rükûnlarına, şartlarına riayet ederek eda ediyoruz da sabrı, tevekkülü... Neden farz bilmiyelim, hüküm ve şartlarını yerine getirmiyelim onlarla amel etmiyelim ve bize sağladıkları faydaları üzerinde her zaman düşünmiyelim. Cenab-ı Hakkın emirlerini terk edipte kimin emriyle hareket edelim. Kur'an-ı Kerim'in öğdüğü nurdur, hidayettir dediği «dünya sevgisini azaltan, boşalma hevesini yok eden, Allah sevgisini kalplere doldurup sahiplerine korku ve ürperme veren» ilimleri terkedelim de şu işlerle mi uğraşalım?
Padişahlar yanında kadir ve kıymetimizi yükseltecek bir makam sahibi olmayı istiyelim ve elde ettiğimiz makam ve mertebelerde bolca haram malı kazanalım ve böylece cehennem ateşine yem olalım. Bu hale düşmek mi istiyoruz?
Bütün âlemin idaresi kudret elinde olan Cenab-ı Hakka yemin ederim ki bu yaptığımız îş büyük bir sapıklıktır. Fakat çoğumuz .gafiliz. Bu fena ve sapık yolda olduğumuzu bilemiyoruz. İkinci bir şaşkınlık ta şudur:
Nafilelerle uğraşır farzları terk ederiz. Farzları terk etmenin Allah'a isyan olduğunu bile bile bırakır veya ihmal eder ve nafile ibadetle Allah'tan yüksek, derece bekleriz. Hâlbuki nafile ibadet, farzların borcunu boynumuzdan kaldırmaz. Allah'ın emrettiklerini
_ 23 —
bırakıpta kendi bildiklerimizi yapmakla ona yaklaşamayız. Bundan daha fenası nice günahlar işleriz ki onları da ibadet sayarız. Mesela tul-i emel, şöyle yapacağım, böyle edeceğim diye uzun emel peşinde koşmak sırf günahtır, isyandır. Bilgisizliğimizden bunu hayır sayıyor ve yapıyoruz. Bazan da Allah'a yalvarış ve niyazda bulunurken ona yaklaştığımız, veya hamd-ü senada bulunduğumuzu veyahut da etrafımızdaki insanları iyiliğe yönelttiğimizi sanırız. Halbuki bu hareketlerimiz de riya ve gösteriş olduğu için isyandır. Daha bunun gibi nice masiyetler işliyor, günaha girip Allah'ın azabına müstahak oluyoruz. Halbuki biz bunları ibadet sayıp sevap kazanacağımızı umuyor ve hatta bunları yaparken gurur duyuyoruz. İşte bütün bunları, yani ibadetle masiyeti gereği kadar bilmediğimiz içindir ki Allah korusun nice günah ve hataları, farkına varmadan işliyoruz.
îç (kalbi) amellerin dış amellerle ilgileri, sıkı bağlılığı vardır. Bu kalbi amellerin bazısj düzeltici bazısı da bozucu olur. Meselâ ihlas faydalı ameldir. İslah eder, düzeltir. Riya ve ucub ise bozucu ameldir. Zahirî amelleri bozar. Bize vacip olan şey, bunların hangisinin düzeltici hangilerinin bozucu olduğunu «zahiri amellerimizi korumak için» bilmemizdir ki bu bilgi sayesinde zahiri amellerimizi koruma işi kolaylaşır. Eğer salih ameller, bozukluklardan arınmazsa kulun mutluluğu, mutsuzluğa döner. Bu ise büyük bir hüsrandır.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.) bir hadis-i şerifinde, «Âlimin uykusu, câhilin namazından hayırlıdır» buyurmuştur. Çünkü câhilin bilmiyerek- yaptığı fenalıklar, iyiliklerinden çoktur. Bundan dolayıdır ki âli-mir uykusu, geçmiş ibadetini hiçe götürmez. Fakat ca-
— 24 —
hilin namazı bazan öyle olur ki bütün ibadetlerini hiçe götürür. Şu sebeplendir ki ümmetin müctehitleri, salih ve âlimler, ileriyi görenler, ibadetlerinin makbul olmasını istiyenler, din ilimlerini öğrenmede, Allah hakkındaki bilgilerini arttırmada câhil halktan daha gayretli, çalışmaları daha dikkatli ve verimlidir. Bu açıklamadan anlaşıldığı gibi ilim ve marifet, ibadet dai resinin merkezi tapınmanın önemli mercii (baş vurulan yer) dir ve daima ibadetten öncedir. O halde mü'-minler için ilmin amelden üstün tutulması vaciptir. İlmin, ibadetten üstün olduğunu gösteren ikinci sebepte faydalı ve gerçek ilim, âlimlerde korku ve ür-perme duygusunu arttırır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Hak, (Fâtır S.A. 28) «Allah'tan, k'ulları içinde (hakiki olarak) ancak âlimler korkarlar» buyurmuştur. Çünkü Hakkı bilen âlimler, ondan korkar, azametinden ürker, Onun kemâl ve ululuğunu anlarlar. De-mekki ilim vp marifet korku, ürperme ve sakınma doğurmakta ve sahibini isyanda koruyup daimi tâat ve ibadete sevk etmektedir. Abiret yoluna sülük yüksek istek ve son gaye değildir. Asıl gaye, ibadetleri tam olarak yapmak ve yasakları yapmamak suretiyle Cenab-ı Hakkın yanında, yakın olma mertebesini kazanmaktır. Şeriatın, her müslüman erkek ve kadına ilim öğrenmek farzdır emrine göre, acaba farz olan ilimler hangileridir ve bunlardan öğrenilmesi gereken bilginin mikdarı nedir sorusuna şu cevabı veririz: Farz olan vj herkese ibadet için lüzumlu olan bilgiyi öğreten ilimler üçtür:
1 — Tevhid ilmi (Allah'ın birliğini ve bütün kâinatın tek hâkimi-olduğunu bildiren ilim).
2 — Sır ilmi (batını, kalbe ait ibadetleri bildiren ilim).
3 — Şeriat ilmi.
Bunlardan ne mikdar öğrenilmeli sorusunda da cevap şudur:
1 — Tevhid ilminden, itikadî hususları bilecek kadarını öğrenmek farz-ı ayn'dır. öğrenecek ve inanacaksın ki AJlah birdir, ortağı ve benzeri yoktur, ölümsüzdür herşeyi bilir, kudreti sonsuzdur, gücü her şeye yeter, konuşur, işitir ve görür, başlangıcı ve sonu yoktur kemal sıfatlarıyle muttasıftır, noksandan münezzeh, yok olmaktan uzaktır. Bütün varlıkları yaradan Odur. Hz. Muhammed S.A.) Onun kulu ve resulüdür. Allah'tan ne geldi ve ne getirdiyse hepsi haktır ve gerçektir. Âhiret bahsinde her ne söylediyse vakidir ve doğrudur. Tevhidin esasları, bu söylediğimiz dinî inançların hepsi, bütün delilleriyle Kur'anda vardır. Büyük din âlimleri de yazdıkları kitaplarda bunları .genişçe açıklamışlardır. Kelâm kitaplarında ve sünnette olmıyanlardan sakınmak lâzımdır. Kur'an ve sünnette olmıyan mes'eleler>dine sokan bidat ehlinden sakın. Çünkü bunlar sakıncalı ve tehlikelidir. Şu halde ilerde lâzım olacak ve seni tehlikelerden koruya cak itikadi mes'eleleri öğrenmen farzdır.
2 — Sır ilminden, kalbin yapması ve yapmaması gerekli olan batıni ibadetleri öğrenmek lâzımdır. Çünkü ancak bu suretle Allah'ı anma, Ona tâat ve ibadette bulunmanın tamiz bir kalple ve ihlasla yapılması sağlanmış olur. Öu sebepten bu ilmi de bilmek farzdır. Çünkü ibadet, bunlarsız makbul olmaz. Bunları, bu kitapta genişçe anlatacağız.
3 — Şeriat ilminden de her mü'min için abdest, namaz, oruç... gibi lüzumlu şeyleri öğrenmek farzı ayn'dır. Fakat zekât, hac, cihad gibi ibadetler eğer se-
— 26 — • " .
niri üzerinde farz olmuşsa, öğrenmen senin için farzı ayn'dır. Eğer farz olmamışsa öğrenmen vaciptir.
Şimdi şöyle bir soru hatıra gelebilir: Bütün imansızları susturacak, bütün milletleri islâm topluluğuna katacak, islâma aykırı bidat mezheplerinin hepsini ehl-i sünnet mezhebine çevirecek kadar tevhid ilmini öğrenmemiz bize farz mıdır? Verilecek cevap hayırdır. Cemiyet içinde bu ilmi güce sahip birkaç kişinin bulunması ile diğerlerinin üzerinden bu sorumluluk kalkar. Bizim inancımızı düzeltecek Ve ibadetimizi eksiksiz yapmaya yetecek bir bilgi bize farzdır, fazlasına lüzum yoktur. Yani: Tevhid üriini, teferruatiyle, incelikleriyle ve bütün itikadi mes'eleleri genişliğiyle öğrenmek bize farz-ı aym değildir. Fakat bize şüphe veren ve inancımıaı sarsan mes'eleleri çözmeye yarıya-cak bilgileri öğrenmemiz farzi-aynıdır. Fazlasına lüzum yok. Hatta bırakılması daha hayırlıdır. Çünkü zarar verebilir. Dini mes'elelere fazla dikkat edip münakaşa ve tartışmaya girenlerin? çoğunun sapıttığı, kimi-,nih rafızi, kiminin mu'tezile olduğunu görmüyor musun? Hatta Imam-ı Yusuf hazretlerine göre fazla uğraşanın imameti bile caiz değildir.
Şunu söyliyebilirim: Eğer her şehirde ehl-i sünnet âlimlerinden bir âlim bulunsa, müslümanlarm dini şüphelerini çözer, ke.lp!erini sapık inançlardan korur, Islâmiyete aykın inanç saîıiplerini susturur ve halk», bu bidat ehlinin kurjurtularından kurtarırsa diğer mü' binlerden bu farz sakıt olur.
Bunm gibi sır (batını) ilminden de, kalplerin garip hallerini ve bütün inceliklerini bilmek farz debidir. Yalnız ameli bozanlarla, kibir, riya, hırs... gibi, ibadete yardımcı olanları tevekkül, sabır, ihlas, şÇkür... gibi öğrenmek yeter.
Fıkıh (şer'î) ilimlerinin de bütün inceliklerini bil-
27 —
mek farz-ı ayin, değildir. İbadetle ilgili kısımlarım öğrenmek yeter.
Tevhid ilminden üzerimize farz olan mikdarı öğrenmek yeter mi ve kişi kendi kendine bunları öğrenebilir mi? sorusuna şu cevabı veririz:
Hakiki öğretmen Cevab-ı Haktır. Dilediği kuluna doğrudan doğruya ilham yolu ile veya bir öğretmen âracıhğıyle öğrenmesini sağlar. Fakat bir öğretmenden öğrenmek daha kolaydır.
İlmin bu çeşid şekli; gayeye çabuk ulaştırır. Fakat geçilmesi güç, sıkntıları çok ve korkulan tarafları pek fazladır. Bu sebepten niceleri ilim yolundan saptılar ve dalâlete düştüler, niceleri yolda kaldılar bu çölde şaşkınlığa uğradılar. Niceleri de az zamanda bu yoldaki durakları birer birer geçtiler ve gayelerine ulaştılar. Bu, bilici olan Allah'ın takdirine, emir ve iradesine bağlıdır.
İlmin faydalarını ve ibadet alanındaki önemi yukarda açıklandı. Lâkin tevhid ilmi ile sır (batını) ilmi, Allah'a yaklaştırmada, kalbe korku ve ürperme vermek yararlı, halis - temiz niyetle ibadetin icaplarını öğretme ve hataları düzeltmede diğerlerinden daha faydalı ve faziletleri daha çoktur.
Nitekim Cenabı Hak, Davud (A.S.) a vahiy yolu ile faydalı ilmi öğren emrini verdiğinde, Davud (A.S.) Ya Rabbi! Faydalı ilim hangisidir diye sordu. Cenabı Hak da cevaben: Benim ululuğumu, bütün eksiklerden münezzeh olduğumu, herşeyde ve kâinatın her zerresinde kudret ve irademin kemalini bildiren ilimdir. Bu ilim, seni, bana yaklaştırır buyurmuştur. Hz. Ali (R.A.) de, ben, çocukken ve Rabbımı bilmeden ölüp cennete girseydim sevinmezdim. Çünkü Cenab-ı Hakkı bilen kişinin korkusu fazla olur. Rabbına ibadeti eksiksiz ve
çok olur. Halka hayırlı öğüdleri bol olur. İşte ben çocukken ölseydim, gerçi cennete girerdim. Fakat bu mutluluğa eremezdim buyurmuştur.
İlim öğrenme zorluklarının çok olmasının sebebi: ilim tahsili, dünyadan ve halkından uzak kalınmadıkça mümkün olmaz. Dünyanın arzu ve heveslerinden tamamen vazgeçilmedikçe ve mücahedenin olgunluğu ile çalışıp, gönül aynasının pasını silip cilalatarak rnü-cerred (soyut) âlemle temasa gelinmedikçe, eşyanın gerçek suretleri kalp aynasına aksetmez ve ilim güneşinin ışıklan bu pencereden girip gönül serçesini ay-dınlatamaz.
İlim yolundaki en büyük güçlük şu: İlim tahsil edenler, emsallarından üstün olmayı ve devletçe beğenilmeği gaye edinerek hükümet büyüklerine başvurur ve hizmet eder, .yapılmıyacak işlerini yapar, manasız ve şeriate uymuyan emirlerini kitaba uydurup uygularlar.
Menfaat kaygusu ile emri mârufu ve nehyi mün-keri terk ederler. Doğruyu söylemezler, mevkilerinden korkarlar. Bunlar öyle insanlardır- ki çeşitli amelleri çaba ve gayret harcıyarak kazanırlar. Fakat dünyevi heves ve arzulan üstün gelir ve ona, ilmi bir hava verirler. Her ne yaparlarsa boşuna yapmış olurlar. Dinlerini dünyaya satarlar ve sonunda bu ticaretlerinde zararlı çıkarlar. Böyle bir ilimden sakınmak lâzımdır. Nitekim Hz. Peygamber (S. A.): «Allah^bizi faydasız ilimden korusun bize faydası olnuyan ilmin, şerrinden sana sığınının» buyurmuştur. Beyezid Bestami hazretleri de. Ben otuz yıl çalıştım sapıklarla savaştım ilmin tahsilindeki güçlük ve tehlikeyi hepsinden üstün gördüm buyurmuştur.
Şimdi ey aziz, sakın eğer şeytan seni aldatıp, ilim tahsilini dünya için yap kuruntusunu kalbine sokarsa,
— 28 —
— 29
Allah'a sığınırım deyip o kuruntuyu kalbinden sök at Eğer söküp silemezsen o ilmin tahsilinden vazgeç, ibadete faydalı olacak kadarını öğrenmekle yetin. Gerçi o ilimle dünyada mal ve mevki elde edersin. Fakat âhi-rette cehennem ateşinin odunu olursun.
Bu açıklamadan anlıyoruz ki ilim öğrenmiyenler ibadetin gereklerini kolayca yerine getiremezler. Eğer bir kişi bütün meleklerin yaptıkk-arı ibadet kadar ibadet etse ilimsiz olduğu takdirde o ibadetin, kendisine hiçbir faydası olmaz, boşuna yorulmuş olur. O halde her müslümana, dikkat ve ihtimamla çalışıp ilim öğrenmesi vaciptir. Aynı zamanda öğrendiklerini kontrol edecek. îtikadi mes'eleleri tesbit edip delilleriyle birlikte ezberliyerek tahsil hayatında gevşeklik, çalışmada usanç ve tembellik göstermekten sakınacak sonunda bu katlandığı zorluklara karşılık, sapıklık çukuruna düşüp şeytanlar zümresinden ve Ahiretîni yitirenlerden olmak felâketinden kurtulur. Bu açıklamadan sonra özetle diyeceğiz ki;
a — Kâinata ve içindeki sayısız sanat eserlerine dikkatli bir gözle baktığın ve üzerinde inceden inceye düşündüğün zaman bu alemin muhakkak bir yaratıcısının bulunduğunu, Onun, ölümsüz, bilici, herşeye kadir, irade sahibi, söyler, işitir görür* başlangıcı ve sonu olmıyan, kemal sıfatlariyle muttasıf, bütün eksiklerden münezzeh, cisimden, zaman ve mekândan, cihetlerden \,zak, eşi ve benzeri olmıyan tek, bir Allah'ın varlığım idrak edersin.
b. — Hz. Muhammed (S.A.) in gösterdiği mucizelere ve nübüvvetinin eserlerine baktığın zaman onun, Allah'iK kulu ve resulü olduğuna, Âhiretten her ne haber verdiyse: Haşır, neşir, mezar azabı, münkir ve Ne-kir'in mezardaki sorulan, amellerin tartılması, sırat-
- 30 —
tan geçiş ve bunlara benzer neler söylediyse hak ve gerçek olduğuna inandım, iman ettim dersin.
c — EhM sünnet vel cemaat toplumunun hallerine baksan ve onların dinî alandaki çabaiariyle elde ettikleri bilgileri öğrenirsen, haber verdiklerinin tü-mün-ün doğru olduğuna şüphesiz inanırsın. Meselâ: Cenafa-: Hak, âhirette nitelik ve nicelikten münezzeh olarak cennet ehline görünecektir. Kur'an, Allah'ın kelâmıdır, yaratılmamıştır, harflerden, seslerden ibaret değildir. Meleküt âleminde her ne vaki olsa, hatta kalplere doğan, gözleri kamaştıran ne varsa hepsi Allah'ın kaza ve kaderi, emir ve iradesiyle meydana gelmektedir. Hayır ve şer fayda ve zarar, iman ve küfür hepsi Allah'tandır. Cenab-ı Hakkın üzerinde hiç bir şey vacip değildir. Sevap verirse faziyletiyle, azap verirse adâletiyledir. Bütün bunlar, bidat ehli ortaya çıkmadan evvel ehl-i sünnetçe tesbit edilmiş esaslardır. İlerde genişçe anlatılacak.
d — Zahiri (görünen) amellerden vacip olanların hepsini öğrendikten abdest, namaz, oruç... ve bunlara benzer ne varsa, tümünü şeriatın bilinen emirlerine göre yaptıktan sonra, muhakkak ki Allah'ın senin üzerinde farz kıldığı bütün işleri eksiksiz yerine getirmiş olursun.
Bu suretle hem âlim hem de âmil'jlur ve ümmet-i Muhammed'in âlimleri içinde saygıyle anılırsın. Bilgisizlikten, gaflet Ve taklitten kurtulduğun ve ilminin âmili olduğun için büyük sevap kazanır, halk ve Halikın yanında kadrin, değerin yüksek olur. Böylece vs Allah'ın yardımıyle ilmin bu zorlu ve üzüntülü geçidini geçmiş olursun.
Cenab-ı Haktan niyazımız bize yardımcı olup hem
— 31 — ' '
faydalı ilim kazanmamızı hem de hayırlı amel işlememizi nasip ve müyesser kılsın âmin.
tmanu Gazali hazretleri, bu kitapta dini inançlara ait lüzumlu mes'eleleri kısaca bildirdi. Batını ilmini daha genişçe yazdı. Fakat serî ilimlerden mükelleflere lâzım olan farz, vacip, sünnet, müstehab, haram, mekruh... gibi mes'eleler hakkında gereken bilgiyi vermedi. Bunların açıklanmasını, seri kitaplara bıraktı.
Ben acizleri de ibadet işinde mükelleflere lâzım olan ve bir çok hallerde kullanılması önemli olan şeriat ilminin bu kısmını kısaca yazmayı diledim. Bunun için bu kitapta, hidayet yoluna giren sâliklere, dini bakımdan lüzumlu (farz) olan mes'eleleri, kısa da olsa öğretecek ve Hanefi mezhebine göre açıklatacak şekilde yazdım, ihtilaflı ve mühim olmıyan mes'eleleri bıraktım. Çünkü kısaca yazılmış olan bu kitapta her mer'elelenin genişçe anlatılmasına imkân yoktur.
Şimdi açıklamaya geçelim: Cenabı Hakkın birlik ve varlığına inanan ve bu inancını sözle söyliyen, Hz. Muhammed (S.A.) in, Peygamberliğine ve getirdiği bütün hükümlerin hak Olduğuna inanıp itiraf eden, söyliyen her akıllı ve ergin kişi için günde beş vakit namaz kılmak, Ramazan orucunu tutmak, zenginse malının zekâtını vermek, gücü yeterse Hacca gitmek
farzı âyindir.
Bunların hepsinin şartlan, farzları, vacipleri, sünnetleri, mekruhlari, yasakları vardır. Şimdi bunları görelim:
Namazın şartları altıdır: 1 — Hadesten taharet {abdest almak ve gusletmek); 2 — Necaretten taharet (vücudunu, elbisesini, namaz kılınacak yeri pislikten temizlemek, 3 — Avret gerini örtmek. 4 — Kıbleye karşı durmak. 5 — Vaktinde namaz kılmak. 6 — Niyyet etmek.
_ 32 _
TEMİZLİK (TAHARET)
Madde 1 — a) Abdestin farzları dörttür: 1 — yüzünü yıkamak (saçın bittiği yerden bir kulağın yumuşağından diğer kulağın yumuşağına kadar). 2 — İki elin; dirsekleriyle beraber yıkamak. 3 — Başının dörtte birini meshetmek. 4— Ayaklarını topuklarına kadar yıkamak.
b) Abdestin sünnetleri: Ellerini bileklerine kadar üç kerre yıkamak Bismil-lâhil azim velhamd^ü lillahi alâdinil islâm duasını okumak. Ağzına ye burnuna ayrı ayrı üç defa su vermek ve dişlerine misvak sürmek, sakalını parmaklarıyla aralamak. Başını meshetmek. Şöyleki ellerini ıslattıktan sonra baş ve şehadet parmaklarıyle iki el ayasını kaldırıp geri kalan üçer parmağını alnı üzerine koyup kafasının üstünden yürütürken, iki ayasını da başının iki yanından götürecek, baş parmaklarının iç yüzü- ile kulaklarının dışını, şehadet parmaklarının ucuyla da kulaklarının içini meshedecek. Parmakların arası, abdest, organları üçer kerre yıkanmak ve oğmak ve yıkamada sıraya riayet etmek sünnettir.
c) Abdestin edebleri: Vakit gelmeden temizlik hazırlığı yapmak. Büyük abdest yapılırken sağ veya sol yanını kıbleye çevirmeli. Defi hacetten sonra su ile temiz yıkanmalı. Kalkınca, hemen avret yerini örtmeli. Abdest suyunu kimseye döktürmemeli.' Kıbleye karşı abdest almalı ve bitinceye kadar konuşmamalı. Her organı yıkarken belli dualarını okumalı, bilmiyorsa
___ O") ___
Kelime-i şehadet getirmeli. Ağzına ve burnuna sağ eliyle,su vermeli. Sol eliyle sümkürmeli. Misvak yoksa dişlerini parmaklariyle ovmalı. Oruçlu değilse ağız ve burnunu bol su ile yıkamalı. Oruçlu ise ağzını doldurarak gargara yapmamalı. Burnuna su verirken kemiğe kadar çekmeli. Kulak deliklerini şahadet parmağıyla meshetmeli. Ayak parmaklarının arasını yıkamalı. Yüzüğü varsa çıkarmalı, çıkmıyorsa kımıldatmalı. Ab-dest alırken suyu israf etmemeli. Abdesten sonra «Allahum Mecalni minet tevvabîn vecalni minel-müte tahhirin, vacalni min ibâdikes-salihin vacalni minelle-zine la havfun aleyhim ve la hum yahzenun» duasını ve hemen sonra da Kadir süresini okumalı ve Kıbleye karşı durup bir iki yudum su içmeli. Sonra iki rekat şükür namazını kılmalı.
ç) Abdestin mekruhları: Büyük abdest yaparken Kıbleye karşı durmak. Sağ eliyle oturak yerini yıkamak kemik, tezek ve otla silinmek. Abdest organlarını üç kereden fazla yıkamak. Suyu yüzüne sert vurmak yüzünü yıkarken ağzını ve gözünü sıkı kapamak. Çünkü dudaktan ve göz kapaklarından kuru yer kalabilir.
d) Abdesti bozan şeyler: Vücuttan çıkan necaset (sidik, pislik). Ağız dolusu kusmak. Tükürükte fazla kan bulunmak. Uzanır veya dayanırken uyumak. Bayılmak. Delirmek, namazın içinde yanındakinin işiteceği kadar gülmek. İşte bu haller abdesti bozar.
e) 'Guslün (büyük abdestin) farzları: Beş yerde farzdır. Şehvetle meninin akması. Erkek veya kadında, gerek uyanık ve gerekse uykuda iken (Ebu Hanife' ye göre meninin dışarıya çıkması şart değildir, belinden ayrıldığını duymak kâfidir. îmam-ı Yusuf'a göre
— 34 —
belinden şehvet koptuktan sonra bir müddet zekerim tutsa ve şehvet kesildikten sonra meni dışarı çıksa gusül vacip olmaz. Fetva, Ebu Hanife'nin sözüne göredir. Erkek, zekerini kadının tenasül organına sürse veya yalnız başını içeri soksa yine gusül vacip olur. (Kadına da erkeğe de önden veya arkadan olsun) meninin inmesi şart değildir. Uykudan uyandığında teninde veya donunda meni görse gusûl vacip olur. İhtilamı hatırlamak şart değildir. Kadınlar, hayız ve nifastan kesilince ve namaz kılmak isteyince gusül farzdır. Gusül dört yerde sünnettir: Cuma, iki bayram ve Arefe günlerinde ve Hacılar ihrama girerken... Gusül bir yerde vaciptir, ölüyü yıkamak. Bu da ölüye değil, ölü sahibinedir. Müslüman olmıyan kişi müslüman olunca gusletmesi müstehaptır. Gusül suyunun yerleri 11 din Yağmur, pınar, deniz, nehir, kuyu suları, göller, havuzlar, sabun, zağferan ve uşnanın (yosun) karıştığı sular, sel suları, çok durduğu halde kokmamış sularla taharet, temizlenme caizdir.
İçinde yaprak bulunan, rengi değişmiş, ağaçtan ve meyveden sıkmak suretiyle çıkan sularla taharet caiz değildir. Eğer bunların suları sıkmadan damlayarak çıkarsa caizdir. Üzüm çubuğundan damlayan su gibi. Uzunluğu ve" genişliği on arşın olmiyan havuzda yıkanmak caiz değildir (içinde pislik olsun veya olmasın). Uzunluğu ve genişliği on arşın olan havuzda bir tarafta pislik görünse bulunmayan tarafında yıkanmak caizdir. Kanı olmıyan hayvanın öldüğü suda yıkanmak caizdir o su pis değildir. Sivrisinek, karasinek bal arısı, çiyan, kurbağa, akrep gibi yaratıkların bulunduğu (insan pisliğ'nden gayrı) taharet suyu bir yerde dursa, İmam Muhammed'e göre temizdir. Lâkin arıtıcı değildir. Ebu Hanife'ye göre galiz necasettir. Ebu Yusuf'a göre hafif necasettir. Cünüp bir kişi,
— 35 —
kova gibi kuyuya düşse: Ebu Hanife'ye göre ikisi de necis (pis) olur. Ebu Yusuf'a göre kişi cünüp, kuyu temizdir; İmam Muhammed'e göre ikisi de temizdir. Bir deri, dabağlandıktan sonra temizdir. Üzerinde namaz kılınabilir. Yalnız insan ve domuz derileri üzerinde namaz kılmak caiz değildir. (Adamın kerametinden, domuzun necasetinden ötürü). İnsanın ve ölmüş hayvanın kü, kemik, sinir ve tırnakları temizdir. Bunlarla namaz kılmak caizdir. Deve veya koyunun pisliğinden kuyuya bir veya iki tane düşse necis (pis) olmaz daha fazla düşerse necis olur. Koyun sağarken südüne bir iki tane düşse pis olmaz daha fazla düşerse pis olur. Kuyuya necis veya hayvan düşüp ölse ve şişip dağılsa yahut insan veya köpek kuyuya düşüp ölse o kuyunun bütün suyunu bir çukura dökmek'. Mümkün değilse iki yüz kovasını dökmek vaciptir. Üç yüz kova dökmek müstehaptır. Eğer tavuk, güvercin gibi hayvanlar düşüp ölse kırk kova dökmek vaciptir 60 kova dökmek müstehaptır. Eğer keskin veya serçe gibi kuşlar düşse 20 kova çıkarmak vaciptir. 30 kova dökmek müstahaptır. Kuyu içine düşmüş bir hayvan bulunsa ve ne zaman düştüğü bilinmezse ve şişmişse üç gün üç gecelik geçmiş namazı döndürmek, kaza etmek lâzımdır. Ebu Hanife ve iki imame göre, bulunuşundan bir gün evvelki namazı •döndürmek lâzım ondan ileriki günleri döndürmek vacip değildir. İnsanın, atın ve etleri yenen hayvanların içtikleri suyun artığı temizdir. Fakat köpek, domuz ve yırtıcı hayvanların artıkları necistir. Kedinin, dışarda gezen tavuğun ve yırtıçı kuşların ve evcil hayvanların, yılan ve keskin gibi hayvanlardan artakalan su mekruhtur. Merkebin ve katırınki şüphelidir. Onunla abdest alınabilir (eğer ondan başka su yoksa). Bir hayvan teri de artık suyu gibidir.
— 36 —
a — Misafir olan kimse su bulamazsa veya su, şehirden dört bin adım uzakta ise veya bulduğu su, kendisini hasta edecek derecede soğuksa, yahut suyun kullanışından zarar göreceğinden korkuyorsa yahutta kuyudan su çıkarmak için kap yoksa, yahut su var ancak içmeğe yeterse veyahut yırtıcı hayvandan veya düşmandan korktuğu için abdest almaya' gitmekten çekinirse teyemmüm eder.
Teyemmüm şöyle: İki elini toprak cinsinden bir . maddeye vurursun (toprak, kum, toz, taş gibi) ellerini vurup sonra yüzüne sürersin. Sonra iki elini yere vurur ve sol elle sağ elinin parmaklarının ucundan dirseğe kadar kaplıyarak, sağ elle de sol eli aynı şekilde mesh edersin. Hiç değmedik yer kalmasın ve parmaklarını aralarsın.
b — Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Abdeste yetecek kadar su bulununca teyemmüm} bozulur. Su bulacağını ümit eden, namaz vaktine tadar teyemmümü geciktirsin. Namaz zamanında teyemmüm etsin ümidi yoksa tehir etmesin. Arkadaşında su rarsa istesin vermezse teyemmüm etsin. İstemeden eyem-raüm etse Ebu Hanife'ye göre caizdir. İki imama göre caiz değildir. Fetva Ebu Hanife'nin sözüne göredir. Te yemmümle, farz, vacip, sünnet, nafile... bütün namazlar kılınır. Lâkin Cuma namazı ve barış zamanında
— 37 —
vakit namazı geçmesin diye teyemmüm etmek caiz değildir. Misafir, yükünde su olduğunu unutup teyemmüm edip namaz kusa sonra su olduğunu hatırlarsa Ebu Hanife'ye göre namazı döndürmesin, Ebu Yusuf'a, göre döndürsün. Fetva birinciye göredir. Eğer yol arkadaşı, suyu, değeriyle satarsa alsın pahalı isterse teyemmüm etsin. Eğer kişinin bedeninde fazla yara varsa teyemmüm etsin azsa teyemmüm etmesin su ile ab -destalsu*-.
38
a — Mest ve çizme üzerine meshetnıek, erkek ve kadın için sünnettir. Yalnız abdesti bozulanlar içi» caiz, cünüp olanlar için mesh etmek caiz değildir. Mesh müddeti mukîm için (ayaklarını yıkayıp tanı abdest aldığı andan itibaren) 24 saat, misafir olanlar için üç gün üç gecedir. Mesh, şöyle yapılır: Islak elin üç parmağı ayak ucundan başlayıp saka (bileğe) kadar çekilir. Yalnız parmak uclanyle mesh, caiz değildir. Eğer su damlıyacak kadar ıslaksa caizdir. Eğer mestin iki teki ayrı ayrı üç parmak sığacak kadar yıt-tıksa meshetmek caiz değildir. Birinde iki, diğerinde bir parmak sığacak kadar yırtıksa caizdir. Mestin' bir tekince necis (pislik) bir dirhemden eksik, diğer tekin de bir dirhemden fazla ise o mest ile namaz kılmak caiz değildir.
b — Tahareti bozan, meshi de bozar. Müddetin bitmesi de meshi bozar. Abdest varken meshin müddeti biterse o zaman mest çıkarılır. Ayaklar yıkanır ve yeniden giyilir, öbür organları yıkamaya lüzum yoktur. Eğer ayak mestten çıksa yine mesh bozulur. Eğer mukimin mesh müddeti bitmeden sefere çıkarsa
— 39 —
üç -gün üç geceye tamamlasın. Eğer misafir, 23 saat sonra mukim olursa mestini çıkarıp ayağını yıkasın. Ebu Hanife'ye göre, çorabın üstünde meshetmek caiz değildir. Meğerki çorabın altında gön ola veya tamamı gönle kaplanmış ola. İki imama göre caizdir. Eğer çorap sıksa, bağlamadan durursa fetva, iki imamın sözüne göredir. Yaraya sarılan sargıya meshe1> mek caizdir. Sargı çözülse ve yara iyileşmişse mesh, caiz değildir. Yara iyileşmemişse caizdir. Abdeste yapılan niyyet mesh için yeter. Mesh için ayrıca niyet yapmaya lüzum yoktur.
a — Hayz, kadının her ay başı, kanının dışarı çıkmasıdır. En az müddeti üç, en çok on gündür. Üç gün evvel kan kesilse veya on günden fazla devam etse bu istihaza halidir kadın, namazını kılsın orucunu tutsun. Fakat hayz ve nifas zamanında namaz kılması, oruç tutması caiz değildir. Temizlendikten sonra orucunu kaza etsin namazı kaza etmesin. Kadın, hayz ve nifas halinde camiye girmesin ve Kâbeyi tavaf etmesin, erkekle cima yapmasın, Kur'an okumasın (cü-nüp olanlar, okumadıkları gibi) yalnız bir ayetten eksik, veya fatihayı ve bazı tam ayetleri, dua niyyetiyte okuması caizdir. Kur'a.u da kelime kelime öğretmesi caizdir. Hayz (kan) on günden evvel kesilmezse erkekle cima etmesin (güsletmedikçe ve namaz kılacak duruma gelmedikçe) caiz değil. Fakat on günden evvel kan kesilse, gusletmeden kocasıyla cima yapması caizdir Gusülden sonra cima yapması müstehaptır. Eğer kadının hayzı on günden evvel kesilme âdeti ise ve son-müddeti hep on günden fazla ise yine o fazla günler istihza sayılır. Eğer ilk erginlik gününden itibaren hayz müddeti hep on günden fazla ise yine o fazla günler istihza sayılır. Eğer kadın namaz kılarken son rekatte kan görmeğe başlarsa o vaktin namazını kılma ona vacip değil. Eğer bir vaktin sonunda hayz kesilse ve
m
— 40 —
— 41 —
üaklı hayvanların pisliği muğlızdır. Ebu Hanife'ye göre. İki imama göre muhaffedir. Fetva Ebu Hanife'ye göredir. Necaset-i muğlızanın hükmü şudur. Bir kişinin teninde veya donunda bir dirhem kadar pislik bulunsa onunla namaz kılınır. Daha fazla ise caiz değildir. Eti yenen hayvanların idrarı ve eti, eti yenmez kuşların pisliği, balık kanı, katır, merkep ve atın idrarları necaset-i muhaffedir (hafif pislik). Fakat eti yenen kuşların (tavuktan başkası) kazuratı temizdir. Necaset-i muhaffenin hükmü şudur: Pislik, elbisenin dörtte birine bulaşsa o elbise ile namaz kılınmaz. Eğer daha azsa kılınır. Dörtte bir fikrinde, âlimler arasında uyuşmamazlık vardır. Ebu Yusuf'a göre enine ve boyuna bir kanş kadar pislik bulaşsa onunla namaz kılınmaz.
Bu görüş diğerlerinden daha kolaydır. Bir kişi idrar yaparken idrarından iğne ucu kadar elbisesine damlasa onunla namaz kılabilir. Büyük abdesten sonra (su yoksa) taş ve ona benzer şeylerle silinip temizlenmek sünnettir. Fakat, kemik, tezek ve otlarla silinmek yasaktır. En efdalı, iyisi su ile temizlenmektir.
44 —
A — Namaz vakitleri: Sabah namazının vakti subh-ı sadık (gerçek sabah) tan güneş doğuncaya kadardır. Öğle namazının vakti, nısfı nahâr dâiresinden sıyrıldığından güneşin zevalinden (tam başımızın doğrultusuna gelip döndükten) herkesin gölgesinin iki misli uzanmcaya kadardır. Ebu Hanife'ye göre. îki imama görer bir misli uzanmcaya kadardır. Fetva. Ebu Hanife'ye göredir. İkindi namazının vakti öğle vaktinin bitişinden güneş batmcaya kadardır. Akşam namazının vakti güneş batmcaya kadardır. Akşam namazının vakti güneş dolanından şafak zail oluncaya kadardır, Ebu Hanife'ye göre şafak, şu aklıktır ki güneş dolandığından batışından sonra göl kenarında kaybolur. İki imama göre güneş dolandığından hemen sonra hasıl olan kızıllıktır. Fetva, Ebu Hanife'nin sözüne göredir. Kızartı gidince akşam namazı olmaz. Yatsı namazının vakti, akşam namazının vakti çıktıktan sonra subh-i sadıka varıncaya kadardır. Uzun günlerde şafak kaybolmadan subh-ı sadık doğar. O anda yatsı namazı kılınmaz. Vitir namazı da yatsıdan sonra subh-ı sadıka kadar kılınır.
B — Sabah namazım, fecr-i sadık doğunca kılmak müstehaptır. öğle namazını yaz günlerinde geciktirmek, kış günlerinde çabuklaştırmak möstehap-tır. İkindi, namazını çabuklaştırmak, vitir namazını, teheccüdle kılmaya alışık olanların o vakte kadar geciktirmeleri müstehaptır. Alışık plmıyanlar, yatsıdan sonra kılıp uyusunlar. Bulutlu havalarda, sabah, öğle ve akşam namazlarını geciktirmek, ikindiyi yatsıyı çabuklaştırmak müstehaptır.
C — Güneş doğar, batar ve dolanırken, namaz kıimr.k, tilâvet secdesiyle cenaze namazını kılmak, caiz değildir. Lâkin o günün ikindi namazını güneş dolanırken kılmak caizdir. Subh-ı sadıktan güneş doğuncaya ve ikindi namazının vakti girdikten sonra güneş dolanmcaya kadar nafile namaz kılmak mekruhtur. Fakat geçmiş namazı kaza ve tilâvet secdesi etmek, cenaze namazını kılmak câizd,ir. Subh-ı sadıktan, sabah namazının farzından evvel kılman iki rekat sünnetten başka nafile namaz kılmak mekruhtur. Akşam namazından evvel nafile namaz kılınmaz. Cuma gününde hatip, hutbe okurken namaz kılınmaz, ı Ç — Ezan : Beş vakit namaz ve Cuma için ezan okumak, sünnettir. Müezzin, ezanı, yüzü kıbleye dönük, parmağını kulağına koyarak, makamla ve çabuk okuyacak. Hayye alassalâh deyince sağa, Hayye alal-felâh deyince sola dönecek. Ezan okurken dünya sözünü konuşmayacaktır. İkamet, ezan gibidir. Yalnız Hayye alalfelâh'tan sonra iki kerre Kadkametissalâtü kadkametissalât denecek çabuk okunacak, ezan gibi uzatılmayacak. Müezzin, ezanla ikamet arasında otursun, akşam namazında oturmasın Ebu Hanife'ye göre. İki imama göre bir lâhza otursun, Fetva, Ebu Hanife'-nin sözüne göredir. Geçmiş namaz için ikamet okumalı. Bu namazlar çoksa birincisinde ezan ve ikamet okunsun. Sonralarında dilerse yalnız ikamet yeter vakit girmeden ezan okunmaz okunmuşsa iadesi lâzım. Cünüp veya abdestsiz kişinin, kadının, delinin, sarhoşun ,ezan ve ikamet okumaları mekruhtur. Misafir kişinin, ezan ve ikamet okuması müstahaptır. Yalnız ikamet okuması da caizdir. İkisini terketmesi mekruhtur. Mescide gitmeyip evinde namaz kılanın ezan ve ikameti terketmesi mekruh değildir. Fakat ezan vo ikametle namaz kılması afdaldır.
— 46
^ Altıdır : l ~ Hadesten taharet, 2 — Necasetten taharet (vücudun, elbisenin ve namaz kılman yerin tertemiz olması) 3 - Avret yerini örtmek (erkeğin avret yen, göbek altından dizinin altına kadardır Kadının ıkı ayağı ile yüz ve ellerinden başka her yeri avrettir.) Kadının uyluğunun, yahut karnının dörtte biri açılsa namazı fâsid olur. 4 — Vakit 5 — Niyet (far-ve vacip namazlarda niyet,) şarttır. Niyet hem kalp hem de dille olması afdaldır. 6 — Kıbleye karŞ1 durmak (Kâbeye-karşı) Kıblenin ne tarafta olduğunu bi*-mıyen sorsun. Yine bilemezse. Gönlünün karar kıldığı tarafa dönüp kılsın. Sonradan o tarafta olmadığını anlarsa namazı bozmadan o tarafa dönüp namaza devam etsin.
— 47 —
A — Altıdır: 1 — Iftitah tekbiri. 2 — Kıyam, 3 — Kıraat, 4 — Rükû, 5 — Sücut, 6 — Ka'dei ahire. Ebu Hanife'ye göre, namazdan kendi isteğiyle çıkmakta farzdır. îmameyne göre farz değildir. Her farzın ilk iki rekatında Fatiha, zammı süre, veya üç kısa, yahut., bir uzun ayet okumak. Teravih ve nafile namazlarda da bunları okumak, tertibe riayet etmek. Rüküde, secdede ve iki secde arasında ve rükûdan baş kaldırırken biraz > dinlenmek, birinci ve ikinci oturuşta Tahiyyati okumak, namaz sonunda iki yana selâm vermek. Vitir namazının son rekatında kuhut duasını gizli, Bayram namazlarında tekbirleri sesli okumaktır. Bunların dışındakiler kimi sünnet kimi edebtir. Seri kitapların çoğunda hangilerinin sünnet veya edep olduğu açıklanmamıştır.
B — Namazın sünnetleri: İftitah tekbirini söylerken parmaklar açık olarak iki eli kulak hizasına kaldırmak ı sonra indirip sağ eli sol elin üstüne koyup göbek altında tutmak, Süphânekeyi okumak besmeleden sonra Fatihayı, zammı süreyi okumak, sonra rüküa varıp parmaklarını açıp ellerini dizleri üzerine koymak ve süphane Rabbiyelazîm demek, başını kaldırıp Semiallâhû limen hamide söylemek, tekbirleri yerli yerinde okumak, secdeye vanrken ellerini ye dizlerini yere koymak, secdede Süphafie Rabbiyelâ'lâ demek, Ta-
— 48 —
hiyyatı okurken sol ayağı üzerine oturup, sağ ayağını dikmek ve biraz oturmak, son oturuşta Tahiyyati okuduktan sonra, Peygambere salavat getirmek ve dua etmek müstahaptır. Ayakta iken secde yerine, rüküdü ayağı ucuna, secdede burnu ucuna, oturuşta önüne bakmak, esnemesi gelince ağzını yummak, öksürüğünü mümkün olduğu kadar tutmak, Fatihadan sonra Kur'anı vacip olan miktardan fazla okumak ve boynunu doğru tutmak, secdeye varınca evvelâ dizlerini, sonra iki elini yere koymak ve başını iki elinin arasında yere koymak, evvelâ burnunu sonra alnını yero koymak, koltuklarını açmak ve karnını uyluğundan yukarı kaldırmak, ayaklarını ve parmaklarını kıbleye karşı tutmak - secdeden evvela başını, sonra el ve dizlerini kaldırmak, sonra oturup ellerini uyluğu üzerine koyup parmaklarını kıbleye çevirmek, selâm verince ellerini yüzüne sürmek hamd-ü sena etmek, teşbih çekmek ve Hz. Peygambere selavat getirmek.
C — Namazın şart ve erkânından birini terkede nin namazı fâsid olur (bilerek, bilmiyerek) vacipleri unutarak terkedene sehiv secdesi lâzımdır. Bilerek terk etmişse namazı bâtıl olmaz eksik olur. Eğer sünnetleri terketse bir şey lâzım gelmez. Namaz tamam olur. Fakat yaramazlık etmiş olur. Eğer bilerek veya unutarak müstahapları terketse bir şey lâzım gelmez yaramazlık da etmiş olmaz. Lâkin terketmezse sevabı fazla olur.
Namaz kılmaya kalkan bir kişi niyyet ederken iki elinin parmaklarını kulaklarının yumuşağına, kadınlar da omuzlarına kadar kaldırdıktan sonra Allah-u ekber desin. Bunun yerine Allah-ül azim veya Errah-man-ü ekber veyahut Allah'ın her hangi bir ismini söylese caizdir. Fetva Ebu Hanife ve Muhammed'e gö-
— 49 —
re olan bu söz üzerindedir. Kişi, Arapça bildiği halde Farsça okusa Ebu Hanifo'ye göre caizdir. İrfıameyne göre caiz değildir. Meğer ki Arapça bilmezse. Fetva imameynin sözüne Farsça okusa caizdir. Tekbir yerine Allahummağfirli dese (ittifakla) caiz değildir. Yalnız Allahümma dese bazılarına göre caiz, bazısına göre caiz değildir. Tekbirden sonra sağ eli sol elin üzerine koyup göbeği altına, kadınlar, göğsü üzerine tutsun. Sonra Süphaneke okusun bitince Euzü billahi mi-neş-şeytanirracim desin. Ebu Hanife'ye göre Euzü. okumak namaz için Kur'an okuyana sünnettir. İmam okusun cemaat okumasın. Ebu Yusuf'a göre namaz kılana sünnettir imam ve cemaat okusun. Ebu Yusuf'a göre Bayram namazının tekbirlerinden evvel okusun.
İmam Muhammed'e göre sonra okusun. Fetva bu - 7. üzerinedir. Sonra yavaşça Besmele okusun. Ebu Hanife'ye göre iik rek'atte okusun. Imameyne göre her rek'attan evvel okumak sünnettir. Fetva, imameynin sözü üzerinedir. Besmele Fatihaya başlarken söylenir zammı surede okunmaz, imam Muhammed'e göre sureden evvel de okunmalı. Fatihanın sonunda imam ve cemaat yavaşça âmin desin. Sonra ur'an okusun. Ebu Hanife'ye göre farz olan, Kur'an'dan bir ayet okumaktır. Imamayne göre üç kısa veya bir uzun ayet okumaktır. Namazın ilk iki rekâtında Kur'an okumak vacip sonraki rek'atlarda Fatiha okumak sünnettir. Dilerse Fatiha yerine Kur'an okusun veya teşbih etsin, dilerse teşbih mikdan beklesin. Namaz için bir süre tayin etmek mekruhtur. Sabah ve öğle namazlarında uzun, ikindi ve yatsıda orta, akşam namazında kısa ayet okusun Kur'an bitince rüküa varıp, parmaklarını açarak iki elini dizlerinin üstüne koysun, belini düz tutsun baş ve boynunu doğru tutsun, yukarı kaldırmasın, üç kere süphane Rabbiyelazim de-
— 50 —
dikten sonra doğrulsun semiallahü limen hamido (Rabbena lekelhamd diyerek) İmam birincisini, cemaat ikincisini, yalnız kılarken, ikisini beraber söylesin. Fetva bunun üzerinedir. Sonra Allah-ü ekber deyip secdeye varsın ilkin iki dizini, sonra parmaklarını açmadan ellerini yere koysun. Koltuklarını açsın. Karnını, oyluklarından yukarı tutsun. Başını iki eli arasında secdeye koysun. Üç kere süphane Rabbiyelâlâ desin Ebu Hanife'ye göre yalnız burnu üzerine secde etmek caizdir. Imameyne göre özrü olmadıkça caiz değildir. Fetva, imameynin sözüne göredir. Secdede ayak parmakları Kıbleye karşı tutulacak. Kadınlar, karınlarını uylukları üzerine koyup alçak dursunlar. Sonra tekbirle başını kaldırıp tekrar secdeye varsın. Tekbirle ikinci secdeden ilkin başını, sonra ellerini, sonra dizlerini kaldırıp doğrulsun ve ikinci rek'atı birincisi gibi kılsın (süphaneke ve Euzu okumadan) ikinci rek'-atın seçdesindende başını kaldırınca sol ayağını büküp üzerinde otursun. Sağ ayağını dikip parmaklarını Kıbleye karşı fıtsun. İki elini dizleri üstüne koyup, parmaklarının ucunu Kıbleye karşı tutsun. KafcLnlar, iki ayağını sağ yanına çıkarıp otursun sonra Tehiyyat okusun. Sonra kalkıp evvelkiler gibi rek'atları kılsın. Son oturuşta Tehiyyattan sonra Hz. Peygambere sala vat getirsin. Dua okusun sonra selâm versin.
51
A — Sabah namazının farzı ile akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rek'atmda, Cuma ve bayram namazlarında îmam, sesli okur. Yalnız kılan isterse sesli isterse gizli okur. Bir cemaat, sabah veya akşam yahut yatsı namazını terketse sonra cemaatle kaza etmek isteseler imam yine sesli okur. Bir kişi, yatsı namazının ilk rek'atında Fatiha okuyupta süre okumazsa ikinci rek'atte hem Fatiha hem de zammı süre okusun. Eğer imamsa ikisini de sesli okusun. Bu söz Ebu Hanife ve Muhammed'e göredir. Evvelki rek'atlarda süre okuyup Fatiha okumazsa hiç birini iade etmesin, ittifakla.
B — Namaz içinde abdesti bozulan bir kimse konuşmadan abdestini tazelesin ve namazını, bıraktığı yerden başlayıp tamamlasın, tikinden başlamak vacip değildir. Eğer Tehıyyât okurken selâm vermeden abdest bozulsa hemen abdest alsın ve oturup selâm versin. Teyemmümle namaz kılarken selâm vermeden su görse, yahut mesh müddetinin bittiğini hatırlarsa, veya mesti ayağından çıksa, yahut bundan evvelki bir vakit namazı kılmadığını hatırlarsa, yahut sabah namazında selâm ermeden güneş doğsa, yahut Cuma namazında selâm vermeden ikindi namazının vakti girse veya bağlı olan yarasını] ı sargısı, selâm verme-
den, çözülüp cerahat aksa, yahut özür sahibinin özrü kalksa namaz (Ebu Hanife'ye göre) bozulur. îmamey-ne görer bozulmaz tamamdır. Fetva Ebu Hanife'nin sözüne göredir. *
Eğer yukarda saydığımız olaylar, namazın ortasında vaki olursa (ittifakla) namaz batıl olur, bozulmuş olur.
¦— 52 —
Cemaatle namaz kılmak müekked sünnettir. Cemaatle namaz kılmak"25, bir rivayete göre 29 derece afdaldır. Cemaatle namaz kılanların (imam yoksa) en âlimi, yoksa Kur'an bileni, yoksa en yaşlısı imam olur. Fâsık veya kör olanın imameti mekruhtur. İmamın namazı uzatması kadınların yalnızca cemaat olup namaz kılmaları mekruhtur. Eğer kılmak isterlerse imam olan kadın ileri çıkmasın ilk saffın ortasında dursun. Cemaat iki kişi ise ikincisi imamın sağında dursun. Eğer üç kişi ise imam ileri dursun. Cemaatle namaz kılınca evvela erkekler, sonra gençler sonra kadınlar saf olsunlar. Safta bir kadın erkeğin yanında dursa, arada perde yoksa, kadın gençse - şehvetli ise İmam, kadının imametine niyyet etmişse erkeğin namazı batıl olur, kadınınki olmaz. Fakat imam kadının imametine niyyet etmemişse kadının namazı batıl olur. Erkeğin ki batıl olmaz. Eğer ikisi arasında perde varsa namaz batıl olmaz.
Erkek, kadına ve ergin olmayan çocuğa, temiz olanlar özürlü olanlara, Kur'an bilenler bilmeyenlere giyimli olanlar çıplak olanlara, kıyam ve rüküa gücü yetenlerin yetmeyenlere ima ile kılanlara farz namazı kılanların nafile kılanlara ve bir vaktin farzını kılanların başka bir farzın namazını kılanlara uyanların namazları fâsid olur. Fakat abdestli olanlar teyem-
mümle kılanlara, ayaklarını yıkamış olanlar meshe-denlere, uyabilirler. İma ile namaz kılan, kendisi gibi küana uymasın. Nafile namazı kılanlar, farz namazı kılanlara uysun. Kur'an bilenler cemaat olup bir ümmiye (bilmiyene) uysalar (Ebu Hanife'ye göre) Kur'an bilenlerin namazı bâtıl olur. Ummilerinki olmaz.
— 54 —
— 55 —
NAMAZI İFSAD (BOZAN) EDEN ŞEYLER
Namaz içinde konuşmak, Ya Rabbi, beni filanla evlendir gibi dünya sözleriyle dua etmek. Ah vah de mek, ağrıdan veya bir felâketten dolayı bağırarak ağlamak, (Cennet ve Cehennemi anarak ağlasa sevabı vardır). Özürsüz namaz içinde öksürmek, aksırmak namazı ifsâd eder. Namaz içinde eliyle veya diliyle selâm vermek veya almak, yahut cevap vermek kasdiyle La ilaha illallah demek, namazı ifsad eder. Naraai içinde, mus'haftan okuyanın namazı Ebu Hanife'ye göre mekruhtur. Fetva, Ebu Hanife'nin sözüne göredir. Namaz içinde yemek, içmek, dişleri arasında kalmış nohut büyüklüğündeki yemeği yutmak namazı ifsâd eder. Nohuttan küçükse olmaz. Namaz kılanın önünden birisi geçse namaz bozulmaz. Geçen, secde yerinden geçse günahkar olur. Namaz kılanlar, uzunluğu bir arşın, eni bir parmak kadar olan bir şey'i önlerine, koysalar yeter, imam önünde varsa cemaata kâfidir.
Namaz içinde elbisesiyle, bedeniyle oynamak, parmaklarını çıtırdatmak ve iki yanına bakmak mekruh
— 56 —
dur. Eğer göz ucuyla bakıp boynunu çevirmezse mekruh değildir. Secdede, kollarını yere döşemek, elbisesini toparlamak, ceketinin, paltosunun kollarını giymek, esnemek, gözlerini yummak, gerinmek, karşısında insan resmi bulunmak namaza kerahet verir. Hayvan resimleri mekruh değil, Teşbihlerini parmaklarıy-le sayarak yapmak Ebu Hanife'ye göre meknıhdur, İmameyne göre değildir. Fetva, Ebu Hanife'nin sözüne göredir. Özürlü değilse, namaz içinde bağdaş kurup oturmak, secde yerinde taş döndürmek mekruh -dur. Fakat secde yerini temizlemek için yapması mekruh değildir. Yüzündeki toprağı sükse, sarık üzerine secde etse, ön saf boş dururken geri safta namaz kılmak, bedenin iki yanını tutsa namaza kerahet verir. Namaz içinde yılan, çıyan görüp zararından korktuğu için öldürse mekruh değildir. Karşısında kılıç, mum, açık Kur'an bulunsa mekruh değildir.
Vitir namazı, Ebu Hanife'ye göre vacip, imameyne jöre sünnettir, sabah namazını kılan kimse, vitir na ¦ ^nazını kılmadığını hatırlasa sabah namazı fâsid olur. Ebu Hanife'ye göre. îmameyne göre olmaz. Vitir namazını kılan bir kimse bundan evvelki vakit namazını kılmadığını hatırlasa vitir namazı fâsid olur. îmameyne göre olmaz yatsı namazını- kıldıktan sonra elbisesini değiştirip vitir namazını kılsa ve sonra yatsı namazını kıldığı elbisede pislik bulunduğunu hatırlarsa Ebu Hanife'ye göre yalnız yatsı namazını tekrar kılsın. îmameyne göre her ikisini de yeniden kılsın. Vitir namazında her üç rek'atte de Fatihadan sonra
— 57 —
zammı süre okusun ve üçüncü rek'atte rüküa gitmeden ellerini kaldırıp Allah-u ekber dedikten sonra ku-nut duasını okusun.
A -r- Sabah namazının farzından evvel iki, öğlo namazının farzından evvel dört ve sonra iki, akşam ve yatsı namazlarının farzlarından sonra iki, Cuma namazından önce dört (Ebu Hanife ve Muhammed'e göre). Ebu Yusuf'a göre iki rek'at namaz kılmak sünnettir. Fetva, Ebu Hanife ve Muhammed'in sözlerine göredir.
îkindi ve yatsı namazlarından önce dört rek'at müstchaptır akşam namazının iki rek'at sünnetinden sonra dört rek'at kılmak müstahaptır. Gündüz nafile namaz kılanlar dilerse iki, dilerse dört rek'atte selâm verirler, fazlası mekrûhdur. Gece kılman nafilelerde sekiz rek'atta bir selâm vermek, Ebu Hanife'ye göre caizdir fazlası mekruhtur, lâkin dörtte bir selâm vermek af daldır. îmameyne göre gece de gündüz de iki rek'atta bir selâm vermek afdaldır. Nafile namazın ilk iki rek'atında okusun sonrakilerde okumasa yahut sonrakilerde okuyup evvelkilerde okumasa yahut sonrakilerde okuyup bir evvelkisinde okumasa iki rekat kaza etsin ittifakla) Fakat bir evvel ve bir sonra okuyup diğerlerinde okumasa Ebu Hanife ve imam Mu: hammed'e göre iki, Eb u Yusuf "a göre dört rek'at kaza ¦kılsın. Ayakta namaz kılmaya gücü yetenin oturarak nafile kılması caizdir.. Ayakta başlayıp oturarak bitir irıesi Ebu Haniîe'ye. göre câizd'r îmameyne göre değildir. Şehir d??«nda bir atlının,, imân yolu ile nafile namaz kılmış t .caizdir at ne tarafa yürürse yürüsün. Ebu Yusuf'a-ğörer şehir içinde de caizdir. At üstünde
— 58 —
namaza başlayıp tamamlamadan inse ve yerde tamamlasa caizdir. Ebu Hanife'ye göre değildir. Ebu Yusuf'a göre. Yerde başlayıp sonra at üstünde tamamlaması (ittifakla) caiz değildir.
B — Teravih namazı .- Ramazan ayının her gecesinde yatsı namazından sonra, Vitir'den evvel 20 rek'at namaz kılmak sünnettir. Her iki rek'atta selâm vermek ve her dört rek'attan sonra biraz durmak, teravihten sonra vitir namazmı da cemaatla kılmak, Ramazandan sonra yalnız kılmak lâzımdır.
- 59 —-
Öğle namazına başlamış ve bir rek'atini kılmış kişi kamet işitse ikinci rek'atı kılıp selâm versin ve hemen niyyet edip imama uysun (kıldığı iki rek'at nafile olur) Eğer üç rek'atı kıldıktan sonra duyarsa namazı tamamlayıp selâm verdikten sonra imama uysun. Fakat ikindi namazında uymasın. Eğer yalnız bir rek'at kılmışsâ hemen namazı kessin ve farza niyyet edip imama uysun. Sabah namazında da öyle yapsın. Camide iken ezanı duyan kişinin namazı kılmadan dışarı çıkıp gitmesi .mekrûhdur. Eğer o vaktin namazını kılmamış yahut öğle ve yatsı namazları olup müezzin kamet getirmişse mekruh değildir. Eğer kişi sabah ve akşam namazlarını kıldıktan sonra müezzin ikamet eylemişse nafileye niyyet edip imama uymasın Çünkü sabah ve ikindi namazından sonra nafile kılmak caiz değildir. Akşam namazında uymasın. Çünkü üç rek'at nafile kılmak mekrûhdur. Sabah namazına gelen kişi imamın namaza başladığını görse ve bir rek' ata yetişeceğini bilse sünneti kıldıktan sonra uysun. Eğer yetişemiyeceğinden korkarsa sünneti terkedip imama uysun. Ebu Hanife ye Ebu Yusuf'a göre sünneti kaza etmesin, tmam Muhammed'e göre güneş doğduktan sonra zevale kadar kaza etsin Fetva Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göredir. Sabah namazı ile sünnetini teYkeden o gün zevale kadar .kaza etsin. Eğer ze-valdan sonra ederse, sünneti kaza etmesin. Mescide
— 60 —
gelen kişi öğle namazına başlandığını görse hemen farza niyyet edip imama uysun. Bitince dört sonra iki rek'at sünnetleri kılsın, tmam .Muhammed'e göre. Ebu Yusuaf göre 2 rekat sünnetten sonra dört rek'atı kaza etsin. Fetva imam Muhammed'in sözüne göredir. Misafir olanlar, sabah namazının sünnetini terketmesin-ler diğer sünnetleri terketmeleri caizdir. Mescide giren kişi, imamı rükûde bulsa o tekbîr getirip dursa ve imam rükûden başını kaldırdıktan sonra kendisi rü-kûa gitse o rek'at yetişmemiş olur. Üç imama ve imam Züfer'e göre olur. Eğer bir kişi imamdan önce rü-küa varsa sonra imam rükû edip ikisi birleşse caizdir. Züfer'e göre değildir.
— 61
Bir vakit namazını geçiren kişi ikinci vaktin namazını kılmadan önce kaza etsin. Eğer vakit darsa evvelâ farzı, sonra kazayı kılsın. Geçmiş namazu. önceden kılınması tertibe uymanın vacip oluşundandır. Ebu Hanife'ye göre. Fakat unutma, kaza namazlarının çokluğu ve vaktin darlığı tertibe uyuşu .kaldırır. Çokluk sözü altı vakit için takdir edilmiştir. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre altı vakit çıkınca tertip sakıt olur. îmam Muhammed'e göre beşinci vakit girmekle sakıt olur. Fetva, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göredir. De-mekki altı vakit namazı terkedenden tertip sakıt olur dilediği gipi kaza etsin. İkindi namazını kıldıktan sonra öğle namazını kılmadığını hatırlıyan kişinin ikindi namazı nafile olur. Meğerki başka vakıtta zikretmiş ola o zaman ikindi namazı doğru olur. Şöyleki eğer bu namazdan başka beş vakit namazı eda ederse geçmiş olan öğle namazını kaza etmeden önce bu altı vakit namazın hepsi doğru olur.
Eğer altıncı vakit eda edilmeden geçmiş öğle namazını kaza etmediyse bu beş vakit namazın farziy-yeti fasıd \e nafileye dönmüş olur. Farzlar boynunda kalır sonra tertip üzerine kaza eder.
— 62 —
Sehiv secdesi vaciptir. Bir vacibi yanıîarak terke-den veya geciktiren, tekrarlayan, rükünleri birbirinden önce veya sonra uygulayan sehiv secdesi yapar. Meselâ Fatihayı unutsa yahut zammı sûre, kurcut duası veya Tehiyyatı okumasa, Bayram namazının tekbirle ri sesli yerine içinden okusa... sehiv secdesi lâzım. Fakat iki kısa ayet veya Fatihanın azını okusa lâzım gelmez. Bu imameyne göredir. Ebu Hanife'ye göre hepsine lâzımdır. Bunlar imam hakkındadır. Yalnız kılınan namazda sesli okunacak yerde içten okunsa secde lâzım gelmez. İmam sehiv yapsa cemaata secde vacip olur. Cemaat sehiv yapsa imama secde vacip olmaz. Dört rek'at namaz kılarken birinci oturuşu unuttuğunu hatırlayan kişi, oturmaya yakınsa otursun kıyama yakın ise kalksın ve namazın sonunda sehiv secdesini yapsın. Eğer son oturuşu unutup beşinci rek'atle kalksa ve secdeye gitmeden hatırlasa hemen oturup Tehiyyatı okuyup selâm versin ve sehiv secdesini kılsın. Eğer beşinci rek'atın secdesini kılmışsa namazın farziyeti jfâsid olur ve bir rek'at daha kılsın. Bu altı rek'at nafile olur."Farzı tekrar kılsın. Bu Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göredir. İmam Muhammede göre aslı da fâsid olur. Beşinci rek'atın secdesine başını koyunca (Ebu Yusuf'a göre) secdeden başını kaldırmakla (İmam Muhammed'e göre) namaz bozulur. Yani beşinci rek'atın secdesinde abdesti bozulan kişi, abdest alsın oturup
— 63 —
Tehiyyat okusun selâm versin sehir secdesi yapsın (İmam Muhammed'e göre). Abdest alsın, gelsin secde etsin bir rek'at kılsın bu altı rek'at nafile olur. (Ebu Yusuf'a göre) Eğer dördüncü rek'atın sonunda oturur, Tehıyya-tı okur ve selâm vermeden beşinci rek'atın secdesini yapmadığını hatırlasa otursun selâm versin ve sehiv secdesini yapsın. Eğer sehiv secdesinden sonra hatırlarsa bir rek'at daha kılsın. Bu altı rek'atın dördü farz ikisi nafiledir namaz tamam olur sonra sehiv secdesi yapsın. Eğer beşinci rek'atın secdesini kıldıktan sonra hatırlasa ve altıncı rekatı kılmadan otursa, selâm verse sehiv secdesi kılsa farz tamam olur. Misafirin, vakit namazlarını, mukimin arkasından kılması caizdir. O zaman dört kılacak. Eğer mukin misafire uyup namaz kılsa yine caizdir. Fakat misafir iki rek'at kılıp selam verdikten sonra mukime, ben misafirim siz namazınızı tamamlayın desin. Eğer mukim, misafirliği zamanında geçmiş namazlarını kaza etmek isterse iki ve eğer mukimken, geçmiş namazlarını misafir iken kaza etmek isterse dört rek'at ve misafirken vakit namazı geçse iki rek'at olarak kaza eder. Sehiv secdesi şöyle yapılır. Son oturuşta Tehiya' okunur, iki tarafa selâm verilir sonra Allahü ekber deyip secdeye varılır üç kerre (süp-hane Rabbiyel'alâ) okunur sonra (Allahüekber) denilerek kalkılır tekrar secdeye varılır ve kalkıp Tehiyyat'ı salavat-ı şerife ile (Rabbena atinâ) duasını okuduktan sonra selâm verir (önce sağa sonra sola.)
Zekât farzdır. Hür, ergin, akıllı ve zekât verebileceklere farzdır. O malın üstünden tam bir yıl geçmesi
— 64 —
şarttır. Bir kişinin borcu malından çoksa zekât ona düşmez malı borcundan fazla ise, fazla olan mikdara zekât düşer. Kişinin evi, giydiği elbise, bindiği hayvan, kullandığı, aletler, faydalandığı kitaplar zekâia girmez. Zekât verirken niyet etmek şarttır. Çünkü zekât ibadettir ibadette de niyet şarttır.
A — Deve zekâtının nisabı (üzerine zekât düşme mikdarı) beş sâime (yılın çoğu günlerinde dışarda ot-layıp yeme muhtaç olmıyan) devedir. Bir kişinin beş sâime devesi olsa yılda bir on olsa iki, on beş olsa üç, yirmi olsa dört koyun, yirmi beş olsa iki yaşında bir dişi deve zekât vermesi lâzımdır. 36 devede üç yaşına girmiş bir dişi deve 46 da dört yaşına girmiş bir dişi deve " 61 olsa beş yaşına girmiş bir dişi deve, 76 olursa üçer yaşında, iki deve 91 olursa dörder yaşında iki deve 120' den sonrası için dörder yaşında iki deveden başka her beş deve için de bir koyun zekât verilir. Meselâ 125 deve için dörder yaşında iki deve ve bir koyun zekât verilir. 145'e kadar 145'de 4'er yaşında 2 ve iki yaşında bir deve. 150 de dörder yaşında 3 deve ve 4 koyun. 176 da 4 er yaşında 4 dişi deve ve 2 yaşında bir dişi deve. 186 da 4 er yaşında 3 deve ve 3 yaşında bir deve 196 da 4 er yaşında 4 dişi deve zekât verilir. 200 den yukarısı bu oranda artar.
B — Sığır zekâtının nisabı: Otuza kadar *racip değildir. 30 dan itibaren 40'a kadar iki - aşında bir, 40 olsa üç yaşında bir sığır. 41 olursa, 3 yaşında bir sığır ile bunun değerinin dörtte bir para, 42 olsa yine bir sığır ile onun değerinin ondasının yan parası, M olsa değerinin ondası ve bu oranla artar. Ebu Hanife'ye göre. 60 olunca 2 yaşında 2 sığır. 70 olunca 3 yaşında bir ve 2 yaşında bir. 80 olunca 3 yaşında 2, 90 olursa 2 yaşında üç sığır, 100 olunca 2 yaşında 3 yaşında bir sığır versin.
— 65 —
i
110 olunca 2 ve 3 yaşında birer, 120 olunca 3 er /aşında 3, 130 olsa 2 yaşında 3 ve 3 yaşında bir verilir ve arttıkça bu orana göre hesap edilerek verilir.
C — Koyun zekâtının nisabı 40 tır. Bir kişinin 40 sâime koyunu varsa bir, 121 olsa iki, 201 olsa üç 400 tam olsa 4 koyun zekât versin ondan sonra her 100 koyunda bir versin koyun bir yaşından aşağı olmıyacak. Fetva böyledir. Keçininki koyun gibidir. Erkek, dişi birdir.
Ç — Atların zekatı: Bir adamın sâime erkek, dişi karışık 100 atı olsa ve bunlar üzerinden tam bir yıl geçse at basma bir altm, veya değerinin ondasının dörtte birini vermekte serbesttir. Bu yüz atın hepsi erkek vs-ya hepsi dişi olsa. Ebu hanifeden iki rivayet var biri olur îmameyne göre zekât vacip değildir.
D — Deve yavrusundan, buzağıdan, kuzudan, oğlaktan zekât vacip değildir. Ebu.Hanife ve Muhamme-d'e göre. Ebu Yusuf'a göre ise 25 deve yavrusundan bir, 30 buzağıdan bir, 40 kuzudan bir kuzu zekât vermek vaciptir. Fetva Ebu Hanife ve Muhammed'e göredir. Çalıştırılan ve yem yedirilen hayvanlardan merkep ve katırdan zekât vermek vacip değildir. Meğerki satılmak için alınmış olan o vakit değerinden zekât vermek vaciptir. Nisâb kadar malı olan bir kişinin malı sene ortasında artsa yıl sonunda hepsinin toplamından zekât versin. Eğer malı nisaptan fazla ise meselâ 50 koyunu var kırkı nisab onu fazla, Ebu Hanife ve Muham-nıed'e göre bu fazladan zekât verilmez. Ebu Yusuf'a jöre verilir.
E — Gümüş: 200 dirhem gümüşü olana bir yılın tamamında beş dirhem zekât vermesi vaciptir. Eksikse değildir. Eğer 200 den fazla ise ve bu fazlalık kırkı bul-
— 66 —
mamışsa bu artan için zekât verilmez. Ebu Hanife'ye göre. îmameyne göre verilir. Fetva, Ebu Hanife'ye göredir. .
F — Altın: 20 miskal altını olana zekât vaciptir. 4 miskâlden az bir fazlalık varsa, bu fazlalık için zekât verilmez. Tam 24 miskal ise bu dördün onunun dörtte biri verilir. Ebu Hanife'ye göre, Îmameyne göre dört miskaldan da eksik olsa zekâtı verilir. Fetva Ebu Hanife'ye göredir. Seri dinar, on dirhemdir. 10 dirhem 7 miskaldir. Bir ir işkal, 100 arpa tanesi ağırlıgındadır. Kadmih süs eşyası olan altm ve gümüş nisabe düşerse zekâtını vermek vaciptir. Altın ve gümüş eşya ile bunların hurdası da zekâte tâbidir.
H — Uruz denilen meta' (kumaş gibi her çeşit eşya olabileceği gibi buğday, arpa, pirinç gibi tahıl, demir, bakır, kalay gibi tartılabilen maddeler, koyun, deve, at gibi hayvanlar, ev, han, dükkân gibi akar yani alıp satılan her şey zekâta girer. Değerleri 200 dirhem gümüş ve 200 miskal altın kadar veya daha fazla ise, Meta'î az fakat eldeki paranın toplamiyle nisab düşerse zekât versin: Sonra bir kişinin 100 dirhem gümüşü ve 10 miskal altım değeri 50 dirhem gümüşten eksikse bunlar toplanır (ittifakla) sebep şu: nisabın yansı gümüş yansı altındadır. Birinci ve ikinci şekilde nisabın dörtte üçü altında, dörtte bir gümüşte, üçüncü şekilde nisabın dörtte biri altında, üçü gümüşte vardır. Üçü de hem değer hem madde bakımından nisabe girer. Çünkü beş miskal altın 50 dirhem gümüş değerinden eksik değildir. Bu sebepten ittifakla zekât vacip olur. Fakat 100 dirhem gümüş ve beş miskal altını olan bir kimsenin beş mıskalı yüz dirhem gümüş değerinde ise (Ebu Haaife'ye göre) Zekât vacip olur. Îmameyne göre olmaz. Fetva Ebu Hahifeye göredir. '
— 67 —-
G — Tahıl, meyve, bal gibi maddelerden de zekât vermek vaciptir. Çalışarak yetiştirilmeyen, yabani olan otluk, odun, kamış gibi maddelerden Zekât verilmez. Eğer çalışıp yetiştirilmişse zekâtı verilir. Ebu Hanife'ye göre üzerinden bir yıl geçsin veya geçmesin, tmamey-ne göre üzerinden bir yıl geçmezse, zekâtı verilmez. Fet va Ebu Hanife'ye göre üzerinden bir yıl geçsin veya geçmesin. îmameyne göre üzerinden bir yıl geçmezse zekâtı verilmez. Fetva Ebu Hanife'ye göredir.
K — Zekâtın masrafı: Zekât, fakir, miskin, müca-hid, yolcu, borçlu müslümanlara verilir. Gayri müsli-me, cami binasına, ölü,' cenaze masrafına ve ölü borcuna zekât verilmez. Baba, dede, ana, nine ve çocuklariy-le torunlara ve kanlarına veya kanlar kocalarına zekât veremezler. Ebu Hanife'ye göre îmameyne göre verilir. Fetva Ebu Hanife'ye göredir. Zengin sayılan, yani nisâb düşen kimseye, Hâşim oğullarına (H. Ali Abbas, Akil, Cafer, Haris nesilleri) gayn müslime zekât verilmez. Bilmiyerek verir, sonradan bunlardan olduğunu öğrenirse yine zekât yerine geçer. Ebu Hanife ve Mu-hammed'e göre. Ebu Yusuf'a göre geçmez. Fetva Ebu Hanife ve Muhammed'e göredir. Zekât, başka şehre gönderümez Akrabası olursa caizdir.
î — Fıtır sadakası: Ramazanı şerifin sonuna yetişen ve havaici asliyesinden başka en az nisap miktan bir mâle mâlik bulunan her hür ve müslüman için vermesi vaciptir. Kendisi, ergin olmayan çocukları, hizmetçisi, çocuğun süt annesi için fıtır sadakası verilir. Eş ve ergin çocuklar için vermek zorunluluğu yoktur. Bu, buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma sabit ölçüdür. ^Dileyen aynen, dileyen değerini verir. Buğday ve arpadan yaran, üzüm ve hurmadan bir sa'dır. Sa* (1040) bin kırk dirhemdir. Ebu Hanife ve Muhammed'e göre 8,
Ebu Yusuf'a göre beş ve dörtte üç ntıldır (bir ntıl, 130 dirhemdir) Fetva, Ebu Yusuf'a göredir. Fıtır sadakası, bayram gününde şafaktan itibaren vacip olur. O gün şafaktan önce bir kâfir müslüman olsa veya kadın oğlan dbğursa fıtır sadakasını vermek vacip olur. Fıtır sadakası, bayramın birinci gününden evvel de verilebilir caizdir.
— 68 —
69
A — Oruç, ikinci fecirden güneş batıncaya kadar yemek, içmek ve cinsî münasebetten nefsi men'etmek-tir. Oruç, mükellef olan her müslümana farzdır. Kefaret ve adak orucu tutmak vaciptir. Oruç tutanın, geceden zevale kadar niyet etmesi caizdir ondan sonra olmaz yalnız kefaret orucuna geceden niyet etmesi lâzımdır.
Ramazan ayında adak orucuna niyet edenin orucu ramazan için olur. Adak orucu ödenmemiş olur. Misafir veya hasta iken adak yahut kefaret orucuna niyet etse kabul olunur. O niyetle ramazan orucu eda edilmez.
B — Orucu bozan ve bozmıyan şeyler. Oruçlu, unutarak yese, içse, cima yapsa orucu bozulmaz ihti-lam, hacamet (kan aldırmak), göze sürme çekmek, karısını öpmek i'.yti burnuna tütün girse, sinek kaçsa oruç bozulmaz. Bilerek yese, içse ve cima yapsa bozulur. Kazası lazım, kefaret verilir. Kafâret, iki ay aralıksız or aç tutmaktır. Bu iki ay içinde Ramazan ayı, bayram teşrik günleri olmıyacak. Teşrik, Kurban bayramının birinci gününden sonra üç gündür. (Zilhiccenin 11,12,13 üncü günleri) Ramazan bayramının birinci günü ile bu 4 günde oruç tutmak haramdır. Eğer ka-
— 70 —
za orucu olarak tuttuğu bu iki ay içinde bilerek veya unutarak yese, içse, cima yapsa yeniden iki ay oruca başlaması lâzım. Eğer oruç tutmaya gücü yoksa sabah ve akşam doyacakları kadar 60 fakire yemek yedirmektir. Yahut her birine yarım sâ' yanı 520 dirhem buğday veya bir sâ' yanı 1040 dirhem arpa, veya üzüm, yahut hurma bedeli veya aynen vermesidiF. Oruçlunun yemek tatması veya çeşnisine bakması mekruhtur.
C — Hastalar, yolcu ve misafirler oruç bozabilir yalnız kaza eder, kefaret vermezler. Oruç iskatını (oruç borcunun ödenmesi, düşürülmesi) vasiyet edenin veresesi her gün için yarım sâ' buğday veya bir sâ arpa •üzüm veya hurma bedelini fakirlere vermesi lâzımdır. Ramazan orucu kazaya kalmış bir kimse ikinci Ramazan ayına yetişse bunu eda etsin evvelkisini sonradan kaza etsin. Hamile veya emzikli kadın kendisi veya çocuğu için bir zarar geleceğinden korkarsa oruç tutma sm, sonradan kaza etsin kefaret gerekmez. Oruç tutmaya gücü olmıyan ihtiyar, her gün için yarım sâ' buğday veya bir sâ' arpa iizüm veya hurma bedelini fakirlere versin kaza ve kefaret istemez. Nafile oruç tutan özürsüz yiyebilir. Fakat oruç tutması vacip olur. Eğer bir çocuk Ramazanda baliğ olsa veya bir kâfir müslü-man olsa geri kalan günleri tutsun tutmazsa kaza lâzım gelmez. Misafir, orucunu yemeğe niyet etse, fakat bir şey yemeden memleketine gelse ve zevalden evvel niyet etse oruçlu sayılır zevalden sonra niyet etse sayılmaz. Misafir, güneş batmadan memleketine girse, hayızlı bir kadın hayizden arınsa, sahur yerken suphi sadık doğsa, yahut güneşin battığını sanarak orucunu bozsa yine oruçlu sayılır.
C — Bayram gününü oruç tutacağını adayan kişi o gün yesin sonra kaza etsin. Bir yıl oruç tutacağına
71
niyet eden kişi, haram olan beş günü yesin diğerlerini tutsun sonra o beş günü kaza etsin. Haram günlerinde oruç tutmaya başlamış kişi sonradan o günlerde yese Ebu Hanife'ye göre kaza etsin. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre kaza vaciptir. Fetva Ebu Hanife'ye göredir.
72 -
A - Hür, ergin, akıllı, Bedeni gücü gidip gelmeğe yeterli, ailesinin bir yıllık geçimiyle kendisinin gidip dönmesine mali gücü bulunan, borçlu olmıyan, yolda emniyet olmak şartiyle Hac, bu durumdaki her müslü-mana farzdır. Haccın üç farzı vardır. İhrama girmek, Arafat'ta durmak, Tavaf ziyaretidir. Bu üç farzın birincisi şart, diğerleri rükündür. Bunların biri eksik olursa hac yapılmamış olur. Haccın vacipleri altıdır: 1 - İhramı, Mikat'te giymek (başka memleketlerden gelenler için beş ihram giyme yeri vardır) 2 - Safa ile Mer-va arasında sâ'yetmek. 3 - Müzdelife'de durmak. 4 - Taşlan atmak, 5 -: Tavafı veda. 6 - Tıraş olmak. Bunlar, Mekke halkı için vacip değildir.
Hac mevsimi, Şevval ve Zilka'de ile Zilhicce'..ıi'n ilk on günü'dür. Bu aylardan evvel ihram giymek mekruhtur. Umre, sünnettir. Bunun şartı ihram giymek, rüknü tavaf etmektir. Safa ile Merva arasında sa'yetmek, tıraş olmak vey.ı saçım kısaltmak vaciptir. Bir kişi, ihramı, yalnız farz olan Hac için niyet edip giyse buna İfrat haccı denir. Eğer hem hac, hem de Umre için niyet edip Mikat'ta giyse buna da Kıran haccı denir. Hac aylarında, Mikatta Umre için ihram giyerek Umreyi bitirdikten sonra çıkarsa ve Aref e gününden evvel tekrar Hac için ihram giyse buna dâ temettü haccı denir.
- 73 - '.¦'... ' '
B - Medine halkı ihramı, Zülhuleyfe'de, Irak ve ötesinden gelenler zatı ırk'de, Şam. ve ötesinden gelenler Cuhfe'de, diğer yerlerden gelenler de Karn ve Ye-lemlem mevkilerinde giyerler.
Bu mevkilere gelmeden evvel giymek caiz, geçtikten sonra giymek haramdır. Mikat içinde olan halk için ihramsız Mekkeye girmeleri caizdir. Bunların mikatı Haremi şeriftir. Mekke halkı için mikat, Mekkedir.
C - Haccm erkânı, vacipleri, sünnetleri ve âdabı:
Hac seferine niyet eden kişi, nefsini iş güçle uğraşmaktan çekmesi, kalbini kötülüklerden temizleyip günahlarından tevbo etmesi, hışmın ve akrabanın rızalarını alması, borçlarını vermesi, kendisinde emanet varsa sahiplerine vermesi, Haçtan dönünceye kadar evinin bütün ihtiyaçlarını temin etmesi, kendine ve yolda rastlıyacağı zaif ve fakir kimselere yardım etmeğe yetecek kadar bir parayı yanına alması, iki rek'at namaz kılıp selâmetle dönmesi için Allah'a niyazda bulunması, dostlarına ve ev halkına veda edip dualarını dilemeli ve fakirlere bir mikdar sadaka verdikten sonra yola çıkmalıdır.
Ç - Mikat yerine varınca abdest almalı. Gusletmek afdaldır. İhrama niyet edip baş ve yüzünden başka her yerini örtecek şekilde ve vücuduna güzel kokular sürdükten sonra ihramı giymeli sonra iki rek'at namaz kılmalı ve yalnız Hac için ihramı giydiyse şu duayı okumalı: "Allahümme üridül, Hac feyessirhü ve ta-kabbelhü minni" Ya Rabbi Hac etmek istiyorum. Bana kolay kıl ve onu benden kabul et. Eğer Hac ve Umre için ihrami giydiyse şu duayı okusun-. "Allahümme üridül Hacce vel umre feyessirhüma li ve takabbelhü-
ma minni) Sonra her namazın bitiminde, vesaite binince, yokuşa çıkınca, inişe inince, düzlüğe varınca, bir topluma rastlayınca, şafak sökünce hep telbiye edip sesle okusun "Lebbeykel'lahümme lebbeyk, lâşerike leke lebbeyk innelhamde ven-nimete vel mülke leke lâ şerikelek". Kimse ile çekişmesin, döğüşmesin kara hayvanı avlamasın denizinki caizdir. Tırnağını kesmesin, yüzünü başını örtmesin, vücudundan, başından, sakalından kıl kestirmesin don, gömlek elbise giymesin, ama hamama girse, beline bir şey bağlasa, dışarda bir duvar gölgesinde gölgelense caizdir.
•D - Mekke'yi görünce telbiye eylesin. Şehre girerken bu duayı okusun: "Allahümme inne hazel-bele-delharam verrükn velmakam ifteh li ebyabe rahmeti-ke ve edhulni fiha" Ya Rabbi! İşte kutsal şehir ve mübarek makamlar bana rahmet kapılarını aç ve oraya girdir. Şehre girer girmez hemen Mescidi harama koşsun Allah'ın evini görünce telbiye etsin Allah-ü ekber diyerek tekbir, La ilaha-illallah diye tehlilde bulunsun. Salâtüselâm okusun ve "Allahümme zid beytike teşri-fen veta' zimen ve tekrimen ve herren ve mehabeten = Ya Rabbi! İzzetli evine mahsus teşrifi, tazimi, tekrimi, ihsan ve iclali artır" duasını okursun. Sonra Haceries-vet tarafına yönelir ve tekbir alarak selâmlar. Eğer kabilse hiç kimseyi incitmeden öpsün yahut elini sürsün. Sonra Kâbeimuazzamayı soluna alarak Kudüm tavafına başlasın ve BeytuUahm etrafında yedi kerre dönsün ilk üç dönmede remel yaparak yani adımlarını kısaltıp omuzlarım silkeliyerek Çalımlıca bir sür'atle yürüsün vo her dönüşünde Haceriesvede karşı gelince selâmlasın. Tavaf ederken Kâbenin rükünlerine karşı gelince bu duayı okusun. "Allahümmec-alhü haccen mebrüre ve sa'yen meşküre ve zenben mağfura Ya
Aziz Ya Gafur" = Ya Rabbi! Haccımı makbul, sa'yimi meşkûr, günahlarımı afveyle ey aziz ey bağışlayıcı Allah'ım. Yedinci dönüşü Haceriasvedin karşısına gelince bitirip taşı selâmlasın sonra Hz. İbrahim (S.A.) in makamında, yer yoksa Haremi şerifin diğer bir yerinde iki rek'at namaz kılsın. Mümkünse o makamı öpsün. Bu namazdan sonra Safa ile Merva caddesine çıksın ve önce Safa tepesine, Kâbeyi görünceye kadar çıksın ve Beytullaha yönelerek tekbir ve tehlilde bulunsun ve sa-lâtü selâm getirsin Merva tarafına dönüp yürüsün ve iki yeşil direk arasını süratle geçsin. Bu suretle dört defa Safâdan Mervâya, üç defa Mervâdan Saf âya gidei* gelir. Mervâ tepesinden de Kâbeye karşı gelince ona yönelip, tekbir tehlil selâtü selâm getirsin. Her geliş gidişte de telbiye yapsın. İki yeşil direk arasında çabuk yürürlüğü zaman "Allahümmağ-fir varham ve tecavüz amma ta'lem f e inneke entel-aliyyül-azim = Ya Rabbiı Afvet, merhamet kıl, bildiğin kusurlarımıza bakma. Çünkü sen, şüphe yok ki en büyüksün" duasını okusun. Eğer Hac ile Umreyi birlikte yapıyorsa tekrar Kâbeye dönsün ve evvelkisi gibi tekrar yedi defa Beytullahı tavaf etsin ve yine Safa ile Mervâya gidip yedi defa (evvelkisi gibi) sa'yeylesin Sonra Mekkede dursun ve dilediği kadar nafile tavaf yapsın.
Zilhiccenin, sekizinci günü sabah namazını kıl-dktan sonra Mine'ye gidilerek orada Arefe gününün sabah namazını küıncaya kadar kalsın. Sonra Arafat'a gidip o gün güneş batıncaya kadar orada kalınsın. Öğ le ve ikindi namazlarını kılıp, dualarını yaptıktan sonra güneşin batış zamanında oradan müzdelifeye hareket etsin. Geceyi Müzdelifede geçirsin. Akşam namazını yolda kılmasın Yatsı namazıyle birleştirerek ve imama uyarak Müzdilifede küsm. Kurban bayramı günü sabah namazını kıldıktan sonra - "Müzdelifede
- 76 -
Meş'arı haram" adındaki yere gitsin ve orada biraz dursun. Bu yerlere gidip gelirken hep telbiye yapsın. Güneş doğmadan Meş'arı haramdan Mina'ya gelsin. Orada bulunan ve Cemretülakabe denilen taş kümesine (taşları, sağ elinin baş ve şehadet parmakları ucu arasına alarak ve her birini attıkça tekbir alarak, yedi taş atsın. Bitince hemen oradan kurban kesmeğe gitsin. Kurban kestikten sonra tıraş olsun veya saçından parmak uçları kadar kestirsin. Karısiyle cimadan başka, ihrama girişinden beri kendisine haram olan şeyler mubah olur.
Aynı günde yani Bayramın birinci günü, (ikinci ve üçüncü gününde de olur. Birinci gün efdaldır) Mekke'ye dönüp Tavafı ziyaret yapsın. Kudüm tavafında "Remel" yapmamışsa bu tavafı ziyaretin ilk üç devrinde yapsın. Bu tavaf bitince iki rek'at namaz küsm. Bundan sonra kansiyle Cima, mubah olur.
Tavafı ziyaretten sonra tekrar Mine'ye giderek cemreleri taşlamak için üç gün orada kalsın. Bayramın ikinci günü zevaldân sonra "Mescidi Hayf" yakınındaki Birinci Cemreden başhyarak önce birinci sonra orta cemreye yedişer taş atsın. Her taş atarken tekbir alsın sonra her cemrenin taşlan bitince yakınında durup ana, ,baba ye din kardeşlerine dua etsin sonra Cemrei Akabeye gidip yedi taş ta buna atsın. Fakat dua okumasın. Bayramın üçüncü gününde de yine zevalden sonra aynı şekilde Cemreleri taşlasın. Şayet dördüncü günde Minada ise yine aynı suretle taş atsın. Böylece atılmış bulunan taşların toplamı 70 olur. Bu taşlar, Müzdelifede iken toplanır, yıkanır. Cemrelerde biriken taşlardan toplamak mekruhtur. Bundan sonra Mekkeye dönsün. Kâbeye gidip veda' tavafını yaptıktan sonra iki rek'at namaz küsm. Sonra zemzem kuyusundan su alıp Kabe karşısında kana kana
- 77 -
içsin, elini, yüzünü, başını yıkasın mümkünse bedeV. i-ne döksün, içtikçe: Allahümme inni es'eiüke ilmen na-fian ve rızkan vasian ve şifaen min külli dâin = 75a Rabbi! Senden faydalı bilgi, geniş rızık, ve her türlü hastalıktan şifa dilerim duasını söyler. Sonra Kâbei,in eşiğini öpsün mümkünse içine girip iki rek'at ntin&z kılsın duvarına yüzünü sürsün, Cenab-ı Hakka hanui ü sena ile istiğfarda bulunsun. Tekbir ve tehlil getirecek ve Kâbenin örtüsüne yapışarak dua etsin. Hüzün've üzgünlük içinde ağlasın veya ağlar gibi bir hal a "sın (O mübarek yerden ayrılacağı için) ve arka arke çe-'ülip Haremi şeriften çıksın ve dilediği gün memleketine dönsün.
Hac farizasında kadınlar da erkekler gibidir. Yalnız kadınlar, bayağı giyinmiş, el ve ayaklarını ör ;müş olurlar. Telbiyede seslerini yükseltmezler. Tavaffa vo' Safa ile Merva arasında surat göstermezler, ^r.ram-dan çıkmak için de saçlarının ucundan biraz keserler. Haceri esvedi öpmek ve selâmlamak için erkelerin arasına çıkışmazlar. Âdet görmeğe başlıyan b r ka-dın Haccın bütün şartlarım yapabilir yalnız Tavafı ziyareti yapamaz geciktirir ve bundan dolayı kur'-*ih ve saire lâzım gelmez. Şayet Tavafı ziyaretten sonra âdet görürse Veda tavafı ona gerekmez.
Haçta yapılması memnu olan şeylere cinây iülhac denir. Bunlar bilerek, yanlışlıkla veya unutarakta yapılsa eşittir. Şafiîlerce hata ile unutma bağışlanmıştır.
Memnu olan şeyler:
1 - Yapıldığında yalnız bir koyun veya keçi kurban edilmesi gerekenler:
ihrama girmiş kişinin güzel kokular sürünmesi,
başına kına yakması, yağ sürünmesi tam bir gün dikişli elbise giymesi, başını örtmesi, tıraş olması, vücudundaki kılları tıraş etmesi, tırnaklarını kesmesi, Haccın vaciplerinden birini terketmesi meselâ Mikatta ihrama girmemesi, abdestsiz tavafı ziyaret yapması, cü-nüp veya hayızken Kudüm yahut veda' tavafını yapması gibi. Haccı Kıranda olursa iki koyun kesilir. Bu memnular, hastalık gibi bir zaruret sebebiyle yapılırsa yapan, kurban kesmek, üç gün oruç tutmak, 6 fakire yarımşar sa' (3120 dirhem) buğday sadaka vermek bu üçünden dilediğini yapsın.
2 - Yapılmasında bir deve veya sığır kurban edilmesi gerekenler: Arafatta duruştan sonra ve tıraş olmadan önce cima yapmak cünüp yahut hayz ve ni-fas halinde Tavafı ziyaret yapmak. Fakat temizlenip tavaf iade edilirse bu ceza kalkar.
3 - Yapılmasında yarım sa' (520 dirhem) buğday sadaka verilmesi gerekenler. Bir organına az bir kısmına güzel koku sürmesi, ,bir günden az dikişli bir şey giymesi veya başını örtmesi, başından dörtte birinden azını tıraş etmesi, bir tırnağım kesmesi, başkasını tıraş etmesi veya tırnağını kesmesi, abdestsiz, Kudüm veya Veda tavafını yapması tedavi için bir organa yağ sürmesi cezayı gerektirmek. Kırık bir tırnağı kesmek caizdir.
4 - Yapılmasında yarım sa'dan daha az sadaka verilmesi gerekenler: çekirge veya üzerindeki bitini öldürmesi veya ölecek yere atması, başkasının bitim öldürmesi için göstermesi. Eğer öldürdüğü bit, üçten fazla olursa yarım sa' (520 dirhem) buğday sadaka vermesi lâzımdır.
- 79 -
5 _ Yapılmasında değeri kadar paranın sada"ka verilmesi gerekenler av hayvanlarını öMürmek, Mekke'deki yaş ağaçlan, otları k.esmek. Öld inilen hayvanın eti yenilmezse cezası bir koyun kurban etmektir eti yenilen bir hayvan ise değeri kadar para sadaka verilir değeri yanm sa' buğdaydan azsa bir gün oruç tutmak yeter. Av hayvanını gösteren veya delâlet edip öldürten de bir koyun kesmesi lâzımdır.
- 80
İKİNCİ BÖLÜM
Ey ibadet ve tâat isteklisi kişi, hak yolunu, doğru yolu bildikten sonra bütün günahlardan da tevbe etmen lâzımdır. Çünkü günahların şumluğu - uğursuzluğu, imandan mahrum ve ilahî yardımdan uzak kalmaya sebeptir, kuvvetli bir ma'siyet bağıdır. Ma'siyetse ağır bir yüktür. Sahibini, hayırlı işleri yapmaktan severek, Allah'ın emirlerini yerine getirmekten men'eder. Allah'a yönelebilmek için bu yükün hafiflemesi gerekir. Günah işlemekten sakınmamak ve yapmaya devam etmek kalbe üzgünlük ve hayret verir onu karartır, Allah'a yönelebilmek için bu yükün hafiflemesi gerekir. Günah işlemekten sakınmamak ve yapmaya devam etmek kalbe üzünlük ve hayret verir onu karartır, gam ve kasvetle doldurur. Kalbi, bu halinden temizlenip kurtarmadıkça tâatle lezzet, ibadette tatlılık olmaz. Hatta öyle zamanlar olur ki Allah korusun, sahibini küfre kadar götürür. Kalpleri, günahların gam ve kasvetiyle, kötülükleriyle sıvanmış ve kararmış olanlar, tâat ve ibadete kolaylıkla yönelemezler. İlahi emirlere aykm hareket eden bu gibileri nasıl hak yoluna çağırabilirsin içi, pisliklerle dolmuş olanlan nasıl, Ce-
- 81 -
nab-ı Hakka yalvarmaya davet edebilirsin. Nitekim Hz Peygamber (S.A.V.) efendimiz de: "Yalan söyliyen bir kimsenin ağzından çıkan sözün pis kokusundan, iyilikleri yazmaya memur melekler kaçarlar" buyurmuştur. Böyle bir kimsenin diline de Allah'ı anma yakışmaz. Bundan anlıyoruz ki tevbe etmiyen günahkârlar, ma'-siyet şumluğundan (uğursuzluğundan) dolayı ibadet yapma ve şartlarını yerine getirme kolaylığını elde edemezler. Etseler bile ibadetin lezzetini alamaz, kalplerini temizliyemezler. Gece kalkıp namaz kılmaya, gündüzün oruç tutmaya gayret edemezler. Onların, bu gücü kazanmaları tevbe etmeğe bağlıdır. Zaten tevbe etmeden ibadet edenlerin tâatları kabul olunmaz. Çünkü bunlar, borçlu kimselerdir. Nasıl ki borçlular, alacaklarından vazgeçer, bağışlar ümidiyle alacaklısına ufak bir hediye verdiklerinde alacaklı, bu hediyeyi kabul etmez ve alacağından vazgeçmediği gibi. Bu durumdan kurtulmak isteyen mücrim için, işlediği, kötülüklerden tevbe etmek ve haklarına tecavüz ettiği kişilerin rızasını kazanmak nasıl farz ise günahkâr olan kulun da tevbe etmeden ve Allah'ın rızasını kazanmadan kıldığı ibadetlerin çoğu nafile olur. Tıpkı asıl borç ödenmeden verilen hediye kabul edilmediği gibi O halde haram işleri yapmakta İsrar eden kişi günâhlarını itiraf etmedikçe boynunu bükerek özür dileyip tevbe ve istiğfarda bulunmadıkça Allah'ın ona olan gazabını, kızgınlığını gideremez. Ancak böyle yaptıktan sonradır ki Cenab-ı Hakkın rızasını kazanır ve o zaman, Rabbı-na yaptığı hizmet tâat ve ibadet kabul olunur.
Acaba tevbe nedir Erkân ve şartları nelerdir? Tev-be-i Nasuh ne demektir? Bunları bilelim ki ona göre tevbe edip günahlarımızdan kolayca temizlenelim sorusuna karşı cevabımız şudur-.
Tevbe, kişiyi Allah'tan uzaklaştıran yoldan dönmek ve ona yaklaştıran yola yönelmektir. Bu da üç şarta bağlıdır.-
1 - Ma'siyetin, günahkârlığın, kul ile Allah arasında kalın bir perde gerdiğini bilmelidir.
2 - Günah sebebiyle kulun, sevgilisinden uzak-leçtığmı üzüntü ve pişmanlık duymasıdır.
3 - Kendi varlığı ve çabasıyle bu işi başarmaya çalışmasıdır.
Bu da üçe ayrılır.
1 - Kendi isteğiyle günah işlemekten vazgeçtiğine ve ömrünün sonuna kadar bu durumunu koruyacağına tam bir samimiyetle niyet etmektir. 2 - İşlediği günahların vebalından, dünyada kaldıkça kurtulmaya çalışacağına azmetmektir. Bir kısım din büyükleri günah işlememeğe azmetmeğe tevbe derler. Bir kısmı da işlenen günahlardan pişmanlık duymağa tevbe derler. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) de; pişmanlık duymak tevbedir buyurduğu hadis-i şerifiyle bu son görüşü açıklamıştır.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki işlediği günahlardan pişmanlık duyduğu veya duymadığı için ömrünün sonuna kadar günah işlemeği terk edeceğine azimle niyet etmiyen ve kendi isteğiyle tekrar günah işli-yebileceğine ihtimal verdiği halde hiç bir günah işle-nayen kişiye, günahlarını terketmiş denir, temiz tev-bekâr denmez. Bir de ömrü boyunca hiç bir günah işlememiş ve böyle bir şey'i hatırdan dahi geçirmemiş olan kişiye, Mütaki tâip (Allah'tan korkarak, çekinerek tevbe etmiş) denir. Nitekim Hz. Peygambere (S. A.V.) de küfre karşı tevbe etmiş değil Muttaki derler. Çünkü ömrü boyunca en ufak bir günah işlememiştir.
Halbuki Hz. Ömer (R.A.) e küfürden tevbe etin.* ue-nir.
Peki, şöyle bir soru sorulsa: Çok ihtiyar bir âdâm var, gençliğinde zina yapmış, yol kesip ihsan soy muştur. Fakat şimdi bunların hiç birine gücü yetmediği için tevbe etse, tevbesi kabul olur mu? Cevap: Şüphesiz olur. Çünkü tevbe kapısı henüz açıktır. Gerçi ihti-yadın, bu günahları işlemeğe gücü yetmediği için tevbe ettiği söylenebilir. Fakat buna karşı verilecek cevap şudur: Tevbe etmek demek, işlediği günahın kötülüğünü idrak etmek ve gerek onu gerekse benzerini işlememeğe azmetmektir. Görünüşte benzeri olması şart değildir. Yalnız mânada benzeri olsun yeter. Evet bu ihtiyarın, zina yapmaya ve yol kesip adam soymaya gücü yetmiyor. Fakat bunlara Nbenziyen ya-. lan söylemek, iftira etmek, gıybet (arkadan çekiştirmek) yapmak... gibi günahları işliyebilir ki bunlar da zina ve yol kesicilik gibi birer suçtur. Gerçi dereceleri, bid'attan daha aşağıdır. Fakat müctehitlere göre benzerleri gibi birer günahtır. Bu açıklamadan sonra diyeceğiz ki: Bir kişi; işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duysa ve bundan böyle ne bunları ne de maddi ve manevi bakımdan bunlara benzeyenleri ka-tiyyen ilşemiyeceğine niyet edip içten tevbe etse onun bu dileği kabul olunur Allah'ın izniyle.
Tevbe eden. Sırf Allah'ın ululuğunu anmak, acı azabından sakınmak için yapmayıpta, dünya menf aat-larim elde etmek, mevki ve rütbe kazanmak, yahut halktan korktuğu veya fakirlikten kurtulmak, yahutta o günahı ilşemeğe gücü yetmediği için yapmış ise tevbesi makbul değildir. İşte bu saydıklarımız, gerçek tevbenin şartlarıdır. Bu erkân ve şartlar içinde yapılan tevbe Allah'ın yardımıyle kabul olu"ıur.
- 84 -
Acaba-günahkârı tevbe etmeğe sürükliyen sebeb-leri nedir sorusunun cevabı şudur:
a - Günah işlemiş olanların, bu suçlarında doğacak sonucu gözönüne getirip canlandırmaları.
b - Günahlarından dolayı Cenab-ı Hakkın, n& büyük azap ve elim işkenceleriyle karşılanacaklarını.
c - Bu şiddetli ve acı azaba dayanmayan güçleri* nin yetmediğini düşünüp korkmaları. .
Dünyada iken, güneşin sıcağına, bir saldırıcının vuruşuna hatta bir karıncanın ısırmasına dayanamı-yan insan oğlunun, cehennemin şiddetli ateşine, zebanilerin işkencesine, ateşten yaradılmış, deve boynu kalınlığındaki yılanların saldırısına, katır büyüklüğündeki akreplerin ısırmasına nasıl dayanabileceğini düşündüğü zaman, endişeden gece gündüz uyuyamaz, onun bu ürkme ve endişesi kendisini tevbe-i nasuha zorlar ve âhiretteki bu acı hayatı düşünüp göz önüne getirirken duyduğu dehşet, ona bu tevbeyi yaptırır.
Tevbei- Nasuh ne demektir? Cevap: Bu, ömrünün sonuna kadar tövbesinde duracağına ve hiç bir suretle bu sözünden dönmiyeceğine azmeden kişinin tevbe-sine Tevbe-i Nasuh denir.
Birisi, Hz. Peygamber (S.A.V.), işlenen günahlardan pişmanlık duymak tevbedir hadis-i şerifinde, erkân ve şartlardan bahis buyurmamış, Siz neden bu hususta bir takım erkân ve şartlar ileri sürüyorsunuz diye sorsa oha cevabımız şudur:
Tevbe ihtiyaridir. Kişinin isteğine bağlıdır. "Aynı zamanda yapılması emredilmiş bir vazife gibidir. Halbuki pişmanlık, bazen isteğe bağlı olmadan birdenbire olabilir. Yâni tevbede istek ve arzu hâkim. Pişmanlıkta
ise bu hâkimiyyet yoktur. Malının yok olacağından, mevkiinin elden gideceğinden çekinörek günahtan pişmanlık duymak tevbe sayılmaz. Mutlak nedametin tevbe sayılması için yukarda belirtilen şartlar içinde zarurî olarak duyulması ve istekle yapılması lâzımdır. Böyle bir pişmanlık, Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü anmak, onun azabından kurtulmak merhametine sığınarak rızasını kazanmak gayesiyle içten duyulan ve sırf Allah için olan pişmanlık tevbedir. îşte Hz. Peygamber, tevbenin bütün bu şartlarım taşıyan pişmanlığa • işaret buyurmuşlardır.
Cenab-ı Hak, Kur'anı Kerimde "tübdü ilâllâhı tev-beden nasuha = Allaha tevbei- nasuh ile tevbe ediniz" buyurmuşlardır.
Acaba bu ilâhi emre göre günah işlemiyen (büyük, veya küçük) kimse var mıdır? Allah'ın en yüksekrkul-lan olan Peygamberlerin bile günah işleyip işlemedikleri hususunda din alimleri arasında ihtilaf vardır. Bu ^durumda yani Peygamberler dahi hata etmeleri mümkün iken diğer insanlara hiçbir günah işlemeyiniz teklifinde bulunmak acaba insan gücünün dışında ve birazda mantıksız olmaz mı? Sualine karşı cevabımız şudur: Esasında hiç günah işlememek gibi bir şey düşünmek imkânsın gibidir. Bu, ancak Cenab-ı Hakkın kuluna olan lütuf ye inayetiyle mümkün olabilir. Fakat teklif insanın gücünü aşmamaktadır. Allah'ın yardımı olduktan sonra hiç günah işlememek mümkündür. Esasen tevbenin şartı şudur: Bile bile günah işlememek. Yanlışlıkla işlenen günah bağışlanır. Bu hal, tevb(c) emrini yerine getirmeğe engel olmamalıdır. Tevbe edenler kasden - bilerek günah işlerlerse hemen sonra tevbe etmelidirler. Çünkü tevbe kısıtlanmaz. Edeyim mi etmiyeyim mi, kabul olunur mu olunmaz
- 86 -
mı? diye düşünülmez. Bunlar, Şeytanın ^erdiği kuruntulardır. Tevbeden sonra bir daha günah işliyeceğini bile bilir misin? Tevbeli olduğun zaman içinde öldüğün takdirde tevbeli olarak gidersin. Tevbeden sonra tekrar günah işliyebileceğini kabul edelim o takdirde tevbenin sana ne zararı olabilir. Tevbe etmenle, geçmiş günahların bağışlanır da yalnız sonuncusu kalırsa bu da bir kazanç değil midir? Eğer Şeytanın kuruntuları tevbe etmeni engellerse, bu kazançtan mahrum kalırsan. Bu açıklamadan anlıyoruz ki tevbeyi tftrketmek hiç bir suretle caiz değildir. Yalnız tevbenin gönülden olması lâzımdır. îçten, kalbi olmıyan tevbenin faydası yoktur. Tıpkı şu bez ağartanlar gibi diliyle bezi ağarttım deyip fiilen yapmazsa o bez ağarır mı?
Günah, üç türlüdür: 1 - Namaz, Oruç, Zekât.gibi farzların terkedilmesidir. Hayatta iken bunların vebalinden kurtulmak için kaza edilmeleri lâzımdır. 2 - Kul ile Allah arasındaki hukuktan doğan günahlardır: İçki içmek, kumar oyrîamak. . bunlardan kurtulmak için de geçmiş günahlara ve hâlen işlenmiş olanlara içten duyarak, azimle hemen tevbe etmek gerekir. 3 - İnsanların haklarına dayanan günahlardır ki bunlardan kurtulmak, diğerlerinden daha güçtür.
Bu da çeşitlidir: Meselâ, cana, ırza, namusa ve dine müteâllik olur. Birinin malını eline geçirmişsen hemen sahibine iade etmeli veya onunla helallaşmahsın. Eğer sahibini bulamaz veya ölmüşse onun namına sadaka vermelisin. Eğer fakirlik sebebiyle bu malı geri vermeye veya sadaka çıkarmaya gücün yoksa kıyamet gününde hak sahibinin rızası alınarak affedilmen için Allah'a yalvaracaksın.
Gıybet (arkadan çekiştirme) iftira, söğmek gibi günahlardan kurtulmak için de hak sahibinin önünde
- 87 -
kendini yalanlamalı ve ond#n helallik istemelisin. Eğer, böyle yaptığın takdirde belaya düşeceğinden ve o adamdan zarar göreceğinden korkuyorsan hak sahibi namına fakirlere iyilik yap ve bağışlanması için Allah'a yalvar. Eğer birinin canına kıymış, öldürmüş veya yaralamışsan, öldürdüğün adamın (diyet vererek) akrabalarını yaralamışsan kendisinin gönlünü al, helâllaş. Bunu yapamadığın takdirde kıyamet gününde hak sahibinin rızası alınarak afvedilmen için Cenab-ı Hakka yalvar.
Eğer başkasının ırz ve namusuna tecavüz etmiş, ailesine ve çocuklarına hıyanet etmişsen, yine hak sahibinin rızasını kazanarak afvedilmen için Allah'a yakarmaksın. Daha büyük felâketlerle karşılanmıya-cağından emin isen hak sahibiyle helâllaşmalısın. Eğer bir mümine, kâfirsin, münafıksın, bidat ehlindensin gibi sözlerle dini duygularını zedelemiş, tahkir edip in-citmişsen hemen özür dilemeli ve afvedilmen için helâllaşmalısın. Eğer bu mümkün olmazsa pişmanlık duyarak bağışlanman için Cenab-ı Hakka yalvarma-lısın.
Bütün bu açıklamaların özeti şudur-.
Maddi olsun manevî olsun hakkına tecavüz etliğin şahısla evvela helâllaşma çarelerini ara. Buna imkân göremezsen hak sahipleri namına fakirlere sadaka ver ve kıyamet gününde davacı olmalarını önlemek İçin Allah'a,, yalvar. Bu yalvarışların içten gelir ve duyarlı olursa afvolunma ihtimali kuvvetli olur. Gerisi Allah'a kalmıştır.
Bu anlattığımız şekilde tevbe etsen, kalbini bütün günahlardan antsan ve ömrünün sonuna kadar
- 88 -
tevben üzerinde dursan Allah'ın lütuf ve inayetiyle bütün masiyetlerden kurtulursun.
Şayet tevbeden sonra, geçmiş ibadetlerini kaza et-medinse, haklarına tecavüz ettiğin kişilerle helâllaşma-dınsa bunlar, boynunda borç kalır. Diğer günahların afvolur. Allah'ın yardımıyle.
İmam Gazali hazretleri, tevbe bahsinde bu kadar bilgi vermekle yetindi. Daha geniş bilginin alınmasını, İhya ül - Ulümüddin kitabında yazılı bulunan bu alandaki bahislere bıraktı.
Fakat ben âcizleri, bu hususta biraz daha bilgi vermeyi, tevbe etmek, günah işlemeğe bağlı olduğuna göre, günahın ne olduğunu, mahiyetini, zararlarını ve çeşitlerini kısaca anlatmayı uygun buldum. Tevbe ne zaman vacip olur. Tevbe edenler içinde Tahkik ehli, taklid ehli kimlerdir. Bildireyim ki tevbenin ne olduğunu hakkıyle bilelim ve bu hususta daha uyanık davranalım.
Günah, Ceriab-ı Hakkın emirlerine aykırı hareket etmektir. Bu aykırı hareket edişin kökü, insanda bulunan dört sıfattadır-. 1 - Rubu-biyet (Allahlık) sıfatı, 2 - Şeytani sıfat, 3 - Yırtıcılık canavarlık sıfatı, 4 - Behimi - hayvani sıfatı. Bu sıfatların her biri bir çeşit günaha sebep olur. Bu sıfatları hikmete göre düzeltmiyenler, itidalle, normal şS-kilde kullanmayanlar dalâlete, sapıklık çukuruna düşerler. İnsanda, bu sıfatların olmasının sebebi dört karışım unsurdur. Her unsur kendine uygun özelliği gösterir. Rububiyet sıfatında şu özellikler bulunur: öğün-me, kibirlenme, sevme, aziz olma, varlık, yükseliş ve baki kalma gibi çoğu büyük günahlara sebep olan özelliklerdir. Şeytanî sıfat: Cimrilik, aldatma, hile, zulüm, saldırış fesad (ortalığı karıştırmak)' ve dalâlet - sapıklık gibi özelliklerdir. Canavarlık sıfatı. Kızma ve köpürme, kin ve öç alma, Vurma ve söğme, öldürme ve mal koparma gibi özelliklerdir. Hayvanı sıfat: Hırs, şehvet, hırsızlık, haram yeme ve mal toplama...
Bu sıfatlar; birden değil, sırasına, beden ve ruhun gelişimine göre yavaş yavaş ortaya çıkar. îîk önce hayvani sıfatlar kendini gösterir. Sonra rububiyet sıfatlan üstün durumuna geçer. Bunlardan sonra Şeytanî sıfatlar ortaya çıkar. Sonra Yırtıcılık sıfatı hücuma geçer. Sonra Rububiyet sıfatı üstün gelmeğe başlar. Bu sıfatlar belirmeğe başlayınca insanın organlarına dağılır. Bazısı kalbe varır. Küfür, bid'at, fesad (ortalığı karıştırma) kin, kıskançlık gibi: Bazısı göz ve kulağa varır: Namahreme bakmak, ahlak bozucu şarkı ve çalgıları dinlemek gibi.
Basısı, dile varır: Yalan, söğme, gıybet, iftira gibi: Bazısı, karna ve tenasül organlarına varır: Haram yemek, zina etmek, vurmak, öldürmek... gibi. Bazısı bütün vücuda yayılır-. Organların tümü ile günaha başlamak gibi.
Bunlardan hasıl olan günahların zararını da şöyle özetliyebiliriz: Cenab-ı Hakkın verilerine ve görünüşüne perde olurlar, Cennet kapılarını kapatırlar ve Allah'ın şiddetli azabına. müstehak kılarlar. Çünkü: nefsin şehvetleri kadar kulu, Cenab-ı Hakkın kapısından uzaklaştıran başka bir şey yoktur. Buna göre, dünya pisliklerinden ilgiyi kesmeden, doğru yolu bulmanın imkânı kalmıyor.
Günahın ne olduğunu idrak edenler, zararını ta-mamiyîe anhyanlar, sakınma yolunun ne olduğunu, yüz çevirme ve sakınmanın kendi üzerinde farz olduğunu bilenler ve bütün erkân ve şartları ile tevbe eden-
__on __
ler, bu hususta taklitten, gaflet ve cVâletten kurtulurlar.
Tevbenin manasını, ne olduğunu bilmiyenler, belki iyi kişilerin ve din âlimlerinin eserlerine bağlanarak tevbe ettiler ve onların tuttuklan yoldan giderek kalplerini günahlardan temizlerler.
Bunlar da tevbe edenlerdendir. Lakin tevbeleri taklididir. Buna rağmen Cenab-ı Hak bunların tevbe-lerini kabul eder. Taklitçilerin imanını kabul ettiği gibi.
Günah işliyenîerin iki sebepten dolayı tevbelerini geciktirmemeleri lâzımdır: 1 - Tevbe etmeden ecel gelir, çatar. O zaman bütün günahları boynunda kalmış olarak ölür. 2 - Her işlenen günah, kalbi biraz daha karartır. însan nefesinin, aynada donukluk hasıl ettiği gibi, bu karartı da kalbe sıkıntı ve keder verir. Aynanın yüzü, buğunun fazlalığından pas tuttuğu gibi kalbin karartısı da fazlalaştıkça sıkıntısını, kederini arttınr. Günah işlendikçe kalpteki karartı, koyulaşır, kalınlaşır ve o duruma geldikten sonra, izini kalpten silip temizlemek güçleşir. Pas tutan aynanın pasım temizlemek güç olduğu gibi. Bu durumda tevbe etmek, kalbin tabiatı haline gelmiş olan karartıyı silemez ve yok edemez. Nasıl ki ayna pas tutuktan sonra nefes buğusunu kesmekle pas giderilemediği gibi. Ancak günahlara karşı işlenen sâlih amel belki onları siler ve yok eder. Çünkü günahların. işlenişinden kalbin karartısı gibi, saîih amel işleyişinden hası! olan nur da kalbin karartısını, sıkıntısını giderir. Aynanın yüzünü cila silip parlattığı gibi. Nitekim Hz. Peygambe • (S.A. V.) "bir günah işlediğiniz zaman hemen ?rkas5î daı: iyilik yapın ki o günaha, kefaret olsun" buyurmuş ır.
Gizli işlediğini gizliyerek, açık işlediğini açıkça işle. .- 91 -
"i-
Bu kefaret bir iyilik olur, kalbin bir fiilî, bir kalp işi olur. Gönülden Cenabı- Hakka yalvarış olur. Sadaka vermek gibi el ve ayakla olur. Suçunu itiraf etmek gibi dille olur.
Mü'min, bir günah işlerken, Ya Rabbi! günahımı ört desin ve günahtan hemen sonra tevbe etsin. Sonra, Ya Rabbi! sâlih amel işlememi koiaylaştır. işledikten sonra da Ya Rabbi bu salih amelimi kabul eyle diye dua etsin.
Lokman Hekim, çocuğuna şu vasiyeti yapmıştır-. Oğlum, Tevbeni geciktirme çünkü ölüm, ansızın gelebilir.
O halde akıllı kişi, günahlarına tevbe etmeli, ge-ciktirmemeli. Çünkü geciktirmede, zarar büyük olabilir. Müfessirler, âyeti kerimeye dayanarak buyurmuşlardır ki: Koma halindeki insanın gözlerinden perde kalkar ve gideceği yeri görür. Yeri fena ise, ruhu almaya gelen meleğe, bana birgün mühlet ver, tevbe edeyim. Salih amel işliyeyim, Rabbımdan özür diliyeyim, diye yalvarır. Azrail, ona: Kaybettin artık, senin için gün kalmadı deyince yalvarır: Bari bir saat geciktir, tedarikimi yapayım. Melek, saatlarında kilitli diye cevap verir ve o anda onun tevbe kapısı kapanır. Acı ve zahmet içinde can verir. Allah, bizi, bu hale düşmekten korusun.
Çok zahmetli ve tehlikelerle dolu olan Tevbe geçidini selâmetle geçebilmek için üstün bir dikkat ve fazla bir gayret sarfetmek lâzımdır. Nitekim Ebu İshak İsfiranî adındaki büyük âlim durumunu şöyle anlatmıştır-. Ben otuz yıl Cenab-ı Hakka Tevbei Nasuh nasip kıl diye yalvardım, niyazda bulundum. Dileğimin kabul edilmediğini gördükçe hayrete düştüm, perişan oldum.
- 92 -
Nihayet bir gece rüyamda bana: Otuz yıldır dileğinin yerine getirilmemiş olmasına şaşıp duruyorsun. Fakat, Allah'tan ne istediğini hiç biliyor musun? Cenab-ı Hakkın sevgilisi olmak için.Kur'am kerimdeki (Bakara S. A. 222) "Her halde Allah, hem çok tevbe edenleri sever. Hem çok temizlenenleri sever) ayetini okumadın mı? Allah'ın sevgisini kazanmayı ve bu mertebeye varmayı kolay mı sanıyorsun ki bu kadar yıl yalvar-dığına hayret ediyorsun? diye seslendiler.
Şimdi bu zatın ve bunun gibi nice âlim ve sâlih zatların dinî alandaki titizliklerini, kalplerini kötülüklerden temizlemek hususundaki mücahedelerini Allah' in rızasını kazanma yolundaki üstün gayretlerini görüp dinledikten sonra senin yapacağın şey, geçmişteki sâlih insanların ve ümmet büyüklerinin yürüdükleri yoldan gitmektir.
Geciktirilen tevbenin zararı büyük olur. Çünkü günahların ilk işlenişinde sıkıntı ve keder, sonunda da felâket ve uçurum vardır. Allah esirgesin. Kibirlenen mel'un Şeytan ile Bel'am ibni Baürâ'nın hikâyelerini işitmedin mi? Dünyaya tapmalan yüzünden öyle bir günah işlediler ki ilkinde mücrim, sonunda imandan mahrum olup kâfir oldular. Ebedi olarak Allah'ın kapısından kovulup mahv-ü perişan oldular.
işte bu kıssadan hisse alalım. Gözümüzü açalım. Gönlümüzden gaflet perdesini sıyıralım, içimizdeki ma-siyet damarlarını keselim. Karanlık uykusundan uyanıp, sapıklık çukuruna düşmekten sakınalım. Aksi halde günah işlemekten çekinmiyen bir insanın yanında ibadetin değeri olmaz, hayırlı öğüdlerden ders almaz durumuna düşeriz. Erenler anlatıyor: İşlediği bir günahtan kurtulmak için kırk yıl ağlayıp Allah'a yalvaranlar Şeytanın tesiri altında işlediğimiz günah-
- 93 -
lan göz önüne getirelim. Büyük olsun küçük olsun ne varsa hepsini hesap edelim ve bunların vebalinden kurtulmak için tevbemizi geciktirmiyelim. Her an gelmesi mukadder olan ölüme hazır olalım. Çünkü ölüm, göz yumup açma arasında gelebilir.
Hz. Âdem (A.S.) m haline bir bakta ibret al: Cenabı Hak, onu kudret eliyle yarattı, Melekleri kendisine secde ettirdi ve onların omuzlan üzerinde Cennete gönderip yerleştirdi. Sonra bir günah işlemesi yüzünden, başından keramet tacını, Boynundan Cennet ziynetlerini söküp aldı ve kendisini Cennetinden sürdü. Hz. Âdem (A.S.) bu- günahından dolayı yer yüzünde 200 yıl ağlayıp tevbe etti ve afvedilmesi için Allah'a yalvardı. Ancak bundan sonra büyük Allah-, merhamet etti, tevbesini kabul ederek afvetti. Hz. Âdem (A.S) Peygamber olduğu halde işlediği bir günah yüzünden bu hale düşer ve ancak, yıllarca yalvaraaadan sonra afve uğrarsa, türlü günahlar işleyip tevbe etmiyenlo-rin acep halleri nice "olur?
Sonra günahlarından. tevbe ettikleri halde yine sonlarından endişe edenlere göre, tevbe etmiyenler acaba ne duruma girerler. İşledikleri günahların hesapları onlardan sorulmıyacağını mı sanırlar? Hayır mutlaka sorulacaktır. Öyle ise sana, bütün günahlarından bir an önce tevbe etmek vacip olur. Tekrar günah işlersen yine tevbe et. Hatta günah işliye işliye onu bir sanat haline getirdiğin gibi tevbe etmeyi de o şekilde tekrarlayıp sanat haline getir. Günah işlemekten bıkıp usanmadığın gibi tevbe etmekten de bıkıp usanma. Şeytana uyup günah işlediğin gibi Rahmana da uyup tevbe et. Çünkü günah işledikten sonra dönüp tevbe etmek hayre alâmettir.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.) bir hadisi şerifinde-. "Sizin en hayırlınız, çok günah işlemiş olmasına rağmen çok tevbe edip Cenabı Hakka yönelen ve ona yakarandır" buyurmuştur.
Cenab-ı Hak'ta Kuranı Keriminde: "Nisa S. A. 110) "Kim bir günah işler yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse O, Allahı, kendisi için günah bağışlayıcı ve esirgeyici bulur" buyurur.
O halde ey tevbeye susamış kişi, sen, bütün geçmiş günahlarından içten, samimi bir duygu ve gönülden kopan guvvetli bir istekle tevbe et. Elinden geldiği kadar, haklarına tecavüz ettiğin kişilerle helâllaş, onların rızasını al. Geçmiş ibadetlerini kaza et. Allah'a yalvar, yakar, yüz suyu dök. Ta'ki merhamete gelip günahlarını afvetsin ve haklarına tecavüz edip helâllaşma imkânı bulamadığın kişileri, haklarından vazgeçmelerini sağlasın. Bundan sonra kimsenin göremiyeceği ıssız bir yere çekil yıkan, abdestini al ve dört rek'at namaz kıldıktan sonra kıbleye karşı yüzünü yere sür. Başını toprağa koy ve ağlıyarak nefsinden şikâyette bulun. Deki: ey yüzü kara, âsi ve günahkâr nefis, Allah'tan korkmaz ve utanmaz mısın? Hiç Âhireti ve oranın elim azabını düşünmeden nasıl günah işlersin ve Allah'ın emirlerine aykırı hareket edersin. Onun şiddetli azabına dayanabilecek misin? öfkesinden kurtulmaya gücün yeter mi ki bunca günahlar işledin? deyip ve daha buna benzer nice sözleri içli içli söyleyerek nefsini azarla.
Kıyamet gününün şiddetini ve kendi halini düşün ve hüzünlü içli bir ağlayıştan sonra başını topraktan kaldır. İki elini açarak Cenabı Hakka niyaz ve yalvarmada bulun ve de ki: Ya Rabbi! kaçak kulun yine kapma geldi. Senin bu âsi kulun banşmak için sana yalvarmaya geldi. Günah işlemekten vazgeçti ve sana
- 95 -
ibadet etmesi için senden yardım istemeğe geldi. Bütün kusur ve hatalarını idrak eden kulun, senden özür ve afv dilemeye geldi. Ey merhameti bol ulu Allah' Tazlü kereminle beni bağışla, hizmetine kabul eyle. Beni koru ve kapından me'yüs döndürme. Geçmiş günahlarımı afvet. Geri kalan ömrümü, sana ibadet etmekle geçirmeme izin ver ve bir daha günah işlemekten beni koru. Bütün iyilikler senin kudret elinde. Dilediğini yaparsın. Benden lütuf ve inayetini esirgeme. Rızan üzerine sana itaat ve ibadette bulunmamı ko-
laylaştır.
Sonra da, Ey her işi yaptıran, her keder ve sıkıntıyı gideren, Ey bütün kâinatı bir anda yok edip yar etme kudretine sahip olan, bizi geçmiş günahlarımızdan kurtar. Kalplerimizi her çeşit kötülükten arıt. Merhametinle bizi koru ve afvet, diyerek dua et.
Sonra yine ağlayıp yalvararak: Ey merhametli ve esirgeyici Allahım! Ey günahkârların yalvarışlarını, dileklerini çevirmiyen Halikım! beni bağışla, afv ü mağfiretine sığındım duasını yaptıktan sonra Hz. Peygamber (S.A.) e salât ve selâm getir ve bütün mü'min-İer için de afv ü mağfiret dile. Sonra Cenab-ı Hakka tâat ve ibadetine devam et. Bütün bunlardan sonra artık senin tevben kabul olmuş. Annenden yeni doğmuş gibi bütün günahlarından tertemiz olmuşsun ve sen "Allah tevbe edenleri ve temizlenmiş olanları sever" ayetinin manâ ve mefhumuna uymuşsun. Sana büyük ecir ve güzel sevap vardır. Sen Tevbei nâsuhu, bütün adabı ve arkâniyle yapıp tamamlamış, bütün günahlardan arınmış ve onların verdiği sıkıntıdan, tasadan kurtulmuşsun. Dünya ve Âhirette Allahın hâs kumarından olmuşsun. Bu sıfatlarına ve Allah'ın yar-dımıyle Tevbe geçidini selâmetle geçmiş oluyorsun yolun açık olsun.
•- 96 -
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kitabın başlangıcında belirtmiştik. İbadete mani olan dört şeydir:
1 - Dünya: İbadetin birinci engeli olan dünyaya heveslenip bağlanan, onu kazanmaya çalışır. Bu yüzden de ibadetten geri kalır. Maddî varlığıyle dünya malını elde etmeğe çalışırken, kalbiyle de onu sevmeğe ve ona bağlanmaya başlar ki bu hal onu devamlı olarak dünya işleriyle uğraşmaya sürükler. Böylece iç ve dıştan dünyaya bağlanan bu kişi, ibadetle meşgul olamaz. Çünkü nefis ve kalbiyle bir şeyle uğraşan kimse, uğraştığı şeyin zıddı olanından ilgisini kesmeğe mecbur kalır. Bu sebepten din âlimleri dünya ile Âhireti, iki kıskanç karısı olan bir erkeğe benzetirler. Birisini memnun edip razı etse öbürünü incitir. Yahut dünya ile Âhireti doğu ile batıya benzetirler. Birisine doğru yürüdüğün nisbetle öbüründen uzaklaşırsın. Yine dünya ve Âhireti iki küfeli bir teraziye benzetirler. Ağır küfe, diğerini kaldırır. Kısaca bir şeye meyledip onunla uğraştın mı? Zıddı olan şeyden yüz çevirmenin zorunlu olur. Nitekim sahabeden Ebüdderdâ (R.A.) : Ticaretle ibadeti (dünya ile âhireti)
- 97 -
bir arada yürütmek istedim. Yürütemedim. Sonunda ticareti bıraktım, ibadetle meşgul oldum, demiş. Hz. Ömer (R.A.) buyuruyor. Eğer ibadetle dünyayı, benden başka bir kimse birlikte yürütebilseydi muhakkak ki ben, her ikisini daha mükemmel şekilde birlikte yürütürdüm. Çünkü Cenab-ı. Hak bana, hem dünya için kuvvet hem de âhiret için yumuşaklık vermiş. Buna rağmen ikisini bir arada yürütemedim. Hz. Peygamber (S,A.) de bir hadis-i şerifinde: Dünyayı seven âhiretine zarar verir. Ahireti seven de dünyasına zarar verir. O halde ey ümmetim! Baki olanı, fâniye tercih ediniz, Âhirete bağlanın dünyayı bırakın, buyurmuştur. Bu açıklamalardan anlaşıldı ki iç v* dışınla, yani bedenin dünya ile, zihnin onun düşüncesiyle, kalbin onun sevgisiyle uğraşırsa hakkîyle ibadet etme imkânların zayıflar. Fakat iç ve dışınla Cenab-ı Hakka yönelirse senin için ibadet kolaylaşır. Çünkü kalbin huzur ve rahata kavuşmuştur. Bu halin, ibadetine yardımcı olur. Nitekim Selmanı Farisi: Dünyadan elini çekip Allah’ına yönelen kişinin kalbi, hikmetle aydınlanır. Bütün organları, ibadet için kendisine yardımcı olurlar.
Dünyadan yüz çevirme, ayrıca ibadetin kıymet ve şerefini arttırır. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.) bir hadisi şerifinde: "Kalbi dünyaya bağlı olmıyan ve yalnız Allah sevgisiyle dolu olan bir zatın kıldığı iki rek'at namaz, bu sevgiyi taşımıyan ve dünyaya bağlı olanların ömürleri boyunca kıldıkları namazdan daha hayırlı ve daha sevimlidir" buyurmuşlardır.
Gerçek zühd n,edir. Yani dünyadan el çekip Allah'a bağlanma nasıl olur? Din âlimlerine göre Zühd iki kısımdır. Biri, kulun istek ve iradesine bağlıdır. Diğeri değildir. Kulun, istek ve iradesine bağlı olan Zühdte üç kısımdır:
1 - Dünya heves ve arzusundan, isteklerinden
- 98 -
vazgeçmek, dünyayı terketmektir.
2 - Topladığı malı fakirlere, muhtaçlara dağıtmak ve yeniden toplamayı düşünmemektir.
3 - Dünya sevgisini kalbinden söküp atmaktır. Fakat bu yanı gönlün dünyadan nefret etmesi ve dünya sevgisinin kalpten sökülüp atılması insanın elinde değildir, insan, istediği anda, dünyadan nefret etme iradesine sahip değildir. Ancak iradesiyle yapılması mümkün olanları yapa yapa bunu da zamanla yapma gücünü kazanabilir. Meselâ: Dünya varlığına karşı yavaş yavaş soğuyan ve kalbini Allaha bağlıyan kişi zamanla dünya için kalbinden nefret duygusunu duymaya başlar. Gerçi dünya sevgisini irade kuvvetiyle kalpten söküp atmak çok güç bir şeydir.
Nice kişiler var ki görünüşte dünyaya bağlı olmadıklarını, hiç sevmediklerini göstermek isterler. Hakikatte bunlar, gönülden dünyaya bağlı ve onu içten sevmektedirler. Bunlar iki yüzlü insanlardır. Gerçek zâhid, iradesiyle dünyayı terkeden, onun sevgisini kalbinden söküp atan ve yalnız Allah'a bağlanandır.
Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'anı Kerim'de (Kasas S. A. 83) "İşte Âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde ne ululuk, nede fesat (bozgunculuk) arzusuna düşmiyenlere veririz" buyurmuştur. Bu ayete göre dünyada ululuk ve fesad taslamayanlar, Âhiretin mutlu hayatına kavuşurlar. Başka bir, ayette (Şûra S. A. 20) de Allah, "Kim Âhiret ekimini isterse onun ekinini arttırırız. Kim İd dünya ekimini dilerse ona da yalnız bundan veririz. Âhirette ise onun hiç bir nasibi yoktur" buyuruyor. Dikkat edilirse bu ayetlerde hep istek ve iradeden bahsedilmektedir. O halde kişi, kendisini dünyaya bağlıyan malını, isteğiyle fakirlere dağıtsa ve içindeki dünya ihtiras ve şehvetlerinden vazgeçse (Allah'ın yar-dımıyle) kendisinde yavaş yavaş dünya sevgisi azalacak, Allah'a bağlılık duygusu artacaktır.
99
Dünyanın kötülüklerini, âfetlerini, ayıplarını, dünya malının, makam ve rütbenin hiçliğini düşünen, onu terketmeğe, halkından soğumaya başlar ve bu hal kalbindeki dünya sevgisini azaltmaya sebep olur. Fakat ariflerin bir kısmı derler ki: dünyanın kötülük ve ayıplarından, vefasızlığından bahisle dünyayı terkettiklerini söyliyenlerin sözlerinde ona olan bağlılık kokusu vardır. Yani dünya bu vasıfları taşımasa idi terketmezdik demek istiyorlar. Halbuki bunlarsız da dünyayı terketmek lâzımdır. Nitekim bazı azizler der ki: Bu vefasız dünya, Cenab-ı Hakkın düşmanıdır. Bir kul, Mevlâsının düşmanını severse, onun öfkesine maruz kalacağını, nimetinin zevâlına ve rahmetinin kesilmesine sebep olacağını düşünmez mi?
Gerçekten dünya, pislik, murdarlık, yıkım ve yokluktan ibarettir. Yenip içilen şeylerin necasete döndüğünü, giyilen elbisenin çul olduğunu, evlerinin yıkılıp kül olduğunu, bütün canlıların ölüp toprak olduğunu görmüyor musun? İnsan böyle bir dünyanın nesine meyletsin? Buna rağmen süslü görünür.
Nefsin arzusunu çeker ve ona hoş ve çekici gelir. Gafiller, onun bu dış görünüşüne aldanarak ona bağlanırlar. Akıllılar ise içine bakarak ve gerçeği görerek ondan uzaklaşır ve Allah'a bağlanırlar. Acaba biri sorsa, dünyanın zevklerinden, lezzetlerinden sakınmak farz mıdır, nafile midir? Cevap şudur: insanın zevk duyduğu şeyler iki özellik taşır: Harami helâl.
Haram şeylerin zevk ve safasından sakınmak farzdır. Helâlinkinden kaçınmak müstehaptır. İbadet yolunun gerçek yolcuları için haram, necis bir ölü laşesi gibidir. Zaruret olmadıkça ona yanaşılmaz. Yanaşmak mecburiyetinde kalınca da ancak zararı gidecek kadar kullanılır. Zahid, helâl malı da ancak lüzumu kadar kullanır. Çünkü bu da, onun için bir ölü hükmündedir. Haram,
" - 100 -
zâhidlerin, âbidlerin gözünde ateş derecesindedir. Katiyyen yenmez ve hiç bir suretle ona yaklaşmayı hatırlarından bile geçirmezler. Ölmeğe razı, fakat harama yanaşmak ve ondan yemeğe asla.
Bu makama erişenlerin kalbi, dünyadan soğur,
sevgileri tamamen yok olur. Kokmuş bir laşeden nefret
eder gibi dünyadan nefret ederler. '
Tabiatında, yaradılışında eğlenceye, zevke hazır kuvvetli bir meyil taşıyan insana, bu arzusunu tatmin etmeğe yeterli, çekici varlıklarla dolu bu dünya nasıl yakıcı bir ateş, tiksindirici bir lâşe görünebilir? Sorusuna karşı cevap şudur:
Cenab-ı Hak, hâs kullarına, dünyanın kendi düşmanı ve mü'minler için de haram olduğunu bildirmiştir. Dünyanın, Allah'a varılacak yolları' yıkadığını, cefalı ve fânî olduğunu bütün zararlariyle anlıyan bu zatlar için dünya, elbetteki yakıcı bir ateş ve tiksinilecek bir lâşe olur. Fakat, dünyanın kötülüklerini, âfetlerini ve vefasızlığını göremiyecek kadar gözleri kapalı gafiller, elbetteki onun dış görünüşüne aldanacak, zevkine, eğlencesine dalacak ve bunları yapmakla da gururlanacaktır. Bunu bir misalle daha iyi açıklıyabiliriz: Farz edelim ki usta bir helvacı, nefis bir helva pişirir ve içine, öldürücü zehirden bir miktar karıştırırken halkın bir kısmı gördü bir kısmı da göremedi. Usta, pişirip hazırladığı helvayı gayet süslü, yaldızlı tabaklara doldurup halka ikram etmeğe başladı. Zehir katıldığını görenler, tabii olarak, tabakların güzelliğine, yaldızına aldanmadılar ve helvayı yemediler. Hattâ aza'ba uğrayacakları ve kötü sonuçlarla karşılaşacakları tehdidleriyle zorlamalar bile katiyyen almaz ve yemezler. Çünkü helvanın öldürücü olduğunu bilir ve bu sebepten onlar için yakıcı bir ateş, tiksinilecek
101
bir lâşe gibi görürler. Fakat içinde zehir olduğunu bilmiyenler tabakların güzelliğine aldanarak helvayı alır, zevkle, iştahla yerler. Aynı zamanda yemiyenlere hayretle bakar ve bu hareketlerini aptallık ve sersemliklerine sayarlar, işte haramın zararını bilip ondan çekinen ve kaçanlarla, bilmeyipte ona ihtirasla sarılanların halini canlandıran güzel bir misal.
Fakat usta, helvanın içine zehir yerine tükürse, sümkürse ve karıştırıp hazırladıktan sonra tabaklara doldurup halka vermeğe başlasa yine ustanın bu hareketini görmiyen ve bilmiyenler büyük bir iştah ile alır yer, bilenlerse tiksinir ve zaruret olmadıkça yemezler. Bu ikinci misal de basiret ehli ile gafil kimselerin helâl mala karşı olan durumlarını belirtir.
Gerçi bu iki tip insanın yaradılışı, tabiatı aynıdır. Fakat basiret ve gaflette ayrılırlar: Birinin beğenip sevdiğinden diğeri nefret eder ve kaçar. Eğer gafiller, dünyayı, zâhidlerin anladığı şekilde anlasalardı onlar da zâhid olurlardı. Yahut eğer zahidler, gafiller gibi dünyanın kendilerine olan zararlarını bilmeselerdi onlar da gafiller gibi dört elle dünyaya sarılır, rağbet ederlerdi.
İbadet yapabilmek için bedence güçlü, kuvvetli olmak gerek bedenin güçlü olması da yemeğe, içmeğe bağlıdır. Bu gerçek karşısında dünyadan el çekmek nasıl mümkün olur? sualine karşı da şu cevabı veririz: Bedenin kuvvetlenmesinden gaye ibadet vazifesini yerine getirmek olduğuna göre yemek içmeği de, vücuda bu kuvveti kazandırmak için yapmalı, zevk-u safa sürmek için değil. Yani yeme içme vücudun ihtiyacı için yapılmalı, zevkle, eğlenceye götürecek şeylerden sakınılmalı.
Şuna inanmak lâzım: Allah, dilerse bir sebep yaratır
- 102 -
ve bedenine kuvvet kazandırır. Yahut Meleklerde olduğu gibi bir sebep olmadan da kullarına kuvvet ve kudret verebilir. Bazan hiç ummadığın yerden sana rızık kapısını açar. Bazan senin çalışma ve kazancını rızkın için sebep kılar. Bazan hiç bilmediğin ve istemediğin bir şeyi rızkına sebep kılar. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'anı Keriminde (Talâk S. A. 2-3) "Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona (kurtuluş) çıkış yeri ihsan eder. Onu hatır-u hayale gelmiyecek bir cihetten de rızıklandırır. Kim Allah'a güvenip dayanırsa O, kendisine yetişir" buyurmuştur.
Bundan anlaşılıyor ki rızık istemeğe hacet yok. Eğer Allah'a tevekkül eder, ibadetlerine temiz bir kalple sarılırsan hiç ummadığın yerden rızkın gelir: Allah'ın yardımiyle. Eğer bu derece sabredemezsen, ibadet yapmaya yetecek bir kuvvete sahip olman için Allah'tan rızık iste vücudun güçlenmesi için, zevk ve safa yapmak, eğlenmek için değil. Tâ ki isteğin âhiret için olsun ve ibadet yapma gayesini gütsün. Bu şekildeki isteğin zühde mani değildir.
îbadete mani olan ikinci engel de insanlar arasına karışmaktır. İnsanlardan uzak kalmak için iki sebep vardır:
1 - Halk, seni, kendileriyle uğraştırır, ibadet yapmana mani olur. Nitekim azizlerden biri şöyle hikâye eder: Bir gün bir topluluk gördüm ok atıyorlardı. Bunlardan uzakta da bir kişi duruyordu. Kendi işiyle meşguldü onunla konuşmak üzere yanına gittim. Bana, seninle konuşmaktan Allah'ı anmak hayırlı ve sevimlidir dedi. Burada yalnızsın, sıklırsın dedim. Allah'la iki melek, bana arkadaşlık yapmaktadır dedi. Peki, bu ok atanlardan hangisi kazanacaktır? sorusuna: Allah, hangisini afvettiyse o geçecek cevabını verdi.
- 103 -
Benim yolum ne tarafa doğrudur deyince, göğü gösterdi ve kalkıp gitti. Artık benimle konuşmadı.
Bu kıssadan anlıyoruz ki halk, kişiyi kendisiyle meşgul eder ve ibadetten alıkor. Hatta yalnız ibadete mani olmazlar. Aynı zamanda seni belâ ve felâketlere sürüklerler. Büyük zatlardan Hâtem Esâm anlatır: Halktan beş şey istedim, sözümü dinlemediler. Gelin Allah'a ibadet edin ve ona bağlanın dedim, etmediler. O halde ben ibadet edeyim yardımcım olun, dedim yardım etmediler: Sizden ayrılıp yalnız başıma ibadet edeceğim benden incinmeyin dedim, incindiler. Hepinizden vaz geçtim. Bana Allah yolunda olmama mani olmayın ve beni na meş'ru işlere (Allah'ın yasak ettiği şeyleri yapmaya) çağırmayın, gelmeyince de bana düşmanlık yapmayın dedim dinlemediler. Sonunda bize niçin uymuyorsun deyip düşman kesildiler. Baktım ki bunların bana uyacakları yoktur. Hepsinden vazgeçtim ve ayrıldım ve yalnız başıma ibadetle meşgul oldum. '
Hz. Peygamber (S.A.V.) uzlet (yalnızlığa çekilme) zamanının vasıflarını ve o zamandaki halkın hallerini bildirdi ve buyurdu ki: O zamana yetişenler uzlet etsinler. Şüphe yokki Hz. Peygamber, bize en hayırlı ve faydalı işleri bizden daha mükemmel bilir. Böyle olunca herkes kendi zamanına baksın eğer Hz. Peygamberin buyurduğu vasıf ve şartları görürse onun emirlerine uysun, nasihatini kabul edip ona göre hareket etsin. Çünkü senin zamanında sana faydalı veya zararlı olan şeylerin ne olduğunu O, senden daha iyi bilir. Yalancı fikirlere ve sapık teorilere saplanıp kendini aldatma sonunda zararlı çıkar ve pişman olursun. Hz. Peygamberin, vasıflarını belirttiği uzlet zamanlarını, Abdullah bin Ömer İbnilas (R.A.', kendilerinden dinlediklerini şöyle anlatıyor:
Bir gün Hz. Peygamberin etrafında toplanmış sohbet ediyorduk. Gelecek kötü günlerden konuşulurken cemaat zamanı sordu buyurdular ki: Halk, ahde vefa etmedikleri (verdikleri sözü bozdukları) emanete hıyanet ettikleri ve parmaklarını birbirine geçirerek şöyle oldukları (aralarında nifak, uyuşmazlık olduğu) zaman. O zaman ne yapayım Ya Resulallah deyince buyurdular ki: Evine çekil sakin sakin otur. Dilini tut ve sesini çıkarma. Bildiğini yap bilmediklerini yapma, terket. Ancak sence önemli olan işi yapar, kimsenin işine karışmazsın.
Bir hadisi şerifte de: Bu kötü günler Herç günleridir. Herç ne demektir Ya Resulallah sorunca buyurdular ki: İnsanın beraber oturup kalktığı arkadaşından, en yakın dostundan bile emin olmadığı günler. Sahabeden İbn Mes'ud (R.A.) Hz. Peygamberin Hars bin Umeyre'ye şöyle buyurduğunu işittim: senin üzerine bir zaman gelecek ki vaizler çok olacak, ilmiyle amel eden âlimler azalacak, dilenciler çok olacak, sadaka veren azalacak. At, sahibinin yedeğinden yürüdüğü gibi ilim de nefsin arzu ve heveslerinin peşinden giderek yani ilmî, kendi arzu ve heveslerine uyduracaklar. Ümeyre, Ya Resulallah, bunlar ne zaman olabilir sorusuna buyurdular ki: Namaz kılınmamaya başlandığı, kılanların azaldığı, hakimlerin rüşvet kabul ettikleri, dinlerini, şu aşağılık dünyanın menfaatlerine karşı sattıkları zamanda. Sen .bu zamanlara yetişirsen, insanlardan uzak kal, kimseyle görüşme, halkı terket.
Ey aziz, şimdi bu hadislerde bildirilen hallerin hepsini, yaşadığın şu zaman içinde görüyorsun. Niçin Peygamberimizin işaret buyurduklarına göre hareket etmez, arzu ve heveslerine uyarsın. Ümmetin, sâlih ve seçkin kişileri, bu hallerin görüldüğü zamanlarda, insanların
104
105
kötülüklerinden, sakınmak için uzlete çekilmenin lüzumu üzerinde ittifak ettiler ve bu hususu insanlara vasiyet ettiler ve böyle zamanlarda, halka karışmanın hatalı olduğunu söylediler. Şüphe* yok ki onların basiretli görüşünü ve hayırlı öğütlerini kabul , eden kimseler bizden fazladır ve bizim zamanımız onlarınkinden hayırlı değildir. Hatta kötülük işletme yönünden daha ziyadedir. Nitekim Yusuf bin Erbat, Süf-yan Sevri'den işittiklerini.şöyle anlattı: O Allah'a yemin ederim ki ondan başka Allah yoktur. Muhakkak bu zamanda bize, yalnızlığa çekilmek helâl olmuştur. Ey aziz, düşün bu zatın zamanında uzlete (yalnızlığa) çekilmek helâl olunca, bizim zamanımızda vacip hatta farz oldu.
Süfyân Sevri'nin, Abüd bin Havvas'a şöyle bir mektup yazdığı söyleniyor: Sen ki bir zamanlar Hz. Peygamberin sahabeleri, bu fitne ve fesad devrine yetişmemeleri için Allah'a sığınıyordu. İlimleri bizden çok olan bu zatlar böyle yaparlarsa acaba böyle bir zamanda bizim halimiz ne olacak? İlmimiz de sabrımızda onlardan çok az. Bu hâlimizle öyle bir zamana yetiştik ki bizi hayra, iyiliğe yöneltecek yardımcılarda pek az. Dünyadan kalbimiz üzüntülü. Zamanımızdaki insanların kötülükleri, iyiliklerinden çok fazla.
Hz. Ömer (R.A.), uzlet için şöyle buyuruyor: İnsanlara karışmaktansa yalnızlığa çekilmede daha çok rahat vardır.
Süfyan bin Utbe anlatıyor: Bir gün S. Sevri'ye gittim. Bana nasihat et dedim. Halkla ilişkini azalt deyince, Bana niçin bu tavsiyede bulunuyorsun "Halkla temasını çoğaltan kişinin, Âhiret gününde mü'minlere şefa'at hakkı vardır" hadis-i şerifini biliyorsunuz deyince bana şu cevabı verdi: Bu zamanda
- 106
insanların sinsiliğini göremezsin ancak iki yüzlü davranışlarını görünce anlarsın. Bu sebepten hadis-i şerif böyle zamanlar için buyurulmamıştır.
Süfyan Sevri'yi, vefatından nice yıllar sonra rüyada gördüm ve bana nasihat etmesi için yine ricada bulundum. Bana, halkın kötülüklerinden korunabilmen için onlarla ilişkini azalt. Dilini tut. Evini kötü insanlara kapat. Kalbini fena duygulardan, zihnini bayağı düşüncelerden temizle, Cenab-ı Hakkın emrettiklerini yap, yasak ettiklerinden sakın dedi.
Süfyân Sevri der ki: Bu zaman öyle bir zamandır ki mümkün olduğu kadar dışarı çıkmazsın. Dilini sımsıkı tutarsın. Kendine güç vermeğe yeterli rızka razı olursun ve her işinde yalnız Allah'a güvenirsin.
Dâvud Tâi hazretleri şöyle der: Dünyada oruç tut, (nefsin arzu ve heveslerini gemle) Âhirette iftar et (zevklerini âhirete bırak) Arslandan kaçar gibi bu insanlardan kaç ki zararları sana dokunmasın.
İbni Übeyd şöyle anlatıyor: Baş vurduğum her hakim ilmiyle âmil her zat, bana şu öğüdü verdi: Eğer Cenab-ı Hakkın yanında kadrin, kıymetin ve şerefin yükselmesini istiyorsan, halk içinde tanınma ve sivrilme heves ve arzularını kalbinden çıkar at. Ey aziz, görüyorsun ki uzlette, yalnızlığa çekilip halk ile buluşmamada büyük faydalar var.
Biz bu bahsi kısaca anlattık. Bu hususta daha geniş bilgi istiyenler Ahlak -ul - Ebrar kitabımıza baş vursunlar.
Uzletin (insanlardan manen uzaklaşıp yalnızlığa çekilmenin) ikinci sebebi de şu: Halkla temas halinde bulunan abidler, ibadetlerinde gösterişte bulunmak arzusunu atamıyorlar. Çünkü kara karıncanın karanlık gecede, karanlık yerden görünmeden yürüdüğü
- 107 -
gibi insanıı ruhuna sinmiş olan Riya da damarlarında* öyle yürüyor ki kimse onu göremez ve hatta anlıyamaz. Nitekim halktan ayrılmıyanların çoğunun ilmi, kendilerine yaramadığı gibi kimseye bir hayrı dokunmaz. Meğer Allah, kendi keremiyle onları koruya.
Nitekim Yahya bin Muaz da: "Kişinin ibadetinin halk tarafından görülmesi riyanın döşeğidir" der.
Bu sebepten âbidler, zâhidler zümresi riyadan korktukları için değil başkalarına, birbirlerine bile ziyarete gitmezlerdi. Rivayet ederler: Harem bin Hayyanı Üveys Kareni'ye: Ya Üveys! bize ziyaretinle şeref ver görüşelim ziyarete gelmemden daha iyidir. Çünkü , ziyaret ve görüşmelerde gösteriş vardır. Bu da riyaya götürür ve İbadeti bozar.
Bir gün büyük velilerden İbrahim bin Edhem, bir şehre gelir. Oranın tanınmış sâlih zatlarından Süleyman Havvas'a sorarlar: Bu zatı ziyarete gitmiyecek misin? Cevap şu: Şeytanla görüşmek, onunla görüşmekten daha hayırlıdır. Halk bu sözü beğenmez ve böyle konuştuğuna şaşarlar ve o muhterem zattan ne zarar gördünüz ki böyle konuşuyorsunuz deyince hiç bir kötülüğünü görmedim. Lâkin onunla görüştüğüm vakit mürailik yapmaktan ve bu yüzden ibadetimin bozulacağından korkarım. Halbuki Şeytanla karşılaştığım zaman Allah'a sığınır ve onun şerrinden korunurum diye cevap verir.
Rivayet ederler ki bir gün İmam Gazali hazretlerinin şeyhi, Ariflerden birini ziyarete gider. Bir zaman sohbet -eder konuşurlar. Birbirine dua ederler ve sonunda ayrılırken Şeyh, Arife: Bu meclisten daha hayırlı ve daha mutlu bir mecliste bulunmadım der. Arifte ona şu karşılığı verir-. Ben de bu meclisten daha endişeli ve tehlikeli bir meclise.rastlamadım. Çünkü . sen, yaptığın güzel konuşma ile ilim ve amelinin üstünlüğünü
- 108 -
bana göstermeğe çalıştın ve böylece gösterişe kaçtın. Ben de seni tasdik ettiğim için riyakârlık yaptım. Bu suretle ikimiz de riya yolu ile amellerimizi bozduk ve bu sohbetimizin, Allah'ın yanında makbul olmamasına sebep olduk. Arifin bu konuşmasından Şeyh çok üzüldü. Hüngür hüngür ağlamağa, aklı başından gidercesine sızlanmaya başladı ve Allah'tan afv ve mağfiret diliyerek kalkıp gitti. Sonradan bir çok toplantılarda bu olayı anlatan Şeyh, dinleyicilerine bu hususta gereken nasihatları vermeyi ihmal etmedi.
îşte Zâhidlerin, Ariflerin birbiriyle buluşma ve görüşmelerinde bu sakıncalar olduktan sonra acaba dünya ehlinin, gafil kimselerin hali nice olur ve hele kötü insanların sonu ne olur? Ey aziz zamanın, özellikle zamanımızdaki insanların kötülüklerinden, şerlerinden kurtulmak kolay değildir. Çünkü onlar türlü halleriyle seni ibadetten alıkor yapmakta olduğun tâati bozarlar. Bu sebepten senin, halktan uzlet etmen (ma'nen yalnızlığa çekilmen) şarttır. Ancak bu suretle zararlarından korunursun.
Halktan uzlet etmenin (yalnızlığa çekilmenin) hikmeti nedir. Uzlete çekilenlerin sınıf ve dereceleriyle uzletin sınırı nedir? diye sorulursa bunun cevabı şudur: Bu hususta halk iki sınıfa ayrılır:
1 - Birinci sınıf insanların ilmine, hikmetine halkın ihtiyacı yoktur. Bu sebepten bu gibi insanların toplumdan ayrı yaşamalarında ve halka karışmamalarında bir sakınca yoktur. Ancak Cemaatle kılınması farz ve vacip olan Cuma, bayram namazlarında, ilim meclislerinde bulunmaları, geçimlerini temin bakımından halkla temasa gelmeleri ve bunun dışındaki zamanlarda tanınmıyacak ve bilinmiyecek derecede halktan uzak
- 109 -
durmaları gereken kişiler. Amma bunlar tamamen uzlet etmek, bir köşeye çekilip hiç halkla temasa gelmek istemiyorlarsa bu da iki şekilde olur: a- Bu gibilere, dağ başlarında veya dere kenarlarında ıssız yerlerde oturmak gerekir ki, yukarda anlattığımız Cemaatlara katılmak dinî mecburiyetinden kurtulsunlar. Bazı zâhidlerin bu gibi yerlerde oturmayı tercih etmelerinin sebebi de budur. "Halka karışma ve dinî cemaatlara katılma zorunluluğundan kurtulma", b - Farzları eda (Cuma ve Bayram namazları) ve maddi ihtiyaçlarını temin etmek için halkla temaslarında hasıl olacak manevî sorumlulukla günahın, bunları yapmakla elde ettiği sevaptan daha çok olacağı inancına vardığı zaman ki bu inanç uzlete çekilmek için bir özür olur.
Müellif (yazar) anlatıyor: Mekke'de yalnızlığa çekilmiş bazı Şeyhler gördüm. Evleri uzak olmadığı halde Haremi şerife gelip namaz kılmıyorlardı. Cemaatla namaz kılmak sizin üzerinizde vacipken nasıl terkediyorsunuz diye sordum. Bana yukarda anlattığım (Cemaata katılma günahının sevabından çok olacağı endişesi) özrü söylediler. Ben de özürlü insanları kınamak istemem dedim. Cenab-ı Hak, özür sahiplerini ve kullarının kalplerini bilir. Fakat gerçek yol, Cemaatlara katılmak ve, halka karışmaktır. (Cemaat namazlarında bulunmak ve halkın hayırlı işlerine el atmak) Şayet kişi, uzleti tamamen istiyor ve toplumdan ilişkisini büsbütün kesmeyi diliyor ve cemaatlarında bulunması farz ve vacip olan namazların manevî sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa yukarda anlatıldığı gibi dağbaşları, dere kenarları gibi ıssız ve insanlardan çok uzak yerlerde yaşamak lâzımdır. Yoksa şehirde oturup halka karışmamak, cemaatlara katılmamak hatalıdır. Gerçi insanlara
katılmada doğacak şerrin, hayrından fazla olacağı kanaati, özür sayılır. Lâkin özür olarak belirtilen şey aksi de olabilir yani: hayır, şerden fazla olabilir ve o zaman da uzlet, aleyhte sonuç vermiş olur. Binaenaleyh uzlet istiyen bu cihetleri iyice düşünsün ve hangisini hayırlı görürse ona göre hareket etsin.
2 - Bir kısım insanlar vardır ki âlimdir ve ilmiyle âmildir. Vaiz ve nasihatlariyle halka doğru yolu göstermek ve hayırlı işlere yöneltmek ve bid'at ehlini susturmak kudretine sahiptir. Bu gibi zatların yalnızlığa çekilerek halka karışmaması caiz değildir. Bilâkis halkı iyiliğe çağırmak, onlara, Allah'ın emir ve yasakları hakkında vaiz ve nasihatte bulunarak doğru yola yöneltmek, dinî problemlerini çözüp, tereddütlerini gidermek hususunda nefsini adamak ona vacip olur. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.) bir hadis-i şerifinde "Ortaya atılan bid'atlara (dine aykırı adetlere) karşı mücadelede bulunmayıp susan âlimin üzerine Allah'ın laneti olsun" buyuruyor. Gerçi bu lâ'nete, insanlar içinde bulunanlar müstahak olur. Uzlette olanlar olmazlar. Fakat onlara da halka dönmek ve bu vazifeyi gereği gibi yapmak vacip olur. Nitekim üsad Ebü Bekir bin Fevrek hazretleri söylüyor. İbadet yapmak için halktan uzak bir dağ basma çıktım. İbadetle meşgul olduğum bir sırada gökten bir ses bana şöyle söyledi: Ya Ebû Bekir, halka vaz-u nasihatte bulunup onları doğru yola çağırmak ilmi gücüne sahipsin. Bu, senin üzerinde vacipken ne diye dağ başlarına geldin. Bunun üzerine derhal şehre indim ve vazifemi yapmaya başladım. Me'mün bin Ahmet'te, hocası Ebu îshak'tan şöyle işittiğini söylüyor: Bir gün Lübnan dağlarındaki âbidlere gittim ve dedim ki: Ey ot yiyiciler! Ümmet-i Muhammed'i bid'atcilerin, sapıkların elinde bırakıp bu
- 110 -
- 111 -
dağ başlarında ot yemekle meşgulsünüz. Onlar da bizim halka vaz'u nasihatta bulunacak kudretimiz yok. Cenab-ı Hak, bu kuvvet ve kudreti sana vermiştir. Bu emir, senin üzerine farzdır, bize değil cevabını verdiler. Bundan sonra "Cami-ül-Celi vel-hafi" adlı kitabını yazdı.- Halkı Hak yoluna çağırdı ve bid'at ehlinin elinden kurtardı.
Dinî müşkülleri çözme bakımından kendisine halkın başvurduğu âlimlere, bu vazifeyi yerine getirmek vacip olur. Bu âlimlerin vasıfları ve gidiş yolu iki türlüdür-. 1 -¦ Halka önderlik yapacak âlim, Çok sabırlı, fazla halim, derin görüşlü olması ve bu önemli vazifesinde başarılı olması için Allah'ın yardımını istemesi lâzımdır. 2 - Bu âlim, görünüşte halkla içten manen hakla olacaktır. Halk sorarsa cevap versin, ziyaretine gelirlerse güzel karşılasın, herkesi içtimai durumuna, mevki ve derecesine göre ağırlasın. Eğer susar ve çekingen davranırsa buru fırsat bilip değerlendirsin. Hayırlı işlerde halka yardımcı olsun. Kötülük işlediklerinde karşı gelsin. Bu gibilerden uzak kalmakla beraber vaz-u nasihatta bulunmaktan geri kalmasın. Gücü yeterse kötülüklerini önlesin. Halkın hak ve hukukuna riayet etsin. İbadetlere katılsın. Ziyaretlere, baş sağlığına, tebriklere giderek Allah rızası için gönül'e-rini alsın. Kendisinden yapılmasını istedikleri işleri mümkünse, yapmaktan çekinmesin ve varken onlardan para istemesin. Ne yaparsa Allah için yapsın ne dilerse Allah için dilesin. Hiç kimseden bir şey islemesin. Onlara kızmasın. Sert davranmasın. Elinden gelirse, gerekenlere sadaka versin. Para yardımı yapsın. Zahmetlerine katlansın güler yüz göstersin. Eğer bir ¦şey vermek isterlerse geri çevirmesin. Bir sıkıntısı bir işi varsa, hatta önemli olsa bile söylemesin, gizli tut-stia. Sonra kendi nefsine bakıp öyle zamanlarda içli ve
temiz ibadetini yapsın ki Cenab-ı Hakkın yanında makbul olsun. Nitekim Hz. Ömer (R.A.) gece uyursam nefsime, gündüz uyursam tebama zaraf veririm. Bu ikisi ortasında uyumak benim için mümkün olacak mı? buyuruyor. Nefsin halkla kalbin Hakla olması çok zor ve müşkül bir iştir. Yalnızlığa çekilenlerin bu hususta çok mücahede etmeleri gerekir.
Bu sebepten bazı Şeyhler der ki: İnsanlarla kalk otur. Fakat kötülüklerinden korun. Dirilikte yaşayıp ölülere uymak ne müşkül ve zor bir iştir.
İbni Mes'ut buyuruyor: Halka karış. Fakat kalben onlardan uzak dur ki dinine zarar vermesinler. Fakat fitne ve fesat denizi coştuğu ve dalgaları, âlemi izdırab girdabına, dinsizlik ve sapıklık çukuruna sürükler ve herkesi kendi başının derdine düşürür. Bu fitne ve fesat, bu ahlâksızlık halkın aşağı tabakasından üst tabakasına sirayet ettiği ve herkes bu kötü ortamda şaşkına döndüğü zaman alimler, ilimlerini göğüslerine gömsün ve halktan tamamen ayrılıp bir köşede otursunlar. Kendi nefislerinin islahi ile ve ibadetle meşgul olsunlar. O halde her âlim ve sâlih kendi zamanına dikkat etsin. Eğer fitne ve fesat zamanı ise uzlete çekilsin. Fakat iyice inceleyip kanaat getirmeden bu işi yapmasın. Çünkü bu hususta hataya düşebilir.
Bir kısım insanlar varki vacip olduğu zaman yalnızlığa çekilmiyor. Bir kısmı, halka karışmak vacipken u~lete çekiliyor. Bir kısmı da hayvan gibi rahatını düşünür ve kendini de uzlet ehlinden sayar. Bir kısmının da baş olmak sevdası beyinlerine vurur ve emri ma'ruf nehyi münker inancıyle ma'siyeti ibadet sanarak gururlanırlar.
Hz. Peygamber (S.A.V.) bir hadisinde: Toplumda birlik olun ondan ayrılmayın ki Cenab-ı Hakkın kudret eli toplum üzerindedir. Şeytan, insanın kurdudur.
- 113 -
Toplumdan ayrılanları, ileri giden veya geri kalanları kapar. Başka bir hadiste de: Şeytan, bir kişiyle beraberdir, iki kişiden uzaktır buyuruyor. Buna ne dersinim sorusuna cevabımız şu: Gerçi ResülullaK, birlik olmayı, toplumda bulunup ayrılmamayı emretti. Fakat fitne ve fesat zamanlarında da yalnızlığa çekilmeyi ve kimseye karışmamayı buyurdu. Nitekim yukarda anlattık. Şimdi bu hadisler arasında çelişmezlik yoktur. Bunları muhakkıklar uzlaştırmıştır. Mesela "Aleyküm bil Ce~ ma'a" birlik olan cümlesi üç mâna taşır. Birincisi dini işlerde ve serî hükümlerde birlik olun demektir. Çünkü ümmet-i Muhammed, dalâlet, sapıklık üzerinde birleşmez. Cumhurun (Çoğunluğun) üzerinde birleştiği dinî hükümlere aykın hareket eden, sapıklığa düşer. Fakat çoğunluğun birleştiği serî hükümler üzerine mutabık olduğu halde sırf ibadet gayesiyle halktan ayrılsa bu hadisi şerife aykırı hareket etmemiş olur.
Cuma ve Cemaatle kılman namazlarda, bayram^ larda ve bulunulması vacip olan toplantılarda bulunun, birlik olun demektir. Çünkü bu gibi toplantılarda, müs-lümanlarm dinî kuvvet ve kudreti arttığı gibi dinsizlere, kâfirlere karşı kahredici ve öldürücü bir gösteriş olur. Bu gibi toplantılardan Allah'ın rahmeti .ye bereketi eksik olmaz. Bu sebepten, yalnızlığa çekilenlerin mutlaka bu toplanmalara, katılmaları dinî bir görevdir. Başka zamanlarda ayrı olsunlar ve böylece kendilerini muhtemel kötülüklerden korusunlar. Üçüncüsü de fitne ve fesat, karışıklık olmadığı zaman halka, toplanın, birlik olun demektir. Yahut zaman kötü ise inanç ve amellerinde zaif olanlar cemaattan ayarılmasınlar demektir. Çünkü yalnız başına bu bozuklukları düzeltmeğe muktedir değildir. Lâkin basiret ehlinden (gerçeği gören) olup, din işlerinde kuvvetli ve kimseye muhtaç olmayanların, fitne ve fesat zamanlarında yal-
- 114 -
nızlığa çekilmesi daha iyidir. Çünkü karışmanın kötülükleri uzletin zararlarından daha. çoktur. Fakat şu şartla ki îslâmiyete yararlı, iyiliklere yönelmiş, toplumlara katılmaktan geri kalmasın. Ancak dağ başlarında ve çok uzakta oturuyorsa bu gibi dinî toplantılara katılmakta özürlü olur. Fakat İslâm alimleri her nerede olurlarsa olsunlar, hiç bir dini toplantıdan uzak kalmamaları ye bunlara katılmaları gerekir ki bu sevaptan mahrum kalmasınlar ve iki dünyanın da sevabını kazanmış olsunlar.
Nitekim işitiyoruz ki Erenler, zamanın değişikliğine ve bozukluğuna önem vermezler. Onlar, dünyayı gezer dururlar. îslâmi toplantılar nerede olursa olsun orada hazır bulunurlar. Bunlar için yerin damarları adeta dürülür kısalır, mesafeler kalkar diledikleri yere bir anda varırlar ve o şehrin halkına türlü kerametler gösterirler. Nice darda kalanlara yardım ellerini uzatırlar. Dünyanın şeref ve bakası bunlarladır. Allah, bu Kâmil zatlardan razı olsun. Dünya ve âhi-rette aziz eylesin ki bunlar, kendi nefislerini terket-miş bizim gibi biçareleri dileklerine erdirmek için himmet ve çaba gösterirler. Bir hadis-i şerifte "Ümmetimin dünyada inzivaya - yalnızlığa çekilmesi, mescid-lerde oturup Cenab-ı Hakka yönelerek ibadetle meşgul olmaktır" buyurulmaktadır. Bundan, halktan ayrılışın caiz olmadığı anlaşılıyor. Buna ne dersiniz sorulsa cevabımız şudur. Bu hadis, uzletin bir çeşit izahıdır. Çünkü mescitte ibadetle meşgul olmak ve halka karışmamaktan maksat, görünüşte halkla, ma'nada Hak'la beraber olmaktır. Zaten gerçek uzlet budur. Yoksa halktan tamamen ayrılmak demek değildir. Nitekim İbrahim Ethem. Hazretleri der ki! Halk içinde yalnız ol. Rabbinle meşgul olmayı alışkanlık haline getir. Ma'nen insanlardan uzaklaş.
- 115 -
1
Yüksek medreselerde, zaviye ve Tekkelerde bulunan ve burada dini ilimleri öğrenmeğe çalışan veya tarikatın, manevi alanında yükseltmek istiyenler, uzlet ehli mi, halkla beraber mi sayılır? Sorusuna cevabımız şudur. Bu kurumlar din ilmini öğrenmeğe çalışan şeriat âlimleriyle yakın ilminde (mânevi alanda) ilerlemek istiyen tarikat sâlikleri için gayeye ulaştırıcı ve iyi çalışma yeri olmak üzere açılmılşardır.
Bunda iki büyük fayda vardır-. 1 - Halktan ayrı durup onlarla teması terketmekle gayelerine kolayca erme imkânını kazanmaktır. 2 - Dini alanda ve İslâmi . âdetlere göre halka,' gereken yardımı yapmaktır. Bu takdirde en doğru yol, medreselerde zaviye ve tekkelerde durmak ve ayrılışla buluşmadan (uzlet etmek ve gerektiğinde halka karışmak) hasıl olacak fazilet ve sevabı birleştirip almaktır. Bu sebepten adı geçen kurumlar, şehirlerin çoğunda kurulmuştur ki hayır sahipleri, din bilgisini elde etmek veya yakm ilmini (manevi bilgi) kazanmak istiyenlere gereken maddi yardımı yapabilsinler. İlim ve marifet tahsilinde zorluk çekmeden gayelerine erişsinler. Halkın dini alandaki müşküllerini çözsünler. Salih zatları görüp onların yaptıklarına uysunlar, öyle ise temiz bir niyyetle bu ku- • rumları kuran veya mevcutları onaranlar, ilim ve amel bakımından çok sevap ilşemiş olurlar. Dünyada, dine hizmet edenler, âhirette mutlular zümresine girenlerden olurlar.
Müridlerin hali nedir? Müctehidler, mürşid ve Ariflerden uzlet etmek caiz midir. Yoksa onlarla bulunup sohbet etmek vacip midir? Sorusuna cevabimiz şu: Eğer bugünün tnüçtehitleri,, mürşid ve Arifleri, seleflerinin kendilerinden evvel gelenlerin ( gelenek ve göreneklerine uyuyor, onların yolunda yürüyor ve
- 116-
onlar gibi ahlaklı ve Hak yolunda iseler, bunlar, din kardeşlerimiz, tarikat yoldaşımız ve ibadet yardıcıla-rimızdır. Bunlardan uzlet etmek katiyyen caiz .değildir. Çünkü sohbetlerinden, büyük manevî kazançlar sağlanır. Bunlar Lübnan dağlarındaki âbidlere benzerler. Toplanır, tâat vfe ibadette birbirlerine yardım eder, belâ ve felâket karşısında sabrı tavsiye ederler. Fakat yollarını sapıtmış, ibadetlerini değiştirmiş olan ve seleflerinin görenek ve geleneklerine uymıyan mürşidlere karşı müridler, halka ne şekilde muamele ediyorsa onlara da o suretle hareket ederler.-
Her biri kendi köşesine çekilir, ibadetiyle meşgul olur. Dillerini tutar. Dinî toplantılarda ve hayırlı işlerde onlarla birlik olur. Başka işlerde onlardan ayrılır. İşte bunlar, gerçekten uzlet ehlinden uzlet edendir.
Acaba, medrese ve tekkelerde yaşayanlarla mu-sahabada bulunmaktan kendisine zarar geleceğini gören bir kişi, bunlardan ayrılıp ıssız bir yerde ibadetiyle meşgul olsa caiz midir? Sualine karşı cevabımız şudur: Medreseler, tekkeler, amel ve ibadetle bilgi edinmek için birer kale gibidir. Bu kalede, hırsız-1 lara, aldırganlara yani sapıklara karşı savaşacak roü-cahidler vardır. Bu topluluğun dışındaki yerlerse ıssız çöllere benzer. Orada insanlarla cinlerin Şeytan askerleri gezer, dolaşır. Kaleden çıkanları soyar, tâatlarmı alır ve kendilerini esir ederler. Bu askerlerle muharebe ve mücadeleye gücü yetmiyenlerin, yani imanı zaif olanların, kaleden dışarı çıkmaları (imanlı topluluktan ayrılmaları) caiz değildir-, orada uzlette kalmaları uygundur. Ama Basiret ehlinden olan ve din düşmanlarının saldırısına karşı koyabilecek güçte bulunan mürid ise kalede bulunmakla çölde bulunma onun
- 117 -
için birdir. Dışarıya çıkmasında hiç bir mahzur yoktur. Fakat kalede yani imanlılar topluluğunda bulunması daha iyidir. Çünkü, dışarda gafil bulunduğu bir anda Şeytanların saldırısına uğrayabilir. Bu sebepten ilim ve amel isteklileri içinde bulunup onların zorluklarına katlanmak daha hayırlıdır. Bu açıklamadan anlıyoruz ki imanlılar topluluğundan ayrılmak hatadır.
Din kardeşlerimizi ziyaret ve onlarla dini ve ahlâki müsahabalai'da bulunmak hususunda ne dersiniz sorusuna cevabımız şudur:
Allah rızası için din kardeşlerimizi ve iyi insanları ziyaret etmek bir ibadet sayılır. Bunda türlü faydalar vardır. Lâkin bunun iki şartı vardır: 1 - Ziyaretlerin sık sık yapılmaması lâzımdır ki usanç vermesin. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.) Ebü Hüreyre (R,A.) ye, ziyaretleri seyrek yapki sevgi fazla olsun buyurmuştur. 2 - Ziyaretin haklan, şartları yerine getirilmeli. Fazla süslenmeden, lüzumsuz konuşmadan ve başkalarını çekiştirmeden çekinmeli ki vebale girilmesin. Ziyaret, gönül almak ve sırf Allah için olmalıdır. Rivayet ediliyor ki bir gün Süfyan ve Fadıl (Allah'ın rahmeti özerlerine olsun) karşılaştılar. Görüşüp söyleştiler ve ağlaştılar. Sonra ayrılırken Süfyan dedi ki Ya Ebu Ali, öyle zan ederim ki bundan daha hoş bir toplantıda bulunmadım. Fadıl da bundan daha üzüntülü bir mecliste bulunmadım karşılığını verdi ve şöyle açıkladı Çünkü sen gayet güzel konuşmakla ilmini ve hitabet kudretim göstermeğe çalıştın. Ben de aynı duy-guloxla sana karşılık verdim ve kendimi gösterdim. Bu sebepten buluşmamız, Allah için olması vasfını kaybetti.
Demek ki dost ye arkadaş ziyareti bu söylediği-
- 118 -
miz şartlar içinde olursa çok faydalı ve hayırlı olur. Çünkü bu ziyaretler, ahlaki ve manevî yönden olgunlaşmayı sağlar.
Fitne ve fesat olmadığı normal zamanlarda maddeten halka fakat kalben onlardan uzak ve manen Allah'la olmamız, halini nasıl elde edebilir ve bu. duruma gelebiliriz sorusuna cevabımız şudur:
Bunu temin edecek üç şeydir: 1 - Bütün boş zamanlarını ibadet ve tâatle geçir. Çünkü ibadet, insanı hakla meşgul eder. İnsanlarla boş vakit geçirmek maddî ve manevi yönden iflasa alâmettir. Nefsini boşu boşuna insanlarla konuşmaya ve onların halleriyle meşgul olmaya bağlama. Bu, senin için boşuna vakit geçirilmiş bir iş olur. Amma boş vakitlerini, içten gelen bir duygu ile ibadetle geçirirsen Allah'a yaklaşmış, ibadetin lezzetini almış ve böylece halktan manen uzaklaşmış olursun ki bu suretle halkın yersiz ve tiksindirici hareketlerinden nefret duyarsın. Nitekim Hz. Musa (A,S.) Cenab-ı Hakla münacattan, yalvanş ve. yakanştan sonra halkın arasına döndüğü zaman onların sözlerinden tiksinmeğe ve kulaklarını tıkamaya başlar. Halkın konuşması ona bir eşek anırması kadar iğrenç gelir.
İmamül - Haremeyn de şöyle der: Halktan uzaklaş ki Allah'a yaklaşma ve bağlanman artsın.
2 - Eğer halktan ilgini kesersen, ibadet işi senin için kolaylaşır. Çünkü ümidini kestiğin bir şeyden sana ne zarar ne de fayda geleceğini düşünmediğin için tam bir gönülle Allah'a bağlanmış olursun.
3 - İnsanlarla görüşüp konuşmaktan ve lüzumsuz vakit geçirmekten doğacak zararlar üzerinde düşün-
- 119 -
mektir. Bu üç şarta gereği gibi uyarsan ma'nen halktan uzaklaşmış, kalben Allah'a yaklaşmış ve içten ona bağlanmış olursun.
İbadet yolunu tıkamaya ve ilerlemeği durdurmaya çalışan üçüncü engel de Şeytandır. Şeytanla savaşıp yenebilmenin lüzumu iki sebepten ileri gelir: 1 - Bu öyle bir düşmandır ki hiç bir suretle barışmayı kabul etmez. Onun en büyük zevki, seni yoldan çıkarmak ve felâkete sürüklemektir. O halde bu can düşmanından emin olma ve gaflete düşme. Eğer şahid istersen bu ayetler yeter: (Yasin: S. A. 60), Ey Adem oğulları! "Şeytana tapmayın. Çünkü o sizin için Rabbinizden ayıran bir düşmandır" diye size emretmedim mi? Diğer bir âyette de (Fâtır S. A. 6) "Çünkü Şeytan sizin bir düşmamnızdır. Onun için siz de onu düşman tutun." Bu iki âyet-i kerimeden de anlaşılıyor ki Şeytan, insanın can düşmanıdır. Ondan sakınmak vaciptir. 2 - însana düşmanlık yapmak, Şeytanın tabiatı ve yaradılışı icabıdır. O nefsini seninle savaşmaya ada-" mış, gece gündüz türlü hile ve aldatışlarla seni yoldan çıkarmağa ve yapacağın bir anlık gafletten yararlanmağa çalışıyor. Halkı, doğru yola çağırdığın zaman sana büsbütün düşman kesiliyor. Çünkü senin yaptığın iş onun arzusuna aykırıdır. Halkı doğru yola çağırdıkça kızdırır, niyyetini, amelini bozarsın.
Bu durumda o, seninle nasıl barışabilir. Seni felâkete* sürüklemek onun tek emelidir. Çünkü sana olan düşmanlığı ezelidir. Şeytan öyle bir yaratıktır ki kendisine kastetmiyen aykırı davranmayan, hatta dediğine uyanları bile felâket çukuruna atar.. Halbuki sen ona muhalefet ediyorsun. Elbetteki sana düşmanlığı ve felâkete sürükleme çabası daha şiddetli olur. O, bütün amellerini bozmak ister. Diğer mü'minlerle
- 120 -
birlikte bilhassa sana düşmandır. Sonra sana düşmanlıkta yalnız da değildir Nefs-i emraare ve yerinmiş diğer insanî sıfatlar hep onun yardımcılarıdır. Hatta seni yoldan çıkarmak ve felâketlere sürüklemek" için haberin olmadan damarlarına bile girer.
Yahya bin Muaz şöyle der-. Şeytan boştur. Sen kendi nefsinin arzularını yerine getirmekle meşgulsün. Sen Şeytanı göremezsin. O seni görür. Sen onu unutursun o. seni unutmaz. Senin nefsinde ona yardımcılar vardır. Onları kendi emrinde sanırsın. Halbuki onlar, haberin olmadan düşmanınla birleşmiş seni yok etmeğe çalışıyorlar. Bu sebepten onunla savaşmak ve onu te-pelemelisin. Yoksa o seni helak eder.
Acaba Şeytanın şerrinden kurtulmak için onunla ne şekilde savaşmalı sorusuna şu cevabı veririz. Bu hususta iki fikir vardır: Birincisi fikre göre, Şeytanın şerrinden kurtulmak için Allah'a sığınmaktan başka çare yoktur. Çünkü Şeytan, Cenab-ı Hakkın kullarına saldırdığı kudurmuş bir köpektir. Onu kovaladıkça daha fazla saldırır. Boşuna vakit kaybeder ve zahmet çekeriz. Hatta bir fırsat bulursa bizi yaralar bile. Onun için bu kudurmuş köpeğin sahibine müracaat edersek onu bağlar, susturur ve bizi şerrinden kurtarır!
İkinci fikre göre, Allah'a sığınmakla beraber onunla (Şeytanla) mücadeleye girişmeği de tavsiye ederler. O halde en doğru yol, Şeytanın şerrinden kurtulmak için önce Allah'a sığınacaksın. Çünkü o, bizi. Şeytanın şerrinden koruma kudretine sahiptir. Eğer durmayıp yine bize hücum ettiğini görürsek. O zaman bilmeliyiz ki Çenab-ı Hakkın bize Şeytanı musallat etmesinin sebebi imanımızın gerçekliğiyle sabrımızın derecesini denemektir. Nitekim Cenab-ı Hak, imansızları, imanlılar üzerine musallat eder. Onların defetmeğe muktedir-
- 121 -
ken sırf cihad sevabmı ve sabırlı olmanın mukâfatıyle şehitlik mertebesini mü'minlere nasip etmek ve bütün günahlardan arıtmak için bu düşmanları kendilerine saldırtır. Bu da imanlılar için büyük bir manevi kazanç ve yüksek bir fazilettir. Gerçi görünüşte bu, şiddetli bir musibet gibi gözüküyor. Fakat esasında bu, mü'min için ilâhi bir lütüftur.
Nitekim Kur'an-ı Kerimde şöyle buyuruluyor: (Mu-hammed S.A. 31) "Andolsun sizi imtihan edeceğiz." Tâ ki içinizden mücahidleri ve sabr-u sebat edenleri belirtelim, haberlerimizi açıklayalım." Başka bir ayette. (Âl-ı imran S.A. 142) "yoksa siz, Allah içinizden savaşanlar (la savaşıtuyanlar) ı belli etmeden, şebât edenler de etmeyenler) i belli etmeden cennete giriverceğinizi mi sandınız.".
Şeyhlerin bildirdiğine göre Şeytânla savaşıp yenmenin üç yolu vardır: 1 - Şeytanın aldatışlarını, desiselerini bilmekle.. Nasıl ki ev sahibinin uyanık olduğunu bilen hırsız çekinip eve gir emiyorsa Şeytan da uyanık kimseleri aldatamaz, -
2 - Şeytanın çağırışına kulak vfrmemek, hilelerine aldanmamak ve bunlara karşı kalbinde en ufak bir meyil duymamaktır. Çünkü Şeytan, saldıran bir köpeğe benzer. Üzerine varırsan köpürür. Geri çekilirsen durur. Saldırmaz.
3 - Cenab-ı. Hakkı anma ve şükretmeği dilinden ve kalbinden hiç eksik etmiyeceksin. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) de: •
"Şeytanın yamncla Cenab-ı Hakkı anmak, insan ya-nında öldürücü bir hastalık gibidir" buyuruyor.
Acaba Şeytanın aldatışları nelerdir, hangi yolla öğrenebiliriz? Sorusuna cevabımız şudur: Şeytan, aldatış ve kuruntularını, insana ok gibi yağdırır. Nefs-i emma renin düşüncelerini bilmiyenler bunları anlıyamazlar. Şeytanın öyle hileleri vardır ki tuzağa benzer. Onunla halkı avlar. Bunu da bilmezler. Ancak bunların, insan kalbine nasıl girdikleri bilinirse bu tuzağa düşmekten
korunabilir.
Alimlerin ve basiret sahiplerinin bildirdiklerine göre insan kalbine doğan bu çeşit hatıraların düşüncelerin mahiyeti şudur Cenab-ı Hak, insanı yarattığı zaman kalbine, onu daima iyiliğe çağıracak bir melek koydu. Bu meleğe ilhamcı, çağmasına da ilham denir. Bu meleğin karşısında insanı, daima kötülüğe çağıracak bir ¦ Şeytan koydu. Bunun adına vesveseci, çağırışına da vesvese (kuruntu) denir. Melek, iyilikten başka bir şey için çağırmaz. Şeytanın çağırışının da çoğu serdir. Fakat bazan hayre de çağırır. Lâkin bunun sonuncusu da şerre vardırmak için yapar. Mesela nafile namaz kılma-rin mahiyeti şudur: Cenab-ı Hak, insanı yarattığı zaman miş olur. Bir iyilik işlemeğe çağırır. Fakat o iyiliği yaparken gösteriş yapmasını da sağlar. Bu gösterişten aldığı günahla hayrını sildirir. Basiret ehli bir İki çağırıcının, çağrılarını gönül kulağıyla işitirler. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.) bir hadisinde: "Çocuk doğunca Cenab-ı Hak ona, bir melekle bir Şeytan gönderir. Şeytan, kalbinin sol kulakçığında. Melek sağ kulakçığında yerleşir. Biri daima iyiliğe diğeri daima kötülüğe çağırır" Başka bir hadiste de: Allah, insan oğlunu bazan hayre çağırmak için bir Melek, bazan da şerre çağırmak için bir şeytan indirir. Bundan başka Cenab-ı Hak, insanı, daima şehvete ve zevke eğilimli bir tabiatte yaratmıştır. Buna da Hevâ-yı - nefis denir. Bu da Şeytan gibi insanı şerre çağırır Böylece çağıncı üç oluyor. Me-
- 123 -
lek, Şeytan, Nefis îşte bu üç kaynağın etkisiyle kalbe doğan düşünceler insanı bir işi yapmağa, veya terket- i | ineğe sebep olur. j|
Bunlar insana zaman zaman ızdırap verici de olurlar. Yukarda belirttiğimiz bu üç sebeple meydana gelen bu hallerin hepsinde hakikatta Allah'ın bilgi ve dileğine bağlı olarak meydana gelir. Fakat bazan vasıtalı bazan vasıtasız olduğu için dört kısm ayrılırlar: 1 - Sırf Ce-nab-ı Hakkın etkisi altında insanın kalbine doğan fikir ve hatıralardır. Bunlara vasıtasız düşünceler denir. 2 - Allah'ın yardımıyla ve fakat insanın tabiatına uygun olarak kalbe doğan düşüncelerdir ki bunlara Havâ-yı nefis derler. 3 - Meleğin çağırışına uyarak Allah'ın yardımıyla kalbe doğan hatıra ve düşüncelerdir ki bunlara ilham denir. Şeytanın çağrısına uyarak ve yine Allah'ın yardımiyle kalbe doğan düşüncelerdir ki bunlara da vesvese denir. Birinciler, yani Allah tarafından vasıtasız olarak doğrudan doğruya kalbe doğan düşünceler bazan insan ilahi bir lütuf ve ihsan olsun diye sırf hayra iyiliğe, bazan kulu imtihan için sırf şerre, kötülüğe yönelmiş olur.
Şeytanın doğurduğu düşünceler hep kötülük içindir. Bazan sonucu yine kötülüğe varacak kalbi bir hayra da çağırır.
Nefsin sebep olduğu düşünceler de hep kötülüğe yönelmiştir. Bazan iyiliğe yönelmiş gibi gözükenlerin sonu yine serdir.
Fakat Melek vasıtasiyle kalbe doğan düşüncelerin hepsinde iyiliğe yönelmiştir. Çünkü ona, yalnız iyiliğe götürücülük görevi verilmiş. •
İnsan kalbine doğan fikir ve düşüncelerin sebep-
- 124 -
lerini ve çeşitlerini öğrendik. Şimdi de bu üç şeyi bilmemiz vaciptir: 1 - Kalbe doğan bu düşünceler hayır mıdır şer midir? 2 - Şer olanlar, bizi denemek için Allah tarafından mı, yoksa Hevayı nefis veya Şeytan tarafından mı? lika edilmiş olduğunun ayırd edilmesi lâzımdır. 3 - Hayır olarak kalbe doğan düşüncenin Allah tarafından mi; Melekten mi, yoksa Şeytan veya nefsin bir desise ve aldatması mı? olduğunun bilinmesi icap eder. İşte bu üç noktayı ayrı ayrı inceliye-lim.
A - Bir hatıra, düşünce hayır mı şer mi? Bunu ayırd edebilmek için din âlimleri bu dört ölçüden biriyle tartılmasının gerektiğini söylüyorlar: Birinci ölçü Şeriattır. Kalbe doğan düşünceleri, şeriat terazisiyle ölçeriz yani onun esaslariyle karışlaştırırız, uygunsa hayırdır. Uygun değil veya şüphe ediyorsak serdir. Şayet bundan bir sonuç alamazsa ikinci ölçüye başvururuz. Bu da sahih gerçek mü'min olduklarına inandığımız zatların amelleriyle karşılaştırırız. Eğer onların güzel ahlakına uyuyorsa hayırdır. Uymuyorsa serdir. Bundan da bir sonuç alamazsak üçüncü ölçüye baş vururuz: Bu da nefistir. Nefsine bakarsın eğer nefis, çekindiği korktuğu için değil de tabiî olarak ondan tiksiniyorsa hayırdır ona tabiî olarak nefret duymuyorsa serdir. Dördüncü ölçü de nefsin meylidir. Eğer nefis o, fikre karşı tabii bir meyil duyuyor ve yapmayı arzu ediyorsa serdir. Çünkü nefis, hayra tabiî olarak meyletmez. Bu yaradılışının icabıdır. Daima kötülüğe eğilimlidir. Şayet tabii olarak meyletmezse dahi yine şeriat ölçüsünden bir kere geçirsen hayır ve şer ayrımını daha iyi yapmış olursun.
B - Hatıra gelen kötü bir fikrin, Cenab-ı Haktan - 125 -
mı, Şeytandan mi, yoksa Hevâ-yı nefisten mi? olduğunu bilebilmek için şu üç şey'e başvurulur: 1 - Eğer hatıra gelen düşüncenin kalbinde yerleşip aynen durduğunu hiç değişmediğini görürsen bu, Allah'tan veya nefistendir. Eğer tereddütlü vs ızdırap verici bulursan şeytandandır.' Çünkü Allah'tan gelen, kati ve değişmez olur. Nefisten gelen de sabittir, değişmez bunu Allah'tan gelenden ayırabilmek ?çin şuna dikkat edilir. Ulemayı Raşid'in Nefs-i emmareyi Kaplana benzetirler.
Hücum ettiği kimseyi tepelemeden, alt edip yok etmeden bırakmaz. Din düşmanına benzer. İnancını savurmak için harp eder ya ölür ya öldürür. Şeytanı ise Kurda benzetirler. Bir taraftan kovarsın döner dolaşır öbür taraftan gelir karşına dikilir saldırmaz.
2 - Kalbe doğan fikir, eğer işlenen günahtan sonra hemen hatıra gelmişse Allah'tandır. Çünkü işlediğin günahın uğursuzluğundan Allah onu sana hatırlatmıştır. Eğer günah işlemeden evvel kalbine doğmuşsa ona de bak kalbinde sabit değişmiyorsa nefistendir yoksa Şeytandandır. Seni kötülük yapmaya sev-kediyor.
3 - Kalbine doğan düşünceler, eğer Allah'ın anıl-masiyle zayıflıyorsa Şeytandandır. Çünkü Şeytan Allah'ın zikrine karşı dayanamaz. Hz. Peygamber (S.A.): Şeytan, Allah'ın anıldığı yerden kaçar. Gaflete düşüldüğü zamun insanın kalbine girer vesvese verir buyurmuştur,
G - Kalbe doğan, hayra yönelmiş düşünceler Al-lahtan mı. Melekten mi olduğunun ayırd edilmesi için üç yol vardır:
- 126 -
1 - Kalbe doğan düşünce sabit değişmez ve kuvvetli ise Allah'tandır. Eğer tereddüt varsa Melektendir. Çünkü Melek sana na"ihat eder. Senden hayır rica eder ve seni hayır yapmaya çağırır.
2 - Kalbe doğan düşünce, bir ibadet veya iyi bir hareketten hemen sonra meydana gelmişse Allah'tandır. Nitekim Kur'an-ı kerimde (Ankebut S. A. 89) "Bizim uğrumuzda mücahede edenler (e gelince) biz onlara elbette yollarınım gösteririz" ve "Muhammed S. A. 17) "hidayeti kabul edenler (e gelince: Allah) onların muvaffakiyetini arttırmıştır" buyuruluyor. Eğer hatıra gelen hayırlı fikir ortada hiç bir şey yokken meydana gelirse Melektendir. 3 - Kalbe doğan fikirler inançlarına ve iç hallere aitse Allah'tandır. Teferruata ve dış amellere aitse melektendir. Çünkü din âlimlerinin görüşüne göre. Melek iç halleri bilemez.
Hatıra gelen kayıtlı düşünce Şeytanın hile ve al-dadışınm bir sonucu olup olmadığını anlamak için şu hususlara bakılır:
a - Hayırlı işi yapmakta nefis çekingen olur ve yapmasında acele gösteriyorsa Şeytandandır.
b - Hayırlı işi yapmakta nefis çekingen olur ve korku duyarsa, sonunu düşünür ve te'enniyle hareket ediyorsa bu Allah'tandır onu yap.
Eğer yapmada nefsini istekli, sevinçli ve aceleci görürsen o düşünceyi uygulamayı terket. Bir işte acele etmek hatadır. Te'enniyle hareket daima iyidir. Nitekim Hz. Peygamber bir hadiste buyuruyor: Acele Şeytandandır. Yalnız beş yerde acele etmek lâzımdır:
1 - Bulûğa eren ve kendini icfrak eden kızm av-lendirilmesinde.
- 127 -
2 - Borcun zamanında ödenmesinde.
3 - Ölünün teçhiz tekfiniyle gömülmesinde.
4 - Gelen misafire yemek vermekte.
5 - İşlenen günahtan hemen sonra tevbe etmede.
Te'enniyle hareket etmek daima iyi şeydir. Çünkü yapılacak hayırlı işi etraflıca düşünerek yapar. Allah'ın yanında makbul olup olmadığı üzerinde durur ve ona göre hareket eder. Hülasa, basiretli hareket etmek, işin bilerek yapılmasını, tam olmasını ve sevap kazanılmasını sağlar.
Şeytânın, insanın kalbine kuruntu sokarak ibadetini bozmaya çalıştığı yollar yedidir:
1 - Kişinin ibadet yapmasını engeller, terkettir-meğe çalışır. İbadetin önemini bilen, ben buna muhtacım, bu dünyaya, âhirete hazırlık yapmak için geldim. Bu da sâlih amelle olur der ve bu kuruntuyu gönlünden atarsa bu defa Şeytan şu hileye baş vurur.
2 - Bari birkaç gün şu âlemin zevk-u safasını sür de sende bu dünyanın hiç bir arzusu kalmasın. Ondan sonra tevbe edip sâlih amel işlersen Cenab-ı Hakkın RAdvan Cennetine girer. Her iki dünyada da mutluluğa.kavuşursun diyen Şeytana, Basiret ehli şu cevabı verir:
Ecel, elimde değil, Sabaha sağ çıkacağımı bilemem. Sonra bugünün işini yarına bırakırsam ya, ya-rınm işini ne zaman yapayım. Her günün kendine mahsus bir işi vardır. Onu günü gününe yapmam şart olduğu gibi namazı da vaktinde kılmam farzdır. Bu cevaba karşı Şeytan şu hileye baş vurur:
3 -r Ölüm kapıyı çalmadan ibadetini çabuk ve bol bol yapki çok sevap kazanasın ve Cenab-ı Hakka yakınlığın artsın diyen Şeytana: Az ve fakat tam ve mükemmel yapılan amel çok ve fakat eksik yapılan amelden daha hayırlıdır. Cevabını veren hidayete ermişlere karşı Şeytanın hilesi:
- 128 -
- 129 -
4 - Bütün âdâb ve erkâniyle ibadetini mükemmel şekilde yapki görenler senin bu güzel ibadetine imrensin ve örnek tutarak sana uysunlar. Bundan iki sevap kazanırsın: Biri, yaptığın ibadetin sevabı, diğeri sana uyanlardan aldığın sevab. Şeytanın bu telkinden gayesi, ibadete riya karıştırıp bozmaktır. Temiz mü'-minler ona şu cevabı verir: İbadetimiz sırf Allah içindir. Halka gösteriş değildir. Bu gaye ile yaparsak zararımız faydamızdan çok olur. İbadetimizi Allah görsün ve kabul buyursun kâfidir. Halkın görmesi veya görmemesi bizi ilgilendirmez. Ümidimiz Allah'tandı!* halktan değil. Bu cevap karşısında Şeytan başka bir hileye baş vurur-.
5 - Güzel amel işledin. Hâlis ibadet yaptın V3 böylece Allah'ın yanında değerin, merteben arttı. Erenler makamına, sıddıklar mertebesine yükseldin. Basiret ehli bu fikri de red eder ve derler ki: Bize bu ibadeti nasip eden Allah'a hamd-ü sena ederiz. Bu, onun fazl-ü kereminin sonucudur. Bize kuvvet ve kudret verdi. Basiret ve marifet sahibi yaptı. İbadetimizi engellerden korudu. Lütuf ve keremiyle ibadetimize kıymet verdi. Yoksa yaptığımız ibadet onun bize olan nimetleriyle ölçülemez. Belki bu nimetlerin binde birinin şükrü, işlediğimiz günahların yüz binde birisine kefaret olur. Cenab-ı Hakkın ibadetlerimizi kabul etmesi, bizim için en büyük saadettir. Bu cevaba karşı Şeytan:
6 - İbadetini halktan gizle. Her ne yapsan saklı tut kimse bilmesin. Çünkü Ulu zatlar da ibadetleri öyle gizli yaparlardı ki Allah'tan başka kimse bilmezdi. Şeytanın, bu kuruntudan gayesi, açıkça işlenmesi gereken bezi amelleri terkettirmek ve ibadeti gizli yaptırmak suretiyle halk içinde (O, ibadetini gizli yapıyor
sözünü yaymakla) meşhur olmasını ve böylece riyaya kaçmasını sağlamaktır. Evvelki riya, ibadeti açık yapmakla halka gösterişte bulunmak, bunda da gizlemek suretiyle meşhur yapmaktır. Hidayete erenler, bu hileyi de şöyle savarlar: Şeytana derlerki, ey mel'un, şimdiye kadarki hilelerinle ibadetimizi bozmaya çalıştın muvaffak olamadın. Şimdi de dinimize el attın onu söndürmeğe gayret ediyorsun. Ben, Allah'ın bir kuluyum. O, Rabbimdir. İbadetini isterse gizler isterse açığa vurur. Dilerse beni aziz eder yükseltir. Dilerse hakir eder alçaltır. Hüküm onundur. Ben, onun kudret elinin altındayım. Halkın elinde ne varki beni, onlardan (ibadetimi görme veya görmemelerinden) endişeye düşürsün.
Bundan.sonra bu mel'uri ve iki yüzlü aldatıcı, son ve önemli hilesine baş vurur:
7 .- Bunda, kaza ve kader mes'elesini ortaya atar ve şöyle söyler: Bu ibadetten sana ne fayda var. Eğer yaradılışında, alnında mutludur yazılmışsa ameli ter-ketmekle hiç bir zarar görmezsin. Eğer mutsuz yazılmışsa yapacağın ibadetin sana ne faydası olur. Alnındaki yazıyı değiştirebilir misin? Burada da Allah'ın hidayeti ve yardımı yetişiyor ve bu zor geçidi, sıddık-lar, sâlihler şu cevabı vererek geçiyor: Biz, Allah'ın kuluyuz. Bize, işine karışmayı değil, ona hizmet etmeği emretti. İlâhi sırlan, ilâhî hikmetleri ancak kendisi bilir. Nasıl dilerse kullarına öyle muamele yapar. Fail-i muhtardır. Dilediğini işler. Ona itiraz etmek hiç kimsenin haddi değildir. Kula kulluk yakışır. Kendisine lâyık olanı görüp hizmetinde bulunsun. Cenab-ı Hak kendisine lâyık olanı bilir. Dilediğini yapar, kimseyo danışmaz. Kul der ki: Kaderimde mutlu, olayım olmayayım. Bana, sâlih amel işlemek ve Rabbımın
130 -
131 -
emirlerini yerine getirmek lâzımdır. Çünkü mutlu isem ibadetlerimde, ya ilâhî! Lütfunla bana, ezelden saadet tekdir buyurmuşsun. îbadetimide gereği gibi yapıyo mm, Ben^ rahmetinden ve Cennetinden mahrum etme çünkü takdirin değişmez. Salih amel işliyenlere büyük sevap vereceğini vadettin. Kerim olan o vadinizden dilerimki, beni sebepsiz mutlu kıldığın ve mes'-ut yarattığın gibi, ibadetlerimi de fazl-u kereminle değerlendirip bana daha yüksek mertebelerin ihsanını esirgemezsin. Eğer kaderde mutlu değilsem kıyamet gününde nefsimi kınamıyayım ve dünyada âsi olmasaydım bu felâket başıma gelmezdi sözünü etmiyeyim ve yalvarıp diyeyim ki: Ya Rabbi! dünyada emirlerine karşı gelmedim. Buyruklarını tamamiyle yerine getirmeğe ve rızanı kazanmağa çalıştım. îs£er beni cennete gönder ister cehenneme, iki cihanda da senin rızanı kazanmış olmam saadeti bana yeter. Nitekim Cenabı Hak Kur'an-ı Kerimde, bana tâat ve ibadettebulunan-lara sevap vardır, vadinde bulunmuştur. Haşa vadine hilaf etmez. İşte bahtiyar insanların ağzıyle Kur'an-ı Kerimde (Zümer S. A. 74) "Allah'a hamdolsun bize olan vadini tuttu" bildiriyor. Bu âyeti Kerimeye göre, Cenab-ı Hakka iman edip tâatte bulunan kimse elbet-- te cennete girecektir. Çünkü Allah, Vadinde hilaf etmez. Bu geniş açıklamadan anlaşıldı ki Şeytan, insanın en büyük düşmanıdır. İbadeti, onun hilelerinden korumak zordur. Bu. sebepten kişi, ibadetlerinde ihtiyatlı davranması Şeytanın aldatışlarından sakınması ve daima, oman şerrinden Allah'a sığınarak hilelerinden kendisini koruması için yardımda bulunmasını ondan dilemesi lâzımdır.
İbadeti köstekliyen- dördüncü engel de ihsan nefsidir. Ey şeriat yoldaşları, ey tarikat kardeşleri Cenab-ı Hak, hepimizi nefs-i emmarenin şerrinden korusun.
132 -
Çünkü nefs, insanın en kuvvetli düşmanıdır. Hırsızların başıdır. Belâların zorlusu, âfetlerin şiddetlisidir. Derdinin sebebi bilinmez, ilacı bulunmaz.. Çünkü bu düşman içtedir görünmez. Evi (bedeni ve ruhi varlığı) içteki bu sinsi hırsızdan korunmak zor, hilelerini savmak güçtür. Bunun derdi içten ve yürektendir. Diğer organlar gibi dışta değildir ki görünebilsin. Bu (Nefs) sahibine hem dost hem düşmandır. Kişi, dostunun ay-bını bilmez ve görmez. Sevgi, gözleri kör eder. Ne kadar aybı olsa görmez. Çünkü insan, nefsinin kötülüklerini iyi olarak görür. Hiç birini ayıp saymaz. Halbuki nefis, daima kendisine düşmanlık yapar. Haberi olmadan her an onu felâkete sürükler. Meğer ki Allah'ın yardımı yetişipte onu korusun. Şu insanların haline bakıp biraz düşünsek, bütün bu amansız savaşlara kötülüklere ve felâketlere sebep ya doğrudan doğruya yahut şeytanın yardımından faydalanan nefs-i emmarenin olduğunu anlarsın.
80 bin yıl ibadet eden Şeytan Allah'a isyan etti ren ve kapısından kovulmasına sebep olan kim! Kibir ve kıskançlığı yüzünden onu dalâlet denizine gömen ve ilâhi merhametten ebediyyen mahrum eden kim! Şüphesiz ki nefs. Çünkü o zaman yalnızdı ne dünya, ne insan ne de Şeytan vardı. Kendisine kuruntu veren bu sonsuz felâkete sürükliyen yalnız nefs vardı.
Bundan sonra Allah'a isyan.eden Babamız Hz. Adem ile Havva annemiz oldu (Allah'ın selam ve rahmeti onlar üzerine olsun) nefislerinin şehveti ve Ölümsüz hayata erme ihtirasına kapıldılar. Şeytanın hilesine aldanıp yasak edilmiş meyveden yediler. Emre itaatsizlikleri yüzünden Allah'tan uzaklaştılar. Firdevs Cennetinden atıldılar. Bu bayağı ve aşağılık dünyaya indirildiler. Nefislerinin, ebedi hayat ihtirası ve insan
- 133 ~
şehveti olmasaydı, Şeytanın hilesine kapılıp Cenab : Hakkın yasak ettiği meyveyi yemez, hem kendilerinin ve hem de evlatlarının bu fâni dünyaya akılıp bunca zahmet ve belâlara katlanmalarına sebep olmazlardı. Hâbil - Kabil hikâyesini işitmedin mi. Nefsin ihtiras ve şehveti yüzünden kardeş, kardeşi öldürmedi mi? Şu halde, insanlığın var oluşundan bugüne kadar insanlar arasında meydana gelmiş olan bütün kötülükler felâketler, harplar, karışıklıklar, sapıklıklar... Hep nefsin şehvet ve ihtirasından doğmuştur: Ya doğrudan doğruya yahut Şeytanın yardımıyla. Eğer netsin bu uğursuzluğu olmasaydı herkes iyilik ve selâmet yolunda olurdu. Nefsin, sahibine olan bu amansız düş- j manlığı bilindikten sonra herkese vacip olan, ona uymamak ve daima İslahına, doğruya, iyiye yönelmesine çalışmaktır. Bu görünmez, amansız düşmana karşı nasıl savaşalım, şerrinden kendimizi nasıl koruyalım sorusuna karşı cevabımız şu: Nefs, çetin bir düşmandır. Yola getirilmesi,' İslahı zordur. Diğer düşmanlara, benzemez. Çünkü nefis, aynı zamanda insanın binek atıdır. Ona binerek gayemize ulaşıyoruz. Bunun için kendisini tamamen susturmak gemlemek mümkün olmadığı gibi başı boş bırakmakta büyük bir hatadır. Çünkü o zaman sahibine zarar verir ve felâketine sebep olur. Derler ki bir Arap, bey'lerden birine dua ederken: Allah, nefsinden başka bütün düşmanlarını yok etsin demiş. Çünkü bu düşmanın yok olması insanın ölmesidir. tşte nefsi tamamen susturmanın zorluğu buradan gelir. O halde nefsimizi terbiye edip ona, kötülükten çekinme ve daima iyilik yapma gücünü kazandıralım. Hapsetme riyazet ve dileklerini engellemek yolu ile zaiflatalım ki serkeşliği terketsin ve itaatli olsun. Fakat bakımını da ihmal etmemek lâzımdırkt zararından emin olalım. Aksi halde konakları birer
_ 134 -
birer geçip son durağa varmak kolay olmaz. Bu sebepten bineğin yemini orlalama vermeli Tâat gemini ağzına, takva yükünü sırtına vurmalı ki uslu olsun ve işe yarasın. Nitekim ulu şeyhler, nefis ıslahı için üç şey tavsiye ederler: 1 - Nefsin lüzumsuz dileklerine engel olmak, zararlı arzularından ilgisini kesmek suretiyle itaatli ve uslu yapmak. Nitekim serkeş azgın bir merkebin yemini azaltmak yolu ile uysallaştırıhr. 2 - Ağır yük yüklemek (fazla ibadet yaptırmak) suretiyle. Nitekim azgın bir merkebe, az yem vermek ve ağır yük yüklemekle uysal duruma getirilir. 3 - Nefsin, sana itaatli ve uysal olması için Cenab-ı Hakkın yardımını dilemek ve ona bu hususta daimî niyazda bulunmak. Nitekim Allah Kur'an-ı Kerimde (Yusuf S. A. 53) Hz. Yusuf (A.S.) ağzından: "Ben nefsimi terbiye etmem. Çünkü nefs, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir muhakkak. Meğerki Rabbmm esirgemiş bulunduğu (bir nefs) ola" buyuruluyor. İşte bu üç esasa göre hareket edersen Allah'ın yardımıyla nefsin itaatli olur, kötülüklerinden kurtulur ve selâmete erinirsin.
İ. Nefsi, sahibine boyun eğdirecek, ona itaatli kılacak tekjjey takvadır. Takva, gizli bir hazinedir. Mücevherler ve kıymetli taşlarla doludur. İçinde çok hayır büyük kurtuluş, ikram edilmiş rızık, hesapsız ganimet vardır ki anlatılması imkânsızdır, özetle diyebiliriz ki dünya ve âhiret saadetini temin eden her şey bu hazinede toplanmıştır.
Takva sahibine nice hayır ve sevaplar verileceğini bildiren bir çok âyetler var-I dır Biz bunları yalnız 12 tanesini aşağıda açıklıyoruz:
1 - Hamd-ü senadır.
(Al-ı imran S. A. 186) Eğer sabreder, (katlanır) takva eder (saklanırsanız) işte bu, hadiselere karşı (gösterilmiş) bir azım (ü metanet) dendir.
- 135 -
2 - Düşmandan (takva sahibinin) korunacağı bildiriliyor:
(Al-ı imran S.A. 120) Eğer göğüs gerer, takva ederseniz (sakınırsanız) düşmanlarınızın hilekârlıkları, size hiç bir şeyle zarar vermez.
(En - nahl. S. A. 128) Allah hiç şüphesiz takva edenlerle (küfr ve masiyetten sakınanlarla) bir de dâima iyilik edenlerle beraberdir. (Câsiye S.A. 19) Allah, takva sahiplerinin dostudur.
4 - Sıkıntıdan kurtarılacak ve halâl rızık verile ceği bildiriliyor.
(Et - Talak S. A. 2 - 3) kim Allahdan korkarsa (Allah) '"na bir (kurtuluş) çıkış yeri ihsan eder. Onu, hatır u nayaline gelmiyecek bir cihetten de rızıklandırır. Kim Allah'a güvenip dayanırsa o, kendisine yetişir. 5 - Amellerin düzeltileceği bildiriliyor. (Ahzab S.A. 70 71) Ey iman edenler, Allahtan korkun ve sözü doğru söyleyin ki (Allah) işlerinizi iyiye götürsün.
7 - Takva sahiplerinin Allah tarafından sevildikleri bildiriliyor Allah, müttakileri (takva sahiplerini) sever.
8 - İbadetlerinin kabul edileceği bildiriliyor.
(El - mâide S.A. 27) Allah ancak takva sahiplerini (kendisinden korkanlarınkini) kabul eder.
9 - Allah'ın yanında değerli ve aziz oldukları bildiriliyor.
(El - Hucurat S.A. 13) "Şüphesiz ki sizin Allah yanında en şerefliniz takvaca en ilerde olanınızdır."
- 136 -
10 - Her iki dünyada mutlu olacaklar müjdeleniyor.
(Yunus S.A. 63 - 64). Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da.'âhirette de onlar için müjdeler vardır.
11 - Cehennem ateşinden kurtulacakları bildiriliyor.
(Meryem S.A. 72)- Sonra takvaya erenleri kurtaracağız.
(El - Leyi S.A. 17) Takva ehli, Cehennemden uzaklaştırılacaktır.
12 - Cennet vadediliyor (takva sahiplerine) (Al-ı İmran S.A. 133) Cennet, takva sahipleri için hazırlanmıştır.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki dünya ve âhiret saadeti takva denilen bu hazinenin içindedir. O halde ey mü'min! İki cihanda da mutlu olmak istersen takvadan faydalanma fırsatını kaçırma. Mükemmel ibadet üç esasa bağlıdır. 1 - İbadette Allah'ın vereceği muvaffakiyet. 2 - İbadetin İslahı kusursuz ve tam olması. 3 - İbadetin Allah tarafından kabul edilmesi Takva, bu üç esası da içine alır. Nitekim Kür'an-ı Kerimdeki şu âyetler de bu üç esası açıklar: "Allah, takva edenlerle beraberdir" Allah, takva sahiplerinin amelini İslah eder (düzeltir) Allah, takva sahiplerinin Takvasını kabul eder" Görülüyor ki ibadetin alanı ve tapı-cılığm merkezi bu üç esastadır. Çünkü tevfik, (Allah'ın yardımı olmayınca kolay kolay ibadet yapılamaz İslah, düzeltme olmayınca amel tamam olmaz. Tamamlanan amel, kabul edilmezüe faydası olmaz.
Bu sabeptendir ki âbidler tâat ve ibadetlerinde muaffak olmaları, hatalarının düzeltip, eksiklerinin
. - 137 -
tamamlanması ve ibadetlerinin (kerem ve lütfü ile) kabullenmesi için daima Csnab-ı Hakka yalvarmaktadırlar. Bu islenenlerin hepsini de Allah (istesinler veya istemesinler) takva sahiplerine vadetmiştir. Bu açıklamaya göre her iki cihanda da mes'ud olmak is-tiyen abidlerin takva sahibi olmaları lâzımdır ki yap tıkları ibadetin faydasını görsünler.
Bazı mezar taşlarında şöyle .yazılmıştır: Takvadan üstün bir âhiret azığı yoktur. Ey âhiret yolculuğuna çıkanlar takva azığını beraber almadan bu yola çık-mayınız. Aksi halde perişan olursunuz.
Abidlar, Zâhidler bütün ömürlerini ibadetle geçirirler. Birçok zahmetlere, zorluklara katlanırlar. Acaba ibadetleri kabul edildi mi edilmedi mi diye tereddüt ve endişeye düşerler? Eğer bu zatlar, ibadetlerini takva üzerine yapıyorlarsa hiç endişe etmesinler ibadetleri muhakkak kabul olunmuştur. Nitekim Cenabı Hak Kur'an-ı Kerimde-. "Allah, ancak takva sahiplerinin ibadetini kabul eder" buyurmaktadır. Hz. Âişe haber veriyor-. Resulullah (S.A.V.) efendimiz, dünyada takvadan başka hiç bir şey'i makbul görmezdi. Çünkü o, takva için gönderilmişti. Bir takva sahibi görünce teaccübü gider ve o zaman ferahlık duyardı. Tevrat'ta, ey Âdem pğlu! Allah'a takva eyle nerede dilersen bulun orada rahat eder kimseden üşenmezsin yazılıdır.
Nakledildiğine göre Âmir bin Kays, ölüm döşeğinde iken âhireti hatırladı ve ömrü boyunca gece güw-' düz bin rek'at namaz kılmış olmasına rağmen ağlamaya başladı. Kendisine Cenab:ı Hakkın yanında senden daha üstün bir âbid görmüyoruz neden ağlıyorsun diye sorduklarında şu cevabı veriyor! "Allah, ancak tak vâ sahiplerinin ibadetini kabul eder" âyetini hatırla-
- - 138 -
dım ve acaba ibadetim kabul olunacak mı diye düşünüp ağladım.
Derler ki bir gün müridler, şeyhlerinden bir öğüt, bir vasiyet istediler. Şeyhte, size, Cenab-ı Hakkın gel ¦ miş geçmiş bütün insanlara yaptığı vasiyeti söyliyeyim demiş ve şu âyeti kerimeyi okumuştur: "Andolsun ki bi& sizden evvel kendilerine kitap verilenlere de size cîe takva sahibi olun (Allah'tan korkun) diye tavsiye etmişizdir."
Cenab-ı Hak, kulları için en faydalı olanı herkesten daha iyi bilir. Bu hususta O, daha rahim daha şefkatli ve öğüd vericidir. Eğer dünyada takvadan daha hayırlı, daha faydalı bir meziyyet olsaydı onu, kullarına tavsiye ederdi. Çünkü mü'min-kullarına inayeti, rahmeti fazladır. Hikmeti kemal mertebesindedir. Bizden evvelkilere ve bize bu güzel meziyyeti tavsiye eden Allah'ın yanında takva, onun en yüksek mertebesi ve. sonsuz lutfüdür. Takvada, onun hikmetine ve-rahmetine layık olan türlü öğüdlerle çeşitli ikazlar vardır. Mesela: öğüd, delâlet, irşad, tenbih, te'dib, azarlama gibi ne varsa hepsi bunun içinde vardır. Demek ki bu meziyyet (takva) dünyanın bütün iyilikîe-riyle ahiretteki hallerin hepsini içine alır. Aşağılıklarla dolu fanî dünyadan uzak olmak, manevî alanda üs tün derecelere yükselmeğe kadar hepsi içinde mevcud. Bu açıklamaya göre, mü'minin, takvadan başka bir dileği olmaz. Çünkü meziyetlerin en güzeli; amelin en şereflisi budur. O halde bu kadar öğünen bu meziyye tin (takvanın) mahiyyetini, çeşitlerini, mertebeleriyim şartlarını genişçe öğrensek gereğini iaha kolayca yerine getiremez miyiz sorusuna şu cevabı veririz: Takvanın Arapcada lügat manası koruma, sakınmadır. Âbidler, günah işlemeği hâlis niyetle terkedip sözle -
___ I OQ __
rinde dursalar muhakkak ki nefislerini ma'siyetten i saklamış ve takva sıfatını kazanmış olurlar. Bu açıklamaya göre takvanın manası, kalbi, günahlardan te: mizlemektir.'Fakat benzeri olmıyan bir günahı işle-miyen veya günah işlemeyi terkedip bütün günahlarından temizlenen kişiye tâib (tevbe etmiş) dşrler takva sahibi (muttaki) deritezler. O halde takva kalbin, her zaman günahtan arınmış olmasıdır. Kur'an-ı Kerimde Takva, üç manada kullanılmıştır: 1 - Korkma, sakınma manasında, Allah buyurmuştur-. (Bakara S.A. 28) "Benden korkunuz" Başka bir âyette: (Bakara S.A. 28) "Öyle bir günden sakının ki (hepiniz) o gün Allah'a döndürüleceksiniz."
2 - Tâat ve ibadet manasında: (Al-i İmran S.A. 102) "Ey iman edenler, Allah'a nasıl ibadet etmek (korkmak) lazımsa öyle ibadet edin" (öylece korkun)
3 - Kalbi, günahlardan arıtmak manasında. Yâni hiçbir suretle günah işlememek ve kalbin daimi olarak tertemiz kalmasını sağlamaktır. Din âlimlerin"* göre takvanın mahiyeti ve gerçek manası bu üç esasta toplanmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Kim Allah ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve takva ederse o, felaha erer" buyurmaktadır. Bu âyette Allah, önce tâat ve korkuyu sonra takvayı zikrediyor. Bundan anlaşılıyor ki takvanın gerçek manası tâat ve korku değildir. Kalbi, masiyetten, günahlardan temiz tutmak, arıtmaktır.
Din âlimleri takVâ için üç derece tesbit etmişlerdir:
1 - Allah'a ortak koşmaktan takva (kalbi tutmaktır.)
- 140 -
2 -¦ Bid'atten (dinî inanç ve ibadetlere aykırı" takva (kalbi temiz tutmaktır.)
3 - Günahlardan, ma'siyetten takva (kalbi temiz tutmaktır.)
Nitekim Kur'an-ı kerimin şu âyetinde bu üç esas belirtiyor: (El - mâide S.A. 93) "îman edipte güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar takva sahibi oldukları (haramdan sakındıkları) imanlarında sebat ederek iyi işlere devam ettikleri, sonra yine takva ile sakınmada devam ve güzel işler (i arayıp onlar) la iştigal eyledikleri takdirde (haram kılınmazdan evvel) t aldıklarında üzerlerine hiç bir suç yoktur. Al lah iyi hareket edenleri sever"
Müfessirler bu âyeti kerimenin tefsirinde: Birinci
takvada maksat: Allah'a ortak koşmaktan sakınmak,
, birliğine inanmaktır, ikinci takvadan murad: Bid'at-
I ten (dine aykırı amel ve inançlar) sakınmaktır. Üçün-
| cü takvadan istenen kalbi günahlardan arıtmaktır.
Bu takdirde âyeti kerimenin manası şu oluyor: ljnan edip sâlih amel işliyenler yedikleri helâl yiyecekten sorumlu tutulmazlar. Allah'a ortak koşmayanlar onun birliğine inanıp Resulullahın sünnetine bağlanırlar. Bid'atten sakınanlar, tâat ve ibadetlerini doğru yapıp (Ehl-i sünnet itikadına göre), günahlardan sakınırlar. ,
Bazı âlimlere göre takva: a - Haramdan sakınmak, b - Yasaklardan, c - Lüzumsuz bazı mubah peylerden uzak kalmaktır. Bu sonuncusuna işaret eden hadiste vardır: "Müştekilere bu ismin verilmesinin sebebi, hataya düşmemek için çok defa helâl olan şeyleri bile terkeder ve böylece günaha girmekten sakınır lar"
- 141 -
Demek ki Allah'a ortak koşmaktan ve haram- şeylerden takva etmek avam kişilerin takvâsıdır. Bunlarla birlikte -şüphelerden, mubahlardan, "israftan sakınmak üstün kişilerin takvâsıdır. Sıddıkların takvası isp şöyledir: Cenab-ı Hakkı anmaya, düşünmeye engel olan her şeyden sakınmaktır. Helâl, haram görünen ve görünmiyen hatta kalbe doğan hatıralardan bile Ce-nab-ı Hakkı anmaya mani olan her şeyden sakmmı-yana, muttaki demezler.
Bu açıklamadan sonra takvayı bütün şartlariyla tarif edebiliriz:
Takva, dine (inanç ve amele) zarar vermesi muhtemel ola'n her şeyden sakınmaktır. Dine zarar vermesi muhtemel olan fiiller iki kısımdır: Birisi mâsiyet mutlak haram olan fiillerdir. Diğeri fûzulü mubahlardan, yani helâl fiillerde aşırılıktan kaçınmaktır. Çünkü nefsin bunlara hırsla bağlanıp yapması zamanla harama ve isyana kadar götürebilir. O halde nefs-i. emmarenin azma ihtimaline karşı âhiret azabına müstahak olur. Şüpheli şeylerden takva menduptur. Bu takva da sevaba, sebeptir. Terki yine azaba sebep olabilir. Fûzulü mubahlardan takva etmekte, yani helâl _ şeylerde aşırılıktan, israftan sakınmakta büyük hayu* vardıç. Terki; hesabının sorulmasına ve kıyamet gününde uzun zaman hapse çarptırılmasına sebep olabilir. Bu açıklamadan anlıyoruz ki takvanın aşağı derecesi haram şeylerden sakınmaktır. Çünkü haram şeylerden kaçınmak mecburidir. Takvanın yüksek derecesi ise helâl olan şeylerde aşırılıktan; israftan, hülasa zararlı olan şeylerin hepsinden sakınmaktır. Alimler bu dereceye edep makamı derler. Bu makamda olanlar. Takva işlerinde olgun, o hazinenin tümüne sahip, ir-şâd yolunda Kâmil, Cenab-ı Hakkın takdirini kazan-
- '.42 -
mış, kapısına sığınmış makbul kişilerdir. Çünkü bunlar, insanı Allah'tan uzaklaştıran her şeyden organlarını korur, kendi nefislerine takva gemini vurmuşlardır.
Acaba nefsimize takva gemini vurup kendimize itaatli yapabilmek için ne şekilde hareket edelim anlatır mısınız diye sorulsa cevabımız şu olur: Âlim vj fâzıl zatlar bu hususu incelediler ve organların takvası adı altında beş bölümde özetlediler. Her bölümde de organlardan bir tanesini açıkladılar. Bunlar; göz, kulak, dil, mide.
İşte bu beş organını yasaklardan, ma'siyet ve günahlardan koruyan, kendini maddi ve manevî yönden olgunlaştırmış, takvanın bütün haklarını yerine getirmek suretiyle nefsini terbiye etmiş olur.
Birinci bölüm göz takvası hakkındadır.
Göz takvası, gözün haram şeylere bakmaması ve malâyâni olanlara da takılmamasıdır. Çünkü kişinin başına gelen âfetlerin, belâların çoğu gözlerin bakışından gelir. Bu hususu üç noktada açıklıyabiliriz: 1 - Cenabı Hak, Kur'an-ı keriminde (En - nur S.A. 30) "Mü'min erkeklere söyle, gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için çok teiniz (bir hareket) tir. Şüphesiz ki Allah, (kullarının ne) yaptıklarından hakkıyle haberdardır"
Müfessirlere göre bu âyet-i kerime üç manaya işaret ediyor. Biri kulların te'dibi, terbiyesidir. Biri faydalı tenbih - uyarmadır. Biri de tekdirdir. Cenabı Hak, mü'min erkeklere söyle gözlerini haramdan sakınsınlar buyruğuyle kullarına terbiyeli olmalarını emretmiştir. Kulun vazifesi de bu emre uymaktır.
- 143 -
Yoksa Cenab-ı Hakkın ilâhi meclisinde, saygısızlara, edebli olmıyanlara diploma verilmez. O halde "edebi terketmek, utangançlık verici ve Allah'tan uzaklaştı ncıdır. Fakat CenabnHak, yine de âyette: Gözlerini haramdan sakınsınlar kendileri için daha temizdir buyruğu ile de kullarına, faydalı tenbihte, uyarmada bulunuyor. Bunun iki manası vardır: Âyetteki birinci mâna: Ya Muhammed, Mü'minlere söyle gözlerini sakınsınlar buyruğu, gönülleri günahtan temizlemek ve taatlarını arttırmak içindir. Çünkü göz sakınmazsa ve hele kasden bile bile harama bakarsa günaha girer. O haram bakışa gönül de katılırsa günâh artar ve sahibini manevî helake götürür. Göz. helâle baksa yine gönül takılır. Nefis uyanmaya başlar. Bu seferde iba det ve tâattan geri kalır. Fakat göz bakmazsa bütün bu tehlikelerden korunulmuş olur. Hz. îsa (A.S.) den rivayet ediliyor: Her ne olursa olsun bir şey'e bakmadan sakının. Çünkü bakış, kalbe şehvet tohumunu eker. Bu da sahibini doğru yoldan çıkarmaya kâfidir.
Zinnun Mısrî (Allanın rahmeti üzerine olsun) der ki: Gözü harama kapamak ne güzel bir kapıcıdır. Şeh vetin kalb evine girmesini önler. Demekki gözünü ha ramdan sakınırsan kalbin ter temiz kalır. Bu sayede nice fitne ve belâlardan kurtulmuş olur ve iyiliklerini de arttırmış olursun.
Âyetteki "Şüphesiz Allah, ne yaptıklarınızı bilir" emrinde de tehdid manası vardır. Yâni harama bakmaktan sakın ve belki Allah, işlediğiniz günahları bilir ve bu amellerinize göre cezanızı verir. Başka bir âyette de: "Allah, gözlerin hain bakışını, göğüslerin gizliyeceği her şey'i bilir (El - mü'min S.A. 19) O halde sakının yoksa size azab .veririm" buyurmaktadır.
- 144 -
2 - İkinciyi de Hz. Peygamber buyuruyor: Yabancı bir kadına bakmak Şeytanın oklarından bir oktur. Bunu terkeden kişiye. Cenab-ı Ha*k ibadetten lezzet almasını kolaylaştırır.
İbadetin âdabını ve Allah'a yalvarışın lezzetini almış olan âbidlerin mertebesi büyüktür. Bu hal, sâlih insanlar arasında da denenmiştir. Harama bakmaktan gözlerini sakınanlar ve sâlih amel işliyenler, ibadetlerinden lezzet alır ve gönülleri tertemiz olur.
3 - Gözlerimizi sakınmanın üçüncü yolu da şudur:/
Ey âdem oğlu! vücudunun organlarına bak, incele ve ne için yaratılmışlarsa o şey için kullan başkasına harcama. Meselâ: İnsanın ayaklan, Cennet bahçelerinde gezmek, elleri, ağaçlarındaki meyveleri toplamak, gözleri, Âhirette Cenab-ı Hakkın Cemalini görmek için yaradılmışlardır. Gerçek vazifeleri bu olan organlarını dünyada iken, haram ve lüzumsuz şeylerde kullanırsan Âhirette sana va'd olunanları engellemiş olursun. O halde ey aziz! Sana vacip olan, bu organları, yaratıldıkları iş için kullanmak ve başka şey'e harcamamaktır ki Ahiretin büyük saadetini, bu vefasız dünyanın geçici zevklerine karşılık, satmıyasın.
İkinci bölüm kulak tıkanması hakkındadır.
Ey aziz! Bilmelisin ki bayağı, iğrenç kelimeleri işitmek, yasak şeyler hakkındaki sözleri dinlemek haramdır Bunlardan sakınmak lâzımdır. Mubah şeyleri de fazla dinlemekten kaçınmak erekir. Bunun iki sebebi vardır:
1 - Dinliyen, söyliyenin ortağıdır. Zararlı sakıncalı şeyler konuşmaktan hasıl olduğu gibi işitmekten de doğabilir. Demekki dinlemekte söylemek kadar kötüdür.
- 145 -
2 - Fuhşa, kötülüklere ait şeyleri dinlemek kalbe günahların kuruntusunu verir. İnsanı, kötülüklere meylettirir, ibadetini engeller. Dinlejacinin kalbinde yerleşen şeyler. Tıpkı yenen yemeğe benzer. Kimi faydalı kimi zararlıdır. Hatta bazısının zararı, zehir kadar tehlikeli ve öldürücüdür. Sözün zararı, yemeğin zararından da çoktur. Çünkü yemeğin zararı bir müddet sonra yok olur, Fakat sözlerin zararlı izi silinmez. Baki kalır gider. O iz, kalbe zahmet ve güçlük verir dedikoduya, kıskançlığa ve türlü zararlı kuruntulara sebep olur.
Bazan büyük fitne ve belaları bile doğurur. Yemeğin zararı ilaçla gider, mide iyileşir. Fakat sözden gelen derde çare bulunmaz. Çünkü onun izlerini kalp ten, anılarını dimağdan silmeğe imkân yoktur. O halde kişi, kulağını kötü, zararlı, bayağı ve manasız sözleri işitmekten korumalı ki kalp rahat etsin ve türlü âfet ve belâlardan kurtulsun.
Üçüncü bölüm dilin takvası hakkındadır.
Dilin kendisi küçük fakat cürmü büyüktür. Onun fitnesinden kurtulmak güçtür. Çünkü köpürme olayı büyütüp şişirme yönünden diğer organların en kuv vetlisidir. Süfyan bin Abdullah (R.A.) haber veriyor Bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.) den sordular Ya Re-sulallah en çok korkulacak şey nedir? bize öğret k ondan sakınalım. Mübarek parmağıyla dilini gösterd işte budur cevabını verdi. Hz. îsa (A.S.) ya dediler bi ze bir amel öğret ki Cennete girmemize sebep olsun Hiç konuşmayın cevabını verdi. Buna gücümüz yet mez dediler o halde hayırdan başka bir kelime konuş . mayın buyurdu. Yunus bin Übeyd söylüyor: Basra'nın en sıcak günlerinde oruç tutmaya dayanıyordum. Fa
- 146 -
kat lüzumsuz konuşmayı terk etmeğe bir türlü daya namıyordum.
Dilini tutmak, korumak ve terbiye etmek hususunda âlimler beş esas tavsiye ederler;
1 - Ebu Said El-Hudri, haber veriyor. Hz. Peygamber tS.A.V.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: Adem oğlu sabahleyin kalkınca bütün organları, lisan-ı hal ile dile: Allah'tan dileriz ki doğru olasın. Çünkü sen doğru olursan biz d3 doğru oluruz, sen eğri olur, doğruluktan saparsan biz de doğru yoldan saparız.
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki dilin te'siri kuvvetli olduğu için diğer organları da kendine uyduruyor.
Nitekim Malik bin Dinar der ki: kalbinde sıkınt, bedeninde halsizlik, rızkında eksiklik görürsen muhakkak bilki bu, zararlı, manasız ve yersiz konuşmaların sonucudur.
2 - Vakti boşa harcamamaktır. Çünkü insanın "Allah'ı anmak, mârufu emir, münkeri yasak etmek, hayır ve nasihatta bulunmak, öğrenmek ve öğretmek ve va'zgtmekten başka" söylediği sözler zararlı olma lan yönünden en az lüzumsuz ve manasızdır vakit kaybettirmek ve ibadeti engellemekten başka bir şey'a yaramamıştır.
Rivayet ederler ki Hasan bin Sinan, bir gün yürüdüğü yol üzerinde bir bina görmüş ve orada bulunanlardan birisine ne zaman yapıldığını sormuş ve hemen nefsine dönmüş ey mağrur nefis, senin için önemli ol-mıyan şey'i neden soruyorsun? Buna harcadığın zamanı Allah'ı anmakla geçirse idin daha iyi değil miydi? Bu hatasını, bir yıl oruç tutarak nefsine azap vermek suretiyle ödedi.
Ne mutlu o insanlara ki dillerini tutar, zamanlarını sebepsiz ve manasız sözlerle geçirmezler. Yazık-
- 147 -
lar olsun o gafillere ki lüzumsuz konuşmalarla vakitlerini kaybettirir, zararlısiyle de kendilerini felâket çukuruna atarlar.
3 - Salih amel ve hayırlı işlerle meşgul olmaktır îşsiz kimseler, vakitlerinin çoğunu hikâye söylemek, dedikodu yapmak, başkalarını çekiştirmek ve fitnelere sebep olacak konuşmalarla geçirirler. Nitekim derler gıybet, bir yıldırımdır ki kişinin nice yıllık tâa-tıni yakar yok eder ve yine derler gıybet, bir mancınığa benzer içine ibadetini kor, doğuya, batıya, atar, sa-vurur, darma dağın edersin.
Şöyle anlatırlar: Bir gün azizlerden birine, filan kişi senin gıybetini yapıyor derler. O kâmil zat ta gıybet eden kimseye bir sepet hurma gönderir ve iyiliklerini bana armağan ettiğini duydum. Ben de karşılık olarak sana şu hurmayı gönderiyorum diye haber salar.
Yine anlatıyorlar: Abdullah bin mübarek meclisinde kendisinden gıybet yapılmasını istiyenlere şu cevabı veriyor: Eğer gıybet yapmam gerekirse anne ve babam için yaparım. Çünkü iyiliklerimin onlardan başkasına gitmesine dayanamam.
Yine anlatıyorlar: Hatem Esam, bir gece hastalanır Teheccüt namazını kılamaz. Karısı onu kınamaya başlar. Hatem, karısına şu cevabı verir: Bu geceyi ya şataı., Teheccüt namazını kılan nice kişiler vardır. Sabah olunca içlerinden beni çekiştirenler olacak ve tâatT larının sevabını bana verecekler. îşte onlar benim için çalışıyorlar.
4 - Dilini tutan dünyanın âfetlerinden korunur. Süfyan Sevrt derki: Fena söz söyleme ki dişinin kırılmasına sebep olmasın.
148
Başka biri der ki: Gevezelik etme, değerin düşer. Dilini tut sânın yükselir.
Başka biri der ki: Öilini tut tehlikeye düşme, kınanma. Çünkü konuşma, çok defa eleme, acıya sebep olur.
İbni Mübarek der ki: Konuşmaktan dilini koru. Çünkü dil, sahibini hızla felâket uçurumuna sürükler. Dil, kalbin de tercümanıdır. Kişinin kemali, konuşmasından anlaşılır. .
îbni Muti, der ki: İnsanın dili arslana benzer. Nasıl serbest kalan arslan, insanları-parçalarsa, gemlen-miyen dil de felâketlere sebep olur.
Derler, nice sözler var ki sahibine içten: beni terk-et yoksa sana zararım dokunur der.
Bütün bu anlattıklarımızdan öğrendik ki, dilini susma gemiyle gemlemek kişiye vaciptir.
5 - Dilin sebep olacağı âhiret âfetlerini hatırlamak lâzımdır. Çünkü konuşulan sözler âhiretle ilgilidir. Ya haramdır ya helâl. Eğer haramsa sahibini âhi-rette azaba sokar. Nitekim Hz. Peygamber buyuruyor: Miraç gecesinde Cehennemde bir kısım insanlar gör düm pislik yiyorlardı. Bunların kim olduğunu CebrâJl (A.S.) dan sordum dedi ki: Dünyada adem eti yiyenlerdir. Yani gıybet edenlerdir. Yine Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Dilini, ilim ve Kur'an ehline uzatma. Gıybet yapıp halkı yırtma, parçalama ki âhirette Cehennem, köpekleri de seni yırtıp parçalamasınlar. .
Deniliyor ki gi'^-*et, kalbi bozar ve işlemez hale getirir. İbadeti boşa çftwır ve ondan gelen hidayeti yok eder. Söylenen sözler mubahta olsa lüzumsuz ve fu-zuîü olduğu için yiı". mahzurludur. Bu mahzunlar 4 maddede özetlenebilip
149 -
1 - Kiramen kâtibin denilen.yazıcı melekleri, lüzumsuz ve hayırlı olmıyan sözleri yazmakla uğraştı rır. Akıllı insan bundan sıkılır boşuna* konuşup onlara eziyet vermez. Çünkü bu melekler, her söyleneni yazıyorlar. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'anı Kerimde (Kaf S.A. 18) "insan bir söz söylemeğe dursun, mut •lak yanında hazır bir gözcü vardır."
2 - Bu lüzumsuz ve manasız sözler, fuzulü konuşmalar yazılıp bir kitap haline getirildikten sonfa Allah'ın huzuruna götürülüyor. Bu sebepten insan, lüzumsuz konuşmadan saçma ve yersiz sözlerden sakınsın ki Allah'ın huzuruna götürülen kitabından utanmasın.
Deniliyor ki: Bir gün, saçma ve lüzumsuz konuşan bir kişiyi dinliyen Şeyh, kendisine: Bu konuşmaların yazılıyor Kıyamet gününde de Allah'ın huzuruna gö türülecek. Bunları söylediğine orada pişman olacaksın. Dikkatli ol. Önce düşün sonra konuş ki yarın utan-mayasm demiş. .
3 - Bu yazılanlar, kıyamet gününde, Arasat meydanında bütün insanların ortasında ve Allah'ın huzurunda okunacaktır. O zaman sen, zorluklar içinde, aç, çıplak, ağlar halde, Cennetten uzak, nimetlerinden mahrum, perişanlık ve hayret içinde bekler durursun ve halim nice olur diye düşünürsün. Bütün bunlar o manasız ^ve fuzuli konuşmaların sonucudur.
4 - Bu kitabın okunduktan sonra her taraftan sana te'essüfler, azarlamalar yağmaya başlar ve der-. Ier ki dünyada bu kadar sene yaladın sonunda Rabbı-na bu saçmalarla dölü kitabı mı armağan getirdin. Bu manasız ve lüzumsuz konuşmalara harcadığın ömrünü, Cenab-ı Hakkın hamd-ü ("'masına, zi'.'ir ve şükrüne
sarfetseydin daha iyi olmaz mıydı? Kur'an'ın okumasını terkettin hasis ve fena şeylerle vaktini geçirdin yazıklar olsun diye kınar dururlar. İşte dilin dünya ve âhiretteki bu kaygulu sonuçları üzerinde düşünen kimiler için bu dört esas canlı ve kuvvetli bir öğüd olur.
Dördüncü bölüm Gönül takvası hakkındadır.
Her inşanın kendi kalbine iyi bir gözle bakması, ona, hayırlı ve nurlu fikirler sunması, kötü duygulardan arıtması hususunda dikkat ve ihtimam göstermesi lâzımdır. Çünkü kalbin tehlikeleri büyük, aldığı etkilerin izleri silinmez, bozukluklarını düzeltmek çok .güçtür. Alimler, kalbin < korunmasını ve eğitimini beş esasta toplamışlardır.
Birinci esas Cenab-ı Hakkın bu hususta buyurduğu ayetlerdir. (Mü'min S.A. 19) "Allah, gözlerin hâin bakışım ve göğüslerin (kalplerin) gizliyeceği her şey i î>ilir." Başka bir ayette buyuruyor. "Allah, kalbinizdu olanı ve olacağını bilir. Ondan sakınınız." Diğer bir ayette buyuruyor. "Sözlerinizi ister gizleyin ister açık söyleyin. Cenab-ı Hak, kalbinizde olanı ve olacağını bilir. Kur'an-ı Kerim'de bunlara benzer, (Cenabı Hak, bütün gizlilikleri bilir) mealinde nice ayetler vardır. Hepsinde de bilen ve düşünen kullar için korkutucu, tehdid edici, uyandırıcı fikirler vardır. O halde gaybi (görünmeyeni) bilen ve her hareketini kontrol eden üstün bir varlıkla muamelede (alışverişte) bulunduğunu unutma. Hareketlerini buna göre ayarla ki felaha eresin.
İkinci esas Hz. Peygamber (S.A.) in hadisleridir, îir hadisinde şöyle buyuruyor: "Allah, yüzünüze, vücudunuzun endamına iiukmaz. yalnız kalplerinize batar." Bu hadis-i şeriften kalbin, Cenab-ı Hakkın na-
- 151 -
zargahı (bakış yeri) olduğu anlaşılıyor. O halde, halka şık ve temiz görünsün diye yüzünün, bedeninin kirliliklerini yıkayıp temizlenen, süslenip güzel görünmeğe çalışan insan oğlu neden, Cenab-ı Hakkın bak:ş yeri olan kalbini kirli, bayağı düşünce- ve duygular- • dan temizleyip iyiliklerle süslemeğe gayret göstermiyor. Neden Nasuh tevbesinin saf suyu ile günahları--îın pisliklerini yıkayıp kalbini tâat ve ibadet cevher-leriyle süslemiyor. Bilakis yerinmiş ahlâki kabahatlar, tiksindirici düşünce ve hareketlerin hatıralariyle kalbini berbad edip bozuyor.
Eğer halk, kalbinin bu halini bu görünmez kötü lüklerini bilse ona nefret eder, sırt çevirir bir an bile onunla görüşmek istemezdi. Bu gibi insanlar (ma'âz-allah) ya bu husustaki ayet ve hadislere inanmazlar yahut hayvan ve cahiller gibi hiç bir şeyi idrak etmezler.
Üçüncü esas: -
Ordusuna ve teb'asına emreden bir ülkenin padişahı ne ise, beden ülkesi için insan kalbi de odur. Bütün organlar, onun emrinde ve ona itaat ederler. Nasıl v ki adalet ve doğrulukla hareket eden Padişahın teb'ası da doğru hareket ediyorsa vücutta baş olan kalbin doğruluğu teb'ası durumunda bulunan bütün organların bu doğruluğunu sağlar. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor-. "İhsanın içinde bir et parçası vardır. Eğer o doğru ise bütün vücutta doğru olur. Eğe O bozuksa beden de bozuk olur. Bv et parçası, insanın kalbidir. Mademki bütün organlar, n doğruluğu kalbin doğruluğuna bağlıdır. O halde onun İslahı ve doğruluğu için bütün dikkat v,e gayretimizi harcama-hyız."
Dördüncü esas:
İnsanda, kıymetli mücevherlerle dolu bir hazino vardır ki o da kalptir. Bu hazinenin içinde çok faydalı nice pırlantalar vardır: Cenab-ı Hakkın bilinmesini ve iki cihanın saadetini temin eden akıl, Allah'ın yanında insanın bütün fiil ve hareketlerine değer kazandıran basiret, yapılan tâat ve ibadetlerin kabul olmasını sağlıyan hâlis (tertemiz) niyet. İnsan oğlunu diğer yaratıklardan, hatta Meleklerden dahi üstün olmasını temin eden şeriat ilimleriyle diğer bilimler, ve nihayet güzel ahlâk, öğünmeğe lâyık meziyetler, faziletler hep bu hazinenin pırlantalarıdır. îşte bu meziyetlerle bezenmiş insan nefsi, beşeri kayıtlardan kurtulmuş olarak tarikat, yolunda yürür ve gerçek âlemi seyreyler. O halde ey adem oğlu, en önemli vazifen, bu şerefli hazineyi hırsızlardan, yol kesenlerden (kıskançlık,-kibir, hırs, cimrilik, zulüm...) son derece dikkat ve gayretle korumalısın ki bu değerli pırlantalar, bu faydalı meziyetler elden gitmesin."
Beşinci esas: Kalbin hallerine dikkatle baksak onda, diğer organlarda bulunmıyan şu beş hali görürüz:
Birinci hal: Bütün düşmanları ona hücum ediyor ve yıkmaya çalışıyorlar. Daima kalpte bulunan şeytan, şerri ve kötülüğü, buna karşılık iyilik m9İeği de hayre çağırmaktadır. Hangi çağın daha kuvvetli ise kalp, o tarafa yönelir.
İkinci hal: Kalp, çok meşguldür. Çünkü O, insanı iyiliğe çağıran akıl ile, fenalığa çağıran havay-ı nefis askerlerinin karargâhıdır. Bunlar burada, daimi çarpışma halindedirler. Bazan akıl, bazen havay-ı nefs askerleri üstün gelir. O halde bu kaleyi korumak için düşman (Hevay-ı nefs) askerlerinden temizlenmelidir ki akıl, zaferi kazansın.
- 153 -
Üçüncü hal: Kalp, muhtelif tehlikelere maruzdur. Gece gündüz oraya, fena düşüncelerle zararlı hatıraların okları yağmur gibi yağar. Bu yağış, * bir an bile kesilmediği gibi hiç kimse de onu durduramaz. Çünkü kalp, göze benzemez ki istemediğin" zaman kapaklarını kapatıp görmiyesin. Kulak gibi değil ki işitmek istemediğin vakit parmaklarınla tıkıyasın. Dil gibi değil ki konuşmak istemeyince dişini sıkıp ağzını kapatasın. Zararlı düşünce ve kuruntu okları, kalbi nişan almıştır. Her taraftan oraya yağar. Durdurmaya gücün yetmez. Bütün gün fasılasız yağar hiç kesilmez. Nefs-i emmare de bu zararlı şeylere meyillidir. Su gibi, arkasından akar gider. Bu durumda kalbin, âfet ve belâla rmdan kurtulmak gerçekten güç bir iştir. .
Dördüncü hal: Kalbin, gözle görünmiyen, elle tu-tulmıyan manevî hastalıklarını tedavi edip iyileştirmek çok zordur. Bilinmeyince de tedavisine başlana-maz. O halde yapılacak şey nafiz (gören) bir bakış, çok ziyârst ve kuvvetli bir terbiye ile bu hastalığı gidermeğe çalışmaktır.
Beşinci'hal-. Gönül, daimi ızdırap içindedir. Oraya, zararlı fikir ve kuruntu oklarının kesilmeden yağması sebebiyle halden hale girmektedir. Bazı zatlar, kalbin bu hareketini ateşte kaynıyan bir tenceredeki suyun hareketine benzetirler. Ve kalbe bunun için bu ad verilmiştir derler. Çünkü dâimi değişme halinde dir. Bu değişme ne kadar hızlı, bu sarsıntı ne kadaf fazla ise başa gelen felâketler de o nisbette çoktu o. Kalbin sarsıntısı diğer organlara benzemez. Onun doğru yoldan sapışı-1 gösteren hal, önce bu sıkıntılı dünyaya bel bağlaması, hava ve heveslerine dalması sonunda da Allah'ı ir_kâr edip kâfir (imansız) olmasıdır. Nitekim Cenab-ı iak, Kur'an-ı Kerim'de İblis hak-
kında şöyle buyuruyor: (Bakara S.A. 34) "O (iblis) ise dayatmış, kibirlenmek istemişti. (Hz. Ademe secde etmemişti) (zaten de) o kâfirlerdendir" Bu ayet kibrin imansızlığa sebep olduğuna işaret edilmektedir. Küfür (imansızlık ise kalbin amellerindendir.
o
Belâm bin Baur hakkında da şu ayet-i Kerime vardır:
(El a'raf S.A. 176) "Fakat o, yere saplandı, heveslerine uydu". Bu ayette de dünyaya meyletmek, hava ve hevesine kapılmak kalbin işidir. Buna uyanların sonu felâkettir diye tenbih ediliyor. Başka bir ayeti kerimede de şöyle buyruluyor.- (El-an'am S.A. 110i "Onlar, evvelce indirilen (ayet) lere iman etmedikleri gibi (bundan sonra da iman etmiyeceklerdir). (Biz, onların gönüllerini ve gözlerini (ters) çevirmiş kendilerini azgınlıkları, taşkınlıkları içinde serseri ve şaşırmış oldukları halde terketmiş bulunuyoruz" Bu sebeptendir ki Allah'ın hâs kulları, kalplerinin doğru yoldan sapmasından korkar ve Allah'tan başka hiç bir şey'e meyletmemeğe çalışırlar. Nitekim Cenab-ı Hak bu kullarına işaret ederek buyuruyor ki: (Al-i İmrân S.A. 8) "Ey Rabbımız, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi (Hak'tan) saptırma. Bize kendi yanından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen." ve yine Cenabı Hak, bu hâlis'kullarını överek şöyle buyuruyor: (En nur S.A. 37) "Onlar, kalplerin ve gözlerin (dehşetle) döneceği günden korkarlar" Çenab-ı Haktan niyaz ederiz ki bizi, dünyada ibret alanlardan, Âhiret işlerinde basiretli olanlardan kılsın. Kalbimizi, dilimizi ve bütün organlarımızı İslah edip doğru yoldan saptırmasın.
Bu açıklamadan, kalbin çok önemli bir organ olduğu anlaşıldı. İslahının ehemmiyetli, ihmalinin büyük
- 154 -
- 155 -
zararlara sebep olduğu da bir gerçektir. O halde bunun İslah çareleri ile her an karşılaşılan âfetleri nelerdir? bilelimki İslahına çalışalım! Afetlerinden kendimizi nasıl koruyalım diye sorulsa cevabımız şudur: Bu bahis o kadar geniştir ki bütünü ile bu kitaba sığ-mrz. Din âlimleri, bunları kitaplarında genişçe anlatmışlardır. Bunların bildirdiklerine göre insan kalbinde yetmiş güzel meziyyet yetmiş de yerinmiş kötü sıfatlar ve bunlardan doğan nice iyi ve kötü fiil ve hareketler vardır. Gaflet uykusundan uyanmış, nefsinin islâhiyle meşgul olan dindar kişiler için bunları öğrenmek ve o yolda amel edip olgunlaşmak zor bir iş değildir. Şimdi bunları kısaca açıklıyahm:
Nefislerin fitnesi, ruhların belâsı olan ve kalpteki insanlık duygularını kökünden yok eden dört âfet vardır: Uzun emel, işte acelecilik, hased ve kibirdir. Bunlara karşılık, kalbi ıslah eden, onu insanlık" duygula-riyle süsleyen dört meziyyet vardır: Kısa amel, işte te'enni, (acele etmemek, dikkatli hareket nasihat vo alçak gönüllülüktür. Kalbi süsliyen ve insanlığı yükselten meziyyetlerle, bozan sıfatları öğrendikten sonra bize düşen vazife bu âfetlerden sakınmak ve yüksek vasıflan kazanmak hususunda gerekli çabayı harcamaktır. Tâki gönüllerdeki kederi atalım ve asıl gayeye kolaylıkla varalım.
Şimdi önce lj.ötü sıfatları açıklıyahm:
Uzun emel dediğimiz şey, öyle büyük bir âfettir ki nefisten usluluğu ve tâatı yok eder. Buna karşılık dâimi şer ve fesadî çağırır. İnsanları belâlara, kötülük-'ere sürükler. Böylece uzun emel, sahiplerinde dört önemli tehlike doğurmaktadır: Birinci tehlike: İbadete karş gevşeklik ve tembellik gösterir. Zamanım çok, bugün olmazsa yarın kılarım daha önümüzde uzun
156
yıllar var sonra yaparım der ve böylece ibadet etmeden ömrünü boşa geçirir derken ömür tamam olur. ¦' Dâvud Tâî der ki: Cehennem azabından korkan kimseye, uzak, yakın olur.
Yahya bin Meâz de der ki: Uzun emel, bütün iyiliklerin önünü keser. Tamah, insan haklarına riayeti yok eder. Sabn cemil ise büyük sevaba nail eder. Nefsi emmare ise, sahibini şerre, kötülüğe davet eder.
İkinci tehlike tevbeyi geciktirmeğe ve terketmeğo sebep olur. Daha gencim tevbe etmeğe zamanım çoktur. Şimdi çalışıp kazanayım bir kaç sene olsun zevk-u safa edip şu dünyanın tadını çıkarayım ondan sonr ı tevbe edip sâlih amel işliyeyim der ve kendini tama-miyle dünya işlerine verir derken ecel gelir tevbe etmeden ve tasarladıklarından mahrum olarak ölür gider.
Üçüncü tehlike: Uzun emel, safhbine âhireti unutturur hırsla mal toplamak işiyle uğraştmr ve ona şöyle söyletir: Gücüm, kuvvetim varken fazla mal kazanıp biriktireyim. Bir müddet sonra ihtiyarlık gelir. Zayıflar, takattan düşerim çalışıp kazanamaz hale gelir fakir ve perişan olurum, ihtiyarlıkta yokluk zor bir şeydir. Sağlık, hastalık bizim içindir. Son günle-imd^ kimin kapısını çalayım. Hakaret ve aşağılık sözlerle karşılaşayım "Kişi sağlığında dostlarına muhtaç olmaktansa ölümünde malının düşmanlarına kalması yeğtir. ata sözünü unutmuyorum der. Bu ve buna, benzer düşüncelerle şu fani dünyaya sanlır ve mal toplamağa başlar. Malının zekâtını, sadakasını vermez o bu düşünce ve didinmede iken birden ecel yaklaşır. Vaktini boşa geçirmiş olur. Malı kendisine yılan olur. Zevki eleme, rahatı işkenceye döner. Kazanıp biriktirdiği mal dünyada kalır. Vebalini, günahını yük-
- 157 -
lenerek gider, ebediyyen hasret ve pişmanlık içinde kalır. Ebu Zer El Gıfâri der ki: Yetişmediğim günlerin elem ve kederi beni öldürdü. Niçin seni öldürüyor diye sordular. Şu cevabı verdi: Emelim, ecelimin ötesindeki günleri de tecavüz etti, aştı da ondan.
Dördüncü tehlike: Uzun emel, kalpleri karartır. . Günahları unutturur. Âhireti akla getirmez. Çünkü uzun emellerin peşinde koşan kimse ne günahlarını hatırlar, ne ölümünü ne de mezardaki halini düşünür. Bu gibilerin düşüncesi, konuşması hep dünya, kazanç, halkla sohbet gibi boş şeylerle vakit geçirmektir. Ta-biatiyle bu hal, kalbin kararmasına, katılaşmasına, âhiretin unutulmasına, günahların hatırlanmamasına sebep olur. Bu durumda olan bir insanın kalbinde saflık içinde merhamet, kafasında tevbe etmek ve âhireti düşünmek gibi dini ve insanî duygular bulunmaz. Bunlar ancak, ibadetin sevabını atmak işlenen günahların azabını, âhiretin hallerini, ölümün ızdırabını ve sonucunu düşünmekle hasıl olur. Nitekim Kur'anı Kerimde Cenab-ı Hak, "bunlar, uzun ömürlü olduklarını düşünerek dünyaya sarıldılar. Kalplerin kararmasının sebebi budur" buyuruyor.
Hz. Ali (R.A.) de "Sizin için en çok korktuğum iki şey vardır: Biri uzun emel, diğeri havay-ı nefse uymaktır. Çünkü uzun emel, âhireti unutturur. Hevay-ı nef se uymak ta doğru yoldan saptırır Allah'tan uzaklaştırır." Demek ki dünya için uzun emel beslersen, gaf lete dalıp tevbe etmeyi ihmal eder ve çok günah işlersin. İbadeti az kılarsın. Hırsın artar. Günahların çoğalır. Kalbin kararır. Bu açıklamadan uzun emel kadar tehlikeli bir âfet olmadığını anladık. O halde uzun emelin âfetlerinden kurtulmak için ölümü ve ötesini, kabir azabını, ebedî hayatı düşünmek ve sıhhatıma
- 158 -
güvenmiyeyim, âhiretimi yapayım deyip temiz bir kalple ibadete sarılmak lâzımdır.
Avf ibni Abdullah der ki: Nice kişiler var ki belli bir zamana yetişmek isterler. Yetişemeden ölürler. İslerini yarına bırakan nice kimseler var ki sabaha kavuşamazlar. Ecelin her an gelebileceğini düşünenler-se uzun emelden vaz geçerler.
Hz. İsa (A.S.), dünya hayatını şöyle canlandırıyor
Dünya, üç günlüktür. Dün geçmiştir bir daha e'e geçmez. Yarın gelecektir ona kavuşabilecek miyiz'* Şüphelidir. O halde içinde yaşadığın bugünü ganime;/ bil ve değerlendir.
Ebu Zer de der ki: Dünya hayatı üç saatten iba rettir. İçinde yaşadığımız saat, geçen saat gelecek saat geçen saat bir daha gelmemek üzere geçmiş gitmiştir. Gelecek saata kavuşabileceğimizi bilmiyoruz. Hakikat-ta Dünyada bir saata maliksin. Değerini bil. Bazı Alimler de dünya üç nefeslik bir zamandan ibarettir derler., Biri geçti, bir daha gelecek yok. O nefeste ne işledinse sana o kaldı. Biri gelmedi. Geleceği de belli değil. Bekliyenlerin niceleri ölüp gittiler. Hakikatte şu anda yaşadığın bir nefese maliksin. Değerini bil boşa geçirme. Sana neye yararsa ona harca ister ibadetle, Allah'ı anmakla geçir ister günah işle yalnız aklını kullan, Ahiret hayatını düşün ve ona göre hareket et. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) de bir hadis-i şerifinde: "Ben yere bir adım atmadım ki ölmeden evvel kaldıracağımı Ağzıma bir lokma koymadım ki ölmeden önce yutacağımı sanayım. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki size vadolunanlar (yapılacağına söz verilenler) mutlaka olacaktır" buyuruyor. "
Ey aziz, bu söylediklerimiz üzerinde düşünsen, bu fikirleri dikkatle bir kaç gün zihninden geçirsen mu-
- 159 -
hakkak uzun emel kuruntusu kalbinden silinir yerini kısa emel doldurur: Tevbe etmek için acele edersin Tâat ve ibadet işine sarılırsın, dünyadan isteklerin azalır. Ona bağlılığın kesilir. Günah işlemekten elini çekersin. Kalbin, Ahiret endişesiyle dolar. Her an ölü mü hatırlarsın, Âhiret ahvâlini her gün gözün önünden geçirirsin ve bunun sonucu olarak kalbindeki sıkıntı, karanlık yavaş yavaş gider yerine şefkat ve merhamet duygulariyle Allah korku ve inancı dolar. İbadetlerini, Allah'ın emrettiği şekilde yaparsın işlerinde doğruluktan ayrılmazsın. Böylece yarma güvenle ba kar, iman dolu kalbinle âhirete göçersin, Allah'ın yar-
dımiyle.
Rivayet ederler: Zirat bin Ebu Evfi'yi ölümünden
sonra rüyada görmüşler ve Cenabı Hakkın yanında hangi amellerin hayırlı olduğunu sormuşlar. "Kaza ve kadere rıza göstermek ve uzun emel beslememek" co-vabını vermiştir. Bütün bu açıklamadan dünyada uzun emel peşinden koşmanın felâket, ondan vaz geçip Allah'a sarılmanın saadet getirici olduğu gerçeğini anlamış bulunuyoruz.
Yerinmiş bir sıfat ve büyük bir âfettir. İşlerin durgun, kalplerin bozuk , gitmesinin tek kaynağıdır. Günahların işlenmesine, fenalıkların yapılmasına sebep çok defa O'dur. Bu öyle bir illettir ki bir çok alimleri doğru yoldan saptırmıştır. İlim ve marifet sahibi olan insanlar bu illetin etkisi altında hayret ve acz içinde kalırsa cahil insanların bu âfet karşısındaki halleri nice olur. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Altı zümre, altı şeyden dolayı cehenneme girer-. Arap lar teassuplan, beğler zulümleri, reisler kibirleri, tüccarlar satışlardaki hainlikleri, köylüler cehaletleri, âlim ler hadisedleri yüzünden. Âlimleri bile cehennemlik eden âfetten korunmaya, kalbimizden silip atmaya ça ¦ lışmalıyız.
Kıskançlık, insana dört şekilde zarar verir:
1 - Hased, ibadet ve tâatı bozar. Hz. Peygamber (S.A.) buyuruyor: "Ateş odunu nasıl yiyip eritiyorsa, Hasetde ibadetimizi öyle yer bitirir."
2 - Hased, sahibini günaha sokar. Nitekim Ve-' hep bin Mine der ki: Kıskançların üç alâmeti vardır: A - Karşında iken yaltaklanır. B - Arkanda seni çekiştirir. C - Senin veya başkasının başına gelen felâ ketler yahut gördükleri zararlar karşısında sevinç duyar. Hased, öyle kötü ve zararlı bir illettir ki Cenab-ı Hak (bundan korunmak için) kendisine sığınılmasını emreder: (Falak S. A. 5) "Hased edenin hased (ini belli) ettiği zaman şerrinden Allah'a sığınırım."
- 16: -
_- 160 -
Şeytanla sihirbazların kötülüklerinden kendisine sığınılmasını emreden Allah'ın hased için de aynı bu-yuruğu vermesi bunun da insanlar için ne kadar tehlikeli bir âfet olduğunu göstermeğe kâfidir.
3 - Hased, sahibine lüzumsuz yere bitkinlik, zahmet ve üzüntü verir. Ibni Semmâh der ki: Kıskançtan başka mazlume benziyen bir zalim görmedim. Çünkü hased edenin nefsi ziyanda, aklı şaşkınlık içinde, kalbi üzgündür.
4 - Hased edenin kalp gözü kör olmuş (basireti bağlanmış) tır. Cenabı Hakkın hikmetinden hiç bir şey anlamamaktadır. Süfyan bin Sevri der ki: Takva sahibi olmak istersen çok konuşma sus, öğrendiklerini saklamak istersen haris olma, Halkın dilinden kurtulmak istersen kıskanç olma.
5 - Hased eden daima eksiklik ve mahrumiyet içindedir. İnsan kıskançlıkla gayesine varamaz. Kendisine, kimse yardım elini uzatmaz. Hatem El Esam derki: Kin tutan din tutmaz. Gıybet eden âbid olmaz. Gammaza (tase tutan) güvenilmez. Hased edenler. Allah'ın yardımını görmez. Hased edenlerin varlıkları ve mutlu olmamalarının sebep ve hikmeti, Allah'ın mü'min kullarına verdiği nimetin yok olmasını istemeleridir. Cenab-ı Hakta mü'minlere verdiği nimeti kıskançlarla isteğiyle almaz. Kendisine tâat ve ibadette bulunan kullarını bırakıpta onun Rubübiyetine karışan, hikmetini kınayanlara elbette yardım etmez. Bir sıfat ki insanı şaşırtır. Aklını, idrakini alır. İbadetini bozar ve çok günah işlemesine sebep olur. İnsanı, isteklerinden mahrum eder. Düşmanlara yenilmesine sebep olur. Onun istekleri uğursuz, huyu yerinmiş. Hastalığı ağır, tedavisi şart, ilacını bulup tedavisiyle uğraşılmazsa sahibinin felaketine sebep olur.
- 162 -
İşte acelecilik ve umursamazlık uğursuz bir huydur ki bu yüzden nice fırsatların kaçırılmasına ve nice günahların kazanılmasına sebep olur. Bundan da dört âfet meydana gelir.-,
1 - Abidler, fazla ibadet yapıp daha üstün manevî makamlara yükselmeği dilerler. Fakat acele edip ibadetlerini vaktinden evvel yaptıkları için bu dileklerine nail olmazlar. Bazan acele ettikleri için ibaderi bütün şartlariyle haklarına riayet ederek yapamadıklarından bekledikleri tesiri göremezler. Bu durumda ümitsizliğe, ye'se düşer, amellerinde gevşeme başlar ve bu yüzden ibadet sevabından da mahrum kalırlar.
Bazan da ibadetlerinde fazlaya kaçar, kendilerini çok yorarlar. Halbuki dileklerin gerçekleşmesi ve istenen mertebelere ulaşılması, ifrat ve tefrika kaçmadan ortalama hareketle olur. Çünkü ifratta tafritte gayeden uzaklaştırır. Nitekim bir hadis-i şerifinde Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyuruyor: "Bizim dinimiz metin, sağlam ve mutedil bir yoldur. Bu yola nfk ile girin ve acele etmeden yürüyün ifrat ve tefritten sakının."
Koşarak giden merkep yolda kalır, konaklarını geçip gayesine varamaz. Meşhur sözdür: Erişir men-zil-i maksuduna aheste giden. Tiz neftar olanın payına damen dolaşır.
2 - Cenab-ı Haktan, bir dileğinin yerine getirilmesini istiyen aceleci kişi dua eder ve gayesine çabuk
- 163 -
varması" duasını sıklaştırır. Fakat ümid ettiği zamanda dileğinin gerçekleşmediğini görünce dua etmeği terkeder ve böylece dileğinin yerine gelmesini önler.
3 - Aceleci insan, kendisini inciten bir kimseye beddua eder ve öfkesi geçinceye kadar devam eder. Bu bedduasından ötürü o mü'min de zarar görür. Fakat kendisi de sabretme sevabından mahrum kalır. Bazan bu bedduasını haddinden fazla yapar. O zaman da günaha girer. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Keriminde (İsra S.A. 11) "tnsan hayra dua ediyormuş gibi, şerre de dua eder. Çok acelecidir bu insan" buyuruyor.
4 - İbadetin, yalvarış ve takvanın aslı her şeyde dikkatli ve düşünceli hareket etmeği itiyat edinmektir. Yemekte, içmekte, giyinmekte hülasa bütün işlerinde te'enniyle ve düşünerek hareket etmiyen aceleci kişi, her zaman hataya"düşebilir. Hatta, yiyecek, giyecek ve içeceklerinde ve bütün işlerinde şüpheye düşmek ve haram işlemekten kendini kurtaramaz Böyle olgunların da tâat ve ibadetlerinde hayır yoktur. Çünkü ibadetin sermayesi ve saadetin gayesi takvadır.
Bir huy ki sahibini hayırdan ve dileğine varmaktan alıkor. Mü'minlere zarar verir. Ondan yani acelecilik hastalığından kurtulmak için gereken tedaviyi yapmak lazımdır. Bu illetinde en müessir ilacı takva, te'enniyle ve düşünerek hareket etme alışkanlığını kazanmaktır.
Bu, çok tehlikeli ve yıkıcı bir hastalıktır. Diğer kötü huylara benzemez. Onlar, ibadetin teferruatına, kibir ise aslına zarar verir. Kökünden yıkar. Allah korusun küfre kadar götürür. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde (îsra S. A. 11) "Şeytan diretmiş, kibirlenmek istemişti. Zaten o, kâfirlerdendir" buyuruyor. Bu âyet-i kerimeden anlıyoruz ki kibrin fazlası küfre (imansızlığa) götürür. En aşağısı da şu dört âfete sebep olur: 1 - Kibirli insan, hakikati göremez, basireti bağlanır Cenab-ı Hakkın, akıllara hayret veren şu emsalsiz sanat eserlerini idrakten acizdir. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde: (A'raf S.A. 146) "Yer yüzünde haksızlıkla kibirlenenleri âyetlerim Ci idrakJ den çevireceğim" Diğer bir âyet-i kerimede de: (Mümin S. A. 35) "Allah, büyüklük taslayan her zorbanın, her kibirlinin kalbini işte böyle mühürler" buyuruyor.
2 - Kibirli olanı, Cenabı Hak sevmez. Nitekim Kur'an-ı kerimde Allah buyuruyor: "Allah, kibirlenenleri sevmez"
Anlatırlar: Bir gün Hz. Musa (A.S.) Cenab-ı Hakka sormuş. Ya Rabbi, en çok kızdığın ve sevmedikle rin kimlerdir. Allah'ta: Kalbi kibirli, dili kına, elleri cimri, gözleri hak ve hakikati görmiyen ve kötü ahlaka sahip olanlardır buyurmuş.
- 165 -
- 164 -
3 -• Kibirliyi, Cenab-ı Hak, hakir ve zelil eder. Hatem el Esam, der ki: İnsan, üç şeyden sakınsın: Kibir, hırs, iftihar (böbürlenme) Kibirli olanlar, kendi yakınlarından ve hizmetlilerinden hakaret ve eziyet görmeden, Harislar, bir lokma ekmeğe ve bir yudum suya muhtaç olmadan, malı ve zenginliğiyle iftihar eden, böbürlenenleri de kendi pislikleriyle bulaşmadan bu dünyadan ayrılmazlar.
• Derler ki: Haksız yere kibirlenenleri Cenab-ı Hak, hakir ve zelil eder.
4 - Kibirli olanlar Cehennemde azap göreceklerdir. Nitekim Kutsi hadiste (Hz. Peygamber vasıtasiyle) Cenabı Hak buyuruyor: "Kibir ve azamet bana mahsustur. Nasılki herkesin, elbisesi kendine mahsustur, kimse ile ortak değildir. Bu sıfatta benden başkasına layık değildir. Dünyada bu sıfatımı takınanları yarın Cehennem ateşinde yakarım" O halde bir huy ki, Cenab-ı Hakkı tanımaya engel, Cehennem azabını çektirmeğe sebep, Allah'ın hikmetlerini ve sanat eserlerini idrak ettirmeğe manidir. Dünyada nefret, Ahirette sorumluluk doğurmaktadır. Akıllı olanlar, böyle kötü bir huyun âfetlerinden gafil olmaz. Zararlarından korunmağa çalışır ve şerrinden Allah'a sığınır.
işte bu açıklamadan anladık ki kibirlenmenin bu dört âfetinden yalnız bir tanesi bile insana zarar veriyor ya dördünün birden vereceği zararın büyüklüğünü düşünün. Cenab-ı Hakka yalvaralım, lütuf ve kere-miyle bizi bu kötü huylardan korusun.
Bu kötü sıfatları ve yerinmiş huyları anlattık. Bunlardan sakınmanın vacip olduğunu bildirdik. Şim di de bize bunların hakikatlarını, sınırlarını ve kısım-' larını açıklayınız ki ona göre kendimizi bu afetlerden
- 166 -
koruyalım diye sorulsa Cevabımız şu olur: Din âlim-I3rine göre uzun emel, kişinin çok yaşama emeli ve ecelinin geç geleceği umududur. Kalbini, bu düşünce ve hayale göre ayarlamıştır. Bunun zıddı olan kısa emel ise kişinin uzun müddet yaşama isteğini ve ecelinin geç geleceği umudunu kalbinden atmasıdır. Kısa emel sahibi, uzun ömürlülüğü, Allah'ın takdirine bırakır. Cenab-ı Hak dilerse ömrümü uzatır, hakkımda hayırlı ise yaşatsın değilse yaşatmasın der. Eğer bir kişi ben, ikinci bir nefes, ikinci bir saat, ikinci bir gün yaşıyacağım derse uzun emel taşıyor demektir. Bu adam sanki gaybi (görünmiyen geleceği) biliyormuş gibi tasarladığı yaşama zamanını geçirmek için geçimini tedarik etmekle meşgul oluyor ve bu uğraşmaları sesbebiyle ibadetini yapamıyor: Fakat bu adam, Allah takdir etmişse inşââllah yaşarım der ve geçim sebepleriyle de bu inanca göre meşgul olursa uzun emel günahından kurtulmuş, kısa emel sahibi olmuş olur.
Uzun emel iki kısımdır: Avama ve havasa mahsus. Birincisi, mal, mülk toplamak ve zengin > olmak gayesiyle uzun müddet yaşamayı dileyen uzun emel sahipleridir, ölümü hatırlarına getirmez, hiç ölmiye-cekmiş gibi hırsla çalışır çabalarlar ve bu yüzden bir çok günahlara girerler. Nitekim Kur'an-ı kerimde Cenab-ı Hak (hicr S. A. 3) "Bırak onlar (kendi nallarına) yesinler, faydalansınlar (eğlensinler) onları, emel oya-laya dursun. Sonra bilecekler onlar" buyuruyor.
İkincisi. Bu uzun emel sahipleri çok yaşamayı hayırlı bir işi tamamlamak için istiyorlar. Fakat bu hayırlı işi bitirmenin kendileri için faydalı veya zararlı olacağını bilemezler. Çünkü p işe bazen riya ve gösteriş gibi âfetler karışır ve o zaman şer, hayrı silmiş olur. Mesela bir kişi namaz, oruç... gibi ibadetlere
- 167 -_
başlarken, bunları tamamlayıncaya kadar yaşıyaca-ğım düşüncesini taşımamalıdır. Çünkü böyle bir inanış gaybe hükmetmek demektir. Meğer ki işe başlarken inşaallah desin ve bu işi mutlaka bitireceğim kanaatini taşımasın. Ancak ya Rabbi bu işte hayır varsa tamamlamamı kolaylaştır dua ve nizayında bulunsun. Nitekim Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyuruyor: "Hiç bir şey hakkında (ben bunu yarın yaparım) deme" (Kehf S. A. 23) Din âlimleri, iyi niyyetı uzun emelin zıddı sayarlar. Hayırlı bir iş için iyi niyetle uzun yaşamayı istiyen kişi uzun emel taşımamış olur. İyi niyet taşıyan şahıs, diğer işlerini bırakıp tasarladığı hayırlı işe başlaması ve tamamlanması için Cenabı Hakka yalvarıp ona güvenmesi lâzımdır.
Hayırlı işin sonunu Allah'a havale etmenin hikmeti nedir? Sorusuna şu cevâbı veririz: Hayırlı işin başlangıcında henüz bir tehlike mevcut değildir. Çünkü başlama hali uzun sürmez. Asıl uzun zaman o işi tamamlayıncaya kadar geçer ve işte bu zaman içinde işi Allah'a havale etmeden devam edersek beklenmedik bazı tehlikeler belirebilir. Bu tehlikeleri iki esasta top-lıyabiliriz:
1 - Acaba işi bitirebilir miyim bitiremez miyim?
2 - Bu işin bitimi hayır mı şer mi? olacak, bilinmez.
Birinci için, yani işe başlarken bitirilip bitirilemi-yeceği bilinmediğinden (Allah isterse). İkincisi için yani işin sonunun hayırlı olup olmıyacağı bilinmediğinden tafviz (yâni hayırlı ise tamamlanmasını Allah'tan dilerim demek) vaciptir. îşte bir hayırlı işin yapılmasını, bu şartlara riayet ederek dilersen iyi niyet olmuş ve uzun emel ile iyi niyet bu suretle birbirlerinden ayrılmış olurlar.
- 168 .-
Ey aziz, bu manadan gafil olma ki çok yerde faydasını göresin. Kısa, emelin kalesi, yani'uzun emelden kurtulmanın tek çaresi, ölümü düşünmektir. Bilhassa gurur ve gaflet içinde iken, ölümün birden bire gelebileceğini hatırdan çıkarmamaktır. Akıllı olanlara; uzun emelin zararlarından kurtulmak için bu kadar çok bilgi kâfi gelir.
Hased. Cenab-ı Hakkın, mü'min kullarına verdiği nimetin yok olmasını istemektir. Eğer bu nimetlerin yok olmasını istemeyipte kendisine de o türlü nimetlerin verilmesini istese ona Gıpta denir. Gıpta 4 türlüdür. Vacip, mendüp, mubah, haram. Allah'ın, mü'min kuluna verdiği nimet dinî bakımdan ise, namaz, oruç gibi; buna gıpta etmek vaciptir. Eğer dünyevî faziletler ve ahlaki hareketlerdense, muhtaçlara yardım etmek gibi bunları gıpta etmek mendüptür. Eğer o nimetten faydalanma mubah ise onu gıpta etmekte mubah olur. Eğer işlenen amel haramsa onu gıpta etmek haramdır.
Eğer nimet sahibi ahlaksız veya fâkirse ve onun o hale gelmesine sebep o nimetse, zevalini (yok olmasını) dilemek caizdir. Eğer isyana sebebiyet veren veya düşmanın elinde bulunan silâhlar gibi zarar verici hî-metlerse, bunların zevalini istemek (din âlimlerine göre) hased değil buna Gayred denir. Hased, bazan, me-. cazı manada Gıpta olarak kullanılır. Nitekim bu manada kullanılan Gıpta için Hz. Paygamber (S.A.V.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor.- Gıpta etmeyin ancak iki kişiyi gıpta ediniz: "Biri, Cenabı Hak, ona Kur'-an nasip etmiş. Gece gündüz ok'iyor ve onun hükümlerine göre amel ediyor. Diğeri Allah ona, helâlinden mal, zenginlik vermiş gece gündüz bu malını muhtaçlara, zenginliğini her zaman ve her yerde Hak yoluna
- 169 -
harcamaktan çekinmiyor" Birincisi; dini bir nimettir. Gıpta etmek vaciptir. İkincisi, dünyevi-bir nimettir. Gıpta etmek mendüptür.
Hased'in zıddı, Cenabı Hakkın, mü'min kullarına verdiği nimetin (eğer hayırlı ise) devamını istemektir.
Bu nimetin hayırlı olup olmadığını nasıl bilelim ki hased etmeyip bakasım istiyelim sorusuna karşı cevabımız şudur:
Eğer bu nimetin o mü'min için hayırlı olacağına dair sende kesin bir kanaat varsa bakasmı dilersin. Eğer zararlı olacağına inanırsan zevalini istersin. Eğer şüphe ve tereddüdün varsa o zaman ne baka ve nede zevalini istemez tâfviz yoluna gidersin (yâni hakkında hayırlı ise Allah, devam ettirsin değilse ettirmesin bu nimeti ondan alsın diye işi Allah'a bırakırsın).
Hased iletinden kurtulmak için Cenab-ı Hakkın, mü'min, kullarına dünya ve âhiret için verdiği sonsuz nimetlerin bir faydası, bir gayesi bulunduğu, dünyaya ait olanların başkalarına yardım yapmak, âhirete ait olanların şefaate vesile olmak için verildiği fikri üzerinde düşünmek lâzımdır. Dünyada mü'minlerin, refah ve zenginliği, maddî ve manevî bakımdan kuvvetli olmaları senin için de iyidir. Çünkü bu sayede müsl umanlar birbirini destekler, yardımlaşır. Bundan doğan birlik ve beraberlik senin de huzur ve rahatına sebep olur! Âhirete ait nimetlere nail olurlar da rahmete ve kıyamet gününde şafaata sebeptir. Hakikatte mü'minlere verilen nimetlere sende ortaksın. Bunları düşünürsen, nimet sahiplerini kıskanmak kendi nimetinin zevalini istemek demek olur ki o zaman da hased illetini kalbinden söker atarsın.
Acele, Kalpte bulunan itici bir kuvvettir ki bunun zorlayışiyle insan, düşünüp taşınmadan işe girişir ve bitirmekte acele eder. Bunun zıddı, dikkat ve itina, ihtiyat ve te'ennîdir. Te'ennî, tevekkuftan ayrıdır. Bir işe başlamadan evvel, bunun doğru olup olmıyacaği üzerinde düşünmek tevekkuftur (duruş) Teenni ise, işi başariyle sonuçlandırmak için ihtiyatlı davranmaktır. Te'ennî işte yanlışlık ve hataya düşmekten sakınmaktır, insan, bütün işlerinde meydana gelen hata ve zararların aceleden geldiğini, dikkat ve itina, ile, te'ennî ve ihtiyatla hareket etmenin bütün zarar ve hataları önlemeğe ve işi selamete götürmeğe sebep olacağını düşünürse hiç bir işinde acele etmez ve bu illeti kalbinden atıp daima te'ennîyle hareket etmeğe çalışır.
Kibir: İnsanın, kendisini emsalinden üstün görmesi ve her yönden onlardan yüksek olduğunu düşünmesidir. Buna tekebbür denir. Bunun zıddı tevazudur. Tevazu, kişinin, kendi nefsini aşağı görmesi, alçak gönüllülük halidir.
Tekebbür ve tevazu iki kısımdır.- Avama mahsus, havasa mahsus. Birincisi yiyecekte, giyecekte, evde ve her şeyde sadelikten ayrılmamaktır. Bunun karşılığı havasın (seçkin tabakanın) tekebbürüdür. Yâni yemede, içmede, giyinmede evde ve her şeyde daima şatafata, süse ve gösterişe yer vermektir. Havâsm tevazuu: (alçak gönüllülüğü) ister eşraftan, üstün tabakadan ister avamdan gelsin daima nefsini hakkı kabul etmeğe alıştırmaktır. Havâsm tefrabbûru ise kimden gelirse gelsin hakkı kabul etmekten çekinmektir. Bu türlü tekebbürde mutlak günah ve ma'siyet vardır.
•t
- 170 -
- 171
İnsanın, gerçek mütevazi olabümesi için evvelini sonunu ve içinde bulunduğu halini düşünmesi lazımdır Nitekim din âlimleri derler ki: Ey âdem oğlu evvelin bir nutfe (bir damla meni) sonun bir lftşe, yaşadığın müddet içinde de bir hela durumundasın. Pislik ve kötülüğün kaynağısın. Bu haline bak ve üzerinde derin derin düşün ki. Kibir denilen o öldürücü illetten sakınasın. Alçak gönüllü olasın.
- 172 -
Ey aziz, içinde, hayatını devam ettiren, sana kuvvet ve kudret veren bir organ vardır ki korunması ve İslah edilmesi senin için hayatî bir görevdir. Mide denilen bu organın sana olan faydası kadar (dikkat etmediğin takdirde) zararı da vardır. Bu bakımdan diğer organlara benzemez. Vücudun zayıflaması, kuvvetlenmesi bütün organların normal veya anormal çalışması hep buna bağlıdır. Bu sebepten onu haramdan ve şüpheli şeylerden hattâ helâl olan şeylerden bile fazlaya kaçmaktan korumalısın. ŞüpheU ve haram olan şeylerde üç âfet vardır:
1 - Cehennem ateşinde yanmak. Nitekim Ce-nab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde (Nisa S. A. 10) "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak ateş yemiş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe (Cehenneme) gireceklerdir" buyuruyor.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de "Haram gıdadan hasıl olan her et parçası Cehennem ateşinde yanmağa müstahak olur" buyurmuştur.
2 - Haram ve şüpheli yemek, şeriate göre kabih-tir, temiz değildir. Temiz olmıyan şeyle ibadet te sahih ve makbul değildir. Nitekim Cenab-ı Hak, cünüp olanları mescide girmekten, .abdestsiz olanları namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerimi t'ıtmaktan men'ediyor. Hal-
173
I
buki cünüplük ve abdestsizlik mubahtır. Çünkü cü-nüplük, helâliyle cimadan hasıl olmuştur. Abdestsiz-likte hadesten olmuştur. Bu sebepten ikisi de mubah olduğu halde birincM mescide girmekten, ikincisi namaza yanaşmak ve Kur'ana yapışmaktan men ediyor. Haram ve şüpheli şeyleri yemekten vücudu tamamiy-le kirlenmiş olan kişi ise Cenab-ı Hakkın hizmetino nasıl lâyık olabilir ve o yüksek huzura çıkıp nasıl tâat ve ibadette bulunabilir. Nitekim Yahya bin Muaz El Razı der ki: İbadet, Cenab-ı Hakkın hazinesinde gömülü, değerli biy kilitle kilitli bir mücevherdir. Bu hazinenin anahtarı duadır. Dişleri helâl lokmadır. Dişleri olmıyan bir Anahtar nasıl kapıyı açamıyorsa hazinenin içindeki mücevhere ermek (ibadetin sevabına) hazineyi açmak içinde helâl lokma anahtarı- lâzımdır.
3 - Haram, murdar ve pis bir şeydir ki insanı hayırdan mahrum eder. Onunla yapılan ibadetin sevabı olmaz. Böyle bir ibadet kişiyi yormaktan başka bir şeye yaramaz. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: "Gecelerini namaz kılmakla geçiren nice kişiler var ki uykusuz kalmaktan başka bir şey kazanamazlar. Oruç tutan nice kişiler var ki aç ve susuz kalmaktan başka bir faydaları olmamıştır"
İbni Abbas'ta der ki: Karnında haram lokma bulunan kimsenin namazı kabul olunmaz. Helâl gıdalardan fazlaca yemek âbidler için âfet müstenitler için işkencedir. Onun sindirilmesinde zahmet çekerler. Lüzumundan fazla yemek, insana on türlü zarar verir"
1 - Fazla yemek, kalbi karartır. Basiret nurunu yok eder. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: "Çok yemek ve içmekle gönlünüzü öldürmeyin. Çok sulamaktan ekin mahvolduğu gibi, da bunlardan
-17*-
(çok yemek ve içmek) ölür" Bazı şeyhler insanın midesini kalbin altında kaynıyan bir tencereye benzetirler. Kaynıyan bu tencerenin buharı, kalbe yükselir, onu kaplar, rahatsız eder, üzer.
2 - Çok yemek, organları bozar, fenalığa sürükler.- Tok olan kimsenin gözleri şüpheli ve haram şeylere bakmağa başlar. Dili, lüzumsuz şeyleri konuşmaya, cinsî uzuvların şehvet meyli ayaklan harama doğru yürümeğe ve eller ona yapışıp sarılmaya haris olurlar. Halbuki mide yeteri kadar gıda alır ve aç olursa bütün organlar bu kötülüklerden ve bozukluklardan tabiî olarak uzak kalır. Nitekim üstad Ebü Cafer der ki: İnsanın midesi öyle bir organdır ki aç olsa diğer organları tok olur. Yani sakin olur azgınlık göstermezler. Eğer. tok olursa bütün organlar aç olur. Yâni her türlü hava _ve hevese meyleder ve insanı türlü kötülüklere sürükler. Kısaca insanın bütün hal ve hareketleri, midesine inen gıdanın cins ve mikdarma bağlıdır. Eğer oraya haram girmişse çıkan küller de hep haram olur. Helâl girmişse çıkan küller de helâl olur. Eğer helâl gıdadan lüzumsuz ve fazla girmişse çıkan küller de lüzumsuz ve manasız olur. Gerçekte, gıda, amellerin bir tohumu, mide onun tarlasıdır ne ekersen onu biçersin.
3 - Çok yemek, anlayışı azaltır, idraki zayıflatır. Dâranî (Allanın rahmeti üzerinde olsun) derki: Cenab-ı Hakkın yanında bir dileğin ondan bir isteğin varsa bir kaç gün bir şey yeme aç kal, dileğin kabul olunur, isteğin yerine gelir. Çünkü çok yemek, akim doğruyu bulmasını engeller. Bu, tecrübe ile görülmüş ve anlaşılmıştır.
4 - Çok yemek az ibadet yapmaya sebeptir. Çü - 175 -
un-
kü vücut ağırlaşır, tembellesin Çok yemek, gözleri dt> zayıflatır. Vücut, yemekten bir saat sonra hantallaşır, organlar gevşer, uyku bastırır ve nihayet bir lâşo gibi yere uzanır yatar. Nitekim derler. Çok yiyenler kötürüm olmaya hazırlansınlar. Yahya (A.S.) bir gün Şeytana rastlar. Elinde çatallı bir değnek tuttuğunu görür. Yahya (A.S.) Elindeki nedir diye sorar? Şeytan: Nefsin şehveti (isteği) dir. 3ununla insanları avlarım (aldatırım). Yahya (A.S.): Bende hiç aldanacak istek buldun mu? Şeytan: Hayır. Yalnız bir gece doyuncaya kadar yemek yemiştin, O gece ibadetini aksattın uyuya kaldın cevabını verir. Yahya (A.S.) O halde ben de bundan sonra doyasıya yemek yemem Şeytan: O halde ben de bundan sonra hiç kimseye bu hilemi söylemem der. Bundan sonra Yahya (A.S.) ömründe bir daha doyasıya yemek yemedi. Ömründe bir defa fazla yiyenin hali bu olursa ya ömründe bir kerecik v<.î bir gece aç kalmıyanın hali nice olur?
Süfyan Sevri der ki: İbadet bir sanattır. İmalathanesi tenhalık, âleti kanaat (açlık) tır.
5 - Çok yiyenler, ibadetin lezzetini alamazlar. Hz. Ebû Bekir (R.A.) der ki İbadetin zevkini almak için, müslüman olduğumdan beri doyasıya yemek yemedim, doyasıya su içmedim, Rabbımın Cemalini görmek, manevî huzuruna kavuşmak için: '
Hz. Ebu Bekir (R.A..) in bu sırrını ancak Erenler bilir ve anlarlar. Başkaları bunun ne olduğunu bilemezler. Hz. Ebu Bekir (R.A.) iri bu değerini bilen Re-sulullah buyuruyor ki: Ebu Bekir (R.A.) in sizden üstünlüğü oruç ve namazla değildir. Belki kalbinde sabit olan, hiç azalmıyan ilahî marifet sebebiyledir.
Ebü Süleyman Daranî der ki: Ben, ibadetin zev-
kini, açlıktan, karnım arkama yapıştığı zaman alırım. 6 - Çok yemede, haram yemek ihtimali artar. Çünkü helâl rızık, bedene kifayet edecek kadar gelir. Haram mal (rızık) ise ihtiyaçtan fazla gelir. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Helâl mal, bedenin kıvamına yetecek kadar gelir. Haram malsa çok gelir.
7 - Çok yemek, vücudu ve kalbi çok uğraştırır Rızkın elde edilmesi için çalışmak, hazırlamak, yemek ve sindirmek için organların didinmesi, kazuratın dışarı atılma külfeti ve nihayet çeşitli hastalıklar ve rahatsızlıklar hep fazla yemektendir. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Bütün dertlerin, hastalıkların kaynağı oburluk, fazla yemektir. En kuvvetli ve faydalı ilâç ta perhizdir. Malik îbni Dinar der ki: Sık sık helaya gitmeğe Allah'tan haya ediyorum.
8 - Oburluk, ölüm anında şiddetli sıkıntılara sebep olur. Derler ki: ölüm anındaki sıkıntının şiddeti hayattaki yaşayış ile (yeme, zevk-u safa) orantılıdır. Yâni insan dünyadan zevk aldığı kadar ölümün zahmetini çeker. Sonra ruhunu teslim eder.
9 - Böylelerinin âhiretteki sevapları az olur. Nitekim Cenabı Hak (El Ahkaf S.A. 20 buyuruyor : "Kafirlere, ateşin karşısına (getirilerek) gösterileceği gün (denilir ki) siz bütün zevkleri (nizi) dünya hayatınız içinde (yaşayıp) bitirdiniz. Bununla safa sürdünüz. İşte yer (yüzün) de haksız yere kibirlenmekte ve fısk (u fücur)a sapmakta olmamıza mukabil bugün hoı-luk azabiyle cezalandırılacaksınız"
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (S.A.V.) e.- "Dünyada bütün İsteklerini yerine getirdim. Âhiretinden de
- 176 -
- 177 -
hiç bir şey eksik bırakmıyacağım" buyurdu. Bu lutüf yalnız Peygamber (S.A.V.) e mahsustur. Diğer insanlar, dünyada sürdükleri zevk-u safa nisbetinde âhiret-te sıkıntı ve mahrumiyet göreceklerdir*
Derler ki bir gün Hâlid Ibni Velid Hz. Ömer (R.A.) e bir ziyafet verir. Hz. Ömer (R.A.) sofraya oturunca, bu yemekler bizim içindir der. Ya arpa ekmeğinden bile doymayan Ahirete göçen fakirler için ne var?. Hâlid, onlar için Cennet var deyince Hz. Ömer (R.A.): Onlar, dünyada çektikleri sıkıntıya karşılık Cennete girdiler ve oranın nefis yemeklerini yediler. Şimdi biz de bu yemeği yiyoruz. Bu bakımdan onlar, bizden ayrıldılar diye buyurdu.
Yine bir gün Hz. Ömer (R.A.) susamış, su istemiş. Birisi içinde hurma da bulunan bir soğuksu matarası verdi. Hz. Ömer (R.A.) bir yudum içti soğuk ve tatlı görünce sahibine geri verdi. O adam, ya mü'minlerin emiri! bu suyu tatlı ve soğuk yapmakla bir hata işlemedim niçin içmediniz! Hz. Ömer (R.A.) su güzel, böyle bir suyu dünyada içmedim ve içmem Âhirete saklarım. Eğer âhiret korkusu olmasaydı ben de sizin gibi yer içer zevk ederdim diye cevap verir.
10 - Çok yemek yiyen, kıyamet gününden hap sedilir ve kendisinden hesap sorulur. Helâl yemede niçin haddi aşdığını zevke düştüğünü sorar, kınar ve azarlarlar.
İşte fazla yemek yiyenlerin ve midelerine düşkün olanların maruz kaldıkları on afeti açıkladık. Bunu düşünen kişiler helâl rızıkİBiTinda ihtiyatlı hareket eder İbadetine ve rızkını tedarik etmesine yetecek kuvveti vermeğe kifayet edecek kadar yemek yer fazlasından çekinir. Hele haram ve şüpheli olanlardan titizlikle sa kınır.
- 178 -
Helâl, haram ve şüpheli olanlar nasıl bilinir. Bun: 'arın kısımları ve hukukları nelerdir? sorusuna karşı cevabımız şudur.- .
Bazı âlimlere göre: Şeriatın yasak ve haram ettiğini veya başkasının malı olduğunu kesinlikle bildiğin her şey haramdır. Eğer başkasının malı olduğunu vo şeriatça yasak edildiğini katiyetle bilmiyor ve fakat kuvvetle zannediyorsan o şey şüphelidir. Bazı âlimlere göre: İster kati bilgi, ister kuvvetli zanla haram ve şer'an yasak olduğu bilinen her şey haramdır. Eğer haram veya şüpheli olduğu kesinlikle bilinemiyor ve helâl olma ihtimali düşünülüyorsa o zaman ne haram ve ne de helâl diyemediğimiz için o şey şüphelidir. Haram olan şeylerden sakınmak" farzdır. Şüpheli olan şey ribâ malından ise yine haramdır sakınmak farzdır. Ri-bâ malından değilse sakınmak müstahaptır.
Acaba devlet büyüklerinin verdikleri hediyeleri almak câizmidir değil midir? sorusuna vereceğimiz cevap şudur: Bunda da görüş ayrılığı vardır. Bazı âlimlere göre.- haram olduğu katiyetle bilinmiyenleri kabui etmek caizdir. Bazılarına göre de helâl olduğu kesinlikle bilinmiyen şey alınmaz. Çünkü bu asırda onların malı genellikle helâl değildir. Onların helâl mallan çok azdır. Birinci görüşü kabul edenler (yâni haram olduğu katiyetle bilinmeyen şey alınır) şu misâli veriyorlar: Hz. Peygamber CS.A.V.) İskenderiye sultanının hediyesini kabul buyurmuş ve Kur'anı Kerimde Yahudiler için haram yiyicilerdir denildiği halde onlardan borç para almış. Sonra Ibni Abbas, Ebü Huzeyfe ve îb-ni Amr gibi değerli sahabeler, Haccac, Abdülrnelik bin Mervan gibi zftlim devlet reislerinin hediyelerini kabul etmişlerdir.
Bu görüşü kabui etmiyen âlimler, Hz. Peygamber - 179 -
"(S.A.V.) in böyle bir hediyeyi kabul etmesi, ümmeti için bir delil, bir örnek olamaz. Çünkü bu kabul, ihtimal ki ya nübüvvetin bir özelliğinin icabı yahut helâl olclığunuh kendilerince bilinmiş olmasından ileri geliyor. Sahabelerin kabul sebebi de ya hediyenin helâl veya haram olup olmadığını bilemedikleri yahut alıp fakirlere vermeleri için almışlardır. Nitekim deniliyor -ki, bazı sahabeler kabul ettikleri hediyeleri hep fakir
lere verirlerdi.
Alınmasının caiz olmadığını söyliyen âlimlerin görüşü de şu: Bu zamanın devlet adamları genellikle, zâlimdir. Zalimlerin malları ise çoğunlukla haram ve gayr-ı meşrudur. Hüküm çoğunluğun olduğu için verdiklerini kabul etmek caiz değildir.
Bazı âlimlere göre haram olduğu kesinlikle bilin-miyen hediyeyi fakirin kabul etmesi caizdir. Zengin için caiz değildir. Bunların görüşü şu: Haram ile helâl malı birbirinden ayırdetmek mümkün değilse yahut devlet hazinesindeki malın nasıl ve nereden toplandığı bilinmiyor ve sahibine iadesi imkansızsa o zaman bu malı fakirlere sadaka olarak dağıtmaktan başka çare yoktur. Bu durumda, devlet büyüklerinin verdiklerini fakirlerin alması her zaman için caizdir. Çünkü bu mal devlet büyüklerinin kendi malı ise fakirin onu alması hakkıdır. Devlet malı ise-onda yine kendisinin hakkı vardır. Şu halde devlet büyüklerinin ister kendi ister devlet malı olsun fakirin alması caizdir. Bu hak, alimler için de aynıdır. Çünkü fakirin de, âlimin de devlet hazinesinde hakları vardır. Nitekim Hz. Ali CR. A.) kendi arzusiyle müslümanlığı kabul eden ve Kur'-an-ı okuyup ona göre amel edenlerin her yıl Bey tul maldan (devlet hazinesinden) iki yüzdirhem almak hakkı vardır. Bu hakkını dünyada alamazsa âhiretto alır buyuruyor. Âlimler de bu hakka sahiptir.
- 180 -
Esnaf, tüccar ve sanatkârlar, işlerinde sahtekâr hk yapar, alışverişlerine hile katar, helâle haram karıştırırlar. Bunların hediye ve sadakalarını kabul etmek câizmidir, değil midir? sorulsa cevabımız şu olacak tır: Görünüşü temiz, muamelelerinde, işinde dürüst olanların hediye ve sadakasını kabul etmek câizdiı. İşinin aslını, hile yapıp yapmadığını ve buna benzer hallerini araştırmak icap etmez. Çünkü böyle yaparsak o kişi hakkında su-i zanne düşeriz. Bu da hatalı değil, hüsn-i zan yapılmasını emrediyor. Mamafi bu mes'elede iki görüş var: Birinci görüş şeriate göre hük^ metmek ve amel etmektir. Yâni görünüşte temiz, alış verişinde dürüst görünen kişi hakkında hiçbir araştırma ve inceleme yapmadan hediye ve sadakasını kabul etmek caizdir. İkincisi takva görüşüdür. Buna göre, kişinin ticaret hayatı incelenir dürüst olup olmadığı, kazancına haram karıştırmadığı kati olarak bilinmedikçe hediye ve sadakasını almak caiz değildir.
Derler ki: Bir gün birisi Hz. Ebu Bekir (R.A.) e süt getirir verir. O da elinden alır ve içer. Adam, Hz. Ebu Bekir (R.A.) e, bundan evvel size getirdiklerim hakkında soruşturma yapar ondan sonra alırdınız. Bunun için bir şey sormadan alıp gittiniz deyince Hz. Ebu Bekir (R.A.)
O halde bu sütün hikâyesi nedir anlat.
Adam, topluluğun birine bir efsun okudum, karşılığında bu sütü verdiler deyince, Hz. Ebu Bekir (R.A.) içtiği sütü hemen kustu ve ya Rabbi, benim gücüm ancak bu kadara yetti, damarlanmdaki kanada sen kâfisin diye buyurdu.
Bd kıssadan anlıyoruz ki takva görüşüne uymak ve araştırıp hakikatini bilmeden bir şey'i kabul etmemek lâzımdır.
- 181
Bu duruma göre takva, şeriatın zıddı gibi gözüküyor buna ne dersiniz? Sorusuna cevabımız şudur: Seri-atte müsamaha ve kolaylık esastır. Nitekim Hz. Pey-gamber (S.A.) buyuruyor-. "Ben, temeli sağlam, fakat müsamaha ve kolaylık yoluna götüren bir dinle gönderildim" Takva ise ihtiyatla hareketi, araştırma sonundaki kanaata göre amel etmeği emreder. Din âlimleri derlerki takva sahibi olmak her işte özellikle ibadet işlerinde doksan düğümü çözmek kadar zordur. Buna rağmen takva, şeriatm bir kısmıdır. Çünkü şeriatın iki hükmü vardır. Birisi cevaz, diğeri ihtiyat ve iyiyi tercih hükmüdür. Cevaz hükmü, müsamaha ve ko-layhiç üzerine ihtiyat hükmü inceleme ve araştırma üzerine kurulmuştur. Bu durumda takva Şeriatın zıddı ve ondan ayrı değil, onuri bir kısmıdır. Yâni şeriat ve takva ayrı kelimelerle ifade edilmelerine rağmen aslında ikisi de aynı şeydir.
Verilen hediye ve sadakanın helâl olup olmadığını araştırmadan "kabul ştmemek takvanın gereği olduğuna göre takva sahibinin hem hediye alma ve hem de geçim işi zorlaşır. Çünkü bu zamandaki kazançlara genellikle Hile haram karışmaktadır. Bu durumda takva yolu güç ve sıkıntılı bir yol olur. Bunun için takva sahibi, bu yolun bütün zahmetlerini göze alması ve onlara dayanması lazımdır. Yoksa dileğine eremez ve takva makamına yetişemez. Takva yolunun bu güçlü gü sebebiyle eskiden sâlih kimselerin bir kısmı, dağ-başları ve dere kenarları gibi ıssız yerlere çekilir. Orada helâl ve haramlığındari şüphe edilmiyen yabani ot ve meyvelerle geçinirlerdi. Takva yolunun yüksek mertebelerine çıkmayı gaye edinen bu kişiler böylece her türlü zahmet ve sıkıntılara katlanır. Bunun karşılığında da büyük sevaba ererlerdi. Fakat ıssız yerlerde değil de halk içinde yaşıyan takva sahipleri elden elo
- 182 -
dalaşan gıdaları alıp yemek " -undadırlar. ^ Bunlar, şüphe ettiklerinden çekinir ve ibadetlerini yapmak için kendilerine yeterli kuvveti verecek mikdarda gıda almakla yetinir, fazlasını ^almazlaf. Bu durumda şüp-neli şeylerden onlara zarar gelmez günahkâr olmazlar Çünkü zaruret sebebiyle almışlardır. Zaruret, haramı dahi mubah kılar. Çünkü yemezse ibadetini yapamaz ve nihayet ölür gider. Nitekim Hasan Basri der ki: Halkın alış verişi bozuldu. İşlerine haram ve şüphe karıştı. Bunun için takva sahipleri geçimlerine yetecek kadarını almakla yetinsinler. Derler ki: Vehep bin Alud. üç gün aç durur sonra bir ekmek alırdı. Ve Ya Rabbi! gıdasız ibadet etmeğe gücüm yetmediğini bilirsin Eğer bu yediğimde haram karışmışsa günahımı bağışla der ve sonra ekmeğini su ile ıslatır yerdi.
Bu iki zümre, yâni gerek ıssız yere çekilenler, ge rekse halk içinde kanaatla geçinenler. Takvanın yüksek mertebelerine varmışlardır. Tavkânın aşağı\derecesinde olanlarda, yiyecekleri bakımından fazlasına, gitmemekte aza kanaat etmektedirler.
Hak ve hakikat yolunda olanlar, çektikleri zahmet v?e zorluklar derecesinde yetişir. Ahiretteki nimetleri de o nisbette olur. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'anda: "Zerre kadar havır işliyenler sevabını bulur" buyurmaktadır.
Bu açıklamadan haram ve şüpheli ile bu yolda nasıl ihtiyatlı davranacağı anlaşıldı. Fakat kıyamet gü nünde hapse ve sorguya sebeb olan helâl şeylerden alınacak miktarın ne olduğunu bilelim ki ona göre kendimizi koruyalım sorusuna cevabımız şudur:
Malın ve dolayısiyle gıdanın helâl oluş hali, niyef ve maksada göre üç kısımdır Birincisi.- Mal toplamaktan maksat müreffeh, gösterişli bir hayat yaşamak,
- 183 –
halk içinde zenginliğiyle ve geçim şekliyle öğünmektir. Bu gaye ile toplanan malın, yenip içilenin hesabı, kıyamet gününde sorguya, hapse sebep olacaktır. Bu işte bilhassa kibirlenme ve böbürlenme olduğu için günahta işlenmiş ve sahibini azaba müstahak kılınış olur. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerimdef (Hadid S.A. 20) "Bilim ki (âhiret kazancına yer vermeyen) hayatı ancak bir oyundur, bir süstür, aranız da bir öğünüş-tür. Mallarda ve evlatlarda bir çoğalıştır. Ahirette çetin bir azap vardır" buyuruyor. Hz. Peygamber (S.A. V.) ie: "Dünyada öğünme, riya ve gösteriş yapmak için mal istiyen ve bunları yapan kimse, kıyamet günü, Rabbinin gazabını, öfkesini üzerine çekmiş olur" buyuruyor.
İkincisi: Dünyanın' kazancını ve yeme içmesini, hayvani lezzet ve şehvani duygularını tatmin için yapan kişi ahirette hapse sorguya müstahak olur. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerimde (Tekâür S.A. 8) "Sonra, andolsun o gün elbet ve elbet size nimetler sorulacaktır" buyuruyor. Hz. Peygamber S.A.V.) de:
"Kazancın helâli için hesap, haramı için azab vardır" buyuruyor.
Üçüncüsü, Helâl malı, Allah için toplayan, helâl gıdasını kendisine, dinî vazifelerini yapma gücünü kazandıracak nisbette ve ihtiyacı kadar alan mü'mine kıyamet gününde ne hesap sorulur ne de ona azab vardır. Aksine bu hali, onun için bir hayırdır. Ahirette sevap kazanmasına ve manevi derecelerde yükselmesine sebep olur. Nitekim Cenabı Hak, (Bakara S.A. 202) "tşte onların kazandıklarından (sevab) nasipleri vardır" buyuruyor. Hz. Peygamber (S.A.V.) de "Helâl malı, sırf aile halkının geçimi için çalışarak kazanan ve ondan konu komşuya yardımda bulunan mü'min,
- 184 -
kıyamet gününde ay gibi nurlu bir yüzle Rabbinin huzurunu çıkar" buyuruyor.
Helâl malın kullanışında iki şart vardır;
Birisi kullanılması terkinden daha iyidir. Yani gıdayı ibadet yapmaya kuvvet kazanmak için alıyor alamazsa ibadetini yapamıyor. Bu durumda gıda alması zaruri oluyor.
İkincisi: Gıdayı, ibadetin gereğini yerine getirmek için aldığına niyet etmektir. Eğer bu gıdayı almazsam kuvvetten düşer ve ibadetimi yapamazdım diyen kişi; gıdayı bu niyetle aldığından onun için hayırlıdır. O halde kıyamet gününde mü'minin, hesap ve sorguya çekilmemesi için gıdayı alırken (gıdasızlığın ibadete engel olduğuna ve) bu sebepten sırf Allah'a karşı vazifelerini gereği gibi yapabilmek için aldığına) niyet etmesi lâzımdır. Bu arada başka maksatlar da araya girse yine o gıdadan sorumluluk gelmez. Fakat dünyanın şehvet ve lezzetleri düşünülerek gıda alınırsa o zaman hapse ve sorguya sebeptir. Hesap: Malını nasıl ve nereden kazandığını nereye ve hangi niyetle harcadığını kişiye sormak ve hesaba çekmektir. Böylece her kes, Mahşer gününde malının hesabını verecektir. Hapis, kişinin kıyamet gününde aç, susuz, çıplak ve üzgün, hesabı görülünceye kadar Cennetten mahrum edilmesidir.
Helâl olan şeyleri istediğimiz gibi kullanmak hakkımız değil mi? Bunlardan niçin sorguya çekiliyoruz, azarlanıyoruz, ayıplanıyor ve bekletiliyoruz sorusuna cevabımız şudur:
Bunun sebebi, gereken terbiye ve nezaket kaidelerine riayet etmemektir. Meselâ: Devlet başkanının sofrasına davet edilen bir kimse orada gerektiği gibi davranmaz, sofranın âdap ve ahlâki kaidelerine riayet
- 185 -
11
etmez, nezaketsiz ve terbiyesiz hareketlerde bulunursa (yemekler kendisine helâl olmasına rajjmen) azarlanır, ayıplanır. Hatta tahkir ve tekdir edilir.
Bunun gibi insanlar 'a Allah'ın bir sofrası olan dünyaya çağırılmışlardır. Bu sofranın sultanı, sahibi Allahtır. Cenab-ı Hak, insanları, kendisini tanısın, ona ibadet etsin ve kulluk vazifelerini yerine getirsinler diye yaratmış ve sayısız nimetlerle dolu olan bu dünyayı onlara vermiştir. Biz niçin yaratıldığımızı bilmez, kulluk vazifelerimizi yerine getirmez, onun emirlerine karşı saygısızlık gösterir ve edeb dışı hareket edersek elbette azarlanır, ayıplanır ve hırpalanırız.
Bu dünyada zevk-ü safa sürmek ve Rabbimizin emirleri hilafına hareket etmek için gelmedik. Allah ı bilmek, ona tapmak ve kulluk yapmak için yaratıldık, îşte bu gerçeği bilen kişi gaflet göstermez. Rabbinin bütün emirlerini yerine getirir yasaklarından sakınır hulasa, nefsini, takva gemiyle gemler ve böylece ebedi saadetle sonsuz huzur ve rahata kavuşur.
Ey aziz bu uzun geçitten geçerken gafil davranma Çünkü bu, çok zorluklar ve zahmetlerle dolu uzun bir geçittir. Bu geçidi, kimi dünya, kimi halk, kimi Şeytan, kimi de nefs denilen engeller sebebiyle gecemi yenler felâkete uğrar, yokluk çukuruna düşerler. O . halde sana bu hususta faydalı bilgiler vereyim ki bu zorlu geçidi kolaylıkla geçme imkânını bulup o felâketten ve yok olma tehlikesinden kurtulasın
Dünyâ: Bu dünyada insanlar, üç halde bulunur: Ya basiret sahibi, ya himmet sahibi yahut gaflet ehli dirler. Eğer basiret sahibi isen bu söyliyeceklerimi bil-sen sana yeter: Cenab-ı Hak, senin Rabbın, sevgilindir Sen de onun kulu ve sevgilisisin. Dünya onun düşma nıdır, Senin düşünüp yapacağın şey, Rabbına" yakın ol
- 186 -
. mandır. Halbuki dünya, seni ondan uzaklaştırmak isti I yor. Bu durumda dünya hem sana hem sevgiline düşmandır. Kişi, düşmanını nasıl sevebilir.
Eğer ibadet yolunda himmet ve gayret sahibi isen bu söyliyeceklerim sana yeter: Bu vefasız dünya öyle aldatıcı, acuze bir kadındır ki onu düşünmen, senin tâ-at ve ibadetine engel olur.
Eğer bu yolda, basiret ve himmetten yoksun, gâftl "bir insan isen bu söyliyeceklerim sana yeter: Bu dünya sana kalmaz. Eğer sen onu terketmek istemezsen o, seni muhakkak terkeder.
Nitekim Hasan der ki: Dünya sana kalsa, sen dünyaya kalmıyaçaksm. Bu durumda dünyadan ne faydı bekliyorsun ki hırsla ona bağlanıp bu kıymetli ömrünü, onun uğrunda feda ediyorsun. Dünya hayatı bir rüya, gelip geçici bir hayalden ibarettir. Aklı olan gerçeğini bırakıp bu rüya ve hayal âlemine bağlanır mı? Şeytan: Senin büyük düşmanın olan Şeytan hakkında vereceğim bu inandırıcı bilgi sana yeter.
Cenab-ı Hak, Hz.. Peygamber (S.A.V.) e hitaben buyuruyor: (Mü'minûn S,A 97) "Ya Muhammed de ki-. Rabbim, Şeytanların dürtüşlerinden (vesveselelerinden) sana sığınırım. Rabbim, onların huzurumda bulunmalarından sana sığınırım."
Cenab-ı Hak, âlemlerin hayırlısı, Adem Oğullarının en akıllı, en bilgili ve en faziletlisi olan Peygamberlerin, önderi Hz. Muhammed'e Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmayı emrediyor. Ya sen bu kadarcık aklınla, Cehalet ve gafletinle Allah'a sığınmazsan Şeytanın şerrinden nasıl kurtulabilirsin?
Halk: Halkm sana olan zararlarına gelince: Halkla kalkıp oturman, onlara uyman, sana âhiretini kay ^ettirmeğe sebep olur. Muhalif hareket edersen sana
- 187 --
düşman kesilirler seni üzerler. TrAa, ve \endilerine uydurmaya çalışırlar. Uyarsan, sana yaltaklanır, öğer. ikram ve izazda bulunurlar. Böylece gururlanıp kibirlenmene sebep olur ki bu hal de seni felâkete götürür. Uymazsan seni küçük görür. Aşağılık muamele yaparlar üzülürsün, onlara kin tutarsın. Günahkâr olursun. Hülâsa hakla alış veriş etmek, kalkıp oturmak vt; onlara uymak, didişmeğe ve bunun sonucu olarak türlü felâket ve belâlara sebeptir. Bütün bunları ve kendi halini düşün. Öldükten sonra da onlar seni ter keder ve öyle unuturlar ki sanki seni dünyada görmemiş, adını dahi işitmemişlerdir. Mezarda, beraber, götürdüğün sâlih amelden başka hiç kimsenin yardımı dokunmaz. Bunları düşün. Aklını başına topla, gafil olma. Yoksa bu vefasız insanlar, yok olmaya mahkûm bu geçici topluluk, seni uğraştırır. Rabbına ibadet etmekten mahrum bırakır. O zaman da Allah'ın huzuru aa çıkmaya yüzün kalmaz. Onun için Ahire tini düşün ve oraya göre kendini çok iyi hazırla ki son durağın ve ebedî yuvan orasıdır. Daima oranın sahibine (Allah'a) muhtaçsın. Dünya ve âhiret için bütün, işlerinde baş vuracağın ve her halinde sığınacağın yer, felâket ve musibetlerde tek dayanağın ve kurtarıcın odur.
Nefs: Nefs-i emmarenin aldatışlarını, kötülüklerini bilmek istersen. Onun hallerine bak ve öğrenip ibret dersi al. Nefs denilen bu aşağı yaratık, şehvet hislerinin kabarışı anında hayvanlaşır. öfkeli zamanlarında Arslan kesilir. Günah işlerken masum bir çocuk kılığına girer. Nimet refah ve bolluk içinde iken Fir'-avun kesilir. Aç kaldığı vakitlerde delirir. Tokken böbürlenir. Doyurduğun zaman neş'elenir. Coşar. Aç bırakırsan inlemeğe, sızlanmağa başlar. O, adetâ kötü huylu bir merkebe benzer. Beslersen manda olur. Aç bırakırsan o iğrenç sesiyle anırır, rahatsız eder. Bazı
bilginler der ki: Nefs, o kadar habis, ahmak ve inatçı dır ki bir şehvete veya bir günaha yeltendiği zaman onu durdurmağa kalksan, o andaAllah'ı Peygamber'i ansan, bütün sâlih ve velileri şefaatçi götürsen, ölümü, kıyameti, Cennet ve Cehennemi anlatsan bunların hiç birinden müteessir olmaz. Yaptığından vaz geçmez. Azgınlığına devam eder; Ancak yemeğini keser, vaktinde yed irmezsen o zaman şehveti durgunlaşır. Günah işlemekten vaz geçer. Çünkü o, açlıktan müte'essir olduğu kadar hiç bir şeyden etkilenmez, îşte basiret ehli nefsin bütün bu hallerini (habasetini, hainliğini, inadını ve kötülüğünü) bilir ve ona göre dikkatli davranırlar.
Ahmet bin Erkân El Belhî-der ki: Düşmanla sava şıldığı bir zamanda, bir gün nefsim beni savaşa gitmeğe dürttü. Hayret ettim ve kendi kendime dedim ki: Cenab-ı Hak, Kur'anda (Yusuf S. A. 53) "Nefs olar ca şiddetiyle kötülüğü emredendir muhakkak" buyurmuştur. Halbuki nefsim, beni hayre teşvik ediyor. Bu ne hikmettir bunda bir sebep olsa gerek. Şöyle düşündüm: Galiba, düşmanı yenmek üstün gelmek bahane siyle insanlara karışmamı istiyor. Bundan da maksadı, halk savaşa gideceğimi işitsin. Bana saygı göstersin gururumu okşasın ben de kibirlenip günaha gireyim diye düşündüm. O zaman nefsime dedim ki: Savaşa gidersem kimseye görünmem savaş yerinde de ıssız bir yerde dururum. Nefsim bu fikrimi de kabul etti. O zaman yine kendi kendime Cenab-ı Hak, doğru buyurmuştur sen • yalancısın. Beni hayırlı işe yöneltmezsin. Muhakkak bunda bir garazın, bir dalaveren var dedim (nefsime). Bu defa başka yoldan denedim ve nefsime: Savaşa giderim. Fakat şunu bil ki, savaşta benî koruyacak zırh giymem ve en ileriye geçer düşmana ilk defa ben saldırırım. Bu durumda ölecek sensin sen
- 189 -
- 188 -
dedim. Bunu da kabul etti. Hülasa yapmak istediği bütün kötülükleri kendisine söyledim ve bu sebeplerden dolayı seni menederim dedim hepsini kabul etti ve fikrinde ısrar etti. O zaman Cenab-ı Hakka yalvardım ve dedim ki ya Rabbi, sen gerçeksin, nefsim yalancı. Beni bu hayırlı işe teşvik etmesinin sebebi ne dir? Bana bildir ki çaresini ariyayım. Nihayet Allah lütfetti. Maksat belli oldu. Nefsimi , söyletti; dedi ki: Ya Ahmed, hiç bir sözümü yerine getirmiyorsun. Bütün arzularımı önlüyor, beni tepeliyorsun. Benim bu halimi kimse anlamıyor. Eğer savaşa gidersen bir kerede ölür senden kurtulurdum. Halk ta işidir Ahmed şehid oldu der. Bu söz her tarafa yayılır ve her yerdo söylenir. Böylece güzel bir anılışla anılırdım. O zaman nefsimin arzu ve dileğinin Riya ve şöhret olduğunu anladım ve savaşa gitmek fikrinden vazgeçtim.
Şimdi nefsin aldatış ve yanıltmalarına bak! Sana öyle bir iş yaptırmak istiyor ki ölümünden sonra da riya ve şöhret günahını verdirsin. Onun şerrinden ve gururundan Allaha sığınırım. Bu konuda öğrenilmesi şart olan şu bilgiyi de verelim: İbadet iki kısımdır: Biri kazanmak, (elde etmek) diğeri sakınmak (korunmak) tır. Kazanmak, ibadet etmeğe, sakınmak ta, günahlardan çekinmek (işlememek) tir. Sakınmaktan hasıl olan ibadet daha salim ve daha iyidir. Bu, tâatların önemlisi ve kuvvetlisidir. Buna takva derler. Yeni başlıyan-lar, yâni. dinin derinliklerine vakıf olmıyanlar ibadet etmeğe gayret ederler namaz kılar oruç tutarlar. Olgunlar (Ö'nin esaslarını gerçekten bilenler) sakınmaya önem verirler. Zihin1 erindeki fikirleri, kalplerinde-ki arzulan atar, Allah'tan başkasına meyletmezler. Fazla yemekten midelerini, lüzumsuz konuşmadan dillerini, haram ve manasız şeylere bakmaktan gözlerini sakınırlar. Nitekim bazı din âlimleri: susmaktan fazi-
- 190 -
letli oruç, işkence ve eziyet vermekten elini çekmek kadar üstün sadaka olmaz derler. Ey aziz, bu iki kısım ibadeti hakkıyle yaparsan dileğin yerine gelmiş. İbadet yolunda selâmete, cihadında zafere ermiş olursun. Eğer ibadetin, sakınmak kısmını yapıpta kazanç kısmını ihmal edersen sâlih olursun. Fakat kazançlı olmazsın. Çünkü kötü ahlâk sâlih amelleri yok eder. Ba-zan bir çok zahmet ve zorluklarla kazandığın ibadeti bir kelime ile veya yanlış bir hareketle bozarsın. Derler ki: İbni Abbas (R.A.) dan iki kişi hakkında ne der sin diye sordular: Biri çok hayır işlediği gibi çokta şer işliyor. Diğeri az şer işliyor. Serden selâmet, daha faziletlidir diye cevap verdi. İbadeti, ikiye ayrılmış hastalık haliyle karşılaştıralım. Hastalığın da ilacı iki kısımdır: Biri ilaç diğeri dikkat ve perhizdir. Eğer ilaçla perhiz birleşirse hastalık çabuk geçer. Hasta iyileşir. Dikkat ve perhiz, ilaçtan önemlidir. Çünkü perhizi terketsek ilacın faydası az olur veya hiç olmaz. Fakat ilaçsız dikkat ve perhiz çok faydalı olur. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: (Dikkat ve perhiz ilaca ihtiyaç bırakmaz) Rivayete göre Hint doktorları, hastalarını perhizle tedavi ediyorlarmış; ilaçla değil, Hasta bir kaç gün yemek ve içmekten perhiz yapınca iyileşiyormuş. Bu açıklamadan anlaşıldı ki Takva asıldır. Takva sahiplerinin derecesi, Allah yanında Âbidlerinkinden üstündür.
Takva bölümünde anlatılan dört organın takvası diğer organlara da etki yaptığı için önemlidir.
Göz: Dünya ve âhirete ait bütün işlerin merkezi gönüldür. Bunun, yâni kalbin iyi ve fena duygularıyla bunlara bağlı hareketlerin çoğu gözden gelir. Hz. AH (R.A.) de bu hususta şöyle buyurur: "Gözlerine hâkim olmıyan kişinin yanında kalbin kıymeti yoktur".
Dil, Dilin en büyük kazancı ve faydası ibadettir.
- 191 -
Derlenecek meyvesi tâat ve marifettir. Bunların yanında fenalık ve zararları da çoktur. Gıybet, lüzumsuz ve faydasız sözler gibi. Dil, öyle büyük bir âfettir ki bazan senin nice yıllık tâat ve ibadetini bir anda yok eder. Bu sebepten manevî olgumuğa ermiş nice kâmil insanlar var ki dillerini ağız zindanı içinde uzun müddet hapsetmişlerdir. Bazı âlimler der ki Allah yoluna girenler için en faziletli yardımcı dillerini tutmalarıdır. Selâmet burcuna çıkmak için tek yol susmaktır. Yâni manevi nimetlere ermenin tek yolu, dilin hayırdan başka konuşmaması, susmasıdır. Basiret sahipler: bunu düşünüp kendi hallerine baksa yersiz ve lüzumsuz konuşurken harcadıkları nefesleri Allah'a tevbe ve istiğfarla geçirseler her halde daha kazançlı olurlardı. Belki Cenab-ı Hakkın merhametli anlarına rastlar, afva mağfiretine nail olurlardı. Yahut, La ilahe illallah deseler, onlar için yüksek derece ve üstün mertebeye erişme imkânı olabilirdi. Yahut, sonlarının iyi olmasj için Cenab-ı Hakka dua edip yalvarsalar, belki duaları kabul olunur ve kıyamet gününde uğrayacak lan azaplardan kurtulurlardı. Bu kadar büyük fayda ların sağlanacağı o anları kaçırıp lüzumsuz konuşmalarla uğraşırsan bunun en az karşılığı mahşer gününde sorgu ve hesaba çekilmek hapse mahkûm olmak ve azaba uğramaktır. Bazı ermiş zatlar da: Yersiz ve değersiz söz söyliyen kişi hemen o anda (Suphanallah) deyip istiğfar etse mutsuzluğu mutluluğa dönüşür derler.
Mide: Yemek yeme ;stoği,,kişive gıda aldırtır. Gıda, yaşamak için lüzumludur. Aynı zamanda ibadetin de tohumudur. Tohum bozuksa ekim de bozuk olur Hatta bazan bu bozuk tohum tarlayı da bozar, "rür vermesini engeller.
- 192 -
Ma'ruf Kerhî der ki: Oruçh> olduğun zaman kimin yemeğiyle ve kimin yanında iftar ettiğine dikkatle bak. Nice kişiler var ki yedikleri bir lokma onların kalplerini bozar ibadetlerine mani olur. Nice loksfıalar var ki gece namazlarını engeller, kıldırtmaz. Nice kötü bakışlar var ki, sahibini Kur'an okumaktan alıkor.
0 halde, bu önemli sözleri gözün önüne getir. Gıda işinde dikkatli ve ihtiyatlı davran. Edebli ve tedbirli davran. Aksi takdirde mideni lüzumsuz ve fazla gıda ile doldurmuş, yemek hamalı yapmış olursun. Bu da sana vakit kaybettirir. Ne ibadetten tad alır ne de kalbinde marifet nuru parıldar. Nitekim İbrahim Bin Ethem der ki: Lübnan dağlarında ki Abidlerin çoğu ile konuştum. Bana, halkın arasına döndüğün zaman şu dört şey'i onlara nasihat et dediler.-
1 - Çok yemek yiyen ibadetten zevk almaz.
2 - Çok uyuyan ömrünün bereketini bulmaz.
3 - Halkın rızasını gözeten Allah'ın rızasını bek-liyemez.
4 - Çok konuşan ve gıybet (arkadan çekiştirme) yapanların sonu, hayırla, selâmetle kapanmaz.
Sehil der ki: Bütün hayırlar, iyilikler şu dört vas fm içinde toplanmıştır. Kâmil insanlar bunlara riayet etmekle kemale ererler: 1 - Açlık, 2 - Susuzluk 3 - Susmak (lüzumsuz konuşmamak) 4 - Yalnızlık (Halkın kötülüklerine karışmamak ve tenhaya çekilip ibadetle meşgul olmak.)
Bazı Arifler der ki: Sermayeniz açlıktır. Bunun manajşı şudur: Vebalden (günah almaktan) kurtuluş, halde selâmet (sıhhatli olmak), ibadetten zevk almak,
hikmet ve marifeti elde etmek hep açlığa sabretmek, dayanmakla kazanılır.
Kalp: Maddî ve manevi hallerde asıl olan gönüldür. O, bozulursa diğer organların heps'i de bozulur. O, düzelir, temiz olursa, hepsi temiz olur. Gönül Sultandır emreden, hükmeden o dur. Diğer organlar onun maiyetidir. Onun emrindedir. Sultan bozuk davranırsa teb'a da bozulur. Doğru olursa maiyeti de doğru olur. Yâni kalbin teb'ası olan göz, kulak, dil, mide hep kalbin durumuna bağlıdır. Bu organlarda meydana gelen bozukluk, muhakkak kalpte belirmiş bir bozukluğun sonucudur. O halde Allah yolunda yürümek is-tiyen kişiye önce kalbini bütün gayretiyle düzeltmek, kötü düşünce ve duygulardan arıtmak vacip olur. Kalbin İslahı, arıtılması ince bir iştir. Tedbirleri zorunludur. Bu sebepten basiret sahipleri bu hususta çok dikkatli olurlar. Nitekim Bayzid-ı Bestâmî der ki: Gözüme, dilime, nefsime acı bir ilaç yedirdim (düzeltmeğe çalıştım) Kalbin ilacını (düzelmesini) hepsinden zor
gördüm.
Bu durumda, yukarda belirttiğimiz, uzun emel, acelecilik, hased ve kibirden dikkatle sakınmak senin için vaciptir. Çünkü bütün âfetlerin kaynağı bunlardır. Hased ve kibir illeti, özellikle bir çok âlimlere ve Kur'an hafızlarına musallat olur. öyle ki kendi denklerinin, arkadaşlarının üstünlüğünü gördüler mi yokluklarını, belâya uğradıklarını istercesine kıskanırlar. Derler ki-. Malik bin Dinar, Her kes için hafızların şe-hadeti^d kabul ederdi. Yalnız, birbirleri için kabul etmezdi. Sebebini sormuşlar. Birbirlerini fazla kıskandıklarını gördüğüm için kabul etmezdim, diye cevap
vermiştir.
Derler ki: Bir gün Fadıl oğluna: Bana öyle bir yerde ev al ki mutlaka Kur'an hafızlarından, özellikle bir
aybımı (kusurumu) görünce derhal her kese yayanlardan, ve varlığımı (Allah'ın bana verdiği nimetleri) görünce kıskananlardan uzak olsun diye tenbih eder. Alimlerden bir zümre vardır ki, iyi ve sâlih insanların kıyafetine bürünür. Bilgileri ve bir kaç rek'at fazla namaz kılmalariyle gururlanır, asık yüzlü olur, kendilerini yüksek, halkı küçük ve hakir görürler. Sanki bilgi ve ibadetleriyle halka minnet eder gibi bir tavır takınırlar ve yine sanki kendilerinin Cennetlik, başkalarının Cehennemlik oHuklarına, ellerinde ilahi bir belge varmış gibi davranıyorlar. Kendi saadetleriyle, diğer insanları mutlu veya mutsuz yapma gücüne sahip olduklarını, halka göstermeğe çalışıyorlar. Sofular elbisesini giyer, sofiyane kıyafete bürünürler. Fakat yaptıklarının iri ene vî olgunluğa yakışmadığını, o, alanda yükselmeğe engel olduğunu ve kibirlenme denilen kötü illetin ta kendisi olduğunu idrak etmekten acizdirler.
Derler ki: Markad Sahi, bir gün Hasan Basri'yi Zi-¦yarete gider. Kendisi, sofu (kaba yünden örülmüş) elbisesini giyerdi. Hasan Basri'nin üzerinde oldukça değerli bir elbise vardı. Hasan Basri'nin elbisesine dikkatle bakıp ellemeye başlar. H. Basri, ona, şöyle der. Benim elbisem Cennet ehlinin elbisesidir. Senin- giydiğin Cehennem halkının giyimidir. Bize bildirildiğine göre Cehennem halkının çoğu giyinişleri sebebiyle oraya gitmiş. Çünkü bunlar iki yüzlülük yaparlar. Kimi zühd ve takvalarını giyimlerinde, kimi kibirlerini göğüslerinde saklar. Bundan sonra H. Basri dedi ki: Allah hakkı için, bu alemin yaratıcısına yemin ederim ki sizin bu elbise içinde öyle bir kibriniz vardır ki ipek ve atlas giyinenlerde yoktur.
Ey aziz, eğer gören bir göz ve idrak eden bir
194 -
195
zihnin dikkatiyle şu dünyaya baksan, bunun azı baklasına, çoğu yorgunluğuna, hayri şerrine yetmediğini, zararlarının faydasından çok olduğunu anlarsın. Dünyayı sevmenin ve onunla haddinden fazla uğraşmanın kişiyi Cenab-ı Hak'tan uzaklaştırdığını, kıyamet gününde hapse, sorguya, azaba sebep olduğunu katiyetle bilsen onun haramından sakınır, fuzulü helâlinden çekinirsin. İhtiyacından fazlasını almaz, dünya nimet ve lezzetlerine sarürnazsın. Ahirette Cenab-ı Hakka yakın olmak, için sayısız çalışırsın. Halkın sana faydadan çok zararları dokunur, İçlerinde vefa, kalplerinde safa yoktur. Onlardan uzak kalmak ve ihtiyaçtan fazla görüşmemek lâzımdır. Onlarla görüşmek zorunda kaldığın zaman, fayda ve zararlarından sakınırsan, sohbetlerinden ziyan etmez, görüşmediğin için üzüntü duymazsın. Bu şekilde davranırsan bütün işlerin rast gider, hepsinde de Allah'ın yardımını görür, günah ve vebalden kurtulursun. Nitekim Hz. Peygamber tS.A.V.) buyuruyor: "İşlerinde doğru ol. Her neye yönelsen Cenab-ı Hakkı orada hazır bulursun. Sonra, Şeytanın (bütün yardımcüariyle) sana çetin bir düşman olduğunu bil. Onun aldatma ve kandırmalarım daima düşün ve şerrinden Allah'a sığınıp, kuruntularına karşı ona tevekkül etsen, lânetli Şeytanın bütün aldatış ve kuruntularından, şerrinden (Allah'ın yardımiyle) kolayca kurtulursun." Nitekim Cenab-ı Hak (En nahl S. A. 99) buyuruyor: "Gerçek şudur ki İman edenler ve Rablarma güvenip dayananlar üzerinde Şe -tanın hiç bir hakimiyeti yoktur."
Derler ki Ebu Hâzim'a: dünya hayatı nedir, Şeytan kimdir? diye sordular. Dünya hayatı geçmişi raya, baki kalanı (geleceği) arzudur. Şeytan, öyİ6 bir kimsedir ki bize zararlı olan çoyde yardımcı, faydalı olan işte engelleyicidir diye cevap verdi.
- 198 -
Nefs-i emmarenin cehaletini, aşağılıklarını ve bunlardan sakınmıyanın felâket çukuruna nasıl yuvarlandığını bilsen ve işlerin sonuna dikkat edip incele-sen nefsini akıllılar gibi gbrür, çocuklar ve cahiller gibi görmezsin. Çünkü bunlar, hâle bakar sonucu göremezler. Hastalığın zararını göremiyen ve acılığına dayanıp ilaç içmediği için iyileşemiyen bir hastaya benzerler. Nefsine takva gemini vursan, önemli olmıyan lüzumsuz işlerden men'etsen, yerinmiş sıfatlardan ve kötü huylardan uzaklaştırsan; uzun emel, işte acelecilik, müminleri kıskanmak, lüzumsuz ve yersiz kibirlenme, şehvet hırsıyla gıda almak gibi. Bunlardan sakınmadığın takdirde bana zarar gelecektir diye kork-san. Hak yoluna girmiş, selâmete, huzur ve rahata kavuşmuş olursun. Çünkü Cenab-ı Hak, rahmet ve ina-yetiyle geçim işlerinde, kullarına geniş yardımda bulunmuştur. Dini bakımdan zararlı olan şeylere muhtaç etmemiştir. Bu durumda, mubah olan şeylerin fazlasını terketmekten zarar gelmez. Belki daha hayırlı ve daha faydalıdır. Nitekim bazı âlimler takva, kola/ bir şeydir: Nefsim bir şey ister. Eğer o şey çok lüzumlu değilse reddederim. Çünkü nefsime onu versem fazlasını ister vermezsem en aziyle yetinir. Evvelce de yazmıştık: Nefis bir merkeptir ki ne kadar yüklesen dayanır. Yükünü hafifletsen serkeşlik eder. Nefiste öyledir. Her istediğini yapsan azar. Az versen kanaat eder uslu durur. .
İşte bu anlattıklarımıza riayet edip şartlan yerine getirerek hareket edersen muhakkak dünyaya gereği kadar önem verir. Ahiret işlerine daha istekli ve hevesli olursun. Zaruri hallerde halkla temasa gelir, kötü işlerinden ilişkini kesersin. O zaman Allah'a yakın ve onun kapısında değerli bir hizmetkâr olursun. Arif ve kâmillerin yolunda y"rümeğe yetki kazanırsın.
.- 197 -
Dünyada Allah'ın değerli kullan arasına girersin. Ahi-ret gününde de Cenab-ı Hakkın (Fecr.S. A. 29) "dön Rabbine sen ondan razı, o, senden razı olarak" iltifatına lütuf ve keremine nail olarak Meleklerden üstün olursun. Çünkü Meleklerin nefs-i emmaresi yok ki onları şerre sürüklesin. Şehveti yok ki kötülüklere şevketsin. Şeytan onlara yanaşamaz ki aldatsın. Sen ise nice amansız düşmanların kötülükleriyle, belâlariyle karşılaşır ve onlarla uzun müddet savaşırsın. Sonunda hepsini yenip, Allah'ın hizmetine girer, doğru hareketlerinle, tâat ve ibadetinle rızasını kazanırsın. Cenab-ı Hakka en içli niyazımız, yalvarmamız hepimizi, bütün müslümanları bu düşmanların şerrinden, kötülük ve zararlarından lütuf ve inayetiyle koruyup kapısında, arınmış bir kalple hizmet eden sevgili kullarının zümresine ilhak eyle,sin âmin. Ya Rabbel âlemin.
- 198 -
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Âbidleri ibadetten alıkoyan ve gayeye ulaşmalarım erigelliyen sebeplerdir ki bunlarda dört çeşittir-. Bunları kitabın başında söylemiştik. Biri rızıktır ki, insan, yaşamaya mecbur olduğu için onu ister. Bu engelden kolaylıkla kurtuluş kişinin gerek rızık ve gerekse diğer işlerinde Cenab-ı Hakka tevekkül etmesidir. Bu hususta Allah'a tevekkülü gerektiren iki şey vardı t: Birincisi tevekkül etmeyip dünyaya bağlanan, erzak tedariki için fazla didinip uğraşan (tüccar ve esnaf gibi) yahut türlü hayaller kurarak düşünen ve kalbin >. geçim işleriyle meşgul eden (diğer meslek sahiplen gibi kişiler ibadetlerinde gevşek davranırlar. Kendile rini tâat ve ibadete veremez veya vermek için vakit bulamazlar. Vakit bulup yapsalar da o .ibadetten pek sevap alamazlar. Çünkü beden ibadette, fakat kalp hayal ve düşünceleriyle dünyadadır. Bunlar, kalplerin den bu dünya ihti as ve duygularını, kafalarından gaile ve düşüncelerini atıp Allah'a tevekkül
199
edemedikleri için tereddüt içindedirler. Ya ibadet ve tâatla meşgul olamaz veya gereği kadar ona sarılamazlar. Bunların dünyaları huzursuz, âhiretteki halleri .belirsizdir. Nitekim Şeyh Ebu Ahmet derki: dünyada iki kişinin işi yürür ve sonuçlanır. Biri becerikli olanın diğeri tevekkül edenin. Becerikli olan işinde atık ve cesur olur: Kuvvetine ve becerikliliğine güvendiği için s engellere aldırmak, hatır falan dinlemez. Her engeli azim ve cesaretiyle yener işini yapar bitirir gayeye erer. Tevekkül edenler de basiretleri kuvvetli olduğu için iş hususunda Allah'ın yardımına güvenerek işo girişir, halkın korkutmasına ve Şeytanın aldatışlarına aldırmaz. Başarıyla dileğine erer. Fakat işlerinde mütereddit olup, çalışmada korkak ve çekingen, tevek kül etmede kusurlu olanlar gayretleri az, iradeleri zayıf olduğu için hayvanlar ve köpekler gibi sahiplerine bakar ve onun vereceğini beklerler. Bu gibi insanların kalpleri her zaman rica etmek ve istemek durumundadır. Yaptıkları işler basit olmasına rağmen başarıları azdır. Halbuki hikmet ve gayret sahibi insanlar, dürüst çalışmalariyle çalıştıkları işlerde başarı göstermeğe, yüksek rütâbe ve üstün mevkiler kazanmaya çalışırlar. Fakat mevki ve kazanç hırsından, evlâd ve nefis sevgisinden kalplerini ayırıp Allah yoluna giremedikleri içii • kolayca maksatlarına eremezler. Mesela: Hükümdarlar makamlarında kalsın ve saltanat sürsün diye düşmanlarıyla savaşırlar. Bu yolda ya mülk elde eder yahut kellelerini verir mahvölup giderler. Tüccarlar da doğuyu, batıyı gezer, karaları, denizleri dolaşır. Şehirlere evlere, otellere her tehlikeyi göze alarak girer çıkarlar. Bu ihtiras ve çaba içinde mal toplamağa, para kazanmağa çalışırlar. Bunlar da zengin olma ve mal toplama hırsı o kadar kuvvetli ki onları, bunca tehlikelere katlanmaya sevkeder. Sonunda ya
- 200 -
zengin^ olmak veya bu yolda ölüp gitmek olduğunu djj bilirler. Çarşı halkı, esnaf ise, gayretleri az kalpleri zaif olduğu ve sermayeden zarar ederiz diye korktuk lan için tehlikeli ve ağır işlere girişemezler. Az kazanca kanaat ederler. Uzun ve yorucu yolculuklara katlanmazlar. Bunların en uzun yolculuğu evden dükkana, dükkandan eve kadardır. Bu sebepten ne devlet büyükleri gibi yüksek rütbe ve makamlara erer ne de tüccarlar gibi büyük kazançlar temin edebilirler.
Fakat Ahiret yolcularının sermayesi tevekküldür. buna dayanarak zorluklan yenme ve kalp rahatı içinde ibadetlerini yapma gücünü kazanırlar. Yalnızlığa çekilip tâat ve ibadetlerini yapar, diledikleri yerleri gezer, geçtikleri konak ve şehirlerin tehlikelerinden korkmazlar. Çöllerde dağ ve derelerdeki ıssız yerlerde barınır, yeme içme, giyim ve barınma sıkıntısını çekmezler. Bunlar, insanlar için örnek ve aynı zamanda önder zatlardır. Gerçekten yer yüzünün beyleri ve hâkimleri bu azizlerdir ki nereyi isterse oraya gider, hangi makamı beğenirlerse oraya geçer otururlar. Gönüllerinin dilediklerini yaparlar. Bunları hiç kimse durduramaz ve engelliyemez. Dünya beyleri gibi, hizmetçilere, yardımcı ve destekleyicilere muhtaç değillerdir. Yalnızlığa çekilmiş, dünyaya yüz çevirmiş ve Allah'ın sevgisini kazanmış kişilerdir. Nitekim Hz. Peygarıber (S.A.V.) buyuruyor: Halkın en faziletlisi olmak istiyen takva sahibi olsun. însaniann en kuvvetlisi olmak istiyen tevekkül etsin. Halkın en zengini olmak istiyen Cenab-ı Hakka yakın ve bütün güveni ona olsun. .
Süleyman bin El Havas der ki: Cenab-ı Hakka temiz, arınmış bir niyetle tevekkül eden kişiye bütün beğler ve halk ona muhtaç olur.
İbrahim El Havas'ta der ki;-fih- gün çölde birisine
- 201 -
rastladım. Nereye gidiyorsun diye sordum. Kabe'ye dedi. Sende ne erzak ne de binek var nasıl gidersin dedim. Bana, ey inancı zayıf, güveni az adam, yerleri ve gökleri yaratan, onları koruma ve idare etme kudretine sahip olan Allah, beni Kabe'ye erzaksız, bineksin yollamaya gücü yetmez mi? diye cevap verdi. Sonra bıraktım. Fakat Mekke'ye vardığımda o adamı, Kabe'yi tavaf ederken ve her dönüşünde: "Ey gönül dünyayı terket, Rabbından başkasını sevme" sözlerini tekrarlarken gördüm. O da beni gördü, tanıdı ve galiba Kabe'ye yeni geliyorsun. Senin erzakın ve bineğin de vardı. Bunlardan mahrum, benim gibi zayıf bir adamdan niçin sonraya kaldın dedi ve ayrıldı.
Ebu Muti der ki: Bir gün Hatem El Esma'dan sordum. Sen, erzaksız ve bineksiz çölleri, her yeri gezer missin. Dedi ki: Benim azığım dört şeydir: 1 - Dünya ve Âhiretin, Allah'ın kudret elinde bulunduğunu, 2 - Bütün yaratıkların onun kulları olduğunu, 3 - Rızık-ların ve sebeplerinin hepsinin onun emriyle dağıldığını. 4 - Kâinatın her zerresinin onun tasarrufunda bulunduğunu gördüm ve buna içten inandım. îşte bu dört şey, benim Allah'a tevekkül etmemi gerektirir.
İkincisi : Tevekkülü terketmekte büyük hata ve , tehlike vardır. Çünkü Cenab-ı Hak, insanları, rızıkla-riyle beraber yarattı. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor-. "Allah bizi yarattı sonra rızkını verdi" Bu âyet-i kerimeden anlıyoruz ki yaradılış ve rızık veriş yalnız Allah'a mahsustur. Ve bizi yarattıktan sonra rızkımızı vereceğini vaid buyurmuştur. Cenab-ı Hak, bu vadiyle de yetinmedi rızkımızın ödeyicisi olduğunu bildirdi. Nitekim Allah, Kur'an-ı Kerimde (Zâriyat S.A. 58) "Şüphesiz, rızkı veren, O pek çetin kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir" buyuruyor. Yâni Allah, bütün canlıların rızkına kefildir, ödiyecektir. Hatta yalnız ödiye-
- 202 -
ceğim sözü ile de yetinmedi. Bunun için yemin etti: (Hüd S.A. 8) "yer yüzünde hiç bir canlı hariç olmamak üzere rızıkları Allah'ın üstündedir" yani yerin ve gö ğün Rabbi hakkı için her şeye rızık veren O dur. Kendi varlığımızdan şüpheniz olmadığı gibi buna da şüpheniz olmamalıdır. Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: (Zâriyat S.A. 23) "İşte o, göğün ve yerin Rabbine andol-sun ki (va'd olunduğunuz) o (şeyler) tıpkı sizin ko nuştuğunuz gibi şüphesiz ve kati bir gerçektir" Yâni: yer ve gök Rabbi hakkı için size rızık vermek, sizin kolayca konuştuğunuz gibi Allah için de o kadar kolaydır. Bununla da yetinmedi ve şöyle buyurdu: (Furkan S.A. 58) "Ölmek şanından olmıyan Allah'a' güvenip cayan" başka bir âyette: "Eğer inanıyorsanız, Allah'a tevekkül ediniz."
Şimdi, bu açık ve kesin ifadeye rağmen Cenabı Hakkın sözüne inanmıyan, va'diyle yetinmiyen, rızkın ödeyicisi olduğuna güvenmiyen, yeminine kanaat et-miyen, korkutmalarına aldırmıyan ve emrine uymı-yan kişinin, Kıyamet günündeki hâli nice olur ve sonu nereye varır. Allah'a yemin ederim ki bütün âlem ve Adem oğullarının hepsi, onun kudret elinde ve iradesinin etkisi altındadır. Fakat insanların çoğu gafil ol duklarından bu bilgisizlik onlar için şiddetli bir musibet ve büyük bir felaket oluyor. Nitekim Hasan Basrı der ki: Cenabı Hakkın, yemin ederek bildirdiği bir şey'e inanmıyan kavme Allah'ın laneti olsun Rivayet ederler. "O göğün ve yerin Rabbına andolsun ki va'dolunduğunuz o şeyler tıpkı sizin konuştuğunuz gibi hak ve gerçektir" Ayeti kerimesi indiği zaman Melekler şöyle söyledi: Yok olsun c insanlar ki Cetfab-t Hakkı öfkelendirdiler o da rızıklarmı tekeffül ettiğine yemin etti.
- 203 -. ¦ '¦
Üveys Kâranı der ki: Rabbını tasdik etmezsen yer ve gökteki bütün yaratıkların ibadeti kadar ibadet etsen kabul olunmaz. Nasıl tasdik edelim diye sordular. "Rızık içinde Allah'ın size kefil olduğuna inanmak ve bu inançla, vücudunuzu ibadete hazır duruma getirmekle" cevabını verdi. Herem bin Hayyan, Üveys Kâ-râni'den sordu: Oturup yerleşmek için bana nereyi tavsiye edersin. Üveys, Şam dedi. Herem, orada geçim işi nasıldır deyince Üveys, sen rızık hususunda şüpheye düşenlerdensin. Böylelerine öğüt tesir etmez cevabını verdi.
Rivayet ederler ki: Ölülerin kefenlerini soyan bir hırsız Bayzıd-ı Bestâmi'nin yanına tevbe etmeğe gelir. Bayzıd, kendisine halini (bu işi nasıl yaptığını ve neler gördüğünü) sorar. Hırsız, bin mezardan kefen çıkar dım. İki kişiden başka yüzleri kıbleye dönük olanı görmedim deyince Bayzıd: Bu miskin kişiler rızıklarını tedarik hususunda tevekkül etmedikleri için yüzleri Kıbleden döndürülmüştür, karşılığını verir. Rivayet ederler: Salih, iyi bir kişiye halin nedir, imanın salim midir? diye sorarlar. îman selâmeti, yalnız gerçekten tevekkül eden insanlarda olur. Cevabını verir.
Tevekkülün faziletlerini, faydaların, anlattınız. Şimdi hakikatini, hükümlerini, dereceleriyle diğer hallerini de bize bildiriniz ki ona göre hareket edip fay dalanalım diye sorulsa cevabımız şudur: Sorduklarınızı gereği kadar anlatabilmek için Önce tevekkül kelimesinin manası nedir? Nerelerde tevekkül etmek lâ zımdır. Tevekkülün sınırı ve sığınağı nasıldır bilinmesi icap eder. Tevekkül kelimesi, vekâlet sözünden alınmıştır. Lügat manası. Bir kişiyi vekil tayin edip bütün işlerini ona teslim etmek ve yaptıklarına karışmamaktır.
Rızık için üç yerde tevekkül etmek icap eder: Kısmet yeri, nusret, yeri, rızık yeri.
A - Kısmet yeri: (Cenab-ı Hakkın kişiye ezelden kısmet etiği şeylerin mutlaka kendisine geleceğine inanmak ve ondan hiç şüpheye düşmemektir. Çünkü ilahî takdir değişmez. îşidümiş ve görülmüş türlü delillerle bu gerçek sabit olmuştur.
B - Nusret yeri: Din yolunda yapılan mücahede de olduğu gibi rızık işindede Allah'ın yardımına ve onu mutlaka başarıya götüreceğine inanıp, kendi kuv-•vetine ve yardımcılarının çokluğuna değil Allah'a gü venmek ve ona tevekkül etmek. Nitekim Cer ab-ı Hak buyuruyor: (îmrari S.A. 159) "Bir kerre de azmetdin mi artık Allah'a güvenip dayan" ve yinş buyuruyu1" CMuhammed S.A.) "Ey iman edenler, siz Allah (in dinine, onun Peygamberi Zişanın) a yardım ederseniz o da düşmanınıza karşı size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" ve yine buyuruyor: (Er-Rum S.A. 47) "Mü minlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır"
C - Rızık yeri: Cenab-ı Hak, kudretine inanan ve güvenen ve ona tevekkül eden kulunun rızkını tekeffül eder. Nitekim Allah buyuruyor: (Talâk S.A. 3) "KimAllah'a güvenirse, o ona yetişir" Hz. Peygamber (S.A.V.) de buyuruyor: "Eğer siz, Cenab-ı Hakka tam bir imanla tevekkül etseniz, kuşlara rızık verdiği gibi sizin de rızkınızı verir." Kuşların sabah aç kalktığını ve akşam ,tok döndüğünü görmüyor musun? Rızka hırs göstermiyor açta kalmıyorlar. Bu derece tevekkül, mü'miri için farzı ayındır. Aklî ve şer'i delillere göre halk içinde yaygın olan bu tevekküldür. Bu hususta istenen de budur. SâJih insanlar rızkın bu çeşidine
- 205 -
(mazmun) ödenmiş rızık ederler. Tevekkül rızkı da derler. Fakat mutlak tevekkül rızkın hangi kısmıdır? Bunu bilmek için rızkın kısımlarını bilmek lâzımdır.
Rızık dört kısımdır-. Mazmun (ödenmiş) maksum (bölünmüş) memlûk 'elde edilmiş) mev'ud (va'dolun-muş).
1 - Mazmun rızık:, Vücuda kuvvet (yaşama gücü) verecek mikdardaki gıdaya derler. Bu miktar rızık için kişinin Allah'a tevekkül etmesi farzdır. Allah bu miktar rızkı mutlaka kuluna verir. Aklen de şer'ah de böyledir. Çünkü Allah, bedenimizle iş görmemizi ibadet etmemizi emir buyurdu. Bu sebepten bedenimize bunları yapmaya yetecek miktardaki gıdayı vermeyi de tekeffül etti üzerine aldı Kendi lütuf ve keremiyle. Bazı âlimler der ki: Cenab-ı Hak', şu sebeplerden do'ayı kt^KrıruA rızkının zâmını (ödeyicisi) dir: 1 - Rabbımız, mevlanuz, efendimizdir. Kulların mevlalar"-na hizmet etmeleri vacip olduğu gibi kullarının geçimini temin etmekte Mevlası üzerim, vaciptir. 2 - O-nab-ı Hak bizi, nzka muhtaç olarak yarattı. Fakat rızk-, mızm isteme yolarım bize bildirmedi: Rızkımız nedir, mikdarı ne kadardır, hangi yerdedir, ne vakit elimize geçecektir. Kazanma şekli nasıldır? Bütün bunları bilmediğimiz için istiyemiyoruz. Bu takdirde ihtiyaç duyduğumuz mikdardaki rızkımızı bize yetiştirmesi Ce-nab ı Hakka vaciptir.
Allah bize, bir çok hizmet ve mükellefiyetler emir buyurdu. Rızkın peşinde koşmak, onun bu hizmetlerine engel olur. O halde bizi yaşatmaya ve bu hizmet ve ibadetleri yapmaya yetecek mikdarda rızık vermesi Allah'a vaciptir.
Doğru ve mantıkî gibi görünen bu fikirler, ilahi
- 206 -
sırları (gizlilikleri) bilmiyenlerin iddia ettikleri şekilde (rızkımızı vermek) Cenab-ı Hak üzerine vaciptir demeleri hatalı bir görüştür. Bu akli değil belki Cenabı Hak, kendi lütuf ve keremiylo rızkımızı tekeffül etmiş ve üzerine vacip kılmış olmasıdır.
2 - Maksum rızık, Cenab-ı Hakkın, ezelden beri kullanma kısmet ettiği ve Levh-ı mahfuzda yazdığı (Belli mikdardaki yiyecek, içecek ve giyecek) rızık tır. Her kesin payına düşen rızık bellidir azalıp çoğalmadan muayyen vakitte sahibini bulur. Bu rızık, belli vakitte (ne evvel nede sonra) gelir. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.): rızık, ezelden taksim edilmiştir. Takva" ehli, takvaları, dolayısiyle onu arttıramadığı gibi, imansız ve kötü insanlar da, kötülükleri sebebiyle eksiltmezler.
3 - Memluk rızık: Cenab-ı Hakkın kullarına verdiği dünya malıdır. Kendileri veya elleriyle fakirlere vermeleri için Allah'ın kullarına ezelden takdir ettiği mal mikdarıdır ki buna rızık denir. Nitekim Cenabı Hak, "size verdiğim maldan muhtaçlara veriniz" buyuruyor.
4 - Mev'ud mal: Cenab-ı Hakkın, takva sahibi olan, kullarına va'dettiği helâl malıdır. Didinmeden, zahmet çekmeden bu mal onların eline geçiyor. Nitekim Allah Teâlâ (Talâk S.A. 2-3) -Kim Allah'tan kor-karsa (Allah ona bir (kurtuluş) çıkış yeri ihsan eder. Onu hatır u-hayaline gelmiyecek bir cihetten de rızık-laııdmr" buyuruyor. ' " ¦
Rızkın kısımlarını öğrendik. Bunların içinde birincisi (mazmun rızık) için (vücudun yaşama ve çalışmasına yetecek miktardaki rızık) tevekkül etmek
. - 207 -
vaciptir. Fakat maksum ile memlûk rızık (insan için çok önemli olmadığından) Tevekkül etmek vacip değildir, Mev'ud rızkın yerilmesi için de bir takva şarttır.
Bazı âlimlere göre tevekkülün tarifi şudur. Kişinin bütün işlerinde Allah'a güvenmesi ve rızık için endişo ye düşmemesidir. Bazılarına göre de tevekkül, bedenin yaşamasını. sağlıyan gıdayı Allah'tan başka kimsenin veremiyeceğirie inanmaktır.
Şeyhülislâm der ki Tevekkül ile tealluk arasında fark vardır. Tevekkülün manası, beden kıvamının (yaşamaya yetecek güç) Cenab-ı Haktan geldiğine inanmaktır. Tealluk kelimesinin manası, beden kıvamının Cenab-ı Haktan başka .bir kuvvetten gelmediğine inan maktır. Bu iki tarifin de aslı birdir. Bu da kişinin bedenini yaştan ve ona güç ka"' J-ran gıdayı, Cenab-ı Haktan başka hiç kimsenin eremiyeceğine inanmak ve ona güvenmektir. Allah dilerse bir yaratığı sebep yapar ve onunla bedene kuvvet verir. Dilerse, araya hiç bir vasıta koymadan kendi kudret ve azametiyle o gücü ona doğrudan doğruya verir. Yeterki bunu düşünesin ve içten buna kuvvetle inanasın. Bütün sebep ve vasıtaları düşünüp onlara baş vurmadan Allah'a bütün kalbinle yönelesin. Özet olarak tevekkülün dış dayanağı: Cenab-ı Hakkın rızık emrindeki va'dini kefaletini; yeminini düşünmek, iç dayanağı, onun zatını kemal sıfatlarını, va'dinden caymadığını, yanlışlığa düşmediğini, âciz olmadığını, bütün eksiklerden münezzeh olduğunu düşünmektir. îşte bütün bunları düşünür ve hepsine tam bir imanla inanırsan Allah'a tevekkül etmiş olursun.
Cenab ı Hakkın, rızkımızın ödeyicisi olduğunu biî dikten sonra ondan rızık istemek caiz midir değil mi-
- 208 -
dir? Sorusuna cevabımız şudur: Bedene'güç kazandıran insan gıdası, Cenab-ı Hakkın işidir. Bizim onda hiç bir etkimiz olmaz. Onu almaya veya almamaya gücümüz yetmez. Onu, muhakkak Allah verir. Nasıi yaşamak ve ölmek elimizde değilse bu da elimizde değildir. Ama ezelden bize taksim edilmiş ^bölünmüş ayrılmış) rızkı istemek caizdir. Fakat istememek daha iyidir. Çünkü kulun ona ihtiyacı yoktur. Kaderde olan da mühakkal- gelir. Kişinin omın için telaşa düşmesine, onunla uğraşıp ibadetini terketmesine ne lüzum vardır. Cenab-ı Hak (Cum'a S. -\. 10) buyuruyor. "Allah'ın fazlından nasip arayın" %u âyetten rızık istemekle görevlisiniz manası anlaşılıyor buna ne dersiniz sorusuna cevabımız şudur: Bazı âlimlere göre âyetteki fazl, sözünden maksat Kur'an ilmi ve sevaptır. Onu isteyiniz. Bazılarına göre de ezelden taksim edi len fazla maldır.
Mazmun (Allah'ın kefil olduğu) rızık için sebeplere baş vurmak ve onu istemek caiz midir sorusuna cevabımız şu: Hayır caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Hak kadiri mutlaktır Kefil olduğu rızkı, nasıl isterse o şekilde verir. Sebeplerini aramaya ve istekde bulunmaya bağlı değildir. Allah, o nzkı mutlaka verir. Vermesi için sebep aramayı ve istekte bulunmayı şart koş rnamıştır. Nitekim Cenab-ı Hak (Hüd S.A. 6) "Yerde yürüyen hiç bir canlı hariç olmamak üzere rızıkları Allah'ın üstündedir" buyuruyor. Bu âyet, Allah'ın, bi rinci rızkımızı şartsız olarak tekeffül ettiğini bildirmektir.
Sonra insan bu mazmun (birinci çeşit) rızık hangisidir, nerede bulunur, hangi sebeplerle eldo edilir? Bunlan bilmiyorsun ki istiyesin. O halde en doğrusu sebop aramamasını da sebepleri yaradana havale et -meli, işleri ona (tafviz etmeli) bırakmalı Peygamber.
- 209 -
ler veliler, kâmil zatlar, zamanlarının çoğunu ibadetie geçirir, dünya işleriyle pek uğraşmazlardı. Bunlar böyle yapmakla, yani dünyayı istemekten vaz geçmekle âsi olmadılar. Bu açıklamadan anlıyoruz ki, birinci rızkı istemek kimseye vacib değildir.
Acaba rızık istemekle (çabalayıp, uğraşmakla) artar, istememekle eksilir mi diye sorulsa cevabımız şudur:
Din âlimlerine göre her insanın rızkı Levh-ı mahfuzda yazılmıştır. Her kese verilecek rızkın hem vakti hem de mikdarı bellidir. Cenab-ı Hakkın bu hüküm ve takdiri değişmez. Bazı din âlimleri de istemekle rızık artmaz ama mal artar derler.
Bu fikir de doğru değildir. Çünkü malm ve rızkın delili birdir. Levh-ı mahfuzda yazılmış, ezelden kısmet takdir edilmiştir. Bu delilden rızık ve mal, kulun fiiliyle artması, terketmesiyle azalması lâzım gelmez. Nitekim Cenab-ı Hak buna işaretle buyuruyor¦. CHadid S A. 23) "Allah, elinizden çıkana taslanmayasmız, onun size verdiği ile sevinip şımarmıyasmız diye rızkı yaz mıştır" Demekki rızık ve nimet Levh-ı mahfuza yazılmış ve takdir edilmiştir. Bununla müteselli olup ermediğiniz nimet için üzülmiyeşiniz ve verilen nimetleri çalışmamızla elde ettik diye sevinmiyesiniz. Bunun - hikmeti şudur: Eğer kişi bütün hayır ve şerrin mukad der olduğunu bilse işi kolaylaşır. Verilen nimeti kendi çalışmamla elde ettim deyip sevinmez. Musibet gelince de kendimi koruyamadım deyip üzülmez. Belki hep-v sinin Allah'tan geldiğini bilir ve bu teselli ile faydala nır. Şöyle ki mal kişinin istemesiyle artsa idi dünyalı ğım elde etmeyince istemede kusur ettim diyip üzülür dü. Mal topladığı zamanlarda çalışmamla elde ettim diye sevinirdi. Hz. Peygamber (S.A.V.) birisine bir şev
- 210 -
verdiği zaman buyururdu ki: Bu verdiğim şey'i al. Eğer sen bunu almaya gelmese idin o sana gelirdi.
Rızık gibi sevap ve azapta Levh-ı mahfuzda yazılmış mıdır? Bu da isteme ile (sevabı gerektireni yapmakla) artar terk etme ile eksilir mi? diye sorulsa cevabınız şudur: Sevap istememizi Cenab-ı Hak emrediyor. Salih amel işlemedikçe sevap verilmez. Seva^r ancak kazanılır. Bu takdirde sevap, isteme ile, yâni sevap getirici işleri yapmakla artar ve yapmamakla veya günah işlemekle yok olur. Yâni sevabın ve azabın artıp eksilmesi kulun fiillerine bağlıdır. Sevap, ve azap hususunda Cenab-ı Hakkın bir kefaleti yoktur.
Rızıkta bunlar arasında fark vardır. Nitekim bazı din âlimlerine göre Levh-ı mahfuzda yazılı olan ik;' kısımdır: Birisi mutlaktır. Kulun ameline, filine bağlı de ğildir. Rızık ve ecel gibi Yâni kul, çalışmasa da Allah, kefil olduğu rızık mikdarını kendisine verir. Ecel Cenabı Hak (Hûd S.A. 6) "Yerde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki tümünün rızkı Allah'ın üstünde olmasın" Ve yine başka bir âyette (A*raf S.A. 34) "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir saat geri bırakabilirler ne bir saat öne alabilirler" Bu iki âyette de rızık ile ecel, mutlak olarak bildirilmiştir hiç bir şeyle şartlı ve kayıtlı değildir. Hz. Peygamber (S.A.V.) do buyuruyor: "Dört şey mukadderdir değişmez: 1 - Yaratılan, 2 - Huy, 3 - Ecel, 4 - Rızık."
îkinci kısım, kulun fiiliyle, ameliyle şartlı ve ona bağlıdır: Sevap ve azap gibi Yâni sevap ve azabın verilmesi şartla (kulun yapıp yapmamasına) bağlıdır Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Maide S.A. 65) "Eğer kitap ehli (yahudi, hiristiyan iman edipte (fesatçılıktan bozgunculuktan) sakınsalardı onların kötülüklerini her halde örter ve onları he: halde nimeti bol Cennetlere sokardı."
211
Nice insanlar görüyoru' ki çalışıp büyük "servet, sahibi oluyorlar. Nice insanları da görüyoruz ki çalışmadıkları için fakirdirler. Bu nasıl olur sorusuna şu '
cevabı veririz-.
Bu gördüklerin doğrudur. Yâni çalışan kazanır, bolluk içinde yaşar. Çalişmıyan da fakir kalır. Fakat ya şu akıllı ve gece gündüz çalıştıkları halde yine fakirlikten kurtulamıyanları görmüyor musun? Sonra nice beceriksiz, uyuşuk insanlar var ki çalışmadıkları halde servetlerinin mikdarını bilmiyecek kadar zengin olanlara ne diyelim.
Rivayet ederler ki: Cenab-ı Hak kullarına üç suretle rızık verir: Bazısına zahmet çekmek ve didinmekle Tüccar, esnaf gibi.
Zilletle: Aşağı işlerde çalışmakla. Bazı işçiler gibi. İzzetle verir: Âbidler, Tevekkül edenler gibi. Acaba erzaksız ve bineksiz çöllerde sefer yapmak doğrumudur değil midir? Sorusuna verilecek cevap
şudur:
Cenab-ı Hakkın va'dine inanan ve kısmetine güve nenler için erzaksız ve bineksiz çölde sefer yapmaları caizdir. Onların inançları ve güvenleri sayesinde rızık • larını bulurlar. Onlara yetişir erzak için üzüntü ve zahmet çekmezler. Ama, tam tevekkül ve güven taşı-mıyan kişi için erzak bulmak güç ve zahmetli olur. Bu gibi insanlar, erzaksız ve bineksiz sefer yapmasınlar. Ebümaâli der ki: Kişi, Cenab ı Hakla olan muamelesini halkın âdeti üzerine yaparsa, Cenabı Hak'tan ona, halkın adeti üzerine muamele eder. Yâni kullar, Rab-larından hangi yolla rızıklarını isterlerse o yolla verir. Eğer sebeple isterlerse sebeple ver1:.. Eğer takva sahibi olup tam tevekkül ederlerse ummadıkları yerden ve
rir.
- 212 -
Rivayt ederler ki İbrahim bin Ethem, erzaksız ve bineksiz Mekke seferine çıktı. Bir çöle geldi. Yolda kuyulara rastlarsam abdest için su çıkarırım diye beraberinde bir ip götürmüştü. Bir gün çölde bir kuyuya rastladı. Kalbini ipe bağlayıp kuyuya sarkıttı. îp suya yetişmediği için suyu çıkaramadı teyemmüm edip namaz kıldı. Ayrılacağı sırada kuyunun başına bir geyik geldiğini ve başını kuyuya uzatırken suyun yükseldiğini ve içtikten sonra gittiğini gördü. İbrahim bu işe şaştı. Ben ibadet için kuyuya ip sarkıttım su alamadım. Bu geyik ne güzel su içti. O anda bir ses duydu. Ya İbrahim geyik, suyu bizden istedi. Sen ipten istedin. Eğer sen de bizden isteseydin verirdik. İbrahim bu ses kat-şısında Cenab-ı Haktan utandı. İpini çöle attı. Cenab-ı Hak huyuruyor. (Bakara S.A. 197) "Sefer sırasında yetecek kadar azıklanm. Muhakkak kî azığın en hayırlısı Takvadır"'. Bu Gayete göre, sefere çıkarken erzak gö-türmemek emre karşı gelmek değil midir? Erzak gö-türmemek ne suretle caiz olur sorusuna cevabımız şudur: Müfessirler bu âyet-i kerimeyi iki şekilde tefsir ediyorlar: 1 - Zat kelimesinden maksat murad dünya arifi olsaydı, âyetin sonunda "en hayırlı azık takva" dır denmezdi. O halde Azık kelimesinin bu manada anlaşılması daha doğrudur. ;
2 -t- Bazı kimseler Hacca giderken berab rinde er. zak götürmezlerdi. Halka güvenirlerdi. Hail an ister ve onları bıktınrlardı. Cenab ı Hakka tevek iül edip sabretmezlerdi. Böylelerine, beraberinde erzak götürmeleri emredildi. Çânkü götürmek (Yolda halka güvenip) götürmemekten daha hayırlıdır.
Tevekkül' ehli olanların sefere çıkışlarından beraber erzak götürmeleri caiz değil mi diye sorulsa cevabımız şudur: Götürdükleri erzakta, kalplerinin takıl-maması şartıyie caizdir. Zaten onların kalpleri erzaka
- 213 -
değil Allah'a bağlıdır. Çünkü bunların Allah'a inanışları çok kuvvetlidir. O, rızıkımızın kefilidir. Ezelden kısmetimizi takdir etmiştir. İsterse, bedenlenimizi er zakla, isterse başka şeyle kuvvetlendirir, inancındadırlar.
Yahut erzak götürmekteki niyetleri, yolda rastladıkları muhtaç müslümanlara veya fakirlere yardım etmek, yahut Allah rızası için kime nasipse onlara vermek içindir. Kalp, bu erzakın kendisine veya başkasına nasib olabileceğine bağlı erzaka değildir. Beraberinde erzak götüren nice kişiler var ki gönülleri, Allah'a ve onun va'idlerine ve kefaletine bağlıdır.
Beraberinde erzak götürmeyen nice kişiler vardır ki halka güvenir. Kalpleri onlara bağlıdır. Bu gibi insanlara mütevekkil' demezler. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Furkan S. A. 58) "Ölmek şanından olmayan O Bakıy (Tealâ) ya güvenip dayan"
Hz. Peygamber (S.A.V.) ve sahabeleri tevekkül konusunda en olgun Kâmil insanlar olmalarına rağmen beraberinde erzak götürürlerdi. Bu hareket, tevekküllerine zarar getirmezdi. Eğer gönülleri erzaka bağlı olsaydı bu âyetteki emre uymamışlar demekti. Haşa, Peygamber efendimizden ki kalbi bütün dünya hizmetlerine meyletmezken bir kaç lokma yemeğe mi kalbini verecek ve bu âyet-i kerimenin emrine aykırı hareket edecek asla. Onun 'ka'bi dâima Allah'a bağlı idi. Tek güveni o idi. Kendisinin ve sahabelerin beraberlerinde yol azığı götürmelerinin sebebi tevekkül-süzlük değil (Haşa) belki yoldaki müslümanlara ve fakirlere yardım etmek gibi hayırlı bir niyetledir.
. Beraber erzak götürmenin caiz olduğunu öğrendik acaba tevekkül ehline hangisi efdaldir sorusuna cevap şudur: Eğer beraberce erzak götürmenin caiz olduğunu halka bildirmek gayesiyle, yahut bu erzakın
- 214 -
yolda rastladıkları müslümanlara ve fakirlere vermek niysüyle götürülebiliyorsa götürmek daha hayırlıda-. Eğer yalmzsa, Allah'a güveni tam ve tevekkülü kuvvetli ise götürmemesi daha iyidir.
İbadete engel olan ikinci sebep: İnsanın tâat ve ibadetini hayır içinde yapmasını engelliyen endişe ve kuruntulardır. Bunlardan kurtulmanın tek çaresi de (gereken tedbirleri aldıktan sonra) bütün işlerini Allah'a tafviz (havale J edeceksin. Böyle yapmanın iki bakımdan faydası vardır.
Birincisi: Böyle hareket eden kişinin kalbi mutmain (rahat ve huzur içinde) olur. Çünkü işin sonu hayır mı şer mi belli olmadığı için gönül üzülür. Yapmak ve yapmamak hususunda tereddüt işinde kalır düzeltmesini düşünür yapmak ister. Bazan kötü olacağını düşiınerek vaz geçer. Halbuki gereken tedbirleri aldık tan sonra işi Allah'a havale ederse üzüntüden kurtulur. Kalbi mutmain olur. Huzur ve rahata kavuşur. Çünkü Allah'a havale edilen her işte muhakkak hayır vardır. Onda bozulma ihtimali yoktur. O halde kalbi tam bir inanış ve güven içinde olan bir insan için gerçek saadet ve büyük huzur vardır. Bazı Şeyhler kendilerine danışanlara şu öğüdü verirlerdi: İşini Allah'a bırak ve rahat et. İkincisi: İşin, gelecekte hayırlı sonuca ermesidir. Çünkü her işin sonu belirsizdir. Nice şer işler var ki hayırlı görünüyor. Nice hayırlı işler var ki onu şer sanırsın. Çünkü dışına bakar, içini görmez sin. Bu sebepten aldanır ve farkına varmadan felâkete sürüklenirsin.
Rivayet ederler: Bir Âbid, Cenab-ı Haktan kendisi-re Şeytanın gösterilmesini diler. Bazı Azizler kendisine öğüd verirler. Sonunun hayırlı olmasını dile dahc. faydalı olur. Şeytanı görmekten ne çıkar dediler dinlemedi: İsteğinde İsrar etti. Nihayet Cenab-ı Hak ona
- 215 -
1
Şeytanı gösterdi. Abid, Şeytanı görünce vurmak istedi. Şeytan ona, eğer yüz senelik ömrün olmasaydı bir saat geciktirmeden hemen seni öldürürdüm deyince Âbid, bu söz üzerine gururlandı. Demek ki ömrüm uzunmuş. O halde bir kaç yıl Zevku safa süreyim. Net sin arzularını yerine getireyim sonra tevbe eder yino ibadetime başlarım der ve sefahate dalar. Birden ecel gelir ve tevbe etmeden ölür gider. Bu hikâyede büyük bir öğüd vardır. Sonu belli olmıyan bir şey'i istemeğe kalkma. İsteğinin olması için İsrar etme. Bilhassa geçmiş işinde uzun emel taşıma. İşlerini Allah'a bırak ve ya Rabbi, hakkımda hangisi hayırlı ise onu lütfet ve olmasını kolaylaştır diye yalvar. Bütün işlerinde doğru yolu seçerken Allah'a yönel ve ona güven. Bu davranıştan sonra olan her işte muhakkak hayır vardır. Ni tekim Cenab-ı Hak, Hz. Musa (A.S.) dan söz edip buyuruyor: (Mü'nün S. A. 44-45) "Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Çünkü Allah, kullarını çok iyi görendir. Allah, onları.ı kurdukları tuzakların fenalıklarından bu (zatı) korudu. Fir'avnun kavimini ise kötü azafo kuşatıverdi". Bu emre uyan ve işini Allah'a havale eden Hz. Musa (A.S.) yi Cenab-ı Hak düşmanlarından korudu. Fir'avnu ve jeraberindekileri şiddetli azabltı
cezalandırdı.
Tafvizin (işi Allah'a bırakmanın) hakikati, konusu, hükümleri, nelerdir? Zıddı hangi şeydir? Bize bil air ki ona göre amel edelim sorusuna cevabımız şudur. İnsanların yapmak istedikleri şeyler üç türlü olur:
1 - Oluşunda mutlak zarar ve Cehennem azabı Olduğu açıkça belli olanlar. Yâni şer oldukları kesin likle bilinir. Küfür, ma'siyet, bid'at gibi. Bunların işlenmemesi gerektiği için işlanirse bu fiillerin sonucunu Allah'a havale etmek manâsız olur.
- 216 -
2 - Oluşunda mutlaka fayda, hayır ve salah olan işler yâni hayır oldukları kati olarak bilinenler: Kişiyi imanlı yapan, Cennete girmesine sebep *olan ibadet, hayır ve hayrat gibi. Bunlarda şer ihtimali olmadığı için mutlaka yapılmalıdır. Bunları da Allah'a havale etmeğe lüzum yoktur.
3 - Faydalı veya zararlı, hayır veya şer oluşunda şüphe edilenler. Mutlaka hayırlı olup olmıyacağı kestirilemiyenler; Nafileler, mubahlar gibi. îşte tafvizin yeri buradadır. Yâni Allah'a havale edilecek şeyler bu ve bunlara benziyenlerdir. Bunları,, mutlaka istememek lâzımdır. Belki müstesna hallerde ve sağlığa yarar ümidiyle dilediğiı zaman, ya Rabbi hayırlı ise bu dileğimi yerine getir değilse getirme dersin işte buna^ tafviz derler.
Eğer muhakkak hayır gelir dileğiyle istersen buna Tama, derler. Tama' ise seran yeriniştir. Bu açıklamadan, anlıyoruz ki tafviz (işi Allah'a havale etmek) şer olması ihtimali olup hayır olacağı kestirilemeyen işlerde yapılır.
Tafvizin manasını açıklamada ¦âlimlerin görüşü değişikut Bazılarına göre tafviz, sonunda tehlike ihtimali olan işiuü Cfnab-ı Hakka havale etmektir.
Ebu Muhammed senevi'ye göre tafviz, tehlike ihtimali olan işin seçimini Allah'a bırakmaktır. Tâ'ki Cenab-ı Hak, senin için en faydalı, en hayırlı olan işi sana nasip etsin.
Şeyh Ebu Ömer der ki: Tafvizin manası, ye inmiş olan Tama'ı terketmektir.
îmam Gazali der ki: Tehlikeli olduğuna ih ımat verilen işlerde senin için en hayırlı olanı Cenab-ı Aeik-
-¦¦ 217 -
1
tan istemek, niyaz etmektir. Görüşler, az çok farklı olmasına rağmen tafvizin ne olduğu anlaşıldı.
Tam'a gelince bu da iki kısımdır: Biri tamamen hayırsız olan veya hayırlı olduğunda şüphe edilen şeydir. Bunun sâlih olması şartiyle istenmesi makbul ta-ma'dır Nitekim Cenabı Hak İbrahim (A.S.) den bahisle buyururlar ki (Şuarâ S. A. 82) "Kıyamet gününde kusurlarını yargılayacağını umduğum da odur" Yâni ilk Müslüman olduğumuz için günahlarımızın afve-dileceğini Allah'ımızdan dileriz.
Tama'in ikinci şekli: Zararı belli veya şüpheli olanıdır ki bu, dinimizce yasak edilmiş, yerinmiştir. Taf • viz, bunun zıddıdır. Yani tafvizin zıddı, bu istenmiyen, yasak edilen Tama'dır.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: "Ta-ma'dan sakının. Çünkü fakirliğin tâ kendisidir."
Bazı din âlimleri der ki: Tam'a dini yok eder, esaslarını bozar yıkılmasına sebep olur. Tama'ı de yok eden yâni dini ayakta tutan Takvâ'dır.
Tafvizin temeli olan alışkanlık haline getirmek için işlerin tehlikesini ve kötü sonuçlarını düşünerek hareket etmektir. Bundan sonra bu tehlikelerden kur-• tulmanm güçlük ve zorluklarını göz önünde bulundurmaktır. İşte bu iki esası düşünen ve uyguluyabilenleı, bütün işlerini Cenab-ı Hakka havale eder. Üzüntüden kurtulur huzura kavuşurlar.
Acaba ne, gibi tehlikeler karşısında işimizi Allah'a havale edelim sorusuna cevabımız şudur: Bütün tehlikeler iki kısımdır: Birincisi: İstenilen şey'in olup olmı yacağı hakkında veya olsun mu olmasın mı diye tereddüt ve şüpheye düşülür. İkincisi: İstenilen şey, olduktan sonra acaba kendisi için faydalı mıdır değil inidir? diye tereddüt edilir. İşte bu ikinc'sinde işi Allah'a havale etmek vaciptir. Çünkü işin sonunda tehlike ihti-
- 218 -
mali vardır. Demek ki tehlike ihtimali olan her işte taf viz lâzımdır.
Taf viz nerede ve hangi işte yapılmalıdır. Bu hu susta âlimlerin değişik gömüşleri vardır. Bazılarına göre: ihtimali olan her işte bir tehlike vardır. Bu, tafvizi; Allah'a havale edilmesini gerektirir. Buna göre imanda, sür,iiette (Peygamberin yolunda olmak) ve doğru lukta tehlike ihtimali yoktur. Çünkü iman, islâmın temelidir. Sünnet üzerine doğru yolda ve imanlı olan kimsede günah işleme ihtimali bu sebepten imanlı, doğru ve Peygamber yolunda olan kişinin hayırı çok da olduğuna hükmedilir ve böylece kati niyete varılır.
Bazı âlimlere göre de tafvizi gerektiren tehlikeli şey: Bir işi yaparken o anda beklenmiyen başka bir iş ortaya çıkar ve o zaman birinciyi bırakıp ikinciyi yapmak zorunda kalırsan tehlike ihtimali vardır. Bu açıklamaya göre mubah, sünnet ve farz olanlarda bu tehlike vardır. Mesele bir kimse ikindi namazını eda ederken müslumanların batma veya yangın gibi,-bir tehlike karşısında olduklarını görürse namazı bırâtıp olay la ilgilenmesi kurtarmaya-koçıp namazı-ka.aya bırak ması lâzımdır. Çünkü aynı zamanarastla.;an bu iki şey de farzdır. Bunların önlenmesini yapmak daha sevaptır. Terk ederse hata işlemiş olur. Bu gibi li'ellerde mubahları, nafileleri ve bazı farzları ifa etmek, mutlak olarak daha iyidir diye hükmetmek caiz değildir. Yâ-. ni bunları yaparken kati niyete varılamaz.
Cenab-ı Hakkın, kullarına farz ettiği bir ameh terketmek azaba sebep olur dedikten sonra, sırasında terkinin yapılmasından hayırlı olduğunu nasıl açıklı-yabilirsin sorusuna cevabımız şudur: Bazı âlimlere göre: Cenab-ı Hakkın emrettiği ibadeti, engellerden uzak olmak şartiyle yapacaksın. Fakat engel çıkınca, bu engelleri önlemekle uğraşmak daha iyidir. Çünkü bu en-
- 219 -
gellerde birer farzdır. Onları terketmenin zararı daha çoktur. (Yukardaki misal gibi). Bu takdirde Âbidlerin bazı engelleri sebebiyle farzları terketmelerindeki özürleri makbuldür. Karşılığında sevap vardır. Çünkü dinde zorluk yoktur. En hayırlısı için, hayırlısı terk-edilir ve sevap kazanılır. Nasıl ki parmağını yılan sokan bir kişinin vücuduna zehrin yayılmasiyle ölüm ihtimalinin artması karşısında parmağın kesilmesi, büyük zararın önlenmesi için küçük zararın göze alınması mecburi olduğu gibi:
Bazı âlimler der ki: Cenab-ı Hakkın farz ettiği namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerin yapılmasını istemek doğrudur. Tafviz yeri yalnız mubahlar ve nafilelerdir. Farzlar değildir. Farzlarda olan zarar ihtimalini, bu fikirlerinin doğru olduğunu gösteriyorlar.
Budünya, belâ, musibet ve felâketlerin yeridir. Bj durumda kişi Allah'a bağlanıp işi ona havale ederken sonucunun kendisine faydalı olacağından emin mi? Sorusuna cevabımız şudur:
Ebu Ömer'e göre: Bir çok hallerde işi Allah'a havale eden tafviz ehli için hayır ve sevap vardır. îşleri hayırla sonuçlanır. Pek az hallerde aksi de olabilir. Bazan, isyan sebebiyle tafviz sahibine zarar gelir ve tafviz makamından düşer. İsyan sebebiyle-zarar gören kullar için salah yoktur. Çünkü" hayır ve salah günahları afv ve ayıplan örtmektir. Yoksa hakir ve kırgın yapmak değildir.
Bir çok âlimler de der ki tafviz sahibi, mademki işini Allah'a havale etmiştir. Onun işi salahatan başka bir feyiz olmaz yani: işi, mutlaka iyi bir şekilde neticelenir. Bu görüş Ebu Ömer'in görüşünden üstündür Çünkü kulları tafvize sevkeden bu kuvvetli manadır.
- 220 -
İşini Allah'a havale edenin o işini en iyi sonuca vardırmak ve en hayırlı şekilde kolaylaştırmak, Cenab-ı Hak üzerine vacip midir? sorusuna cevabımız şudur: Cenab-ı Hakkın üzerinde, kulları için hiç bir şey vacip değildir. Fakat lütfunun fazl-u kereminin gereği şudur: Daima kuluna (tafviz sahibine) en faydalısını ve en hayırlısını vermektir.
Bazan hikmetinin icabı olarak kullarını en faydalı işe sevkeder. Meselâ Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (S.A.V.) ile sahabelerine bazı sebeplerde gün doğuncaya kadar uyku verirdi;* Gece ve sabah namazlarını kılamazlardı. Halbuki ibadet, uykudan daha faziletlidir Bazı kullarına dünya nimetlerini verir Halbuki zenginliğin icaplarını yapamamak ihtimaline karşı fakirlik daha efdaldır. Bazı kullarına çocuk nasip ediyor. Hayırsız olmaları ihtimaline karşı bunlardan mahrum olmak efdaldir. Cenab-ı Hak, kullarının halini daha iyi bilir ve görür. Nitekim Nazik ve şefkatli doktor hastasına (hastalığının icabı olarak) arpa suyunu şeker şerbetinden daha faydalı olduğu için verir. Cenab-ı Hak da hikmetinin gereği olarak efdalini zarara sebep olduğu için vermez. O zaman da en faydalısı, efdali terketmektir.
Bazan bir işin faziletli veya faydalı olduğu belli değil. Bu takdirde en iyisini seçmek hasıl olur? sorusuna cevabımız şudur:
işlerin faydalı oluşu çok defa gizlidir. Fazilet bunun aksidir. Halkın çoğu" faziletliyi idrak eder faydalısını idrak edemez. Faydalı olduğu belli olan yerde tafvizsiz o işi yapmak caizdir. Faziletli olduğu belli olmayan yerde tafviz yapmak vaciptir. Bu açıklamadan anlaşıldı ki faziletlisini dilemek kendisine en iyi olan
- 221 -
şey'i faydalı işlerde istemektir. Bu da Caizdir. Lâkin kul için bunda bir çeşit baskı vardır. En iyisi bütün işlerde Cenab-ı Hakka işi bırakmak ve ona. teslim olmaktır. Namazı kazaya bırakması lâzımdır. Çünkü aynı zamana rastlayan, bu iki şey de farzdır. Bunların önemlisini yapmak daha sevaptır. Terk ederse hata işlemiş olur. Bu gibi hallerde mubahları, nafileleri ve bazı farzları ifa etmek, mutlak olarak daha iyidir diye hükmetmek caiz değildir. Yâni bunları yaparken katî niyete varılamaz.
Kendisine her ne gelirse razı olsun ve şükretsin. Bu işin inceliklerini ve gizliliğini ancak mukâşefe (giz-HlLderi görebilme) mertebesine erişenler idrak eder. Biz bu hususta bu kadar verebildik. Hakikati ancak Cenab'ı Hak bilir.
İbadete engel oian sebeplerin üçüncüsü: Her taraftan insana musallat olan musibetler, bela ve sıkıntılardır. Şeytanlarla savaşmak, nefisle mücadele başta gelir. Bunların insanda doğurdukları ruhî sıkıntılardan kurtulmak için tek çare sabretmektir. Kişiyi bu belalara karşı, sabretmeğe sevkeden iki sebep vardır, i - Gayeye ermek ve ibadet edebilmek için sab i, te-hammül lâzımdır. Çünkü ibadetin temeli güçlüklere dayanmak, belâlara sabretmektir. Sabredemiyenler gayelerine eremez, ibadetlerinde başarılı olamazlar. Ta'at ve ibf.det işinde türlü musibet ve belâlara ma'-ruz kalınabilir. Sabretmeden bunları Önlemek ve ko-mmak zordur. Bunların h4r tısmını belirtelim:
A - İbadet, nefis için büyük bir zahmet ve ağır bir yüktür. Arzularını-yenip, nefsine hâkim olamıyan-lar, ibc.dete sarılama^lar. Bu da insan için zor ve zah-
- 222 -
metli bir iştir. Bu sebeptendir ki Cenab-ı Hak, kullarını ibadete teşvik etmiş ve karşılığında büyük sevaplar vereceğini va'detmiştir.
B - Zahmet ve fedakarlığı gerektiren tâat ve ibadete riya ve gösterişin karışmaması lâzımdır. Aksi ha1-de bütün emekler boşa gider.
C - Burası belalar sıkıntılar ve güçlüklerle dola bir dünyadır. Kişiyi türlü musibetlerle karşılaştırır. Ailesi, çocukları, akraba ve dostları ölür. Bundan faz-lasiyle üzülür. Bazan vücuduna arız olan bir takım ağrılardan, hastalıklardan husursuz ve rahatsız olur. Bazan, başkalarından gördüğü hakaret, düşmanlany-le yaptığı mücadele, hakkında yapılan gıybet ve iftiralarla diğer kötülüklerden dolayı üzülür. Bazan tabiî âfetler, hırsızlık veya. işinin ters gitmesi sebebiyle malı, mülkü elinden gider ve iflâs eder. Bunların hepsi derece derece birbirinden farklı üzücü şeylerdir. Bunlara sabrediîmezse in anm içi daimî huzursuzluk içinde olduğu için ibadet yapahaaz.
D - Dünyadan ziyade âhirete bağlı olanları n çektikleri sıkıntı daha fazladır. însanıri Allah'a yakınlığı artıkça karşılaştığı belâ ve âfetler de fazla olur. Fakirlikleri artar. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: "Dünyada belâların en şiddetlisiyle fakirliklerin en beterine mübtela olan Peygamberlerdir. Sonra, veliler, şehitler takva sahipleri ve bunlara benziyen sâlih kişilerdir." Bundan anlıyoruz ki Allah yolunda olanlar her zaman sıkıntılara, zorluklara maruz, kalırlar. O halde tâat ve ibadette bulunurlar, karşılaştıkları belâ ve musibetlerin tasasiyle uğraşmayıp sabrederlerse hem gayelerine erer ve hem de büyük sevap kazanırlar. Nitekim Cenab-ı Hak, imanlı kullarına belâ
- '23 -
ve sıkıntıların geleceğini ve onlara dayanmanın lüzu munu şöyle haber veriyor:
"And olsun ki mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çekileceksiniz. Eğer sabreder ve takva sahibi olursanız işte bu, olaylara karşı gösterilen bir azimden Hir" Bu âyetten, Allah yoluna girenlerin türlü belâ ve sıkıntılara maruz kalacağı ve bunlara sabreden, dayananların azimli kişiler olduğu ve bu sayede ergeç gayelerine erecekleri anlaşılıyor.
Büyük zatlardan Fadıl (Allanın rehmeti üzerine olsun) der ki: Âhiret yolunu selâmetle geçmek istiyer. azimli mü'min şu dört çeşit ölümü g"ze alsın: Beyaz, siyah, kırmızı, yeşil ölüm. Beyaz ölüm açlık, siyah ölüm halkın yermesi, kırmızı ölüm Şöytanla savaşmak, yeşil ölüm diğer belâ ve musibetlerdir. Sabretmeği gerektiren ikinci sebep: Sabredenlere dünya ve Ahiret hayatları için on fayda varvdır:
1 - Sabırlı olanlar şiddetli belâlardan kurtulur. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor. (Talâk S.A. 2) "Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir (kurtuluş) çıkış yo lu ihsan eder" Yâni sabredip Allah'tan korkanlar sıkıntıdan kurtulurlar.
2 <- Düşmanlarından üstün olur ve onları yener-ler. Nitekim Cenâb-ı Hak, buyuruyor: (Hz. Peygamber (S.A.V.)e hitaben) (Hûd S.A. 49) "O halde (Habibim1 sen de (Nuh gibi her cefâya) katlan. Akibet hiç şüphesiz takvaya erenlerindir."
3 - Sabreden gayesine erer. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (A'raf S.A. 139) "Rabbının İsrail oğullarına olan o pek güzel vadi, musibetlere katları-
- 224 -
maları sayesinde tam olarak yerine geldi." Derler ki Yakub (A.S.) un gönderdiği mektuba cevap, veren Hz. Yusuf (A.S.) şöyle yazıyor: Ataların sabrettiler muzaffer oldular. Sen de sabret onlar gibi zaferi bul.
4 - Sabredenler, halka önder olurlar. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (secde S.A. 24) içlerinden de, sabır (ve sebat) ettikleri zaman emrimizle doğru yola sevk edecek rehberler tâ'yin etmiştik."
5 - Sabredenler, Cenab-ı Hak tarafından öğül-mektedir. Nitekim Cenab-ı Hak, Peygambere hitaben buyuruyor: (Saad S.A. 44) "Biz, onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Hakikat o, dâima (Allah'aJ dönen (bir zat) idi."
6 - Sabretmek, salavât, rahmet ve hidayetle birlikte bir müjdedir. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: "Sabredenlere Allah'ın lütfunu müjdele. Onlar bir musibete maruz kaldıkları zaman (Biz Allah'a teslim olanlarız. Âhirette ona döneceğiz) diyenlerdir. Rabla rının mağfireti ve rahmeti hep onlar üzerinedir ve t;v lar doğru yola i dirilenlerin ta kendileridir." *
7 - Sabırlı olanlar Allah'ın sevgisini kazanırlar. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: "Muhakkak ki Allah sabredenleri sever."
8 - Cennete yüksek derece ve mertebeler ihsan olunur. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: "İşte (bütün) onlardır ki zorluklara katlanıp dayanmaları sebebiyle Cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlandırılacaklar. Orada sağlık ve selâm ile karşılanacaklardır" (FurkanS.A. 75).
- 225 -
9 - Sabredenler, büyük ikramlara nail olurlar. Nitekim Allah buyuruyor: "Sabrettiğimiz şeylere karşılık sizlere selâm (ve selâmet) olsun" (Râd'd S.A. 24)
10 - Sabredenlere sayısız ecir ve sevap verilir. Nitekim Alıah buyuruyor: "Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir" (Zümer S.A. 10).
>.
Ne büyük lü:üı ve saadettir ki Cenab-ı Hak, musibet ve belâlara bir saat sabreden kullarına sınırsız faziletler, sayısız sevaplar ihsan ve ikram eder. Bu açıklamalardan, dünya ve âhiret için en hayırlı ve şerefli şeylerden biri de sabretmek olduğu anlaşıldı. Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunun önemini şöyle belirtiyorlar: Hiç kimseye (Çeşitli hayırlar içinde) sabırdan faziletli ve hayırlı bir nimet verilmedi ve verilmez. Hz. Ömer (R.A.) de şöyle buyurmuştur: "Müzminlerin bütün hayrı, bir saat sabretmektir. Ey aziz, bu iyi huy ve değerli sıfattan gafil olma; Benimse ve onu uygula ki dünyada rahat edip âhirette ecir ve sevap kazansın."
Acaba sabrın gerçek manas: nedir, hükmü nasıldır. Zıddı harıgi şeydir diye sorulsa cevabımın şudur: Sabrın lügat manası hapsetmektir. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Kehf S.A. 2) "Sabah akşam Rabbına . (sırf) onun Cemalini diliyerek dua edenlerle beraber candan sabır (u sebat et" Yâni (nefsini onlarla hapset) Şer'i manada sabır, kişinin, nefsini serden (telaştan) men etmesidir. Âlimlere göre cez'in manası; belâ zamanlarında gönlün üzüntü duymasıdır. Bazılarına göre de Cez'in manası, belâdan kurtulmayı gaye edinmektir. Bu iki görüşe göre sabrın zıddı cez'i (telaş, şaşkınlık) dır. Sabrın temeli; (Cezide) telaşla belâ ve felâketen gelecek zararların önlenemediğini düşün ¦
- 226 -
mektir. Sabra alışmanın en tesirli çaresi, sabırlı olan lara, Allah'ın verdiği nimetleri düşünmektir.
İbadete engel olan sebeplerin dördüncüsü: Allah' in insanlara verdiği ve takdir ettiği kazalardır. Bunların verdiği üzüntülerden kurtulup huzura kavuşmanın tek çaresi Allah'ın verdiği bu kazalara razı olmaktır. Kazaya rıza göstermenin iki faydası vardır. Birinci faydası: Kazaya razı olursa ibadetini huzur içinde yaparsın. Çünkü kazaya razı olmazsan üzüntün fazla olur. Daima kalbin kederle dolar. Zihin onu savmakla meşgul olur. Bu sebepten ibadetini huzur içinde yapamazsın. Kişinin kalbi tek, düşünme merkezi birdir. Kalbini üzüntü ile doldurur. Zihnini dünya düşüncesiyle uğraştırırsan Ahireti düşünmek ve Allahı anmak için yer ve zaman kalmaz.
Bir Zat diyor ki: Geçmişteki işleri kurcalayan, ge-lecektekiler üzerinde tedbir düşünen zamanının bereketini kaybeder. Zamanını boşa harcamış olur. İkinci faydası: Allah'ın kaza ve takdirine razı olan kişi onun öfkesinden kurtulur. Perler ki: Peygamberlerden biri, başına gelen bazı felaketlerden dolayı Allah'a şikayette bulundu. Cenab-ı Hak, ona vahyetti ve şöyle buyurdu: Benden şikâyet mi ediyorsun? Ben senin şikâ yetini dinlemem. Çünkü sen gayp âleminin sırlarını (gizliliklerini) bilmezsin. Ezelden kaderin böyle yazıl-mıçtır. Benim kaza ve kaderime niçin razı olmuyorsun. Dünya nizamını, Levh-ı mahfuzu senin için değiştirmemi mi istiyorsun. Kendi dileğime göre değil senin dileğine göre mi hareket edip mukadderatı tayin edeyim? Senin kulluğunun ve benim Rabliğimin gereği bu "nudur ki senin dileğin yerine gelsin de benimki gelmesin? Kabini bu düşüncelerden temizle! Yoksa azametim hakkı için, sana verdiğim Peygamberlik rücl 3-sini alırım ve Cehennem ateşine atehim. Ey aziz, Ce-
. • . - 227 -
nab-ı Hakkın bu korkunç ihtarını her zaman hatırla. Kaza ve kaderine razı olmayıp şikâyet eden Peygamber ve velilerini Cenab-ı Hak bu derece azarlar ve sonuçlarının acıklı olacağını bildirirse, şikâyette bulunan diğer insanların sonunun ne olacağını düşün. Düşün ki Cenab-ı Hak, Peygamberine (bir daha böyle bir şey'i hatırından geçirirsen seni Cehennemde inletirim) buyuruyor. Ya kazaya karşı sabretmeyip bağırıp çağıran Rabbmdan şikâyet edip dünyayı ağlama ve sızla-malarıyle dolduran insanlar için kıyamet gününde verilecek ilahi Ceza ne olacak. Bütün ömründe bir defa şikâyette bulunan bir Peygamber böyle kınanırsa ya her zaman şikâyette bulunan halkın hali nice olur. Sonra kendisine şikâyet edenlere Allah böyle cevap verirse ya halini halka şikâyet edenlere nasıl bir cevap vereceğini düşün. Böyle hareket etmekten korumasını ve kazaya razı olanlar zümresine idhâl etmesini Cenab-ı Haktan niyaz ederim.
Kazaya rıza göstermek ne demektir, hükmü nedir? Sorusuna cevabımız şu: Din âlimlerine göre kazaya razı olmak demek, kişinin, Cenab-ı Hakkın takdir ettiği şey'den başkasını kendisi için hayırlı ve faydalı görme-mesidir. Yâni Allah'tan ne gelirse onu kendisi için hayırlı bilip kaza ve kadere boyun eğmesi, hiç bir şikâ yette bulunmamasıdır.
Kötülükler, günahlar Cenab-ı Hakkm kaza ve kaderiyle meydana gelmiyor mu? Yasak olan bu çeşit fiillere rıza göstermemiz gerekli olduğuna göre bu hareketimiz ilahî emre karşı gelinmiş sayılmaz mı? Sorusuna karşı cevabımız şudur:
Allah'ın takdir ve hükmüne, kazasına razı olmak vaciptir.
Takdir ve hüküm şer değildir. Şer olan fiildir, kötülüğün kendisidir. Kazaya razı olmamızla şerri kabul-
- 228 -
lenmiş olmuyoruz. Biz takdire razı olmuşuzdur fiilin kendisine değil. Çünkü şer kulun, takdir ise Allah'ın fiilidir. Bunda şer yoktur.
Din âlimlerinin bu husustaki fikirlerini belirtirsek bu mes'ele daha iyi aydınlanmış olur. Bu âlimlere göre Allah'ın insanlar için takdir ettiği şeyler dörde ayrılır:
Nimet, şiddet (zahmet), Hayır, şer.
Nimete rıza vaciptir. Nimetin kendisine, o nimeti verene ,ve vergisine razı olmak ve şükretmek vaciptir. Allah'ın verdiği her çeşit nimete karşı (az olsun çok ol sun) böyle, hareket etmek lazımdır.
Şiddete de rıza vaciptir. Yâni Allah'ın takdir ettiği zahmet ve maşakkata (kazaya) razı olmak, takdir edene ve takdire şükretmek, zahmetlere sabretmek va ciptir.
Hayıra da rıza vaciptir. Hayırla sonuçlanan işe, takdir edene ve onun hükmüne razı olmak ve buna karşı minnet ve şükran borcunu ödemek vaciptir.
Şerre gelince, bu fiili takdir edene, takdire yani Allah'ın hükmüne rıza göstermek vaciptir. Fakat fiilin kendisine rıza göstermek vacip değildir. Sırf Allah'ın takdiri olduğu için yâni takdire rıza gösterilir. Fakat fiile rıza gösterilmez. Bu, tıpkı muhalifinin fikirlerini dinleyip öğrenmeğe razı olan ve fakat onların tatbikini beğenmiyen kişinin haline benzer. Yahut kendi mez nebinden gayrisini öğrenmeye çalışan ve fakat öğrendiklerini yapmıyan kişinin durumu gibidir. Şer de böyledir. Allah'ın takdiri olduğu için razıyız. Fakat şer olan harekete, fiile razı değiliz.
- 229 -
FASIL I
İbadete mani olan bu dört engeli, (yukarda anla tılan esaslara riayet etmek suretiyle) ortadan kaldırdıktan sonra zor ve tehlikelerle dolu olan bü geçidi selâmetle geçebilirsin. Yoksa tâat ve ibadetini yapamaz sın. Çünkü bu dört engelin her birinin ayrı bir işi vardır. İçlerinden en zor olanı da rızıktır. Geçim derdidir. Bu her insan için baş döndürücü bir derttir, insanı fazla üzer, düşündürür ve uğraştırır. Nefse ızdırap. kalbe üzüntü ve endişe verir. Akılları düşündürür, gafilleri sersem eder. Günahları arttırır, ameli boşa çıkarır, kazanılanı dağıtır. Âbidleri, .ibadetlerinden alıkor. Bu vefasız dünya ile geçe gündüz meşgul eder. Bu yüzden âdem oğlu karanlık, gaflet, yorgunluk ve ferd içinde zillet ve sefalet çekerek bu dünyada yaşar. Tasa, uğraşma, ona ibadet yapma, Allah'ı anma fırsatını vermez. Kıyamet gününde Mevlasınm huzuruna eli boş gider. Sorguya çekilir, uzun müddet kıvrandı -ncı azap içinde acı ve ızdırap çeker. Görebilen dikkatli bir gözle bak ve gör ki, Cenab-ı Hak, rızık hususunda bu kadar açık âyetler indirdi. Hepsinde de kulun rızkını tekeffül ettiğini hatta yemin ederek bildirdi. Peygamberler, Veliler, âlimler bu hususta insanlara va'zu
- 230 -
nasihatta bulundular. Doğru yolu gösteren nice kitap-Jar yazdılar. Korku ve tehdidle dolu nice misaller verdiler. Fakat bütün bunlar, insan oğlunu hidayet yolu na sokamadı. Cenab-ı Hakkın bunca te'minat, va'id ve kefaleti, gönüllerini tatmin etmedi. Aksine daha bü ; yük bir hırsla ve dört elle dünyaya sarıldılar, geçim derdine düştüler. Bir lahza olsun kalp huzuru ile iba detlerini yapamadılar.
Bunun sebebi, Allah'ın âyetlerindeki derin manayı, yaratıklariyle eserlerindeki sonsuz hikmetleri, hay-rst verici hârikaları düşünmemeleri, Peygamberlerin, Velilerin, âlimlerin sözlerini dinlememeleri ve onların verdikleri misallerden ibret dersi almamalarıdır. Şey 'tanın vesveselerine, câhillerin şaşırtıcı ve aldatıcı sözlerine kapıldılar. Dimağlarında yerleşen bu gerçeksiz fikirlerle, kalplerini dolduran kuruntu ve rızıklarını tedarik etme hususundaki itimadlarını büsbütün sar sarak ve daha fazla geçim derdine düştüler.
Fakat içtihad erbabı, basiret sahibi, aklı başında, huyu temiz, imanı tam kişiler, kalplerini Allah'a bağlar ve yalnız ondan yardım isterler. Sebeplere baş vurmaktan ziyade onun te'minatına güvenir ve geçim hususunda onun emir ve öğüdlerine göre hareket ederler. Şeytanın kışkırtıcı vesveselerine, nefsin kuruntu ve dürtüşlerine, halkın şaşırtıcı sözlerine aldanmaz ve kulak asmazlar. Kalplerindeki kabir ve gururu atarlar. Halkla olan ilişkilerini azaltırlar. Eğer halk, Şeytan veya nefisleri her zamanki hileleriyle karşılarına çıkar, onlara hücum edip yoldan saptırmaya çalışırlar sa hemen müdafaaya geçer ve onlarla savaşarak Şeytanı çekilip gitmeğe, halkı kendisinden uzak kalmaya mecbur eder. Nefsini itaat altına alır. Böylece, karşıcında, kendisini doğru yolundan alıkoyacak hiç bir engel bırakmaz.
- 231 -
Rivayete göre bir gün İbrahim bin Ethem, azıksız, bineksiz hacca gitmeğe karar verir. O anda Şeytan, karşısına dikilir ve böyle uzun bir yolculuğu, bilhassa ıssız bir çölü, erzaksız ve bineksiz nasıl geçebilirsin? Beraber azık götürmezsen hayatın tehlikeye düşer de t ve kalbini bu kuruntularla uğraştırmaya çalışır. İbra him, azmeder. Kararını bozmaz. Ve azıksız, bineksiz yola çıkar. Bir mil yürüdükçe iki rek'at namaz kılar. Bu niyet ve azminde duran İbrahim sahrayı ancak on iki yılda geçebilir. O sırada Hacca giden Hârûn Reşid. çölde namaz kılan bir adam görür. Kim olduğunu sorar. İbrahim bin Ethem derler. Hârûn yanma gelir ve Ya, Eba İshak kendini nasıl görüyorsun diye sorar. İbrahim şöyle cevap verir: Dinimizden kestik dünyamıza yamadık. Bizim için ne din kaldı ne de yamadığımız dünya kaldı. Bu âlemde, kalbini Allah'a bağlayıp, dünyasını âhireti için darma - dağın eden kişiye no yüksek saadet ne baha biçilmez ilâhî vergidir bu. ,
Yine rivayet ederler: Salih zatlardan biri, bir gün çölde yolculuğa çıkar. Şeytan ona yanaşır ve: Sen yalnızsın. Bu sahrada ne şehir var ne de köy. Gıda cinsinden bir şey bulunmaz. Yollarda aç kalır, perişan olursun der. O zatta, Şeytanın inadına erzaksız yola çıkmaya, kimsenin göremiyeceği tenha yollardan yürümeğe ve ağzına yağla bal konmadıkça ağzını açmayacağına ve hiç bir şey yemiyeceğine karar verir vı; yola çıkar. Hiç kimsenin gitmediği yoldan yürümeğe başlar. Bir müddet yürüdükten sonra yolunu şaşırmış bir kafilenin kendisine yetişmek üzere olduğunu görünce kaçar. Kafile kendisini görür ve ona yetişir. Kimsin deyince uzanır ve gözlerini yumar. Ses vermeyince "bu her halde açlıktan bayılmış biraz yağ bal getirin yedirelim de belki açılır derler" Ağzını yumup dişlerini sıkmasına rağmen bıçakla dişlerini açıp yaş
- 232 -
ve bal dökünce dayanamayıp güler. Delimisin nesin deyince! Hayır der ve Şeytanla arasında geçen hikâyeyi anlatır. Ka/ile de bu ilahi kudret karşısında hayret içinde kalarak yoluna devam eder.
Salih zatlardan biri de bir yolculuk esnasında başından geçeni şöyle anlatıyor: Bir gece karanlık bastığı sırada bir şehre yanaştım. Kenarda bir mescid gördüm evlerden biraz uzaktı. Yanımda azığım yoktu. Buna rağmen bu mescidte kalmaya karar verdim. Fakat Şeytan zihnime girdi ve: burası uzaktır; şehrin içindeki mescitlerden birine git ki halk seni görsün misafir etsin, yiyecek versin dedi. Ben de Şeytanın bu vesve sesini red ettim. Burada kalacağım ve ağzıma lokma lokma helva konmadıkça hiç bir şey yemiyeceğime yemin ederek mescide girdim. Kapıyı kilitledim. Yatsı namazını kıldım. Az sonra kapı çalındı. Açtım baktım, ki bir kadınla bir genç. Kadının elinde bir tepsi. Bana şöyle söyledi: Bu genç, oğlumdur. Hasta yatıyordu. Gözünü açtı, benden helva istedi. Yaptım önüne koydum. Söz arasında bana: Bu helvayı ancak yabancı bir misafirle birlikte olmazsa yemiyeceğine yemin etti. Ben de, senin buraya girdiğini görmüştüm. Aldım getirdim dedi ve helvayı bir lokma bana, bir lokma oğluna yedirmek suretiyle bitirdi. Onlar mescitten çıkıp giderken ben de Allah'ın hikmetine şaşarak hamd-ü sena ettim.
. Salih ve Kâmil insanlarla Şeytan arasında geçe ı bu olaylardan ve yaptıkları mücahededen üç fayda hasıl olur:
1 - Allah'ın herkese tadir ettiği rızık muhakkak sahibini bulur. Bir sebeple gelir ona varır ve katiyye'i başkasına gitmez.
2 - Rızık işinde Allah'a tevekkül etmek ve onda sebat etmek gerçekten önemlidir. Çünkü Şeytanın türlü hileleri, vesveseleri kişinin kalbini bozar. Yalnız avam değil, din ve takvada olgun zatlar bile Şeytanın bu dürtülerinden, kuruntularından kendilerini kurtaramıyorlar. Hatta deniliyor ki: Nefisle Şeytanla yetmiş yıl mücadele edenler, savaşanlar bile bu tehlikeden ta-mamiyle emin olamıyorlar. Çünkü onların bir anlık gafletinden faydalanan nefis ve Şeytan kendilerini doğru yoldan saptırıp felâkete sürükliyebilir. İşte yukarda anlatılan bu ibret verici olaylar, aklı başındaki mü'minler için birer uyarıcı derstir.
3 - Şuna kesinlikle inan ki, ciddi bir manevî çalışma olmadan, dikkatli bir çaba ve imanlı bir gayret sarf edilmeden mücahede makamına varılamaz. Velilerin, Ariflerin bu mertebelere erişmelerinin önemli sebebi budur. Yoksa onlar da bizim gibi et ve kandan ibaret bir bedene sahiptir. Hatta vücutları zayıf ve fersizdir. Buna rağmen dini esaslara vukufları, kalplerin deki iman nurunun kuvveti, manevî alandaki amansız mücahedeleri, sarsılmayan azim ve iradeleri, bu .manevî üstün mertebelere yükselmelerini sağlamıştır. Ey aziz, sen de dikkatli bir gözle haline bak, kendini nefsin ve Şeytanın şerrinden, vesveselerinden koru vo çalış ki bu yolda muvaffak olasın.
- 234 -
FASIL II
Bu bahiste bir kaç ince nokta vardır. Bunları bilirsen ibadet işinde kolaylıklar görür, Hak yolu sana aydın ve açık olur.
1 - Tevekkül işinde ince nokta şudur: Farz ede lim ki bir devlet başkanı seni, akşama ziyafete davet ediyor, ona itimatsızlık göstermez ve yalan söylediğine hiç ihtimal vermezsin. Hatta böyle bir çağın yi çarşı daki bir tanıdığın, bir yahudi, bir hıristiyan yapsa yine sözlerine güvenir ve akşam ziyafete gideceğim diye kendi evinde yemek için hiç bir hazırlık yapmazsın. Bir dost, bir yahudi ve hiristiyana güveniyorsun da sa na rızkını va'd eden, tekeffül eden ve hatta vereceğine yemin eden senin ve bu âlemin yaradıcısma itimat etmiyor, kefaretine güvenmiyor, yeminine inanmıyorsun. Hakikaten bu durum senin için bir felâket, bir musibettir. Acınacak haldesin. Sonra sen nasıl müminsin ki Kur'an âyetlerine inanmıyorsun. Allah'" j-e-min ederim ki bu inançsızlık içinde alınan oıdalarla beslenen vücutlar, yarın mezarda yılanların yemi, Cehennem ateşinin kütükleri olacaklardır.
Hz. Ali (R.A.) der ki: Ey âdem oğlu, Allah'ın vereceği rızkı, başkasından istemen, başkasına güvenip işlerinin sonundan emin olman sana yakışır mı? Bir kâ-
firin kefaletine razı olursun da Cenab-ı Hakkın kefaletine razı olmazsın. Buna sebep: İmanın zayıflığı, inancın azlığıdır. Bu, dinden şüphelenmekle başlar, imansızlıkla sonuçlanır. Nitekim Cenab-ı Hak, buna işaretle Kur'anı Kerimde şöyle buyuruyor: (Mâida S. A. 23) "Eğer iman etmiş kimselerseniz Allah'a güvenip dayanın" Başka bir âyette (ibrahim S. A. 11) "Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır". Bu iki âyette tevekkülün imana bağlı olduğu, mü'min ol-mıyanların mütevekkil olmadığı belirtiliyor.
2 - Bu ince nokta da şudur: Rızıkların. ezelden taksim edildiğini ve hiç bir suretle sonradan değişmi- i yeceğini Kur'an-ı Kerimdeki âyetlerden ve hadis-i şe- ¦'' riflerden öğrendik. Rızkın taksim edilmediğini veya sonradan değişeceğini söylemek, iman kapısını kapar, küfre götürür. Rızkın ezelden bölündüğüne ve bu bölünüşün, sonradan hiç değişmiyeceğine inanır ve buna göre hareket edersen dünya ve âhiretini kazanmış olursun. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buna işaretle şöyle buyuruyor:
"Balığın, öküzün sırtında, (bu filan kişinin rızkıdır) diye yazılmıştır. Dünyaya hırsla bağlananların cehaletten başka bir kârları olmaz."
Başka bir Âlim de der, ki: Ezelden senin ağzında J çiğneneceği takdir edilen bir rızkı, başka bir ağız çiğ- < niyemez. Bu açıklamadan anlaşıldı ki, mukadder olan rızkın mutlaka seni bulacaktır, istersen izzetle istersen zahmet ve zilletle bul ve ye.
3 - Üçüncü ince nokta: Bazı âlimler der ki: Rızık işinde kendi halimizi düşünürsek bize bu hususta yeteri kadar inandırıcı bir fikir vermeğe kâfidir. Nefsime derim ki Rızık, beslemek ve yaşamak içindir, ölüye
- 236 -
rızık gerekmez. Benim hayatım ise Allah'ın kudret elindedir. Dilerse yaşatır, dilerse alır; ömrü veren de alan da o. Hayatımı veren, yaşama sebeplerini de verir. İhmal etmez. Eğer yaşamam benim elimde olsaydı (Haşa) Allah ile ortak olurdum. Bu ise bâtıldır. Çünkü bütün âlem yalnız onun tasarrufuna ve iradesine bağlıdır. Bu takdirde rızkı düşünmek ve hırsla peşinde koşmak yorgunluk ve zahmetten başka bir şey değildir.
4 - Dördüncü ince nokta: Gıdadan maksat, lezzet almak ve şehveti harekete getirmek değildir. Belki vücuda, ibadet ve hayırlı iş yapabilecek gücü kazandır maktır. Allah'a tevekkül edip ibadetle meşgul olan kimse, tevekkül ettiğim için mal ve mülk edinemedim diye sızlanmasın. Çünkü Allah'ın kendisine vereceğini tekeffül ettiği rızık, yalnız ibadet ve hayırlı iş yapabilecek kuvveti vücuda verecek miktardır. Bunun fazlası değildir. Cenab-ı Hak bu miktarı, dilediği şekilde verir. Dilerse yemekle, dilerse bitki veya başka bir şeyle, dilerse Meleklerde olduğu gibi kendisini teşbih ve zikretme ile., Buna inandıktan sonra endişeye yer yoktur. Nitekim Abidler, Zâhidler, günlerce yemeksiz: dayanabiliyorlar. Bazıları on gün, bazıları bir veya iki ay hiç yemek yemedikleri halde vücutlarında en ufak bir güçsüzlük durmazlar. Her gün yemek yiyenlerden daha kuvvetlidirler. Bazıları da gıda niyetiyle kum toprak yerler. Allah onu vücutlarında gıdaya çevirir.
Rivayet ederler ki, Süfyan Sevri, bir gün Mekke'ye giderken yolda azığı bitmiş ve on beş gün kum yediği halde ona hiç bir şey olmamıştır. Yine rivayet ederler-İbrahim bin Ethem yirmi gün kil yemiş ve kendisin*" en ufak bir şey olmamıştın Ağmeş'ten rivayet ediliyor : Bir gün ibrahim Timi bana; bir aydır hiç bir şey ye-
- 237 -
medim dedi. Ben, nasıl dayanabildin deyince, iki aydır yemedim dedi. Fakat bu arada bir gün birisi, İsrarla bana bir salkım üzüm verdi yedim. Halâ mideme zahmet veriyor.
Ey aziz, bu olaylara şaşmamak gerek. Çünkü ilah! kudret, herşey'e yeter. Meselâ: bir hasta, rahatsızlığı sebebiyle bazan bir, bazan iki ay hemen hemen hiç bir şey yemediği halde ölmez sağ kalır. Halbuki çok kimselerin ölümü, fazla yemek yemelerinden, oburluklarından olur. Ender olarak açlıktan da ölenler vardır. Fakat bunların eceli, açlık yüzündendir.
Ebû Said Elhudrı der ki: Üç günde bir yemek yerdim. Bir gün çöl yolculuğuna çıktım. Beraberimdy azık yoktu. Üç gün geçince fazla acıktım, takattatı düştüğümü hissettim. Yere oturup uzandım. O anda gaypten bir ses duydum: Ya Said, yemek mi istersin kuvvet mi? Kuvvet isterim dedim. Cenab-ı Hak, bana kuvvet verdi. On iki gün hiç yemek yemeden yürüdüm, en ufak bir yorgunluk duymadım.
Rabbma tam tevekkül eden Âbide (rızkın sebeplerine baş vurmadan) Allah, ibadetine yetecek kuvve i ve kudreti verir. Allah'ın lütuf ve inayetine nail olan bu zat, daima şükreder, hamd-ü-senada bulunur. Çür kü Allah, onu, adeti hilafına, geçim derdinden, gıdanın zahmet ve yüzünden kurtardı, ona kudret hazinesinden yardım etti. Hayvani sıfatlarını aldı. Melekler derecesine yükseltti.
Bu bahiste sözü uzattık. Bunun sebebi de tevekkülün ibadet yönünden çok önemli olması, adeta onun merkezi durumunda bulunmasıdır. Hatta yalnız ibadet değil bir çok önemli dünya işlerinin başarıya ulaş -ması da tevekküle bağlı olduğu gibi takva yolunda ilerleyip derece derece yükse/-nenin sebebi de budur. Alimlerin, fâzılların, basiret ^s hiplerinin hepsi, dünya
- 238 -
ve Âhiret işlerinde tevekküle sarılmışlardır. İbadet için yalnızlığa çekilenler, hailem kötü işlerinden uzak duranlar, vaz-u nasihatle dolu, dinî ve ahlâkî kitaplar yazan hep bunlardır. Cenab-ı Hak, bu değerli zatlara daima yardım etmiş ve onlara türlü manevî ve maddî nimetler ihsan buyurmuştur. Tevekkül işinde kusur gösterenlerin imanı zâiftir, Hak yolunda yürümekte gevşektir. Kalplerini, zihinlerini kazanç hırsı bürünmüş, gece gündüz geçim derdiyle meşgul, dünya heva-ve hevesi ruhlarını sarmıştır. Bu gibilerin ibadetlerinde tad, zikirlerinde lezzet, kalplerinde safvet kalmaz.
Tefviz (işi Allah'a havale etmek) hususunda iki ince nokta var: Birincisi: İşlerden en hayırlısını seçmek, ancak bu cihanın her zerresine vakıf olan ve bütün işlerin hâlâ ve durumunu ve hepsinin gizliliklerini bilen kişiye yakışır. Yoksa yâni bu vasıflan taşımayan kişinin hayırlı ve faydalıdır diye seçtiği şey ser olabilir. Bu neye benzer meselâ: Bir kaç tane mücevher • olup bir çobana göstersek ve bize, bunların cinsleri, özellikleri ve değerleri hakkında bilgi ver desek şaşırır. Hangisinin daha üstün olduğunu seçemez, değerlerini hiç takdir edemez.
Onları alıp çarşıdaki bir esnafa gösterseniz. Kendisi sarraf değil. Fakat bazan sarraflardan veya başka yerlerde bunlara benziyenleri gördüğü için, kesinlikle olmassa dahi bunun verdiği bilginin Çobanınkinden üstün olduğu muhakkak, fakat yine tatmin edici değildir. Halbuki bu pırlantaları alıp sarrafa götürseni? onun verdiği bilgiye itimad eder, kalbiniz tatmin edilir ve sözlerine göre hareket etmekten sakınma duymasınız. Çünkü sarraf pırlantaların cinsini, özelliklerini, değerini (mütehassısı olduğu için) çok iyi bilir, işte
- 239 -
kainatta tıpkı bu pırlanta misali gibidir. Onun bütün vasıflarını, özelliklerini, gizliliklerini ve içinde cereyan eden ve edecek olan hadislerin tümünü en ince teferruatına kadar bilen yalnız Cenab-ı Haktır. Binanaleyh işlerin en hayırlısını, en faydalısını (her kişi için) ancak o bilir ve o seçer. Nitekim Cenab-ı Hak buna işaretle şöyle buyuruyor. (Kasas S. A. 68 - 69) "Rabbm ne dilerse yaratır. (Ne dilerse) seçer. Onlar için ise (Rab-larına karşı böyle) muhayyerlik yoktur. Allah, mü-nezzehdir, (Onların) eş tutmakta oldukları (her şey' den) yücedir. Göğüsler neleri saklıyorsa neleri ne açıklıyorsa Rabbın (hepsini) bilir."
Rivayete göre: Cenab-ı Hak, Kâmil zatlardan birine şöyle hitap ediyor: Dile bsr.den, ne istersen verilecektir. Kâmil zat şöyle cevap veriyor. Hiç bir şey'in hakikatini bilmiyen her şeyin hakikatini bilenden nasıl bir şey istiyebilir. Ben hangi şey'in bana en hayırlı ve en faydalı olduğunu bilmiyorum ki istiyeyim. Bunları bjlen yalnız sensin. O halde en hayırlı ve faydalı şey'i sen bana seç ya Rabbim!
ikincisi: Toplumun en bilgili; en kuvvetli, en faziletli, en merhametli, en vefalı ve en doğru adamı sana, bütün iş ve hizmetlerini bana bırak. Sana en faydalı ve iyi şekilde hazırlar, tam ve mükemmel olarak önüne getiririm. Tüm ihtiyaçlarını temin ederim. Sen kalp huzuru içinde ve hiç bir şey'in tasasını çekmeden rahat yaşa. Yalnız, seni ilgilendiren şeylerle meşgul ol dese, bunu bir ganimet, bu va'dileri bir nimet bilmez misin? Bu,nimete karşı minnet ve şükranlarını ifade etmez misin? Senin için seçtiği işi faydalı veya zararlı olacağını bilmediğin halde tevekkül ettiğin zatın doğruluğuna, kemaline, sözünü yerine getireceğine inandığın için hemen kabul edersin.- Sonuçda olumlu çıkınca memnun olur ve her yerde o zatın tedbirinden,
- 240 -
doğruluğundan, faziletinden sözüne sadakatından, başarısından bahseder, översin. Bu, bir gerçek olaydır. O halde kâinatta ne varsa hepsini bilen, kudreti bütün âlemi kaplayan, iradesiyle tümüne hükmeden, en bilgili, en merhametli, en şefkatli Rabbına neden işlerini havale etmiyorsun? Senin, sonucunu bilmediğin, aklının ermediği işleri ona bırak, en faydalısını o sana seçsin. Seçtiği şey'in sırrını bilmezsen bile yine razı ol ve yalnız seni ilgilendiren şeylerle uğraş.
Allah'ın takdirine rıza göstermenin iki faydası vardır: (Yaşayışa mola)
Haliyye: Takdire karşı sabreden kişinin kalbi, lüzumsuz elem ve kederden kurtulur. Rahat ve huzura kavuşur. • '
Bazı zâhidler der ki: Mukadder olan muhakkak olur. O halde mutlak olan bu ilahî takdire karşı üzülmek sana ne gibi bir fayda kazandırır? Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) İbn-i Mes'ud'a buyurmuş ki: Allah'ın takdir ettiği şey, mutlaka olur.
Onun için üzülme, nasibin olmıyan, sana takdir edilmemiş olan şey hiç bir zaman gelip seni bulmaz. Rızanın ikinci faydası olan maliyye de şudur:
Sen Cenab-ı Haktan razı olunca o da senden razı olur. Bunun karşılığında büyük mükâfat ve sayısız sevap kazanırsın. . s
Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Beyyine (S.A. 8) "Allah, bunlardan razı olmuştur. Bunlarla ondan hoşnud olmuşlardır."
Takdire razı olmamanın, öfkelenmenin iki zararı vardır:
1 - Kadere rıza göstermiyenin kalbi daimî üzüntü ve endişe içindedir. Bu sebepten huzur ve rahat görmez. ¦ . .
- 241 - -
2 - Takdire rıza göstermiyen Allah'ın şiddetli ve elim azabını kazanır. Üzülme ve iç sıkıntısı kaderi durduramaz. O halde akıllı kişi, rahat huzursuzlukla değiştirmez, Sevabı azapla bir görmez.
Kadere razı olmamakta, öfkelenmekte büyük tehlike vardır. Nifaka, bozuşmaya, isyana, hatta küfre bile sebep olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Nisa S.A. 65) "Rabbma and olsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (Kavga ettikleri) şeylerden seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümlerden yürekleri hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar."
Ey aziz dikkat et! Hz; Peygamber (S.A.V.) in hükmüne rıza göstermiyenler, öfkelenenler imansızlıkla itham ediliyor. Ya (Cenab-ı Hakkın hüküm ve takdirine rıza göstermiyen ve öfkelenenlerin hali nice olur! Nitekim Cenab-ı Hak, kutsi hadiste şöyle buyuruyor: "Benim kaza ve kaderime razı olmıyan, belâlarıma sabretmiyen ve nimetime şükretmiyenler? Kendilerine başka bir ma'bud (ilâh) seçsinler." Bunun manası şudur-. Benim kazama razı olmamak, Rabb'liğimi kabul etmemek demektir. Böylelerinin günahlarını af-vetmem. Cennetime koymam! Aklı başında olan insanlar için bundan ağır bir tehdid olmaz.
Bazı âlimlerden Rablik nedir, kuluk ne demektir? Diye soruldu. Verilen cevap şü: Rab, hükmeden, takdir edendir. Kul, o hüküm ve kadere boyun eğen, razı olandır. Rabbin, takdir ve hükmettiğine kul razı olmaz ve itaat etmezse Rablik ve kulluk ortadan kalkar.
i*
Sabır bahsine gelince, bunda da bir nükte vardır. Bu nükte (herkesin'anlıyamadığı kapalı güzel manâlı söz) şudur: Sabır, acı bir ilaçtır. Fakat faydalı bir şer-
- 242 -
bettir. Kullanışı mübarektir. Nice zararları yok eder. Nice menfaatler sağlar. Sabrın bu derece faydalı bir ilaç olduğunu bilenler onun bir anlık acısına dayanırlar. Çünkü bir saatlik acılığı nice yılların rahat ve huzurunu sağlar. Sabrın faydası dört şeyde toplanır.
1 - Allah'a itaatle sabr-u sebat etmek.
2 - Günah işlememekte sabretmek, dayanmak,
3 - Dünyanın lüzumsuz zevk-u saf asından çekinmede sabırlı olmak.
4 - Çeşitli belâ ve musibetlere karşı sabırlı ve metin olmak.
Bu dört şeyde sabırlı olan kimse Rabbına tâat' ve ibadetini huzur içinde yapar. Güzel sevaba, büyük manevî mükâfata nail olur. Günâh işlemekten ve bu sayede Âhiret azabından kurtulur. Dünyaya bağlanma ve ona tapma belâsını başariyle atlatır. Zühed ve takva rütbesini almaya, ilahi ihsan ve ikramlara nail olmayan hak kazanır.
Sabırsızlığın insana getirdiği zararlara gelince: Sabırsız adam, daimî üzüntü ve huzursuzluk içindedir. Bu hali, kendisini âhiret azabına da müstahak kılar. Sabırsızlık, insanı bir çok menfaatlerden mahrum eder. Çünkü tâat, Allah'ın emirlerine uymayı zarurî kılar. Bu ise insana zor gelir. Güç ve zahmetli bir iş görünür. Bu hal, ya onu ibadet etme faziletinden mahram eder veya ibadet etse de kendini kötülüklerden koruyamaz.
Bu da amellerinin boşa gitmesine sebep olur. Yahut, ibadete içten kendini veremediği için bu yolda yüksek derecelere çıkamaz. Çünkü dünya ile meşguldür. Nefsinin isteklerini susturmamıştır. Musibetlere sabredemediğinden huzursuzdur. Sabırsız insan ya gü • nah işler veya lüzumsuz şeylerle vaktini boşa geçirir.
- 243 -
Maruz kaldığı felâketlere ya hiç dayanamaz fazla sızlanır, ba&ırır çağırır. Bu yüzden hem dilediği olmaz, hem de sabretme sevabından mahrum kalır. Böylece iki musibete uğramış olur. Biri felâketin kendisi, diğeri sabretme sevabından mahrumiyet. Musibetin oluşu anındaki ağlama ve sızlanma onu yok etmez. Kendisine bir şey kazandırmaz. Kaybolan olmuş bir daha geri gelmez. Halbuki sabreden, felâketin zararına kav şılık sabretmenin sevabını görür. Nitekim Hz. Ali. (R. A.) bu hususta şöyle buyuruyor: Mukadder olan işler meydana gelir. Sabredersen ecrini görürsün. Sabretmezsen mukadder olan yine olur fakat sen günah kazanırsın.
Sözün kısası, kalbindeki lüzumsuz fikir ve hatıraları söküp atsan, nefsinin kötü alışkanlarından ilişkini kessen ve bütün işlerinde Allah'a tevekkül edip ona güvensen, sonunun ne olacağını bilemediğin işlerini ona havale etsen, nefsini, kazaya razı olmaya âlıştırsan, tevekkülsüzlükten, öfkelenmeden vaz geçirsen ve sabır şerbetini içip acısına dayansan muhakkak ki işlerinde daha dikkatli hareket etmiş olursun. Doğru yolu tutmuş dursun. Bu halin sırf hayırdır. Senden men edilen şey, bil ki senin için serdir, zarardır.
Çocuğunu zararlı yemeklerden, zararlı şeylerden. men'eden şefkatli anneleri görmüyor musun? Dahası var: îyi yetiştirsin diye icabında onu döğen, hapseden bilgili ve sert bir öğretmene verir.
Hastalığında, gerekirse kan aldırır, iğne yaptırır. Bütün bunları yapan ve yaptıran annenin çocuğunu bazı yemeklerden ve zararlı şeylerden men'etmesi, cimriliğinden veya esirgediğinden mi? Sert bir öğretmene vermesi ona kızdığından veya azap vermek isteyişinden mi? Kan aldırıp iğne yaptırması işkence
- 244 -
ve acı vermek için mi? Şüpnesiz ki Hayır. Hepsi de çocuğun sıhhati, iyiliği, ve istikbâli içindir. îlerde daha mutlu ve emin bir hayata kavuşturmak gayesile-dir. Çünkü O, annesinin göz nuru, Ciğer paresi ve gönlünün sevincidir. O halde acı tatlı Ona ne yapılmışsa iyiliği düşünülerek yapılmıştır.
Başka bir misal: Tanınmış, mütehassıs bir doktorun hastasına olan muamelesini düşün. Gerektiğinde hastasına, susuzluktan ciğeri yanda, dudakları çatlasa bir damla su verdirmez. Fakat en acı ilaçlan zorla içirir, iğne yapar. Doktorun bu hareketi, her halde hastasına zulüm ve işkence yapmak değildir. Doktor bilir ki: su içtiği takdirde hastanın hayatına mal olabilir. Fakat içmezse iyileşme ihtimali daha kuvvetlidir. İlâçlar acı, iğneler ızdırap vericidir. Fakat mikrop kinci, şifâ ve sıhhat getiricidir. İşte şefkatli doktor, bütün bunlan, hastasını sıhhata kavuşturmak için yapmıştır.
Ey aziz sen de düşün ve dikkatli bir gözle bak ve -gör ki: Cenab-ı Hak, bir parça ekmeği, bir yudum suyu, yahut her hangi başka bir şey'i senden esirgiyorsa, hâşâ, acizliğinden, fakirliğinden, cimriliğinden veya zâlim oluşundan değil, sırf senin için hayırlı ve faydalı oluşandandır. Çünkü her şey'i bilen Cenab-ı Hak, senin için faydalı veya zararlı olanı bilir ve ona göre seçer. Cömertliği ve merhameti sonsuz olan Rab-bın, seni bir şeyden men'etmiş ise muhakkak o senin iyiliğin içindir. Fakat sen, yukarda verdiğimiz çocuk ve hasta gibisin. Bunlan anlıyamazsın. Bütün bu nimetleri senin İçin yaradan' Allah, bir sebep olmadan her hangi bir şey'i senden esirger mi? Bu hususu belirten Cenab-ı Hakkın şu buyruğuna bak (Bakara S. A. 29) "Yerde ne varsa hepsini sizin (faydanız) için
- 245 -
yaradan sonra (irâdesi) göğe yönelip de onları yedi gök hâlinde düzene koyan (sap sağlam yapan) odur. O her şeyi hakkıyle bilir."
Uz. Peygamber (S.A.V.) haber veriyor. Cenab-x Hak buyurur ki: Şefkatli devecinin devesini, uyuz devenin çöktüğü yere çökmekten men ettiği gibi ben de veli kullanım dünya nimetlerinden men'ederim.
Eğer bir belâ, bir sıkıntıyla karşılaşırsan bil ki bu,
¦ seni denemek, imtihan etmek için değildir. Belki her
halini bilen Allah'ın sana olan merhametinden dolayı
derdine ilâç olsun diye o beiâyı vermiştir. Nitekim Hz.
Peygamber (S.A.V.) buyuruyor:
• Allah'ın kullarına merhameti, şefkatli annenin çocuğuna olan merhametinden çok daha fazladır.
Bu geniş açıklamadan, kulların maruz kaldıkları felâketlerin iç yüzünü, gerçek sebebini öğrendik. O halde elan her işte bir hayır, her felâkette kulun bilemediği bir men'faatı vardır. Çünkü Allah, onun için faydalı veya zararlı olanları bilir ve verir. Hatta sevdiği kullarını daha büyük sıkıntı ve zorluklarla karşılaştırır. Nitekim bu hususta Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyuruyor: Cenabı Hak, sevdiği kullarım, bir belâya maruz bırakır.
Cenab-ı Haklan kullarından en çok musibete maruz kalanlar sırasıyle Peygamberler, şehidler, velilerdir...
Ey aziz, eğer sen Hak yolundan yürüdüğün, emirlerini yapar, yasaklarından çekindiğin halde dünyalık elde edemiyor; dilediğin refaha kavuşamıyorsan veya bir takım sıkıntılara, musibetlere maruz ^kalıyorsan bilki bunda senin için bir hayır vardır. Allah'ın yamn-
~ 246 -
da şerefin artmış, derecen yükselmiştir. Sen, veliler zümresine katılma yoluna girmişsin. Yoksa bunlar sana eziyet ve işkence vermek için değildir.
Nitekim Cenab-ı Hak (Tür S.A. 48): "Sen Rabbı-nın hükmüne (rıza ile) sabret. Çünkü muhakkak sen, bizim gözlerimiz (önün) desin," buyuruyor.
Ey aziz Allah'ın sana olan lütuf ve ihsanın bilip nimetlerine şükret ki, O sana en hayırlı ve en faydalı olanı seçer ve verir. Çektiğin sıkıntı ve zahmetlere karşı ecirle mükâfatlandırır. Seni, erenler mertebesine yükseltir, sonunu hayırlı kılar. Bol nimetler ihsan eder.
247
FASIL ; III
Ey aziz, bütün bu açıklamalardan anladık ki: Ce-nab-ı Hak, kuluna, yaşama ve ibadet etme gücünü verecek miktardaki rızkını tekeffül etmiştir. Gerektiği zaman ona O, rızkı verir. O halde Allah'ın, vadinde sâdık olduğuna, tekeffül ettiği rızkı mutlaka vereceğine inan. Ona güven ve ondan başka hiç bir varlığa dayanma. Seni kurtaracak gibi gözüken bir çok faniî varlıklara ve geçici şeylere yaslanma. Çünkü onlar, gerçek kurtarıcı olamazlar. Kalbini, rızkın sebeplerini arama şaşkınlığından, nefsini onun yorgunluğundan kurtar. Sebepler, yalnız birer vasıtadır. Allah, dilediği zamanda ve dilediği şekilde rızkını gönderir. Sana yemeğini yediren, suyunu içiren, sindiren ve lüzumsuzunu dışarı attırar. ve böylece vücuduna yaşama gücünü kazandıran Odur. Seni bu suretle beslenecek, kuvvet, alıp yaşıyacak^bir bedenle yarattı. Akıllara hayret veren vücudun yapısı, onun kudretini, sanatının benzersiz inceliğini, gösterdiği büyük eseridir. İsterse bu vücudu, gıdasız, (Melekler gibi) yaşatır. O halde vazifen, bu eserin yaradıcısına, kudretinin büyüklüğüne inanmak ve yalnız ona güvenmektir.
Seni ilgilendiren yapabildiğin şeyleri yap gerisini kâinatın sahibine (Allah) bırak. Bilmediğin, aklının
- 248 -
ermediği şeylerin düşüncesiyle kafam yorma, Şu işim olursa çok iyi" olur şu olmazsa çok fena gibi fikirlerle beyhude uğraşma. Çünkü bu gibi düşünce ve kuruntuların hepsi de sana vakit kaybettirmekten, lüzumsuz yere uğraşmaktan başka bir şey'e yaramaz. Çünkü dilediklerin olmıyabilir. O zaman boş geçen vaktine acırsın, Ömrünü de lüzumsuz yere tüketmiş olursun'. •
Bazı Erenler der ki: Olacak olur. Yâni: Allah'ın ezelden takdir ve hükmettiği mutlaka olur. O halde şu böyle olsa idi veya olmasaydı daha iyi diye kafanı yorma. Her iş, tayin edilen zamanda olur, ne önce no de sonra. O halde beyhude sıkıntı ve zahmetlere girip vaktini lüzumsuz yere harcama. Bazan ümit ettiğin olmaz. Bazan korktuğun olmaz. O halde senin arzuna değil. Onun (Allah'ın) iradesine bağlıdır.
Ey aziz, nefsine öğüd ver ve de ki: Ey nefs, Allah, bana ne takdir etmişse o olacaktır. Benim için en hayırlısını ve en faydalısını O bilir. Benim Rabbım, hâlıkım O'dur. O bana yeter. Vekilim Odur. Her şey'e kudreti yeten, Kâinata hükmeden Odur. Onun merhametinin 51nın yoktur. Bu sıfatlara sahip olandan başka kime tevekkül edebilirsin? Tevekküle, güvenmeye lâyık Odur. O halde ey nefs, her şey'i bilen, kudreti her şey'e yeten halikımızın bize takdir ve hükmettiği şeyde (ki sonuç bizce bilinmiyor) muhakkak bir hayır vardır. Diye inanıp kabullenmelisin ki huzura kavuşasın.
Ey nefs, olacak olur. Kader yerini bulur. O halde kaderdeki bir felâket olduğu zaman sızlanmak, öfkelenmek, sıkılmak bağırıp çağırmak lüzumsuzdur. Çünkü bunlar, sonucu değiştiremez. Allah'a inanıyorsan (ki inanmışsın) onun takdir ve hükmüne boyun
- 249 -
I
i"
eğeceksin. Karar onun, hüküm onundur. Senin vazifen, bu hüküm ve karara itaattir.
Başına bir felâket gelince sızlanma, ağlayıp çırpınma, şikâyet etme. Bilhassa felâketin ilk anlarında çok dikkatli ol. Çünkü o anda nefis hemen ağlayıp bağırmaya başlar. Onu susturmak için kendisine: Ey nefs, bu belâ, senin kaderindir. Onu defetmeğe gücün yetmez. Sızlanıp ağlamaktan da bir şey eline geçmez. O halde bari sabret sevap kazan. Beterin beteri vardır. Buna şükret, Sabretmezsen çok şey kaybedersin sabredersen çok şey kazanırsın.
Felâket anmda: Allah'a sığındığını ve ondan yardım dilediğini ifade eden sözler söyle. Kafana, onun merhametini, kudretini ve sabredenlere verdiği ecrin derecesini düşünmekle meşgul et. Peygamberlerin, Velilerin maruz kaldıkları belâ ve musibetlere nasıl katlandıkları, sabır ve metanetlerini hatırla ve bunlarla oyalanerak kalbin üzüntüden, kurtar, ferahlık
duy.
Eğer fakirlikten, yoksulluktan sıkıntıya düşersen yine nefsine de ki: Ey nefs, Allah, senin halini senden daha iyi bilir. O sana, senden daha çok merhametli ve şefkatlidir. Hiç bir yaratığı, hatta kâfiri, imansızı rı-zıksız bırakmaz. O rahim ve kudret sahibi Allah, senin rızkını kesmez. Bunda senin bilmediğin bir gerçek bir sır vardır. Böyle olmasında mutlaka senin için büyük bir fayda vardır.
Allah her güçlükten sonra bir kolaylık verir. Bunun sana hayırlı olduğunu sonradar. anlıyacaksın.
Bu hususta Kâmil zatlar şöyle buyuruyorlar: İlahi takdirin sonunu bekle. Bir musibetla karşılaşınca hemen üzülüp düşünme. Çünkü gayp âıeminde nice garip şeyler var ki bilinmez.
- 250 -
İşte bütün bu anlattıklarımızı tamamiyle öğrenir ve tatbik edersen tâat ve ibadet etmeni önleyen dört büyük engeli muvaffakiyetle atlatmış olursun. Bundan sonra musibetlere karşı sabırlı, Allah'ın hüküm ve takdirine razı olursun. Bu tevekkülün, seni huzur ve rahata kavuşturur. Âhirette sevabını görürsün. Böylece hem dünya ve hem de âhiretde mutlu olursun. Bu çetin geçidi geçtikten sonra artık ibadetini rahat yapabilirsin. Sabreden ve tevekkül edenler mertebesine yetişip veliler ve kâmiller zümresine girersin. Ce-nab-ı Haktan dileğimiz bizi ve sizi, bütün mü'minleri işlerinde tevekkül edenlerden, belâ anlarında sabreden ve şükreden kullarından etsin. Amin.
251
BEŞİNCİ BÖLÜM
. SEBEPLER "
Ey aziz, ibadetini önliyen sebepleri bertaraf ettikten ve engelleri aştıktan sonra açılan saadet yolunda ilerliyebilmeri için karşına çıkacak olan şu iki şey'in de gereğini yapman lâzımdır: Biri, Allah'tan korkmak, diğeri, onun merhametine sığınmaktır. Şu iki sebep Allah'tan korkmayı gerektirir: 1 - Allah korkusu, kişiyi günah işlemekten men'eder. Nefs-i em-mare kötülük yapmaya, şer işlemeğe o kadar eğilimlidir ki ürpertici bir korku, şiddetli bir tehdid olmazsa onu bu mey'inden vaz geçirip hayre, doğruya yöneltmek imkâiisızdır. Çünkü tabiatında ne ahde vefa, ne de işlediği günahtan dolayı Allah'tan utanma hissi vardır, onu bu huyundan vaz geçirip yola getirecek tek çare şiddetli korku ve tehdidi önüne sermektir. Nitekim köleyi yola getiren sopa iken hür adam için bir azar, bir ihtar kâfidir. Nefisde köleye benzer. Onu doğru yola getirmede ve kötülük işlemekten vaz geçirmek için daima sözle, fiille, fikirle korkutmak ve tehdid etmek icap eder.
Rivayet ederler ki: Bir gün Erenlerden birinin nefsi, günah işlemeğe meyleder. O da hemen kalkar ve çok sıcak olan bir kumluğa gider. Elbisesini çıkanr ve
- 252 -
yerde yuvarlanmaya başlar. Ve o kızgın kumda nefsine: Çek ve kıyasla bakalım. Eğer bundan çok daha şiddetli olan Cehennem ateşine dayanabilirsen günah işle. Ey geceleri bir İaşe gibi serilip yatan, gündüzleri tenbel tenbel oturan nefis, Allah'tan korkmaz, Meleklerden utanmaz mısın ki böyle günahları düşünüyor ve yapmak istiyorsun der.
2 - Eğer nefis korkmazsa (Allah korkusunu duymazsa) yaptığı ibadetlerle övünür ve bu sebepten bütün emekleri boşa gider, günahda kazanır. Bu nun için, ibadetlerin kusur ve noksandan arınmış olmadığını, günahsız insanın bulunmıyacağını ve bu sebepten her zaman Allah'a sığınmanın lüzumunu söyleyip nefsi korkutmak icap eder. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) bu noktaya işaretle şöyle buyuruyor: Eğer ben ve İsa, bu iki parmağın işlediği şeyden dolayı sorguya çekilsek öyle Cezalandırılacaktık ki hiç kimse bizim gibi azap görmezdi.
Hasan Basri der ki: Hiç birimiz işlediğimiz günahtan dolayı üzerimize mağfiret ve tevbe kapısının kapanmadığından emin olmadığımız gibi bundan sonra yaptığımız bir hayırdan fayda göreceğimiz de belli değildir.
İbni Semmak nefsini kınıyarak der ki: Ey nefis! Zâhidlerin söylediğini söylersin, münafıkların yaptığı nı yaparsın. Bu haline de Cennet ve rahmet umarsın. Heyhat! Cennet ehli öyle insanlardır ki onların yaptıkları sende yok, senin yaptığın onlarda yoktur. İşte her mü'minin, nefsine her zaman1 hatırlatacağı fikirler bunlardır. Ancak bu sayede nefis, ibadetleriyle öğünmek huyundan ve amellerinin boşa gitmesinden kurtulur.
253 -
3 - Allah'a sığınmanın, onun rahmetini dilemenin de iki sebebi var. Birinci sebep: İbatiet yapabilmek için bir ümide bağlanmak gerek. Çünkü ibadet ağır ve zahmetli bir iştir. Şeytan, kişiyi bu amelinden alıkoymaya çalışır. Nefsin, hava ve hevesi, itaatsizliğe" sürükler. Gaflet içinde olanlar, görünü.-deki heveslerini, günlük zevk ve arzularını tatmin etmekten başka bir şey düşünmezler. Çünkü ibadet yapanlara va'-dolunan sevap ve mükâfat hem görünmez, elle tutul-: maz, hem de erişilmesi uzun zamana bağlıdır. Bu sebepten nefis, tâat ve ibadete karşı soğuk ve çekingen davranır. Onu harekete getirmek için teşvik etmek lâzımdır: İbadet yolunda çekilen bütün zahmet ve sıkıntıların karşılığı fazlasiyle ödenecektir teminatiyle. Bu da Allah'ın rahmet ve mağfiretinin genişliğine sonsuzluğuna inanmak ve güvenmekle ve kendisine itaat edenlere bol sevap ve yüksek manevî dereceler vereceği, sonsuz ikram ve ihsanlarda bulunacağı fikrinin zihinlerde yerleşmesiyle olur.
Bazı büyük zatlar der ki: Keder ve üzüntü insanın iştahını keser. Hatta yenilen yemeğin sindirilmesini engeller.
Allah korkusu, günah işlemeği önler. Mağfiret ve rahmet ümidi, tâat ve ibadeti teşvik eder. Ölümü anmak, ömrünü, dünyanın lüzumsuz şeyleriyle geçirmesine engel olur.
İkinci sebep: Cennet nimetlerini dilemek ve ümitlenmek, ,zahmete sıkıntıya, belâlara katlanma gücünü verir.
istediği şeyin değerini bilen kimse, onu elde etmek için bütün gücünü harcar. Her sıkıntıya katlanır. Hiç bir zorluktan çekinmez. Sevdiği kişinin her zahmetine dayanır. Hatta onun yüzünden sıkıntılardan
--r 254 -
I
zevk duyar. Çünkü çektiği sıkıntıya karşı vefa, zahmete göre lezzet umar. Görmüyor musun ki: Canı bal istiyenler arının sokmasına aldırmazlar. Fazla para Kazanacağını bilen hammal, akşama kadar ağır yük taşımaktan yorulmaz. Hasat zamanında elde edeceği hububatı düşünen çiftçi (hele pahalanma .ihtimali varsa) bütün sene soğuk - sıcak dinlemeden yaz kış bin bir zahmet içinde didinip çalışmaktan çekinmez.
İşte Âbidler de Cennetin hurilerini, köşklerini, güzelliklerini, nimetlerini, riefis yiyecek ve içeceklerini, zinetlerini ve elbiselerini, hulasa Cenab-ı Hakkın, Cennet ehline va'dettiği sayısız nimetleri düşünüp hatırladıkça, bu fani dünyanın lezzetini terketmeği, musibetlere belâlara ve sıkıntılara katlanıp sabretmeği göze alır.
Rivayete göre Süfyan Sevri'nin Cehennem anılırken gösterdiği korku ve ızdırabı, tâat ve ibadeti kendisine verdiği bitkinliği gören dostları, Ya üstad!- ibadetini bir az kısaltsan ve bu yolda kendini bu kaaar fazla yormazsan olmaz mı? dediler.
Sevri şu cevabı verir: İbadet yolunda fazla yorulmam gerekir. Çünkü işittiğime göre Cennet ehli, Zevk ve safaya daldıkları bir anda birden sekiz Cenneti aydınlatan bir nur parlamış. Cennet ehli de onu, ilahi bir nur sanarak hemen secdeye varmıştır. Bir ses gelir ve Ey Cennet ehli başınızı secdeden kaldırın. Sizin ilahı zannetiğiniz bu nur, bir cariyenin Zevcinin (kocasının) yüzüne yaptığı bir tebessümden (gülümsemeden) gelmedir.
İbadet işlerinde kulun iki esaslı görevi vardır:
1 - Günah işlemek ve kötülük yapmaktan sakınmak.
I
2 - Tâat ve ibadette bulunmak ve iyilik yapmak Bu iki işte başarıya varmak için bir taraftan nefsi korkutmak bir taraftan da ona ilerde göreceği sevap ve mükâfatla ümidlendirmek lâzımdır.
Nefis, inatçı ve haşan bir merkebe benzer. Biri önde gider. Biri arkadan kamçılar. Bir çukura düşse, çıkarmak için biri değnek vurur, biri arpa gösterir, ümit verir. İki yandan kaldırır yardım eder ve türlü hilelerle onu çukurdan kurtarırlar.
Yaramaz, okula gitmek istemiyen bir çocuğa, ana baba bir yandan onu öğretmenle korkutur, bir yandan da ona helva, yemiş gibi şeylerle okula gitmesini teşvik ederler.
îşte nefis de dünya sahrasında bir yabani merkebe benzer. Korku onun kamçısı ve sürücüsü, ümit onun arpası ve.,yediricisidir. Nefs, okula gitmek istemiyen, heveslerine bağlı yaramaz çocuğa benzer ona Cehennem azabını haırlatmak öğretmen korkusu, Cennet nimetlerini hatırlatmakta, helva ,ve yemiş gibidir.
İbadet ve tâat yoluna girenlerin yollarına devam •edebilmesi için bir taraftan nefislerini korkutmak bir taraftan da ona ümit verici va'idlerde bulunmalı. Çünkü onun tabiatı, kendiliğinden ibadete yönelmeğe müsait değildir. Nefsin, itaat altına alınması için korkutucu ve ümit verici bir çok ayetler Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir. Cenab-ı Hak, ibadet eden ve iyilik yapan kullarına, bu amellerine karşılık türlü nimetlerle mükâfatlandıracağını va'dederken ümit, günah işliyen ve kötülük yapanlara da en şiddetli ve elim azaplarla cezalandıracağını bildirirken korku veriyor.
Korku ve ümidin hakikatlerini kısımlarını, hükümlerini ve zıdlarını kolayca faydalanalım diye anlatır mısınız sorusuna cevabımız şu:
- 256 -
Din âlimlerine göre korku ve rica (ümid) kişinin zihnine kendiliğinden doğan iki hatıradan ibarettir. Lakin bunların ön sebeplerini hazırlamak* kendi elindedir. Korkuyu düşünmek, mekruh bir şey.yapmak istendiği zaman hasıl olursa buna (R'd) derler. Eğer bu mekruh şey'i düşünme, ululuk fikriyle birlikte hasıl olursa buna da haşyet (ululuk korkusu) denir. Bu korkunun zıddına cür'et derler. Bazıları da emn derler. Cür'ete emn demek lâzımdır. Nitekim filan korku-ypr, filan da" emindir derler.
Günah işlemeğe niyetlenen kişinin kalbine korku salan dört ön sebep vardır:
1 - Geçmiş günahlarını ve düşmanlıklarını düşünerek yenisinin işlenmesi halinde kurtuluş imkânının kalmadığını göz önüne getirmektir.
2 - Bu günaha Allah'ın vereceği şiddetli ve elim azabı düşünmektir.
3 - Bu işten (günahtan) dolayı maruz kalacağı hal karşısındaki zayıflığını ve acizliğini düşünmektir.
4 - Cenab-ı Hakkın, şiddetli ve elim azabiyle kendisini cezalandırmadaki büyük kudretini ve kendini bundan kurtarmaya yetecek bir güce sahip olmadığını idrak etmektir.
Rica (Ümid) ise Cenabı- Hakkın fazl-u keremiyle lütuf ve merhametinin bolluğunu, genişliğini düşünmekle kalpte hasıl oları sevinç ve ferahlıktır. Bu da insanın elinde olmıyan bir şeydir. Lâkin kalbini sevindiren ön sebepler kendi elindedir. Allanın rahmet ve mağfiretinin bolluğunu düşünmekten doğan sevinç, ümidi var eder. Ümidin zıddı yeistir. Yeis demek, fazl-u keremin, lütuf ve merhametin kalktığını düşünmekten
- 257 -
doğan tasadır. Bu şekilde yeise düşmek yâni Allah'ın rahmetinden ümit kesmek haramdır. Küfre kadar götürür. Halbuki Allah'ın' fazlu keremiyle merhametinin bolluğuna inandıktan sonra, eğer yeis* sana hücum eder ve savmasına gücün getmiyorsa O zaman ümid senin için farz olur. Çünkü kişiyi yeisten kurtaracak tek şey ümidtir. Bu sebepten Allah'ın rahmet ve mağfiretinin bolluğuna inanıp ona bağlanmak (yâni ümid) daima farzdır. Bunun dışındaki ümid nafiledir. Rica (ümid) yi hazırlıyan dört ön sebep vardır:
1 - İstenmeden ve hiç bir şefaatçi araya girmeden verilmiş olan nimetleri düşünmektir.
2 - Cenab-ı Hakkın büyük kereminin sonsuz, azamete karşı sevabının bol olduğu ve hak etmediği halde kişiye dünya ve Âhiret nimetlerini bol böl vermekte-olduğunu düşünmektir.
3 - Din hulusunda, Allah'ın verdiği hidayeti, bilgiyi ve ameli, ke.\disine layık görüp ihsan ettiğini düşünmektir, i
4 - Cenab-ı Hakkın rahmetinin öfkesinden üstün olduğuru, rahman ve rahim olup, mü'min kullarına çok çefkatli davrandığını düşünmektir.
İşte bu ön sebeplerin hepsini bilip tatbik eden kişi, ümit ve korku sıfatlarını kazanmış, tâat ve ibadet yolunda engelsiz yürümeğe muvaffak olmuştur.
İbadet ve ziyaret yolunda olanların, bu geçidi, çok
dikkatli çok ihtiyatlı davranarak geçmeleri lâzımdır.
Çünkü tehlikeler ve zorluklarla dolu olar bu geçidin
iki yanında tehlikeli birer yol var. Bunların birisi emnn
(güven) diğeri yeis (ümitsizlik) yoludur. Bu ikisi ara-
- 258 -
sında senin devam edeceğin en doğru yol, korku ve ümit yoludur. Bundan yan çizenler sapıklığa düşerler. Eğer yalnız. Allah'ın rahmetini ümit eder, öfkesinden korkmazsan cür'et yoluna düşmüş olursun. Halbuki Cenab-ı Hakkın âsi olanlara vereceği elemli azaptan emin olanlar yalnız ziyanda olan kişilerdir. Eğer yalnız,, Allah'tan korkar, rahmet ve mağfiretinin bolluğundan ümidini kesersen o zaman da yeis yoluna sapmış olursun. Halbuki Allah'ın rahmetinden ümidini kesenler ancak kafir* ardir. Eğer Allah'tan hem korkar ve hem de rahmet ve mağfiretini umarsan en doğru yola girmiş olursun. Bu yola giren velileri, erenleri Cenab-ı Hak şöyle vasıflandırıyor: (Enbiya S. A. 90) "Hakikat (bütün) bunlar (bu peygamberler) hayır iplerinde yarışırlar. Umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi. Onlar bize (Allah'a) derin saygı gösterirlerdi."
Bu ayet, mü'minlerin hayır yapmalarını; Allah' tan hem korkmalarını ve iıem ie rahmetin ummalarını içten ve duyarak dua etmeler'ni belirtiyor.
Ey aziz, bu takdirde senin için iç yol verilmiş oluyor: Bu yolların ikisi Şeytani, bir Rahmanidir. Şeytan yolunun biri, güven cür'et yoludur. Diğeri de yeis vo ümitsizlik yoludur. Rahman yolu ile bu ikisinin ortasına düşen korku ve ümit yoludur. Bu doğru yolun sağına da soluna da meyletsen tehlikeye düşersin. Yalnız şunu bilki: Bu iki yol da geniştir. Bekçileri, yol göstericileri çoktur. İnişi yokuşu yoktur. Gidişi çok kolaydır. Buna rağmen sonu felâkettir. Bu sebepten insan, tabiatının icabı kolay gözüken bu iki yoldan yürümek is-t^r. İşte sen de böyle yapmak istersen. Güven yoluna baktığın zaman ilahi rahmetin bolluğunu, bütün yaratıklara verdiği türlü nimetleri görür ve bu kadar geniş merhamete sahip bir Rabdan korkmanın doğru
- 259 -
olmadığına hükmeder onun rahmetine güvenir, gururlanır ve bu hatalı hareketinle kendini felâkete atmış olursun.
Eğer bunun aksini yapar, korku tarafına bakıp ta Allah'ın rahmetini ummadan yalnız korku yolunu benimser ve yüce olan Cenab-ı Kakkın azabının şiddetli olduğunu, bu hususta Peygamberlerine, velilerine bile müsamahada bulunmadığını görür, ümidini kesersen o zaman da yeis (ümitsizdik) yoluna düşersin. O halde ya. pacağın "ey bu iki tehlikeli yola bakıp sapmadan hem Allah'ın rahmet ve mağfiretinin bolluğuna güveneceksin, hem de şiddetli ve elim olan azabından korkacaksın. Korku ile sevgi, ümit ile güvenin karışımından meydana gelen bu yol kurtuluş yoludur. '
Korku olmadan sırf ümit yolu geniş ve geçilmesi kolayiır. Fakat sonu hüsrandır. Ümit olmadan sırf kor-kuya-dayanan yol da geniştir, zahmetsiz kolayca geçilir. Fakat- sonu yeis ve sapıklıktır. Ama, ümit ve korkunun birleşiminden tmeydana gelen orta yolu geçmek, gerçekten zordur.
Fakat bu yol selâmet ve kurtuluş yoludur. Bu yolun aşağı derecesi mağfiret ve ihsandır. Ortası, HÜri ve Giî-man ve Naîm Cennettir. Yükseği ilâhi rızayı tahsil ve ona kavuşmaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bu yolun yolcularına şöyle müjde veriyor. (Secde S. A. 16 -17) "Korku ve ümid ile Rablarına dua ederler." "Artık onlar için yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak, gözlerin aydın olacağı (ni'metlerden) kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez."
Ey aziz, Nefs-i emmareyi kendi haline bıraksan tabiatından vaz geçmez ve bu ağır işlere girişmez, o halde her zaman kötülük işlemek istiyen nefsin i gemleyip
- 260 -
I kurtuluş yoluna girebilmen için şu üç esası dikkat .ye .< itina ile tatbik et.
it 1 - Nefsini korkutan, ümitlendiren ve teşvik eden Kur'an âyetlerini düşün.
2 - Cenab-ı Hakkın ni'met ve sevap, ceza ve azap vermedeki kudretini düşün.
3 - Kıyamet gününde her insanın kendi ameline göre ceza veya mükâfat göreceğinin muhakkak olduğunu düşün.
Birinci esas: Cenab-ı Hakkın korkutucu ve tehdid edici âyetleriyle hayır işlemeği, iyilik yapmayı teşvik eden, rahmet ve mağfiretini esirgemediğini bildiren âyetlerden bir kaçı (Zümer S. A. 53) "Ya Muhammed, de ki.- "Ey kendilerinin aleyhinde (günahla) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları affeder. Şüphesiz O çok afvedici çok esirgeyicidir" (Mü'min S. A. 3) "Allah (mü'minlerin) günahını yarlığar tevbelerini kabul eder. (Kâfir ve münafıklar için) azabı çetindir."
(İmran S. A. 135) "Günahları Allah'tan başka kim afvedebilir."
(E'nam S. A. 54) "Rabbımız kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı.- İçinizden kim b'lmiyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tevbe etmiş ve düzeltmişse şüphesiz ki o (Allah) çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir."
(A'raf S. A. 156) "Benim rahmetim her şey'i kuşatmıştır. Onu (küfürden ve ma'siyetten) sakınmakta, zekâtı vermekte, bir de âyetlerimize iman etmekte olanlar için, onlara has olmak üzere tesbit edeceğim."
(Bakara S. A. 143) "Allah, insanlara karşı çok merhametlidir."
- 261 -
(Ahzab S.A. 43) "Allah, mü'minleri çok esirgeyicidir."
Korkutucu âyetler de şunlardır:
(Zümer S. A. 16) "Ey kullarım, benden korkun."
(Mü'minun S. A. 115) "Ey insanlar sizi boş yere yarattığımızı ve hakikaten, bize döndürülmiyeceğinizi mi sandınız."
(Nisa S. A. 123) "İş, ne sizin kuruntularınızla, ne de kitaplıların kuruntulariyle (olup bitmiş) değildir. Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır ve o, kendisine Allâhtan başka ne bir yâr, ne bir mecledkâr bulabilir." . .
(Kehf S, A. 103-104) "Ey Muhammed de ki: (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrıyanlan, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar" sanarak dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi."
(Zümer S. A, 47) "Halbuki kıyamet günü onlar için Allah'tan hiç de zannetmiyecekleri (nice) şeyler zuhura gelmiştir (gelecektir)".
Korku ile ümidi birlikte ifade eden âyetler:
"Ya Muhammed, kullarıma haber ver ki: Hakikaten ben (evet) ben çok yarlığayıcı, kemaliyle esirgeyiciyim (Bununla beraber) Benim azabım da elbette en acıklı azabın ta kendisidir." (Hicr S.A. 49-50)
İşte görülüyor ki yukarda açıklanan birinci kısımdaki âyetlerde Cenabı- Hak, kullarına, rahmet ve mağfiretinden ümitli olmalarını emrederken, ikinci kısımdaki ayetlerde de, azabından korkmalarını tenbih buyuruyor. Kulun, bunlardan birine bağlanıp diğerini ihmal ederek hataya düşmemesi için hem Allah'ın rahmet ve mağfiretine güvenmesinin ve hem de azabından korkup günahlardan sakınmasının zaruri olduğu (kulun menfaati yönünden) belirtiliyor Cenab-ı Hak,
- 262 -
bir âyette : * Allah'ın azabı çetindir," derken, hemen sonraki ayette de: "Fazlu kerem sahibidir" buyurması,
(Mü'min S. A. 3) mü'min, birinci âyetteki ihtardan ye'se düşmesin diye, Allah'a güvenmeyi ve rahmetinden ümitli olmayı bildiren 2 nci geliyor. "Kim Rahman' dan korkarsa" âyetinde Allah, korku kelimesini Rahman kelimesiyle birlikte kullanıyor. "Rabbının kererfli seni gururlandırmasın" âyetinde de öfke ile kerim kelimeleri beraber zikredilmiştir. BundaA maksat, ümitlerini kesmesinler diye insanları korkutmaktır. Nitekim merhametli bir Sultandan ve şefkatli bir anneden korkulmaz mı? O halde bütün bu âyetlerin gerçeK. manasını kavnyan mü'minler, Cenab-ı Hakkın öfkesinden emin olunur, lütuf ve merhametinden de ümitlerim kesmezler. Ebedi mutluluğa erenlerde bunlardır.
İkinci esas: Cenab-ı Hak, kullarına karşı muamelesini şöyle belirtiyor: Korku hususundaki muamele şu.- Şeytan, seksen bin yıl Allah'a ibadet etti: Rivayete göre: yer yüzünde başını secdeye koymadığı bir karış toprak bırakmadı. Fakat bir emrini yerine getirmedi diye Cenab-ı Hak, onu kapısından kovdu. Bunca yıllık ibadetini yüzüne vurdu ve ebedi olarak lanetledi.
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor. Bir gün Cebrail (A.S.) i, Kâbenin örtüsüne yapışmış ve Ya Rabbi, adımı ve cismimi değiştirme diye yalvarıp dua ederken gördüm.
Hz. Âdem (A.S.) ı Cenab-ı Hak, kudret eliyle yarattı. Ona Safıyyullah dedi. Melekleri ona secde ,ettir-di ve boyunlarına aldırtarak kendisini Cennete gönderdi. Allah'ın sayısız nimetleri içinde yaşadı. Fakat kendisine yasak edilen bir buğday tanesini yediği için ona Allah'ın şu hitabı geldi: Bana asi olan, emrimi din
-• 263 -
lemiyen yakınımda duramaz, Meleklere, alın, yer yüzüne indirin buyurdu. Onlar da Cennetten çıkardılar. Gökten göğe tâ yere indirinceye kadar sürdüler. Rivayet edildiğine göre Hz. Âdem (A.S.) iki yüz yıl ağladı. Türlü belâlara,/Sıkıntılara katlandı. Bunca sıkıntı ve yalvarmadan sonra tevbesi kabul edildi* Fakat evlâtları, kıyamete kadar dünyanın zahmet ve sıkıntısına mahkûm ¦ edildi.
Hz. Nuh (A.S.), Allah yolunda, din uğrunda çetin sıkıntılara, zahmetlere katlanan büyük Peygamberlerdendir. Öyle olduğu halde bir söz söyledi diye ona, Cenab-ı Hak'tan şu ihtar geliyor: (Hûd S. A. 45-46)
Nuh Rabbıha duâ edip dedi ki: "Ey Rabbım, benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir. Senin vadin elbette haktır ve sen hakimlerin hakimisin" Allah'ta şöyle buyurdu: "Ey Nuh, O, kat'iyyen senin ailenden değildir. Çünkü o (nun ilşediği) sâlih olmayan (kötü) bir iştir. O halde bilgin olmadığı bir şey'i benden isteme, Seni, bilmezlerden olmaktan bihakkın men'ede-rim" Rivayet ederler ki, bu kınamadan sonra Hz. Nuh (A.S.) utandığından kırk yıl başını kaldırıp göğe bakamadı.
Hz." İbrahim (A.S.) ki, Haliburrhman (Allah'ın sadık dostu) iken şu hatalı istekte bulunması yüzünden (Ümmetinin felâkete uğratılmasını istemesi) nice zaman Allah'a yalvarıp bağışlanmasını diler: Cenabı Hakta bu yal varışı. (Şuarâ S. A. 82-83) âyetlerinde belirtiyor: "Ceza gününde kusurlarımı yargılayacağını umduğum da o (Allah) dır. Rabbım bana hüküm ihsan et ve beni sâlihler (zümresine) kat ¦
Rivayet ederler ki: Hz. ibrahim (A.S.) bir gün fazla ağlayınca Cenab-ı Hak, Cebrail (A.S.. i kendisine gönderdi. Cebrail (A.S.) ona: Ya İbrahim, hiç dost dostunu ateş azabiyle cezalandırdığını gördün mü? der.
-264 -
Hz. İbrahim (A.S.) de: Hatamı düşündüğüm zaman ¦ dostluğu unutuyorum diye cevap verir.
Hz. Musa (A.S.) bir gün kızarak bir kişiyi dövdüğü ve öldürdüğü için korkusundan günlerce yalvarıp tevbe ve istiğfar etti ve şöyle yalvardı:
(Kasas S. A. 15-16) "(Musa) ehalisinin gaflet üzere bulunduğu şehre girdi ve (orada) birbiriyle kavga etmekte olan iki adamı gördü. Şu kendi taraftarlarından bu da düşman dar) ındandı derken taraflarından olan (adam) düşmanının aleyhinde imdad istedi. Bunun üzerine (Musa) onu bir yumrukla öldürdü. "Bu d.edi, Şeytanın işlerindendir. O hakikat şaşırtıcı, apaçık bir düşman! beni yarlığa". Bunun üzerine (Allah) onu yarlıgadı. Çünkü O, çok yarlığayıcı, çok esirgeyici olanın ta kendisidir. ' '
Hz. Musa (A.S.) devrinde Bel'am ibni Bâûrâ adında erenlerden bir kişi varmış. Bak Cenab-ı Hak onun için (A'raf A. S, 125-179) "Habibim onlara o kimsenin haberini de oku ki biz kendisine âyetlerimizi vermiştik de O, bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken Şeytan, onu arkasına takmış nihayet azgınlardan olmuştu." "Eğer dileseydik onu bu (âyetlerle) yükselti dik. Fakat o, yere saplandı. Havasına uydu. Artık onun sıfatı, O, köpeğin hali gibidir, ki üstüne varsan dilini sarkıtıp solur. Yahut kendi haline bıraksan yine dilini uzatıp solur. İşte âyetlerimizi yalan sayanlar güruhunun sıfatı budur. Artık sen (Habibim) kıssayı, (onlara) anlat. Belki iyice düşünürler."
, İşte bu âyetlerde zikredilen şahıs (Belam ibni Bâûrâ) Bir zamanlar Allah yolunda, manevi aianda o kadar yüksek mertebeye ermişken sonradan sırf hava ve hevesini, nefsi arzularını tatmine kalkması yüzünden bu makamdan düştü. Şeytana uydu, dünyaya tapan azgınlardan oldu. Ve böy]ece ebedi felâket ve sa-
- 265 -
pıklık çukuruna yuvarlandı. Derler ki Belam, bu hale düşmeden evvel öyle bir derecede idi ki kürsüye çıkıp va'zettiği zaman on iki bin kişi hikmet ye marifetle dolu sözlerini not ederlerdi. Fakat sapıttıktan sonra yazdığı 1- itapla bu âlemin yaratıcısını inkâr etti.
Böyle bir sapıklık ve felâket çukuruna düşmekten Allah'a sığınırız.
Ey aziz, şu vefasız dünyanın uğursuzluğuna bak ki ona bağlanan âlimler, erenler bile şeytana uyup yollarını şaşırıyor ve sapıklık çukuruna yuvarlanıyorlar. Bundan ibret al ve aklını başına topla. Yukarda belirtilen esaslardan ayrılma. Nefsin ve şeytanın dürtülerine kapılma ki saadete eresin.
Hz. Davud (A.S.) Cenab-ı Hakkın halifesi olduğu hald<9 bir kerre ufak bir günah işledi diye o kadar ağladı ki, göz yaşlarının damladığı yerden otlar bitti ve nihayet Ya Rabbi: ağlamalarıma ve döktüğüm bunca göz yaşlarıma karşı bana merhamet etmez misin? diye seslendi.
Cenab-ı Hak, Ona şu cevabı verdi: Ey Davud, işlediğin günahı-unuttun, bana gözyaşlarından bahsedersin.
Bir rivayete göre 40 gün, bir rivayete göre 40 yıl tevbesi kabul edilmedi.
Yunus Peygamber, ufak bir günah işlediği için Cenab-ı Hak onu 40 gün balığın karnında hapsetti. Yunus (A.S.) balık karnında iken şöyle diyordu: (Enbiya S. A. 87) "Senden başka hiç bir Tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Hakikat ben haksızlık edenlerden oldum." diye Allah'a niyaz etmişti. Hz. Yunus (A:S.) un-sesini işiten melekler, Ya Rabbi! nerede olduğunu göremediğimiz dünyanın bir yerinden seni teşbih eden bir ses işitiyoruz dediler. Cenab-ı Hak, bu ses, denizde
- 266 -
bir balığın karnında, bulunan ve benden merhamet diliyen kulum Yunus'undur. buyurdu. Bunun üzerine melekler şefaatçi oldular ve, Ya Rabbi! Bu kuluna merhamet et, onu bu felâket çukurundan kurtar diye yalvardılar. Allahda meleklerin şefaatini kabul etti, Yunus'u hapisten (balığın karnından! çıkardı. Fakat ismini değiştirdi ve kaldığı zindana (balık karnına izafeten) Zennûn - balık sahibi diye çağırdı ve şöyie buyurdu: (Sâffât S. A. 143-144). "Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı, her halde (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalıp gitmişti.-"
Sonra Cenab-ı Hak, Yunus (A.S.) a olan nimetini şöyle buyurdu: (Kalem S. A.. 48-49) "Habibim) sen (şimdilik) Rabbimin hükmünü bekle, sabret o balık ' sahibi gibi olma. Hatırla ki o, gamla dolu olarak (Rab-bına) duâ etmişti. Eğer Rabbından ona. bir nimet erişmiş olmasaydı o, mutlaka çırıl çıplak (çıkarıldığı o yere kınanmış bir halde atılacaktı.
Şimdi de bak Cenab-ı Hak, Peygamberlerin efendisi ve yaratıkların en şereflisi olan sevgilisi Hz. Mu-hammed'e bile neler emir buyurdu: (Hûd S. A. 112) "O halde sen (Habibim) maiyyetindeki tevbe edenler le beraber, emr olunduğun vecihle, dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünkü o, ne yaparsanız (hepsini) hakkiyle görücüdür."
Bu ayet geldikten sonra Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: Hûd süresinin bu ayetiyle buna benzi-yen tehdid ayetleri beni ihtiyarlattı. Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (S.A.V.), mağfirete erinceye kadar (günahına istiğfar et) diye buyurdu. AlUh, kendilerini af-vettikten sonra da şöyle buyurdu,- CÎnşirah S. A. 1-2) "(Habibim) göğsünü senin (fâideıil için (açıpta) ge-
_ 267 -
nişletmedik mi? (genişlettik). Senden yükünü de (kaldırıp) attık." (Feth S. A. 1-2) "Biz hakikat sana (Hu-deybiyye muahedesi ile) apaşikâr bir feth (u-zafer yolu) açtık. Bu geçmiş ve gelecek günahını Allah'ın yargılaması, senin üzerindeki ni'metini tamamlaması, (bu sayede) doğru yola iletmesi içindir."
Bu ayetler nazil olduktan sonra Hz. Peygamber (S.A.V.) o kadar namaz kılıyordu ki ayakları şişiyordu. Kendisine: Ya Resululâllah, Rabbm, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir. Neden zahmet çekip bu kadar namaz kılıyorsun, dediklerinde, Hz. Peygamber (S.A.V.) şu cevabı verdi:
Cenab-ı Hakkın bunca nimetlerine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?
Yeri düştükçe Resulallah şöyle buyuruyordu:
Eğer ben ve İsa, bu iki parmağın işlediği şey sebebiyle cezalandırılsaydık, hiç kimsenin görmediği azabı görürdük.
Hz. Peygamber (S.A.V.) geceleri namaz kılar ve ağlıyarak Cenab-ı Hakka şöyle yalvarırdı. Allahım, azabından afvma, öfkenden rızana ve senden sana sınığınırım. Ben seni, kendini övdüğüm kadar öve-mem.
Hz. Peygamberin sahabeleri ki, yaşadıkları zaman, devrin en şerefli zamanı, kendileri de İslâm ümmetinin önderleri oldukları halde, güldürücü bir harekette bulundukları için hemen şu ayet-i kerime nazil oldu: Hadid S. A. 16) "tman edenlerin Allahı ve Haktan ineni zikr için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı halâ gelmedi mi? Onlar daha evvel kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalpleri kararmış bul inanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu (dinlerinden çıkmış) fâsıklardı.
Allah'ı andığı için İslâm ümmeti en hayırlı ve rah-
- 268 -
mete lâyık bir ümmet iken Cenab-ı Hak, kendisi için ceza veren, terbiye edip yola getiren hükümler koydu. Hatta bazı zatlar der ki: On dirhem mal çalan bir hırsımın elinin kesilmesini emreden bir padişahın yarınki cezasının ne olacağını bundan kıyaslanabilir.
Allah'tan korkmanın lüzumu üzerine verdiğimiz bu kadar bilgiden sonra şimdi de onun rahmetinden, inayetinden daima ümitli olmamızın gerekli olduğunu açıklıyalım:
Allah'ın rahmet ve mağfiret denizi o kadar büyüktür ki bütün âlemin günahına onun bir parçası kâfi gelir. Yetmiş senelik ömrünü küfürle geçiren bir kişinin imana geldiği bir saatlik zaman için bütün günahını afvettiğini görmüyor musun? Nitekim Firav-nm sihirbazları imansız idiler. Hz. Musa (A.S.) yi yenmek ve tepelemek için toplandılar. Fakat onun el ve asasındaki ilâhî kudreti görünce: Biz Musa ve Harun' un Rabbma ve onun birliğine can ve gönülden inandık dediler. Amelleri olmadığı halde Cenab-ı Hak bunların imanını kabul etti. Geçmiş bütün günahlarını af-vetti. Dindar olanlar gibi Naim cennetini ebedi olarak onlara verdi.
Ey aziz, şimdi düşünelim, bir defa olsun can ve gönülden şehadet kelimesini söyleyip iman edenlere, bunca yıl küfürlerini inatlarını, sapıklıklarını ve günahlarını afvedip nice nimet verip saadetlere gömen Allah, bütün ömürlerini kendisine tâat ve ibadetle geçiren müminlere neler ihsan etmez?
Ashabı- Kehf hikâyesini duymadın mı? ömürlerini küfür ve sapıklık içinde geçirdikten sonra, imana geldiler ve: "Kehf S.A. 14) "Bizim Rabbınuz, göklerin ve yerin Rabbıdır. Biz ondan başkasına tanrı demeyiz (dersek) o halde, andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz" dediler ve mağaraya girdiler. Cenab-ı Hakka
- 269 -
sığındılar. Allah onlara mağarada uykuda kaldıkları uzun müddet için izzet ve ikramda bulundu, bedenlerine zarar gelmesin diye sağa sola döndürttü: (Kehf S.A. 18) "Sen onları uyanık kimseler sanırsın. Halbuki onlar uyuyanlardır. Biz onları (gâh) sağ yanına (gâh) sol yanma, çeviriyorduk. Köpekleri de (mağaranın) giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmakta idi."
Cenab-ı Hak, bunları ululuk elbiseleri ve haşmetli kıyafetleriyle muhterem kıldı ve onlar hakkında Hz. Peygambere (S.A.V.) şöyle buyurdu: (Kehf S. A. 18) "Üzerlerine tırmanıp da (hallerini bir) görseydin mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın ve her halde için onlardan korku ile dolardı."
Eshabı- Kehfle birlikte giden köpekten bile Kur': an-ı Kerim'de bahsetti. Mağarada onlarla beraber korudu. Ahiretde de Cennete koysa gerek...
Ey aziz, düşün, zâlimlerin elinden kaçıp bir mağaraya sığman bir kaç mü'minin peşinden giden köpeğe bu kadar itibar gösteren, şerefli tutan Allah, kendisini bilen, ona tâat ve ibadet eden 24 saatte 80 kere huzurunda secdeye varan mü'minlere neler yapmaz, o mü'minler ki, bin sene yaşasalar bu Hak yoldan asla ayrılmazlar.
Hz. İbrahim (S.A.) kavminden günahkârlara beddua ettiği için Cenab-ı Hak tarafından kınandı. Cenab-ı Hak, Hz. Musa (A.S.) yi, çok sıkıntılı bir zamanında kendisinden yardım dileyen Karun'a merhamet edip yardımına gitmediği için tekdir etti.
Hz. Yunus (A.S.) u, balık sahile bıraktığında Allah'ın kudretiyle orada bir ağaç bitti ve büyüdü. Kendisi de gölgesine çekilerek güneşten korundu. Birkaç gün sonra ağaç kuruyunca Yunus fA.S.) çok üzüldü.
- 270 -
O zaman Cenab-ı Hak kendisine: Ya Yunus! Bir ağa-. cin kurumasına üzülüyorsun da, yüzbinlerce kişinin üzerine azap indirdiğimi gördüğün halde ne üzüldün ne de onların kurtulması için dua ettin. Yine ben onlara merhamet edip esirgedim ve azabımı üzerlerinden kaldırdım, diyerek Hz. Yunus (A.S.) u tekdir etti.
Bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.) Benî Şeybe kapısından içeri girerken orada bulunan bir topluluğun gülüştüğünü görünce, ne gülüyorsunuz diye azarlayıp geçti. Hacer-i Esved yanma vardıktan sonra tekrar o topluluğun yanma döndü ve onlara şöyle söyledi: Şimdi bana Cebrail (A.S.) geldi ve Allah'ın şu buyruğunu bildirdi: Ya Muhammed, O kullarımla, benim rahmetimden ümitlerini kesecek şekilde niçin konuştun. Habibim, onlara söyle ki: "Günahları örten ve zayıflan koruyan gerçek yarhğayıcı ve esirgeyici benden başka kimse yoktur." (Hicr S. A. 49)
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Cenab-ı Hakkın kullarına merhameti, şefkatli bir annenin çocuklarına karşı olan şefkat ve merhametinden daha fazladır. Ve yine buyuruyor ki: Cenab-ı Hakkın yüz rahmeti vardır: Bir tanesini insanlar, cinler ve hayvanlara böldü. Bunlar da bu bir tek merhametle birbirlerine muamele eder, acır ve şefkatle davranırlar. Geri kalan doksan dokuzunu da kendine sakladı. Kıyamet gününde kullarına bunlarla rahmet edecek.
Allah'a şükürler olsun ki, düayada onun bu bir tek merhametinden mahrum kalmadık. Tirlü nimetlerine erdik. Evvela yokluktan var olduk, hayat bulduk, insan olduk. Ümmet-i Muhammed'in ehli.sünnet vel-cemaatından olduk. Böylece, Allah'ın görünür görünmez, maddî manevi nice nimetlerine nail olduk. Cenab-ı Haktan dileğimiz; âhiret gününde de o 99 rahmetinden bizi mahrum bırakmasın. Çünkü Ya Rab-
- 271 -
bımf İhsanla işe başladın, sonu da hayırla sonuçlandırmanı sonsuz rahmetinden dileriz. Bütün peygamberler, veliler ve sâlih kulların hürmetine Ya Rabbi! sonumuzu hayırla sonuçlandır. Amin.
Üçüncü esas: Cenab-ı Hakkın âhiret günündeki ceza ve mükâfatını bildirir. Bunların meydana gelişi, uygulanışı dört hal içinde olur: Ölüm, mezar, kıyamet, cennet ve cehennem.
Bu dört yerde, iyilerle kötülerin, müctehidlerle, gayretsiz ve tenbellerin halleri belli olur.
Evvelâ iki kişinin ölüm anındaki hallerini görelim: Bunlardan birisini İbni Serme şöyle anlatıyor: Bir gün Şa'bi, bir hastanın ziyaretine gitti, ölüm döşeğinde olduğunu gördü. Yanında birisi oturmuş Keli-msi- şehadet okuyor ve kendisine tekrarlatmak istiyordu. Şa'bi, o adama: Gayet mülayim (yumuşak) bir şekilde ve yavaş yavaş söyle, hastayı şaşırtma dedi. O anda hasta, gözünü açtı ve Şa'bi'ye-. İster yavaş, ister çabuk söylesin, önemli değil. Ben onu takip ediyorum dedi sonra şu ayet-i Kerimeyi okumaya başladı: (Feth S. A. 26) "O küfredenler kalplerine o taassubu, o cahillik taassubunu yerleştirdiği sırada idi ki hemen A'lah, Resulünün ve mü'minlerin üzerinde kuvye-i mâneviyesini indirdi, o: ilan takva sözü üzerinde durdurdu. Onlar da buna çok lâyık ve buna ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyle bilendir."
Bu durumu gördükten sonra Şa'bi: Allah'a şükür ler olsun bu arkadaşımız selâmete erdi, dedi.
İkincisi de şöyle anlatıyor: Fadıl ibni Ayyaz'ın bir talebesi vardı. Bir gün hastalandı. Ziyaret etmeğe gittiğinde kendisini çok ağır bir halde gördü. Başı ucunda oturdu ve hemen Yasin süresini okumaya başladı. Hasta, gözünü .açtı ve: Üstad, okuma, dur, dedi. Fadıl, biraz sustuktan sonra bu defa Kelime-i şehadeti oku-
- 272 -
du ve hastaya söyletmek istedi. Hasta tekrar gözünü açtı ve, ben bu kelimeden bıktım, usandım dedikten az sonra öldü. Fadıl, evine döndü. Talebesinin fena sonucuna çok ağladı, 40 gün dışarı çıkmadı. Sonra bir gece, rüyasında, talebesinin, Cehennemde yüzüstü sürüklendiğini gördü ve kendisine sordu: Sen talebelerimin en çalışkan, en bilgilisi idin. Kalbinden iman duygusunun silinmesinin sebebi nedir? Şöyle cevap verir: Bunun üç sebebi vardır:
1 -r Kovuculuk. Arkadaşlarıma hep, size söylediklerimin aksini söylüyordum.
2 - Hased. Çok kıskançtım. Arkadaşlarımı, tanıdıklarımı fazlasiyle kıskanıyordum.
3 - içki. Bir hastalığım vardı. Onu yok edeceğim diye her zaman içki içerdim.
Bunlardan başka iki kişinin daha halleri şöyledir: Bunlardan biri Abdullah bin Mübarek'tir. Rivayet ediliyor ki: Ölüm halinde iken başını çevirdi, gözlerini açıp göğe baktı ve ferahlanıp, gülümsiyerek şöyle söyledi: "Artık çalışanlar da bunun gibi (bir murad için) çalışmalıdır."
İmamul Haremeyn üstad Ebu Bekir'den şöyle rivayet ediliyor: Tahsilde bulunduğum zamanlarda bir arkadaşım vardı. İlim öğrenmek için fazla çalışıyordu. Bilgisi azdı. Fakat imanı çok kuvvetli, ibadeti fazla idi. Bu kadar kuvvetli takvaya sahip olduğu halde ilmî alanda fazla ilerliyememesine hayret ediyordum. Nihayet bir gün hastalandı, odasında yattı. Çok zahmet çekti, bir türlü iyileşemiyordu. Hastalığı şiddetlendi, can çekişiyordu. Gözlerini göğe dikti ondan sonra da, yüzünü bana çevirdi ve şu ayeti- kerimeyi okuduktan
-. 273 -
sonra gözlerini yumdu ve Allah'ına kavuştu (Sai'iât S. A. 61) "Artık çalışanlar da bunun gibi bir murad için çalışmalıdır."
İkincisini Mâlik ibni Dinar anlatıyor: Bir komşum vardı. Hastalandı. Kendisini ziyarete gittiğimde ölüm döşeğinde gördüm. Halini sordum. Bana-. "Karşıma ateşten iki dağ getirdiler ve bana bunların üzerine tırman diye zorluyorlar" dedi. Ailesine, bu adam ne iş görüyordu diye sordum. Bana bunun iki ölçeği vardı biriyle alır diğeriyle satardı diye co-yap verdi. Getir göreyim dedim. Getirdi, aldım ve birbirine vurarak kırdım. Sonra döndüm hastaya; halin nice oldu diye sordum. Evvelkisinden de berbat oldu diye cevap verdi.
Mezar: Kabir hali de şu iki kişinin halini görmekten belli olur:
1 - Salih, ermiş bir zat anlatıyor: Süfyan Sevri'-yi, vefatından bir müddet sonra rüyada gördüm. Ya Ebu Abdullah; halin nice diye sordum. Benden yüzünü çevirdi ve şimdi hal sormanın zamanı değildir dedi. Ben yine, halin nasıldır ya Süfyân diye tekrar sorduğumda bana şunları söyledi: Aşikâre olarak Rabbı-mı gördüm. Rabbım bana dedi ki: Ey ibni Sait, benim senden hoşnutluğum sana mübarek olsun. Geceleri uyumaz, göz yaşı döker, bana ibadet ederdin. Beni özlüyordun. Gel şimdi cennetimden istediğin köşkü seç ve içinde ebedi saadete er.
2 - Bir kişi vardı, öldükten sonra tanıdıklarından birisi onu rüyada gördü. Yüzü değişmiş, rengi solmuş, boynuna zincir vurulmuş, ellerine kelepçe takılmış. Onu o durumda gören tanıdık, soruyor: Senin bu
274
halin nedir? Cevabı şu oluyor.- Sağ iken biz zamanla oynuyorduk, şimdi zaman bizimle oynuyor.
Bunlardan sonra iki kişinin daha halini görelim:
Birisi, sâlih, ermiş bir zatın savaşta şehit düşen oğludur. Babası, onu, uzun müddet rüyasında göremiyor. Ancak Ömer bin Abdülaziz^in vefat ettiği gece rüyada oğlunun eve geldiğini görüyor.
Oğlum, sen ölmemiş miydin, ne diye buraya geldin? diye soruyor. Oğlu: Hayır, ben ölmedim, şehid oldum ve Rabbımm huzuruna vardım, orada yemekten, içmekten gönlüm ne istiyorsa bana veriyorlar. Halim çok iyidir. Benim için üzülme diyor. Bu defa annesi soruyor oğlum, buraya gelişinin sebebi nedir?
Şu cevabı veriyor: Bugün Ömer bin Abdülaziz vefat etti. Bütün Peygamberler, sıddıklar, şehitler ne varsa hepsinin, cenaze namazında bulunmaları için nida edildi (çağrıldılar) ben de onlarla beraber geldim. Namazı kıldıktan sonra onlardan ayrılıp sizi görmeğe geldim. Görüştüm, gidiyorum ve Allah'a ısmarladık dedi ve gitti.
Hişam bin Hassan anlatıyor: Genç bir oğlum vardı. Ma'sum bir yaşta iken öldü. Bir gün onu rüyada gördüm. Ihtiyarlamıştı. Oğlum, neden böyle ihtiyarladın deyince, bana şu cevabı verdi: Bir müddet evvel mezarlığımıza bir ölü getirip gömdüler. Onun peşi sıra da Cehennem öyle asdı ve köpürdü ki onun bu azılı halinin şiddet ve heybetinden buradaki bütün gençler ihtiyarladı.
Kıyamet: Bu ayetlerden kıyametin ne olduğu kısaca anlaşılır: (Meryem S. A. 85-86-87) "Takva sahiplerini o çok esirgeyici (Allah'ın) huzuruna (süvari elçiler gibi) tophyacağımız, günahkârları ise susuz olarak Cehenneme süreceğimiz gün çok esirgeyici (Allah'ın)
- 275 -
nezdinde ahd edinmiş olanlardan başkaları şefaat (hakkına) mâlik olmıyacaklardır."
Rivayet olunur ki: Kıyamet gününde bazı kişiler, mezarlarından kalkar kalkmaz yanlarında elbiselerini, bineklerini hazır bulur. Hiç yaya yürümeden süvari olarak ve hünnet görerek cennete gider. Bazı kişiler de var ki, mezarlarından kalkar kalkmaz zebaniler tarafından, zincir ve kelepçelerle el ve ayakları bağlanır ve sürüklenerek cehenneme götülür. Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız.
Diğer bir âyette de Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor.-
(Fussilet S. A. 40) "Bizim âyetlerimiz hakkında sapıklık edenler şüphesiz bize gizli kalmazlar. O halde ateşin içine atılacak olan kimse mi hayırlıdır. Yoksa Kıyamet günü korkusuzca gelecek olan kişi mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü C, ne yaparsanız hak-kıyle görendir."
Şimdi Kıyamet gününün halini, şiddet ve dehşetini görüpte canlarına heybet, gönüllerine korku ve dehşet, zihinlerine durgunluk gelmeyen insanların ne kadar mutlu olduklarını ikramlarının derecesini ve Cenabı- Hakkın yanındaki üstün mertebelerinin nice olduğunu düşün. Allah, bizi onlardan eylesin. Âmin.
Cennet ve Cehennemin halini de şu iki âyetten aniıyabiliriz:
(İnsan S. A. 21-22) "Rablan da onlara gayet temiz bir şarap içirmiştir. (Bütün bu ni'metler) şüphe yok ki sizin için bir mükâfattır. Sa'yınız meşkûr olmuştur.
(Mü'minun S. A. 107-108) "Ey Rabbımız, bizi buradan çıkar. Eğer (yine küfre) dönersek artık hiç şüphesiz ki biz zâlimlerizdir. (Allah şöyle) buyurdu: Yıkılıp gidin içerisine. Bana (bir şey) söylemeyin."
- 276 -
Rivayet ederler ki: Allah'ın bu ihtarından sonra kâfirler, Cehennemde köpek şekline girer ve köpek gibi ulurlar. Bu hale düşmekten Allah'a sığınırız.
Yahya bin Muâz der ki: Bu ikijhal birer musibettir. Biri Cennetten mahrum olmak, diğeri Cehenneme girmektir. Bu iki musibetten hangisi daha büyüktür bilmem. Cennete girmemek büyük bir hasrettir. Cehennem azabı da çok elim ve acıdır. İkisine de kimse dayanamaz. Birbiriyle kıyaslanınca Cennetten mahrumiyet Cehennem azabına göre daha kolaydır. En büyük felâket ve sonsuz acı, kişinin ebedî olarak Cehennemde kalmasıdır. Çünkü bu musibetin sonunda kurtuluş ihtimali olsa nefis yine buna tahammül etmeğe çalışır. Fakat bit ümit yoksa ve Cehennemde kalış ebedî ise, bu akılları "hayret ve dehşete düşüren en büyük felâlkettir.
Nitekim Hz. İsa (A.S.) der ki: Cennetle Cehennemin ebediliği düşünülünce doğu ve batı halkının kalplerini korkudan titretir.
Hasan Basri'nin yanında, bir gün şöyle bir hikâye anlatılır:
Azap müddetlerini bitirip Cehennemden çıkan bütün insanların sonuncusu Hinad adında bir kişi imiş. Hasan Basri, bu sözleri duyar duymaz ağlamaya başlar ve keşke ben Hinad olsaydım der. Etrafındakiler ' onun ağlamasına ve bu konuşmasına hayret ederler. Niçin hayret ediyorsunuz? Hinad'm Cehennemden kurtuluşu h;ati, fakat benim kurtulup kurtulmıyacağım belli değildir, der.
Ey aziz, şunu bil ki, bütün bu anlattıklarımızı bir tek esasa bağlıyabiliriz. O da şudur.- İnsanın belini büken, benzini sarartan, ona kanlı göz yaşlan döktüren, yürekleri eriten, ciğerleri dağlatan bu korkunç
- 277 -
şey, kişinin son nefesinde imansız gitmesidir. Bu büyük felâketten Allah'a sığınırız.
Din alimlerine göre mü'minin üç türlü üzüntüsü vardır.
mu?
1 - Yaptığım ibadet kabul ediliyor mu edilmiyor
mı?
2 - Günahlarım afv olunacak mı olunmıyacak
3 - Son nefesimde imanlı olarak gidebilecek mi yim gidemiyecek miyim? Sonuncusu, bu üzüntülerin en şiddetlisi ve en acısıdır.
Nitekim Yusuf bin Eshât anlatıyor. Bir gün Süfyan Sevri'nin yanma gittim. Fazla ağladığını ve çok üzgün olduğunu gördüm ve günahların için mi ağlıyorsun diye sordum. Hayır, Cenab-ı Hakkın yanında günah işi kolaydır. Asıl korktuğum şey, son nefeste imansız gitmektir, dedi. Allah korusun.
Korku ve ümit yolundan hangisi daha açık ve daha salimdir? Bunu bize bildir diye sorulsa cevabımız şudur:
İkisi de aynı derecede önemlidir. Hiç biri tek başına kifayet etmez. îkisi de birbirine sımsıkı bağlıdır, ayrılmazlar. Aksi takdirde güven ve yeis olur. Korku ve Ümit olmaz. Fakat bazı hallerde biri diğerinden üstün olabilir. Meselâ; maddî ve manevî bakımdan kuvvet! i yâni sıhhatli ve varlıklı, ve aynı zamanda ibadetiyle meşgul bir kişide korkunun daha fazla ol-riıası, ümitten önde bulunması lâzımdır. Çünkü nefs, bu durumda korkudan daha çok müteessir olur. Halbuki ibadet etmeğe gücü yetmiyecek kadar zayıf ve haste" ömuğu zamanlarda kişinin ümit tarafı galiptir.
- 278 -
öndedir Çünkü o zamanda korkmanın bir faydası yoktur. Belki o zaman korku geçmiş, ümit gelmiş ve üzülen kalp, Allah'ın kerem ve ihsanını beklemeği :[ daha uygun görmüştür.
f Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) şu kutsi hadisi
i haber veriyor.- Cenab-ı Hak, buyuruyor ki: Korkumdan kalbi kırık olan ve lütfumu gözliyenlerin yanındayım. Kalpleri kırık olanları, Cenab-ı Hakkın nasıl teselli ettiğini görmüyor musun? (Fussulet S. A. 30) "Hakikat Rabbımız Allah'tır deyip de sonra doğruluğu iltizam edenler (yok mu?) Onların üzerlerine korkmayın, tasalanmayın va'd olunduğunuz Cennetle sevinin" diye melekler inecektir.
Cenab-ı Hak için Hüsn-i zanda bulunmak hususunda fazla rivayetler vardır. Bu rivayetlerin çokluğu, bu alandaki misallerin fazlalığı ümit yolunun galip, üstün olduğuna hükmetmeği gerektirmez mi? Sorusuna şu cevabı veririz: Cenab-ı Hak için Hüsn-i zanda bulunmak daima doğru sayılır. Ancak, hüsn-i zanının yâni lütuf ve merhametin geldiği inanışının başında günahlardan sakınmak gelir.
Allah'ın azabından korkmak ve emirlerini yerine getirmeğe çalışmak esastır. Yoksa (yâni bunlar yapılmazsa) ona hüsn-i zan demezler gurur derler. Gurur ise, yerinmiş, uğursuz bir sıfattır. Hatta bazıları gurura afvedilmez günah derler. Bu hususta incelik ve nükte vardır. Ki halkın çoğu bunu bilmez. Ümitle temenniyi birbirinden ayıramaz, karıştırır ve yanlışlığa düşerler. Ümit (rica), bir esasa, bir temele dayanır. Halbuki temenni hiç bir esasa dayanmaz. Bu fikrimizi şöyle bir misalle daha iyi açıklıyabiliriz. Bir çiftçi var ki tarlasını sürer, düzeltir, gübreler, tohumunu atar ve her gerekeni yapar. Bu çiftçi Cenab-ı Hakkın lütuf
ve keremiyle tarlasında, hasat zamanında muayyen bir mahsus bekler ki buna ümit (rica) derler. Fakat tarlasını sürmek, gübrelemek, tohum ekmek ve bakmak zahmetine katlanmayan diğer bir çiftçi, hasat zamanında bu tarladan muayyen bir mahsûl ümit ederse (gerçi Cenab-ı Hak her şeye kadirdir. Fakat bu, onun olağan âdetine aykırıdır) buna ümit (rica) demezler. Temenni derler.
Şimdi Allah yolunda olan ve olmayan kişilerin halini bu misalle karşılaştıralım. İbadetini yapan ve günahlarından sakınan bir kişi, yaptığı acizane ibadetin kabulünü ve eksiklikleriyle hatalarının afvını, tâat ve ibadetiyle iyi amelleri karşılığında Cenabı Hakkın fazl ü keremiyle birlikte sevabını beklerse buna ümit - rica ve hüsn-ü zan derler. Bu, birinci çiftçinin haline benzer. Bu esasa dayanır.
Fakat tâat ve ibadette bulunmayan, günahlardan sakınmayan, Rabbinin öfkesinden korkmayan, Cehennem azabından çekinmeyen, kazasına razı, hikmetine teslim olmayan kişi, bu haliyle, ben Cenab-ı Hakkın.inayet ve rahmetini umarım. Azabından kurtulur ve kapısındaki seçkinlerden biri olacağımı ümit ederim derse buna ümit - rica ve hüsn-i zan demezler belki temenni ve gurur derler. (Bunun da hali ikinci çiftçi gibidir) Bu temenni, aynı zamanda büyük bir hatadır. Bunun için tevbe "ve istiğfar yapmak lâzımdır. Çünkü bu, diğer küçük günahlar gibi değildir ki tevbe ve istiğfarsız, farzları eda etmekle bunlar da af-vedilsin. ,
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Akıllı olan, âhireti için nefsini kullanır. Salih ameller işler ki, öldükten sonra ona faydası dokunsun. Aciz olan kimse, nefsinin hava ve hevesine kapılır. Günah işle-
280
mekten sakınmaz ve bu halle Allah'tan rahmet, mağfiret ve Cennet temenni eder.
Bu hususta Hasan Basri der ki: Bazı insanları mahveden şey hiç bir esasa dayanmadan (yatırım yapmadan) Allah'ın rahmet ve mağfiretini ümit etmeleridir. Bunlar, dünayada iyilik, hayır ve hasanat yapmaktan da uzak kalırlar ve Cenab-ı Hakka hüsri-i zannımiz vardır derler. Bunlar yalan söylüyorlar. Çünkü hüsn-i zanlan olsaydı sâlih âmel işlerdi ondan sonra ümit (rica) ederlerdi. Bu sözleri söyledikten sonra Hasan Basri şu âyet-i Kerimeyi okuyor: (Fussilet S. A. 23) "Rabbmıza karşı beslediğiniz şu zannınız (yok mu)?) işte sizi o helak etti. Bu yüzden hüsrana düşen Jerden oldunuz."
Cafer Dab-ı der ki: Abid Ebu Meysere'yi gördüm. Riyazetten (çok az yeme, içme) ve ibadetten o kadar zayıflamış ki beli bükülmüştü. Kendisine dedim kir Ya Ebu Meysere, Cenab-ı Hakkın rahmeti senin üzerinde olsun. Kendini niçin bu kadar zayıf düşürdün. Rabbımjzın rahmeti geniş, inayeti sonsuzdur. Bu sözüme öfkelendi ve niçin böyle söylüyorsun. Emin olmadığıma dair benle bir belirti gördün mü? dedi ve devam etti. Allah'ın rahmeti, onun yolunda yürüyenleri için yakındır. Peygamberler, veliler, takva sahip' Jeri, erenler gece gündüz Allah'a tâat ve ibadet ederler. Günahlardan sakınırlar. Allah'ın belâ ve musibetlerine sabreder, kazaya nza gösterirler. Bu zatlar, ilahî rahmetin bol olduğunu, cüd ve kereminin sonsuzluğunu herkesten çok iyi bildikleri halde böyle davranıyorlar. Şüphe yok ki bu zatlar bilirler ki Cenab-r Hakkın hüsn-i zanlan sonsuzdur. Fakat yine bilirler ki hiç bir esasa (yatınma) dayanmayan bir hüsn-i zan-da boş bir hayalden ibarettir. Bu, hüsn-i zan değil, yersiz bir gurur, bir temennidir ki sonu hüsrandır.
- 281 -
Bu .anlattıklarımızın özeti şu oluyor: Ey aziz, Ce-nab-ı Hakkın rahmetinin genişliğini ve öfkesinden kat kat üstün olduğunu ve bütün yaratıklara olan lütuf ve inayetini bilsen, seni İslâm ümmetinden yaptığını ve bu ümmete, Cenabı- Hakkın (maddî manevi) sonsuz nimet ve ihsanlarda bulunduğunu ve kitabına (Kur'an-ı Kerime) (Rahman ve Rahim olan Allah adiyle) Besmele ile başladığını ve başlık yaptığını, senin istihkakın ve şefaat edicin yokketo sana sonsuz ni'metler verip, sayısız ¦ ihsanlarda bulunduğunu dü-şünsen, diğer taraftan da Cenab-ı Hakkın azametini, saltanatını, kudretinin sonsuzluğunu idrak etsen ondan sonra da bütün bunlara kanş.ık Rabbına yap man gereken hizmet yönünden gafletini, vurdum duymazlığını, kusurlarını ve işlediğin günahların çokluğunu, Allah'ın bütün bunları ve işlerinin bilip gördüğünü, Akılların alamayacağı, düşünemiyecsği derecede sevaplar verebildiğini, kalpleri ürperterek dimağları donduracak şekilde azap vermeğe kudretli olduğunu düşünürsen, bazan rahmet ve şefkatına, bazan öfke ve azabına bakar, bazan da nefsinin günahlarına \e hainliğine ve ibadetteki hata ve kusurlarına
- 282 -
dikkat edersen bütün bunlar seni kendiliğinden ümit ve korku yoluna götürür. Böyle güven ve yeis yollarına sapmaktan kurtulur, gaflet uykusundan uyanır, Allah yolunu, ibadet yolunu tatarsın. Diğer taraftan da nefsin şehvetlerinden ve hayvani zevklerinden uzaklaşır, hepsini gönlünden çıkarır, atarsın. Ne yalnız ümit yoluna düşer gaflete dalarsın ne de yalnız korku yoluna girer ümitsizliğe düşersin. Hiç birini ihmal etmeden her iki yolu da birlikte ve fakat dikkatle yürüyüp geçerek selâmete erersin. Bazı sâlih • zatların buyurdukları gibi: Cenneti düşünsem zevkim artar. Cehennemi düşünsem uykum kaçar.
Sen şu âbidlerden ol ki Cenab-ı Hak onları övüyor.-
(Enbiya S. A. 90) "Hakikat (bütün) bunlar (bu
Peygamberler) hayır işlerinde yarışırlar. Umarak ve
korkarak bize duâ ederlerdi. Onlar, bizim için derin
saygı gösterenlerdi."
Ey aziz bütün bu anlattıklarımıza göre amel etsen, Cenab-ı Hakkın lütuf ve inayetiyle halin düzelmiş, güzel ameller işlemiş, günahlardan sakınmış ve arınmış olarak muvaffakiyetle kurtulur ebedî saadete erersin.
- 283 -
m İR? ! :( !
1
ALTINCI BÖLÜM
Ey halleri, gayeleri bir Qİan, Hak yolunun yoldaşları; Yaptığınız ibadetlerin ve iyiliklerin, işlediğiniz hayırlı amellerin boşa gitmemesi ve fesattan kurtulması için onların ihlas ile yapılması, Allah'ın minnet ve şükran hakkının zikredilmesi icap eder.
İbadetlerin, amellerin ihlasla yapılmasının iki faydası var:
1 - Allah'ın yanında makbul olan ve sevabı ödenen tâat ve ibadet, hulüs-i kalple yapılandır. Huşu sırf Allah için yapılmayan ibadetten bir fayda elde edilmez. Çünkü Allah'ın yanında makbul değildir. Allah'ın kabul ettiği ibadetler için verilen sevap, bunlara verilmez.
Kişinin bütün gayreti, çabası boşa gitmiş olur.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) bir kudsi hadis le haber veriyor: Cenab-ı Hak buyuruyor: Ortaksız olanların en ortaksızı benim. Bir kimse işlediği amel-
- 284 -
de benden başkasını ortak kılsa, onun nasibini ben o ortağa veririm. Ben, sırf benim için kalb hulûsiyle yapılan amelleri kabul ederim. Başka 'türlüsünü kabul etmem.
Rivayet edildiğine göre Kıyamet gününde, dünyada ihlas ile ibadetini yapmayan bir kulun işlediği ameller için sevap isteyişine karşı Cenabı- Hak şu Cevabı veriyor. Dünyada seni reis yapmadım mı, meclislerde itibarlı ve değerli kılmadım mı, alış verişlerinde ^istediğin gibi hareket etme serbesetisini sana vermedim mi, dünya nimetlerinden istediğin kadarını sana bol bol vermedim mi? İşte benim için yapmadığın amelinden muradın - dileğin bu idi. Ben de bunların hepsini dünyada sana verdim. Artık benden ne. istiyorsun? İşte ihlas ile yapılmayan amelin sonu budur. Bütün bunların sebebi riya ile ucûbtûr. Şimdi bunları açıklıyalım:
Riya, gizli ve açık iki çeşit kepazeliğe, rezalete, ayrıca iki musibete sebep oluyor. Biri halktan gizli olarak yapılan ameldir ki Melekler bunu sevinçle alıp Allah'a götürürler. İhlassız, riya ile karışık olarak yapılan bu amel için Cenab-ı Hak Meleklere seslenir: O ameli götürün sahibine geri verin. Çünkü o amel, benim için yapılmamıştır etrafındakilere bir gösteriş olsun diye yaptı. İşte bu amel sahibi böylece meleklerin yanında rüsva, kepaze ve rezil olur.
2 - İhlassız amel sahibi; Kıyamet gününden bütün insanlar önünde açıkça rezil, rüsva olur. Nitekim bir hadis-i ¦ şerifte şöyle buyuruluyor: Kıyamet gününde müraîler dört isimle çağırılırlar: Ya kâfir, ya günahkâr, ya hâin, ya sapık, Amelin zayi oldu, boşa gitti, ecrin sevabın yok oldu, nasibin kalmadı. Ey hile-kâr adam, Ö amelleri kimin için işledinse git ondan
- 285 -
ecrini mükâfatını iste. Kıyamet gününde halka karşı açıkça söylenen bu sözlerden, amel sahibi rezil ve rus-va olur. Rivayet edildiğine göre Kıyamet gününde bütün insanlar işitsinler diye tellallar bağırarak şöyle söylerler:
Ey Hakkı bırakıp halka ibadet edenler, gösteriş ve riya için yapanlar, gidin mükâfatınızı, ibadet ettiğiniz kişilerden isteyin. Allah yanında makbul olan hâlis ibadettir. Riya ve gösteriş için yapılan ibadet kabul olunmaz.
Riyanın sebep olduğu musibetlerin birincisi;
Riya, sahibinin Cennete girmesine mani olur. Hz, Peygamber (S.A.V.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: Cennet konuşur ve söyler: Allah beni, cimrilere ve mürâilere haram kıldı. Âlimler, Bu hadis-i iki şekilde açıklıyorlar.
1.- Hasisten (cimri) maksat cimrilik yapıp Ke-lime-i şehadeti söylememektir. Mürâiden maksat imansızlığını kalbinde saklayıp kendini, halka imanlı göstermektir. Bu açıklamaya göre hasis (cimri) kâfir, muraî münafıktır.
2 - Nefsini hasislikten kalbini riyadan men' edemezse bunun sonucunda kişi için iki tehlike vardır: Biri, hasislik ve mürailiğin uğursuzluğu, küfre götürür ve Cennetten mahrum eder. Diğeri, imandan çıktığı için Cehennem azabına müstahak olur. İkinci musibet: Riya, Cehennem ateşiyle azap görmeğe sebep olur. Ebu Hureyre (R.A.) Hz. Peygamberden (S.A. V.) rivayet eder: Kıyamet gününde hesap için ilk çağırılanlar şu üç zümredir:
Kur'an okuyanlar (hafızlar), savaşlarda şehid, düşenler, zengin olanlar.
286
İlk defa Kur'an okuyanlar huzura çağırılırlar.
Cenab-ı Hak sorar: Peygambere gönderdiğim Kurr an-ı sana bildirdim, öğrettim. Onunla nasıl bir amel işledin?
Kur'an okuyucu cevap verir: Ya Rabbi sana malumdur. Gece gündüz Kur'an okudum. Cenab-ı Hak ona:
Yalan söylüyorsun der. Melekler de, yalan söylüyorsun derler. Cenab-ı Hak, senin gayen Kur'an okumak değil, sana ne güzel Kur'an okuyor desinler diye okuyordum. Bu sözü de dünyada halk, senin için söyledi.
Sonra, savaşa gidip orada ölenler huzura çağırılır.
Cenabı Hak sorar: Dünyada Allah için diyerek hangi ameli işledin. Harpte ölen cevap verir:
Ya Rabbi! Senin yolunda savaşmamı emrettiler. Ben de gittim senin için adam öldürdüm sonunda da ben öldüm. Cenab-ı Hak, yalan söylüyorsun der.
Meleklerde yalan söylüyorsun derler.
Cenab-ı Hak, sen, benim için savaşmadın. Sana ne cesur, ne kahraman adam desinler diye savaştın. Nitekim halkta senin için öyle söyledi.
Son olarak zengin huzura çağırılır.
Allah, kendisine soran Sana çok mal ve ni'met verdim. Kimseye muhtaç etmedim. O mal ve para ile benim için ne gibi amellerde bulundun, iyi işler yaptın.
Zengin cevâp verir. Ya Rabbi! Sen daha iyi bilirsin. Senin için sadaka verdim. Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Cenab-ı Hak, yalan söylüyorsun der.
- 287 -
Melekler de yalan söylüyorsun derler.
Cenab-ı Hak, sen bunları benim için değil, sana ne cömert adam desinler diye yaptın. Nitekim Halk, senin için bu sözü söyledi.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de bu gibi zenginler için şöyle buyuruyor: Ya Ebu Hüreyre. Bunlar öyle kimselerdir ki Cehennem ateşi bunlarla alevlenir.
İbni Abbas (R.A.) de Hz. Peygamber (S.A.V.) den rivayet ediyor: Cehennem ateşi ve halkı, müraileri görünce bağırıp çağıracaklar. Ya Resulallah, nasıl bağırır, çağırır diye sorarlar. Ateşin sıcaklığı o kadar artar ve şiddetlenir ki çatırdıyarak sesler çıkarır diye cevap veriyor.
işte bu anlattığımız haller, basiret ehli yanında büyük bir rüsva ve şiddetli bir musibet, düşünenler çin büyük bir ibrettir.
İhlas ile riyanın hakikatlarını, hükümlerini, kısımlarını ve işlenen amellere olan tesirlerini bize bildire-mez misiniz ki ona göre hareket edelim? Sorusuna şu cevabı veririz:
Din âlimlerine göre ihlas iki kısımdır: Amelde ihlas, sevap - ecir istemede ihlas.
1 - Amelde ihlas: Cenab-ı Hakka yakın olmayı, emirlerine saygılı olup yapmayı, çağrışma uymayı gaye edinmektir. Bu ancak tam bir imanla olur. Bunun zıddı, nifaktır. Nifakın manası: Cenab-ı Haktan, başkasına yaklaşmayı istemektir. Yâni ibadetini, amellerini başkalarına göstermiş olsun diye yapmaktır. Bazı âlim-lsre göre nifak, bozuk bir inanıştır.
2 - Sevap - ecir istemekde ihlâs: Kişinin, işlediği hayırlı ameller karşılığında, âhiret gününde fayda um-masıdır.
- 288 -
Bunun açıklanışında değişik görüşler vardır. Havarilerin ihlas nedir, ihlaslı kişi kimdir? Sorusuna Hz. İsa (A.S.) şu cevabı veriyor. İhlas, kendini övmeği sevmemek şartiyle Cenab-ı Hakka, sırf ona, ibadet etmektir. Bu tarifte riyayı tamamen terketmiş vardır. Burada bilhassa (övmeği sevmemek) kelimelerinin kullanılmasının sebebi, riya kapısının, övmeği sevmek olmasıdır. İhlası bozan da budur. O halde yapılan bir amelin, bir iyiliğin Allah'tan başkasının övmemesini istemek riyayı önler ve ihlasa sebep olmuş olur.
Cüneyd Bağdadî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ye göre ihlas, amellerde, kalbin sıkıntı ve üzüntülerden arınmasıdır.
Fadıl der ki.- Amelde ihlas, devamlı murakabede (Allah'ı düşünmek) bulunmak ve dünya zevk-u safala-nnı unutmaktır.
Bazılarına göre İhlasın en uygun, ve mükemmel tarifi budur.
Sehil, der ki: İlhas, kulun hareket ve duruşlarının, Allah için olmasıdır. Bazı âlimlere göre amelde ihlas, onun karşılığında iki cihanın.menfaatini düşünmemektir ve dilememektir.
Bazı âlimlere göre amelde ihlas, amelin işlenişinden Şeytanın ve meleğin haberi olmamasıdır. Bu takdirde ihlas, mutlak bir gizlilikle amelin işlenmesidir. Bu hususta bir çok tarifler daha vardır. Fakat en seçkinleri bunlardır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) den ihlas nedir sorulunca şu cevabı verdiler: Her amelinde kişinin, Cenab-ı Hak Rabbımdır deyip kendini yalnız ona vermesidir. Yâni yalnız Rabbına ibadet etmek, nefsin hava ve heveslerine tapmamaktır. Bu tarifte Cenab-ı Haktan başkasını,
- 289 -
gözünden ve kalbinden silkip atmak, yapılan ibadeti, iyilikleri sırf onun için yapmaktır. Hakiki ihlas budur.
İhlasın zıddı riyadır. Bu da iki kısımdır: Biri sırf
riya diğeri karışık riyadır.
1 - Sırf riya: Âhiret ameliyle sırf dünyalık istemek ve ondan başka bir şey istememektir.
2 - Karışık riya: Ameli, hem dünya hem de âhiret menfaatini sağlamak gayesiyle yapmak yâni ikisini birlikte istemektir. İhlasla riyanın amel üzerindeki tesirlerine gelince:
Amelde ihlas âbidleri (ibadet edenleri) Allah'a yaklaştırır. Ecir isteğiyle ihlas ise, amellerin değerlenmesini, kabul edilmesini ve karşılığında çok sevap-ccir verilmesini temin eder. Nifak ise ameli hiçe götürür, Allah'tan uzaklaştırır ve va'd olunan sevaplara hak kazanmayı yok eder.
Bazı âlimlere göre sırf riya, Cenab-ı Hakkı bilen bir kimseden böyle bir hareket sâdır olmaz, (çıkmaz)
Bazı âlimlere göre yanlışlıkla, hata ile böyle bir hareketin yapılması mümkündür. Fakat bunun en doğrusu, Allah-ı bilen ve âhiret gününe içten inanan bir kimsede sırf riya bulunmaz.
Karışık riyanın ameldeki tesiri şudur: Allah tarafından iyi karşılanmasına mani olur. Va'd olunan sevapların çok azmi verir. Alış verişinde zarar, ziyan verdirir.
Her amelde bu iki kısım İhlasın birlikte bulunması mümkün müdür, değil midir? Sorusuna şu cevabı veririz:
Bazı din âlimlerine göre ameller üç kısımdır: Bir kısım amellerde her iki ihlasda birlikte bulunur.
- 290 -
Bir kısım amellerde İhlasın ikisi de bulunmaz. Bir kısmında da yalnız, sevap isteme ihlası bulunur, amelde ihlas bulunmaz. Allah'a yalvarışlar gibi ki, bunlar ibadete hazırlık için yapılır.
Fakat batini (iç) .amellerde ihlas bulunmamasının sebebi şu.- Onu, Cenab-ı Haktan başka hiç kimse bilmez. Bunda riya çağmcı bir sebep yoktur. İhlas, riya çağına sebepleri yenmiştir. Fakat şu ibadete hazırlanmak için yapılan yalvarmalardan amelde ıhlasın bulunmamasının sebebi, esasında bu bir ibadet değil, ancak ibadete istidat vericidir. Abdestin kişiyi namaz ibadetine hazırlayışı gibi.
Fakat din âlimlerine göre asıl olan zahiri ve ba-tınî (dış ve iç) ameller, Cenab-ı Haktan başkasına da yapılması muhtemeldir. Bu sebepten bu gibi dış ve iç amellerde ihlas bulunur. Çünkü batını (iç) ibadetlerle-de dünyalık istemek muhtemel olduğu için bunlarda riyaya kaçmak mümkündür.
* Kısaca batını ibadetlerde İhlasın iki kısmının da bulunması caizdir. Gerek farzlarda ve gerekse nafilelerde olsun.
Hatta bazı ermiş zatlar der ki: Kişinin helâl olan bütün işlerinde hayır niyetiyle yapılmışsa ibadet sayılması mümkündür.
Amelde ihlasm, fiile birlikte olması vacip midir. Yoksa önce veya sonraya bırakılabilir mi? Sorusuna cevabımız şudur: Amelde İhlasın, fiille birlikte bulunması vaciptir. Yâni bir ibadet yapar ve iyi bir amel işlerken ihlaslı olmak lâzımdır. îşin bitiminden sonraya bırakmak caiz değildir. Fakat ecir istemek de, ihlas amelin bitiminde olabilir. Fiilin bitiminde yapılırsa amel değerlendirilmiş olur.
Lâkin bir amelin başında ihlas, sonunda riya olur-
sa veya başında riya sonunda ihlas olursa bazı âlimlere göre muteber olan sonucdur: Belki sonu ih-lasla bitmiyen bir amel makbul olur ama riya ile biten bir amel makbul olmaz. Fakat bazılarına göre riyadan beklenen fayda elde edilmezse o amelde ihlas düşünmek mümkündür. Eğer beklenen fayda hasıl olursa ihlas yok olur. Bazı âlimlere göre farz ibadetlerde İhlasın, ömrün sonuna kadar, bitiminde olması mümkündür. Fakat nafile ibadetlerde birlikte olması şarttır. Bu fark şundan ileri gelir. Cenab-ı Hak kullarına, farzları teklif etti. Bunların yerine getirilmesi için gereken kolaylığı da mü'minlere ihsan etti- Fakat nafile ibadete kul, kendisi tekeffül etti. Tekeffül ettiği mikdarı yerine getirmesi için Allah, ona kolaylık verir. Eğer ihlaslarmı amellerine yakın, yapmış ise Allah sevabını verir. ra ben bunları hulûs-i kalble eda ettim deyip riyadan . ayrılsa Allah ona, İhlasın sevabını verir. Farzlarda riya olmaz sözünün manası budur.
Zamanımızda tâate istekli, ibadete hevesli kimseler azaldı. Yeni başlayanlara ve sâliklere kolaylık sağlamak gayesiyle bütün görüşler açıklandı. Eğer birinin dediğinde bir şey görmezse diğerinin sözlerinde bulsun diye.
Her amel için ayrı, bir ihlas lâzım mı, yoksa hepsine birden bir ihlas kâfi gelir mi? Sorusuna şu cevabı veririz.-
Bazı din âlimlerine göre her amel için ayrı bir ih-laş lâzımdır.
Bazı din âlimlerine göre bir birine bağlı olan amellerde, mesela namazın rükünleri ve şartlan gibi hepsine birden bir tek ihlas kâfi gelir. Çünkü bunlardan birinin bozukluk veya düzgünlüğü hepsine geçer.
- 292 -
Acaba kişi işlediği Âhiret amelleriyle, mesela yaptığı hayırlı bir iş dolayısiyle dünya için.bir menfaat istese, bu riya mıdır değil inidir? Sorusuna şu cevabı veririz; Âhiret amelleriyle dünya için menfaat istemek mutlaka riyadır. Bu istek, yani dünyalık menfaat isteği, ister Allah'tan istensin ister halktan istensin aynıdır ve riyadır. Nitekim Cenab-ı Hakta bu hususta şöyle buyuruyor: (Şüarâ S. A. 20) "Kim âhiret ekimini dilerse, onun ekinini arttırırız. Kim ki (sâde) dünya ekimini isterse ona da (yalnız) bundan veririz. Ahirette ise onun hiçbir nasibi yoktur."
Bu âyet-i Kerimeden açıkça anlaşılan riyada, kişinin niyeti esastır. îster Allah'tan istesin ister halktan istesin kişi hayırlı bir amel işlerken niyeti bozuk değilse halkın görmesi riyaya sebep olmaz. Gerçi riya sözü, (rü'yet - görmek) aslından gelmedir. Bu da çok defa riyanın, halk tarafından görülmesinden ileri gelmektedir. Yoksa halkın görmesi riyaya sebep olduğu için değildir. Yâni Riyaya sebep olan halkın görmesi değil kişinin niyetidir.
Hayırlı amelleri için Allah'tan dünyalık isteyenler, insanların minneti altına girmemek, onlara muhtaç olmamak ve ibadetlerine de vesiyle olsun diye istemiş-lerse riya olur mu olmaz mı? Sorusuna cevabımız şu:
İnsanların minneti altına girmemek ve onlara muhtaç olmamak çok mal edinmek, mevki ve rütbede üstünlük sağlamakla olmaz. Ancak kanâ'at sahibi olmakla, ve Cenab-ı Hakkın rızık hususundaki kefaletine güvenmekle olur.
Fakat ibadete ve hayırlı bir iş yapmaya kuvvet kazanmak için Allah'tan dünyalık istense riya sayılmaz. Çünkü ibadet ve hayırlı bir amel için güc, kuvvet dile-
m
mek Cenab-ı Hakkın lütuf ve yardımını istemek demektir. Buna iyi niyet denir. Bu hayırlı niyet âhiret amellerindendir riya değildir. Meselâ: Bir kimse Allah'tan istediği ve elde ettiği fazla mal ile halkın, zenginlerin ve âlimlerin yanında itibarlı ve kıymetli olmasını dilese ve bu haliyle yâni: malının bolluğu ve itibarının çokluğu ile İslâmi inançları yayma, bid'at ehlinin (İslama aykırı görüşlerin) fikirlerini çürütme ve halkı ehl-i sünnet mezhebine yöneltme, ilim tahsiline ve neşriyatına yardım etme gibi hayırlı ve faydalı işleri yapmayı gaye edinmişse bu isteği beğenilen bir niyet ve öğülen bir harekettir riya değildir.
e
Erenlerden biz Zat der ki: Büyük din âlimlerine Bazı sâlih Zatlar darlığa, sıkıntıya düştükleri zamanlarda -vakıa sûresini okuyorlar. Okumaktan gayeleri, dünyanın sıkıntılarından kurtulmak ve bol rızık edinmek içinmiş. Bunu âdet edip okuyanlar, rızık bolluğuna eriyorlarmış. Bu, hakikatte âhiret ameliyle dünya malını istemek değil midir? diye sorduğumda şu cevabı verdiler.
Bunların dileği dünyalık istemek değildir. Belki ibadete, öğrenme ve öğretmeğe yetecek kadar bir kuvveti kazanmak için isterler ve derler ki; darlık zamanlarında ve özel hallerde bu sûreyi okumak hayırlıdır. Yoksa dünyalık istemek için değildir.
Bu sûrenin sıkıntılı zamanlarda okunması âdeti tâ-Hz. Peygamber (S.A.V.) den ve sahabelerden beri bugüne kadar devam ede gelmiştir. Hatta bir rivayete göre îbni mesud (R.A.) bütün malını, varını yoğunu Allah yolunda veriyor, yoksullara dağıtıyor. Çocuklarına hiç bir şey bırakmıyor. Dostları ona: Niçin böyle yaptın
- 294 -
çocukların fakir kaldı dediklerinde kendilerine şu ce vabı veriyor: Ben onlara Vakıa sûresini bıraktım. Bu onlara yeter. İşte bu ve buna benzer olaylardan sonra erenler ve din âlimleri arasında bu sûreyi okumak âdet oldu. Gerçi dar ve sıkıntılı zamanlarında okurlar. Fa kat bunlar öyle âbidlerdir ki dünyanın acı ve sıkıntılarından yılmazlar, sabırlı ve metindirler. Hatta dünyanın sıkıntı ve darlığını, acıların kendileri için bir ni'met bilir, ondan hayır, uğur umarlar. Ve Cenab-ı Hakkın bir lütuf ve keremi, minneti olarak kabul ederler. Ken dilerine dünyalık gelse onu bir uğursuzluk, bir musi bet getirir diye korkarlar. Çünkü âhiret tacirlerinin sermayesi açlık ve kanaattir.
îşte tasavvuf ehlinin ve ilk müslümanların yolu budur. Eğer sonradan gelen zatlardan bir hata meydana gelmişse onların bu küsuru, himmetlerindeki önemsemezlikten ileri gelmiştir. Yoksa kendilerinden evvel gelmiş, geçmiş büyük zatların, ermişlerin yolunu inkâr etmek değildir. Bu mes'elede faziletli, ermiş kimselerin tabiatlarının (delil olarak) anlatılması sırf gerçeği tam olarak öğrenmek içindir. Erenlerin, Kâmillerin hallerini bilemiyorduk diye kınamasınlar. Ve bu işlerde acemi olanlar yanılıp demesinler ki: Kur'an-ı Kerimi dünyalık mal edinmeğe vesile, âhiret amelini, hayvani isteklerin yerine getirilmesine vasıta kılmak sabırlı kimselerle mücadele erbabının tuttuğu yola münasip değildir? Belki bu, gelmiş geçmiş sâlih zatların, erenlerin, sünnet yolunda yürümek alışkanlığından ibaret olduğunu bilsinler. Bunların bu yoldaki dilekleri kanaatli olmaya, ibadet yapma ve hayırlı işler görmeğe güç kazanmaktır. Şehvet hırsına uymak ve muhtemel güçlüklerinden kurtulmak için değildir. Belki bir kısım mü'minler bu Sûreyi, sırf dünya menfâatim elde etmek
- 295 -
(mal ve mülk edinmek, zengin olmak ve refah içinde geçinmek) için okurlar. Fakat Hak yolunda olanların gayesi bu değildir. Çünkü bu hali deneyenler bilirler ki vakıa sûresinin okumasına devam edildikten sonra geçimimizde kanaatkar olur, yemeğe iştiha ile sarılmaktan ve bunun sebeplerini aramaktan vazgeçeriz. Gönlümüze safvet (arınma), Rabbımıza bağlılık ve sevgiyle birlikte tâat ve ibadetle hizmette kolaylık hasıl olur. .
- 296
İbadet ve amel bozucu ikinci sebepde ucüptur. Bundan sakınmak vaciptir. Ucüp, kendini bir şey sanmak, hayırlı bir işteki başarısının Allah'tan değil de kendi gücünün ve zekâsının eseri olduğuna inanmaktır. Ucüp iki türlü zarar verir.-
1 - Ucüp, Cenab-ı Hakkın yardımına ve onun kudretine ve büyüklüğüne perde çekilmesine ve yardımının tamamen kesilmesine sebep olur. Bu sıfatı takınanlar perişan ve kahredilmiş olurlar. Cenab-ı Hakkın yardımından, lütfundan ümidi kesilenin hali felâkettir, mahvolmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V ) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor. Üç şey tehlikeli ve mahvedicidir: 1 - Hırslı ve cimri olmak ve onunla amel etmek 2 - Ne/sin hava ve hevesine tâbi olmak. 3 - Kişinin, kendi fiilini beğenmesidir. (Ucüp)
2 - Ucüp, ibadetleri ve sâlih amelleri bozar, çürütür, mahveder, Nitekim Hz. İsa (A.S.) buyuruyor.- Ey-Havâriler! Nice kandiller varki yel, rüzgar onları söndürür. Nice Âbidler var ki ucüp onların amellerini boşa çıkarır.
Bir şey ki ibadetin faydasını ve amelin verimini bozar o şeyden sakınmak lâzımdır.
- 297 -
Ucüp ne demektir? Hakikati, hikmeti ve ameldeki te'siri nedir: Sorusuna şu cevabı veririz:
Ucüp, kulun yaptığı bir amelin, bir hayırlı işin büyüklüğüne inanmasıdır. Bu daha geniş olarak şöyle açıklanıyor: Bir kul, amelinin şerefini Cenab-ı Haktan gayrısından (ister nefsinden, ister halktan, ister başka şeylerden) bilse o kul ucüp sıfatını taşır.
Din âlimleri der ki: ucüp, iki veya üç şeyden gelir. Eğer nefisten, insanlardan ve bazı şeylerden olursa üçlü, eğer ikisinden olursa ikili, eğer yalnız birinden olursa birli olur. Meselâ: Bir âlim ilminin şerefini, zekâsının kuvvetli oluşundan, ya öğretmenden yahut far.la çalışmasından geldiğine inansa ve bu hususta Cenâb-ı Hakkın kudretini yardımını unutsa ve bu işler gerçekten doğrudur. Fakat bunlar vasıtasiyle ilmin şerefi Allah'tandır demese O âlim ucüp sıfatını taşır.
Yine bir kimse kendi şerefini, malından çocuklarından veya makamından bilse ve bütün bunlarla hakiki müessirin Cenab-ı Hak olduğunu unutsa ucüp sıfatını taşır. Sözün kısası fiilleri yalnız sebep ve vasıtalara bağlamak sırf Cehalettir. Mesela bir Padişah, birisine bir hediye verilmesini emretse, kâtip onu yazar, hazine memuru onu hazineden çıkarır ve kendisine verir. Bu nunla katibin ve hazine memurunun ne ilgisi vardır? Eğer hediyeyi alan, veren kişilerin bunlar olduğuna inansa bilgisiz ve gafildir, padişahın ni'metine karşı nankârlük etmiştir.
Ucüp'un zıddı, Allah'ın minnetini anmaktır. Bunun manası şudur.- Bir kişi, Allah'ın yardımıyle işini başarıyla bitirdiğini ve ancak onun lütuf ve inayetiyle amelinin şeref kazandığını ve sevabına nail olduğunu düşünmüş ve Allah'ın minnet hakkını anmışsa (ucüp'e düşeceği zıamanlarda) farzdır. Başka zamanlarda (yâ-
- 298 -
ni ucüp'e düşme ihtimali olmadığı zamanlarda) ise nafiledir. Ucüp'ün ameldeki tesiri şudur;
' İşlediği hayırlı bir işte ucüp'e düşen bir kimse ölümünden evvel tevbe ederse ameli makbul olur. Tevbe etmeden ölürse ameli hiçe gider yâni bu amelden sevap
(kazanmaz.
Cenab-ı Hakkın, hayırlı ameller işlemeğe yardım ettiğini, şereflendirdiğini, lütuf ve keremiyle ona bu ameli karşısında sevap verdiğini ve her şey'in Allah'tan geldiğini bilen bir kimsenin ucüp etmesi düşünülebilir mi? Sorusuna şu cevabı veririz: Bunda ince bir nükte vardır. Yaptığı işte kendini beğenen ve kendine / güvenen insanlar üç kısımdır.
1 - Her amelinde ucüp'e düşenler. Yalnız kendini beğenen ve takdir edenler. Bunlar, Mutezile ve Kaderiye gibi düşünürlerdir. Fiillerinde müstakil olduklarını, her işi kendi güçleriyle yaptıklarını iddia ederler ve bu hususta Allah'ın lütuf ve yardımını inkâr ederler. Bunların görüşleri şu-. Eğer ameller, Allah'ın yardımıyle oluyorsa o zaman kimsenin ne cezaya ne de mükâfata müstehak olmaması gerekir. Bunlar tamamen ucüp içindedirler.
2 - Bunlar, h^r hal ve hareketlerinde Allah'm minnet hakkını bilirler, katiyyen ucüp'e düşmezler. Bunlar, Allah'ın lutfuna uğramış, hakikati bilen ehli sünnetten bir topluluktur ki, bunların yolu en doğru yoldur.
3 - Yine ehl-i sünnetten bir topluluk vardır ki, bazan her şey'in Allah'tan geldiğini bilir. Onun minnet ve şükran hakkını düşünür. Bazan da gaflete dalar.
Sebep ve vasıtalardan geldiğini sanar ve bu yüzden Ucüp'e düşer.
Mutezile ve Kaderiye düşünüşündeki ucüp sebebiyle ameller bozulur mu, bozulmaz mı? sorusuna şu cevap verilir:
Bazı âlimlere göre Külli inanışa sahip bir kimse nin cüzi amellerine Ucüp lâzım gelmez. Nitekim ehl-i sünnet toplumunun, külli inanış sebebiyle amellerinin cüz'ilerinde Allah'ın minnetini anmak icap etmez. Çünkü ehl-i sünnetin külli inanışında, bütün işlerin Cenab-ı Haktan olduğu, onun kudret ve iradesiyle meydana geldiği itikadı vardır.
Amellerin kabulüne mani olan riya ve Ucüp'ten başka şeyler daha var mıdır? Sorusuna cevabımız şudur:
Şüphesiz vardır. Fakat bunlar asıl olduğu için genişçe anlattık. Diğer sebepler bu ikisinden doğarlar. Din âlimlerine göre amellerin kabulüne mani olan şey' den sakınmak lâzımdır:
1 - Nifak: mü'minleri birbirine düşürecek, ayırıcı telkin ve hareketlerde bulunmaktır.
2 - Riya: Amelleri ibadetleri Allah için değil gösteriş için ve itibar kazanmak gayesiyle yapmaktır.
3 - Tahlit: Karıştırmak, müslümanların arasını bozmak.
4 - Men: Yapılan iyiliği başa kakmak, minnet et-ınek.
5 - Eza: Müslümanlara eziyet etmek Güçlüklere maruz bırakmak.
6 - Nedamet: Pişmanlık duymak.
- 300 -
7 - Ucüp: Kendine değer vermek ve yalnız kendi kuvvetine güvenmek.
8 - Hasret: Kaçırılan fırsatlar ve elden çıkan nimetler için duyulan üzüntü - özlenim.
9 - Tehavvün: Bir işi mühimsememek, yahut Allah'ın verdiği başarıyı umursamamak.
10 - Havî yeis: Bir işi yapmada halktan çekinmek, ayıplamalarından korkmak ye'ise düşmek.
BUNLARIN ZIDLARI DA ŞUNLARDIR .•
1 - Nifakın zıddı: Amelde ihlastır. .
2 - Riyanın zıddı: Amel ve ibadetlerin ecrini yalnız Allah'tan istemektir.
3 - Tahlitin zıddı: Yalnızlığa çekilmek, karıştırmamak, birliği bozmamaktır.
4 - Men'in zıddı: İyiliği başa kakmamak* Allah'a bırakmak, karşılığını ondan beklemektir.
5 - Eza'nin zıddı.- Amelini korumak ve kimseye eziyet vermemektir.
6 - Nedamet'in zıddı.- Nefsine hâkim olmak ve günahlardan sakınmaktır.
7 - Ucüb'un zıddı: Allah'ın minnetini anmaktır.
8 - Hasret'in zıddı: Hayrı iğtinam etmek, kazanmaktır.
9 - Tehavvün'ün zıddı: Bir işi mühimsemek onu büyük gösterecek şekilde davranmaktır.
- 301 -
10 - Havf, yeis'in zıddir Her hangi bir işte halktan değil, yalnız Allah'tan korkmaktır. Nifak, amelleri bozar.
Men ve eza sadakaları, iyilikleri verimsiz bırakır, yok eder.
Nedamet, bütün amelleri bozar.
Ucüp asıl amelleri bozar ve sevaplarını giderir.
Hasret, tehâvün, havf, amelin değerini, takdir edilecek taraflarını yok eder.
Kısaca bir amelin kabul veya red edilmesi keyfiyeti kişinin o andaki durumuna bağlıdır. Eğer o ameli vekarla, tâ'zimle yapıyorsa kabul olunur ve sevabı verilir. Eğer istihfafla ve önemsememden yapıyorsa istihfaf derecesine göre red olunur. Amel fesâde - bozukluğa uğrayınca sevabı da iptal olur verilmez. Bu iptal, bazan hem işlenen amelin bütün sevabını, hem de ona yakın olan hallerden gelen sevapları içine alır, hepsini yok eder. Ameller, yerlerine ve hallerine göre değer kazanır. Birinin yer ve hali diğerinden üstün olur sevabı da ona göre takdir olunur. Meselâ: Hayır ehline yapılan Bir ihsan alelade bir kimseye yapılan ihsandan üstündür.
Ana ve babaya yapılan bundan dah'a üstündür. Peygamberlere yapılan çok daha üstün ve mükemmeldir. İhlasla ve tazimle yapılan ameller riya ve istihfafla yapılan ameller gibi değildir. Muayyen bir fiil ve amelin kabul veya reddi bütün bu hallere bağlıdır.
Ey aziz, bundan evvelki geçitlerin bütün tehlike ve zorluklarını yenerek buraya kadar geldin. Bundan sonraki geçit, diğerlerine göre daha tehlikeli ve daha korkunçtur. Onun için metin, dikkatli ve azimli davra-
- 302 -
narak geçmelisin. Çünkü bundan önceki geçitlerde elinde sermayen yoktu. Kötü huylarını terketmeğe çalışıyor, ibadet ediyor ve böylece sermaye edinmeğe çalışıyordun. Nihayet maneji sermayeyi kazanarak bu duruma, bu makama kadar geldin. Şimdi tehlikeli bir geçide giriyorsun. Bu geçidin hırsızları, yol kesicileri çoktur. Bin bir zahmetle bu ana kadar (kötü huyları terketmek ve ibadet yapmak suretiyle) kazandığın sermayeyi çalıp götürebilirler. Bu geçidin diğerlerinden tehlikeli olmasının sebebi budur. Bilhassa bu geçidin en tehlikeli yol kesicileri Riya ile Ucüp'tur. Bunlar o kadar insafsız bir bütün sermayeni alır götürür, mahşer gününde seni rüsva ve perişan bir halde bırakırlar. Şimdi önce Riyayı inçeliyelim: Bunu iyice öğrenmek istersen şu dört esasa dikkat et:
Birinci esas: Cenab-ı Hak (Talâk S.A. 12) buyuruyor: "Allah yedi göğü ve yerden de olanların mislini yaratmış olandır. Emri bütün bunların arasında durmadan iner. Allah'ın (bunları yaratması onun) hakikaten her şey'e kadir olduğunu, ilmiyle hakiykaten herşey'i kaplamış bulunduğunu bilmeniz içindir." Ey gafil insan! Cenab-ı Hakkın bu sonsuz kudretini bilip ona güvenmen ve bütün amellerini sırf onun rızasını kazan-dolu, kıldığın iki rek'at namaz veya bir iyi harekete karşı Allah'ın rızası, öğmesi ile yetinmiyorsun da halka gösteriş yaparsın. Onların beğenmesini ve öğmesini dilersin ve karşılığında dünyalık istersin."
Senin bu amellerini gören, bilen ve eksiklikleriyle kabul edip mükâfatlandıran Allah'ın bu, lütuf ve ihsa-niyetiyle yetinmek, halkın bilmesini ve öğmesini istemek kadar vefasızlık ve nankörlük olur mu? Senin bu yaptığın büyük bir hatadır. Akıllı bir kişi isen gün gibi aşikâr olan bu kabahatini görür. Rabbmdan utanır ve gerçeği kavnyarak Hak yoluna dönersin.
- 303 -
İkinci esas: Senin çok değerli bir mücehverin, bir ' pırlantan olsa, onu, yüzbin liraya alacak müşterisi (alıcısı) varken bu yüksek fiatı bırakıpta bir liraya satmaya kalksan bu, senin için telafisi imkânsız bir zarar, hatta bir felâket değil midir? Bu hareketin, bilgisizliğine aklının eksikliğine, görüşünün kıtlığına kati bir delil, kesin bir belirti değil midir? İşte halk öğsün, sena etsin, dünyalık kazanayım diye' yaptığın ibadet, iyi davranışlardan elde ettiğin fayda, bu duygulardan arınmış, sırf Rabbin için yaptığın amellerden elde ettiğin kazanca oranla, tıpkı bu yüz liranın bir liraya oranı gibidir. Hatta dünyanın tümü senin olsa, bunun değeri, Allah'ın öğmesine ve senden razı olmasına oranla bir liranın yüzbin liraya olan oranından daha aşağıdır vs daha değersizdir. Şimdi Allah'ın bu lütuf ve keremini bu baha biçilmez ihsanını, verilerini bu söylediğimiz aşağılık şeylere feda etmek (yâni ibadetini ve iyi amellerini sırf dünyevi kazancı için yapmak) sonu iflas olan bir ticarettir. Âhirete eli boş olarak göçmektir. Demek-ki ibadetini sırf Allah rızasını kazanmak için yapsan dünya sana uyar. Her iki âlemde de muradına kolayca varırsın. Bütün isteklerini karşında hazır bulursun. Nitekim Hz. Peygamber buyuruyor: ^Cenab-ı Hak, Âhiret ameli karşılığında dünyalık verir. Fakat dünya ameli karşılığında âhireti vermez" O halde tâat ve ibadetini, amellerini temiz ve hâlis bir niyetle, sırf Allah için yapsan, himmet ve gayretini Âhiret için sarf etsen, hem dünyayı hem de âhireti kazanmış olursun. Fakat âhiret ameliyle dünyalık dilesen âhiretin zail (yok) olur. Bazan dünyalık isteklerin de yerine gelmez. Veya gelse bile baki kalmaz. Çünkü dünya fanidir. Böylece hem dünyanı ve hem de âhiretini kaybedersin.
Üçüncü esas: Ey aziz, kendisi için ibadet edip iyi amel işlediğin, senflen razı olmasını istediğin kişi, eğe*'
- 304 -
bu niyetini bütün bu amelleri kendisi için geldiğini bilseydi sana kin bağlar, yüzüne bakmaz, nefret ederdi. Seni bir canavar gibi görür adını işittiği zaman tiksı nirdi. O halde bu kişiye karşı olan durumunu anla ve senden razı olmasını istediğin bu kişiden sakın. İşle diğin amellerdeki maksadını anlamasın. Anlarsa sana hakaret eder ve maksadın suya düşer.
İşte bu gerçeği anla, aklını başına topla, gaflet uykusundan uyan ve hizmetini, ibadetini, iyiliklerini sırf Allah için yap ki o senin bu temiz niyetini bilir ve bun dan dolayı seni sever, sana türlü lütuf ve inayetlerde bulunur. Nice ni'metler, ikramlar ihsan eder. Senden razı olur. Böylece hem dünyanı hem de âhiretini kazanmış olursun.
Dördüncü esas: Bir kişi, kudretli bir Padişahın hizmetine girmesi, güzel iş ve hareketleriyle onun sevgisini kazanması, yakınlarından olması, rütbe ve mevki kazanması mümkün iken, bundan vaz geçip.te onun çöpçüsü durumunda olan başka birisinin rızasını kazanmak için gece gündüz çalışıp onun hizmetini görse, bilenler, adamın bu davranışını akılsızlığına, görüşünün kıtlığına ve re'yinin perişanlığına yorar. Akıllı insanlar onu ayıplar, kınar ve bu değersiz adamdan sana ne fayda gelebilir. Halbuki Padişahın hizmetini yapsa idin kim bilir ne büyük menfaatlar sağlardın. Halk içinde itibarın olur, değerin artardı. Herkesin izzet ve ikramını görürdün diye söylenirler. Eğer senden razı olmasını istediğin ve hizmetini gördüğün süpürge-ci senin bu akılsızca hareketini bilse ve seninle alay edip dese ki: ey hamiyetsiz, düşüncesiz adam, büyük emiri, Padişahı bıraktın, benim gibi cahil, aşağılık bir adamın yanına geldin, hizmet ediyorsun. Halbuki padişahın hizmetini yapsa idin benim gibi nice insanlar belki bütün halk senin kapında hizmetçi ve karşında
- 305 -
elpence durur emirlerini beklerdi. Bu haklı sözlere ne cevap verebilirsin. Şüphesiz ki bu durumda olan kişi, hem padişahın, hem süpürgecinin ve hatta bu hali bilen diğer insanların nefret ettiği bir insan olur. Elde ettiği maddî ve manevî sermayesini kaybeder.
İşte Mürâîlerin hali, tıpkı bu adamın haline benzer, Bütün işlerinde kendilerine her yardımı yapmaya sonsuz bir kudrete sahip olan Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak mümkün iken bunu bırakıpta kendisi gibi aşağı ve sefil bir yaratığın rızasını kazanmağa, onun için faydasız ve lüzumsuz bir gayret sarf etmeğe kalkarsa, bunun sonunda her şeyden mahrum kalır. Bu gibilerin basireti kapanmış, manevî bağlılıkları zayıflamış olduğu için vefasız dünyayı isterler. Halbuki bunlar. Cenab-ı Hakkın hizmetini dilesinler, ibadetlerini ve iyi hareketlerini temiz kalple yapsın'ar. Halka baş vurmaktan ve onlara yaranmaktan, gösteriş yap-maktan vaz geçsinler. Dileklerini Rabblarından isle-sinler. Çünkü âlemin bütün işleri ve âdem oğlunun kalpleri, onun kudret elinde ve iradesinin etkisindedir. Buna içten inanıp, dediğim gibi hareket edersen bütün insanların kalpleri sana döner, seni ister ve gönülleri, senin sevginle dolar. Senin dileğini yerine getirmeğe çalışırlar. Sen, kendi gayretinle bunun onda birini bile elde etmeğe gücün yetmez. Eğer bu söylediklerinin aksine hareket eder, ibadetini, iyi amellerini, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için değil de gösteriş içti yapar ve böylece halkın takdir ve rızasını almağa çalışırsan gönüllere hükmeden Allah, bütün kalpleri senden çevirir. Halk, senden tiksinir ve sana düşman kesilir eziyet verir. Gayen söner. Halkın nefret ettiği, Allah'ın öfkelendiği bir insan olursun. Allah esirgesin.
Hasan Basri (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der
- 306 -
ki: Bir-kişi vardı. And içti: Tâat ve ibadette o kadar ileri gideceğim ki her yerde adım söylensin. Şöhretim artsın. Bundan sonra herkesten evvel mescide gitti ve en sonra çıktı. Mescitte bulunduğu müddetçe hep na- maz kıldı. Devamlı oruç tuttu. Her zaman harka zikri- ne katıldı. Böylece yedi ay geçti. Halk onu, bu hal içinde gördükçe ne kadar riyakâr adam. Bu gösterisiyle Cenab-ı Haktan utanmıyor mu? derlerdi. Hakkında söylenen sözleri duyan bu adam yalnızlığa çekildi. Nefsinin bu yöndeki arzu ve heveslerini körletti. Ben ibadetle şöhret kazanmayı beklerken Riya ile meşhur oldum. Ahdim olsun bundan sonra halis ve temiz bir niyetle yalnızlık içinde ibadetimi yapacağım, Cenab-i Haktan başkasına dilemem dedi ve dediklerini yapmağa başladı ve bu niyetle evvelkisi gibi tâat ve ibadetine • devam etti. Bundan sonra halk onu gördükçe: Allah razı olsun ne iyi adam hayır üzerine-ve Hak yolda yürümekte, iyiler makamına yükselmektedir ne mutlu ona demeğe başladılar. Bunu anlattıktan sonra Hasan Basri şu âyet-i Kerimeyi okumaya başladı (Meryem S.A. 96) "Hakikat, iman edipte iyi işler yapanlar (yok mu?) çok esirgeyici (Allah) onlar için (gönüllerde) bir sevgi verecektir."
İşte bu âyet-i Kerime, riyasız ibadet yapan ve iyi amel işleyenleri, Cenab-i Hakkın beğendiğini ve halka sevdirdiğini belirtmektedir.
- 307 -
FASIL I
Ucüb'un afetlerini öğrenmek istersen şu dört esasa dikkatle bak:
Birinci esas.- Kulun amelinden Cenab-ı Hak razı olduğu ve kabul ettiği zaman, değerlidir.
Nice insanlar var ki, bir kaç kuruş almak için sabahtan akşama kadar çalışırlar. Nice gece bekçileri var ki akşamdan sabaha kadar, bir kaç kuruş almak için, bekler uyumazlar. Diğer sanat ve ticaret adamlarının da durumu aşağı yukarı bunlar gibidir. Gece gündüz hizmet eder bir kaç kuruş kazanalım diye çalışırlar. Halbuki sen Allah için bir gün oruç tutsan, ibadetini ve iyi amelini sırf onun rızasını kazanmak için yapsan bunların karşılığında Cenab-ı Hakkın hesapsız ni'metlerine nail olursun. Nitekim Cenabı Hak buyuruyor: (Zümer S.A, 10) "Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir."
Hz. Peygamber (S.A.V. in bir hadis-i şerifi de şöyledir: Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Oruç tutan kullanma, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiç kimsenin hatır ve hayaline getiremediği ni'metler ha-zuiamışımdır.
îşte sabahtan akşama kadar bin bir zahmet çeke- ¦ rek bir kaç kuruş kazanan kişinin hali ile yemeğini akşama kadar geciktiren bir mü'mine Cenabı Hakkın
- 308 -
verdiği nice nimetlerle sen karşılaştır ve hükmünü ver Hele geceyi ibadetle geçirirsen sana .verilecek mükâfatı Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: (Secde S. A. 17) "Artık onlar için yapmakta olduklarına bir mükafat olarak, gözlerin aydın olacağı (ni metlerden) kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez".
îşte bu mükâfatı, bütün gece bekliyen bir bekçinin kazanciyle karşılaştır ve hükmünü ver. Sonra gecenin her hangi bir saatinde kılman iki rek'at namaz ve gönülden söylenen şehadet kelimesi karşılığında verilen ni'metleri ve sevabı Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: (mümin S.A. 40) "-Kim bir kötülük işlerse onun bunun benzerinden başkasiyle karşılık yapılmaz. Kim de erkek olsun, kadın olsun (fakat) o mü'min olarak iyi amel (ve hareket) de bulunursa işte onlar, içinde hesapsız rıziklara kavuşturulmak üzere Cennete girerler."
Şimdi senin ve başka kimselerin yanında bu bir saat belki değersiz bir zamandır. Hergün nice saatleriniz böylece boşa akıp gitmektedir. Halbuki Cenab-ı Hakkın yanında o bir saatlik ibadet çok değerlidir. Bu da, amelin çokluğundan veya bu alandaki çalışmanın fazlalığından değil belki Cenab-ı Hakkın rızasına ve kabulüne mazhar olduğu, onun rızasını kazanmış ve hüsn-i kabul görmüş olduğu için çok kıymetlidir.
Bu takdirde, akıllı olanlar, amellerinin önemsiz ve değersiz olduğuna inanmaları ve Cenab-ı Hakkın lütuf ve keremiyle değer verildiğine şükretmeleri gerekir.
İbadetlerini Allah için yapmayan ve onun tarafından kabul olunmaması sebebiyle o şereften mahrum kalan kimselerden çekin uzaklaş ki onlara uymayasin. Çünkü onların ameli değersiz ve ibadete sarfettikleri zaman boşa gitmişti. Bu neye benzer mesela: Çarşıda
- 309 -
değeri bir lira olan bir demet çiçeği alıp Padişaha gö-türsen o da memnun kalarak hediyeni kabul etse kim bilir bunun karşısında ve kim bilir kaç bin lira değerinde sana ihsanda bulunur. Bu suretle bir liralık çiçek demeti, yerine düşmekle bir kaç bin liraya satılmış oluyor. Eğer Padişah kabul etmeyip red ederse o çiçek de metinin fiatı bir liradır. îşte Âbidlerin (dâimi ibadet edenlerin) ibadeti, zâhidlerin zühdü de bu bir demet çiçek gibidir. Allah tarafından, kabul olunursa karşılığında değeri biçilmez sayısız ni'metler verilir'. Kabul olunmazsa değeri, sıfıra iner.
Demekki kul İşlediği değersiz amelini Cenab-: Hakka iletirken kabulü için yalvarması, sayısız şükürler, hamd-ü senalar etmesi lâzımdır. Belki bu hareketi amelinin kabulüne sebep olur ve böylece ebedî mutluluğa erer.
İkinci esas: Seni bir kaç lira ücret vererek yanına alan bir Padişahın kapısında gece gündüz çalışırsın. Karşısında saatlerce ayakta beklersi.ı. Atma bindirir önünde yaya yürürsün. Bazan feekçi olur, sabahlara kadar sarayını beklersin. Gerekirse onun düşmanlariy-le savaşa girişir, aziz canını bile onun uğrunda feda edersin. Bunca hizmeti, bu kadar zahmet ve tehlikeleri, bir kaç kuruş karşılığında göze alıyorsun. Zaman gelir işini beğenmezler, vazifene son verir, kapısından atarlar. Esasında o işi Cenab-ı Hak sana vermiştir. Padişah, arada bir vasıtadır.
Şimdi düşün, Cenab-ı Hak, seni yoktan var etti. Topraktan gıda, gıdadan nutfe (bir damla meni) nut-feden, kan pıhtısı, kan pıhtısından et ve kemik yaptı Sonra hayat verdi. Dünyaya gönderdi. Türlü yeteneklerle ve kıymetli vasıflarla donattı. Sana, akıl ve konuşma kabiliyetini vermekle hayvan türünden üstün kıldı.
- 310 -
Seni ilim ve Mana bezedi. Müslüman olmak şerefini kazandırdı. Bunlardan başka daha nice ni'metler ihsan etti. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (İbrahim S.A. 34) "O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın (bunca) ni'metini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün)? Siz (onları) özetlemek suretiyle bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâiimdir, çok nankördür." Cenab-ı Hak, sana bu kadar ni'metlor verdikten sonra sen, iki rek'at namaz kılıyor veya bir iyilik yapıyorsun. Bunun karşılığında da Allah, sana kendi Fazl-ü keremiyle türlü sevap ve ihsanlar va'de-diyor. Senin hata ve kusurlarına, eksikliklerine bakmadan ameline razı olup kabul ediyor. Şimdi sen, bu iki rek'at namazı, Allah'ın hangi ikramına denk sayabilirsin ki bununla, ben, Rabbıma ibadet ve hizmet ettim diye böbürlenir ve karşılığında ecir umarsın ne garip şey!
Üçüncü esas: Bir Padişah tasavvur et ki (şanı, kudreti dünyaya yayılmış) bütün vezirler, beyler devletin ileri gelenleri ona hizmet etmekle övünüyorlar. Alimler filozoflar, doktorlar Padişahın kendilerine teklif ettiği hizmetleri bir ni'met bilir. Canla, başla yapar, gece gündüz kapısında emirlerini beklerler. Günün birinde bu seçkin zatlarla bir kısım halk sarayda toplanmış, çoğu, kalabalıktan oturacak yer bulamıyorlar. Padişah, bu durumda olan topluluğun içinden bir sofuya işaret edip yanına çağırıyor. Sofu, bu kalabalığı yara yara huzura çıkıyor. Padişah da ona iltifat edip yanında yer göstererek oturtuyor. Sonra ona kolay bir iş veriyor. Bilgisizliğine, işinde gösterdiği hata ve eksikliğine bakmadan beğeniyor, hüsn-i kabul görüyor ve bu hizmetine karşılık sofu'ya çeşitli iyilikler yapıyor, hesapsız mal veriyor. Padişahın bu muamelesini işitenler: Sofu'nun başına devlet kuşu kondu, şansı çok kuvvetli
- 311 -
ki, bu iltifata, bunca nimetlere lâyık değilken, Padişahın lütuf ve keremi ona erişti sevgisini kazandı ve halk içinde üstün bir değer kazandı derler. Şimdi bu sofu, yaptığı kolay iş ve yerine getirdiği önemsiz emirler için böbürlenip öğünse, düşünüp kendisini büyük Körür ve Padişahın ihsanlarını hak ederek aldığına inanırsa işitenler: Bu ne akılsız, ne deli adamdır ki kendi hakkını bilmez, seviyesini kabuliyetini idrak etmez verilen ni'mete şükretmez. Kendini bilmeyen bu insansız adama yaraşan, verilen ni'meti elinden almak ve nankörlük yaptığı için iblis gibi Padişahın kapısından atmak lâzımdır, derler.
Şimdi ey aziz, düşün Rabbınız öyle bir sultandır ki yerde ve yedi kat gökte ne varsa hepsi onu teşbih ve takdis eder.
Gene Rabbımız öyle bir ma'buttur ki göklerde ve yerde olan varlıkların tümü, istiyerek veya istemiyerek ona secde ederler ve gene Rabbımız öyle bir Padişahtır ki Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail, Ruhaniler, Arşı taşıyanlar yakınlar ve sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemediği melekler hep onun kapısında hizmet ederler. Bunların dereceleri yüksek ve şereflidir. Günah işlemez dâima ibadetle meşgul olurlar.
Â'dem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed ile diğer Peygamberlerin, (Allah'ın salât ve selâm üzerlerine olsun) Cümlesi, yüksek makamlarında Allah'a ibadet eder, hamd-u senada bulunurlar. Öğünü-lecek mertebelerde olan erenler, zahitler, sâlih ve kâmil zatlar hep temiz bir kalple Allah'ı anar ona ibadet ederler. Padişahlar, devlet büyükleri ise boynu bükük, zelil ve hakir olarak Cenab-ı Hakkın kapısında bekler, yüzlerini toprağa'sürüp secde ederler. Kulluklarını itiraf eder, kusur ve hatalarına özür dileyip gü-nahlanra tevbe ve istiğfar ederler. Cenab-ı Hak, lütuf
- 312 -
\ ve keremiyle bunlara inayet ederse dilekleri kabul olu-
• nur ve saadete ererler. Kabul edilmezse, kahrolur.
Zillet ve sefalet içinde sürünür azap içinde yaşarlar.
İşte bunca azamet ve kudrete sahip olan Cenab-ı Hak senin eksikliklerine, kusur ve hatalarına bakmadan lütuf ve kerem gösterir. Hizmetlerini kabul eder, dualarını dinler. Yalvarmalarım şefkat ve merhame-tiyle karşılar. Halbuki bu halinde, dünya beylerinin kapısına gitsen seni içeri almaz, yüzüne bakmaz, sözünü dinlemezler. Ama bu kâinatın yaratıcısı ve idarecisi olan Allah'ın hizmetine insan oğlu teklifsiz girer ona kimse mani olamaz. Hatta Cenab-ı Hak, lütuf ve kerem gösterir, dualarını dinler. Dileğini uygun görür. İbadetlerini kabul eder. Seni kayırır. Nice eksikler ve kusurlarla dolu olan ibadetlerinden razı olur, hatır ve hayale gelmiyecek derecede sevap verir.
Bu durumda sen, O, iki rek'at namaza karşı nasıl Ucüb duyarsın. Böbürlenir ve kendinde büyüklük görürsün. Bütün kusurlariyle kabul edildiğine şükür ve hamd etmezsin. Acaba bu amelinin nesine bu kadar güveniyorsun.
Dördüncü esas: Kudretli bir Padişah, bir devlet başkanı düşünün, karşısına, devlet büyükleri, âmirler kumandanlar, zenginler, çeşitli hediyeleriyle gitmişler. Türlü mücevherlerden ve değerli şeylerden ibaret olan bu hediyeleriyle huzura kabul olunmuş ve el öpmüşlerdir.
Bunlara karışmış avamdan bir kişi de elindeki önemsiz hediyesiyle Padişahın huzuruna varmış, tak- . dim ettiği değersiz hediyesi kabul olunmuş, Pejmürdeliğine ve hediyesinin değersizliğine bakmadan kendisine büyük ihsanlarda bulunulmuştur. Bu ihsanlar, hediyenin karşılığı değil, sadece Padişahın Iütüf ve keremidir. Şimdi Padişahın ni'met ve iltifatlarına mazhar
- 313 -
olan bu fakir-i hakir, ucüb etse, kendini beğenip böbür-lense, bu ni'met ve iltifatlara hak kazandım da aldım deyip şükür ve hamd etmezse bu kişiye, mağrur,, edepçe eksik, akılsız veya deli adam demezler mi?
Şimdi sen de gece yarısından sonra uyanıp kıldığın iki rek'at namazdan sonra düşünsen acaba bu saatte yer yüzünde, karada, denizde, dağlarda, çöllerde, köy ve şehirlerde müctehitlerden, sıddıklardan, aşıklardan nice zatlar Allah'a ibadetle meşguldür. Gene o saatte Cenab-ı Hakkın kapısında bekleyip, huşu ile, yaşlı gözler, zikreden diller, takva ile dolu göğüsler ile sâf ve temiz ibadette bulunan ve hâlis ameller işleyen nice değerli insanlar vardır.
Gerçi sen de namazını eda ederken ihlas ile kılmaya dikkat edersin: Fakat yine, Cenab-ı Hakkın şanına, lâyık bir ibadette bulunamazsın. Çünkü ibadetlerin, amellerin, hareketlerin kusur ve hatalardan, günahlardan arınmış değildir. Çünkü, lüzumsuz ve manasız konuşmalar dilinde, mal sevgisi kalbinde, türlü emel ve arzuların hayalleri, zihninde doludur. Sen, bu halinle Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkmaya ve ona kusur ve hatalarla dolu hediyeni ibadet ve amellerini takdim etmeğe nasıl kendini lâyık görürsün.
Hatta bazı âlimler der ki: Ey gafil insan düşün, zenginlere hediye olarak gönderdiğin şeylere gösterdiğin dikkat ve itina kadar, Cenab-ı Hakka gönderdiğin hediyelere de o derece dikkat ve itina gösteriyor musun?
Ebu Bekir Verak der ki: Her namazdan sonra haya eder, utanırım. Tıpkı zina eden bir kadının, zinadan sonra duyduğu utanç gibi.
Sonra senin en garip halin kıldığın namazları, işlediğin iyi amelleri bütün kusur ve hatalariyle birlikte Cenab-ı Hak, değer verip kabul ediyor, onlara karşılık
- 314 -.
sonsuz sevaplar, ihsanlar va'd ediyor. Sen ki onun kulusun, emrindesin, her ne yaparsan onun yardımı ve verdiği kuvvetle yaparsın. Hal böyle iken amellerinden dolayı nasıl Ucübeder, kendini beğenir ve böbürlenirsin. Emin ol ki sen, bu davranışınla, bilgisiz akılsız ve gafillerdensin.
- 315 - .
FASIL II
Ey aziz, gaflet uykusunda olduklarını bilenlere, bu hallerini, inceden inceye düşünmeleri vaciptir. O halde sen de gaflet uykusundan uyan ki felâketlerle karşılaş-mıyasın. Çünkü önündeki bu geçid, şimdiye kadar geçtiğin geçidlerin en zoru ve en tehlikelisidir. Eğer bundan, çok dikkatli davranarak, selametle geçebilirsen bütün güçlüklerden, hatalardan kurtulur, ticaretinde kazançlı olursun. Aksi halde amellerini bozmuş, bütün kazançlarını, emellerini yitirmiş olursun. Çünkü bu tehlikeli geçitte üç önemli esas toplanmıştır:
1 İşlerin inceliği: Riyanın ve Ucüb'ün amellere
2 - Kaybın çokluğu ve şiddeti.
3 - Tehlikenin büyüklüğü ve korkunçluğu.
1 - İşlerin inceliği: Riyanın ve Ucüp'ün amellere akışı ve gizli tesiri kuvvetlidir. Bunların, amel ve ibadetlere karışmasını yayılmasını ve onları ifsad edişini kimse göremez ve anlıyamaz. Hele bilgisizler, gafiller, bunun hiç farkına varamazlar. Riya ve Ucüb'un zara rını, ancak, ibadet işlerinde dikkatli basiret sahipleri, islâmi bilgisi kuvvetli âlimler anlayabilir, görebilir
- 316 -
ve kendilerini (dikkat ve tedbirleriyle) ondan kurtarabilirler.
Rivayet ederler: Nişaburda Atâ bin Selimi, çok dikkat ederek bir top kumaş dokur. Kusursuz ve beğenilir bir şekilde yaptığına güvenerek pazara götürüp tüccarlara gösterir. Kumaş işinden çok iyi anlayan tüccarlardan biri, aybını (kusurunu) görüp söyleyince Atâ, ağlamaya başlar. Tüccar, kumaştaki kusuru gösterdiğine pişman olur. Özür diler ve malını getir ne istersen verip alayım hatırın kalmasın ve benden incinme der. Atâ, tüccara şu cevabı verir: Ben, senin zannettiğin şey'e ağlamıyorum. Kumaşın kusursuz olmasına çok dikkat etmiştim ve tamamen kusursuz olduğuna inanarak çarşıya getirdim. Sonra sen, bilginle bu kusuru bulup ortaya koydun. Şimdi düşündüğüm şu.- Acaba âhirette halimiz nice olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakka ar-zettiğim amellerin kusur ve eksikliklerini bilemem. Bu hususta bilgisiz ve gafilim. Bu kumaşın aybını, kusurunu göremediğim gibi amellerimin de hata ve eksiklik lerini göremem, bilemem. O, ise her şeyi bilir ve görür. İşte ben, buna, hâlimin bu ince tarafına ağlıyorum.
Bir âlim anlatıyor: Bir gece seher vakti yolun kenarında (Tâhâ sûresi) ni okudum. Sonra uyku bastırdı uyudum. Rüyamda, gökten bir kişinin indiğini gördüm; elinde bir kâğıt vardı. Açtı baktım. Tâhâ sûresi yazılı Her kelimenin altında da birer sevap yazılmış yalnız bir kelime silinmiş ve altına sevap yazılmamış. Ben, bu kelimeyi de okudum niçin silinmiş ve altına sevap yazılmamış diye sordum. O, şahıs bana şöyle söyledi: Evet, hakikaten okudun. Biz de yazdık. Fakat Arştan bize.- O kelimeyi silin ve altına sevap yazmayın diye seslendiler. Biz de sildik. Rüyada ağlamaya başladım ve silme sebebini sordum. Bana: Sen o kelimeyi okurken yoldan bir kişi geçiyordu. İşitsin diye sesini yük-
selttin. Riya yaptın onun için o kelimeyi sildik ve sevap yazmadık, dedi.
2 - Kaybın, zararın çokluğu:
Riya ve ucüb öyle büyük bir âfettir ki, bir saat içinde oluverir ve o anda yetmiş yıllık ibadeti birden siler, yok eder.
Nitekim rivayet ederler: Bir gün birisi süfyan Sevri'ye ziyafet veriyor. Yemek sırasında bir tabak lâzım oluyor. Ev sahibi ailesine: Birinci hacdan getirdiğim tabağı değil, ikinci hacdan getirdiğim tabağı getirin diye sesleniyor:
Bu seslenişin bir riya olduğunu anlıyan Süfyan, o adama:
Ey akılsız miskin adam, her iki haccını da ifsat ve iptal ettin. Çünkü riya yaptın der.
Riya ve ucüb'ün büyük manevi kayıplara sebep olduğunun bir delili de: Amel ve ibadetler kadar az ve küçük olursa olsun riya ve ucüb'dan salim olursa Ce-nab-ı Hakkın yanında değeri o kadar büyüktür. Fakat ibadet ve hizmetler ne kadar çok ve büyük olursa olsun riya ucüb'den salim olmazsa Allah'ın yanında o nisbette küçük ve değersiz olur.
Nitekim Hz. Ali (R.A.) şöyle der: Allah'ın yanında makbul olan amel hiç bir suretle küçük ve az olmaz.
Nahkî'den bazı amellerin sevabı ne kadardır diye sormuşlar. Kabul olunursa sevabı sayısızdır diye cevap vermiş.,
Vehep der ki: Eskiden bir kişi vardı yetmiş yıl ibadet etmişti. Daimî Oruç tutardı. Haftada bir kere iftar ederdi. Cenab-ı Hak'tan bir dilekte bulundu. İsteği kabul olunmadı. Bunun üzerine nefsini kınamaya başladı Hep senin uğursuzluğundan istediğim kabul olunmadı. Eğer sende bir hayır olsa idi dileğim kabul olu-
__ 'MO '__
nurdu. İşte o zaman Cenab-ı Hak, ona bir melek gönderdi ve ey âdemoğlu, şu bir saatlik nefsini kınaman, yaptığın yetmiş senelik ibadetten sana daha hayırlıdır. Çünkü bunda ihlâs vardır. Halbuki yaptığın yetmiş senelik ibadette bu ihlas, bu temiz kalplilik yoktu dedi.
Ey aziz, işte gör, bak bu misalden daha büyük bir ibret olur mu? Kişinin, yıllarca yaptığı ibadet gösterdiği bir anlık ucüp ile mahv olup gidiyor. Gene düşün ki kişinin bir saat halini düşünmesi, nefsini kınaması, yetmiş yıllık ibadetinden efdal oluyor. O halde bir zaruret yokken bunun gibi fırsatları kaçırmak büyük bir kayıp, bir zarar değil midir?
Bir şey ki varlığından (hulüs-i kalb) çok değer ve fazla ni'met hasıl olur. Onun elde edilmesi için çok dikkat ve gayret göstermek herkese vaciptir. Nimetleri yok eden, değerleri silen bir sıfattan (riya ve ucüb) sakınmak farz-ı ayn'dır.
Bu sebepten basiret sahipleri, bu noktaya çok dikkat ederler. Görünürdeki amellerin çokluğuna bakmazlar. İç âlemin sırlarmı öğrenmeği gaye edinirler ki, bunda da değerli olan şey, kalb temizliğidir; çokluk değildir. Bir cevher taşının bin tane boncuktan daha değerli olduğu gibi.
Amma kıt düşünen, gerçeği göremiyecek kadar gözleri hasta olanlar, görünürdeki amellerin çoklusuna değer verir. Kalblerin günahına, amellerin kusurlarına bakmazlar. Fazla rukü ve sücüd yapmakla nefislerini yorarlar, oruç tutmakla bedenlerine azap verirler. Çok ibadet yapmakla gurur duyarlar. Tâad ve ibadetin riyazetin, riyasız ve temiz olmasına önem vermez ve bu noktaya hiç dikkat etmezler. İçi dolu bir kaç ceviz, içi boş bir yığın cevizden daha faydalıdır. İşte bu sözlerin hakikatini âlimler, inceliğini kâşifler bilir.
- 319 -
3 - Tehlikenin büyük ve korkunç oluşu: Cenab-ı Hakkın azametinin sonu, kudretinin sınırı yoktur. Kullarının üzerindeki ni'meti ve minneti hesapsızdır.
Halbuki kulun günahları çok kusurları sayısızdır. Nefis daima kötülüğe ve şehvete meyillidir. Nefsi kötülüklerle dolu, bedeni günahlarla kirlenmiş bir insanın, Cenab-ı Hakkın celâline, büyüklüğüne ve ni'me-tinin çokluğuna yaraşır şekilde sâlih ameller işlemesi zordur. Böylelerinin Cenab-ı Hakla hiç bir ilgi ve münasebetleri kalmaz. Bu sebepten ni'metin devamı da mümkün olmaz. Bazan yalnız verilen ni'metlerin azalması veya tamamen alınmasıyle yetinilir bazan da yaptıkları kötülüklere karşılık dayanamıyacakları büyük musibetlerle karşılaşırlar.
Sonra Cenabı Hakkın celâl ve azameti o derecededir ki bütün melekler, gece gündüz ona hizmet ve ibadet etmekte, bazısı rüküde, bazısı secdede, bazısı yaratıldıklarından beri ayakta daimi olarak Allah'ı teşbih ve tehlil (lâ ilahe illallah) etmektedirler. Kıyamete kadar bir an bile bu hizmet ve ibadetlerinden geri kalmazlar. Mahşer gününde bu tâatlarından fariğ olunca şöyle seslenecekler: Ya Rabbi, sana lâyık bir şekilde ibadet yapamadık.
Bütün Peygamberlerin en ünlüsü, insanların en bilgili en hayırlısı ve en faziletlisi Hz. Muhammed (S.A. V.) de: Ya Rabbi! Kendini öğdüğün şekilde seni öğme-ğe gücüm yetmez. Bu durumda ben, sana lâyık bir ibadette nasıl bulunabilirim buyuruyor. Yine buyuruyor: Hiç kimse ameliyle, ibadeti ile cennete giremez. Ancak Cenab-ı Hakkın fazl-u keremi ile girer. Sahabe, siz de mi? Ya Resulallah diye sorduklarında, evet ben de. Ancak Cenab-ı Hak, beni rahmetiyle ihata eyledi buyuruyor.
- 320 -
Cenab-ı Hak, insan türü üzerindeki inayet ve rahmetini Kur'an-ı Kerimde şöyle buyuruyor: (İbrahim S. A. 34) "O, (Allah) size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın (bunca) ni'metini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün? siz onları) özetliyerek bile sayamazsınız. Hakiykat, insan çok zâlimdir. Çok nankördür."
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Mahşer gününde insanların üç probleminin çözümü yapılır.
1 - İyilikler problemi.
2 - Günahlar problemi.
3 - Ni'metler problemi.
Kıyamet gününde hesap görülürken, kulun yaptığı iyilikler Allah'ın verdiği ni'metlere karşılık sayılır. Böylece ni'metler, iyilikleri ihata eder. Günahların vebali ise olduğu gibi kalır. Onlar da Cenab-ı Hakkın dileğine bağlıdır. Nasıl irade büyurursa öyle olur. Nefsin kusur ve günahları, bundan evvelki bahislerde anlatıldı. Nefsin, kötülüklere, şerre, fesada ne kadar meyilli olduğu, bu huyu ile insanı türlü felâketlere nasıl sürüklediği belirtildi. İşte bu sebeplerden dolayı hata ve kusurlarını bilmeyen, kişinin yetmiş yıl zahmet çekip kıldığı ibadeti bâtıl olur, boşa gider, Cenab-ı Hakkın rızasına ve kabuluna mazhar olmaz. Bundan daha tehlikelisi de şu.- Cenâb-ı Hak, ibadet yapan kuluna bakar. Kul, ibadetini kendisi (Allah) için değil de halka gösteriş. olsun diye yaptığını görür. Bu sebepten amelini kabul etmez ve kendisini kapısından kovar. Allah korusun.
Rivayet ederler.- Ölümünden sonra Hasan Basra'yı, rüyasında gören bir zat, hâlin nicedir diye sormuş, Hz.
- 321 -
Basri, şu cevabı vermiş: Ölümümden sonra beni, Allah'ın huzuruna götürdüler. Cenab-ı Hak, beni kınadı ve şöyle büyürdür Ey Hasan, bir gün mescitte namaz kılarken, riya kasdiyle halka karşı namazı uzattığını hatırlıyor musun? Celalim hakkı için eğer o gün, namazı benim için halis bir niyetle kılmamış olsaydın seni kapımdan kovar, ni'met ve rahmetimden mahrum ederdim.
Bu yola girişin güçlüğü ve karşılaşılan tehlikelerin çokluğu sebebiyle erenler zâhidler çok dikkatli davranır, bu yolun tehlikelerinden korkar ve zararından çekinirler Bundan dolayı da görünen ameller, açık hallere katiyyen itimat ve iltifat etmezler. Rabia Adviye der ki: Görünürdeki amellerle mağrur olmam ve bunu âhiretim için bir kazanç saymam...
Bazı Zâhidler de der ki: İyiliklerini, kötülüklerini gizlediğin gibi gizle.
Bazıları da der ki: iyiliklerini gizle ki hırsızlar elinden almasın.
Rabia'ya, amellerinden başka nelerden ümitlisin diye sordular. Şu cevabı verdi: Ümidim, amellerimden endişeli, hallerimden hayret içindeyim.
Rivayet ederler: Bir gün Muhammed bin Vâsî ve Mâlik ibni Dinar, buluştukları bir mecliste şöyle konuşurlar: Mâlik der ki: Allah'a itaat etmiyen kişi cehen-. nem ateşinden kurtulamaz.
Muhammed bin Vâsî der ki: Allah'ın af v ve merhametine nail olmayan kişi cehennem ateşinden kurtulamaz. Bayezid-i Bestâmi der ki: Otuz yıl ibadetle meşgul oldum. Sonunda bana dediler ki: Ya Bayezid - Cenab-ı Hakkın hazinesi ibadetle doludur. Eğer Cenab-ı Hakka kavuşmak istersen zilleti, hakirliği ihtiyar et, alçak gönüllü ol.
- 322 -
0
Üstad Ebül-Fadl der ki: İşlediğim amellerin kabul edilmediğini katiyyetle bilirim.
Kabul olunmadığını nereden biliyorsun diye sordular. Çünkü amel ve ibadetlerin kabul şartlarını biliyorum. Ben ise, bu şartlan yerine getiremediğim için bu sözü söylüyorum cevabını verdi,
O halde niçin bu şartlara riayet etmiyorsun sorusuna da şu cevabı veriyor.- Nefsini tâate alıştıramadım. Umarım ki Cenab-ı Hak, nefsimin uğursuzluğunu yenme ve huzur içinde kusursuz tâat yapma alışkanlığını bana kazandırsın. İşte inançlı ve temiz kalpli insanların hali bu.
Şimdi deriz ki: Mücahede yolunu çok iyi bilenler, bu faziletli konaklan birer birer geçer ve temiz kalpleriyle bu basamaklan atlar, dileklerine ererler. Fakat bilmeyen, aciz olan ve hatalı hareket edenlerin hali ne olacak? Bu takdirde yapacağımız şey, Erenlere hizmet etmek, olgun, bilgili ve sâlih zatlarla sohbette bulunmak, nefsimizi riyazete çekmek, ibadetleri, gereği gibi sona erdirmekte gevşeklik göstermemektir. Bu suretle ameliniz doğru ve isabetli olsun. Emelimizden pişmanlık duymayalım. Bu konu ile ilgili ve kitaplarda da yazılı güzel bir haber vardır.-
tbni Mübarek'ten rivayet ederler:
Ti".
Bir gün bir kişi sahabeden Muâza dedi ki: Ya Mu-âz, bana, Hz. Peygamber (S.A.V.) in öyle bir hadisini anlat ki onun dehşetinden korkup her zaman hatırlıya-yım ve daima düşünüp gereğini yapmaktan uzak kal-mıyayım. Muâz, bu sözü işitince bir ah çekti ve ya Re-sulaJlah deyip ağlamaya başladı. Ondan sonra dedi ki: Bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.) bir bineğe binmiş ve beni de arkasına almıştı. Biraz yürüdükten sonra mübarek başım göğe kaldırdı ve buyurdu ki: Hamd olsun
323
O Allah'a ki kulları hakkında gereği gibi hükmeder. Ondan sonra bana döndü ve ya Muâz dedi. Ben de buyur ya Resulallah dedim. Sana bir hadis öğreteceğim. Eğer ezberler ve hafızanda saklarsan çok faydasını görürsün. Eğer unutursan Allah'tan uzaklaşmana sebep olur dedi ve devam etti: Ya Muâz, Cenab-ı Hak, bu yedi kat göğü yaratmadan evvel yedi melek yarattı. Bunlardan her birini birer gök kapısına bekçi yapıp vazifelendirdi. Her kulun amelini alıp saklamakla görevli melek o kulun amelini alıp göklere çıkarır güneş gibi parlak olan bu amelin saklayıcısı, onu överek bekçi meleğe teslim etmek ister. Bekçi melek ona: Al, bu ameli götür sahibinin yüzüne vur. Çünkü o, halkı gıybet eder, arkadan çekiştirirdi. Cenab-ı Hak bana gıybet edenlerin amellerini bu kapıdan geçirmememi emir buyurdu der ve ameli almaz. Sonra diğer bir kişinin amelini almak ve saklamakla görevli melek ikinci göğe çıkar. Şimşek gibi parlayan bu ameli büyüterek, överek gök bekçisine vermek ister. Bu melek de ona-. Bu ameli götür, sahibinin yüzüne çarp. Çünkü o bu ameli Allah'ın rızasını almak için değil dünyalık elde etmek gayesiyle işledi. Allah bana, kendi rızası için işlenmiyen amelleri bu kapıdan geçirmememi emir buyurdu der ve almaz. Bu konuşmayı işiten bütün melekler, o amelin sahibine lanet ederler. Bundan sonra diğer bir kişinin amelini âjtıp üçüncü göğe çıkan melek, oruç, namaz, sadaka ve iyiliklerle dolu olan bu ameli överek/ büyüterek bekçi meleğe vermek ister. Bekçi melek, getirene: Bu ameli al, götür, sahibinin yüzüne vur. Çünkü bu adam kibirli ve halka karşı çok mağrurdur. Cenab-ı Hak bana, kibirli kişilerin amellerini bu kapıdan geçirmemi emir buyurdu, der ve almaz. Bundan sonra diğer bir kişinin namaz, oruç, Hac, zekât, teşbih ve tehlilden ibadet inci bir yıldız gibi parlayan amelini överek ve
- 324 -
büyüterek gök bekçisi meleğe teslim etmek isterler. Bekç> melek onlara: Götürün bu ameli sahibinin yüzüne vurun. Çünkü o, bu ameli işlerken hep ona ucüb karıştırdı. Cenab-ı Hak bana, tâat ve ibadetlerine ucüp karıştıranların amelini bu kapıdan geçirmememi emir buyurdu der ve almaz geri gönderir.
Sonra koruyucu melekler, başka bir kişinin gelin-gibi süslü amelini beşinci göğe çıkarırlar. Güneş gibi parlayan bu ameli överek ve büyüterek bekçi meleğe vermek isterler. Bekçi me.' ek onlara: Götürün bu ameli sahibinin yüzüne çarp. Çünkü O, kıskanç bir adam* di. Allah'ın, insanlara verdiği nimetleri kıskanırdı. Cenab-ı Hak bana, kıskanç insanların amellerini bu kapıdan geçirmememi emir buyurmuştur der ve almaz geri gönderir. Koruyucu melekler bu defa da başka bir kişinin amelini alıp altıncı göğe çıkarlar. Güneş gibi parlayan bu çok fazla ibadeti överek bekçi meleğe, teslim etmek isterler. Bekçi melek onlara:' Götürün bu ameli sahibinin yüzüne vurun. Çünkü o, merhametsiz bir insandı. Hiç kimseye acımadığı gibi, felâkete uğrayanlar için de sevinirdi. Cenab-ı Hak bana, merhametsiz kişilerin amellerini bu kapıdan içeri almamamı emir buyurdu der ve almaz, geri gönderir.
Bundan sonra da koruyucu melekler, oruç, namaz, cihad... gibi bir çok ibadet ve iyiliklerden ibaret başka bir kişinin amelini alır yedinci kat göğe çıkarırlar. Şimşek gibi sesi, yıldırım gibi ışığı olan bu ameli överek ve büyüterek gök bekçisine vermek isterler. Bekçi melek onlara: Götürün bu ameli, sahibinin yüzüne çarpın. Çünkü o, riyakârdı amellerini, işlerini işlerken, hep yükselmek ve şeref kazanmak gayesiyle yapardı. Cenab-ı Hak bana riyakar insanların âmellerini bu kapıdan içeri almamamı emir buyurmuştu der ve almaz,
- 325 -
N
Bundan sonra koruyucu melekler başka bir kişinin oruç, namaz, sadaka ve diğer bir çok iyiliklerden ibaret amelini alır yedinci kat göğe çıkarlar. Bu göğün melekleri bu ameli kabul eder ve alır Allah'ın huzuruna götürürler. Bu kişinin, bu ameli Allah için işlediğine vo sâlih bir amel olduğuna şahitlik ederler. Ö zaman Ce-nab-ı Hak bu meleklere şöyle buyuruyor:
Ey kullarımın amellerine almak ve korumakla görevli melekler, siz kullarımın yalnız. Görünürdeki ame-lerine bökar hüküm verirsiniz. Ben. ise onların içlerini derinden bilin m. Bu kulum, amellerini benim için işlemedi Başkalarını memnun etmek ve kendini onlara iyi göstermek niyetiyle işledi. Ben de onu lanetledim. Çünkü bu ameliyle yerde ve gökteki herkesi, sizleri ve -halkı aldattı. Amellerini, hâlis ve temiz bir kalple yaptığına sizleri inandırdı. Fakat o, beni aldatmadı. Zira ben, gaybi bilir, kalplerin gizliliklerine vâkıfım. Benim bildiklerimi, hiç kimse bilemez. Uzak - yakın, geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman benim için eşittir. Görünür-dekilerle ictekiler, gizlilikler benim yanımda birdir. O kulum, ancak görünürü bilen ve gizliliklere vâkıf olmı-yanlan aldatabilir. .
Cenab-ı Hakkın, aldatıcılığı yönünden bu kul hakkında buyurduklarını işimden ve bütün bu sözleri dinleyen yakın meleklerle üç bin melek şöyle seslenirler-.
Ey Rabb:mız! senin ve bizlerin la'neti bu murai kişinin üzerine olsun.
Ondan sonra da bütün gök ehli hep birlikte Allah'ın lâ'neti ve bütün lanet edenlerin laneti bu adamın üzerine olsun diye seslenirler.
Hz Peygamber (S.A.V.) den bunları dinleyen Muâz, üzüntü içinde ya Resulallah, acaba bu felâketten kurtulmanın çaresi nedir diye sorar. Hz. Peygamber (S. A. V.) şu cevabı verir:
- 326 -
Peygambere uy ve onun sünnetiyle amel et.
Muâz, tekrar sorar: Ya Resulallah, sen Peygambersin ben Muâz'ım, sepin için kurtuluş var. Fakat benim için bu kurtuluş mümkün olabilir mi?
Hz. Peygamber (S.A.V.) şu cevabı verir: Ya Muâz gerçek söylüyorsun; kurtuluş yolu zordur. Fakat Allah1 m yasak ettiği şeylerden sakınan ve riyakar olmayanların kusurlu amellerindeki kusurlarını Cenab-ı Hakkın bağışlayacağına inanıp şu esaslara göre hareket eden kişi için kurtuluş imkânı kolaylaşır: O halde ey Muâz,
a - Dilini giybet yapmaktan kes. Özellikle Kur'-an ehli ve Kur'anın hükümlerine göre amel edenler aleyhine konuşmaktan kesinlikle sakın.
b - Başkalarının kusurlarını arayıp, bulmaktan çekin. Kendi kusurlarını" bulup düzeltmeğe çalış........
c - Etrafındaki insanları kötülemekten ve kendini övmekten sakın.
d - Etrafındaki insanları küçültmek yolu ile kendini yükseltme.
' e -t-1 ¦ Amellere riya karıştırıp onların sevabını yok-etme.
f- Ahiretini unutacak kadar dört elle dünyaya sarılmak
h - Arkadaş topluluğu içinde kimse ile gizli söyleşme.
k - Halk arasında kibirli, gururlu davranma ki, dünya ve âhiretin iyilikleri senin üzerinden kalkmasın.
- 327 -
1 - Topluluklarda fena sözler söyleme ki, halk senin kötü huyundan çekinip senden uzaklaşmasın.
m - Ehlinle, köpek gibi insanların ırz, namus ve şeref elbiselerini yırtma ki cehennem köpekleri de senin bedenini yırtmasın. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Nâziat S.A. 1 - 2).
"Andolsun (Kâfirlerin cesetlerine) boğulmuş olan ruhlarını ta derinliklerinden söküp koparan. (Mü'min-lerin canını ise) rıfk ile çıkaran ölüm meleklerine."
Bundan sonra Muâz: Ya Resulallah, bütün bu saydıklarınızı yapmağa kimin gücü yeter? diye sorunca. Hz. Peygamber (S.A.V.) şu cevabı verir:
Ya Muâz, bu çok güç gibi görünen işler Allah'ın yardımı ulaştıktan sonra gayet kolay yapılır. Yeter ki sen, şu esasa dikkat ederek hareket et: Kendi nefsin için ne istersen başkaları için de onu iste. Kendine yapılmamasını istediğini başkalarına yapma ve yapılmasını isteme.
îşte bu esasa riayet edip hareket ettiğin takdirde dünyada kemali bulur, bütün âfetlerden kurtulur, selâmete erersin.
Halit bin Ma'dan der ki: Muâz, bu hadisi Kur'an'-¦dan daha fazla okur ve dâima halka bununla nasihat
ederdi.
Ey aziz, akılları hayrete bırakan, öğrenip hafızana yerleştirdikten sonra yapacağın şey, bu korkunç tehlikelerin sonucundan emin olmak için çok dikkatli davranmakla beraber Allah'a sığınmak, ona yalvarmak ve ona dayanmaktır. Çünkü onun yardımı olmadan, onun inayet ve rahmeti yetişmeden bu tehlikeli çukuru selâmetle atlatmak, bu zorlu geçidi belâsız geçmek imkânsızdır. Allah'ın yardımı, sonsuz rahmet ve inayeti dâima senin üzerinde olsun.
- 328 -
FASIL III
Ey aziz, Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü, kudretinin kemâlini, her şey "i bildiğini, bütün yaratıklara olan hüküm ve nüfuzunu ve hepsinin her cihetten ona muhtaç olduklarını, kendisine yapılan tâat ve ibadetin faziletlerini, sonra da insanların zayıflığını, bilgisizliğini ve işlerindeki acizliklerini düşünürsen ister istemez onlardan (insanlardan) uzaklaşır, Cenab-ı Hakka yakın olmak için ona tapıcı olursun. Yaptığın ibadet ve iyi amellerden dolayı halkın seni övmesine,, beğenmesine veya peh pehleyip büyütmesirfe katiyyen önem ve değer vermezsin. Çünkü onların bu davranışlarından sana hiç bir fayda gelmez. Bilakis ibadetine zararları dokunur. Sonra, dünyanın fâniliğini, aşağılığını, hasisliğini, yorgunluk ve zahmetinin çokluğunu düşünürsen katiyyen ona iltifat etmez, ibadetini bu geçici dünyaya vesile kılmazsın ve nefsine seslenerek dersin ki: Ey nefs, Cehab-ı Hakka ibadetle meşgul olmak ve bütün amellerimizde, onun rızasını kazanmağa çalışmak*, şu câhil ve aciz insanlara hizmet edip öğme ve beğenmelerini istemekten daha hayırlı değil midir? Onlara hizmet; etsen, seni takdir edip ecrini vermekten acizdirler. Dereceni anlamazlar. Bazan seni, senden aşağıya indirir, çok daha düşük birini senden üstün tutarlar.
-- 329 -
Hizmet etsen ihanet ederler. Bir köşeye çekilsen sana düşman kesilirler. Nasihat etsen, alay ederler, tehdit etsen karşı gelirler. Bu insanlar senin amelinin karşılığı nı veremezler. Bunların elinden hiç bir şey gelmez ve hiç bir şey'e güçleri yetmez. Çünkü onların canı Allah' in elindedir. Onlara dilediğini yapar ve kendilerine de dilediğini yaptırır. Ey nefs, bunlarla uğraşıp vaktini boş yere harcama. Bu fani ve aciz yaratıklar için amellerini, mahvetme. Bu nankör insanlardan sakın. Yoksa hırsızlar gibi amellerini çalar ve böylece manevî ticaretine zarar verirler. O halde senin en önemli vazifen: Başlangıç ve sonu olmayan, sonsuz kudrete safyip ve kemâl sıfatlarıyle muttasıf olan Cenabı Hakkı dâima öğmek, ona hamd ve sena etmek, verdiklerine şükretmek ve ona kavuşmak aşkı içinde tâat ve ibadet etmek olsun. Şunu kesinlikle bil ki: Allah'tan başkası için uyanık olan gözlerin bakışı boşuna, ona. kavuşmak, için ağlamayan gözlerin ağlayışı beyhude ve faydasızdır.
Ey nefs, şimdi gerçeği anladın mı? O halde, haram mala nefret et. Selâmete kavuşmak için canla başla çalış. Helâl mal kazan ki, Cehennem odunu olmaktan kutulasm. Allah'a içten tâat ve ibadet et, rızasını kazan ki ebedî saadete eresin.
Uçan bir güvercinin, yerdeki arkadaşlarından daha üstün olduğunu, değerinin arttığını görmüyor musun?
Sen d€ dâima yüksek himmet sahibi ol. Uçan kuşlar gibi Ceberut aleminde, kutsal tavuslar gibi meleküt boşluğunda uç. Bu fani dünyayı boşa. Kalbini öyle bir Mevlâya bağla ki, bütün bu âlem onun kudret elinde ve bu kâinatta her şey onun hüküm ve iradesi altındadır.
- 330 -
Sonra yine düşün ki: Yaptığın ibadetlerde, Allah'ın senin üzerinde ne büyük ni'metleri vardır. Sana ibadet imkânlarını hazırlayan, âlet veren, engelleri ortadan İcaldıran O'dur. Ancak bu sayede ibadet edebiliyorsun. Sana kolaylıklar veren, muvaffakiyetler ihsan eden, ibadet etme gücünü kazandıran, sevdirip başarmanı sağlayan O'dur. Allah, senin ibadetine ve iyi amellerine muhtaç değilken ve sana, bu kadar ni'metler ihsan etmişken yine kendi lütuf ve keremiyle (hakkın olmadığı halde) ibadetine karşılık sayısız sevaplar verir. Bu amellerin sebebiyle seni sever ve över. Tabiî bunların hepsi onun lütuf ve inayetinin eseridir. Yoksa bunlara hak kazandığın için değildir.
İşte ey nefs, eksik ibadetlerin ve kusurlu amellerin için, kerim ve rahim olan Allah'ın sana verdiği ni'met leri, ihsan ettiği sevapları düşün ve ona göre amellerine riya ve ucüp karıştırmaktan sakın.
Dâima Cenab-ı Hakka şükür ve minnet borcunu eda et. Her namaz kıldıktan ve iyi amel işledikten sonra onların kabulü için Allah'a yalvar, yakar. Belki bu suretle onun rızasını kazanır, merhamet ve lütfuna nail olursun. Nitekim Hz. îbrahim (A.S.) Kabe binasını yapıp bitirdikten sonra Cenab-ı Hakka yalvarıp, ya-kararak dua etmiştir. (Bakâre: S.A. 127) "Hani İbrahim o heyetin temellerini (yahut duvarlarını) İsmail ile birlikte, yükseltiyordu (da ikisi de şöyle duâ etmişlerdi). Ey Rabbımız, bizden, (şu hizmeti) kabul buyur. Şüphesiz hakkiyle işiten, kemâliyle bilen sensin sen." Bu duayı bitirdikten sonra da şöyle söylüyor: (İbrahim S.A. 40) "Ey Rabbim, beni dosdoğru namaz kılmakta berdevam et. Zürriyyetimden de (böylece namaz kılanları yarat). Ey Rabbımız, duamı kabul et."
- 331 • -
"Kâinatın yaratıcısı (Cenab-ı Hakkın kapısına, boynunu.bükerek baş vuran, hata ve kusurlarını itiraf edip bağışlanması için yalvaran kişinin bu duasını, O Rahim ve Kerim Allah, lütuf ve inayetiyle kabul ve karşılığında büyük sevaplar ihsan eder. Yaptığı tâat ve ibadetten sonra, bütün eksiklikleriyle kabul edilme-si için Rabbma yalvarıp yakaran ve kabulünü büyük ni'met sayan, amellerine riya ve ucüb karıştırmaktan sak:nan kişiye ne mutlu!"
Buna karşılık, bin bir zahmet çekerek tâat ve ibadette bulunan ve fakat onlara riya ve ucüb karıştırdığı için hiç bir ameli kabul edilmeyen kimseye de ne yazık! Çünkü ona yalnız çektiği zahmet kalır.
Ey aziz, işte bütün özellikleriyle açıkladığımız bu esasları düşünüp ona göre hareket etsen, bunun, saadet verici derin ma'nası üzerinde imal-ı fikretsen ondan sonra bütün işlerinde yalnız Cenab-ı Hakka güvenir ve yalnız ondan yardım dilersin Allah'ta seni, insanların şerrinden ve nefsin kötü meyilleriyle yerinmiş kötü sıfatlarından seni korur. Sana tam bir iman, temiz bir kalb ve hâlis bir niyetle sâlih ameller işlemeği kolaylaştırır. Bu şekilde yapılan ibadet ne kadar az olursa olsun faydası o nisbette büyük olur. Çünkü: Cenab-ı Hakkın rızasına ve kabulüne mazhar olmuştur. Allah tarafından kabul edilen hediye kadar değerli bir hediye olur mu? Allah'ın kabul ettiği ve övdüğü bir hizmetten daha değerli bir hizmet olur mu? Cenab-ı Hakkın seçip kabul ettiği sermaye kadar kıymetli bir sermaye olabilir mi?
İşte ey aziz, bütün amel ve ibadetlerinde bu esaslara riayet ederek davransan, şükredenlerden, özü ve kalbi temiz olanlardan, sıddıklardan olur ve o zaman bütün yaptıklarını sırf Allah yolunda ve onun rızasını
- 332 -
kazanmak için yapmış olursun. Böylece bu korkulu geçitten sağ ve salim kurtulur, onu arkada bırakmış, belâ ve felâketlerinden kurtulmuş olursun. Allah'ın lütuf ve keremiyle hidayete ermiş, sevabına lâyık olmuş, O'nun nimetlerine lâyık olarak saadete gömülmüş olursun. Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenab-ı Hakkın lütuf ve inayetiyle.
- 333 -
YEDİNCİ BÖLÜM
Ey aziz, bundan önceki şiddetli ve tehlikeli altı geçidi selântetli geçip temiz ibadetlerini yol kesenlerden kurtardın. Nefsinin aşırı ve kötü isteklerini susturdun. İnsanların şerrinden uzaklaştm. Amellerine riya ve ucüb gibi iki tehlikeli şey'in karışmasını önledin ve böylece zafere ulaştın. Şimdi bütün bu kazançlarına karşı, Cenab-ı Hakka, sonsuz hamd ve şükretmek sana vacip oldu. Sonra değerli manevî sermayeni, Rabbına selâmetle teslim etmeğe muvaffak olduğun için bu ni'-metine sonsuz hamd ve şükretmek sana, farz-ı ayın olmuştur. •;
Bu ma'nayı gerektiren yâni ni'metlere hamd ve şükretmenin iki faydası vardır:
Biri, elde edilen ni'metlerin devamını,
Diğeri, bu ni'metlerin artmasını -sağlar.
Hamd ve şükretmenin ni'metin devamını gerektirmiş olmasının sebebi: Ni'mete şükretmekle kayıtlıdır Yâni: şükredilirse ni'met devam eder. Şükredilmezse rii'met, zail (yok) olur. Nitekim Cenab-ı Hak, buyuruyor: (Ra'd S.A. 11) "Bir kavim, özlerindeki (güzel hal ve ahlakı) değiştirip bozuncaya kadar Allah şüphesiz ki onun halini değiştirip bozmaz" Yine Cenab-ı Hak
- 334 -
buyuruyor. (Nahl S.A. 112) "Allah O memleketi (size) bir (ibret) örneği olarak irad etti ki o korkudan emin ve sakindi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o, Allah'ın ni'metlerine nankörlük etti de AJJah'da ona (halkının) işlemekte İsrar ettikleri (kötülükler) yüzünden açlık ve korku elbisesini (giydirip olanca acıları) tattırdı." Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: (Nisa S.A. 147) "Eğer şükreder iman ederseniz Allah sizi neye azaba uğratsın,- Allah, şükredenlerin mükâfatını verici, (onların ne yaptıklarını) hakkıyle bilicidir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: • Ni'metin vahşeti vardır. Vahşiler gibi kaçar. Onu şükür bağıyle bağlayınız ki vahşilik etmesin.
Şükür, ni'meti bağlayan bir bağ olduğuna göre, devamı da ni'metin artmasına sebep olur. Nitekim cenab-ı Hak buyuruyor: (İbrahim S.A. 7) "Hatırlayın ki Rab-bınız, (size) şunu bildirmişti. Andolsun şükrederseniz elbette sizi (ni'metinizi) arttırırım. Andolsun nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım cidden çetindir."
Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: (Muhammed S.A. 17) "Hidayeti kabul edenler (e gelince, Allah) onların muvaffakiyetini arttırmış, onlara (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir."
Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: (Ankebüt S. A. 69) "Bizim uğrumuzda mücahede edenler (e gelince) biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her halde ihsan erbabiyle beraberdir."
Hakim ve kerim olan Allah, kuluna verdiği ni'metin değerini bildiğini ve daima şükrettiğini görürse, onu, o ni'mete lâyık görerek ihsanını arttırır; bir iken iki verir.
335 -
Fakat ni'metin değerini bilmiyen, şükretmeyip nankörlük eden kulundan da verdiği ni'meti alır. Zengin iken fakir ve hakir yapar. Ni'met iki kısımdır.
1 - Dünya ni'meti.
2 - Din ni'meti.
Dünya ni'meti d?-iki türlüdür :
1 - Kişiye faydalı olan şeylerin verilmesidir.
2 - Kişiye zararlı olan şeylerden korunmasıdır.
Faydalı olan ni'metten kişi istifade eder. İşine ya-rıyan ve kendisine lâzım olan şeyler gibi. Bu da iki kısımdır.
; 1 - Bedenin sağlığıdır.
2- İnsanın istek ve ihtiyaçlarını tatmine yarayan reyler: Yemek, içmek, giyinmek ve barınmak gibi.
Cenab-ı Hakkın, zarar ve ziyanından kulunu koruduğu ve kendisinden uzaklaştırdığı, defettiği şeyler de iki kısımdır:
a - İçten gelen, doğrudan doğruya bedene arız olan.
b - Dıştan gelen: Cinden, insanlardan, vahşi ve zararlı hayvanlardan gelen belâ ve âfetlerden korunması
Din ni'metleri de iki kısımdır.
1 - Cenab-ı Hakkın, kişiye hidayet vermesi" Onu İslâm ile müşerref kılması, şeriat ve sünnete uygun şekildi- amel etmekte muvaffak kılması.
- 338 -
2 - Şirkten, bid'attan, sapıklıktan ve türlü günah ve isyandan kulunu korumasıdır.
Özetle anlattığımız bu ni'metler, esasında sayılamı-yacak kadar çoktur. Nitekim Cenab-ı Hak, bu hususta şöyle buyuruyor: (İbrahim S. A. 34) "Allah, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın (bunca) ni'metini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün?) Siz (onlan) özetlemek suretiyle de sayamazsınız. Ha-kikatta insan çok zulümkârdır, çok nankördür,"
Madem ki ni'metlerin devamı ve artması hamd ve şükür etmeğe bağlıdır. O halde bunca ni'metin verilmesine ve mutluluğa erme sermayesinin kazanılmasına sebep olan bu işi yapmakta bir an bile gaflete düşmemek, bu vazifeyi yerine getirmekte ihmal göstermemek lâzımdır. Çünkü bu, baha biçilmez bir meziyettir. Hamd ve şükrün hakikatleri, kısımları ve onlan bozan şeylerin neler olduğu sorusuna cevabımız şudur: Din âlimleri hamd ile şükrü bir birinden ayırır farklı şekilde açıklarlar. Derler ki: Hamd bir kimseyi tâ'zim etmek, büyütmek niyetiyle güzel vasıflarını zikretmek, anmaktır. Bu tarife göre Cenab-ı Hakkı anmak teşbih ve tehlil etmek hamd olur. Bu suretle hamd zahiri - görünürdeki bir amel ve ni'mete karşılık olmuş olur. Bunun zıddı Levm (kınama) dır.
Bazı âlimlere göre şükür, ni'met sahibinin şükrünü belirten fiildir. Bu da, dil ile, gönülle ve heereket-le olur. Bu hem zahiri (görünürde) hem de batini (içsel) olur. Şükrün zıddı küfürdür. Bu, dinî manadaki küfür değil, ni'mete karşı küfürdür. Yâni küfranı ni'-mettif.
Din âlimleri, şükrün tarifinde ayrılık gösterirler, îbni Abbas'a göre şükür, kişinin, gizli ve açık bütün organlariyle ibadet etmesidir. Bazı alimlere göre şükür:
- 337 ~
3
a"
Şu halde Cenab-ı Hakkın hayır dediğini şerre yormak, ancak düşüncesi kıt olanların işidir. Din âlimleri derler ki: Ni'mete, ni'met ve hayır denmesinin sebebi, nefse lezzet vermesinden değil belki sahibine üstün de rece ve yüksek mertebe sağladığı içindir. Şu halde kulun şeref ve mertebesinin yükselmesine sebep olan musibet (görünürde musibet olmasına rağmen) hakikatte onun için bir ni'mettir.
Şükreden mi daha faziletlidir yoksa sabreden mi? Sorusuna şu cevabı veririz:
Alimlerin bu husustaki fikirleri değişiktir. Bazılarına göre şükür daha faziletlidir. Çünkü Cenab-ı Hak: "Şükreden kullarım azdır" buyurduğuna göre şükre-denleri gerçek ve seçkin kullarından sayıyor. Nitekim Cenab-ı Hak, Hz. Nuh (A.S.) için: "O, benim şükreden kullarundandı" ve Hz. İbrahim (A.S.) için de: "O, Allah'ın ni'metlerine şükredendi" buyurmuştur. Bu âyetlerden anlaşılıyor ki şükredenler, Cenab-ı Hakkın seçkin ve onun ni'met ve ikramlarına nail olan kullandır.
Bazı âVmler der ki: Ni'mete sahip olup şükreden musibete sabredenden daha sevgilidir.
Fakat âlimlerin çoğu, sabredenlerin, şükredenler-den daha faziletli olduklarını söylerler. Çünkü sabredenin üzüntüsü büyüktür. Zahmet ve üzüntüsü çok olan şey'in de mağfireti, sevabı büyük olur. Nitekim Cenab-ı Hak, Eyyup (A.S.) için: "Biz onu, sabreden değerli bir kul bulduk" Başka bir âyette de sabredenler için: "Allah, sabredenleri sever" diğer bir ayette de: "Sabredenlere, hesapsız ecir vereceğim" buyuruyor.
Bazı âlimlere göre de sabır ile şükür birbirinden aynlmaz. Çünkü: Dünyada şükredici olmak başa gelen musibetlere sabretmekle olur. Şükrün ma'nası, ni'met vereni ta'zim etmektir ki bu ta'zim, isyana mani
- 340 -
olur. Musibet karşısında sabırlı olmayıp telâşa düşen olur. Böylece ne sabırlıdır ne de şükredendir. Her sabırda bir çeşit ni'met vardır. Bu bakımdan sabır, şükür demektir. Çünkü sabnn ma'nası, Cenab-ı Hakkı ta'zim niyetiyle nefsi telaş ve şaşkınlıktan menetmektir. Bu ma'nada da sabır, şükürdür. Zira şükür, isyana mâni olan ta'zimdir, Şükreden, nefsini küfranı ni'metten meneden sabırlı olur. Yukarda dediğimiz gibi sabreden, Cenab-ı Hakkı ta'zim niyetiyle nefsini telaştan menedendir. Bu manada sabırlı şükredici olur. Sabırlı olmayı başarmak ulu bir ni'mettir. Sabırlı, buna şükreder. Kudretli varken nefsini isyandan menetmek, kişi için çok zordur. Şükreden, bu zorluğa sabreder. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki sabır ile şükür birbirinden aynlmaz. O halde ikisi de aynı derecede faziletlidir. Bazı âlimlere göre, bunların hangisinde daha çok mü-cahede varsa o daha faziletlidir. Çünkü: mücahedesi fazla olanın sevabı da çok olur. O halde mücahede sabırda fazla ise sabır, şükürde fazla ise şükür daha faziletli olur. Buna şu hikâyeyi misal verebiliriz: Rivayet edenler ki: Bir genç, amcasının kızma âşık oluyor. Kız da onu sevi/or. Sonunda ailelerinin muvaffakatiy-le nikahlan kıyılı/or. Zifaf gecesinde bu gençler birbirine: Cenab-ı Hak, muradımızı verdi, birbirimize kavuşturdu. Bu ni'metin şükrü olarak, bu geceyi ibadetle ihya edelim derler ve sabaha kadar ibadetle meşgul olurlar. Gündüzün de oruç tutarlar. Rivayete göre, ni'mete karşı yapılan bu şükür, yetmiş yıl gecş ibadetle, gündüz oruçla devam ediyor. Şimdi bunlar, eğer birbirlerine yanaşmamaya ve ayn durmaya sabretse-lerdi, bu kadar zaman içinde çektikleri zahmet kadar mücahede yapamazlardı. Bu durumda bu gençlerin şükürleri, sabırdan faziletlidir. Çünkü: îbadet ve orucla-nnda yaptıklan mücahede daha fazladır.
- 341 -
FASIL I.
Ey aziz, bu hamd ve şükür geçidinin çok faziletli olduğunu ve büyük değer taşıdığını, aynı zamanda zahmetinin daha az olduğunu öğrendin ise onu daha kolaylıkla geçmek için şu iki esası düşünmek ve uygulamak lâzımdır:
Birinci esas: Ni'metin kıymetini bilmeyene Allah ni'met vermez. Ni'metin kıymetini bilen ise şükreder. Şükretmeyenler ni'metin değerini bilmez ve ona lâyık olmazlar. Nitekim Cenabı Hak: CEn'am S.A. 53) "Biz onlardan (insanlardan) kimini kimi ile - sırf Allah (buldu buldu da) aramızdan bunlara, bunların üzerine mi lütfunu reva gördü? desinler diye işte böyle imtihan ettik. Allah şükrec enleri daha iyi bilen değil mi?"
İmansızlar (kafirler) yalnız zengin ve soylu olanların büyük ni'mete erdiklerini zannederler. Bu hal fakirlere, gariplere nasip olmaz inanciyle onlarla alay eder ve şöyle derlerdi: Allah, aramızdan bu soysuz fakirleri, asaletsiz garipleri mi seçti? Onlara ni'metlerini ihsan etti bize etmedi. Bununla beraber soyumuzla, asaletimizle ve malımızın çokluğu ile onlardan ayrıyız ve üstünüz diyenlere karşı Cenab-ı Hak, şöyle cevap veriyor: Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi? Bu âyet-i kerimenin manası şudur:
Allah, ni'metini, kadir ve kıymetini bilene, hakla-
. ._.__ OJR .' ¦
......" "7^"* .
rina riayet edene, şükrünü yerine getirene veririm buyuruyor. Ni'metin kıymetini bilen ve hakkım verenler şunlardır. Benim ni'metime can ve gönülden istekli olanlar. Onu, her şeyden üstün tutanlar, kazanılması için çalışan ve zahmetine katlananlarda-. Ni'meti elde ettikten sonra da şükrederler. O ni'meti, aziz bir emanet gibi saklarlar. Bu zayıf kişileri ve salih insanlan ni'metimizin kadrini bilip, şükrünü yerine getireceklerini ezelden beri bilirim. Onun için onları, bu ni'mete lâyık gördüm ve onlara nasip ettim - verdim. Sizin zengin, soylu Ve makam ve rütbe-sahibi olmanızın, benim yanımda hiç bir değer ve itibarı yoktur. Benim kıymet vermediğim bu şeylerle siz övünüyorsunuz. O halde siz, hava ve hevesinize uyuyor ve benim rızamı almaya ihtiyaç duymuyorsunuz. Peygamberlerimizin, size bildirdikleri dini, şeriatı kabul etmekte tereddüt gösteriyorsunuz. Eğer sizin yanınızda, dinimizin bir kıymeti olsa idi zahmetsizce ve seyrek kabul ederdiniz. Halbuki sizin, fakir ve asaletsiz deyip beğenmediğiniz kişiler benim dinimi tereddütsüz ve severek kabul ettiler öğrenme zahmetine katlandılar. Onlar, yalnız benim rızamı ister ve gözetirler. Dünyaya iltifat etmez îer. Tam bir gayret içinde bu yolu bitirmeğe çalışırlar. Hayatın bütün sıkıntılarına katlanırlar. Ni'metlerinin sevgisi, onların kalbinde yerleşmiş ve kökleşmiştir. Ömürlerini, bu ni'metîerimi kazanmaya harcarlar. Elde ettikten sonra da hesapsız şükrederler. Ni'meti: temiz bir kalb ve halis niyetle elde edenler elbette ki onun kadir ve kıymetini diğer insanlardan daha çok bilir, fazlasîyle ona hürmet eder ve kazanılmasında üstün gayret gösterirler. Fakat ni'metten mahrum olanların yanında Ni'metin bir değeri yoktur: Elde etmek için de çalışmaz ömürlerini o yolda harcamaz ve dünyevî isteklerinden vazgeçmezler.
-. 343 -
Cenab-ı Hak, bazı insanlara ilim ve ibadet ni'meti-ni verir. Bunlar bilgi kazanmağa son derece hevesli, kabiliyetli ve çalışkan olurlar. İbadet etmeğe istekli ve yapmaktan zevk duyarlar. Bu iki ni'mete karşı Allah'a sonsuz şükürlerini ifa etmekten de geri kalmazlar. Eğer avam tabakasında, ilme ve ibadete, karşı bilgili âlimler ve sâlih âbidler (ibadet edenler) gibi heves ve istek olsaydı ve zevk alsalardı çarşıdaki alışverişten ve onun kazancından vaz geçer, mekteplere giden ilimle, mescidlere gider ibadetle meşgul olurlardı.
Zor ve müşkil bir mes'ele karşısında kalan âlimler günlerce düşünür çözümü için kafa yorar, türlü zahmet ve zorluklara katlanırlar. Günün birinde Allah'ın ilhamına mazhar olup çözüm yolunu bulur ve çözerler-se, bahası biçilmez bir hazine bulmuş kadar sevinirler.
Âlim bazan bir mes'elenin çözümü için beş on yıl gibi uzun bir zaman düşünür; Üşenmeden, bıkmadan, çabalar, uğraşır. Zorluklara, üzüntülere dayanır. Sonra Cenab-ı Hak, bu mes'elenin çözüm yolunu ilham etse, onu büyük bir ni'met bilir. Allah'a minnet ve şükranlarını, arz eder. Bu muvaffakiyetten duyduğu derin sevinç içinde dünyayı görmez, halkı umursamaz olur. Kendini, emsalleri içinde faziletli ve olgun bir insan
sayar.
Aynı mes'eleyi, avamdan biri veya tenbel bir öğ-retman.tesadüfen çözse bu basandan hiç biri zevk duymadığı gibi ne övünme ne kırılmayı hatırına getirir. Bu mes'eleden kendisine bahsedilse canı sıkılır. Uyumaya başlar. O anda, kendisine para kazandıracak bir işten konuşulsa hemen gözleri açılır ve dikkatle dinlemeğe
başlar.
Kalbi Allah'a dönük olan kişiler ise dâima nefislerinin kötü temayüllerini önlemeğe çalışırlar. Gaye-
- 344 -
lerine varmak için nefislerini terbiye ederler. Nefsin şehvet ve lezzetlerinden uzak kalırlar. Şeytanla muharebe, nefisleriyle mücadele eder ve bütün erkâniyle tam bir temizlik ve sâf bir niyet içinde iki rek'at namaz kılmaya gayret ederler. Nice günler Cenab-ı Hakka yalvarır: tam bir kalb temizliği ve dini huşu içinde yılda bir kere veya ömürlerinde bir defa olsun münacatte bulunmanın onlara nasip olmasını dilerler. Bir an bile" olsa bu münacatı, kendileri için büyük bir ni'met bilir ve bu nimete erdikleri için Allah'a şükrederler. Bu yolda çektikleri zahmeti unutur. Nefsin şehvetlerinden kesilmiş olurlar.
Bazı kimseler de görünürde dindardırlar. Fakat menfaatlerine dokundun mu hemen değişirler. Dindarlıklarını, menfaatleri namına fedadan çekinmezler. Faydasız bir kelimeyi terk etmez, dinin yasaklarını yapmaktan çekinmezler. Saf ve teiniz bir ibadet yapmak için bir lokma yemeklerinden, bir saat uykularından feda etmezler. Temiz ve olgun bir ilim ve ibadet meclisinde bulunsalar oradaki konuşmanın kıymetini takdir edemez, ibadeti bir ni'met sayamazlar. Böyle bir toplantıda bulunmaktan zevk duymaz ve Allah'a hamd ve şükretmezler çünkü: dinin derinliklerine giremez, kendilerini dünyevî şeylerle avutup, dururlar. Mesela bir kaç kuruş kazanç, yeni bir elbise giymek, ziyafetlere gitmek onlar için her şeyin üstündedir ve sevinmelerinin sebebidir.
İşte djni, bir libas haline getiren bu gafil ve s^'ide müslümanlarla yukarda anlatılan gerçek müslümanlar. arasındaki büyük fark.
Dinin esaslarına nüfuz edemeyen bu müslümanlar ilim ve ibadet meclislerinden zevk alamaz. Yani bun-
-- 345 -
lar, sözde müslüman fakat dinî ni'meilerden mahrum kimselerdir.
îşte bu iki tip müslümana Cenab-ı Hak, dine olan samimî bağlılıklarına ve dini esasların verdikleri önem derecesine göre ni'metlerini ihsan eder. Bazı âlimlere göre: (En'am S. A.) "Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?" ayetinin ma'na ve mahiyeti budur.
Şu halde Cenab-ı Hakkın verdiği ni'metin kadrini bilen, onu elde etmek için çalışan ve eline geçtikten sonra da şükreden kişi, bu ni'metin devamına ve artmasına hak kazanmış olur. Cenab-ı Hak da o ni'meti gün be gün arttırarak devam ettirir.
îşte ey aziz, bu verilen bilgiye uymaya gayret et. Sen de ibadetini veya hayırlı bir şeyi temiz niyetle yap ve işte elde etmek için çalış. İbadetinin kabul edilmesine, istediğin hayırlı şey'in verilmesine hak kazan, verildikten sonra da şükret ki o ni'met artsın ve devam etsin.
İkinci esas;
Cenab-ı Hak, nimetlerini geri almaz. Ancak verdiği ni'metin kadir ve kıymetini bilmeyen, şükrünü yapmayan nankörlerden alır. Nitekim Cenab-ı Hak, Bel'-am bin Baur'un halini, Hz, Peygamber (S.A.V.) e şöyle bildiriyorlar: (A'raf S.A. İ75-176).
"(Habibim) onlara kimsenin haberini de oku ki biz kendisine âyetlerimizi vermiştik de o, bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken Şeytan onu arkasına takmış. Nihayet azgınlardan olmuştu. Eğer dileseydik onu bu (âyetler) le yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı. Heva-sma uydu. Artık onun sıfatı o köpeğin hali gibidir ki üstüne /arsan dilini sarkıtıp sokar. îşte âyetlerimizi yalan sayanlar güruhunun sıfatı budur. Artık sen (Ha-
- 346 -
bibim) kıssayı (onlara) anlat. Belki iyice düşünürler."
Cenab-ı Hak, bu nankör adamın halini, âyetleriyle şöyle anlatıyor demektir: Ben, bu kulumu dinî ni'met-lerle donattım. Yanımdaki değerini arttırdım. Onu, en büyük manevi rütbeye yükselttim. Fakat o, tıpkı bütün ni'meti bir lokma ekmek veya bir parça kemikten ibaret bilen konforlu bir karyola ile, pislik dolu bir yerde yatmayı eşit sayan bir köpek gibi davrandı. Ni'metimi-zin kadir kıymetini bilmedi. Şükrünü yerine getirmedi. Yakınlık makamında edebiyle durmadı. Basiret gözü kapandı hava ve hevesinden başka hiç bir şey görmez oldu. Dünya hayatiyle gururlandı. O yüksek ma'nevi makamı bırakıp bu fani ve çirkef dünya hayatına bağlandı. Zilletle yaşamayı mutluluk içinde yaşamaya tercih etti. Bizi unuttu. Bu sebepten büyük saadet içindeki hâlini değiştirdik. Dünya sıkıntıları içinde kıvrananlar zümresine dâhil ettik. Onu alıp siyaset meydanına götürdük. Heybet nazariyle ona bir bakış baktık. Kendisine verdiğimiz kerameti ve üstün ma'nevi kabiliyeti ceberutumuzun hikmetiyle ondan geri aldık.
Kalbindeki ma'rifetimizi sevgimizi silip yok ettik. İki cihan için verdiğimiz bütün nimetleri sıyrınca çırılçıplak kald ve bu haliyle sahibi tarafından kovulmuş bir köpek gibi kapımızdan kovduk. Lanete uğramış Şeytan gibi eşiğimizden attık.
Buna benzer ve bunun halini canlandıran bir misal verelim: Padişahın biri, kendisine hizmet edenlerden birine itibar ediyor, ona hususi elbiseler giydiriyor ihsanlarda bulunuyor. En ünlü vezirleri gibi kendisine değer veriyor. Onun için, konforlu ve her bakımdan mükemmel, şahane bir saray yaptırıyor. îçini, değerli eşya ile donatıp, cariye ve hizmetçilerle dolduruyor. Kendi sarayına geldiği zaman onu, ünlü bir misafir gibi karşılayıp, en konforlu odasma alıp hesapsız izzet ve
....., <OAJ __
ikramda bulunduktan sonra dileklerini de yerine getiriyor. Bütün bu ni'metlere karşılık günde bir saat padişahın kapısında çalışan ve diğer zamanlarını kendi sarayında dilediği şekilde geçiren bu adam, Padişahın hizmetinde iken bir kat bakıcının (seyis) elinde gördüğü bir parça ekmeği veya bir köpeğin kemirdiği bir kemiği almak için Padişahın hizmetini bırakıp o seyisin elindeki ekmek parçasını istemeğe gitse veya köpeğe saldırıp ağzındaki kemiği kapıp kemirmeğe başlasa ve o anda padişah, onun bu iğrenç hâlini görse bu, ikramımızın değerini bilmeyen ihsan ve izazlarımıza lâyık olmayan sefil ruhlu câhil, deli bir adamdır. Verdiğim rütbeyi hemen sökün elbiselerini soyun, bütün ihsanlarımı alın ve diğer adamların içinde tahkir ederek bir köpek gibi kapımdan kovun demez mi?
Şayet âlimler, sâlih insanlar ve erenler de dünyaya meyletseler, hava ve heveslerine, tabi olsalar onlar da Cenab-ı Hakkın yanında bu hizmetçinin durumuna düşerler. Çünkü bunlar, Allah'ın izzet ve ikramını, kendilerin' şeriatle şerefli kılmasını, ibadet etme ve keramet gösterme gibi ni'metlerinin kıymetini bilmez şükrünü yerine getirmez, dünya sevgisini Allah sevgisinden üstün tutar, aşağılık işleme ve bayağı şeylere heves lenir ve ele geçirmek için ihtirasla çalışırlar. Bu vefasız dünyayı gözlerinde en aziz bir şey görür. Allah'ın ma'nevi ni'metlerinden daha üstün, şeriat hükümlerinden daha değerli bilirler".
Şimdi Cenab-ı Hak, bu kişilere (âlimlere erenlere* taat ve ibadet etme kolaylığını veriyor. Çeşitli hikmetler ve manevî bilgilerle donatıyor. Şefaat etme ve keramet gösterme gibi yüksek dereceleri kendilerine veriyor. Zaman zaman, sonouz lütuf ve inayetlerde bulunuyor. Gökteki melekler bunlarla müşerref oluyor.
îşte bunlar bu kadar üstün derece ve makamları-
nın değerini bilmez, bu izzet ve ikramın bu ma'nevi yükselişin kıymetini idrak etmezlerse, aldatıcı nefsin şehvetlerine, aşağılık dünyanın lezzetlerine kapılırlar-sa, bu değeri biçilmez hediyeleri ve fani olmayan vsri leri kâfi görmezlerse, âhiret gününde kendilerine va'd olunan sonsuz ni'metlere kanâat etmezlerse bunların ne kadar pinti, aşağılık, rezil ve kötü insanlar olduğu meydana çıkar. Bu bayağı ve çok fena vasıflarını dille ifade etmek, kalemle yazmak imkânsızdır. İşte b.u şekilde hareket etmenin tehlikelerini öğrendiğin ve bundan sakınmanın lüzumunu anladınsa bu felâketten, bu acıklı hale düşmekten sakın. Dinin ni'metini bil, ilmin değerini ve kerametini anla. Bu vefasız dünyanın süprüntülerini, pisliklerini istemekten, nefsin kötü ve geçici şehvetlerine hevesli olmaktan çekin. Nitekim Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (S.A.V.) e hitaben buyuruyor ki: (Hicr S. A. 87 - 88) "Andolsun ki biz sana (namazın her rek'atında) tekrarlanan yedi (âyet-i kerime) yi ve şu büyük Kur'ân-ı verdik" "Sakın (o kâfirlerden) bir takımlarını fâidelendirdiğimiz şeylere (servete ve sâireye) iki gözünü dikip uzatma. Onların karşısında tasalanma. Müminler için de (şefkat) kanadını indir."
Şimdi bu âhiret ni'meti büyük bir keramettir. Hz. İbrahim (A.S.) babası A'zer'e verdi kabul etmedi. Hz . Peygamber (S.A.V.) amcası Ebu Talib'e verdi kabul etmedi. Cenab-ı Hak, Peygamberlerine verdi. Can ve gönülden kabul ettiler ve saadete erdiler. Allah, yanında hakir ve aşağı olan dünya hayatını da cahillere, imansız ahlâksız ve münafıklara nasip etmiştir. Firavunlar, dinsizler, kâfirler, fâsık ve câhiller o kadar çok ki bunlar, mallarının çokluğu servetlerinin bolluğu ile övünürler. Halbuki Cenab-ı Hakkın yanmda_aziz ve kıy-
- 349 -
- 348 -
metli olan Peygamberler, veliler ermişler bu fâni dünyadan menedilmiş, bazan öyle oluyor ki bir lokma ekmeğe, bir yamalı hırkaya muhtaç oluyorlar. Bunlardan dünyayı ve onun arzu ve heveslerini uzaklaştıran Cenab-ı Hak, şöyle buyurmuştur. Ben, Peygamberleri, velileri, ermişleri! sâlih kişileri? bu dünyanın ateşine müptela kılmadım. Nitekim Hz. Musa ve Haruna (A.S.) de şöyle buyurmuştur. Eğer isteseydim sizi, dünya mal ve parası ile o kadar zengin eder, zinetleriyîe süsleriyle öyle donatırdım ki Firavun gördüğü zaman kendi zinet ve zeiîginliğini unuturdu. Fakat ben size bu fani dünyanın süprüntüsünü lâyık görmedim. Peygamber ve velilerimi dünyanın bu ni'metinden sakındırırım. Şefkatli bir deve çobanının devesini pisliklere, uyuzlu bir devenin çöktüğü yere çökmekten sakındırdığı gibi ben de sizi dünyanın bu ateşinden (süs ve zinetinden) me-nettim. Bu size ihanet, değildir. Belki kerametimin sizde, mükemmel olmasını dileyişimdendir. Ahiret hazzı mükemmel olmayana Cenab-ı Hak, dünyanın mükemmel hagzını verir. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Zuhruf >j. A. ö -34) "Eğer (bütün) insanlar (küfre imrenecek) bir tek ümmet hâline gelmiyecek olsaydı o çok esirgeyen (Allah) o küfreden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri onların kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtaları hep gümüşten yapardık."
Çünkü Cenab-ı Hakkın yanında imansızlardan daha hakir rezil bir yaratık, dünya malından daha değersiz bir şey yoktur.
Onun için bu aşağılık sermayeyi o hakir ve rezil taifeden esirgemiyor. Kerim olan Allah, güzeli güzele; kötüyü kötüye sevk eder. Her şey'i müstahakkma lâyık görür. Şimdi sen de bu iki esasa dikkat et ve gör:
350 -
Cenab-ı Hak, kendi düşmanlarını nice dünya malına gömüyor. Peygamber ve Velilerini bu belâlı şeyden nasıl uzaklaştırıyor. Eğer sana fakirlik, yoksulluk ^az-lasiyle gelirse Cenab-ı Hakka şükreyle ki seni Peygamberlerin, Velilerin yoluna sokmuştur. Düşmanlarına dert ve belâ yaptığı dünya süprüntüsünden seni uzaklaştırdı ve İslâm dinini sana nasip ettiğine sonsuz hamd ve şükret ki bu âlemde seni büyük bir ni'metle müşerref kıldı. Dünyada berhudar etti. Âhirette mes'ut kıldı. Eğer insan doğduğundan ölünceye kadar bütün zamanını Allah'a hamd ve şükürle geçirse yine büyük îslâm ni'metinin karşîliğirîı ödiyemez. Çünkü bu, öyle saadet, verici bir ni'mettir ki bütün denizler mürekkep ve bütün ağaçlar kalem olsa ve bütün bitkiler, ve hayvanlar yazar olsalar bunun faziletini yazıp bildirseler tamamını anlatamazlar. Nitekim Cenabı Hak. Hz. Peygamber (S.Â.V.) bu hususta şöyle buyuruyor: CŞû-ârâ S. A. 52) "îşte biz, sana da (habibim) böylece emrimizden bir ruh, vahyettik. Halbuki (vahiyden evvel), kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen herhalde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun" ve yine buyuruyor: (Nisa S. A. 113) "üzerinde Allah'ın lütf-ü inayeti ve rahmeti olmasaydı onlardan bir güruh, muhakkak seni bile (hükümde) şaşırtmayı kurmuştu. Onîar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiç bir şeyden zarar da yapamazlar, (nasıl yapabilirler ki) Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve (evvelce) bilmediklerini sana öğretti. Allah'ın senin üzerindeki Mtfu çok büyüktür."
Ve yine buyuruyor: (Hucürât S A. 1?) "Onlar Islama girdiklerini senin başına kakarlar, (onlara) de ki: "Müslümanlığınızı benim başıma kakmayınız. Bi
lâkis sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder. Eğer siz inandık demeseniz de sâdık insanlarsınız."
Rivayet ederler ki bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.) m huzurunda bir kişi: Elhamd-ü lillahi alâ dinil - islâm Hz. Ali (R.A.) der ki: Nice kişiler ni'metin çeşitleri içinde meftun olur, kendilerinden geçer sanırlar. Nice kişiler var ki haklarında söylenen yumuşak sözlerin kokusu ile mest olur, yollarını şaşırtırlar. Niceleri de günahlarını gizlemekle gurur duyarlar.
Zünün'dan sordular. însan oğlunun en çok yanılmaları ne ile olur. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ni'metlerin-den gurur duyar ve o yüzden aldanır diye cavap verir. Sonra da bu âyet-i kerimeyi okur: (Kalem S. A. 44) "Artık bu sözü yalan sayanları bana bırak. Biz onları kendilerinin büemiyecekleri bir cihetten derece derece azaba yaklaştırıyoruz."
Maârifet ehli, bu âyeti şöyle açıklar: Ni'metin bolluğu, şükür ve minnetin unutulmasına sebep olur. Ni'metin bolluğu içinde şükür vazifesini yerine getirmek güçleşir^ Onun için açılma fazlalaştıkça. Ni'met arttıkça çok ihtiyatlı olmak gerekir. Rütbe ve dereceleri yüksek olanlar bu hususta daha müdrik ve daha dur endiş olurlar (uzağı görürler)
Bu takdirde sen de hâl ve amellerinde dikkatli olmak ve kendini korumaya.çalışmakla beraber Allah'a yalvarmak ve ona hamd ve şükür etmekle meşgul ol. Gönlünde dâima Allah "korkusu bulunsun ve sonundan endişeli ol.
Nitekim İbrahim bin Ethem der ki: Biz sonumuzdan nasıl emin olabiliriz ki Hz. İbrahim (A.S.) bile Cenab-ı Hakka: (İbrahim S.A. 35) "Rabbim! Bu Mekke-diyarını korkulardan emin k^l, beni ve zürriyetimi putlara tapmaktan koru" diye yalvarmıştı.
- 352 -
Hz. Yusuf (A.S.) de (Yusuf S.A. 101) "Beni müs-iüman olarak vefat ettir ve beni sâlihler topluluğuna kat diye" Rabbma dileklerini arzetmiş ve yakarmıştır. Muhammed bin Yusuf anlatıyor. Süfyan Sevri, bir gece sabaha kadar ağladı, inledi. Günahların için mi? Ağlıyorsun diye sordum. Bana.-
Günah işi kolaydır. Ben ömrümün sonunda (Allat, korusun) benden İslâm elbisesini soyar, iman ni'metini çalarlar diye korkuyorum cevabını verdi.
Bazı âlimler rivayet ederler: Peygamberlerden birisi Cenab-ı Haktan soruyor.-
"Ya Rabbi! Bel'am bin Baur'a bu kadar kerametler verdin ma'nevi rütbeler ihsan ettin. Sonra kapıdan kovdun. Bunun sebebi ne idi." Cenab-ı Hak cevabı verdi: "Bunca ni'metlerime bir kere olsun şükretmedi. Eğer bir kere olsun şükretseydi onun ruhunu imanlı olarak alırdım."
Şimdi bir de Cenab-ı Hakkın bize nasip ettiği, verdiği sonsuz ni'metler ve sayısız kerem ve ihsanları ki bunların en yükseği İslâm dinidir ve Allah-ı anmaktır. En aşağısı da bizi, üzüntülerden ve ma'nasız konuşmalardan uzak tutmasıdır. Bu ni'mete sonsuz hamd ve şükredelim ki Cenab-ı Hak bu ni'meti devam ettirsin ve eksiklerini tamamlasın. Hizmete aldıktan amel ve ibadetlerimizi kabul buyurduktan sonra bizi kapısından kovup mahv-ü perişan etmesin ve son nefeste imandan mahrum bırakmasın. Çünkü belâların en şiddetlisi, felâketlerin en zararlısı, tehlikelerin en zoru, aşağılıldarın en acısı yükselip aziz olduktan sonra zillet, ni'metin ardından yoksulluk, mutluluktan sonra mutsuzluk; hidayetten sonra sapıklıktır. Cenab-ı Hak, verdiğini almaktan bizi korusun ve kapısından uzaklaştırmasın.
- 353 -
FASIL II
Kısaca bu çok tehlikeli geçidi de geçtikten sonra Genab-ı Hakkın büyük minnetlerine ve sonsuz ni'met-îerine baksan, senin için din ilmini öğrenmek, Allah'a âit bilgide derinleşmek ve ona yaklaşmak, büyük hata ve günahlardan temizlenmek müyesser olur. Bu suretle senin için nice şeref ve güzel huylarla üstün faziletler hasıl olur. Eğer bu sonsuz ni'metlere şükredip, dilinle Allah'a hamd ve minnet, kalbinde ona sevgi, organların ve bütün vücudunla hizmet ve ibadet etsen bu kâmil olgun amelin, hamd ve şükrün, senin isyan etmene ve günah işlemene engel olur. Batınî (iç) amellerinde tasarruf sahibi olur. Tehlikeli amel ve düşüncelerden uzak kalarak kendi kusurlarını itiraf etmiş olursun. Şayet herhangi bir sebeple şükründe, gaflet, amellerinde gevşeklik gösterir, sözlerinde hafiflik vaki olursa o zaman tekrar Cenab-ı Hakka sığınmaya başlar, ibadet ve tâatma daha büyük bir azimle devam edersin. Ve dersin ki: "İlahi, yarabbî! Evvelce lâyık değilken fazlınla ihsan ettin. Senin yolunda olmayı öğrettin, Kerem ve lütfunla o ihsanını tamamla, beni dinimden, imanımdan ayırma ya Rabbif Senin ni'metlerin, istidat ve kabiliyet gözetmeden her kese yaygındır."
- 354 --
Ondan sonra Cenab-ı Hakka içten ve gizli bir sesle seslenerek şu âyet-i Kerimeyi okursun.- (fmrân S. A. 8) "Rabbunız, bize hidayet verdikten sonra kalblerimi-zi saptırma, tarafından bize rahmet ihsan et! Şüphesiz ki sen çok çok bağışlayansın."
Nitekim veliler, erenler sâlih zatlar, kerametin tacını giymiş; hidayete ermiş, Allah'a tapma zevkini tatmış, kalplerini ibadetin lezzetiyle süzlemiş oldukları halde yine âkibetlerini, ayrılığın yanıklığını; sapıklığın dehşetini, ihanetten soara kabahatin ağırlığını düşünür ve ibadetin lezzetini yok etmekten, marifetuîlahı (Allah-ı bilmeyi) silmekten korkup Cenab-ı Hakka sığınırlar. Ellerini kaldırıp ona yalvarıp, yakanrlar. Yalnızlığa çekilip münacatta bulunur ve yukarda yazdığımız âyet-i Kerimeyi "Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra..." daima okurlar.
Bu âyet-i Kerimenin ma'nası ve saadetinin belirtisi şudur ki: Ey Babbimiz Gönlümüzü yanlız ve bozuk işlere, yâni dünya işlerine meylettirme, âhiret işlerine meylettir. Senden gördüğümüz nice ni'metlerden daha fazlasını ihsan et! Çünkü büyük verici ve lütuf edicisin. Nitekim ilkinde ni'metlerin çokluğu ile mükerrem kıldın. Sonunda da nimetlerini tamamlamakla bizi ni-metlendir.
Cenab-ı Hak, mü'min kullarına, bu hususta şu "!h-dinassıratal müştakını" duasını öğretti. Bunun ma'na-si: Ya Rabbif bizi doğru yola ilet ve İslâm dini üzerinde sabit kıl.
Bu yolun tehlikeleri büyük ve azabı elim olduğu için hikmetini bilenler, bunun ilacına fazla dikkat ve ihtimam gösterirler. Bunun musibetlerini altı kısımda özetleyebiliriz:
i - Yabancı yerde hastalanmak. 2 - İhtiyarlıkta
fakir olmak. 3 - Gençken ölmek. 4 - önceden görürken sondadan kör olmak. 5 - Beğenilmişken kovulmak 8 -- Bilinmişken unutulmak.
Derler ki, her musibetin telafi edilir tarafı vardır, daimi değildir hafifliyebilir. Fakat Genab-ı Hakkın kapısından kovulmak telâfisi imkânsız bir musibettir.
Bu geçidi geçip bu büyük ni'metlerin şükrünü istenildiği şekilde yerine getirdiğin zaman Cenab-ı Hak, seni her işinde muvaffak kılar ve ümit ettiğinden daha fazla ni'met verir.
Bu son tehlikeli geçidi de böylece geçersin. Bundan sonra şu iki hazineyi bulup zafer kazanırsın: Biri tâ'at vo ibadette kolaylık, diğeri işlerinde doğruluktur. Bu hazineler içinde iki tane güzel cevher bulursun. Biri var olan ni'met diğeri (kazanılacak) va'd edilmiş olan ni'metlerdir. Sana verilen bu ni'metler sabit olur ve kökleşir. Uçacağından korkmaz, yok olacağından ürk-mezsin. Bundan sonra ebediyyen Şeytanı kovanlardan uzun emellerini kısaltmışlardan, ilmiyle âmil olanlardan, Ariflerden, tevbe edenlerden, temizlerden, âşıklardan, takva sahiplerinden tevekkül edenlerden, tafviz edenlerden, zâhidlerden, razılardan, sabredenlerden, zikredenlerden ve nihayet feyiz alanlardan, sıddıklar-dan olursun. Bütün bunlar, Allah'ın izni ve yardımıyle olur.
Bu açıklamadan anlaşılıyor ki zorluklarla dolu olan bu yolu, selâmetle geçip gayesine varacak kişi az bulunur. Çünkü bu kadar zahmete kimse dayanamaz. Bu kadar ağır şartlara riayet etmek çok güç olur sorusuna şu cevap verilir. Gerçekten bu yol zorluklarla doludur. Fakat hidayet veren için çok kolaydır. Çünkü bütün işler kulundeğil Allah'ın elindedir. Kulun vazifesi çalışmak (Cehd ve gayret sarfetmektir. Allah, bu kullarını görür. Hidayet yolunda muvaffak kılar. Bu
- 356 -
alanda lütuf ve inayet onundur. Nilekim Cenabı Hak buyuruyor: (Ankebût S. A. 69) "Bizim uğrumuzda çalışıp mücâhede edenlere gelince, biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her halde Jyilik erbâbıyla beraberdir."
Aciz ve zayıf olan kul, kendisine düşen vazifeyi, işi gücü yettiği kadar yapsa muhakkak ki Cenab-ı Hak, merhamet ve inâyetiyle onu tâat, ibadet ve amellerinde muvaffak kılar. Hidayet verir. Fakat Allah, gayretli olmayan ve şükretmiyenlerin hi'metlerini devam ettirmez ve derecesini artırıp sevindirmez.
Ömür kısa, sabır az, geçitler zorluklarla dplu. Musibetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Bu kısa ömürle bu • kadar çok işi başarıp bu geçitlerin zorluklarını teker teker uğraşıp yenmek mümkün olur mu? Sorusuna cevabımız şudur.
Bu şekilde şüpheye düşmek, kuruntu ve hatalı düşünüşün sonucudur. Çünkü Cenab-ı Hak, sevdiği ve beğendiği kulunun müşkillerini çözer. Bu alanda zorlukları kolaylaştırır. Uzağı yakın eder. Uzunla kısayı eşit yapar. Bu dereceye ulaşmış sâlihler, konakları birer birer geçer ve gayelerine (son konağa) vardıkları zaman şöyle söylerler: Bu yolun mesafesi çok kısa ve şartlar kolayrnış düşündüğümüz ve korktuğumuz gibi değilmiş.
Kullar, bu yolu farklı zamanlarda geçerek gayelerine ulaşırlar (kabiliyetlerine ve Allah'ın yardım ve dileğine göre) Bazıları yetmiş bazıları yirmi, bazıları on-yılda gayelerine ulaşır. Bu işte kuvvetli bir himmet ve gayretle, içli ve doğru bir niyetle hareket edenler öyle zaman olur ki bazan bir saatte, bazan bir anda bu uzun yolu geçer ve tasavvuf yolunda ilerliyerek gayesine ererler.
Nitekim Ashâb-ı Kehf, hükümdarları Dakyanus'ta - 357 -
ve onun tebasmda şirk, imansızlık gördükleri için karşı geldiler ve ondan uzaklaştılar ve şöyle söylediler:
(Kehf S. A. 14 - 15) "Zâlim hükümdarın önünde dikilip te:
"Bizim Kabbımız göklerin ve yerin Rabbıdır. Biz ondan başkasına Tanrı demeyiz. (Dersek) o halde, an-dolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz.. Şunlar, şu bizim kavmimiz; ondan (Allah'tan) başka Tanrılar edindiler." Bunların üzerine bazı açık bir burhan getirselerdi ya. Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim kimdir? Dedikleri zaman onların kalb lerini (sabır ve sebat ile tamamen Hakka) bağlamıştık. İşte hükümdarlarına bu sözleri söyleyen Ashab-ı Kehf in kalplerinde, bir anda ilahî marifet belirdi, ilahî nur parladı. Bu yohm gerçeklerini bildiler ve birbirlerine hitap edip şöyle dediler. (Kehf S. A. 16) "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki Rab-bınız size rahmetinden genişlik versin işinizden de size fâide hazırlasın." Bu sözleriyle bunlar, tafviz (işi Allah'a havale) edenlerden, tevekkül edenlerden ve doğrulardan oldular ve bir saat içinde maksatlarına erdiler.
Fir'avunun sihirbazları da Hz. Musa (A.S.) nin mü' cizesini görünce bir an içinde imana geldiler ve: (A'râf S.A. 121) "Alemlerin Rabbına, Musa ve Harun'un Rab bina iman ettik" dediler ve bu hakikat yolunu bir an içinde geçip akıllılardan, razılardan, sabredenlerden; şükredenlerden ve Cenab-ı Hakka kavuşmayı özleyenlerden oldular ve Fir'avnrn tehdidleri karşısında şöyle seslendiler: (Şuârâ S.A. 50) "Bunda bize hiçbir zarar yok. Biz şüphesiz ki Rabbimize dönücüleriz" dediler ve şehidleırin reisi oldular.
Rivayet ederler ki: İbrahim bin Ethem, saltanatını
- 358 -
terketti ve Allah'ın has kullarından olma yoluna girdi. Belh'ten Merva şehrine varıncaya kadar, manevî alanda o'derece Uerledi ve öyle bir rütbe kazandı ki şehre girdiğirue bir kişinin birdenbire köprüden aşağıya -'.üştügunü gördü ve o anda ona: Dur! diye bağırınca havada durdu yere düşmedi. Görenler hemen yetiştiler ve hiçbir zarar görmeden oradan kolaylıkla indirdiler. Râbıa Adeviye yaşı ilerlemiş kara bir câriye idi. Kendisini satmak üzere Basra pazarında gezdirdiler. Yaşlı olduğu için kimse onu almadı. Nihayet bir tüccar ona acıdı ve yüz akça verip aldıktan sonra azad etti (serbest bıraktı) Adeviye de tâat ve ibadet yolunu seçti.
Bu yolda, çalışması üzerine bir yıl geçmeden ilim ve irfanda, ma'nevî kemalde öyle bir mertebeye vardı ki Basra şehrinin Abid ve âlimleri gelip kendisini ziyaret ediyor, fikir danışıyor ve kendilerine dua etmesini diliyorlardı.
Bu misaller, Allah'ın hidayetine, lütuf ve yardımına mazhar olanların bu manevî geçitleri ne kadar kolaylıkla geçip gayelerine vardıklarını belirtmeğe kâfidir.
Fakat Cenab-ı Hakkyı lütuf ve inayetiyle yardımısın ulaşmadığı, bu manevî rütbeyi kendilerine nasip etmediği kimseler öyle oldu ki bu geçitlerin birinde yetmiş yıl çalıştılar ve bir türlü ilerleyip geçemediler ve nihayet ağlayıp sızlandılar ve dediler ki bu yola giriş ve selâmetle çıkış o kadar müşkil ve zordur ki onun şiddetine, güçlüklerine dayanmafeimkânsızdır.
Nihayet bu yoldan usandılar ve Allah'ın takdiri bu imiş diyerek geri döndüler.
Acaba bu iki zümrenin ibadet yolu aynı olduğu halde birinin mükemmel bir şekilde muvaffak olup gayesine ermesinin ve diğerinin manevî perişanlığa uğra-
- 359 -
masının sebebi nedir sorusunda şu cevabı veririz:
Bu soruya karşı Cenab-ı Hak sanki şöyle seslenip buyuruyor: Ey kul, Rubûbiyet ile kulluk nedir öğren. Rabliğin gizliliklerini - sırlarını, kulluğun hareketlerini düşün. Edeb makamına tecavüz etme. Benim yaptıklarımdan sual sorma. (Enbiya S.A. 23) "O, yapacağından sorumlu olmaz. Fakat onlar mes'ul olurlar" ve yine buyuruyor: "Allah dilediğini yapar ve istediği şekilde hükmeder." Kısaca: Cenab-ı Hak, mülkünde dilediği gibi hareket eder. Haşa, şeriki (ortağı) yok ki ona itiraz edilsin, soru sorulsun.
İnsanlara vacip olan, edeplerini takınıp ilahî sırlara (gizliliklere) karışmamaktır.
Nitekim İbni Abbas der ki: Cenabı- Hakkın bildirmediğini öğrenmeğe kalkma, olduğu gibi kabul et ve ona uy.
Bu yoldan geçen sâliklerin durumu, Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçen halkın durumuna benzer. Bazıları şimşek gibi, bazıları rüzgar gibi, kimisi uçan kuş gibi; kimisi yayalar gibi geçer, kimisi sürüne sürüne geçerken Cehennemin bağırışını işitir. Kimisi geçerken çengelle çeker Cehenneme bırakırlar. Dünyada, insanların hali de böyledir. Kimisi Allah'ın yar-dımiyle hidayete erer, doğru yolu çabuk bulur. Kimisi hidayete ermez ve doğru yolu bulamaz. Burada iki yol vardır: Birine ibadet yolu diğerine Ahiret yolu denir. Âhiret yolunun halleri, basiret gözü ile (kalb gözü) görünür. İbadet yolunda ilerleyip çabuk geçebilirler Ahiret yolunu da çabuk geçerler. Bu yolun sülü^ künde gevşek ve ağır olanlar, sırat köprüsü yolunda da ağır ve gevşek olurlar. Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçerken çengel takılıp Cehenneme çekilenler dünyada Şeytana tâbi olup, hava ve heveslerine uyanlardır. ¦
- 360 -
FASIL III
Bu bahiste nice nükteler vardır. Bu Allah yolu, ulvîdir. Âhirete yükseliş yoludur. Bu yol, yer yolu, dünya geçidi gibi benden kuvveti veya hayvan gücü ile kat edilmez - geçilmez. Bunda uzak mesafe, uzun za-mani gibi şeyler de düşünülemez. Bu-, ma'nevî ruhi bir yoldur. İnsan kalbi onu, doğru ikrar, ince ve derin düşünmez; temiz iman ve basiretle (kalb gözü ile) görür ve geçer. Bu yolun aslı semavî (göğe ait) bir nur, ilahî bir nazar (bakış) dır. Sâliklerin kalbinde doğan bu • nurla bazan meleküt âlemini bilirler, Bazan öyle olur ki bir bakışla bütün Ceberutî hallere ve Meleküt âleminin sırlarına (gizliliklerine) vâkıf olurlar; Kâinatın bütün zerrelerini görürler. Âlemin yaratıcısı Cenab-ı Hakkın isimlerine mazhar olur, varlıkların hakikatlerini ibret gözü ile seyrederler. Allah'ın büyüklüğünü, kudretinin kemâlini, yerde ve gökte her ne varsa hepsinin onun kudret elinde ve iradesinde olduğunu, ondan başka hiç bir kimsenin bu âlemde tasarruf yetkisine sahip olmadığını görür ve O zaman tek yaratıcının ve insanın tek dayanağının Allah olduğunu bilir ve kesin bir imana varırlar. Her ne yaparlarsa onun için yaparlar. Her ne ümid. ederlerse ondan umarlar. Onun yanında canlıların yaradılışı ile yok edilişlerinin
- 361 -
bir olduğunu bilirler. Fakat bu yola sülük eden, bu ilahî nuru bulup o mertebeye varmak isteyen bazı kimseler var ki himmetlerinde kısır, içtihadlarmda, gayretlerinde eksik; davranışlarında câhil ve hatalı hareket ettikleri için yetmiş yıl çalışır bu denizden bir damla, bu manevî âlemden bir zerre almak onlara nasip olmuyor. Bazı kimseler de var ki elli yıl cehdeder, çalışır sonunda bu nurdan ışıklanır karanlık perdeleri kaldırırlar. Bazı kişiler, bir yıl içinde bu mertebeyi bulurlar. Bazıları bir saatte, bazıları bir anda bu dileklerine erişirler (Allah'ın lütuf ve inayetiyle). Gerçi hidayet, lütuf ve ihsan Allah'tandır. Fakat âbidlerin de ibadetlerine devam etmeleri ve bu yolda gayret göstermeleri şarttır. Ötesini Cenab-ı Hakkın takdirine bırakmak lâzımdır. Çünkü mülkünde dilediğini yapan odıiir. Ne isterse onu yapar.
Görülüyor ki bu yol çetin ve zor, tehlikesi büyük, elemi kuvvetlidir. Çalışmaya, içtihade güven yok. Kul zayıf, düşmanları da çok. Üstelik Cenab-ı Hakkın inayeti yardımı olmazsa gayeye varılamaz. O halde bu şartlar içinde çalışmak, bunca zorluklara katlanıp bu amelleri yapmaktan ne elde edilebilir sorusuna cevabımız ŞU:
Hakikaten bu yolun tehlikesi, çekinilecek tarafları haddi aşkındır. Dileneni elde etmek zor. tnsan yapmak ister. Fakat takdir ve tedbir Allah'tandır. Hüküm ve tedbir Allah'tandır. Hüküm ve irade onundur. Bununla beraber gerçek imanlılar bu yolda çalışmak ve gayret sarfetmeğe memurdurlar. îşin gerisini Cenab-ı Hakka havale ederler. O bilir ve ne dilerse o olur. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: "Allah dilediğini yapar ve istediği şekilde hükmeder" Yine buyuruyor: (Beled S. A. 4) "Biz insanı, andolsun, meşakkat içinde yarat-
- 362 -
tık" ve yine buyuruyor: (Ahzâb S.A. 72) "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettikte onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Bundan endişeye düştüler, tnsan (a gelince, tuttu) bunu sırtına yükledi. Çünkü o çok zulümkâr, çok cahildir" Bu âyet-i Kerimenin açıklanması şu: Yâni Cenab-ı Hak buyuruyor ki "Biz göklere, yere, yüksek dağlara ve büyük cisimlere farzları teklif ve şeriat hükümlerini arzettik ve onlara dedik ki: Her kim kabul edip hukukunu, gereğini yerine getirirse ona büyük sevap veririz yapamazsa ona elim azab veririz" Bunlar kabul etmediler. Sofi, başımız üstüne itaat eder ve hükmüne razı oIuruü/.Fr..-kat bu emaneti götürmeğe ve hukukunu yerine-getirmeğe takatimiz - gücümüz yetmez. Bize ne sevâb ne de azab ver. Ondan sonra Âdemi yarattım. Bu emaneti ona vermeği teklif ettim. Sevabına tama' (tutkulu istek) etti. Emaneti kabul etti. Sonunu düşünmedi. Nefsine zahmet vermeği arzu ettiği için cahillik yaptı. Hukukuna riayet etmediği için zulümkâr oldu.
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Eğer benim bildiklerimi siz bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz. Derler ki: Gökte bir melek hep şöyle sesleniyor: Ne olaydı bu insanlar yaratılmasaydı. Ne olurdu niçin yaratıldıklarını* bilseler ve ona göre amel etselerdi.
Hz. Ebu Bekir (R.A.) der ki: Bir yeşL ot olay&ım ne olurdu. Hayvanlar beni yeseydi de azap korkusunu çekmiyeydim.
Bir gün Hz. Ömer (R.A.) in yanında (insan Dehr S.A. 1) "Gerçekten İnsan üzerine devirden öyle bir zaman gelip geçti ki, o vakit insan anılır. İnsanlıkta tanınır - bir şey değildir" âyet-i okununca ne olurdu tamam olaydım buyurmuş.
Bu âyet-i Kerimenin maniası: Gerçekten denirde
¦- 363 -
bir zaman vardır ki insan, beşeriyetle mezkûr ve meşhur değildi. Belki o zaman bir unsur ve nutfe idi.
Ebu Ubeyde (R.A.) der ki: Ne olurdu bir koyun olsa idim. İnsanlar beni kesip yiyeydi de insan olarak dünyaya gelmeseydim.
Veheb bin Menûye der ki: Bu insanlar ahmaktır. Eğer ahmak olmasalardı korkularından, yedikleri .yemekleri sindiremezlerdi.
Fadıl der ki: Ben, Allah'a yakın meleklere, Peygamberlere ve sâlih kişilere imrenmem, gıpta etmem. Çün- kü onlar kıyamet gününü göreceklerdir. Fakat ben, yaratık olmayanlara imrenirim. Çünkü onlar kıyamet gününün korkusunu çekmezler.
"* •?"•¦
Ata Seîmi der ki: Eğer bir ateş yakıp "Bu ateşe kendini atan kimseden hiç bir şey sorulmaz ve Kıyamet gününün dehşetini görmez" deseler hemen kendimi o ateşe atar ve acele ederdim kibirden ateşe düşeyini de hemen öleyim ve o mertebeden mahrum olayım.
îşte bu hallerin zahmeti ve bu korkuların şiddeti o derecedir ki Peygamberler, veliler, takva sahipleri, erenler bu manayı tasavvur ettikleri ve bu hali düşündükleri zaman hayrette kalır, kalbleri, nefesleri darla-şır; acı duyar. Çünkü bu; öyle bir iş, öyle bir emirdir ki Cenab-ı Hakkın ebedî ve sonsuz ilminin, kuvvetli tedbirlerinin sonucudur.
Bu belâyı savmanın ve kazayı defetmenin çaresi şudur: Aciz ve biçare olan kul, Rabbına bol bol ibadet edecek, tâat ve hizmetinde bulunacak, onun kuvvetli ipine tutunacak (Kur'an-ı Kerime sarılacak) içten gelen bir duygu sâf ve temiz bir kalble Rabbına yalvarıp yakaracak ki ancak bu suretle onun rahmet ve mağfiretine, inayet ve keremine mazhar olur.
- 384 -
Fakat hatıra gelen şu gaflet dölü sözü ki v açıklamış ve anlatmıştık. Cenab-ı Hftkkm it. V. olmazsa, ilim öğrenmek ve ibadet etmekten ne '* ¦' : ¦ gelir? İşte böyle manasız bir şey'i düşünmek, büyük bir gaflet ve bayağı bir ahmaklıktan ileri gelir. Bu durumda insana yakışan ve kulların edeplerine yaraşan yi-dur, bunu düşünmeli ve yapmalısın. Her bakımdan z<-> yıf olan kulun az ibadeti ve değersiz hizmeti, on ov bunca dileklerinin yerine getirilmesine nasıl vesile olabilir ki kulun Rabbından dilediği şeylerin en azı, en küçüğü iki türlüdür. Biri iki Cihanın (dünya ve âhiretü bütün bela ve âfetlerinden salim olmak. Diğeri dünya ve âhirette saltanat tacını giymek ve keramet payesini bulma rtır.
1 - Dünya selameti, esasında büyük bir mertebedir. Çünkü bu zâlim dünya, öyle aldatıcıdır ki Allah 7> yakın melekler bile onun aldatışlarından emin değillerdir.
Rivayet ederler ki ölen bir kişinin ruhu, göğe çıkarken semadaki melekler şaşırıp şöyle derler: Bu şer dolu dünyadan, bu ruh nasıl selâmetle kurtuldu.
Ahiret selâmeti, Allah'ın büyük bir mevhibesi bir vergisidir ki dünyanın selâmeti onun yanında bir hardal tanesinden daha aşağıdır. Çünkü âhiretin şiddetleri ve kıyametin korkulan o derecedir ki Peygamberler veliler, sâlih zatlar o hesap görme meydanının heybetini, dehşetini gördüklerinde her biri "nefsim nefsim. Bugün nefsimden başka hiç kimseyi düşünemem diye söyler" Hz. Peygamber (S.A.V.) buyurur ki: Kişinin, ¦ yetmiş Peygamberin ibadeti kadar ibadeti olsa Kıyamet gününde salim çıkacağına ve kurtulacağına inanamaz.
Şimdi bir kişinin, bü az ibadeti kolay ve önemsiz
- 365 - '
hizmetiyle dünyanın felâketlerinden, belâlarından nefsini selâmetle kurtarması şaşılacak bir iş ve garip bir hal değil midir?
2 - îşte akıbetin (sonucun) bu büyük zorunluluğunu görenler derlerki: Cenab-ı Hakkın inayeti olmadıktan sonra şartlan yerine getirmekten ve amelleri tamamlamaktan ne elde edilebilir?
, Lâkin kulun, iki âlemde de saltanat ve keramet isteyişinin sebebi velayet mertebesine sahip olmak dileğidir. Çünkü bu dünyada Allanın velileri birer padişahtır. Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderine razı ve hikmetine teslim olan velilere kara, ve denizlerin bütün mesafesi bir adımdır. Yakınlık ve uzaklık bunlar için birdir. Ağaçlar, taşlar bunların yanında altınla beraberdir, (eşittir). Cinler insanlar; hayvanlar (evcil veya yabancı olsun) kuşlar bunların emrindedir. Hatır ve hayallerine ne gelirse, nej i dilerlerse derhal önlerine gelir. Çünkü bunlara Cenab-ı Hakkın dilediği yetiştiği için elbette her diledikleri derhal yerine gelmektedir. Bu veliler, Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. Fakat, cenab-ı Hak bunlara bir mehâbbet (saygılı korku) vermiştir ki bütün halk onlardan korkuyor. Onlar, yalnız Allah'tan korkar ve yalnız ona hizmet ederler. Dünya padişahları sıkışıp, dara düşünce bu velilerden yardım isterler. Fakat kendileri; Cenab-ı Haktan başka hiç kimseden yardım istemezler. Dünya padişahları hiçbir zaman bu mertebeye erişemezler. Çünkü padişahlar yardımcılara muhtaçtır. Dünya malına istefcU ve yer hazinesine heveslidirler. Kendilerinden kuvvetli düşmanlardan korkarlar. Şirretli ve kötü insanları okşuyarak, bahşişler 'vererek idare ederler. Etrafındakiler! beslemezlerse saltanatlarında yaşamazlar.
- 386 -
Rivayet ederler ki İbrahim bin Ethem saltanatını terk edip gittikten sonra onun vezirleri, beyleri toplandılar ve kendisini aramaya gittiler. Nihayet onu bir denizin kenarında buldular. Hırkasını dikmekle meşguldü. Tahtına dönmesi için ona çok yalvardılar. İbrahim, elindeki iğneyi denize attı. Vezir ve beylerine dedi ki: İğneyi denizden çıkarıp elime vermek şartiyle teklifinizi kabul edeceğim. Onlar da, buna gücümüz yetmez deyince İbrahim; on anda balıklara seslendi. Bütün balıkların reisi bir sürü balıkla hemen deniz kıyısına geldi ve buyurunuz Şeyh ne emrederseniz yapalım dedi ve iğneyi alıp kıyıya attı. İbrahim, vezir ve beylere döndü da'vet ettiğiniz (çağırdığınız) saltanat mı yoksa bu saltanat mı daha iyi? Vezir ve beyler, bu kerameti görünce İbrahim'in ayağına kapandılar, duasını dilediler ve hepsi ağlayıp sızlayarak yerlerine döndüler.
Bundan da anlıyoruz ki dünyanın gerçek padişahları velilerdir. Ahir ette de saltanat sürdükleri delili şu: Cenab-ı Hak buyuruyor: (İnsan Dehr S.A. 20)
"Orada her hangi bir yeri gördüğün zaman (büyük) bir ni'met bol bir (ihtişam ve) saltanat görürsün."
Cenab-ı Hak Ahiret mülküne büyük demekle dünya mülkünü hakir, aşağı görüyor. İşte buna göre bu iki* mülk arasındaki farkı sen düşün. Demek ki bütün dünya mülkü esasen çok azdır. Bu çok azdan insana nasip olan azın azıdır. Dünya kişilerinden biri bu azm azı olan şey'i elde etmek 'cin öyle zaman olur ki malını, mülkünü verir. Bütün gücünü, kıymetli ömrünü harcar. Bu azından kendisine bir şey verilsin diye. Verildiği zaman da etrafındakiler onu çok görür. Bu uğur da verdiği bunca mal ve mülkünü, harcadığı aziz öm rünü düşünmezler. Ancak verilen şey'i çok görürler
İnsanların bir kısmı gıpta eder Îİrarenir) Bir kısmı da kıskanırlar. Şimdi bu ufak ise, bu küçük kazanca bu kadar emek ve zahmetle kavuşan o kimse, Âhirette büyük mülk ve yüksek makam ebedi saltanat elde et-' mek için iki rek'at namaz kusa, bir kaç kuruş sadaka verse, iki üç gün oruç tutsa veya iki üç gece uykusunu feda edip teheccüt namazı eda etse çok mudur? Haşa!
Şöyle ki bir kişinin bin kerre nefsi olsa ve her nefiste bin kerre ruhu bulunsa ve her ruhun bin kerre ömrü olsa ve hepsini bu hayırlı, şerefli ve mutlu isteğin yerine gelmesi uğruna feda etse ve bunu elde etmek için türlü zahmet ve belâlara katlansa ondan sonra muradına (dileğine) nail olsa (erse) bu büyük ni'mete ve bu yüksek mertebeye oranla esasında küçük bir iş ve gayet az bir emektir. Çünkü din âlimleri der ki: Cenab-ı Hakka ihlasla hizmet ve takva ile itaat eden kalbleri Allah, kırk kerametle mükerrem kılar. Bu kerametlerin yirmisini dünyada, yirmisini Âhirette verir. Ayrıca bu kerametlerin altında nice gizli şeyler vardır. DÜNYADA VERÎLEN KERAMETLER:
1 - Hâlis - temiz kul, dâima Cenab-ı Hakkı zikr ve sena etmekte, anmaktadır. Allahda o kulu dâima anar, sena eder. Eğer dünya padişahları seni öğseler, sevincinden dünyaya sığmazsın. Cenab-ı Hak, seni öğ-düğü zaman sevincinden nasıl ruhunu ona feda etmezsin?
2 - Cenab-ı Hak, senden razı olur. Seni büyütür. korur ve ikramlarda bulunur.
3 - Cenab-ı Hak, senin vekilin olur. Bütün "işlerinin tedbirini o verir ve yerine gelmesini sağlar. '
4 - Cenab-ı Hak, seni sever. Eğer şehrin reisi seni sevse onunla iftihar eder. öğünürsün. Nice yerde ve nice işlerde bu sevginin faydasını görürsün. Halbuki
- 368 --
seni kâinatın yaratıcısı olan Cenab-ı Hak sevse âlemin isteklisi ve insan kablerinin sevgilisi
5 - Cenab-ı Hak, bütün işlerinde rızkının kefili olur. Her şeyin güzelini, iyisini sana verir.
6 - Cenab-ı Hak, sana yakın olur. Teselli eder. Yabancılığını, ruhî sıkıntın, yok eder. Değişmekteı. ssni korur. .
7 - Cenab-ı Hak, senin için zafer sağlayan bir padişah olur. Düşmanların zararından seni korur.
8 - Cenab-ı Hak, sana izzet ye şeref verir. Dünya zilletini, aşağılığını sana lâyık görmez. Senin dünya padişahlarına, beylerine hizmetkâr olmana razı olmaz.
9 - Yüksek ni'metlere seni sahip kılar. Dünyanın .aşağılık işlerine iltifat etmezsin. Nitekim akıllı ve onurlu erkek, çocuk oyuncaklarına ve kadın süsüne iltifat etmez.
10 - Allah seni, kalben, halktan zengin ve aileden "müstağını kılar. Kalbine genişlik (ferahlık), geçimine
bolluk, verir. Dünyanın varlığından sevinç, yokluğundan izüntü duymazsın.
11 - Cenab-ı Hak, kalbine hidayet nurunu, hikmet marifetini, bilgisini veri*". Öyle ki uzun zaman riyazet çekenler ve ömürlerinin çoğunu o yolda harcı-yanlar bile o merteoenin onda birini elde edemez ve ta- . mamlayamazlar.
. 12 - Cenab-ı Hak, kalbine sevinç, göğsüne açıklık verir. Öyle ki ne dünya musibet ve felâketleri, ne insanların kınamaları, ne de Şeytanın kuruntuları hiç birisi seni sıkıp üzmez.
13 - Cenab-ı Hak, sana heybet (saygılı korku) verir. Bütün şirretli, kötü adamlar; kabadayılar, dostlar sana hürmet eder, izaz ve ikramda bulunurlar. Senin karşında Firavunların, diktatorların kalelerine heybet ve korlcu düşer.
- 36Ö -
14 - Kalblerin sevgisi olursun, Bütün insanların kalbine senin sevgin düşer. Hepsinin sana meylettiklerini ve sevdiklerini görürsün.
15 - Nefsinden, sözlerinden, hareketlerinden, musahabelerinden; ve oturduğun yerden halka bereket, bolluk (Allah) verir.
16 - Yer ve gök ve onların içindeki bütün varlıklar, senin emrinde olur. Dilersen denizin yüzünde gezersin. Dilersen havada uçarsın. Dilersen tayyı mekân (yer mesafe kısalması) edersin yâni yüz yıllık yolu bir saat içinde geçersin. Dilersen Tayyı zaman edersin yâri yüz yılda yapılacak bir işi bir anda bitirirsin.
17 - ~v tün hayvanlar senin emrinde olur. Vahşi hayvanlar, kuşlar, sürüngenler hep sana itaat eder ve dileğine bağlı olurlar. Vahşiler seninle oynaşır. Kuşlar /e sürüngenler emrine göre hareket ederler.
İP - pünyanın anahtarı serin eline verilir. Dilersen ayağım^yere vurur gizli hazine çıkarırsın. Dilersen su çıkarır. Ne dilersen hepsi olur. Nereye inersen sana bir s.fra teelir önüne konur.
19 - Hakla halk arasında bağlantı kurarsın. Sen Cenab-ı Haktan ilimleri öğrenirsin. Halk da senden öğrenir. Sen Allah'tan yardım alırsın. Halkda senden yardım alır. Senin hürmetine Cenab-ı Hak'm yanında hal-Vın dilekleri kabul olunur.
20 - Senin duaların kabul olunur. Her ne dua yaparsan Cenab-ı Hakkın yanında uygun görülerek kabul olunur ve yerine getirilir. Kime şefkat edersen Allah onu bağışlar. Vakit olur ki bir dağa işaret edersin yerinden sarsılır. Vakit olur ki hatırına gelip de söylemediğin ve işaret etmediğin şeyler o saatte meydana gelir. Bütün bu söylediklerimiz hep dünyaya ait keramet! erdir. ÂHÎRETE AÎT KERAMETLER:
1 - Sekerâtül mevt (ölüm, koma hali) çc"~ ko-
- 370 -
lay geçirirsin. Sekerâtül mevt, öyle dehşet verici bir haldir ki Peygamberler, veliler, onu^. şiddetinden korkup Cenab-ı Hakka yalvarırlar ve Ya Rabbi it izim se-fcera tül mevti kolaylaştır diye dua ederler.
Cenab-ı Hak, dilediği kuluna bu koma halini öyle kolaylaştırır ki ruhunu teslim ederken saf bir su içmek gibi kolay olur. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Nahl S.A. 32) "Ki bunlar meleklerin pak ve rahat olarak canlarını alacakları kimselerdir. "Selam (ve selâmet) size, işlemekte olduğunuz (iyi hareketlerin amellerin) karşılığı olmak üzere girin Cennete" derler."
2 - İman üzerine ölürsün. Bu, o kadar önemlidir ki Allah'ın hâs kullan bile bundan çok kcfkarlar. Gece gündüz ağlar ve imanlı olarak âhirete göçmeleri için Allah'a yalvarır, yakanrlar. C" nab-ı Hak, bunlara bakar ve şöyle buyurur: (İbrahim S.A. 27) "Allah, iman ed nlere dünya hayatında da, âhirette de o sabit söz der) inde dâima sebat ihsan eder. Allah, zâlimleri (Kâfirleri) şaşırtır. Allah, ne dilerse ya"ar.
3 - Cenab-ı Hak, sana ruh ve reyhan gönderir. Cennet melekleriyle müjdeler verir ve sevindirir.
Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (Fussilet S.A. 30) "Hakikat (Rabbımız Allah'tır) deyip de sonra doğruluğu iltizam edenler (yok mu) onların üzerlerine (korkmayın, tasalanmayın, va'd olunduğunuz Cennetle sevinin) diye diye melekler inecektir."
4: - Atâ melekleri, senin temiz ruhunu izzet ve ikramla şefkat ve hürmetle makam-ı mahmude, va'd edilmiş olan yere alır götürürler.
5 - Senin cesedini, akraba ve dostların teçhiz ve tekfin eder, namazını kılarlar. Bu hizmeti kendilerine büyük bir şeref ve Cstün bir fazilet bilirler.
6 - *îabir azabından emin olursun.
7 - Mezarını genişletir ", "yi vjlatırlar. Cennet
__ ¦ i . -
bahçelerinden bir bahçe şekline sokarlar. Dimağın Cennetin hoş ve güzel kokularını kıyamete" kadar duyar.
8 - Allah'ır latif rüzgarlariyle ruhunu oyalarsın. Yeşil Jtuş gibi gönül açıcı5 makamda dururs'un. Onun kokuları içinde ihvan-ı safa ile birlikte oturur, Cenab-ı Hakkın türlü ni'metlerinden faydaknırsın.
9 - Haşır gününde, tacın, elbiselerin, bineğin hazır olur.
10 - Sevinçli ve güler yüzün ay gibi nurlu olur. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor.
"O gün yüzler vardır, pırıl pırıl parlayıcıdır. Gü-lücüdür, sevinçlidir."
11 - Kıyamet gününün korkularından emin olursun. Niteki ı CenaD-ı Hak buyuruyor: (Fussilet S.A. 40) "Bizim, âyetlerimiz hakkında sapıklığa düşenler, şüphesiz bize gizli kalmazlar. O halde ateşin içine p,tı-lacak olan kimse mi hayırlıdır. Yoksa kıyamet günü korkusuzca gelecek olan kişi mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü o, ne yaparsanız hakkiyle görendir."
12 - Hesabını, kolaylıkla verirsin. Bazılarında da hiç bir hesap sorulmaz.
13 - Kıyamet gününde amel defterini sağ eline verirler.
14 - Terazide, iyiliklerin, hata ve günahlarından çok fazla olur; onları bastını. Hatta bazı kişiler içi.ı bu tartı işi'bile olmaz.
15 - Kevser havuzundan şerbet içirirler ondan, sonra ebediyyen susamazsın.
16 - Sıra, köprüsünü kolayca geçersin. Ateşten I-:'^:uU*uj"-r_.?.. Bazr'ar^- -'üfo"-ün ^"randar. (geçinceye kaaar) Cehenr em ateşi sonar.
17 - Kıyamet gününde, Peygamber gibi.şefaat <*t-me hakkına sahip olursun.
18 - Cennet içinde ebedi olarak kalırsın. Bir melek gibi.
- 372 -•
rızasını kazanmış.
19 - Cenab-ı Hakkın bu: ük olursun.
20 - Kem ve keyfiyetten münezzeh olarak tecelli eden Cenab-ı Hakkı görürsün.
Bu anlattığımız 40 keramet ve fazilet en ünlü ve saadet verici olanlarıdır. Bunların cüzlerini ve daha, küçüklerini anlatmaya bu kitap yetmez. Meselâ Cennette ebedî kalmak ve bir melek gibi olmak. Bu öyle bir kerameO';ir ki bunun altında nice ni'metler yatar. Mesela; Cenab-ı Hakkın, sâlih kullarına ihsan ettiği Huriler, elbiseler, yiyecek ve içecekler, hizmetçiler gibi sayısız daha nice ni'metler va.dır. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor. (Secde S.A. :. /) "Artık onlar için, yapmakta oldukları bir mükâfat olarak, gözleri.! aydın olacağı (ni'metlerden) kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez."
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor.-
Cennette, gözlerin görmediği kulakların işitmediği, hatır vo hayale gelmeyen nice ni'metler yaradılmış-tır. Ve yine Cenab-ı Hak buyuruyor: (Kehf S.A. 109) "De ki: "Rabbımm sözleri (ni yazmak) için oütün denizlerin suyu mürekkep olsa ve bir o kadar daha yar-dımcı o arak ilave etsek Rabbının sözleri tükenmeden o deniz der) tükenin"
Bazı müfessirlere göre bu âyetteki sözler; Cenab-ı Hakkı.!, Cennet ehline, lütuf ve keremiyle birlikte" söylediği sözlerdir. .
Bu ni'metler o kadar çok ve o kadar nefistir ki vasıflarını belirtmeğe, sayılarını bildirmeğe imkân yoktur. Binde birini bile ifade edemediğiniz bu ni'metler akxll^:-a cığnv --.oci:; ¦d^racedçc'ir. Jerçektei; Cenab-ı Hakkın müminlere verdiği ni'metler o kaçar tcı ve bereketlidir ki onun şanına lâyık ve lütfuna uygun olarak hediyeleri ihsanlan, haddi aşkın, çeşitleri ve vasıfları şaşılacak niteliktedi".
- 373 -
Bu takdirde zâhidler zümresinin ve bütün mü'-mirilerin çalışıp ye*ine getirdikleri tâat ve ioadetler, iyi ameller, bu ni'metlerin sayı va vasıfların", büyüklüklerine oranla denizin yanında bir damla; güneşin ziyası önünde bir zerre gibidir.
Allah yoluna, saadet yoluna girmiş olanların şu dört şey'i tahsil etmeleri şart ve vaciptir.
îlim, amel, ih&s, korku ve haşyet.
1 - İliru Başlangıcını, sonunu; dünyadaki hallerini öğrenmeye çalışmaktır.
2 - Ame': İlimle amel edilmezse hiç bir mânevi kazanç sağlanamıyacağı gibi sonu de mahcubiyettir.
3 - thlas: İhlas ile ve sırf Allah için yapılmayan ibadet ve iyiliklerin hiç bi değeri olmaz.
4 - Korku ve haşyet: Akıbetini (sonunu) düşünüp Allah'tan korkanlar amelleriyle mağrur olmaz, alçak gönüllü olurlar.
Nitekim Zünun Mısri der ki:
Bütün insanlar ölüdür. Âlimlerden başkası. Yâni yalnız âlimler diridir.
Bütün âlimler de uykudadır. İlmiyle âmil olanlardan başkası. Yâni yalnız ilmiyle âmil olanlar uyanıktır.
İlmiyle âmil olanlar da mağrurdurlar. ihlâs sahibi olanlardan başkası yâni yalnız ihlâs sahipleri mağrur olmazlar.
İhlâs sahipleri de her zaman büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır.
Bazı âlimler der ki: şu dört kimseye teaccüp ederiz şaşarız:
Birimcisi: Şu akıllı olup da âlim olmayana. Bu kimse, başlangıcını, sonunu; dünyadaki hallerini ve bu âleme geliş sebebini niçin öğrenmeğe çalışmıyor, neden düşünmüyor, kıyametin dehşetini düşünüp ona göre tedârikini yapmıyor.
374
Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: (A'raf S.A. 185) "Onlar (Allah'ın) göklerde ve yerdeki o muazzam mülk ve saltanatına, Allah'ın yarattığı herhângi bir şey'e belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna da hiç bakmadılar ra:" Artık bundan, sonra hangi bir söze inanacaktır ?"
Ve yine Cenab-ı Hak buyuruyor: (Tatfif S.A 4 - 5) "Sahiden onlar (öldükten sonra) diriltileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir günde."
İkincisi: Şu âlim olup da ilmiyle âmil olmayana. Bu kimse neden ilmiyle amel etmez. Neden akıbetini göz önüne getirmez. Yolunda karşılaşacağı (dinin haber verdiği) büyük tehlikeleri ve sonunun ne olacağı üzerinde hiç düşünmez?
Üçüncüsü: Çm ilmiyle âmil olup da ihlaslı olmayana Bu kimse niçin basiret gözü ile bakıp bu âyet-i kerimeye göre amel etmiye.- (Kehf S. A. 110) "De ki: "Ben ancak'sizin gibi bir insanım. (Şu kadar ki) bana yalnız Tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbıma kavuşmayı ümit (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbına ibadette hiç bir kimseyi ve hiç birşey'i ortak tutmasın."
Dördüncü : Şu ihlas sahibi olup da âkibetinden (sonundan) korkusu olmayana ve onun öfkesinden haşyet duymayana. Bu kimse, Cenab-ı Hakkın, velileriyle ve sâlih kullariyle muamelesi üzerinde niçin düşünmüyor, onlara nasıl hitap edip kınadığını, kendilerini nasıl tehdid ettiğini neden görmüyor?
Nitekim Cenab-ı Hak, habibi Hz. Peygamber (S.A. v.) efendimize bile şöyle hitap etmiştir. (Zümer S.A. 65) "Andolsun ki (Habibim sana da, senden evvelki (Peygamber)lere de şu vahyolunmuştur! Eğer (bilfarz Allah'a) ortak tanırsan, Celâlim hakkı için (bütün) amel (ve hareketler) in boşa gider ve muhakkak hüsrana düşenlerden olursun."
Hz. Peygamber (S.A.V.), bu hitaptan sonra şöyle buyuruyor: Hûd süresiyle bu mealdeki diğer süreler beni ihtiyarlattı. Ve devam ediyorlar.- Mü'minler, Cenab-ı Hakkın indirdiği Hûd süresiyle benzerlerindeki şu dört âyeti niçin okumuyor ve üzerinde imân fikr edip düşünmiyorlar?
1 - (Mü'minun S.A. 115) "Ya sizi ancak boş yere yarattığımızı ve sizinn hakikaten bize döndürülmiyeceğinizi mi sandınız?"
2 - (Haşr S.A. 18) "Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkiyle haberdardır."
3 - (Ankebut S.A. 69) "Bizim uğrumuzda mücâhede edenler(e gelince), biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her halde ihsan erbabiyle beraberdir."
4 - (Ankebut S.A. 6) "Kim savaşırsa ancak kendisi için savaşmış olur. Zira Allah, elbette (bütün) alemlerden gani (müstağni) dir."
SON
Bu kitapta vaki olan hata ve noksanlardan dolayı Cenab-ı Hakkın afv ve merhametine sığınırız. Amellerimize ve hallerimize uymayan sözlerden ve doğru yolu gösterirken yaptığımız kusurlardan ve bu kitabın ifadesindeki düşüklük ve eksikliklerin hepsinden Allah'a istiğfar eder, bağışlamasını dileriz. Bizi ve bütün din kardeşlerimizi, ilmiyle âmil-, ıhlâs ile kâmil rızasına tâli"; ve likasına . (Allah'ı görmeye) istekli olanlardan eylesin. Kıyamet gününde ibadetimizi gözümüze vurmasın. Bizi Zebaniler eline vermesin. Fazl-u-keremiyle birlikte bize rahmet eylesin. Âmin.
- 376
Arka kapak yazısı:
Dünya üç günlüktür. Dün geçmiştir. Bir daha ele, geçmez.
Yarın gelecektir. Ona kavuşabilecekmiyiz? şüphelidir. O halde yaşadığın bugünü ganimet bil ve Değerlendir.